Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey
-
Yap bir babalık!
Yap bir babalık! (Oğuz Aral) Sevimli Tom Hanks'i sevmeyebilirsiniz. Hatta bizim Cem Yılmaz'ı bile sevmeyebilirsiniz. Ama Tuncay'ı sevmemek mümkün değildir. Güleç, hareketli, zeki ve saygılı bir delikanlıdır. Yani bana göre delikanlı sayılır. Yoksa otuzunu devireli çok oldu. Demek ki şeytan dediğimiz, tavuk gibi bol tüylü bir mahlukmuş ve tüylerinin yarısını bizim Tuncay yolmuş, ��Adamda şeytan tüyü var�� derler ya, işte öyle şeytan tüyü bir delikanlıdır. Bazen arabasıyla gelir beni dışarı çıkarır. Sevdiğim meyhanelerden birine götürür. Tesadüfen o meyhanelerde hep onun arkadaşlarına rastlarız. Hemen masalar birleştirilir. Kocaman bir sofra kurulur. Beni baş köşeye oturturlar. O masanın adı artık ��Oğuz Baba��nın masasıdır. Garsonlar bile sanki öğretilmiş gibi, ��Oğuz Baba'nın masasına 4 piyaz, 6 ızgara köfte, 3 şiş çeek!.. Oğuz Baba'nın masasına iki de büyük aaç... Tekirdağ olsuun�� diye ocağa seslenirler. Ben aslında mahcup biriyimdir. Böyle pöhpöhlenmekten rahatsız olurum. Berbere bahşiş verirken bile ensemi ter basar. Hele ��abi��likten ��baba��lığa terfi ettirilmek yaşım gereği canımı sıkar. Ama size baba deyip saygı gösteriyorlarsa siz de gelenek ve göreneklerimizin gereği babalığınızı göstermelisiniz. Yani 18 kişilik masanın hesabını ödemelisiniz. Hatta çocuklara vestiyer parası bile verdirmemelisiniz. * Bir gün Tuncay yine alı al, moru mor geldi. ��Hayrola, bir terslik mi oldu, bu halin ne?�� ��Bu halim işten atılmış adam hali Oğuz Baba!�� ��Niye attılar?�� ��Çekemezlerin gammazlığı yüzünden.�� ��Yoksa bir halt mı ettin?�� ��Sen bunca yıllık evladını tanımıyor musun Oğuz Baba'cığım. Bende yamuk yoktur. Ama yap bir babalık, beni tekrar işe almalarını söyle.�� ��Benim sözümle seni işe alırlar mı yahu?�� ��Alırlar babacığım. Sen, sadece bizim değil bütün basının da babasısın artık. Bizim yazı işleri müdürüne iki cümle döşen yeter. Yap bir babalık be babacığım.�� ��Sizin yazı işleri müdürü Selami değil mi?�� ��Evet.�� ��Hah işte, seni işe alacağı varsa bile ben söyleyince almaz. Yıllar önce muhabirken o herifi ben merdivenlerden atmıştım.�� ��Daha iyi ya babacığım, artık hiç karşı gelemez.�� Sonra da Tuncay, ��Benim Oğuz Baba'mdan gayrı hayatta kimim var?.. Biz baba yüzü mü gördük?�� diye ellerime sarılıp ağlamaya başladı. Tuncay, gerçekten babadan yana biraz sorunluydu. Oğlan küçükken anası babası ayrılmışlardı. Tuncay'ı üvey babası okutmuştu. Ama adamcağız genç yaşta kalbine yenik düşmüştü. Bir zamanlar, bizim gazetede işe başlayınca sanırım beni babası tayin etmişti. Tuncay, ��Babam, yap bir babalık!�� diye höykürünce ben de bir tuhaf oldum. Gözüm yaşardı. Burnumdan da yaş geldi. (Ama o yaş sizi ilgilendirmez. İhtiyarların burunları Bekir'in itleri gibi hep ıslak oluyor.) * Selami, ��Herif, haftada üç gün işe lütfen geliyor. Dört gün ya hasta ya da bir yakını vefat ettiği için cenazede... Sayesinde her hafta en az beş haber atlıyoruz. Bilirsin sevimli çocuktur. Ben de seviyorum ama beni yayın müdürüne kaç kere rezil etti�� diye başlayan bir sürü Tuncay öyküsü anlattı. Ama baba olmak ve baba kalmak kolay değil. O gazeteye benim ��Utanmaz Adam�� çizgi romanımın bedavadan yayınlama haklarını verip Tuncay'ı eski işine geri aldırdım. Selami, beni onu attığım merdivenlerin başına kadar geçirdi. Sonra da pis pis sırıttı. 20 yıllık Utanmaz Adam'lar bedavaya gitmişti. * ��Yap bir babalık Oğuz Baba...�� ��Ne oldu yine?�� ��Hiçbir şey olmadı. Aslında çok güzel bir iş olmak üzere... Ama senin babalığına bakar ve mübarek ellerinden öper. Çoluk çocuk sayende kiralık evlerde sürünmekten kurtulacağız. Ev alıyorum babaa!..�� ��Aferin, hayırlısı olsun.�� ��Tabii, sayende hayırlı olacak. Ben peşinini verdim. Üç yatak odası bir salon. Hem de denizi görüyor. Düşün babacığım, senin koltuğunu denizi gören balkona çıkarmışız. Hanım, en sevdiğin favaları, domates soslu patlıcan kızartmalarını önüne getirmiş. Benim küçük oğlan, 'Afiyet olsun dedeciğim' diye kulüp rakını doldurmuş. Tabii, burası aslında benim değil babamın evi...�� ��Estağfurullah, sağlıcakla oturursunuz inşallah.�� ��Sayende oturacağız Oğuz Baba...�� ��Niye benim sayemde?�� ��Sen de bir imza atacakmışsın.�� ��Ne imzası?�� ��Kefalet imzası... Kalan borç için gösterdiğim kefiller içinde mal sahibim seni seçti. Tabii, herif insandan anlıyor babacığım.