Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.576
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    5

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. SEVGİLİNİN YAKINLIĞI Seni düşünüyorum, güneşin ışıkları denizden aksedince Seni düşünüyorum, ayın pırıltıları kaynaklara vurunca. Seni düşünüyorum, uzak bir yol üstünde tozlar havalanırken, Karanlık bir gecede, dar bir tahta köprüde bir yolcu ürperirken. Seni düşünüyorum, boğuk uğultularla orda yükselirken dalgalar. Kulak kesilmek için koruluktayım, sık sık her şeyin sustuğu anlar. Uzakta olsan bile ben senin yanındayım, sende yakınımdasın. Güneş batıyor, biraz sonra, beni ışıtacak yıldızlar ne olurdu burda Yanımda olsaydın Goethe
  2. duino ağıtlarından.... "uyuması için birine şarkı söylemek istiyorum, birisinin yanına oturup hareketsizce durmak. seni sallayarak bir şarkı mırıldanmak istiyorum, tam uykuya dalacağın sırada seninle birlikte olmak. evdeki tek uyanık kişinin ben olmasını, gecenin soğuk olduğunu tek bilenin. hem içeriyi, hem de dışarıyı dinlemek istiyorum, senin içini, dünyanın ve ormanların. saatler, zillerini ağır ağır çalıyorlar, ve sen zamanın aslına inebiliyorsun. <******> sokakta bir yabancı yürüyor ve yoldan geçen bir köpeği rahatsız ediyor. ardından sessizlik geliyor. gözlerimi sana, ellerimi uzatırcasına sunmuştum, karanlığın içinde bir şeyler kıpırdadığında, seni hafifçe tutup sonra da bırakmaları için." Rainer Maria RİLKİE
  3. İÇİNDEN DOĞRU SEVDİM SENİ İçinden doğru sevdim seni Bakışlarından doğru sevdim de Ağzındaki ıslaklığın buğusundan Sesini yapan sözcüklerden sevdim bir de Beni sevdiğin gibi sevdim seni Kar bırakılmış karanlığından. Yerleştir bu sevdayı her yerine Yüzünde ter olan su damlacıklarının Kaynağına yerleştir Her zaman saklamadığın acısızlığın son durağına Gül taşıyan cocuğuna yerleştir Ve omuzlarına daracık omuzlarına Üşümüş gibisin de sanki azıcık öne taşırdığın Tam oraya işte uçsuz bucaksız bir düzlükten Bir papatya tarlasıyla ayrılmış göğüslerine yerleştir Ve esmerliğine bir de eski bir yangının izlerinin renginde Saçlarının yana düşüşüne onları bölen ikiliğe Alnından başlayan ve ayak bileklerinde duran Yani senin olmayan seni bir boşluk gibi saran hüzne Yerleştir onu bir kentin parça parça aklında tuttuğun Kar taneleri gibi uçuşanVe her gün biraz daha hafifleyen semtlerineYerleştir bu sevdayı her yerine. Ekledim ben tattığım her şeyi denizlere Bildiğim ne varsa onlar da hep denizlerden Sen de bir deniz gibi yerleştir onu istersen SevdayıVe köpüklendir Ve yaşlandır ki işte kederi anlamasın Ama dur her deniz yaşlıdır zaten Öğrenmez ama öğretir mutluluğu Bizim sevdamız da öyledir iyi şiirler gibi Biraz da herkes içindir. Ve gelinciğin ikinci tadına benzemeli Var eden kendini birincisinden Yani bir sevdayı sevgiye dönüştüren. Ben şimdi bir yabancı gibi gülümseyen Tanımadığın bir ülke gibi İçinde yaşamadığın bir zaman gibi Tam kendisi gibi mutluluğun Beni bekliyorsun Ve onu bekliyorsun beni beklerken .Edip Cansever
  4. Devrim Temiz kalan tek yerdir devrim bütün bir yıl kirlenen duvarda ama görebilmek icin asıldığı çividen indirilmelidir yapraklari biten takvim Zorbalara direnmektir devrim bir çocuğun annesinin çantasından aldığı paraları altına gizlediğini söylememiştir dövülen hiçbir hali İçinde yaşamaktır devrim dikiş kutusunun ve toplu iğneler gibi bir arada olmayı gerektirir karşı koyabilmek icin zulmüne makas denilen patronun Gece ışıklar arasında koşmaktır devrim ateş böceklerini yakalamak isteyen çocukların peşine takılır gün gelir yanıp sönen mavi ışıkları polis arabalarının Kağıt bir gemidir devrim bütün gemiler hurdaya çıksa da sonunda taşıdığı özgürlük şiiriyle batmadan yüzer nicedir dünya sularında Kim bilir kaç yunus görmüş kaç DENİZ GEZMİŞ... Sunay Akın
  5. Beni akşama gömün, Acıların rengini gizlediği saatlere Gün düşün çocuk benizli ölüler takvimine Kim kundakladı ömrümü Saatini sorun celladın Kıyametin kopmasına daha kaç kan var Ah! Yer, göğün altına sıkışmış et parçası, Tüysüz, diken nedir bilmez Celladını memur tayin et kendine Say, kaç timsah avladı gözyaşların için Ah Yer! kürenin hangi yüzünde ellerim, Ateş koparılır bir ucundan Hangi tene can değer Hangisinden koparılır usulca Acıya büyüyen çocuklar Daha doğmadan uslanır En bildik sözün ardına Süpürülür de gözyaşları Benim gözümde sulanır Ey ruh! İstifa et bu bedenden, Ya da Ey dünya! Bu bildik sensen Beni içine zerk et Murat KARACAN
  6. Bu güzel bölümü aynı hazı aldıgımız arkadaşların yalnız bırakmaması nekadar güzel sizi komacan öpsem:)
  7. Yayamaz Kayımca

    kördüğüm..

