Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.576
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    5

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Üç yıl önce gırtlak kanseri teşhisi konulan 47 yaşındaki Hacı Nasır, adli bir suçtan dolayı 12 Şubat 2012’de tutuklanarak Van Cezaevi’ne gönderildi. Van depreminin ardından Gümüşhane Cezaevi’ne sevk edildi. 31 Aralık 2012 tarihinde Van Cezaevi’nde hakkında tahliye kararı verilen Nasır, Çağlayan Adliyesi’nde sürmekte olan başka bir davadan dolayı Metris Cezaevi’ne getirildi. Şu an Haseki Hastanesi’nin yoğun bakımında bilinci tamamen kapalı bir şekilde yatan Nasır’a sürmekte olan davası nedeniyle önceki gün 21 yıl hapis cezası verildi. HER AN HAYATINI KAYBEDEBİLİR İHD İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu’ndan Gönül Sonbahar, Hacı Nasır’ın durumunun çok kritik olduğunu ve her an hayatını kaybedeceğini belirterek, “ Hacı Nasır için tıbben yapılabilecek bir şey kalmamıştır. Kendisine verilen raporda kemoterapi sürecinde hayati tehlike oluşabileceği değerlendirilmesi yer almaktadır. Bırakalım, risk ihtimalinden öte somut bir durum, sonuç ortada; şu an bitkisel hayatta ve bilinci tamamen kapalı, tıbbi olarak yapılacak bir şeyin kalmadığı ölüm sınırında bir insandan söz ediyoruz" dedi. ‘AİLESİ DE HER GÜN ONUNLA ÖLÜYOR’ Sonbahar, Nasır’a önceki gün Çağlayan Adliyesi’nde görülen bir başka davadan 21 yıl hapis ve para cezası verildiğine dikkat çekerek, şunları söyledi: “Nasır, koşulsuz serbest bırakılması gerekiyor. 16. Maddenin koşulsuz hayata geçirilmesini istiyoruz. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e ve tüm yetkililere bir kez daha sesleniyoruz; Nasır’ın ailesi her an ölümünü bekliyor. Kendisine ve ailesine veda hakkını çok görmeyin. Bir tek Haci Nasır değil ailesi de her gün kendisiyle beraber ölmekte. Büyük bir acı içindeler.” Yetkililere seslenen Sonbahar, “Burada sadece yetkililere değil, tüm duyarlı kamuoyunu hapishanelerde yaşanan bu trajediye dur demeye çağırıyoruz, susmayalım, seslerine ses katalım! Çünkü biz susarsak Haci Nasır ailesinden uzak bir hastane köşesinde ölecek” dedi. HASTA TUTUKLULARA KARŞI DUYARLILIK! Sonbahar, hapishanelerde yaşanan sessiz ölümlere seyirci kalınmamasını isteyerek, yüzlerce tutuklunun tahliye edilip sağlık koşullarda tedavi edilmeyi beklediğini belirtti. Sonbahar, “Örneğin bir epilepsi hastası şu an tek başına hücrede tutuluyor. Her an nöbet sırasında başını bir yerlere vurabilir. Ancak hiçbir şey yapılmıyor. Diğer bir örnek ise Kemal Gömün. Wernice Korsakoff ve şizofren hastası olan Kemal Gömün’nün 11 ayrı ‘Cezaevinde kalamaz’ raporu olmasına rağmen tahliye edilmiyor. Örnekleri çoğaltabiliriz. Hasta tutukluların bir an önce tahliye edilmesi gerekiyor” dedi. Haci Nasır'ın ağabeyi Tevfik Nasır İHD'nin düzenlediği bir eylemde "Ciğerimiz yanıyor. Adalet istiyoruz" demişti.
  2. 28 Aralık 2011’de yaşanan Roboski Katliamı, son yıllarda devletin sivillere yönelik giriştiği en şiddetli operasyon olarak kayıtlara geçti. Hükümet ve bağlı kurumlar, “Yanlış istihbarat geldi,” “Ölenler arasında teröristler de vardı” gibi bahanelerle katliamı meşrulaştırmaya çalıştı, aradan geçen 400’ü aşkın günde ise ne yargı, ne de Meclis’te kurulan araştırma komisyonu, sorumluların tespiti ve cezalandırılması konusunda somut bir adım atmadı. Katliamda kardeşlerini, akrabalarını ve yakınlarını kaybeden Veli Encü ile Narin Ant, ölen 34 kişiyi, asker ve hükümet baskılarını, basın savaşını ve kayıtsızlığı Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattılar. Veli Encü: İsmim Veli Encü, 28 Aralık 2011’de Roboski’de devletin katlettiği Serhat Encü’nün ağabeyiyim. Katliamda öz kardeşimi, 11 yakın akrabamı, toplam 34 yakınımı kaybettim. Katliamın üzerinden geçen 426 gün boyunca devlet bizi ********* yalanlarla, bahanelerle yanılttı. Kurdukları komisyon sadece tepkileri azaltmak içinmiş meğer. Ölen yakınlarımızı, kardeşlerimizi suçlayıcı çabalarını gördük. Kendileri ise yağ gibi hep üste çıktılar. Devlet bugüne dek hep olayı kapatmaya, meşrulaştırmaya çalıştı. Sanki 34 insan değil de, 34 tavuk ya da civciv ölmüş gibi davrandılar. Katliam olduğu günden bu yana sadece devletin tehditleri, baskılar, gözaltılar, para cezaları bitmek bilmedi. Katliamda parmağı olan kişilerin yargılamasını beklerken, devlet bizi yargılıyor. Biz bunları hak edecek hiçbir suç işlemedik. 5 bin nüfuslu Gülyazı ve bin nüfuslu Roboski köylerinde dedelerimizin zamanından beri, belki de 80 yıldır, halk geçimini “o faaliyet”ten kazanmakta. Basın diliyle “kaçakçılık” olarak adlandırılan iş, tamamen askeriyenin bilgisi dahilindedir. Köyün geçimini sağlayan bu sınır ticareti nasıl gerçekleşiyor? Sizin de kaçağa gittiğiniz oldu mu? V.E: 2006 yılında okul harçlığımı çıkartmak için gittim. Oradan getirdiğimiz benzin ve mazotu günübirlik ihtiyaçlar için köyümüzde satıyorduk. Hiçbir iş imkanının olmadığı, tarım ve hayvancılığın yapılamadığı köylerde hayatın devamı için yapılan bir faaliyet bu. 2006’da gittiğimde 40 katır yükü mazotla köye dönerken asker bizi dar bir patikada sıkıştırdı. Yolumuzun askerler tarafından tutulduğunu görmemize rağmen farklı bir yöne sapmadık. Askerlerin yanına vardığımız zaman önce bize “Niye gidiyorsunuz, bu işi yapmanızı istemiyorsunuz” türünden telkinlerde bulundular. Sonra 4 katır yükü mazotu verip yolumuza devam ettik. Askerle yapılan pazarlıklar o işi kaçakçılıktan çıkarmıştı. Biz vergimizi veriyorduk; vergi dairesine değil, karakola ödeme yapıyorduk. Aradaki anlaşma gereği operasyon bilgisi geldiği zaman komutanlar muhtarı, korucubaşlarını da haberdar ederlerdi. 