�� Böylece Tuncay'a Ulus'ta deniz gören, bir daire almış olduk. Yani almış oldum. Çünkü borcunun ancak ilk taksidini ödeyebildi. * Bir sabaha karşı zurna gibi damladı. Ben afyonumu patlatmak için yüzüme soğuk sular çarparken o, ��Babam ben bittim, ben mahvoldum, ocağım söndü. Tabancanı ver hiç olmazsa baba evimde öleyim!�� diye feryat-figan, salya-sümük höykürmekte... ��Benim tabancam filan yok. Hatta sapanım bile yok. İlle de intihar etmek istiyorsan sana beş on uyku ilacı vereyim. Ama nedir bu hicranlar ve figanlar?�� ��Süheyla beni evden attı.�� ��Niye?�� ��Güya ben ona ihanet ediyormuşum.�� ��Ediyor musun?�� ��Yok be, bunca yıllık evladını tanımıyor musun babacığım?�� ��Ulan, o kızı sana alabilmek için neler çektimdi. 'Yap bir babalık!' diye günlerce gelip ağladın. Hele, kızın babasını razı etmek için ne boyalara boyandım. Adam, dini bütün bir Müslüman'dı. Bakara suresini bile Arapça'sından ezberledimdi. Bakara en uzun süredir haberin var mı? Yalvar yakar araya şeyhler, şıhlar bile soktumdu. Kız da gül fidanı gibi bir kızdı. Boyun devrilsin Tuncay!..�� ��Evet, bir eşşeklik ettim baba!�� ��Çocuğunun anası, cetvel kadar dürüst, sümbül tanesi gibi nazenin Süheyla'ya kimbilir hangi Nataşa kılıklı karıyla ihanet ettin?�� ��İhanet etmedim babacığım, sadece yakalandım.�� ��Ne demek yani?�� ��Şu demek ki ihanet yoktur, yakalanmak vardır. Yap bir babalık, bizi barıştır babacığım.�� Bol çiçekli, çikolatalı ziyaretimizde oturduğum yer bile terledi ama sonunda Süheyla kızımı Tuncay'ın masumiyetine inandırdım. * Herhalde geceyarısını devireli birkaç saat geçmişti. Çünkü ben, en favori rüyalarımdan Robinson rüyamı görüyordum. Ucunu yonttuğum üç dişli ok haline getirdiğim zıpkın kamışımla balık avlıyor, ehlileştirdiğim keçimin yavrusuyla hoplayıp oynuyordum ki, kapının zili susmamacasına öttü. Aykut, yanında sarartılmış saçlı, mini eteğinin altından uzayan güzel bacaklı, yeşil lens gözlü bir kızla içeri girdi. ��Babalık böyle günde belli olur babam, yap bir babalık. Bu gece bizi misafir et.�� ��Karşıda otel var.�� ��Otel odaları romantik değil.�� ��Bizim evde sadece bir yatak odası var.�� ��Sen, salonda kanepede yatarsın. Yap bir babalık babacığım.�� Hiç laf etmeden kitaplık ve marangoz odama döndüm. Bir zamanlar masa yapma sevdasıyla tornacıya çektirdiğim masa ayaklarından meşe olanını seçtim. Sonra da Aykut'a yer misin, yemez misin diye giriştim. ��Dur bee, vurma bee, ne yapıyorsun bee?�� ��Sen bana 'Yap bir babalık!' demedin mi? Ben de sana halisinden bir babalık yapıyorum oğlum!�� Siz babalık yapmayı kolay mı bellediniz? 27 Nisan 2003
-
Türk sporunun belleği Orhan Ayhan
Türk sporunun belleği Orhan Ayhan (Oğuz Aral) ��1942 yılında Tokat Depremi olmuştu. Kazım Orbay Paşa, deprem bölgesini tetkik için gezerken üstü başı perişan ama gözlerinin içi gülen cin gibi bir çocuğu hayvan güderken gördü. Çocuğun sevimliliği Paşa'yı etkilemişti. Yanındakilere, �Bu yavruyu askeri okula yazdırın!� diye emir verdi. Fakat, Ali'nin eni ve boyu okulun standartlarının çok altındaydı. Kavruk bir çocuktu. Ali'yi sanat okuluna yazdırdılar. Ama haylazlığı yüzünden iki yıl aynı sınıfta çakınca okuldan ayrıldı. Çünkü, Türkiye Başpahlivanı Tekirdağlı Hüseyin'in oğlu arkadaşıydı ve ha bire okuldan kaçıp güreş seyrine gidiyorlardı. Ali'nin 2 elbisesi vardı. Birini satıp İstanbul'a geldi ve Gureba Hastanesi'ne marangoz çırağı olarak girdi. Bir gün, 100 kiloluk yağız bir delikanlı olan hastane aşçısıyla iddia üzerine güreş tuttu ve 40 kiloluk sıska bedeniyle aşçıyı bir dakikada şilte gibi yere yaydı. Bir güreş tutkunu olan hastane doktoru Muhterem Gökmen'in de ısrarıyla güreş sporuna başladı. Olimpiyat ikincisi Halit Balamir'i yenince milli takıma seçildi ve Avrupa, dünya şampiyonlukları serisine başladı. Ali Yücel, artık bir efsaneydi. Serbestte ve grekoromende dünyada yenmediği güreşçi kalmamıştı. Ulusal başarılara susamış Türk halkı Ali Yücel'i baştacı etmişti. Fakat bir gün adı aptalca bir hırsızlık skandalına karıştı ve ömür boyu boykot yedi. 10 yıl sonra masum olduğu anlaşıldı. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel Ali Yücel'i 1960 yılında affetti. Ama en parlak devrinde güreşsiz geçirdiği 10 yıl kendisinden çok şeyler götürmüştü. O da güreşi bıraktı.