    beynimde kaldıramayacağım kadar büyük bir gürültü var..beynimdeki çözamediğimm çözmek için de uğraşmadığım sır; çürümeye yüz tutmuş hayallerimi her geçen zamanda biraz daha içine çekiyor.bana değil şu anda var oldugum tüm karanlıga,odamın her aydınlığından yansıyan karanlıga,ait oluyor o büyük sırrım ..bir gürültü oluşuyor sürekli sefil hayalerimden..kulaklarımı ve bana ait olmayan her hayali gürültüye boğuyor kendi kargaşası içinde..odam,karanlığım birden duruluyor ..sis dolasıyor her yanda kargaşa sonrasında ..sır denen bu büyük etken kendini çözmek için didinirken beni de her saniye daha fazla sise,dumana,hayale -ne dersen işte- boğuyorr..beynimdeki her keskin düşünceye inat bu sır esneklik kazanıyor..daha da daha da zorlaşmak için...yeter bırakk beni !!! bırak artıkk...ya durr tut çek elimden..çek bu sistennn düğümünün en ortasına...sırrımın dibine çek benii..bırak dokunma kendinee sırrımm..ben çözeyim seni nasıl böyLe doladıysamm.. alıntı..
  8. duygusal ükela,uçuk kaçık, serseri iyiniyetli arkadaşım ve DOSTUM iyiki varsın, nice yıllara... Imge Dedim Adina Son çocukluk da bitmisti ömrümde Düslerim belki kis ölüsü belki yaz Kirlara bahar yetmese de içimde Yüregim nar çatlamasiydi sana kadar Dilimde sözcüklerin çelik direnci Sesimde ölüm rengine inat asklar Mavilikler yasaklandi gökyüzünde Özgürlügü kus kanatlarinda bekledim Dogdugum gün adina "imge" dedim Sevdim bütün insanlari insan yanlarini Sen de seveceksin Dallarina su yürümüs agaçlara güleceksin Kar yagsa da yaktigin atesler üstüne Atesi yüreginle körükleyeceksin Kus sesleri de ertelenebilir güne karsi Çiy de düsebilir anilarin üstüne En güzel ezgileri nehiragzi denizlerde Hep kendi sesinle türküleyeceksin Hüzün agaçlarinin sevinç açtigini Adinin sonsuz anlaminda göreceksin Sevdim solugunu rüzgar kilan insanlari Solugumu soluklarina kattim Bir damla ugruna gökyüzünü omuzladim Bir çocuk ölümleri aglatti beni Bir de türkülerde kalabalik ihanetler Gülüp geçtim yalan iktidarlar görkemine Ask adina sesimi sürdüm namlulara En büyük eylemleri söz eyledim Dogdugun gün adina "imge" dedim Sen elbette sen olacaksin biliyorum Sesinde yirmibirinci yüzyili dinliyorum Adnan Yücel
  9. Dilediginiz kadar bir yaşam sediklerinizle ve sevenlerinizle olsun Taylan agbi... Kim Susturabilir Bizim Türkümüzü Kim susturabilir bizim türkümüzü kim Biz ki bu hasreti semahlarin seyrinden alip gelmisiz Biz ki onu sitemkar analarin kirpiginden derlemisiz Süzülsün de acinin derin izler biraktigi gül yanaklardan Yere dökülsün istememisiz Bizim türkümüzü rüzgar söyler her gece Ay vurdukça parildar gün dogdukça hiz alir Nevroz atesleriyle sagaltarak çirpinan yarasini Can havliyle kardas Kan içinde bir kartal gibi vadilere saldirir Türkülere ilismeyin Türküler nehirdir gecenin bagrina akar Fazla eselemeyin kardas Tasinca ne siperler kalir ne dev barikatlar Desmeyin diyorum desmeyin Kim susturabilir bizim türkümüzü kim Biz ki nice amansiz badirelerde serden geçmisiz Biz ki ilmikler boynumuza takiliyken bile türkü söylemisiz Sonra irmak boylarinda gögertip körpe otlarin serinliginde Daglara emanet etmisiz Biz ki her yanginin külünden diri canlar yaratmisiz Bizki mazlumlarin defterine kanli resimlerle siralanmisiz Banaz yaylasindan kerbelaya kar götürsün turnalar Ölürüz sanma kardas Dostun attigi gülden yaralanmisiz Türküleri dövmeyin Türküler gökyüzüdür karanliga yildizlar çakar Üstümüze gelmeyin kardas Namuslu bir devrimcinin alninda kavga isildar Incitmeyin diyorum incitmeyin Kim susturabilir bizim türkümüzü kim Bizki karacaoglani askla veyseli toprakla yüceltmisiz Bizki köroglunun narasiyla nice beyleri yere çökertmisiz Yine de masum bir bebek gibi avuç avuç sevdamizi Kalanlara vasiyet etmisiz Adam dedigin sapina kadar yigit olmali Ne karincayi incitmeli ne ozanlari yakmali Öyle sansar gibi punduna getirmek de neymis Adam dedigin kardas Yüregi varsa eger getirip ortaya koymali Türküleri yakmayin Türküler çiçektir en umutsuz zamanlarda açar Kavgayi uzatmayin kardas Yüzyillardir tuz döke döke çürüdü bu yaralar Kanatmayin diyorum kanatmayin Yusuf Hayaloglu
  10. Yayamaz Kayımca

    Yaralara dair....

    Yaşlı ve çirkin bir tüccar; karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel, ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş... Sabaha karşı, yaşıl adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. Ne var ki tüccar, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye başlamış. Haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş.Onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar. Ancak ne kadar vururlarsa, bu zayıf ve çirkin bedende yara açılmadığını, can alıcı darbelerin hiç iz bırakmadığını görmüşler...Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler...Ancak en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile tüccara hiç bir şey yapamıyormuş.... Sonunda korkup kaçmışlar.... Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha -ama bu kez aşk adına- tüccarla sevişmek istemiş. Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış... Gelgelelim güzel kadının her dokunuşunda tüccarın bedeninde yeni bir yara beliriyormuş. Dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar... İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda tüccar kanlar içinde kadının kollarına yığılmış, ölmüş.... Tam bu türden hayatlar yaşamıyor muyuz ? Aşktan bunca korkmamız bu yüzden değil mi ? Kimsenin kollarında yığılıp can vermek istemiyoruz. Çünkü zaten, her yanımız "kılıç yaralarıyla" dolu. Ama bir şekilde kapanmış,kabuk bağlanmış yaralar onlar.... Nasıl yapmışsak yapmışız üstesinden gelmişiz... Ama biri, kabuk tutmuş yaraları okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve oluk oluk kanama başlıyor yeniden.... Birine teslim olduğumuzda, anlatmaya başladığımızda, içimizi döktüğümüzde bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıveriyor.... O yüzden değil mi içimizi tutmamız? Birisine teslim olmaktan korkmamız? Ortalıkta tedirgin ve gergin dolanmamız? "Anlatsam mı, anlatmasam mı?" kararsızlığımız "Bu sevgi beni acıtır mı?" kuşkularımız.... Her zaman seni üzecek birileri olacaktır. Yapman gereken insanlara güvenmeye devam etmek, kime iki defa güveneceğini iyi seçmek.... Gabriel Garcia Marquez
  11. Yayamaz Kayımca