28 Aralık 2011’e kadarki operasyonlar askerden alınan bilgi sayesinde mi atlatılıyordu? V.E: Elbette. Yolun yarısı gidildikten sonra, “Devam etmeyin, operasyon var” diye bilgi geliyor ve geri dönülüyordu. Asker muhtarı arıyor, kervan geri dönüyordu. Ancak 28 Aralık 2011’de böyle olmadı. Madem bir istihbarat vardı, o insanların orada olduğu bilindiği halde en korkunç bombalarla paramparça edilmesi nasıl açıklanabilir? Kaçakçılığın cezası bu olmamalıydı. Başbakan ve diğer hükümet yetkilileri olayı zaman zaman “istihbarat hatası” olarak değerlendirse de, biz katliamın planlı yapıldığına inanıyoruz. Bir istihbarat alınıyor, o bilginin ayrıntısı öğrenilmeden masum insanlar öldürülüyor. Türkiye’de insan hayatı o kadar ucuz ki… 30 senedir süren savaşta olan hep sivillere oluyor. Bölgenin geçimini bu yolla kazandığı askerlerce biliniyor. Hatta asker komisyon bile alıyor. Askerle köylünün bu ilişkisine rağmen alınan istihbarat nasıl operasyona dönüştü? Narin Ant: Katliamda kardeşimi kaybettim. Sağ kurtulanların anlattığına göre, yola çıkan grupların bir kısmı bir şeyler duyup yarı yoldan dönmüşler. Zaten ölen 34 kişi en önde giden grup. MİT’ten yapılan açıklamaya göre, 21 Aralık’ta köyde bir toplantı yapılmış. O toplantıya kimler katıldı bilmiyoruz ancak köyden bazı kişilerin operasyondan haberdar olduğunu düşünüyoruz. İlk bombalar düştüğünde katliamda oğlunu kaybeden Ubeydullah Encü karakol komutanını arayıp, “Oradakiler köyün insanları. Bizim çocuklarımız orada, niye bombalıyorsunuz?”diye soruyor. Komutan da, “Orada kimlerin olduğundan haberimiz var. Operasyon korkutma amaçlı” deyip telefonu kapatıyor. Olaydan iki ay önce OBÜS mermisi attıklarında kardeşim kolundan yaralanmıştı. Bu olay üzerine kendisini gitmemesi için uyardığımda, “Bize bir şey yapmıyorlar, korkutma amaçlı yapıyorlar” cevabını vermişti. Olaydan hemen sonra karakol komutanının Ubeydullah Encü’ye verdiği cevapla, kardeşimin söylediklerinin uyuşması beni düşündürüyor. Demek ki askerlerle, samimi bir ilişkileri vardı, asker oradakinin sivil halk olduğunu biliyordu. V.E: Askerlerin bölgede olanlara ne derece hakim olduğunu anlatabilmek için bir örnek vereyim. Korucu olan bir babanın çocuğu 2006 yılında babasından habersiz kaçağa gidiyor. O sırada babası da askerle birlikte başka bir yerde operasyonda. Operasyondaki komutanlardan biri babaya gelip, “Senin çocuğun niye kaçağa gidiyor” diye kızıyor. Baba şaşırıyor tabii, babası bilmiyor ama komutan oğlanın kaçağa gittiğini biliyor. Bölge 24 saat termal kameralarla izleniyor. Operasyonu yönetenler vur emrini vermeden önce Gülyazı Tugay Komutanı’nı arasalardı, hatta bir onbaşıya bile sorsalardı, o akşamki saldırıya hedef olan 38 kişinin kimlik bilgilerini bile alabilirlerdi. Katliamda ölen Salih Ürek’in babası o gece askerle birlikte görevdeydi. Baba devletin askeriyle birlikte operasyondayken, oğlu devlet tarafından katlediliyor. Bu nasıl bir şeydir? O iki köydeki insanların geçim kaynağı koruculuk ve kaçaktı. Askerle iç içe insanlardı. Askerin veya devletin daha önce kaçağın sonlandırılmasına yönelik talepleri olmuş muydu? V.E: 2009’da korucubaşı Mehmet Şerif Encü, Van Kolordu Komutanı tarafından çağrıldı. Askerler, “O iki köydeki kaçakçılığı asker ne yapsa önleyemiyoruz, siz önleyin” diyorlar. Mehmet Şerif Encü de bölgede herhangi bir geçim kaynağı olmadığını, kaçağın sona ermesinin tek yolunun yasal bir sınır kapısı yapılması olduğunu söylüyor. Askerler de bu talebe olumlu baktıklarını söylediler ama hep oyalandık. Türkiye Cumhuriyeti’nin o iki köye yaptığı tek yatırım 34 mezar oldu. Emine Erdoğan’ın Roboski’ye gelişinde muhtarın evine giderken üzerinden geçtiği köprü bile yıkılmak üzere. Bugüne kadar devlet o insanlar için hiçbir şey yapmadı. Sınır kapısı taleplerinin görmezden gelinip bölgedeki operasyonların artırılmasının amacı ne? Bölge insansızlaştırılmak mı isteniyor? N.A: Roboski, Kürt sorunundan bağımsız değil. Bundan üç yıl önce bir minibüs, sigara kaçakçılığı bahane edilerek askerlerce tarandı. Arabada sigara bulunmadığı halde, askerler tugay komutanlığından getirdikleri sigaraları cinayeti meşrulaştırmak için araca yerleştirdiler. O zaman gereken tepki verilmiş olsaydı belki bugün 34 kişi öldürülmemiş olacaktı. Bu coğrafyada devlet ve hükümet, acı ve işkence anlamına gelir. 1980’den sonra kaçağa yönelik baskılar ve işkenceler hep arttı. Operasyonun yapıldığı ilk andan itibaren, katliamda yaşamını yitirenler PKK ile ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Başbakan’ın da ölenler için, “Sürekli sivil denmesini bir beyin yıkama hamlesi olarak görüyorum” diye açıklamaları oldu. Operasyonun yapıldığı yer PKK tarafından kullanılan bir rota mıdır? O bölgedeki sivilleri teröristlerle karıştırmak mümkün müdür? N.A: PKK o güzergahı kullanmıyor. Kaçakçılığın yapılacağı güzergah karakola çok yakın ve gözle de görülebilen bir uzaklıkta. Katliamdan hemen sonra çekilen görüntülerde de, olay yerinden karakol mevzilerinin görüş mesafesinde olduğu anlaşılıyor zaten. Dolayısıyla PKK’lilerin oradan geçmesi mümkün değil. Bunu ilk anda yalnızca devlet ve biz biliyorduk. Basın ve kamuoyu bundan haberdar değildi. Dolayısıyla, “Ölenler teröristti” açıklamaları ilk anda mantıksız gözükmedi. Halkı yanıltmaya çalıştılar. Başbakan oradakilerin terörist olduğunu iddia ediyor ama ölenlerin üzerinde ne bir mühimmat ne de bir silah bulundu. Bu durum otopsi raporlarıyla da ortaya kondu. Yani yaşamını yitirenlerin sivil oldukları kesinlik kazandı. V.E: Aslında bu tartışma, katliamdan bu yana devletin pozisyonundaki değişimi de gözler önüne seriyor. Bugün yeniden ölen insanların arasında PKK militanları olduğu söyleniyor. Madem ki ölenler arasında PKK militanları vardı, niye Başbakan eşini, bakanını, bürokratlarını oraya gönderdi? Bu değişim, içinde bulundukları telaşı, suçluluk psikolojisini gösteriyor. Katliamı yapanlar kendilerini aklama çabasındalar. Katliamı ilk haber alışınız nasıl oldu? V.E: O sırada Adıyaman Üniversitesi’nde öğrenciydim. Kardeşimle son konuşmamın üzerinden 5 gün geçmişti. Herhangi bir ihtiyacım olup olmadığını sormuştu. Ben de ev kiramdan 100 liranın eksik olduğunu, babamdan istediğimi ama yollayamadığını söyledim. Kardeşim de, “Ben sana gönderirim” dedi. Bu cevabı alınca, “Köyde iş yok güç yok, nasıl gönderecek ki” diye düşündüm, kafama takıldı yani. Son konuşmamız buydu. O sıralarda kaçağa gidildiğini biliyordum ama kardeşimin de gideceğini tahmin etmiyordum. Birkaç gün sonra