�� Orhan Ayhan, bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan gözlerini bizim pencereden görünen denize daldırmış düzgün Türkçesiyle anlatıyordu. Biraz sonra gidip Sinan Şamil Sam'ın maçını anlatacağı için maalesef sadece çay içebiliyordu. Oysa ne mezeler vardı... ��Yıllar önce bir gün, Beşiktaş'ın abide futbolcularından Şeref Görkey'le röportaj yapıyordum. Hani ünlü Voleci Şeref... Tam 99 golü voleyle atmıştı ve bu bir dünya rekoruydu. Guinness Rekorlar Kitabı'na da geçmişti. Kendisine bu rekorla ilgili soru sorduğum zaman beni adeta azarlamıştı. 'Baba Hakkı, Şükrü Gülesin gibi topu ayağına lokum misali oturtan arkadaşların varsa o voleleri sen de atarsın!..' Voleci Şeref'in bir tutarağı daha vardı. Beşiktaş'ın golcüsü olduğu halde 'Erkek adam penaltıdan gol atmaz!' deyip penaltıları başkalarına attırırdı. Yani penaltıdan gol atmayı kendine yediremezdi.�� Orhan, tam bir ��Bir dokun bin ah işit!..�� duygusu içindeydi. Sporsever geçinen bir toplumun bunca bellek özürlü ve kadir kıymet bilmez oluşunu hálá hazmedemiyordu. ��Biliyor musun ilk Avrupa üçüncümüz Halit Ergönül, antrenmanlarına Aksaray'dan Galatasaray'a koşarak ve leblebi yiyerek giderdi.�� ��Bilmez miyim, Halit benim hocamdı.�� ��Çünkü tramvaya binecek ve yemek yiyecek parası yoktu.�� ��Zaten hiç olmadı. Ölümüne yakın cebindeki son meteliği de çalıştırdığı kulübe ring yaptırmak için harcadı.�� ��Bir kapıcı çocuğuydu. 16 yaşında Türkiye 51 kilo boks şampiyonu oldu. 18 yaşında da Avrupa üçüncüsü. Ama öyle bir hakem haksızlığına uğramıştı ki, Amerika'ya giden Avrupa karmasına 1. olan Macar'ı, 2. olan İngiliz'i değil, Halit'i seçtiler. Sonra dönüp profesyonel oldu. Fakat tam ünlenip de ailesinin nafakasını çıkaracakken tüberküloza yakalandı. Yani verem olup boksu bıraktı.�� ��Destanın gerisini de izninle sana ben anlatayım. Sonra şoförlük yaptı ve hastalığı yenince yıllar sonra ringlere hoca olarak döndü. Boks İhtisas Kulübü'nde benim hocamdı. Ama içine boks kurdu girmişti bir kere. 37 yaşında tekrar amatör boksa döndü ve tekrar Türkiye Şampiyonu oldu. Üstelik apandisit ameliyatı geçireli 2 hafta filan olmuştu. Finalde rahmetli İsmet Atıcı'ya bir sağ vurdu. İsmet'i düşerken yakalayıp ayakta tuttu ve dövüşür gibi yaptı. Köşesindeydim. 'Oğlanın düşmesine niye izin vermedin?' diye sordum. 'O daha genç ve geleceği parlak. Benim gibi bir ihtiyara nakavt olursa boks hayatı yara alır' demişti.�� * Orhan Ayhan'ı tanıdığım yıllarda 20'sine değmiş değmemiş filiz gibi bir delikanlıydı. Tercüman'da spor gazetecisiydi ve tabii her parlak genç gibi şımarıktı. Şımarık gençler, öteki şımarık gençlerden pek hoşlanmazlar. Ben de Orhan'dan pek hoşlanmazdım açıkçası... Ama sadece futbolun batağına devekuşu misali kafasını gömen diğer spor yazarları gibi davranmayıp boks, basketbol, güreş, voleybol gibi sporların da var olduğunu okuruna hatırlattığı için, tertemiz ve aksansız bir İstanbul Türkçesi�yle en zor milli maçları anlatmayı becerdiği için ve de en önemlisi yıllardır televizyonda hemen unutup bir köşeye ittiğimiz ��Destan Sporcularımızı�� anımsattığı için hoşnutsuzluğum saygı ve sevgiye dönüştü. * ��Babam bir zamanların ünlü Vefa Kulübü'nün başkanıydı. Vefa o yılların Trabzonspor'u gibiydi. 3 büyüklere kök söktürürdü. Ben de futbol, basketbol oynayarak büyüdüm ve okudum. Babam ve arkadaşlarından ötürü evde spor soluyarak yetiştim. Yöneticilik dahil spor gazeteciliğinin her dalında 45 yıla yakın çalıştım. Sadece Tercüman gazetesinde 30 yılım geçti. 40 yıldır da spor karşılaşmalarını radyo ve televizyonlardan izleyiciye aktarıyorum.�� ��Maç sunuculuğu nasıl bir meslek?�� ��Halit Kıvanç Ağabey'in ve benim çağımda mutsuz bir meslekti. 1964 yılında İtalya'da milli takımımızın 7-0 yenilgisini anlatmak ya da 1975'te Fenerbahçe'nin Benfica'dan 7 gol yemesini yurda duyurmak nasıl bir azaptır bilir misin?.. 2-1 ya da 3-1 yenilip yurda döndüğümüz zaman hiç olmazsa gümrükçülere bakacak yüzümüz olurdu. 'Şerefli mağlubiyet' sözü de buradan kaynaklanmıştır. Ayıptır söylemesi ama Avrupa'yı sallayan, dünya üçüncüsü olmuş bir milli takımın maçlarını anlatma şansını bulabilmiş genç arkadaşlarımı bazen gıpta ile dinliyorum, bazen kıskançlık duyuyorum.�� ��Yenileri beğeniyor musun?