    Kürtmüşüz!

    Sorun Kürt yada Türk olmak değil.Yaşanmışlıklar ve yaşatılmışlıklardır...
  12. Yayamaz Kayımca

    Kürtmüşüz!

    Asim ..çok uzun zaman oldu uzaklıklıkların anlamını yaşamaya başladık!bizlerdenmi kaynaklanıyor diye sormadan edemiyorum....
  13. Yayamaz Kayımca

    Umarım....

    Okuduğum ilkokulun kantininde simit ve Çamlıca gazozu dışında bir şey yoktu, zaten o zamanlar çocuğa haftalık vermek diye bir şey de yoktu. Gene de bakkala gidişlerimde kalan para üstlerini haftalarca biriktirip, tüpte şokella alıyordum. Onca zaman para biriktirilerek alınan ve bitmesin diye gıdım gıdım yenen o tüpte şokellanın tadını hala hiçbir şeyde bulamıyorum. Ben şanslıydım, babam denizciydi. Seyir dönüşleri bana envai çeşit oyuncak getiriyordu Avrupa'dan. Ama o zamanın çocukları bile bir tuhaftı, ben mahalledekilerle paylaşmayınca o oyuncaktan da zevk almıyordum. Hala gazoz kapaklarını taşla düzeltip, bugünün TASO'larına benzeyen şeyler yapıyordum. Dokuztaş, misket, kukalı saklambaç, hele o "en de tura bir iki üç güzellik", unutulur gibi değildi. İnşaatlardan sökülen paslı çivilerle oynanan toprağa çivi saplamaca gibi tamamen yokluğun tetiklediği yaratıcılık örnekleri. Sokaklar bizim, dert yok, tasa yok, oyuncak yoktu, olsa da devir hesap devri alacak para yoktu ve eğlence yaratıcılığımıza kalmıştı. Yaz günleri, sabahtan akşama kadar sokaktaydık. "Sokağa Çıkmak" diye bir deyim vardı. Hayat o kadar güzeldi ki, ilk aşkıma dört yaşında vurulmuştum. Net hatırladığım bir sahne var: Adi Yalın. Babası ona iki tekerlekli bisiklet almış ve bana "Yarın seni de bindireceğim" diye söz vermişti. Bindim mi? Hatırlamıyorum, sonra taşındılar mahallemizden. İkinci aşkım, alt katımızda oturuyordu. Bir gün incir toplayacağız diye, Çengelköy sırtlarında kaybolmuştuk birlikte. Diyarbakırlı Kürt bir Karpuzcumuz vardı . Salı Cuma karpuz, kavun getirirdi kamyonla. "Kavun ye bal ye" diye bağırırdı. Hakikaten de o kavun bal gibiydi. Hele o zamanın çilekleri, bir reçel kaynadı mı, değil apartman mahalleyi sarardı o nefis çilek kokusu. Reçel yapılacak çilek neredeyse bir gün boyunca beş altı kez suyu değiştirilerek kovalarda bekletilirdi toprağı çıksın diye. Üstelik suya da rengi geçmezdi. Şimdi çilekler toprakta yetişiyor ama toprağa değmeden büyüyor. Belki de o yüzden ne tadı var ne de kokusu. Siyah beyaz ve tek kanallı televizyon, küçücük parmaklarımızın arasında kaybolana dek bıçakla yontulan kalemler -ki kalemtıraş kullanmak israftı, sınıflardaki çöp kovası onu kalem açma kuyruklarını unutan var mı? Plastik ilkel beslenme çantaları ve okula götürülmesi yasak olan muz. Hele iç içe gecen halkalardan oluşan ve her zaman akıtan o plastik bardaklar, kâbusumdu benim. Uçlu kalem geldiğinde memlekete, uzay mekiği gibi bakmıştık ve onun ucu da uzay mekiği fırlatma rampası gibi kavrardı kapkalın kalem uçlarını. Bunların her biri güzel birer anı, 30 lu yıllarını sürenler için. 40 lı yıllarını sürenler için o dönem, terörle özdeş. Zira çoğu Üniversiteyi ya zar zor bitirdi, ya da ayrılmak zorunda kaldı. 50 üzeri için ise hatırlanmak bile istenmeyen günler. Çünkü onlar çocuk okutmak ve yaşam mücadelesi vermek zorundaydı, onca yokluğa, parasızlığa ve kardeş kavgasına rağmen. Sadece çocuklar o yılların tadını çıkardı, sadece çocuklar mutlu ve umarsızdı ve sadece çocuklarda hatırlanası güzellikler bıraktı. O dönemin çocukları, şimdi çocuk yetiştiriyor. Sahip olamadıkları oyuncaklarla dolu çocuklarının odaları. Yedikleri dayakların inadına seslerini bile yükseltmiyorlar çocuklarına. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabuğu eksik olmayan o zamanın çocukları, çocuklarından kan alınırken fenalaşıyorlar. Ancak hava karardığında ve babası işten geldiğinde eve giren şimdinin ana babaları, çocuklarını kapı dışarı çıkaramıyorlar, zaman zaman haklı sebeplerle. Annelerinin bir bakışı ile mum kesilen, akşama babana söylerim tehditleri ile büyümüş o çocuklar, bugün kendi çocuklarının psikolojisini bozar diye HAYIR bile diyemiyorlar. O zamanın çocuklarının, şimdiki çocukları doyumsuz, çoğu bilgisayar başında patates cipsi yediği için şişman, hepsi zehir gibi akıllı ama onca imkâna rağmen okulu pek azı seviyor. Çelik çomağı, kukalı saklambacı ve hatta uçurtma uçurtmayı bilmiyor. Onların uçurtmaları marketlerde hazır yapılmış olarak satılıyor ve babayla bir Pazar günü saatlerce uğraşarak uçurtma yapmanın zevkini ve yeşil tepelerde uçurtma uçurmanın tadını bilmiyorlar. Okulun açılacağı haftanın öncesinde önceleri zevkle başlayan ama sonra işkence halini alan, defter kaplamanın ne demek olduğundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyacı yok çünkü. Kâğıt onlar için buruşturulup atılabilecek bir şey, defterden kâğıt koparmanın nasıl olup da YASAK olabileceğini akılları almıyor. Hiç dut silkelemediler, bembeyaz çarşaflara ve hiç incir ağacının ince dalına basıp yuvarlanmadılar komşunun bahçesine. Mutlular mı? Umarım öyleler. Peki, çocukluklarını bizler gibi, özlemle anacaklar mı? Umarım ...
  14. Yayamaz Kayımca