sabaha karşı 4’te babam telefon açtı. Telefonu açtığımda kardeşlerimin, annemin, akrabalarımın haykırışlarını, ağlama seslerini duydum. Babam, “Öğretmenlerinden izin al. Burada kimseyi bırakmadılar. Herkesi katlettiler” deyince telefonu elimden düşürdüm, inanmak istemedim. Hangi akrabamı aradıysam herkesin bir kaybı, acısı vardı. Şaşırdım, korktum… Zaman kaybetmeden yola çıktım. Köye vardığımda 34 kişinin cenazelerinin halı sahada dizildiğini gördüm. Hiçbir devlet görevlisi yoktu, tüm köy acısıyla baş başa bırakılmıştı. Cesetler katır sırtında taşınırken, devletin helikopterleri tepelerinde tur atıyormuş. Ölenlerin sivil olduğu bilinmesine karşın kimse yardım etmedi. Olayından ancak 10 gün sonra vali, bakanlar gelmeye başladılar. N.A: Olaydan haberdar olduğumda Mardin’de, okuldaydım. Olayın olduğu gece babam arayıp, “Ertesi sabah eve gel” dedi. Ne olduğunu bile söylemedi. Sabah erkenden gittiğimde cenazelerin otopsi işlemleri gerçekleştiriliyordu. O sırada ulusal basında hala hiçbir şey yoktu. Olaydan ilk söz eden uluslararası basın kuruluşları oldu. Sonrasında da Başbakan ve yetkililerin, “Bir grup terörist etkisiz hale getirildi” açıklamaları başladı. Köy ilk şoku nasıl yaşadı? N.A: Katliamdan sonra Roboski yalnızlaştırıldı, acılar ötekileştirildi. Roboski’ye devletin tek bir temsilcisi gelmezken, Antep’teki patlamadan sonra Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na dek tüm devlet erkanının bölgeye gitmesi bizi psikolojik olarak çökertti. Devlet Roboski’de neredeydi? Olay olduğu günden bu yana hala yas devam ediyor. En çok da çocuklar olumsuz etkilendi; 3-4 yaşındaki çocuklar hala ağabeylerinin, akrabalarının nerede olduklarını soruyorlar. Bir yandan da köylü tehditlerle, baskılarla mücadele ediyor. V.E: Türkiye’de polisin veya askerin parmağı olan bir suç işlenirse, olay kamuoyundan saklanır. Yaklaşık 12 saat boyunca medyanın olaya hiç yer vermemesi bundan. Ölen kişi Kürtse ve olay Doğu’da olmuşsa, acılar hükümet ve basınca ötekileştiriliyor. Yaşamını kaybedenler için hükümetin açıkladığı tazminatlar, basında en çok tartışılan konuların başında geliyor. Kimileri tazminat miktarını çok bulurken, hükümet ise tazminat aracılığıyla sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor. Roboskililer’in tazminat konusundaki değerlendirmesi nedir? V.E: O insanların acılarını parayla değil, adalet yoluyla dindirebilirsiniz. Devlet acılı aileleri parayla susturmaya çalışıyor. Bu tip durumlarda önce ölen insanlar için bir şey yapılır, sonra aileler düşünülür. Ama devlet böyle yapmadı; önce 23 bin TL, sonra da 100 bin TL önererek o insanları susturmaya çalıştılar. İki ay önce AKP’li Mahir Ünal’la görüşmemizde, sorumluların cezalandırılmasını istediğimizi söyledik. Ünal’ın, “Bu listedeki 40 kişiye burs veriyorum, siz daha ne konuşuyorsunuz?” cevabı, acımızla alay etmektir. N.A: Yeni Şafak yazarı Ali Aker, Başbakan’ın “Tazminatsa tazminat, daha ne istiyorsunuz” açıklaması üzerine kaleme aldığı yazı yüzünden işinden oldu. Başbakan’ın o sözlerinden sonra, kardeşlerimizin hayatlarına fiyat biçerek olayın maddileştirilmesini kabul etmedik. Biz tazminatları kabul etmeyince, devlet de farklı yollar denemeye başladı. Öğrencilere, Veli’ye ve bana da, bilgileri dışında burslar bağlandı. Ankara’ya gittiğimizde, “Siz daha ne konuşuyorsunuz, biz öğrencilerinize burs veriyoruz” diyorlar. Katliamdan sonra giriştiğiniz adalet arayışında ne tip baskılarla karşılaştınız? V.E: Ölen kardeşlerimizin hesabını sorarken, karakol komutanının tehditlerini işittik. Ağabeyimi, “Senin de günün gelecek” diye tehdit ederek bizi davamızdan vazgeçirmeye çalıştılar. Eseri için yaptığı araştırma dolayısıyla köye gelen bir edebiyatçı, ailelerle görüştükten sonra katliamın olduğu yeri görmek istedi. Dört akrabamla birlikte kendisini olay yerine götürdük. Dönüş yolundayken üzerimize köpeklerini saldı, bizleri yere yatırarak aradılar. Bir de üzerine “sınır ihlali” yaptığımız gerekçesiyle para cezası aldık. Milliyet Gazetesi muhabiri Namık Durukan da bölgeye geldi, kervanlarda gördükleriyle röportaj yapıp fotoğraflar çekti. Milliyet muhabiri dilediğince geziyor ve ceza almıyor da niçin Roboskililer’e para cezaları kesiliyor? İki köyde yaşayanlar da, katliamdan önce araya hatırlı kişileri koymalarına rağmen korucu olamıyorlardı. Katliamdan sonra ise akli dengesi yerinde olmayan kişileri bile korucu yapma girişiminde bulundular. Devlet, rüşvetle o insanları adalet aramaktan vazgeçirmeye çalışıyor. Sağ kurtulanlardan Hasan Ürek, lise mezunu bile olmamasına karşı vali tarafından memur kadrosuna alındı. Ürek CNNTürk’e yaptığı açıklamalardan sonra Vali, “Bundan sonra hiçbir kanala çıkma, bütün ihtiyaçlarını karşılayacağım, iş vereceğim” diyor. Katliamdan sağ kurtulan, günlerce hastanede yatan ama bir rapor bile alamayan Ürek, bu teklifi kabul ediyor. N.A: İnsanların, olayların yıl dönümünde Roboski’de gerçekleştirilecek anmaya katılmasını engellediler. Otobüslerle bölgeye gelenler 6 noktada araçlardan indirildi, aramalar yapıldı, “Roboski’ye gitmeyin” dendi. Anma gününü insansızlaştırmak istediler. Ailelerin askerlerden işittiği tehditler bitmiyor. Komutanlar, “Farz edin ki biz öldürdük. Devlet biziz, ne yapabilirsiniz?” diyorlar. Roboskili çocuklar için bir fotoğraf sergisi açılacaktı. Ailelerden biri, etkinlik için kendi evini kullanıma sundu. Evin sahibi, mayına bastığı için bir bacağını kaybetmiş, devlet yardımıyla geçinen bir kişi. Komutan evin sahibine, “Evi onlardan almazsan sakat maaşını da keseceğiz” diyor. Ev sahibi korkup geri adım atıyor. V.E: Bizzat karşılaştığım bir başka olay da, ücretli öğretmen olarak göreve başlamamın ikinci gününde işten çıkartılmam. Roboski ve yakın köylerde kadrolu öğretmen açığı olduğundan, 2 yıllık ve 4 yıllık üniversite mezunları ücretli öğretmen olarak görev yapıyorlar. Eylül 2012’de, amcamın oğluyla birlikte ücretli öğretmen olmak üzere kaymakamlığa başvuruda bulunduk. Roboski’ye 40 kilometre uzaklıktaki Ortaköy’de yeni açılan bir okulda ücretli öğretmen olarak göreve başlamamın