�� ��Beğeniyorum ama, ciyak ciyak bağırmalarına gerek yok. Maç sunucusu Cuma Pazarı'nda patates satan bir tezgáhtar değildir. O enerjilerini maçtan önce ders çalışarak hiç olmazsa yabancı oyuncuların adını doğru telaffuz ederek harcayabilirler. Çekoslovak oyuncunun adını İngilizce söylemek komik oluyor.�� ��Adın Fenerli'ye çıkmıştı.�� ��Hayır ben doğma büyüme Vefa'lıyım. Ünlü bir futbol takımının şanı şöhreti arkasına saklanıp gazetecilik ya da televizyonculuk yapmayı zül addederim. Fener yazarı, Galatasaray yazarı ne demek?... Nasıl bir saçmalık?.. Dünyanın neresinde var?.. Siz hiç Real Madrid yazarı, Arsenal yazarı diye bir meslek duydunuz mu?.. Futbol sahipsiz bir Halil İbrahim sofrası... Yeyin efendiler yeyin... Aksırınca, tıksırıncaya kadar yeyin... Öyle bir lezzetli sofra ki futbolcu ve hakem emeklilerine amenna dedik, ama birtakım işadamları bile üste para verip futbol bilgesi olarak televizyonlarda konser veriyorlar artık!..�� ��Eskileri anmak, anımsatmak için bunca çaba neden?�� ��Hafızayı nisyan ile malül yani bellek özürlü bir toplumumuz var. Biz, buralara nasıl ve kimler sayesinde gelebildik diye düşünen yok. Çınar bile olsan kökün yoksa bir gün devrilir gidersin. Onca televizyon kanalımız var. Üstelik spordan reyting yapıp nemalanıyorlar. Ama yine de TRT kadirşinas çıkıp bize eski değerlerimizi anımsatmak olanağı veriyor. 'Orhan Ayhan'la Spor Yorum' programı tam 600 diziye ulaştı. Bu bir rekordur.�� ��O kadar anılması gereken sporcumuz var mıymış?�� ��Sen ne diyorsun Oğuz'cuğum, onları bitirmeye ömrüm vefa etmeyecek.�� Orhan, tıfıl bir delikanlıyken şımarıktı. Bakıyorum, altmış beşinde hálá şımarık gibi... Ama şımarmaya artık hakkı var sanıyorum. 4 Mayıs 2003
-
Ne olacak bu Fener'in hali?
Ne olacak bu Fener'in hali? (Oğuz Aral) Yıllar önce sevdiğim bir dostum vardı. Doğru dürüst bir adamdı. O yıllarda ortalık toz-dumandı. Sağcı ya da solcu olmak öldürülme nedeniydi. Aynı zamanda öldürme nedeniydi de... Asker geldi iktidara oturdu. Yaşına, kurusuna bakmadan adam toplamaya başladı. Topladıklarını çok ağır cezalara çarptırdı. Ne hikmetse bizimkinin adı azılı solcuya çıkmıştı. Solculuğu da iki kitap yazmaktan ve birkaç konuşma parlatmaktan öteye geçmemişti. Aslında gerçek bir yurtseverdi. Ama canını kurtarmak için ağlaya, höyküre yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Yıllar sonra Berlin'de kaldığım evde bir araya geldik sarıldık, sarmaştık. Kılığı kıyafeti bir acayipti. Kafasında külaha benzer bir kukuleta, üstünde ayak bileklerine dek inen turuncu bir entari vardı. Üstüne de allı güllü bir hırka giymişti. Fu-Man-Çu gibi sarkık bıyık bırakmıştı. İkide bir avuç içlerini göğüs hizasında birleştirip belden 90 derece eğiliyordu. O beyefendi adam gitmiş yerine panayır soytarısı gibi biri gelmişti. Hal hatır sordum. ��Ih bin gut... Vi geyts?�� ��Şöön... Ama niye Türkçe konuşmuyorsun?�� ��İh bin niht Türken. İh bin Doyç.�� ��Niye be?�� ��Çünkü beni Türk vatandaşlığından attılar. Ben de evlenip Alman oldum.�� ��Kılığın pek Alman kılığına benzemiyor ama.�� ��Bu benim dinsel kılığım�� dedi ve sonra elini hırkasının cebine sokup bir çıngırak çıkardı. Hani, kaybolmasınlar diye koyunların boyunlarına astıkları çıngıraklardan. Sonra çıngırağını hepimizin tepesinde tıngırdatıp Hintçe dualar okudu. Hintçe olduğunu anlamam Hintçe bildiğimden değil, lafların Raj Kapor'un ünlü Avaramu şarkısındaki sözcüklere benzemesindendi. ��Demek tabiyetinden sonra dinini de değiştirdin?�� ��Evet öyle oldu. Budizm'i kişiliğime daha yakın buldum. İnsana özüne dönmeyi öğretiyor. Daha huzurlu ve barışçı bir din.�� Çok üzüldüm, ama belli etmedim. Ülkem namuslu bir aydınını ben de sevdiğim bir arkadaşımı kaybetmiştik. Gecenin bir saatinde, ��Telefonunu kullanabilir miyim? Türkiye'den annemi arayacağım. Kaç para tutarsa öderim.�� ��Alman'lığın álemi yok!.. Canın ne kadar isterse o kadar konuş. Demek anne sevgisi unutulmuyor.�� ��Her hafta sonu mutlaka konuşuyoruz.�� Arkadaşım telefonu çevirdi. ��Anneciğim iyi akşamlar... Kaç kaç?�� ��......�� ��Kim attı?�� ��......�� ��Kaç yıldır şu Aykut'un adını bir türlü ezberleyemedin be anne!..�� ��......�� ��Tabii ikide bir değişecekler. Yeni oyuncular transfer ediyoruz da ondan. Galatasaray maçı ne oldu?�� ��......�� ��Ohh, beter olsunlar!.. Nee, hakem şu anda bir golümüzü vermedi mi?.. Bu memleket adam olmaz be! Ben seni 15 dakika sonra yine ararım. Avfviderzeyn mama!