Zıplanacak içerik

mavi olmayan gökyüzü

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

mavi olmayan gökyüzü tarafından postalanan herşey

  1. 20 yıl önce, hepi topu bin kadın, İstanbul Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda toplandı. O güne dek kimsenin duymadığı, duymak istemediği, hatta, aile içinde gizli kalması gerektiğini öğrendiği şeyler söylüyorlardı: Koca dayağını lanetliyor, dayağın çıktığı cenneti istemiyor, "Dayak aileden çıkmadır, cennetten filan değil" diyorlardı. Bu ufak miting, bir anlamda Türkiye’de feminist hareketin miladı. Arkası çorap söküğü gibi geldi. O zamanlar bu kadınların savunduğu ve herkesin tuhaf tuhaf bakıp dudak büktüğü kadın haklarına dair sözler, giderek toplumsal dili, işleyişi, yasaları, uygulamaları, politikaları, her şeyi inanılmaz bir hızla değiştirdi. En çok da kadınları ve evlerin içini. Bugün, Yoğurtçu Parkı mitinginin 20. yıldönümü. 20 yıl önce "Bağır herkes duysun" diyen kadınlar yine orada olacak, geçmişi yadedecekler. Haftaya da Maçka Parkı’nda şenlik var. Çünkü bağırdılar, herkes, -erkekler bile- duydu! 1981 ile 1984 arasında, İstanbul Cağaloğlu’nda Yazko bünyesinde küçük bir grup kadının tartıştığı, öğrendiği, o zamanlar yayınlanan Somut gazetesinin bir sayfasında dile getirdiği bir şeydi feminizm. Birkaç yıl sonra (1983) o kadınların kurduğu Kadın Çevresi şirketi, dünyadan feminist yazarların kitaplarını Türkçe’ye kazandırdı, Türkiye’deki kadınlar, bu kitapları okuyarak hayatlarını başka bir gözle görmeye başladı. 1986’da BM’nin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından imzalanması için kampanya başlatıldı. Ancak asıl, 1987’de Çankırı’da bir kadın, dayak yediği kocasından boşanmak için hakimin karşısına çıktığında, bütün hayat değişti. Hakim Mustafa Durmuş kadının talebini reddederken tutanağa şu tarihi cümleyi yazdıracaktı: "Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemek gerekir!" Her şey bu cümleyle alevlendi. Bir kısım kadın ayaklandı: Protesto telgrafları, açıklamalar, kınamalardan sonra 17 Mayıs’ta İstanbul Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda bir miting yaptılar. Türkiye’de kadın hareketinin ilk kitlesel eylemiydi bu. MOR DÜDÜK ÇALDILAR Sonra arkası geldi. O zamanlar, "Bu çirkin, sivilceli, hiçbir erkek yüzlerine bakmadığı için kendilerini sokağa atmış kadınlar da ne diyor, ha ha ha" diye gülenler, kısa süre sonra hepsi birbirinden güzel yüzlerce kadının üniversitelerde, derneklerde, işyerlerinde ve evlerinde hayatı dönüştürmesine, kadına yönelik ayrımcı yasaların, uygulamaların bir bir değişmesine, giderek iktidardaki politikacı erkeklerin bile onların söylemiyle konuşmasına tanıklık etti. Mesela 1989-1990’da vapurlarda, otobüslerde, sokaklarda, "cinsel tacize karşı" mor iğnelerin dağıtıldığı, "Bedenimiz Bizimdir" kampanyasını düzenlediler. Erkek mekanı olan birahaneleri, kahveleri "bastılar", "Biz de buralara girebiliriz. Niye karınızı, nişanlınızı, sevgilinizi getirmiyorsunuz?" diye sordular. "Eğer aile kadının bunca ezildiği bir kurumsa, ben istemiyorum" diyerek toplu halde boşanma davası açtılar. "Geceleri de sokakları da istiyoruz" yürüyüşleri yaptılar. O zamanlar Devlet Bakanı olan Cemil Çiçek, "Flört fahişeliktir" gibi acayip bir laf ettiğinde, "Bu lafa ancak düdük çalınır" diyerek düdük çalma eylemi gerçekleştirdiler. Bütün bu eylemler giderek daha çok ses getirdi. Yasalar, işyerlerindeki uygulamalar, sokaklardaki davranışlar bir bir değişmeye başladı. Mesela önce, tecavüz edilen kadın fahişeyse cezayı indiren yasa maddesi yok oldu. Ardından kadının çalışmasını kocasının iznine bağlayan yasa maddesi. Sonra koskoca Medeni Yasa’nın çoğu maddesi ve Türk Ceza Yasası’nın çok önemli maddeleri... Yoğurtçu’daki ilk yürüşle başlayan Dayağa Karşı Kampanya’nın sonucu, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın kurulması oldu (1990). Türkiye, Mor Çatı’yla evdeki şiddetin vahametini, şiddet gören kadınlara hukuki, psikolojik destek vermenin ve sığınma evlerinin önemini kavradı. Kadın Eserleri Kütüphanesi kuruldu ve Osmanlı’dan bugüne, saklanmış kadın eserleri ortaya çıkarıldı. Başta İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi olmak üzere birçok üniversitede kadın araştırma merkezleri kuruldu, tez üzerine tez yazıldı, kampanya üzerine kampanya düzenlendi. Başlangıçta çoğunluğunu akademisyenler, meslek sahibi kadınlar, gazeteciler ve öğrencilerin oluşturduğu 1980 sonrası feminist hareket giderek büyüdü, Türkiye çapında, kimi töre cinayetinden kadınları kurtaran, kimi meclise daha çok kadın girmesi için uğraşan yüzlerce örgütle zenginleşti. Türkiye’de sivil toplumun gücü kadın örgütleriyle daha da gürleşti. Kadınlar en zor değişecek şeyi, sol örgüt ve partilerin dilini, yaklaşımını bile değiştirdi. Medyanın duyarlılığını artırdı. Artık kadınlar daha çok sokakta, yönetici koltuğunda, hep erkeklere yakıştırılan işlerdeydi. Uluslararası savaş politikalarından "namus" cinayetlerine, çevrenin korunmasından Ceza Yasası’nın değiştirilmesine her konuda söz söylüyorlardı. Erkek artık "ailenin reisi" değildi. Bundan başlayarak Türk hukuku öyle bir yol kat etti ki, bir adamın karısına tecavüz etmesini normal karşılayıp cezalandırmaya gerek görmezken, "evlilik içi tecavüz"ü bir suç olarak tanıdı; küçücük kızların kendilerine tecavüz edenlerle evlendirilmesini yasakladı; "töremiz böyle" diye en sudan sebeplerle küçücük kadınların öldürülmesi vahşetine hoşgörüyle bakmaktan vazgeçmek zorunda kaldı. 