ikinci günü okul müdürü tarafından çağrıldım ve işime son verildi. Sebebini sorduğumda müdür, “Böyle olması gerekiyordu” gibisinden üstü kapalı cevaplar verdi. Roboskili olmam, Ferhat Encü’nün kardeşi olmam en büyük sebepti. Önce ücretli öğretmen olarak başlatıp sonra işten çıkartmalarının sebebi ne? V.E: Katliam olduğundan beri sürekli telefonlarım dinleniyor. İşe başladığım gün, Aksiyon Dergisi’nden iki kişinin Roboski’ye geldiğini öğrendim. Gazeteciler, araştırmacılar ve sanatçılarla köyde belli kişiler ilgilenir. Hepimizin o sırada işi olduğundan, Aksiyon’dan gelen kişilerle görüşebilecek ailelerle telefon görüşmeleri yaptım. Aksiyon Dergisi’nin AKP ve cemaatin çizgisinde yayın yaptığını biliyoruz, dolayısıyla konuştuğum kişilere olanca açıklığıyla olayları anlatmalarını söyledim. İki gün boyunca Roboskili ailelerle uzun uzun telefonda konuştuk. Hepsine, “Devlet bize ne yaşattıysa, baskıları, gözaltıları, katliamın bilinçli yapıldığını anlatın. Hiçbir şeyden korkmayın, açık açık, ayrıntılarıyla anlatın” dedim. Bu konuşmaların işten atılmama sebep olduğunu düşünüyorum. 28 Aralık 2011’deki bombardımanın ardından hükümetin ciddi bir kamuoyu oluşturma kampanyası başladı. Baştaki karartmanın ardından, kamuoyu ölenlerin terörist olduğuna ilişkin demeçler ve “yanlış istihbarat” tartışmalarıyla oyalandı. Oyalama ve yanıltma stratejisi ne kadar sürdü? V.E: Katliamın olduğu ilk günlerde devlet tarafından yalnız bırakıldık. Otopsiler ölenlerin sivil olduğunu işaret etmesine karşın, “Onlar teröristti” iddiaları hemencecik bitmedi. Uludere Kaymakamı’nın uğradığı saldırı da aslında kamuoyu yaratmak için oluşturulmuş bir oyundu. Devletin savaş uçakları 34 insanı katletmişken, ailelere danışılmadan, tepedekilerin talimatıyla, kaymakam halkın tepkisini ölçmek amacıyla öne sürüldü. Kaymakamın ziyareti sırasında ortaya çıkan görüntüler bizim aleyhimize oldu. Kaymakamı hem piyon olarak kullandılar, hem de sürgüne gönderdiler. N.A: Bakan Beşir Atalay olaydan üç gün sonra taziye çadırından 5-6 kilometre uzaklıktaki bir eve gelip alakasız kişilere başsağlığı diledi. Toplumu yanıltmak için bir çadır tiyatrosu kurdular. “Biz o insanları yalnız bırakmadık” gibi bir görüntü sundular ve basın da bu kampanyalara alet oldu. Daha hala Roboski konuşulduğuna göre kamuoyunu yanıltma çabalarının başarısız olduğunu görüyoruz. Başbakan hala, “Biz oradakilerin sivil mi terörist mi olduğunu anlayamıyoruz” diye açıklamalar yapıyor. Madem anlayamıyorsun, daha ilk günden niçin tazminat veriyorsun? Terör örgütü mensuplarına da tazminat ödüyor musun? Devamlı kendileriyle çelişiyorlar. Katliamdan bugüne geçen süreçte basının genel tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? V.E: Medya bizleri suçlamak ve bu davayı kirletmek için her türlü şeyi yapmakta. Milliyet Gazetesi muhabiri buraya geliyor, kaçaktaki insanların kimler olduğunu, PKK ile ilgisiz kişiler olduklarını görüyor. Bu izlenimlerini yazdığı haber gazetede yayınlanıyor. Bu haberin üzerinden bir ay geçmeden aynı gazetede, “Ölenler arasında 2 PKK’lı vardı” diye haber çıkıyor. Kendi muhabirinin gördükleri, yazdıkları ortadayken bu haberin yapılması nasıl açıklanabilir? Medyanın bu tür savrulmalarına ne diyeceğimizi bilemiyoruz artık. Akşam Gazetesi, olayın yıl dönümü yaklaşırken insanları yıldırmak, mücadeleden vazgeçirmek için, “Roboskililer devletle barıştı” diye tamamen hayal ürünü bir haber yapıyor. Üstelik gazeteden kimse benimle görüşmemişken haberde benim yaptığım iddia edilen açıklamalara yer veriliyor. N.A: Devlet şu kadar öğrenciye burs verdi, yurda yerleştirdi, şu kadar kişiyi işe aldı, şu kadar kişiyi korucu yaptı diye bir liste çıkartmışlar. Roboski kaç liralık? Tazminatı kabul ettiremedikleri için basın yardımıyla farklı yolları zorluyorlar. Kamuoyuna, “İşin aslı sizin gördüğünüz gibi değil, tazminatı reddediyorlar ama bunları da kabul ediyorlar” mesajı veriyorlar. Olayın üzerinden 430 güne yakın süre geçmesine rağmen 34 kişinin hesabı hala verilemedi. Faillerin tespitine ve cezalandırılmasına ilişkin hangi adımlar atıldı? V.E: Olay olduktan kısa süre sonra Meclis’te bir alt komisyon kuruldu. Köyleri ziyaret edip ailelerle görüştüler. Acılı aileler en gerçek, en yalın halde yaşananları komisyon üyelerine anlattılar. Bize, “Orada sizin çocuklarınız parçalandı ama bizim de yüreklerimiz parçalandı” dediler, sorumluları tespit edeceklerinin sözünü verdiler. Duygu sömürüsü yapıp, timsah gözyaşları döküp bizi aldattılar. Raporun 15 Mart 2012’de açıklanacağı söyleniyordu ama hala ortada rapor yok. Saçma sapan gerekçelerle, yalanlarla raporun açıklanması ertelendi. O komisyon Türkiye toplumunun ve uluslararası kamuoyunun tepkilerini azaltmak için kuruldu. Bu olayın aydınlatılması, çözüme kavuşturulması için adli bir inceleme yapma girişiminde bulunduklarına inanmıyorum. Komisyona hükümet ve genelkurmay tarafından verilen bilgiler, 34 yakınımızı suçlayıcı nitelikte. Hala işin içine PKK’yi katıp olayı meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Roboski katliamının ardından mahkemelerin, hakim ve savcıların hiçbir şey yapmaması, bu ülkedeki adaletin farklı insanlar için farklı işlediğini gösteriyor. Eğer Kürtsen ve devlet tarafından öldürülürsen, devlet kendini haklı çıkartabilmek için her türlü yalanı uydurur. N.A: Atılan tek somut adım, komutanın görev yerinin değiştirilmesidir. Başka hiçbir yaptırım olmadı. Komisyon da, halkı yanıltma ve zamana yayarak katliamı unutturma çabasının ürünü. Son açıklamaları, istihbaratı ve emri verenleri açıklamayacakları yönündeydi. İyi de, zaten bizim sorguladığımız nokta o ikisi. Onu da açıklamayacaksan ne söyleyeceksin? Raporda ölen çocukların hayatını mı yazacaksın? Diyarbakır Barosu’na başvurduğumuzda bize dosyada gizlilik kararı olduğunu, soruşturmaya ilişkin bilgi alamadıklarını söylediler. Uludere Alt Komisyonu Başkanı AKP’li İhsan Şener’e sorduğumuzda da “Gereken bilgiler Diyarbakır’dan gelmedi, dosyada eksiklikler olduğu için raporu açıklayamıyoruz” yanıtını aldık. Topu herkes başkalarına atıyor.