�� Sonra telefonu kapatıp bize döndü. ��Fenerbahçe'm 1-0 önde... Galatasaray'a da atlamışlar!.. Ya garidüş mehuu!..�� * Bu anlattığım olayı biraz abarttım ama özü aynen doğrudur. Demek ki milliyet, din gidebiliyor ama Fenerbahçe'lilik baki kalıyor. O arkadaşım, bir Fenerli Budist Alman olarak hálá Berlin'de yaşıyor. Krizler, savaşlar, depremler oluyor. Ama kısa bir süre sonra unutuluyor. İnsanların konuştukları konular değişiyor. Ama yıllardır değişmeyen bir tek konumuz var: ��Ne olacak bu Fenerbahçe'nin hali?..�� Belki siz de benim gibi Fenerbahçe'li değilsiniz. Hatta futboldan hoşlanmıyor bile olabilirsiniz. Ama ülkeyi depremden fazla sarsan ��Ne olacak bu Fener'in hali?��nden kurtulamazsınız. Arkadaşlarla Fener'siz iki çift laf edemez olduk. En güler yüzlü dostlarımın suratından düşen bin parça... Ciddi bildiğim köşe yazarları bile Türkiye-Amerika ilişkileri üstüne fikir yürütürken yazılarının altına ��Ne olacak bu Fenerbahçe'nin hali?�� diye not düşmeden duramıyorlar. Bizim müseccel Fenerli Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök'ü bile aylardır gördüğüm yok. ��Kahrından eve kapandı�� rivayetleri dolaşıyor gazetede. Adım gibi biliyorum; son aylarda karı-koca kavgaları bile artmıştır. * Bu nedenle bu hafta ben, sizlere Fenerbahçe'nin halinin ne olacağını anlatmaya karar verdim. ��Sen ne anlarsın bu futbol sanatından?�� diye düşünen olursa fena halde yanılır. Çünkü bizim gazetenin en eski spor yazarı ve çizeri benim. Can Bartu Fener'in basketbol genç takımında oynarken ben 45 yıl önce Yeni Sabah'ta, Vatan'da, Milliyet'te spor yazarlığı ve çizerliği yapıyordum. Adam azlığından milli maçlarda sahaya inip fotoğraf çektiğim bile olmuştur. Şimdi gelelim Fener'in hallerine... Şu anda Avrupa'nın en yaman futbol takımı Real Madrid değil mi?.. Teknik direktörü dahil bütün Real Madrid takımını Fener'e transfer edin. İki sezona kalmaz, adamlar Fener'de yine bu hallere gelirler. Niyesini, nedenini tam anlatmaya kalkarsam Yaşar Kemal'in kitaplarından kalın tutar. Kısaca anlatmaya çalışayım: Fenerbahçe Kulübü cumhuriyet değil, padişahlıktır. Seveni çok olduğundan eskiden politikacılar bu padişahlığa el atardı. Demokrat Parti seçimleri kazanınca Fener ümmeti, Halk Partili olmaktan vazgeçip Demokrat oluverdi ve Agah Erozan, Faruk Ilgaz gibi başkanlar edindi. Ama yıllar sonra politik güç, şampiyon olmaya yetmeyip işin ucu paraya dayanınca işadamları Fener Padişahı olmaya başladı. Bu işadamları ülkenin ilk kuşak zenginleri olduğundan bilimsellikten habersiz ağalardı. Osmanlı zamanında pehlivan besleyen ağalar gibi futbolcu beslemeye başladılar. Parayı bastırınca devşirme ve besleme topçularla şampiyon olacaklarını sandılar. Ama para gol atmaya yetmedi. Onlar da alacaklarına karşı kulübün kasasına haciz koyup kurtarabildikleri kadarını geri aldılar. Ama asıl parayı koccaman Fener'in başkanı olarak devlet işinden ve ihalesinden kazandılar. Bakanlarla, başbakanlarla aynı locaya oturup maç seyretmek ve muhabbet etmek kolay mı? Ali Şen, dediklerime en iyi örnektir. Türkiye'ye ne durumda geldi ve şimdi ne durumda?.. Onun için gidiyor gidiyor bir türlü gidemeyip tekrar geliyor. Onca insan, ��Ali Şen başkan Fenerbahçe şampiyon!�� diye acaba bedavaya mı bağırdı diye hep merak ederim. * Fener'in taraftarı da ayrı bir alem oldu. Eskiden Bostancı'dan Beykoz'a kadar Asya yakasının orta halli ve onurlu halkı Fener'i tutardı. Gecekondulaşmayla İstanbul'u mesken tutan ama kendini ��yaban�� hisseden köylülerimizin milyonlarcası bu kimlik bunalımından kurtulmak için fücceten Fenerli oldular. Fenerli olmak İstanbullu olmaktan kolaydı. Hayatında hiç top tepmemiş, hiç maça gitmemiş acaba kaç milyon Fener taraftarı vardır? Bu tip Fenerliler, Fenerli oldukları için kendilerini kulüpten alacaklı hissederler. Yaşamdaki ezikliklerini ancak şampiyonluk giderebilir. Ama şampiyonluk bir türlü gelmeyince kulübe, devlete sonra da yaşama kahrederler. Arabesk başlar. Artık Fenerli olmayan herkes onların düşmanıdır ve dönerci bıçağına layıktır. Tabii, bu taraftar çeşidi sadece Fenerbahçe'ye özgü değildir. Ama Fener'de Milli Takım kaptanı Rüştü'yü tekme tokat dövecek kadar boldur. Onlar için bilimsellik ve sabır sözcükleri Çince'dir. Bir de hücre gibi üreyen ��Eski Fenerliler, taze Fenerliler, gevrek Fenerliler, Osman Grubu, Hüsmen Grubu�� gibi sayısına bereket