20 yıl önce hiçbiri akıllardan bile geçmezdi. Eğer bazı kadınlar erkek şiddetine hayır diye yollara düşmeseler, mor iğneleriyle ortalığa dökülmeseler, bakana düdük çalmasalardı, geçmeyecekti de. Bütün bunların sadece mağdur olan kadınların sorunu olduğu sanılacak, devletin, etkili, yetkili ve sorumlu tüm kurumların, kendini toplumsal hayata dahil hisseden kadın-erkek herkesin ilgilenmesi ve değiştirmesi gereken durumlar olduğu anlaşılmayacaktı. Türkiye’nin Başbakanı bile televizyonlarda "aile içi şiddete son" demeyecek, İstanbul Valisi "medya cinsiyetçi dilini değiştirmeli" konuşmaları yapmayacaktı. Bütün medeni devletler, feminizmin yıllardır söylediklerini anayasalarına, yasalarına geçirir, toplumsal hayatlarını buna göre düzenlerken, Türkiye onları takip etmeyecekti. Onlar şimdi, "Öyle bir bağırdık ki, erkekler bile duydu" diyorlar. Ancak, yasaların değişmesiyle, genelgelerin çıkmasıyla, erkek ve kadınlara yönelik eğitim kampanyalarıyla yetinmeyeceklerini de ekliyorlar. "Şiddetin kökeninde yatan patriyarka ve erkeklerin bundan sağladıkları maddi çıkarları ortadan kaldırana dek mücadelemize devam edeceğiz" diyorlar. Yaparlar valla, yaptıkları yapacaklarının teminatı. Kadın örgütleri, 20 yıl sonra yeniden Yoğurtçu’ya çağırıyor kadınları. Saat 13.00’te bir basın açıklaması yapacaklar. Ankaralı feministler de Yüksel Caddesi’nde saat 11.00’de toplanacak. Tam 20 yıl önce. Anne ya da değil, dayak yemiş ya da (henüz) yememiş tüm kadınların ezilmesine karşı Anneler Günü’nde biraraya gelmek istemişler, 12 Eylül sürecinden henüz çıkılmadığı için izin alamamışlardı. Bir hafta sonra yapabildiler. 17 Mayıs 1987, hem kadınların dayağa karşı ilk mitingi hem de 12 Eylül sonrasının ilk yasal gösterisi oldu. Geçmişte kadınları "iffetli" ve "iffetsiz" diye ayıran yaklaşıma karşı "İffetli Kadın Vesikası" çıkaran feministler, bugün de namus bahane edilerek işlenen cinayetlere böyle karşı çıkıyor. 1989’da Türkiye’nin cezaevlerindeki ölüm oruçları nedeniyle insanlar ölünce, "biz şiddetin her türlüsüne karşıyız" diye siyahlar giyerek yürüdüler. Bu eylem nedeniyle 11 "siyahlı kadın" tutuklandı ve Türkiye’nin tutuklanan ilk feministleri oldular. Türkiye’nin ilk Kadın Kurultayı, geniş bir katılımla İstanbul’da düzenlendi. "Kadınlar vardır/Her yerde" marşı da o günlerde söylenmeye başlandı. Türkiye’de kadın hareketi oluşmasına neden olan hakim Mustafa Durmuş acaba yaşıyor ve kadınlara nasıl bir iyilik yaptığını fark ediyor mudur? 1981 ile 1984 arasında, İstanbul Cağaloğlu’nda Yazko bünyesinde küçük bir grup kadının tartıştığı, öğrendiği, o zamanlar yayınlanan Somut gazetesinin bir sayfasında dile getirdiği bir şeydi feminizm. Birkaç yıl sonra (1983) o kadınların kurduğu Kadın Çevresi şirketi, dünyadan feminist yazarların kitaplarını Türkçe’ye kazandırdı, Türkiye’deki kadınlar, bu kitapları okuyarak hayatlarını başka bir gözle görmeye başladı. 1986’da BM’nin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından imzalanması için kampanya başlatıldı. Ancak asıl, 1987’de Çankırı’da bir kadın, dayak yediği kocasından boşanmak için hakimin karşısına çıktığında, bütün hayat değişti. Hakim Mustafa Durmuş kadının talebini reddederken tutanağa şu tarihi cümleyi yazdıracaktı: "Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemek gerekir!" Her şey bu cümleyle alevlendi. Bir kısım kadın ayaklandı: Protesto telgrafları, açıklamalar, kınamalardan sonra 17 Mayıs’ta İstanbul Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda bir miting yaptılar. Türkiye’de kadın hareketinin ilk kitlesel eylemiydi bu. MOR DÜDÜK ÇALDILAR Sonra arkası geldi. O zamanlar, "Bu çirkin, sivilceli, hiçbir erkek yüzlerine bakmadığı için kendilerini sokağa atmış kadınlar da ne diyor, ha ha ha" diye gülenler, kısa süre sonra hepsi birbirinden güzel yüzlerce kadının üniversitelerde, derneklerde, işyerlerinde ve evlerinde hayatı dönüştürmesine, kadına yönelik ayrımcı yasaların, uygulamaların bir bir değişmesine, giderek iktidardaki politikacı erkeklerin bile onların söylemiyle konuşmasına tanıklık etti. Mesela 1989-1990’da vapurlarda, otobüslerde, sokaklarda, "cinsel tacize karşı" mor iğnelerin dağıtıldığı, "Bedenimiz Bizimdir" kampanyasını düzenlediler. Erkek mekanı olan birahaneleri, kahveleri "bastılar", "Biz de buralara girebiliriz. Niye karınızı, nişanlınızı, sevgilinizi getirmiyorsunuz?" diye sordular. "Eğer aile kadının bunca ezildiği bir kurumsa, ben istemiyorum" diyerek toplu halde boşanma davası açtılar. "Geceleri de sokakları da istiyoruz" yürüyüşleri yaptılar. O zamanlar Devlet Bakanı olan Cemil Çiçek, "Flört fahişeliktir" gibi acayip bir laf ettiğinde, "Bu lafa ancak düdük çalınır" diyerek düdük çalma eylemi gerçekleştirdiler. Bütün bu eylemler giderek daha çok ses getirdi. Yasalar, işyerlerindeki uygulamalar, sokaklardaki davranışlar bir bir değişmeye başladı. Mesela önce, tecavüz edilen kadın fahişeyse cezayı indiren yasa maddesi yok oldu. Ardından kadının çalışmasını kocasının iznine