  3. Diyanet İşleri personelinin üniversitede okuyan çocuklarına burs veren Türkiye Diyanet Vakfı, bu yıl ilginç bir kriter getirdi. Vakıf, burs başvurusu yapan 69 bin 782 öğrenciden sadece imam hatip mezunu 7 bin 427′sine olumlu yanıt verdi. Akşam gazetesinin haberine göre, Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin üniversitede okuyan çocuklarına daha önce ayrım yapmaksızın burs veren Vakıf, bu yıl başvuranlardan sadece İmam Hatip Lisesi mezunlarına olumlu yanıt verdi. Diyanet personelinin çocuklarına yıllardır eğitim yardımı yapan Diyanet Vakfı’na bu yıl burs için 69 bin 782 başvuru yapıldı. Akşam gazetesinden Bülent Şanlıkan’ın haberine göre; burs vermek için sessiz sedasız ‘İmam Hatip Lisesi mezunu olma’ şartını koyan Vakıf, başvuru sonuçlarını geçtiğimiz ay açıkladı. Başvuranlardan sadece imam hatip lisesi mezunu 7 bin 427′si burs almaya hak kazandı. Burs için başvuran Anadolu lisesi, teknik lise, endüstri meslek lisesi gibi diğer okullardan mezun olan ve üniversiteyi kazanan gençlere ise burs çıkmadı. Bu durum Diyanet mensubu veliler ve öğrenciler arasında büyük huzursuzluk yarattı. Diyanet İşleri Başkanlığı personeli vakfa bu durumun sebebini sordu. VAKIF SENEDİ BÖYLE Türkiye Diyanet Vakfı, itirazlara karşı yaptığı yazılı açıklamada kendisini şöyle savundu: ‘Vakfımızca 2012-2013 eğitim-öğretim yılında, Vakfımız Senedi’nin ilgili maddeleri ve Vakfımızın amaçları çerçevesinde başta imam hatip lisesinden mezun olup ilahiyat fakültelerine devam eden öğrenciler olmak üzere, kriterleri taşıyan ve diğer fakültelerde okuyan bütün öğrencilere burs tahsis edilmiştir.’ Geçen yıla kadar bir öğrenciye yılda bir kez 250 TL olarak verilen bursun miktarı bu yıl 8 taksitte ödenmek üzere 800 TL’ye çıkarıldı. ne diyim .......
  4. 28 Aralık 2011 tarihinde yüreklerimize tonlarca bomba yağdı. Öyle ağırdı ki yükü, öyle yakıcıydı ki çoğu çocuk olan 34 beden soluksuz kaldı. Roboskî’nin adı bir katliamla anılacaktı artık. Neydi bu bombaları yağdıran? Ne içindi karlar altındaki bu ölüm yolculuğu? Kimi için sevgiliye bir yılbaşı hediyesi, kimi için bir harçlık, kimi için yalnızca ekmek… Sınırın öte tarafındaydı düşler. Aslına bakarsanız ortada bir sınır yoktu. Uçsuz bucaksız, kar kaplamış dağları adımlarken katır sırtındaki bu yürekler, bu kez duracaklarından habersizdi. Öyle ya herkes biliyordu bu yolculuğu. Devlet biliyordu bu çaresizliği. Ya silah tutacaktın kardeşine; korucu olacaktın, ya ‘kaçağa gidecektin’ ya da açlığına doyacaktın. Evet, herkes biliyordu bu yolculuğu. O gün, o yüreklerin duracağını da bilenler vardı. Savaş uçaklarından bombalar yağdıranlar, çoktan planlamıştı herşeyi. Yine ölümdü reva görülen Kürt’e. Yine kan, yine gözyaşı… Katliamın ardından yalnızca bir gün gizleyebildi devletin medyası ellerine bulaşan kanı. Roboskî’li anaların çığlıkları boğulmak istendi. Fakat bizler duyduk ağıtları. Üstelik kulaklarımızı sağır edecek bir şiddetle duyduk. Gözyaşımız olup aktı bu ağıtlar, öfkemiz oldu. Ne medyanın suskunluğu, ne devletin pervasız açıklamaları… Hiç kimse, hiçbir şey engel olamadı insanlığımıza. Bizler duyduk bu çığlığı ve düşüyoruz yollara. Sosyalist gençler olarak, katliamın yıldönümünde Roboskî’ye gidiyoruz. Yanımızda kardeş Türkiye halklarının selamıyla birlikte öncelikle çocukların ve gençlerin ihtiyacı olan kitaplar, kırtasiye malzemeleri ve kışlık kıyafetler götürüyoruz. Katliamın birinci yıldönümünden bir ay kadar önce SGDF heyeti olarak Roboskî’deydik. Görkemli dağların arasında kıvrılan yolların sonunda ulaştık köye. Her çaldığımız kapı sonunda kadar açıldı bize. Yürekler açıldı, acılar açıldı. Kim bilir bizden önce kaç kişiye daha anlatıldı bu ‘karanlık gece’? Fakat herkes hiç yılmadan anlatıyordu bu vahşeti. Ne kadar anlatırlarsa, o kadar yaklaşıyorlardı kayıplarına sanki. Sözlerin bir hükmü kalmadığında, bakışlar anlatıyordu her şeyi. Bakışlar acı doluydu. Fakat umutluydu yine de. “Er ya da geç adalet sağlanacak” der gibiydi. Her evde katliamda yitirilenlerin fotoğrafları karşıladı bizi. Belki de bu yüzden her an yanımızda hissettik onları. Analar kucaklarından indirmiyordu fotoğrafları. Onlardan da dinledik sanki olanları. “İşte biz bu yüzden öldük.” Yalnızca ana-babalar yoktu elbet bu köyde. Bu ağır yükü omuzlayan gençler vardı bir de. Umutları, düşleri olan gençler… Kardeşlerinin-ağabeylerinin ardından, gencecik yaşlarına rağmen ilaçlarla ayakta kalabilen gençler. Artık hayata umutla bakamayan, ve ‘asla’ları çoğalmış gençler. Tüm sırlarını anlatmaya hazır, tüm acılarını paylaşmaya hazır seni bekleyen gençleri de var Roboskî’nin. Ve çocukları da var elbette. Gözleri ışıl ışıl parlayan çocuklar… Ayakları çıplak çocuklar…“ O çocuklar büyüyecek” demişti şair. Roboskî’li çocuklar da büyüyecek. Her şeyden habersiz, tanımadığı bu yüzlere utangaç bakışlar atan çocuklar büyüyecek. Öğrenecekler olanları ve unutmayacaklar asla. Katliamın yıldönümüne günler kaldı. Peki ne değişmiş durumda? ‘Roboskî’ ismine dahi tahammülü olmayan devlet, aileleri oyalamaya devam ediyor. Hazırlanması gereken rapor bir türlü ‘hazırlanamıyor’, failler yargılanmıyor, ailelerin