grupçuklar vardır. Bunların derdi paylaşım kavgasıdır ve kendi buldukları ağaları padişah seçtirmektir. Kongre zamanı çiçek açarlar. * Bir de spor gazeteciliği diye anılan ve Fener'i bu hallere getiren etkin bir meslek vardır. Bu gazetecilik türünün sporla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bunlar, sadece futbol basını ve yayınıdır. Futbol, spor değil sadece tenis gibi bir top oyunudur. Atlet koşar, yüzücü yüzer ama sahadan topu kaldırırsanız futbolcular sadece bale yapabilir. Bu yazarlar Milli Takım antrenörlerine işlerini öğretirler. Fener'in orta sahasına, arka sahasına, kenar sahasına kaç oyuncuyu ve kimleri almak gerektiğini bildirirler. Geçenlerde merak edip saydım, Fener yazarlarının gerekli gördüğü futbolcuları alırlarsa, Fenerbahçe Takımı'nın sahaya 30-40 oyuncuyla çıkması gerek. İçlerinde sevdiğim, iyi niyetine inandığım yıllanmış arkadaşlarım da var. Onları tenzih ederim. Ama reyting uğruna yapılan uyduruk kayıkçı kavgalarına adamın midesi dayanmıyor. * En son konuşulacak Fenerliler de hocalar ve topçular... Yüzlercesi geldi gitti. Hatta kovuldu. Bunların hepsi mi kötüydü yahu?.. Eğer kötüydülerse bunca kötü teknik direktörü ve futbolcuyu arayıp bulabilmek Fener'in ayrı bir marifeti ve dünya rekoru sayılır. * Diyeceklerimin onda birini diyemeden sayfa bitti. Arı kovanına çomak sokup zaten mebzul olan düşman sayımı çoğalttığımı biliyorum. Fenerli okurlarımın büyük bir kısmının bana küseceğini de biliyorum. Ama yine de adamın gazetecilik damarı kabardıysa, sözünü söylemeden edemez. Yüzlerce milyon doların döndüğü futbolun bir tepük oyunu olmayıp bir bilim dalı olduğunu kabul etmedikçe, Bu taze ranta üşüşen sineklerin yolunu kesmedikçe, Fener Kulübü işletmesinin bir bakkal dükkánı işletmesinden daha önemli olduğunu kabul etmedikçe torunlarım da büyüyünce birbirine ��Ne olacak bu Fener'in hali?�� diye soracaklar sanıyorum. 11 Mayıs 2003
-
Zengin kime derler?
Zengin kime derler? (Oğuz Aral) Ben, gülleri sulayıp yapraklarındaki salyangozları temizlemeye çalışırken Benek de bacaklarımı yalamaya çalışıyordu. Arada bir aşka gelip şefkatle dişlediği de oluyordu. Bunlar höstten çüşten anlamayan itlerdi. Yanlarında şortla gezmeye gelmiyordu. Çıplak bacak meraklısıydılar. Şunu bir tepeyim de sıska bacaklarımı rahat bıraksın diye bir iki tekme savurayım dedim. Önce terliğim komşunun bahçesine gitti. Sonra da elimdeki hortumu unuttuğum için suratım dahil sırılsıklam oldum. Benek oyun oynuyoruz sanıp büsbütün azdı. Öfkemden iti de ıslatmak aklıma gelmediğinden batatiz-suvancılar muharebeleri için hazırladığım kalın masa bacağını almaya koştum. ��Bak bu bacağı benim bacaklarımdan daha çok seveceksin!�� diye naralanıp tam itin peşine düşmüştüm ki 4 kağnı endamında simsiyah bir Lendrovır cip evin önünde durdu. İçinden lacivert elbisesi, lacivert kravatlı ve lacivert subay şapkalı bir herif indi. Bir arazi arabasından üniformalı bir şoför inince de o öfke arasında beni bir gülme tuttu. ��Sizi almaya geldim efendim.�� ��Niye?�� ��Çünkü Sadık Bey çağırıyor.�� ��Sadık Bey de kim?�� Şoför sanki Fatih Sultan Mehmet'i tanımamışım gibi yüzüme hayretle baktı. ��Sadık Beyefendi, 'Ne olursa olsun onu al getir!' diye emretti.�� ��Manavdan karpuz mu alıyorsun be! Her kim ise o dangalak beyine söyle gelmiyormuş de.�� Şoför bir hamle etti ama sonra durdu. Gözü beni kesmişti ama elimde salladığım masa bacağını kesmemişti. Bastı gitti. Öğleye doğru kerahat vakti için piyazlık fasulyeyi haşlarken evin önünde zart diye bir araba daha durdu. Bu seferki öbüründen de uzundu ve Mersedes bilmem kaçtı. Sanıyorum benim küçük evin cephesi kadardı. Arabadan bu kez kaptan şapkalı toparlak bir herif çıktı. ��Nerdesin be?.. Seni bulana kadar göbeğim çatladı!�� diye bağıra çağıra benim minik evin minik bahçesine daldı. Göz unutuyor da kulak unutmuyor. Rokfeller Sadık'ı çatlak sesinden tanıdım. Biz ona alay olsun diye Rokfeller derdik. Yani Amerika'nın en zengin adamının adıyla çağırırdık. Aynı gazetede çalışan gençlerdik. Hepimizin hayalleri vardı. Ben, dergi ve gazete çıkarmak isterdim. Altan Erbulak film yıldızı, Bedri Kazanova olmak isterdi. Tabii hepimiz para kazanmayı da düşlerdik. Ama Sadık'ın tek hayali vardı. O da zengin olmak... Sadece zengin olmak!.. Hepimizden az kazanırdı ama hepimizden daha çok parası vardı. Yemez, içmez, giyinmez para biriktirirdi. Ayın ikinci haftasından itibaren ufak bir faizle bize borç para verip hayatımızı kurtarırdı. Sarılıp sarmaştık. Belki 40 yıldır birbirimizi görmemiştik. Aldığı yeni 30 kilonun, benden daha kel olmasının, pırıltılı porselen dişlerinin dışında Sadık'ta fazla bir değişiklik yoktu. Mavi gözleri hálá aç aç parlıyordu. ��Senin ne haltlar ettiğini gazetelerden, dergilerden filan izledim. Ama sen ne yaptın diye sor bakalım.