bağlayan yasa maddesi. Sonra koskoca Medeni Yasa’nın çoğu maddesi ve Türk Ceza Yasası’nın çok önemli maddeleri... Yoğurtçu’daki ilk yürüşle başlayan Dayağa Karşı Kampanya’nın sonucu, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın kurulması oldu (1990). Türkiye, Mor Çatı’yla evdeki şiddetin vahametini, şiddet gören kadınlara hukuki, psikolojik destek vermenin ve sığınma evlerinin önemini kavradı. Kadın Eserleri Kütüphanesi kuruldu ve Osmanlı’dan bugüne, saklanmış kadın eserleri ortaya çıkarıldı. Başta İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi olmak üzere birçok üniversitede kadın araştırma merkezleri kuruldu, tez üzerine tez yazıldı, kampanya üzerine kampanya düzenlendi. Başlangıçta çoğunluğunu akademisyenler, meslek sahibi kadınlar, gazeteciler ve öğrencilerin oluşturduğu 1980 sonrası feminist hareket giderek büyüdü, Türkiye çapında, kimi töre cinayetinden kadınları kurtaran, kimi meclise daha çok kadın girmesi için uğraşan yüzlerce örgütle zenginleşti. Türkiye’de sivil toplumun gücü kadın örgütleriyle daha da gürleşti. Kadınlar en zor değişecek şeyi, sol örgüt ve partilerin dilini, yaklaşımını bile değiştirdi. Medyanın duyarlılığını artırdı. Artık kadınlar daha çok sokakta, yönetici koltuğunda, hep erkeklere yakıştırılan işlerdeydi. Uluslararası savaş politikalarından "namus" cinayetlerine, çevrenin korunmasından Ceza Yasası’nın değiştirilmesine her konuda söz söylüyorlardı. Erkek artık "ailenin reisi" değildi. Bundan başlayarak Türk hukuku öyle bir yol kat etti ki, bir adamın karısına tecavüz etmesini normal karşılayıp cezalandırmaya gerek görmezken, "evlilik içi tecavüz"ü bir suç olarak tanıdı; küçücük kızların kendilerine tecavüz edenlerle evlendirilmesini yasakladı; "töremiz böyle" diye en sudan sebeplerle küçücük kadınların öldürülmesi vahşetine hoşgörüyle bakmaktan vazgeçmek zorunda kaldı. 20 yıl önce hiçbiri akıllardan bile geçmezdi. Eğer bazı kadınlar erkek şiddetine hayır diye yollara düşmeseler, mor iğneleriyle ortalığa dökülmeseler, bakana düdük çalmasalardı, geçmeyecekti de. Bütün bunların sadece mağdur olan kadınların sorunu olduğu sanılacak, devletin, etkili, yetkili ve sorumlu tüm kurumların, kendini toplumsal hayata dahil hisseden kadın-erkek herkesin ilgilenmesi ve değiştirmesi gereken durumlar olduğu anlaşılmayacaktı. Türkiye’nin Başbakanı bile televizyonlarda "aile içi şiddete son" demeyecek, İstanbul Valisi "medya cinsiyetçi dilini değiştirmeli" konuşmaları yapmayacaktı. Bütün medeni devletler, feminizmin yıllardır söylediklerini anayasalarına, yasalarına geçirir, toplumsal hayatlarını buna göre düzenlerken, Türkiye onları takip etmeyecekti. Onlar şimdi, "Öyle bir bağırdık ki, erkekler bile duydu" diyorlar. Ancak, yasaların değişmesiyle, genelgelerin çıkmasıyla, erkek ve kadınlara yönelik eğitim kampanyalarıyla yetinmeyeceklerini de ekliyorlar. "Şiddetin kökeninde yatan patriyarka ve erkeklerin bundan sağladıkları maddi çıkarları ortadan kaldırana dek mücadelemize devam edeceğiz" diyorlar. Yaparlar valla, yaptıkları yapacaklarının teminatı. Hürriyet Emel Armutçu(yazanın izni ile yayınlanmıştır) Pazar 13 Mayıs
  2. Valla hiç bilgim yok;ama bekle biri mutlaka sana yardımcı olur!
  3. Din evrensel bir olgudur;inanç ve iman noktasında bütünleşir;gerisi size kalmıştır!İnanırsınız ve ona göre yaşamaya çalışırsınız veya inanmazsınız ve onu hayatınızdan çıkarırsınız!Çekicilk yada başka bir nedenden dolayı mı bu emir vardır bilmiyorum ama bırakında başını örten insan istediği gibi yaşasın!Ya da yoksa hayatınızda size ait olmayan yaşamlara saygı boşverin...
  4. Ergenakon operasyonu bilinen bir gerçeği birkez daha belgeledi ki;Karanlık güçler(adını ne koyarsanız koyun)işbirliği içinde olma ruhundan taviz vermeden yollarına devam ediyor.Yargılanmalı diyorsunuz da kimler yargılandı ki gerçek anlamda yada neyin hesabı soruldu ki şimdiye kadar.Örneğin Veli Küçük;kendimi bildim bileli duyduğum bir isim;benim gibi sıradan bir vatandaş olan bitenin farkında da yargı mı farkında değil!DEVLET kurumlar ve kuruluşlarıyla bir bütündür ve onu meşru kılan ''kendi dışındaki oluşumlara yada kendi üstünde bir güce izin vermemesidir''Bu devlet bunu yapabilir;ama birilkeri kalkıp da kendinde bu hakkı görürde...Kenan Evren biz hata yaptık dedi;sadec o demedşi...Bir aralar o kadar çok vicdan müptelasıo çıktı ki;bizler vay be dedik!Aygan denilen bir itirafçı bas bas bağırırken böylesi oluşumları;medya sustu bizler köreldik.Roj veya gündemle sınırlamaya kalkıştığınız düşüncelere bir de olması gereken yerde bakarsanız çok iyi olur!
  5. Birileri beni okuyacak da ben keyif alacağım diye bir mantığa sahip olmadığım için sizden özür dilerim;yazdıklarınıza pek uygun olmadı haliyle... Uzlaşma kavramına yüklediğiniz anlam ile değer kazanır;bu iletiyi cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yazmıştım;neden yazdığıma gelince;ben işsizliğin had safhada olduğu,sokakta yaşayan çoçukların hergün çoğaldığı,emeğin hiçe sayıldığı ve buna rağmen insan kanı üzerinde siyaset yapanların;uzlaşma diye naralar attığı bir toplumsal süreçin ne kadar da anlamsız olduğunu belirtmek için yazmıştım...Okunmayacak kadar anlamsız bulduysanız;kapatın gözlerinizi ve kendi özellerinize dönün!