adalet talebi yerine getirilmiyor. Böylesine acımasız bir katliamın ardından, tüm bu olanlar da vicdanımızı sorgulatmıyor mu? Peki ne yapmalı? Elbette yalnızca vicdanımızın sızlaması yetmeyecektir. Bizler, Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu olarak 27-28 Aralık’ta Roboskî’deyiz. Ailelerin, adaletin sağlanması için verdikleri mücadeleye ortak olmak için Roboskî’de olacağız. Halkların acılarının ortak olduğunu bildiğimiz için, onların acılarını acımız bildiğimiz için Roboskî’de olacağız. Özellikle Türkiye illerinden gelecek olan gençler ile Roboskî halkının buluşmasının, adalet ve barışın sağlanması yolunda önemini bildiğimiz için Roboskî’de olacağız. Peki sen ne yapabilirsin? Sen katliamı lanetleyerek, kardeş elini Roboskî’ye uzatıp ekmeğini onlarla paylaşabilirsin. Roboskî’ye gidecek sosyalist gençler aracılığıyla kırtasiye malzemeleri, kitap ve başta çocuklar ve gençler için kışlık kıyafet gönderebilirsin. Çağrımız herkesedir. Adalet için Roboskî’ye.
  5. Arkadaşımla oturmuş konuşuyorduk, dedi ki farkında mısın durmadan kadın öldürüyorlar, kadınları bir erkekler ordusunun silahlı kuvvetleri vahşi bir batı kasabası yasasıyla pat pat öldürmekte. Kadınları öldürme meselesi yakıcıydı gerçekten ve arkadaşımın silahlı saldırı tespiti önemliydi. Bir cinsin öbür cinse açtığı bir savaştı bu ve olaylar buradan okunmalıydı. Bazı akıllı feministlerin söylediği gibi bu ideolojik bir meseleydi ve cinayetler de politikti. Bazı erkekleri de mağdur eden erkeklik ideolojisini, (ideolojiniz batsın) tarihsel kazanımlarını yeni dünya düzenindeki kadınlara kaptırmak istemeyen bir sınıf gibi düşündük, öldürülen kadınların bir hayır’ı vardı, bu kadınların hikayesini mağdur hikayesi gibi anlatanlara öfkelendik, bu kadınlar ya boşanmaya kalkıyor, ya sevgilisine kaçıyor ya erkeklere ayrılmış zamanlarda ve sokaklarda dolaşıyor yani itaat etmiyordu. Kadınlar mağdur değildi, uslu değildi, uslu olanların en fazla ağzını burnunu dağıtıp bırakıyorlardı ama öldürülen kadınlarla anlatmak istedikleri şuydu, onların bedeni aracılığıyla cezalandırılan kadın özgürleşmesiydi. Tıpkı devletin şiddetini en fazla çekenler gibi diye ekledi arkadaşım, devlet, evinde oturup, sisteme biat edenlere doğrudan şiddet uygulamaz, şiddetin öznesi itiraz edenin, karşı çıkanın bedenidir, onun bedeni aracılığıyla herkese gözdağı verir, işte tıpkı onun gibi öznenin kişisel hikayesini, vakayı aşan bir ayar şiddetiyle karşı karşıyaydık. Ve bir sınıfın iktidarı kaptırmaya niyeti olmadığı öteki sınıf üzerindeki baskı ve şiddet teknikleri tarihin kendisiydi. Ezenler ezilenler ilişkisini tarihsel tökezlemenin-gelişme demeyeceğim- genel bir şablonu kabul edersek bu ilişki biçiminin alt kümesinde ezilenlerin birbirini ezmesi, bir cinsin ötekini ezmesi, insanların hayvanları ezmesi, vb. gibi sayısız biçimde çoğaltılabilecek çeşitlemeleri mevcuttu. Tökezleyen insanlık (insanlığınız batsın) sanırım ortaya çıkara çıkara, incelmiş ezme politikaları çıkarmıştı. Politikanız batsın. Kadınlara karşı arkaik düzenin temsilcilerinin açtığı silahlı saldırılar açıkça bir savaş ilanıdır, basit bir cinsel özgürleşmenin ışığında okunamayacak kadar sınıfsaldır, çok yakından bakılırsa cezalandırılan bedenlerin sahiplerinin çoğunun yoksul olduğu görülür. Zaten dünyaya yakından bakılırsa ölenlerin, şiddete uğrayanların çoğunun da yoksul olduğu görülür, bunun için sosyoloji mastırı yapmanıza gerek yoktur. Kadınları öldürüyorlar dedik, itiraz eden kadınları, yoksul, hayat kurmaya çalışan kadınları en fazla, sonra aklımıza işçi ölümleri geldi, işçileri de öldürüyorlar durmadan, iki kuruş kazanmaya çalışırken, öldürüyorlar. Bu bir sınıf savaşıdır, onların bedeninde cezalandırılan ezilenlerin tamamıdır. Unutmayın silahlı saldırı bir savaş ilanıdır ve buna karşı çıkmak için “yemek falan pişirmemeniz”, “bedenim benimdir” pankartı açmanız azcık hafif kalır, en azından hayatta kalma mücadelesi veren kadınlar için. Sürreya Karacabey
  6. TECRİT ÖLDÜRÜYOR... F TİPİ CEZAEVLERİ KAPATILSIN! Dünya ölçeğinde egemenlerin muhalifleri susturmaktan yok etmeye kadar uzanan baskılarının tarihi, zindan ve işkence pratiklerinde somutlaşmıştır. Tıp dahil bütün bilimsel ve teknolojik gelişmeler, insanların etkisizleştirilmesi, teslim alınması amacıyla kullanılmış, bu tecrübeler de giderek boyutlanarak bugüne dek sürmüştür. F tipi, tüm bu deneyim ve birikimden süzülmüş en son biçimdir. Türkiye 19 Aralık 2000 sonrası cezaevi u...ygulamaları ile yeni bir döneme girmiş; F Tipi uygulaması ile başlayan süreçte hak ihlalleri artmış; ceza infaz yasası, tüzük, genelge ve yönetmeliğe bağlı olarak geliştirilen tecrit ve tredman uygulamaları ile sürekli gündemde olmuş ve aradan geçen 11 yıla rağmen herhangi bir iyileşme sağlanamamıştır. Özenle ve tüm sonuçları hesaplanarak uygulanan F Tipi, yüzyıllardır bu topraklarda yaşanan insana karşı işlenen her türlü işkence ve zulmün sistemli hale getirilmiş şeklidir. Biz İHD İStanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu olarak bu zulme karşı olduğumuzu bir kez daha haykrıyor ve diyoruz ki; TECRİT ÖLDÜRÜYOR...F TİPLERİ KAPATILSIN!