�� ��Ne yaptın?�� ��Zengin oldum. Buraya da 40 yıl sonra seni yatıma götürmek için geldim.�� ��Niye be?�� ��Yıllarca benimle alay ettiniz. Fakirliğimle alay ettiniz.�� ��Hayır, fakirliğinle alay etmedik. Zaten hepimiz fakirdik. Senin zenginlik tutarağınla biraz dalga geçtik.�� ��O zaman gel de zenginlik nasıl olurmuş gör. O yılan dilini de kulağına sok.�� Bu seferki şoför herhalde ikizdi. Ama tek bedende doğmuştu. İtirazın faydası yoktu. Fasulyenin altını kapattım. İtlerin mamalarını verdim. Yola koyulduk. Yat dediği prematüre bir gemiydi. Bir gemi yolcusuna yakın da mürettebatı vardı. Sadık haşatım çıkana kadar bana yatını gezdirdi. Sonunda arka güvertedeki keçi derisi şezlonglara yayıldık. ��Çok balık tutuyor musun?�� ��Ne balığı?�� ��İstavrit, lüfer, palamut filan... Böyle yatı olunca adam açılır kılıç balığı bile tutar.�� ��Benim yat yüksektir, balık tutulmaz.�� ��Cahil cahil ***********... Gariban millet Galata Köprüsü'nden bile çapariyle balık tutuyor.�� ��Balıkları satın almak dururken niye uğraşayım be?.. Gel öğle yemeği için yemek salonuna geçelim.�� Yemek salonunda 12 kişilik maun bir masa vardı. Arta kalan yerde de rahat çift kale maç yapılırdı. Bir Fransız aşçı gelip ne yiyeceğimi sordu. ��Bu herif Türkçe biliyor mu?�� ��Hálá öğrenemedi hıyar.�� ��O zaman nece konuşuyorsunuz?�� ��Sen de pek cahilmişsin, tabii aşçının tercümanı var.�� Aşçıya karides flambe ısmarladım. Ama flambesini Armanyak'la yapmasını söyledim. Adamcağızın gözleri ışıdı, biraz yüz versem az daha beni öpecekti. Herif Fransa'yı ve aşçılığı özlemişti sanırım. Rokfeller Sadık motoru gönderip kendine sahildeki kebapçıdan ezmeli acılı Adana kebabı getirtti. Bu ara salonun her yerindeki en son model dijital hoparlörlerden ��Dağda da davar güderim... Emine'me selam ederim...�� diye bir türkü sesi geliyordu. Sadık, ��Bu yatın tam 6 tane yatak odası var�� dedi. ��Zor olmuyor mu?�� ��Ne zor olmuyor mu?�� ��Bir gecede taksitle tam 6 yatak değiştirmek...�� ��Üstelik 6 tane de banyosu var. Üstelik tam tekmil...�� ��Herhalde çok kirlisin.�� ��Niye be?�� ��Temizlenmek için bir banyo yetmiyor. Altısını da sırayla dolaşıyorsun. Sen en iyisi hamama git.�� ��Hamam yaptırmak istedim ama bu yatı yapan İngiliz gávur firmasının aklı yatmadı.�� Sadık, sonra bana salondaki tablolarını gösterdi. ��Bak bu meşhur Fransız ressamı Matiz'in tablosu.�� ��Bu Matis değil. Modilyani. Üstelik adam İtalyan'dı. Matis şu kırmızılı olanı.�� ��Hay Allah hep karıştırıyorum. Ama bu Miro'yu İspanya'dan aldım.�� ��Miro ama sahte. Miro'yu taklit etmek çok kolaydır. Sanatı boşver, aşk hayatın nasıl gidiyor?�� Sadık bir düğmeye bastı. İçeriye birbirinden huri, selvi boylu, sütun bacaklı 3 kız girdi. ��Hangisine áşıksın?�� ��Zengin adamı biri keser mi yahu? Üçüne de áşığım. Nataşacıklarım benim!�� Kızlar Rusça kıkırdaştılar. ��Anladım sen gerçekten zengin olmuşsun Sadık. Seninle alay ettiğimiz için özür dilerim. Şimdi bana 100 milyar verir misin?�� ��Yüzde onla veririm ama sen geriye ödeyemezsin ki.�� ��Zaten ödemeyeceğim. Ben o parayı Lösemili Çocuklar Vakfı için istemiştim.�� ��Bıktım bu hayır kurumlarından be... Adamı muz gibi soyuyorlar.�� ��Çok haklısın Rokfeller'ciğim... Zaten parayı paylaşmak zenginler için değil fakirler içindir. Ama sen zaten zengin olamamışsın.�� ��Nasıl olamamışım be?.. Benim gávur dergilerinde bile dünyadaki 200 zengin arasında adım çıkıyor. Tam 10 tane tatil köyüm, uçak şirketim, 15 tekstil ve deri fabrikam....�� Sadık 10 dakikaya yakın saydı döktü. ��Zenginlik nedir diye hiç düşündün mü?�� ��Sen zaten gençken de pek akıllı değildin. Zenginlik demek, çok parası olmak demektir enayi.