    Kürtmüşüz!

    Altmışlı yılların sonunda ve yetmişli yılların ilk yarısında, tek başına dokuz kişilik ailesini geçindirmeye çalışan babamın yanında önce dolmuş, sonra da taksi durağında araba yıkadığımı hatırlıyorum. Yaşım "ilerlediğinde" yaptığım işler arasına otomobil lastiği onarmak da eklendi. Bunlar benim ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımdı. Ders çalışacak zamanı ve koşulları olmayan, ancak iyi bir araba yıkayıcısı ve sadece öğretmenleri dinleyerek sınıf geçen, iyi sayılabilecek bir öğrenciydim. Öğretmenlerimin beni sevdiğini, durağın önünden geçerken araba yıkayan öğrencilerinin yanağını sevgiyle okşadıklarını, bana moral verdiklerini hatırlıyorum. Durağımızın tam karşısında bir banka ve lojmanları vardı. Kadınları ve kızları çok iyi giyimli, çok güzeldiler. İkinci katta oturan kız benden iki sınıf alttaydı ve ben onu görünce bir başka oluyordum. Ayakkabıları yırtık, giysileri yırtık, elleri, o sert geçen kışlarda araba yıkamaktan çatlak çatlak olmuş bir yeni yetmeyken ne onu kendime ne de kendimi ona yakıştırabiliyor, ancak hayal kurmaktan da geri duramıyordum. Kurduğum hayaller arasında en çok, büyüyüp ehliyet almış, duraktaki en havalı araba olan Şahin Abi'nin altmış bir model Şevrolesiyle şehri turlayan, yolcu taşıyan, arabasını yıkayan çocuğa iyi bahşiş veren ve o kızın sevgilisi olmayı başarmış şoför hayali vardı. Her gece bunu kurar, sabah o arabayı yıkayan, ama iyi bahşiş alamayan çocuk olurdum. Lise bire yazıldığım yıl babam bana kocaman kareleri olan bir takım elbise aldı. Ağzım kulaklarımdaydı. Sınıfımı geçersem yenisini umar oldum, ama olmadı. Sınıfımı geçtim, ama o yıl giydirilme sırası bende değildi. Elbisemin biraz küçülmüş haliyle ikiyi idare ettim. Üçe geçtiğim yaz benim de içinde olduğum bir kazada arabamız parçalandı. Ailemin geçimini sağlayan dört tekerlekli aygıt kendinden daha büyüğünün altına girdi, parçalandı. Yeni öğretim yılı başladığında, ceketimin sol kol dirseği yırtılmış, pantolonumun paçalarıyla ayakkabılarım arasına da epey bir mesafe girmişti. Artık o kızla karşılaşmak istemiyordum. Sınıfa girerken, sırada otururken utanıyor, tahtaya kalktığımda dirsekteki yırtığı gizlemek için çaba sarf ediyor, pantolonumu aşağıya doğru itip paçalarımla ayakkabımı birbirine yaklaştırmaya çalışıyordum. İşte o yıl, yani lise son sınıftayken "O" çıkıp geldi. Durakta oturuyorduk. İki kişi kapıyı açıp girdiler. Biri otuz, otuz beş, diğeri ondan genç, ikisi de uzun boylu iri yarı, ikisinin de bıyığından alt dudağı görünmüyordu. Yaşlı olan konuştu: "Merhaba, durakla kim ilgileniyor arkadaşlar?" Yaşamımdaki birçok şeyi sıradanlaştıracak, yeni bir yaşama başlayacağım günlerin ilk sesi, ilk cümlesiydi bu. Babam yanıtladı: "Buyurun ağabey, ben yardımcı olayım." "Ben" dedi dışarıdan gelen: "Ben buraya yeni tayin oldum arkadaşlar. Memurum, bu da kardeşimdir. O'nu da beraberimde getirdim. Bir tane arabamız var, isterim ki kardeşim de burada sizinle çalışsın, bedeli neyse öder, gereği neyse yaparız! Bizi de kendinizden sayar, aranıza alırsanız çok seviniriz." O zamanlar bizim oralarda henüz taksi plakası denilen şey yoktu ve araba sayısı da zaten parmakla sayılacak kadar azdı. Durak bir ya da iki arabayı daha kaldırırdı. Babam olumlu yanıt verdi: "O bizim de kardeşimiz sayılır, buyursun başlasın, bedel dediğiniz de herkes nasılsa o da öyle." Gidip çay söylemek her zamanki gibi bana düştü. Ertesi gün gelip başladı. Kırmızı bir Murat 124'tü arabası. Arabasını kendisi yıkadı, sıraya kendisi çekti, çayını söylemeye kendisi gitti. Başta ben olmak üzere hepimiz yadırgadık tavrını, ancak akşam evine gitmeden önce şaşırdığımız bir şey daha yaptı ve arabasını ben yıkamışım gibi diğer şoförler kadar para verdi. Bu tavrını da hep sürdürdü, hep böyle gitti. Duraktan çok arabasında oturuyor, sürekli kitap okuyordu. Müşterilere herkesten daha saygılı davranıyor, yaşlıların binmesine yardımcı oluyor, hiç kimseye kaba davranmıyor, ancak henüz anlayamadığım nedenlerden dolayı duraktakilerden bazılarına daha yakın, bazılarına da alabildiğine mesafeli duruyordu. Beni, çaycı çocuğu ve durak kâtibini kolluyor, bize yapılan ve alışkın olduğumuz bazı kaba davranışları adeta kendine yapılmış gibi sayıp müdahale ediyor ve garip biçimde hep baskın geliyor, en feodal, en etkili tiplere dahi taviz vermiyor, lafını asla sakınmıyordu. Her öğlen sonrası saat birde çok dikkatle radyo haberlerini dinliyor, suratı asılıyor ya da gülerek iniyordu arabasından. Arada bir çağırıp sohbet ediyordu benimle ya da öbür çocuklarla. İşte tam da öylesi günlerden birinde: "Gel" dedi, gittim. Havadan sudan sohbet etti önce, dinledim. "Verdiğim kitapları okuyor musun?" diye sordu. "Evet abi" dedim. "Pekii ne düşünüyorsun, beğenmediğin şeyler olmu­yor mu içlerinde; hiçbir şey sorma gereği duymuyor musun?" dedikten sonra bir soru daha sordu: "Senin, babanın, ailenin, burada yaşayan birçok insanın, bu bölge insanının yani, Kürt olduklarını biliyorsun değil mi?" Midem kalktı! Kusacak gibi