  7. negüsel çiçek ne şirin bir velet buuu teşekkür ederim komacan mucukkkkkk canım
  8. teşekkür ederim ama şeyy daha kolay telafuzu olan bir nick varmı yedekte
  9. düşündüm admin kesin beni çok öslemiştir ortalığı karıştıran,beceremiyen yayamaz bir gelsede karıştırsa demiştir dedim ve kalktım geldim tekrar hoşbuldum..
  10. merhabalar işte gene aranızdayım biras büyüdüm sanıyorum inanmayın genede öle bir bakiyim dedim ama herzamanki gibi sabahladım buradan tanışıpta birebir tanıştıgım arkadaşlar,birebir tanışmasamda harika dostlar ve burada hala olanlar hepinizi seviyorum ben ne duygusal bir tipim yaaa neyse
  11. caanımcımmmm sercanım bende geldim sen nerdesin dur hemen cepten mesaj ve sen buraya
  12. oyyyyy nedesem boş olur.....teşekkürler
  13. sorun yok devamınıda bekliyorum teşekkürler...
  14. Delikanlım iyi bak yıldızlara http://www.youtube.com/watch?v=j1s8c_XL_a4
  15. Yayamaz Kayımca

    Devrimcilere.....

    Siz bilirmisiniz Ahmet Arifi Bilirmisiniz Çirkin Kralı Nazım Hikmet'i peki Deniz'i Hüseyin'i Yusuf'u Ahmet Arif in Prangalarını Çirkin Kralın arkadaşlığını Hüseyinin,Yusufun Yoldaşlığını Nazım Hikmetin adamlığını Cep harçlığımdı çocukluk anılarımın en belirgini Babamın elime tutuşturduğu bozukluklar Yüreğim gibi küçücük cebimde biriktirirdim Biriktiremediğim düşlerim gibi dağınıktı saçlarım Büyüyordum ufaktan ufağa Ben büyüdükçe harçlığımda büyürdü Ben büyüdükçe cebimde büyürdü Ben büyüdükçe düşlerim daha dağınık olurdu Saçlarım derli topluydu ama Olgunlaşan düşüncelerim gibiydi Sabit fikirli değildim Ummanlar kadar engindi içimdeki gökyüzü Tüm insanları sevebilmeyi öğretmesiydi babamın en güzel hediyesi Bana öyle bakma sevgili Ben daha annemin küçük yavrusuyum Doyasıya saramadı evladını Basamadı bağrına sıkı sıkı Neden hüzünlüsün diye sorma sevgili Memleketimi sarmış çıyanlar Parsel Parsel tapulamışlar vatanı Bir deprem yığınıdır yüreğim Bana ölmekten bahsetme sevgili Ben faşizme kurban aramıyorum Faşizme inat mücadeleden kaçınmam Devrim uğruna ölümü seçerim darağacında Oysa Nazım Hikmetin gözleriyim ben Yılmaz Güneyin arkadaşıyım Ahmet Arifin Prangası Hüseyinin,Yusufun yoldaşı Aşktan anlamıyorsun deme bana sevgili Daha fazla yaralama beni Ben bir seni birde devrimi bilirim Aşk ; ugruna feda edilebilecek ne varsa çekinmeden vermekse Ben uğruna canımı feda ederimde Gözümden bir damla yaş akmaz Kurur kirpiklerimin ırmağı Ben bir sana bir devrime aşığım Bir devrimdir benim sevdam Sevdam bir haykırıştır karanlıklara Başkaldırıdır benim sevdam Kimseler varmasada farkıma Ben ölümü seçtim Aşkın uğruna Beni Deniz Gezmiş olarak hatırlayacaklaradır bu şiirim Beni anlayanlara,anlayabilenedir özlemim Tam bağımsız Türkiye dedik Kahrolsun emparyalizm dedik Dedirttiler,sol olsunlar Beni unutma sevgili Beni güzel hatırla sevgili Bana kızma sevgili Erken oldu gidişim biliyorum Seni üzdüm,kırdım /Umutların arasından Kirpiklerin karasından Döşte bıçak yarasından Güneş toplam benim için/ Şarkısını dinle benim için Dinlede ağlama sevgili Aydınlık geleceğe olan umutlarımı biriktir benim için Benden sonrakilere gram gram dağıt Ölümlerden ölüm beğenmedim ben Razıydım her türlüsüne Ayrılık vakti sevgili Gel son kez sarılayım yüreğine Ardım sıra gözyaşı dökme sakın,yakışmaz bize Ardımsıra karanfilleri eksik etme toprağımdan Kızıl gelincikleride unutma,bir tutam ondanda ek toprağıma Halkım anlayacaktır bir gün beni Haklı mücadelemi haklı kılacaktır Biz karanfiller ektik memlekete Deniz / Yusuf / Hüseyin Üç fidan,üç hırçın yürek Kar yağıyordu istanbula Kardelenler boynu bükük Üç fidana ağlıyordu her biri Elveda Ülkem Elveda anam,babam,kardeşlerim Elveda yoldaşlarım Elveda doğan güneş Elveda umutlarım Elveda koca yürekli Nazım Hikmet,Yılmaz Güney,Ahmet Arif Elveda zalımlar sofrasında hak yiyen koca göbekliler Elveda Devrimim,devrimciler Elveda hainler,çıyanlar,yılanlar Elveda Sevgilim,sevdam,sevdalım Deniz hepinizi çok sevdi,seviyor,sevecek..... alıntı...