  6. , , Kürtçe, Orta Doğu ve Yakın Asya’nın Arapça, Türkçe ve Farsçadan sonra en çok konuşulan dilidir. Geniş Hint-Avrupa dil ailesinin Hint-İrani kolunun kuzey-batı İrani grubuna girer ve bu grubun tarihi kökenlerinden en az uzaklaşmış, özgünlüğünü en iyi koruyabilmiş dillerinden biridir. Yapı olarak Ural-Altay dil ailesine giren Türkçe ve bir Sami dil olan Arapçadan çok farklıdır. Dünyada tahminen 15-25 milyon insan tarafından konuşulur. Kürtçenin önemli özelliklerinden biri, hemen her cümlede "gerçek özne"nin yer almasıdır, ,Coğrafi dağılımı Kürtçe; İran, Irak, Suriye, Ermenistan,Türkiye ,Gürcistan, Türkmenistan, Lübnan, Afganistan, Rusya gibi ülkelerde ve Avrupa'nın birçok ülkesinde konuşulmaktadır. Kürtçe, dünyada tahminen 15-25 milyon[kaynak belirtilmeli] insan tarafından konuşulmaktadır. Ancak bu kişilerin birbirleriyle anlaşmasında güçlükler bulunmaktadır. Lehçeler Kürtçenin "lehçeleri" dilbilimciler arasında tartışmalı bir konudur. Mesela Philip Kreyenbroek (1992) Kurmanci ve Sorani'yi "lehçe" olarak tanımlamayı reddetmiştir, zira bu ikisi bazı hususlarda birbirlerinden Almanca ile İngilizce kadar farklıdır. Kürtler de genellikle konuştukları dile "Kürtçe" demez, daha çok Kurmanci, Sorani, dillerinde konuştuklarını söylerler. Bazı tarihçiler, Sorani konuşanların sadece küçük bir azınlığının, o da yakın bir tarihte Kurdi konuştuğunu söylemeye başladığını belirtir.[1] Kürtlerin konuştukları lehçeler söyle sıralanabilir: Kurmanci, Kelhuri, Sorani. Soranî lehçesi, daha çok Irak ve İran'da, Kırdki lehçesi Doğu Anadolu'da (Kuzey Kürdistan) konuşulur. Kelhuri lehçesi İranının batısında yaygındır. Kurmancî lehçesi ise dünyanın birçok ülkesinde konuşulur. Kurmanci (Kuzey Kürtçe) Kurmanci (Merkez Kürtçe, Kurdmanci) en yaygın Kürt lehçesidir. 8-10 Milyon kişiden tarafından Türkiye, Suriye, Irak, İran ve Ermenistan'da konuşulmaktadır. 1930'lu yıllardan itibaren Kurmanci Kürt-Latin alfabesi ile yazılıyor ve şu anda dil genişletme sürecini yaşıyor. Cizredeki Botani şivesini standard lehçe etmeye çabalar vardır. Bu şive Kamuran Bedirxan tarafından 1920'lerde Kürt grameri üzeri kitabı için temel olarak alınmışdı. Arapça kökenli sözcükleri obür şivelerin ve lehçelerin öz Kürtçe varyanteleriyle değiştirmeye de gayret ediliyor. Kurmancinin şiveleri: Sanjari, Judikani; Urfi, Botani, Bayazidi, Hakkari, Koceri, Jezire; Aqrah, Dahuk, Amadiyah, Zakhu, Surchi; Qochani, Erzurumi, Birjandi, Alburzi; Herki, Shikaki Sorani (Orta Kürtçe) Soraninin yazımı için çoğunlukla Arap-Fars alfabesi kulanılır, son zamanlarda Kürtçe Latin alfabesine geçme teşebbüsleri de olmuştur. Bu lehçede yazılı kaynak nispeten çoktur. Soraninin dağılımı Süleymaniye'ye kadar uzanan Kürt Baban hanedanlığınla bağlıdır. Bu şehirin ticari gücü Soraninin yaygınlaşmasını sağlamışdır, böylece Kelhuri ve Havrami konuşanların sayısı azalmışdır. Bugün Sorani, Kurmanci için saf sözcük türetme kökeni olarak görülüyor. Şiveler: Erbili, Pişdari, Kerküki, Hanakini, Kuşnavi, Mukri, Süleymani, Bingirdi, Garrusi, Ardalani, Sanandaji, Varmava, Garmiyani, Cafi, Yahudi Kürtçesi. Kelhuri (Guney Kürtçe) Kurmanci ve Sorani ile birlikte Kelhuri jenetik kürt dil grubunu oluşturuyor. Kelhuri İranının batısında konuşulur. Kelhuriyi konuşanlar genelde Şia Kürtlerdir. Şiveler: Kermanshahi, Feyli, Luri ,Alfabeler Mevcut yazılı kanıtlar, Kürtlerin geçmiş tarihlerinde birçok alfabe kullandıklarına tanıklık etmektedir. Buna rağmen Kürtlerin ilkin hangi alfabeyi kullandıkları henüz kanıtlanabilmiş değildir. Bunlar: 1) Masi Sorati alfabesi: Arap tarihçi İbn Vehşiye, 855 yıllarında bitirdiği kitabında Kürtlerin Maso Sorati alfabesini kullandıklarını ve bu alfabeyle yazılmış üç kitabı gördüğünü söyler. Bu alfabenin 36 harften oluştuğunu ve Kürtlerce bu alfabeye altı harf daha eklendiğini söyler. 2) Yezidi Kürtlerinin kullandıkları alfabe: Bu alfabe yüzyıllarca Kürtler tarafından kullanılmıştır. 31 harften oluşan ve sağdan sola doğru yazılan bu alfabeye “Gizemli alfabe” ya da “Hurujul sır” da denmiştir. Yezidilerin kutsal dini kitabı Mushaf-ur Reş ve Kitab el Celve bu alfabeyle yazılmıştır. 3) Arap harflerinden oluşan Kürtçe alfabesi 4) Latin-Kürtçe Alfabesi Latin harflerini temel alan Kürtçe alfabe 31 harften oluşur. A B C Ç D E Ê F G H I Î J K L M N O P Q R S Ş T U Û V W X Y Z a b c ç d e ê f g h i î j k l m n o p q r s ş t u û v w x y z Bu alfabece karşılanan 31 sesten 8'i ünlü, 23'ü de ünsüzdür. Ünlüler a, e, ê, i, î, o, u, û'dir., Acaba diye düşünüyorum;bir dil neden yok sayılır;varlığa rağmen!
  7. , Sen bir vatanseversin Sevgili Diyarbakırlı;hemde alasından!Kavram kargaşasına yenik düşmüş bir vatanseverlik değil bu yada içi boşaltılmış bir yığınak...Sen bir vatanseversin;çünkü biliyorsun ki vatanı sevmek demek herkesiyle sevmektir.Oturduğu yerden kafadan bilgilerle eleştirenlerden değilsin,sorumsuz hiç değilsin!, Alevisi ile Sünnisi ile...Ynlışı ile doğrusu ile...Laiki ile dindarı ile...Zengini ile yoksulu ile...Türkü ile Kürdü ile...Fazla söze gerek yok;cenneti ile cehennemi ile benim olan bu toprakların yaraştığı yere meleklerin kanatların uçmasldır dileğim!
  8. Ay işte bun yazılanlar çok güldüm;valla arkadaşlkar bir dil konuşulsada konuşulmasa da vardır;hem biz gençler de çok iii biliyoruz kendi dilimizi...Bence de girmeyelim Jitemlere felen yoksa işin içinden çıkamazsınız....