oldum. Bir anda bütün karizması yok oldu, gözümden düştü. Ne diyordu bu **********?! Ne diyordu bu ***********?! Nasıl böyle aşağılayabilirdi bizi?! Bir kere Kürt kim, biz kim? Biz şehir merkezinde doğmuşuz ya!... Hem ben hem de babam Van'da, şehir merkezinde doğmuşuz. Şehirde, şehrin merkezinde doğan Kürt olabilir mi? Ne mantıktır bu, böyle bir şey nasıl söylenebilir? Üstelik Orta Asya... Elde kılıç taa oralardan gelen atalarımızın at sırtındaki günlerini anlatan filmler, Cüneyt Arkın, Malkoçoğlu, Karamurat. Hocalarım! Tarihçimiz, coğrafyacımız. İlkokul, ortaokul kitaplarım. Emin Oktay'ın yazdıkları, hepsi yalan mıydı? Ne diyordu bu, neler saçmalıyordu, deli mi, manyak mıydı? Kürt'müşüz. ********** dediğine bak! Kürt'müşüz! Bazen yüzüme, bazen herhangi bir yere bakarak anlatıyor, anlattıklarına haklılık kazandırmak için bazı örnekler veriyordu. O konuştukça benim elim ayağım bağlanıyor, söylediği hiçbir şey yalan gibi, iftira gibi ve işin garibi aşağılama gibi durmuyor, böyle olunca da başımdan aşağıya kaynar sular dökülmeye başlıyordu. O konuştukça dedem ve kırsaldan gelen akrabalarımız canlanıyordu gözümde! Dedem hayatta olduğu süre içinde hiç Türkçe konuşmamıştı. Hep babamın, anamın, amcalarım ve halalarımın da anladığı "O dilden" konuşur, onlar da ona öyle cevap verirlerdi. O an tüm bunlar üst üste belleğimde canlanınca, adamın haklı olabileceğini düşündüm. Kürt değilsek eğer, dedem niye hiç Türkçe bilmiyor ya da konuşmuyordu? Dedemin yaşadığı dönemdeki aile pratiğimizle, hocaların, kitaplarımın anlattıkları tutmuyordu birbirini. Adam haklıydı. Demek ki Kürt'üz biz. Yani Kürt'müşüz! On altı yaşımın içindeyken, yer yer, zaman zaman duyup da pek kendim(iz)e yakıştıramadığım gerçek, o saat itibariyle bu, çayını kendi söyleyip arabasını kendi yıkayan, bıyıkları alt çenesine varan Türk şoför tarafından yüzümün ortasına yapıştırılmıştı. Türk olarak bindiğim arabadan Kürt olarak inmiştim. Allak bullaktım. "Demek böyle. Demek biz Türk değiliz, demek Kürt'üz!" diye düşüne düşüne bir o yana bir bu yana yürüyüp durdum. Bu "keşif"le birlikte yaşamımda çok ciddi değişiklikler oldu. Gün geldi yaşadıklarımı pişmiş tavuğun yaşamadığına inandım. O, bir gün geldiği gibi, abisinin yeni tayin edildiği yere gitmek için yola koyulduğunda, ben de Kürtlüğümün "tadını" çıkarmaya başladım. * * * Aynı yıl "74 affı" diye bilinen affın çıkmasıyla birlikte, okulumuza aynen onun bıyıkları gibi bıyıkları olan epeyce bir öğretmen geldi. Hiçbiri bizim eski öğretmenlere benzemiyordu. Bizimle konuşuyorlar, top oynuyorlar, okul çıkışı birlikte yürüyorlar, kolumuza girip çalıştığımız yerlere geliyorlar, ailemizden insanlarla, oradakilerle tanışıp sohbet ediyorlar, gülüp şakalaşıyorlar ve sonrasında da sözü döndürüp dolaştırıp ülke sorunlarına getiriyorlardı. Herkesin önceleri tip, giyim kuşam ve davranışları itibariyle yadırgadığı bu insanlar, giderek sevilen, aranılan dostlar haline geldiler. Esnafın bir kısmıyla, diğer bazı öğretmenler rahatsızdı bunlardan: "Bunlar gomonist, çoluk çocuğun ahlakını bozacaklar" diyorlar, ama dedikleriyle de kalıyorlardı. Böylece "sosyal aktivite" dedikleri şeylerle uğraştırmaya başladılar bizi. Biri tiyatro grubu kurdu, beni de aldı. Öbürü okulun hiç kullanılmayan bodrum katını resim ve heykel atölyesine dönüştürdü. Bedenci olan pestilimizi çıkarmaya başladı. Hemen hepsi ders saatlerinin dışında da zaman ayırıyorlardı bizlere. Velilerimizin zevkle izledikleri, Gogol'un "Müfettiş"ini oynadık. Bir de içini demir tellerle güçlendirdiğim bir alçı heykelcik yaptım aşağıdaki resim- heykel atölyesinde. Hepsi aynen onun gibiydiler, her fırsatta kitap okuyor, okumamızı, düşünmemizi sağlıyorlardı. Not hiç sorun değildi onlar için. Zayıflarımızla ilgileniyorlar, eksiklerimizi tamamlıyorlardı. Sayelerinde daha iyi birer öğrenci olmanın yanı sıra Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Çernişevski, Dimitr Dimov ve benzeri birçok yerli ve yabancı yazarı okuduk. Ardından da Marx'ı, Lenin'i ve Stalin'i!... Önce emekçiliğimizi ve kökenimizi sindirdik, yoksulluğumuzun kaynağını öğrendik. Okuduk. Okudukça da ne yapmamız gerektiğini anladık. Tam da o sıralarda Van'da bir dernek kurulmuştu. Oraya gidip gelmeye başladık. Çoğalıyorduk, çok hızlı çoğalıyorduk. Çoğaldık, çoğaldık, çoğaldık… Lise son sınıfın ikinci yarısında, kolumdaki yırtık sorun olmaktan çıkmıştı. Artık utanmıyordum. Artık o yırtığın ve yerine yenisinin alınamayışının sebeplerini bilen, gözü pek bir devrimciydim. Dernekte çok iyi abiler vardı, "arkadaş" diyorlardı bana, göğsüm kabarıyordu. Hep "arkadaşları" kaldım onların. Halen de öyleyim. O günden bugüne yaklaşık otuz beş yıl geçti. Nedendir "hiç kendime sormadım", ama halen ve her koşulda iri kareleri olan ve babamın aldığıyla aynı renkte bir elbise bulundururum gardırobumda. Eskidikçe yeniler, kolunun yırtılmasından önce mutlaka değiştiririm. Yaşadıkça da bunu yapmaya devam edeceğim. Necmettin Salaz "Kürt'müşüz", Damar Yayınları, Ankara, 2008
  15. Yayamaz Kayımca