  16. Yaptıklarımızın haklı olduğuna inanıyorum. Halen de bu inancı taşıyorum. Türkiye'nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum. Deniz GEZMİŞ gerçektende AŞK OLSUN SANA ÇOCUK http://www.youtube.com/watch?v=knXdW5wSi4Q
  17. Bütün Türkiye toplumu Berfo Ana’nın yanında, Ama oğlu Cemil Kırbayır yanında yok. Bu ne yaman çelişki anne? İkinci mezar bomboş. Yanında olması gereken kişi yok. Dışarısı dolu. Senin oğluna hasret gitmene üzülen bütün bir toplum var. O zaman bu toplum o boş mezarı da dolduracaktır anne. Boynunun borcudur bu. Sen hep Kenan Evren’e kızdın, bütün darbeci generalleri onun nezdinde yargıladın. Oğlunu kaybeden elleri sen yargılarken, onları aklayan, görevini yapmayan devlete kızdın. “Devlete devlet lazım” dedin. O eller, ne zaman sana uzansa, elini öpmek için bile uzansa, o en mantıklı soruyu sordun her seferinde; “Benim oğlum nerede?” Devletin yapamadığını yapmaktan gelen gücünle görev verdin devlete; “sizin arabalarınız var, oğlumu bulun”. Topluma ise kızmadın, gönlünü hoş tuttun yanına gelenin, gelmeyenin. Hep “sağolun” dedin, huzur verdin yanına sokulana. Senin yanında, Hayranlık uyandırırdı verdiğin huzur. Nereden geliyordu bu Eyüp sabrı, merak uyandırırdı. Hangi kaynağın suyundan geliyordu bu zihinsel ve bedensel direncin? Tıp bilimi bile şaşırırdı. O zaman bütün bunlar nerede var? Kimlerde var? diye sorar, arardık dünya yüzünde. O zaman, bütün toplumun iyiliği ve huzuru için hayatını ortaya koymuş olanları, O zaman aynı sabırla, bu ideal için direnmiş olanları bulurduk. Cemil yoldaşımızın her karesinden iyilik akan yüzünü bulurduk, senin elindeki fotoğrafta. Biz senin burada bir elinden tutuyor isek, öbür yanında hep oğlun Cemil olurdu. O insanlığı huzura kavuşturmak için hayatını vermişti, Sen onun hesabını sormak için hayatta kalırdın. Omuz omuza yürürdün sen onunla. İkiniz bir olurdunuz. İnsanlık onuru, ayakta kalırdı. Daima bir kılacağız sizi, söz veriyoruz. Cemil Kırbayır’ın yolundayız. Onu bulacak, sizi kavuşturacak, Ve tüm insanlığı mutluluğa kavuşturacak olan bir dünya için çalışacağız. Senin onurlu kızların, oğulların, torunların, yoldaşların var. “Her biri vazgeçilmez cihan parçası”. Her biri, bunun için söz veriyor. Yanındaki mezarın boşluğunu otuz üç yıldır elinde tutanlar, utanacak. Ki orada bir boşluk değil, otuz üç kurşun gibi ağırlığı vardır otuz üç yılın. Fatma kızın ne de güzel söylüyor: “Otuz üç yılın pisliğini temizlemek kolay mı? Ama ne yapalım bu görev de size düştü” diyor yönetenlere. Başbakan bu sözleri duymadıysa, yanındaki mezarı da mı görmüyor? Egemen Bağış seni “demokrasi şehidimiz” ilan etmiş biliyor musun? Çok iyi söylemiş ama toplum güzel söz değil, senin sözünün yerine gelmesini bekliyor. “Cenazemi verin” dedin hep sen. “Kardeşimizi verin” diyor hep Mikail Kırbayır, Fatma Abla, Necmi Abi, Yıldız Abla, Filiz Abla. Sen narin bedeninle orada Cemil’ini bekliyorsun. Senin yanında saf tutmuş olan bütün bir toplum, Oğlunu bulacağım diye sana yıllar önce söz veren başbakandan sözünü tutmasını bekliyor. Gülsüm Kav
  18. Van depreminde 20 kişinin yaşamını yitirdiği apartmanın sahibi serbest kaldı. Sefa Apartmanı'nın sahibi Nezir Baş, 22.5 yıl hapis cezası istemiyle yargılandığı davada, tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildi. Bunun üzerine, diğer depremlerde olduğu gibi Van depreminde de sorumluların cezalandırılmayacağı düşünülmeye başladı. Van’da 23 Ekim 2011’de meydana gelen ve 600 kişinin ölümüne binlerce kişinin ise yaralanmasına neden olan 7.2 büyüklüğündeki depremde pek çok bina da yerle bir olmuştu. Yıkılan binalardan 20 kişinin yaşamını yitirdiği Sefa Apartmanı’nın sahibi Nezir Baş, 22.5 yıl hapis cezası istemiyle yargılanıyordu. Geçtiğimiz hafta görülen duruşmada, 105 gündür tutuklu bulunan Nezir Baş Van 1. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildi. ÇOCUKLARI İÇİN YAPMIŞ Nezir Baş, tutuklu bulunduğu Bitlis E Tipi Kapalı Cezaevi’nden geniş güvenlik önlemleri altında an Adliyesi’ne getirildi. 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada, depremde yaşamlarını yitirenlerin yakınları ile tarafların avukatları da hazır bulundu. “Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına sebebiyet vermek” suçundan 22.5 yıl hapsi istenen sanık Nezir Baş, savunmasını yaptı. Ölenlerin yakınlarına başsağlığı dileyen Nezir Baş, mimar, mühendis olmadığını ve binayı çocuklarının geleceği için yaptırdığını söyledi. Kendisini en çok kolon kestiği yönündeki iddialarının rahatsız ettiğini söyleyen Baş, bunun tamamen asılsız olduğunu söyledi. Nezir Baş’ın avukatı Fatih Selam Mahmutoğlu, depremde yıkılan binada ölenlerin yakınlarıyla görüştüklerini ve 14 aileyle anlaşarak toplam 3 milyon TL tazminat ödediklerini iddia etti. ANLAŞMA YOK Daha sonra öğretmen olan kızı Betül Can’ı yıkılan Sefa Apartmanı’nın enkazında kaybeden Ahmet Can söz aldı. Kimseyle para için anlaşmadığını söyleyen Can, “Herkes acılarımızı paylaştığını söylüyor. Oysa buradan çıktıktan sonra evlerine gidip gülüp eğleniyorlar. Kimse bizim acımızı anlayamaz. Anlamaları için aynı acıyı yaşamaları gerekir. Sanığın en büyük cezayı almasını istiyoruz” dedi. Müdahil avukat Mustafa Aladağ ise burada verilecek kararın çok önemli ve sadece Van’ı ilgilendiren bir karar olmayacağını söyledi. Aladağ, ayrıca ODTÜ’den bir heyetin yeniden olay yerinde keşif yapmasını istedi. Mahkeme heyeti, savunmaların ardından verdiği ara sonrası 105 gündür tutuklu bulunan Sefa Apartmanı’nın sahibi Nezir Baş’ın, tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilmesine karar verdi. Duruşma, 3 Mayıs 2013 tarihine ertelendi. MARMARA’DA DA CEZA OLMADI Marmara depreminde de ceza alan tek sanık olan müteahhit Veli Göçer, 18 yıl ceza almasına rağmen 7 yıl tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilmişti. Resmi rakamlara göre yaklaşık 18 bin kişinin öldüğü depremde çöken binaların müteahhitleri ve teknik sorumlularına 2 bin 100 dava açıldı. Bu davalardan 1800’ü af nedeniyle cezasız sonuçlandı. 110’unda sanıklara verilen cezalar ertelendi. Bunun dışında kalanlar davalar da 16 Şubat 2007 tarihinde 7.5 yıllık zaman aşımı süresi dolduğu için düştü. Marmara depreminin ardından sorumluların cezalandırılmaması, Van depreminde de son karar düşünüldüğünde, aynı sonucun çıkacağı endişesi uyandırıyor. Sanem Deniz Kural
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.