  9. Önce bir düzeltme yapayım: Başbakanlık kaynakları, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 2 Kasım'da Amerikan Dışişleri Bakanı Rice ile yaptığı görüşmede anlatılan 'kapsamlı plan'ın özel olarak PKK ve genel olarak Kürt sorununun çözümüne yönelik bir 'kapsamda' olmadığını, konuşulanın PKK'ya karşı düzenlenecek sınır ötesi operasyonla ilgili olduğunu aktardılar. Peki, bu açıklamanın gerçekliğini kabul etmek zorundayız. Ama bu böyle bile olsa, Başbakan Erdoğan'ın bir süreden beri ucundan kenarından yaptığı açıklamalara sızan PKK'nın ve Kürt sorununun bitirilmesine yönelik kimi ipuçlarını ne yapacağız? Bu köşede, sınır ötesi operasyonla ilgili tezkere tartışmaları sırasında ve sonrasında birkaç kez aynı konuyu yazdım: Türkiye, caydırıcı diplomasi uygulayarak ve askeri güç gösterisi ile çok önemli bir silahı kullanıyor. Bu silahı kullanmaya başladığınızda, işlerin olası gidişine göre elinizde çok seçenekli bir senaryonuz ve sorunların sona erdiğinde varmak istediğiniz yerle ilgili ciddi bir stratejiniz olması gerekir. Bu var mı? Daha doğrudan sorayım: 'Kürt sorunu'nun çözümünden biz ne anlıyoruz? İçimizde bazıları, bu soruya cevaben, 'PKK silahı bıraksın, sorun da bitsin' diyor. Keşke bu kadar basit olsa. Ama en basitinden, insanları dağa çıkaran sebepleri ortadan kaldırmadığınız zaman onları dağdan indiremezsiniz de. Yine deniyor ki, 'Efendim bunlar bölücü ve terörist.' Evet doğru, bunlar bölücü ve terörist. Ama yine de, yani imkânsız bir hedef için savaşsalar dahi, kendilerine terörist bulmaya devam ediyorlar, hem de bizim şehirlerimizden, köylerimizden, bizim vatandaşlarımızdan. Herhalde Kürt vatandaşlarımızın hepsinin 'bölücü' ve 'potansiyel terörist' olduğunu söylemiyoruz. (Eğer böyle diyorsak vay halimize.) O zaman, bir kırmızı çizgi çekmeliyiz ve bu çizgiyi mantıklı bir yere koymalıyız. Kabul edilemez nokta, ülkenin bölünmesi, toprak kaybetmesi. Bu topraklarda yaşayan ciddi bir çoğunluk, sadece toprak kaybını değil, üniter devlet ilkesinden vazgeçilmesini, bir federasyon veya konfederasyona gidilmesini de kabul edilemez bulacaktır; bunu da makul karşılamalıyız. Peki bir adım daha geri gelelim, kırmızı çizgiyi nereye çekeceğiz: Bence Avrupa Birliği çizgisine. Yani, kültürel hakların tamamının (anadilde seçmeli dersler dahil) eksiksiz yerine getirilmesine, her türlü ayrımcılığın sona ermesi için aktif tutum alınmasına, siyasete katılımın desteklenmesine, şiddet, savaş çağrısı ve nefret çağrısı içermedikçe sınırsız ifade özgürlüğüne, ekonomik kalkınmadan hakça pay alınmasına, bölgesel eşitsizliklerin giderilmesine... Türkiye'nin 'kapsamlı plan'ı bu olmalıdır; ne eksik ne fazla. Tabii bazı detaylar da yok değil: PKK silahı bırakmayı seçerse, bir çeşit af veya ceza indirimine gidilmesi, 'toplumsal barış'ın sağlanması için aktif adımlar atılması vb. Ama bakın cennet vatanımızda bir süreden beri ne oluyor: Kürt siyasetçiler, davetiyelerde veya dilekçelerde Kürtçeye özgü bazı harfleri kullandıkları için 1928 tarihli bir devrim kanununa muhalefetten ve eski 312'nin bugünkü karşılığı olan yasa maddesine muhalefetten yargı önüne çıkıyorlar. Son örnek olan Mahmut Alınak'ı, partisi Demokratik Toplum Partisi için açılan kapatma davası sayesinde yeniden hatırladık. Alınak'ın aslen düşünülen anlamda hiçbir siyasi içeriği olmayan, kendi kenti Kars'ın sorunlarıyla ilgili bir dilekçesini Türkçenin yanı sıra Kürtçe olarak da yazdı diye yargılıyoruz. Biliyorsunuz Kürtçenin yasayla yasaklandığı günler geride kaldı. Ama 'Nevruz'u 'Newroz' diye yazdığı için yargılanan parti yöneticileri kervanına Mahmut Alınak, en temel hak arama yolu olan dilekçe hakkını Kürt dilinde yaptı ve bu dil de Türk alfabesinde olmayan q, x ve w harflerini içeriyor diye dava açıyoruz. Yani bir dili yeniden ve fiilen yasaklama yoluna gidiyoruz. Ne demiş artık ünlenen faşist şarkıcımız: Plan yapma plan... İsmet Berkan'dan alıntıdır;M.Ali BİRAND sizin için uzman değilse bunu da okuyun isterseniz;ama bi kere olsun at gözlüklerini çıkartarak!İnanın ki çok zor değil...
  10. Evet Sayın Sardunyam;siz gülmeye devam edin eee ne de olsa canı yanmayanlar sadece gülerler...Neden mi ısrar ediyoruz?Çünkü benim olan bu dile ihtiyacım var!Çünkü bu dil inkara,imhaya rağmen bugün hala var!Çünkü annemin konuştuğu dil bu... Şimdi kalkıp da size Kürtçe'nin varlığını kanıtlamaya çalışmayacağım;gerek yok ööle bi zahmete;çok merak ediyorsanız kendiniz araştırın!Ama mazur görürseniz size şunu hatırlatayım;hiçbir dil sadece kendi köklerine dönük değildir;buna hayır diyemeyeceksiniz;kürtçe hakkında anlamadan,araştırmadan hükümlerde bulunmayın;yok hayır diyorsanız ben size örnekler sunmaya hazırım... Kürtçe yasaklandı dedik;hayır ayıplandı dediniz(Çok ilginç;kürtçeyi kabul etmeyenler bunu yazdı)Evet ayıplandı çünkü yasaklandı!Ya Allah aşkına nasıl bir zihniyet bu daha anlamadım!Anlayan varsa...
  11. Vasili elinde silahı, ölümü düşünüyor; Düşüyor aklına ansızın kar altında buz kesmiş gencecik bedenler... Vasili elinde silahı,öldürmeyi düşünüyor; Ölüm ve öldürme raks ediyor geçmişiyle... Poyraz Musa dalgaların hırçınlığına inat; Ttunmaya çalışıyor tutunmazlığa... Önce acımasız olma öğretiliyor insanlığına daha sonra... Yaşar Kemal;Önce toprağı sonra emeği anlatıyor kitaplarında...Ne kadar zor yitirilişlerle hayata tutnmak;ne kadar zor başka hayatları yaşamak...Ellerinde toprağı alınmış insancıkları anlatmak;omlarla nefes almak!Savaş denen yıkımı ve yıkımdan arta kalanlarla tutunmak...Okumadıysanız hala...Anlamak için kendinizi buyrun Ada Hikayeleri'ne...