    Devrimci ahlak ....

    Ahlak,insanın genel olarak toplumsal konumlanışını,yaşama bakışını,insan ve çevresiyle olan ilişkilerindeki değerlerini;kısacası yaşama karşı duruşunu belirleyen bir öze sahiptir.Ahlakı insandan ve insanın yaşama karşı duruşundan bağımsız olarak ,ideolojiler üstü görmek olanak dışıdır.Ya da böyle ele alınması bilimsel,tutarlı ve doğru değildir. İnsanı insan yapan değerlerin insan merkezli ve toplumsal olarak duruşunun ifadesidir ahlak.Doğruluk,dürüstlük,namusluluk,onurluluk,hak ve hukuk bilirlik,sorumluluk duygusu,paylaşımcılık,insana özgü ve insanca yaşama uygun duruş,sosyal-kültürel anlamda toplumsallığı öne çıkaran bakış açısı vs gibi özellikler iyi ahlaklı,iyi insan olmayı tarif eder genel olarak..Yukarıdakileri çoğaltmak ve uzatmak olanaklıdır.Ama öz aynıdır. Birey olarak insanı toplumdan ayrı,kopuk ve bağımsız ele almak nasıl insanın yaşamaması ile eş anlamlı ise;birey olarak insanın yaşamının anlamı elbette ve kesinlikle toplumsallığı ile belirlenir.İnsanı yaşamda varlığı ile anlamlı kılan toplumdur,toplumsallığıdır. Ahlakı;sınıfsal özünden bağımsız;ekonomik-siyasal toplumsal yapıdan azade değerlendirmek kesinlikle aldatıcıdır.Yukarıdaki tanım sınıfsal özü ile birlikte ele alınmadığı sürece ,soyut-yaşamın gerçeğinden uzak sadece felsefi bir tanım olarak göreli bir kavram olarak kalacaktır,kalmaya da mahkumdur.Oysa bireyler veya toplumlar içine doğdukları ya da varlıklarını sürdürdükleri ekonomik-siyasal sistemin birer parçalarıdırlar.Doğal olarak ta sistem insanların siyasal-sosyal-kültürel-insani-felsefi bakışlarını belirlemektedir. Felsefi ve toplumsal olarak,ekonomik alt yapı sistemin üst yapısı olarak bilinen siyaset,kültür,sosyal ilişkiler,üretim ilişkileri,insan ve insana özgü her şeyi etkilemek ve belirlemektedir.Sınıflı toplumlarda,egemen-hakim olan sınıf ekonomik-siyasal-sosyal çıkarlarını sürdürmek için kendisi dışındaki sınıfları kaçınılmaz olarak yukarda ifade ettiğimiz alanlarda da şekillendirmek ve sisteme bağlamak zorundadırlar.Bu ikili ilişkiyi doğru kuramazlar ise,sistemlerinin devamlılığını sağlayamazlar. Sınıflı toplumların ezen-ezilen,sömüren-sömürülen ilişkisi bağlamında sonuncusu olan kapitalizmde de durum aynen böyledir.(Sınıflı toplumların aslında sonuncusu komünizmin birinci aşaması olan sosyalizmdir.Ama sosyalizmi ezen-ezilen,sömüren-sömürülen ilişkisi bağlamında ele alınmayacağı ön kabulünden kaynaklı ve de sosyalizmi sadece bir geçiş aşaması olarak görüldüğünden dolayı kapsam dışında tuttuğumuz belirtmeliyiz.)Kapitalizm;her şeyi para-kar ve çıkar hırsına bağlı olarak ele aldığından bunun toplumsal ahlaki boyutta bireycilik-bencillik-çıkarcılık-insan özgü olan her şeye yabanlaşma,hak ve hukuk tanımama,her şeyi ve her olguyu kendi merkezli olarak tanımlama vs olarak yansıması kaçınılmazdır.Şöyle bir çevreye göz atmak bile bunun net örneklerini görmek için yeter de artar bile... Kapitalist ahlak anlayışı,tam bir ahlaksızlıktır esasta.İnsana özgü olan ne varsa ona düşmanlıktır.Ki bu ahlaksızlığı derinleştirip her şey yabancı insanı ürettiği ve de toplumsal-siyasal-ekonomik alternatifi olan komünizm zayıftır ki;ömrünü bir o kadar uzatmıştır ve hala ciddi sarsıntılara uğramadan en azında şimdilik yoluna devam etmektedir. Bu ahlaksızlığın karşısına tam tersine ,sosyalist-komünist devrimci bir ahlaki özle ve de ideolojik duruşla karşı çıkmak,durmak,mücadele etmek;içselleştirmek ve yaşamak;ciddi bir iradi duruşu ,kararlılığı,her açıdan insana özgü değerleri egemen alan bir anlayışı zorunlu kılmaktadır. Sosyalizm(komünizmin birinci aşaması olarak) kendisinden önceki sistemler ya da toplumsal düzenler gibi kapitalizmin bağrında doğup,büyüyüp,gelişip sonra da iktidarı fethetmez.Tam tersine;sosyalizmin kurucu sınıfı kapitalizmde ortaya çıkmasına rağmen,iktidarın fethiyle birlikte yukardan aşağıya kurulan bir sistemdir sosyalizm.Bu anlamıyla siyasal-sosyal-kültürel üst yapı elemanlarından başlayarak,ekonomik alt yapı kurulacaktır.Bu anlamda,komünist devrimci ahlak ve ya kısaca insanlık düzeninin insana özgü her şeyinin nüveleri,sınıfın siyasal örgütünün,tek tek militanlarının ve de giderek genel olarak tün sınıfın egemen yaşam biçimi haline getirilmelidir. Kapitalizmin doğal sonucu olan yabancılaşmaya,insanı insan olmaktan çıkaran tüm ahlaksız dayatmalara,ahlaksızlığı yücelten yapılanmaya karşı komünist devrimci tutarlılık,kararlılık ile ideolojik ve pratik mücadeleyi keskinleştirmek gereklidir.Esasen kapitalizmi ayakta tutan bu temel ideolojik hakimiyetin dayandığı güçlü yerdir.Zira kapitalizm bunu iyi bilip kavradığındandır ki,milyarlarca doları bu ideolojik hegemonya uğruna -basın-yayın-TV-sanal alem-sanal yaşam-futbol,ahlaki-sosyal-kültürel yozlaşma araçlarına aktarmakta ve harcamaktadır.Kapitalizmin dibi belirsiz ahlaksızlık çukurunda debelenenlere ışık,sadece insanlık düzeni olan komünizmin yüce ideallerinde,yaşam biçiminde,ideolojik-teorik-politik-sosyal ve kültürel yapısında vardır. Bütün sorun,komünist devrimcilerin çelikten iradeleriyle bütünleşmiş,bilimsel inançla kuşanılmış,tümüyle insani değerleri rehber edinip yaşam tarzı haline getirmişlerin ,geleceğin temsilcisi olan sınıfı örgütleyip mücadeleye sevk etmesi ve sosyalizmi elle avuçla tutulur bir gerçek haline getirmesindedir.Sınıfın burjuva hakim kültüründen kopartılıp,kendisi için sınıf olmasının sağlanmasındadır.Bunun için ideolojik ve teorik mücadelenin yükseltilmesi,pratik mücadele ile bağlarının doğru kurulup yaşama geçirilmesi temel zorunluluktur. Komünist devrimci ahlak,bir yaşam biçimidir.İnsani olan her tür değerin yaşamda karşılığını bulup cisimleşmesidir.Dipsiz çukurların karşısında,yüce dağlar bulunmaktadır.Tünelin ucundaki ışık komünist devrimin yol gösterici feneridir.Her türden yozlaşmaya,yabancılaşmaya ,insandan uzak ahlaksızlık ve düşkünlüğe karşı;topyekun mücadele bayrağını taşımak ve bu bayrak altında birleşmek varlık ile yokluk sorunudur.Sosyalizm ve insanlık düzeni olan komünizm bir ütopya değ ilidir.Bu yolda görev herkesindir.Hep birlikte ideolojik ve pratik mücadeleyi yükseltelim..
  16. Türkan Saylan darbecinin kralıdır! Mustafa Mutlu VATAN GAZETESİ Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan’ın evinde “Ergenekon araması”nın yapıldığını öğrenince şaşırmadım. Tam “Neden şaşırmadığıma şışırmış bir şekilde” televizyonları izlerken, sağolsun Mehmet Altan imdadıma yetişti. CNN Türk’e gelişmeleri değerlendirirken, “Darbeciler elbette yargılanmalıdır” dedi. Tabii ya, olay bu: DARBECİ bunların hepsi! Hele Prof. Dr. Türkan Saylan’ın darbeciliği yıllar öncesine dayanıyor. Yaptığı darbeler, saymakla bitecek gibi değil üstelik: İlk darbesini lepra hastalığına karşı yaptı bu çılgın kadın! Toplum tarafından dışlanan, doktorların bile ellerini sıkmaktan korktuğu cüzzam hastalarını bağrına bastı. Tıptaki bütün gelişmeleri ülkemize getirerek, binlerce cüzzamlıya hayat verdi. 25 yıl boyunca ülkenin gezilmedik bir karış toprağını bırakmadı ve gittiği her yerde cüzzamlı aradı. Sonunda cüzzama karşı inanılmaz bir DARBE YAPTI! Cinsel yolla bulaşan Behçet hastalığını da unutmadı. Onlarca poliklinik kurdu; Behçet’e DARBE YAPTI! Bu hastalıklarla mücadele etmek için dolaştığı Anadolu’da bir büyük hastalık daha keşfetti: Aileler kız çocuklarını okutmuyorlardı. Hemen kendisi gibi “darbeci” birkaç arkadaşıyla birlikte bir dernek kurdu ve “Anadolu’da Bir Kızım Var, Öğretmen Olacak” kampanyası başlattı... Kızlarını okutmak istemeyen babalara DARBE YAPTI! “Kardelenler Kampanyası”nı başlattı, tutuculuğa DARBE YAPTI! “Bilgi Toplumu Kızları”yla, cahilliğe DARBE YAPTI! “Her Kızımız Bir Yıldız” diyerek, kaderciliğe DARBE YAPTI! “Geleceği Taşıyan Kızlar” la, geçmişe DARBE YAPTI! “Bir Işık da Siz Yakın”la, karanlığa DARBE YAPTI! “Geleceğin Doktorları”na destek verdi, tüm hastalıklara DARBE YAPTI! Yardımseverlerden topladığı paralarla onlarca okul, yurt yaptırdı; Milli Eğitim Bakanlığı’na DARBE YAPTI! Yetişkinler için okuma yazma, meslek edindirme kursları düzenleyerek, işsizliğe DARBE YAPTI! Anadolu’daki okulları müzik aletleriyle donattı, sessizliğe DARBE YAPTI! Bugüne kadar 70 bine yakın çocuğa burs vererek, yoksulluğa DARBE YAPTI! Yakalandığı “amansız hastalığa” aldırmadı, doktor arkadaşlarının birkaç ay ömür biçmelerine inat yaşama sarıldı; kansere DARBE YAPTI! O hasta haliyle ülkede olup bitenlere sessiz kalmadı; Atatürk devrimlerine ihanet edenlere DARBE YAPTI! Hastalıktan konuşamayacak haldeyken bile meydan meydan dolaşıp tehlikeye dikkat çekti; “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” partiye DARBE YAPTI! Tüm bunları yaparken çağdaşlıktan, çok seslilikten, demokrasiden ödün vermedi. Gittiği her yerde, “Ne şeriat, ne darbe” diye haykırdı; DARBECİLERE DARBE YAPTI! *** İşte bu yüzden gönül rahatlığıyla haykırıyorum ki; darbecinin kralıdır Türkan Saylan! Onun evini aratan, derneğinin hesaplarına el koyduran, 70 bine yakın öğrencisinin burslarını ödenemez hale getirenler de... Onları ayakta alkışlayan Mehmet Altan gibi “demokrasi kahramanları” da haklı! Hastalığına aldırmayın, gözünün yaşına bakmayın. Kaldırılmış olan idam cezasını, sırf onun için yeniden getirin... Yoksa bugüne kadar devirdiği karanlıkların, savaştığı hastalıkların hatırı kalır... Haydi; “Ergenekon Tatili”ne çıkan Sayın Başbakan... Dön Ankara’ya, topla Meclis’i de bitiriverin şu işi! ASIN BU DARBECİ KADINI! ***** SIRA! Dünkü gözaltıları ve aramaları izlerken, aklıma dünyaca ünlü Alman şair ve tiyatro yazarı Bertolt Brecht geldi... Bir şiirinde aynen şunları yazmıştı: “Naziler önce komünistleri tutukladılar; komünist değilim diye ses çıkarmadım. Sonra Yahudiler’i tutukladılar, Yahudi değilim dedim, sesimi çıkarmadım. Sosyal demokratları tutukladılar, savunmak bana mı kaldı dedim, sesimi çıkarmadım. Sıra bana geldiğinde etrafta tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı!” *** Umarım sıra size gelmez!
  17. Türkiyenin aydınlık yüzü Türkan hocayı sonzuluğa ,aydınlık yarınların ışığıyla uğurluyoruz. Güle güle Türkan Saylan degerli insan.. .
  18. oda bana gelsin ne diyim öksüz yetim dolaşmasın:(