  12. Sayın Kaplan-200 yanlış hatırlamıyorsam bir iletinizde de Çatllıları birer vatansever olarak gördüğünüzü ifade etmiştiniz!Bir insan sadece düşündüklerinden dolayı öldürülemez!Bizim için Ermeni olmak veya başka birşey olmak vatanseverlik yada başka bir kavramın ölçütü değil;ama yine de sizin vicdanınız bir insanı sadece düşündüklerinden dolayı öldürmeyi haklı kılabiliyorsa?
  13. Adı umut;Diyarbakırlıyım diyor...Neden okulda değilsin dedim;''bırak be abla biz kim okul kim''dedi...Neden çalışıyorsun dedim;''Neden mi?'' dedi ve ben sustum... Derken koyulaştı sohbetimiz;Umut anlattı,biz dinledik;o anlattıkça büyüdü,biz dinledikçe küçüldük! Ve UMUT'un ağzından çıkarken sesler ardı sıra;dönüşüverdi birer kurşuna....''Ben size Diyarbakırlıyım demiştim ya;aslında Bingöl'den geldik.Genç ilçesinden;köyümüzü yaktılar,biz de buraya geldik.Babam çalışmıyor;annem hasta ve ben çalışmak zorundayım''Bozuk ve boğuk bir sesle anlatırken Umut bize öyküsünü;diğer çoçuklar başladılar kendi öykülerine... Çevre illerden gelen bu çoçukların ortak kaderiydi sokaklarda çalışmak...Kiminin köyü yakılmıştı Umut gibi kiminin ise...Koruyucular bizi köyden kovdu...Tarlamız yakıldı...Ağa bizi kovdu... Bu yazdıklarım kesinlikle bir kurgu veya bir hikaye değildir;geçen hafta sonu Diyarbakır da yaptığımız bir çalışmanın bana öğrettikleridir.Kendilerine Diyarbakırlı diyen bu çoçuklar;her gün ardı sıra peşimize takılan;toplumsal anlamda suç potansiyeline sahip olarak gösterilen;aptalca dayatmaların bedelini ödeyen ve çoçukluğuna yabancı kalan bir kaderin oyuncalarıydı...Bunlar bu ülkenin doğusunda büyüyen;en büyük fantazileri tanklar ve silahlar olan Diyarbakırın sokak çoçuklarıydı... Amansız kavgalarda ben aldığım nefesin hakkını vermeye çalışır iken;gözyaşın suskunluğum;ölümün özrümdür esmer çocuk...
  14. Evet Doğuda kadın olmak veya çoçuk olmak bu gibi düşüncelere karşı yine de sadece susmak!demektir...Çok güzel yazılar Yayamaz Kayımca...
  15. Ha evet ben öyle demiştim. Arkasındayım sözümün!Yok bence PKK da ne için katlettiğini bilmiyor...
  16. >Türkiyenin kaybolan >nesli.... >SOKAK ÇOCUĞU >Sayfa no YOK >Cilt no YOK >Hane no YOK >Ana adı? >Ben sokak çocuğuyum abi >hani şu uçurtması asılı kalan çocuk varya, >bilyelerini rüyalarında unutan çocuk, >ve oyuncaklarını masal kahramanlarına kaptıran çocuk >o benim işte , o benim abi >sahi, bir annem olmalıydı değilmi? >ben dudaklarımda sokakları besteliyorum oysa >sahi abi, tadı nasıldı anne sütünün? >anneler nasıl okşar çocuklarını >anne kokusu nasıldır kimbilir? >ana ha? >bir anne çizebilirmisin benim için >karanlığın kar soğuğu parmak uçlarına bir anne >unutulmuş çocukların ürkek avuçlarına bir anne >ve yanına beni eklermisini abi? >tıpkı sulu boya resimlerdeki gibi >sımsıcak... >Sahi abi, senin gözlerni kesmiyor değilmi >bir köprünün soğuk giergin ve karanlık bedeni >sahi sen hiç seyrettinmi ay dedeyi bir köprünün altından? >üşüdünmü abi kayan bir yıldıza bakarken? >abi sen, abi sen? boşver... >gel boyat istersen ayakkabılarını >ben, aha şu ayakkabıların bağcıklarından asılıyırom yaşama >gel boyat ayakkabılarını >boyat da resmi çıksın >dostun, düşmanın tüm kaldırımlara >sayfa no yok >cilt no yok >hane no yok >yokların varlığında tam göbek bağından yakalandınmı hiç yalnızlığa? >sahi bir de birde babam olmalıydı değilmi? >baba? >beni döveecek bir babam bile yok biliyormusun? >nasırlı ellerinde şefkat arayacağım bir insan >kim bilir bayramda neler alır babalar çocuklarına >unutmuşum !! >Bayramlarınızda vardı sizin öyle değilmi >arefeleriniz... >bayramlarda temize çekilen dostluklar vardı sonra >oysa ben kırık dökük ıslıklar ısmarlıyorum >güneşe ve mehtaba... >yankısız, benstelenmemiş ve bestelenmeyecek >serseri ıslıklar... >bir babam olsaydı belki yeterdi >çocuk olurdum eskisi gibi >şımarırdım öylesine >boşver abi, kimin neyine bayram >kimin neyine hediye, baba kimin neyine abi >sahi senin düşlerin vardır >söylesene, göremedğini rüyanın düşünü kurarmısın >ahmet, bir düş görmüş geçenlerde >yorgun ve geç gelen bir geccede >utanırken anlattı, anlatırken utandı >bir ip bağlamış gök kuşağına >"bak ana uçurtmamı gördünmü >ya uçurtmamın gölgesinde bilye oynayan çocukları?" >ahmetin düşü işte... >bana düşlerini kiralarmısın abi >bedava boyarım ayakkabılarını >bana düşlerini, düşlerini abi >boşver.. >bak iyi parlayacak bu ayakkıbılar >en parlak ayakkabılarınla yürüyeceksin yaşama >sen düşünme, sokaklar düşünsün beni >gazete manşetleri, 3. sayfa haberleri düşünsün >isimsiz bir damla gözyaşı düşünsün >sen beni düşünme, düşünme be abi >nasıl olsa ben olmayan ayakkabılarımın sıcaklığıyla >basıyorum tüm kaldırımlara... >olmasa da annesi babaası sokakların >sokak çocuğuyum işte >ben sokak çocuğuyum >kazanılmadan kaybedilmiş bir geleceğin herhangi bir yerinde >ben sokak çocuğuyum abi >hani şu uçurtması gökyüzünde asılı kalan >oyuncaklarını masal kahramanlarına çaldıran çocuk var ya >işte o benim >o benim abi >o benim....
  17. Sayın Gelincik niye aramızda sorun olsun ki;Türk askeri öldü diye sevinen zihniyet ile şovenizmin ne farkı var ki...Bu ülkede öylesine oyunlar oynanıyor ki...Ölen Türk,kürt halkı;ölen bizleriz!Yağını sürenler ise...
  18. Sayın Yersov ben karşımda ki birey ne düşünürse düşünsün;benim özgürlüğümü kısıtlamadığı sürece saygıyla karşılarım.Burada bunu savunan şudur,bunu savunan budur yanılgasınada düşmemeye çalışırım.Parti ,sendika,kalıpa zorlayan ne olursa olsun;kesinlikle o tür oluşumlar bana göre değildir;yani ben bunları yazmak istediğim için yazıyorum;kendi doğrularımla sizin doğrularınızı buluşturmak için yazıyorum;yoksa kalkıp da birilerinin sözcülüğünü yapmak için değil!Eminim ki sizinde söylenecek sözleriniz olduğundan burdasınız! Ben Uğur Kaymazı yazdım;çünkü gerçeklerimizden biriydi.Sayın Diyarbakırlı baştan beri şunu demek istedi;Pkk yok etmenin yolu devletin halkını kazanmasınsdan geçer!Eğer kazanmak istiyorsa yargısıyla,hükümetiyle daha cesur olmalı.Ölümler nasıl bitecek bu ülkede;BAŞKA ALTERNATİFİMİZ VAR MI?Ecet arkadaşlar ben de şunu söylüyorum;kazanalım halkımızı;hep beraber....
  19. Bakın o konuda size katılıyorum;dini kullanıp da #####üren,din adı altında rantlar sağlayan o kadar kişi veya toplumsal olgu var ki!Ama bu kesinlikle din değildir;olamaz!Din inanç meselesidir;inanırsınız veya inanmazsınız;kimse bunun için kimseyi yargılayamaz;hakkı yoktur!Yalnız bu eleştiriler yapıcı ve aydınlatıcı olmalı!
  20. Valla arkadaşlar bence olayı biraz siyasiiiii yaklaşmışsınız!Bu kadar güzel bir şiire bile siyasi bir anlam yüklediniz ya! Deli Gül eğer bunu kendi yazmışsa **** arkadaşıma
  21. Anlamaya çalışıyorum sizi!benim anlamadığım şu gerçek kavramına yüklediğiniz anlamdı.Takılmayalım kelimelere değil mi?
  22. Uğur'un sırtındaki mermiler Yıldırım Türker 19/12/2005 (5921 kişi okudu) Uğur Kaymaz'ı hatırlıyor musunuz? Tam bir yıl olmuş. Uğur'un, ayağında terliklerle kana bulanmış cesedini görmek istememiş, onunla yüzleşmeyi reddetmiştik. 21 Kasım 2004 günü 12 yaşındaki Uğur, Mardin Kızıltepe'de babasıyla birlikte güvenlik güçlerince öldürüldü. Uğur'un çocuk bedeni kanlar içinde bir soru işareti gibi yatarken, bu ölümü de bambaşka bir dünyanın, aklımızın ermeyeceği çatışmalarının büyük ihtimalle hak edilmiş bir sonucu olarak görüp susmuştuk. Uzun süre az satan birkaç basın organı dışında başta Umur Talu olmak üzere ancak birkaç kişinin ilgisini çekebilmiş olan bu ölümler de hesabı sorulmamış binlerce ölümle birlikte dikilmiş, gözlerimizin içine bakıyordu. Şimdi ne yapacağız? Bir kez daha kalakaldık mı çok sıktığı için boynumuzdan çıkarıp attığımız vicdan yakasının karşısında? Beyhudeydi ya, yine de basını uyarmıştık. 12 yaşında bir çocuğun, 'dokuzunun yarasında yakın atış izlenimi uyandıran barut izleriyle sağ ve sol eline 4 adet, vücudunun sırt bölgesine 9 adet olmak üzere toplam 13 adet mermi' ile vurulmuş olması dünyanın savaştan uzak durmakla övünen her ülkesinde kıyamet koparır. Öğretmeni tarafından 'Az önce sokakta arkadaşlarıyla oynuyordu; 5-C sınıfından öğrencim' diye teşhis ettiği Uğur ve babasının evlerinin önünde, ayaklarında terliklerle toplam 21 kurşunla öldürülmesinde bir haber değeri göremiyorsak Türk basını olarak kendimizi toptan lağvetmenin zamanı gelmiştir. Ancak ora insanının yoğun çabaları ve birkaç vicdan militanının gürültü çıkarmasıyla toparlanabiliyorsak... Bugün, Ahmet Kaymaz ve oğlu Uğur Kaymaz'ı evlerinin önünde öldürdükleri iddiasıyla haklarında dava açılan 4 polisin duruşması var. Eskişehir'de. Mahkemenin kayıtsız kalamayacağı bir raporun ışığında yapılacak. Adli Tıp Kurumu'nun ağustos ayında hazırlamış olduğu rapor son derece önemli. Raporda belirtilenler özetle şöyle: "Kişiye (Uğur Kaymaz) 11 adet mermi çekirdeği, 13 adet yabancı cisim isabet etmiş olup, sırt bölgesine isabet etmiş mermi çekirdeklerinin oluşturmuş olduğu yaralar iç organ harabiyetine yol açtıklarından, her birinin müstakilen öldürücü nitelikte oldukları...Kişinin kalbinde harabiyet oluşturan yaralanmadan sonra atışa devam edemeyeceği." Raporda "1,60 boylarında, orta yapılı erkek çocuğu" olarak tanımlanan Uğur'un çocuk olduğu bile reddedilmişti, hatırlarsanız. Kimi soğukkanlı akil adamlar daha da iyisini yapıyor, 'Çocuk terörist olmaz mı yani?' sorusunu sorarak olmayan vicdanlara su serpiyordu. Aman incinmesinler Operasyondan sonra açığa alınan sanık polisler, davaları görülmeye başlamadan görevlerine iade edildi. İdari soruşturmada polislere sadece 'maaş kesintisi' cezası verilmesi talep edildi. Eh, yeterince ağır bir ceza değil mi? 4 polisin görev yerleri değiştirildi. Yani Kızıltepe'den uzaklaştırıldılar. Böylelikle davalara katılma zorunlulukları da kalmadı. Nitekim Mardin Ağır Ceza Mahkemesi'nde 21 Şubat'ta yapılan ilk duruşmaya, başka illerde görev yapmalarını gerekçe göstererek katılmadılar. Delilleri karatmaları ihtimal dahilinde olduğu için tutuklanmaları talep edildi. Mahkeme reddetti. Polislerin ifadelerinin görev yaptıkları illerde 'talimatla' alınmasına karar verildi. Ahmet Kaymaz'ın kardeşinin davaya müdahillik talebi de reddedildi. Mardin'deki mahkeme, polisler katılmamasına