  19. Ya bizim öldürdüğümüz milyarlarca çocukları yetim zavallı öikrop naapsın :D

  20. pasta ilemi içicez bunları neyse
  21. Geç oldu lütfen kusura bakmayın....ama pastanzı alıpta geldim nice yıllara made in turkey
  22. Aaaaaaa Sevgili ANGEL ın dogum gününü kaçırmışım kusura bakma lütfen ....nice saglıklı ,mutlu ve başarılı yıllar seninle olsun şey dayanamadım pastandan 1 dilim aırdım zaten godziden kalmaz diye çekinmedim degil hep mutlu ol..bak begenicekmisin bakalım(begenmezsen yazın geri getir ben takarım
  23. Bir Süre Sonra Bir süre sonra, bir eli tutmakla, bir ruhu zincirlemek arasındaki ince farkı öğrenirsin, Ve aşkın yaşlanmak, birlikte olmanın da güvende olmak anlamına gelmediğini öğrenirsin. Ve öpücüklerin sözleşme ve hediyelerin de vaat olmadığını öğrenmeye başlarsın. Ve yenilgileri başın dik ve gözlerin açık karşılamaya başlarsın, bir çocuğun üzüntüsü ile değil, bir yetişkinin zarafeti ile... Ve herşeyi, bugünü düşünerek yapmayı da öğrenirsin, çünkü yarın ile ilgili herşey belirsizdir. Bir süre sonra güneş ışığının yakıcı olduğunu öğrenirsin, eğer fazla maruz kalırsan. Bu yüzden başka birisinin sana çiçek getirmesini beklemeden kendi bahçeni yarat ve kendi ruhunu kendin süsle. Ve göreceksin ki dayanıklısın ve kuvvetlisin ve değerlisin... .................................................................. Veronica A. SHOFFSTALL ................................ NİCE NİCE YILLAR DİLEDİGİN KADAR BİR YAŞAM SENİNLE VE SEVDİKLERİNLE OLSUN SEVGİLİ TAURUSMUTİS ...................................
  24. ya ne edem lanet olası hastalık zamk gbi yapıştı ve beni çok seviyor gt diyorum laf anlamıyor:)onun için arada yok olmak zorunda kalıyorum:)

  25. yaw arkadaş sen yine mi kaçtın. uçucu musun yaa. bi dur ya bi dur yaa.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.