rağmen, davanın güvenlik nedeniyle Eskişehir'e taşınmasına karar verdi. Kaymaz ailesinin avukatları, baskı altında tutulduklarını, adil yargılama yapılamayacağını belirterek mahkemeyi protesto etmişti. Mardin Valisi'nin açıklamasıyla yetinseydik, Uğur ve babasının, terlikleriyle karakol basmaya kalktıkları sırada vurulduklarını okuyup geçecektik. Daha sonra 'Dur' ihbarına uymayıp ateş açtıklarını iddia ediyordu, güvenlik güçleri. Başucuna uzun namlulu silahı yerleştirirken terliklerini çıkarmayı unutmuşlardı. Uğur, hele o bölgede katlinden sual olunmayan çocukların ilki değildi elbet. Belki katlinin hesabı sorulan ilk çocuk olabilir. Ama bu da hayatımızda bir devrimin ateşleyicisi olacak değil maalesef. Aslolan, oturup Uğur'un nasıl bir dünyadan kovulmuş olduğu üstüne düşünmek zorunluluğudur. Nasıl bu hale geldik? Bu memlekette, en hassas koruma altına alınmış olan; güvenlik güçleridir. Emniyet ve askeri güçlerin moralinin bozulmaması için kendilerine sonsuz bir özgürlük alanı tanınmıştır. Güvenlik güçlerinin incinmemesi her şeyin önünde gelir. Devlet diktesinin de gücüyle ÖZGÜR basın, bu konudaki dikkatiyle vatandaşına göz yaşartıcı fedakârlıkta bir rehberlik görevi üstlenmiştir. Elinde silahı olan ve güvenliğimizi sağlamakla yükümlü Emniyet güçlerinin isabetine yönelik en ufak bir kuşkuyu dile getirmek, sizi bir çırpıda 'marjinal' yapacaktır. Avrupalı olma yolunda atmakta olduğumuz hiçbir adım, bu gerçeği değiştirebilecek kudrette değildir. İşkenceci polisler hâlâ ve mümkünse hiçbir zaman cezalandırılamaz. Gözaltında ölümüne sebebiyet verdikleri kurbanlarının hesabı da kendilerinden sorulamaz. Zamanaşımı onların yanındadır. İşkence yuvaları kurmuş cuntacı generalleri bile rahmetle anmak zorundayız. 33 Kürt'ü kurşuna dizip idam cezası alan orgeneral Mustafa Muğlalı'nın adı, daha geçtiğimiz mayıs ayında bir Jandarma Sınır Taburu'na verilmedi mi? Meselenin adını koyuverelim. Bu topraklarda polisin ve askerin morali her zaman bir çocuğun canından önce gelir. Onları eleştirmek, bu kurumların ıslahının gerektiğinden söz etmek son derece tehlikelidir. Güvenlik paranoyasının topyekün ülke sathına yayılması, sık sık düşman listelerinin çıkarılıp kendi fikir tartımızla dünyaya bakabilmemizin engellenmesi şarttır. Hepimize tek yol olarak gösterilen, kimi sertlikleri, münferit zalimlikleri olmakla birlikte bu kurumların en ufak bir eleştiri esintisinden uzak tutulmaları gerekti-ğidir. Bu, güvenliği-mizin bedelidir. Onların da burnundan kıl aldırmayan bu ruh hali içinde düşman bellediklerinin yaşama hakkına yönelik en büyük tehdit oluşturuyor olması doğal. Çocuk katili Amerika diye haykırırken korunaklı, dokunulmaz Emniyet güçlerimizin 'terörist' diye çocuk katletmesini hazmedebilmek de bu toplumun ruhundaki yarılmayı göstermektedir. Uğur'un, ölüleri teşhis için çağırılan kapı komşusu öğretmeni, Uğur'un başucundaki uzun namlulu silahı gösterip, "Bu küçücük çocuk bu silahı taşıyabilir mi?" diye sorduğunda polisler, "Karanlıkta koca adam gibi duruyordu" demiş. Çocuk ölüleri karşısında ne hissediyorsunuz? Karanlıkta koca adam gibi durduğu için, başını sokabileceği bir evi olmadığı için, aç kaldığı, tedavi görmediği için ve daha birçok nedenle katledilen çocukların ölüleri nasıl oluyor da infial yaratmıyor bu toplumun bağrında? Asılabilsin diye yaşı yükseltilen çocukların cellatları nasıl hâlâ saygın kimliklerine bürünmüş, sıcak evlerinde ecel bekliyor? Bu toplum, bu koca nüfus, vatan sevmekten çocuk sevmeye vakit bulamamış savaşçılar ve kasaba tüccarlarından mı oluşuyor? Çocuğa yönelik, çocuğun kıymetini işaret eden nasıl bir örgütlenme görüyorsunuz hayatınızda? Bir çocuğun paramparça bedeni karşısında suspus olup yetkililerin açıklamasını bekleyecek sabrı, soğukkanlılığı nereden edindiniz? Terörist çıkarsa boşa üzülmüş olmak istemiyor musunuz? diye sormuştuk bir yıl önce. Uğur'un kendisini ve babasını öldüren polislerle çatışmamış olduğu ortaya çıktı. Uğur'un ailesine, oranın tanıklığı geçersiz sayılacağı Başbakan tarafından ilan edilmiş ahalisine inanmadınız. Artık Uğur'un sırtından çıkan mermilere kulak vermek zorundasınız. Gerçekleri görmezden gelen, kendinden görmediği insanların acılarını dinlemeyip onları düşman safında görenler sonunda, kaçınılmaz, mermilerle söyleşmek zorunda kalır. Evet sevgili kardeşim;gel beraber soralım;küçük yürek Uğur neden öldürüldü?
  23. Düşüncelerinize sonuna kadar saygılıyım da;gerçek bir müslüman olmanın yolu ne zamandsan beri böyle düşünmekten geçiyor?
  24. Sevgili Muki bu konuda yazılanları keyifle takip ediyorum;Bence bir insanı anlamak için;onun gerçekten ne yaptığına ve neler yapmak istediğine bakmalı.Ki ben kendi adıma bir Peygamberin ötesinde gerçek anlamda bir dava adamı olarak görüyorum İslam Peygamberini.Dönemin şartlarını göz önüne aldığımızda karşımıza ciddi anlamda bir reformcu çıkar!Savaş tabi ki insanlık dışıdır;savaştan nefret ederim ama eğer bu savaşın varsa insani bir gerekçesi...
  25. İnsana rağmen yine insan;herşeye rağmen yine insan;değil mi Tarafsız?İletiniz de ööle düşündüğünüzü çıkarttım da Saygılar...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.