�� ��Zenginlik çok ya da az olan paranı paylaşmaktır. Çapariyle istavrit tutup tavada pişirip iki duble rakıyla götürmektir. Aşık olup aptal mektuplar yazmaktır. Armanyak'la Kurvazye konyağını birbirinden ayırabilmektir. Zenginlik, Çaykovski'yle Çekiç Ali'nin bozlaklarının beraberce tadına varabilmektir. Müşfik Kenter'le Peter O'Tul'un oyunlarını kıyaslayabilmektir. Bir şiiri yürek çırpıntısıyla okuyabilmektir. Modilyani'deki Afrika etkisiyle Van Gogh'taki Japon etkisinin tadına varabilmektir. Zenginlik minik bahçendeki gülleri sularken Bekir'in itlerini tepiklemektir enayi... Bak şimdi cebimde 60 milyon lira var. Otuzunu sana veriyorum.�� ��Niye be?�� ��Çünkü çok fakirsin ihtiyacın var. Bu 30 milyonla git iki kitap al.�� ��Sen hasedinden benimle dalga geçiyorsun ama milyonlarca vatandaşımız zengin olmak için kıçını yırtıyor!�� ��Aklı olan diktirir, gerisi yırtık kalır. Haydi bana izin ver gideyim.�� ��Dur seni benim Mersedes'le göndereyim.�� ��O yarma şoförü zahmete sokmayalım. Ben kendim giderim�� deyip yatın sancak tarafından çivileme denize atladım. Sahil zaten yakındı. Kurbağalama yüzerken ardımdan şapşavalak bakan Sadık'a seslendim; ��Yat aldıktan sonra yüzme öğrendin mii?�� 18 Mayıs 2003
-
Maskeli Çocuklar Haftası
Maskeli Çocuklar Haftası (Oğuz Aral) Tinerci çocuklar... Pis bezlerle arabalara saldırıp cam silme dilenciliğine sıvanan çocuklar... Yankesici-hırsız sokak çeteleri... Sapık katil kurbanı çocuklar... Para karşılığı ırzına geçilen sokak çocukları... Öz anası-babası tarafından bedeninde sigara söndürülen, dayakla kafatası çatlatılan bebek çocuklar... Depremde üstlerine devlet yatakhanesi çöken çocuklar... Tıklım tıkaç devlet hastanelerinde yatak sırası bulamayıp ölümü bekleyen çocuklar... Çocuklarımız!.. Vee, tombul dudaklarıyla ��Korkmayın doğurabildiğiniz kadar doğurun. Siz bakamazsanız, getirin ben bakarım!..�� diyen bir başbakan... Başbakanımız!.. * Günlük güneşlik bir pazar gününde yüreğinizi karartmak için yazmadım bunları... Tam tersine yaprak kokulu, keyifli bir pazar nefesi alıp içiniz şenlensin, umutsuzluğun yağlı karası papatya renklerine dönüşsün istedim. Çünkü, ülkemizde hálá direnen ve mucize yaratan insanlar var. * Lösemi, kısaca tanımlarsak bir kan kanseridir ve öldürücüdür. Gençlerde ve çocuklarda daha çok görülür. Ama çağımızda sürekli ilaç tedavisi ve sürekli bakımla bu beladan kurtulmak mümkündür. HER ŞEY BİR TELEVİZYONLA BAŞLADI Lösemili Çocuklar Vakfı Başkanı Hematolog Dr. Üstün Ezer bir SSK doktoru. ��Löseminin ilaç tedavisi, yani kemoterapi çok ağırdır. Hasta kendini çok kötü hisseder. Verdiğimiz ilaç kanser hücrelerini öldürür ama vücuda faydalı hücreleri de öldürür. Vücut dışarıdan gelecek en küçük mikroba karşı dirençsizdir. Bu nedenle SSK hastanesinde çocukları steril bir odaya topluyorduk. Maskenin ana nedeni budur. O kalabalıkta ve ilacın da etkisiyle hepsi çok mutsuzdu. Yavrular biraz eğlenebilsin, derdini unutsun diye yönetimden bir televizyon alınmasını istedik. Yüzbinlerce makam arabası, bir o kadar da lüks lojmanı ve dinlenme tesisleri olan devletimiz o sıralarda meğer harcamalarından kısıntı yapma kararı almışmış... Böylece, kısıntı da bizim lösemili yavruların televizyonuna rastladı. Herhalde bizim alınmayan televizyon sayesinde o yılki hükümet bütçesi de kurtuldu. Biz de o hızla bir vakıf kurduk. Önce sosyal yardım yaptık. Ama öyle belalı bir hastalık ki tedavisi üç yıl sürüyor. Yalnız ilaçla iş bitmiyor. Çocuğun yiyeceği, giyeceği ve yaşadığı ortam da önemli. Onu yaşama bağlı tutmak en önemli... 10 ay içinde hastanemizi yaptık.�� Dr. Üstün Ezer öyle alçakgönüllü bir delikanlı ki, ��Hastanemizi yaptık�� derken, sanki ��Káğıttan kayık yaptık�� der gibi önemsemeden konuşuyor. Oysa Ankara'ya gidip hastaneyi gördüm. Hasta yatakları, laboratuvarların filan dışında oyun odaları ve bahçesi, sinema salonu, öğrenim odaları var. Ayrıca bebek hastaların anneleri de hastanede banyolu ve konforlu odalarda kalıyor. En modern cihazlarla donatılmış bir de ameliyathane var. Yüzlerce çocuk ilik nakli için sıra beklerken, Sağlık Bakanlığı standartları uygun değil diye ameliyat izni vermemiş. Standartlara uymayan ameliyathane değil de merdivenler. Olması gerekenden 10 santim daha küçükmüş. En çok da hastanedeki bir alay dikiş makinesi beni şaşırttı. Hasta annelerine dikiş-nakış öğretiyorlarmış. Çünkü hastaların büyük çoğunluğu köy kökenli çok fakir ailelerden geliyor. Dikiş dikerek belki 3-5 kuruş kazanabilirler diye düşünmüş LÖSEV Yönetim Kurulu. ��Hastane dışında başka yardımlarınız da oluyor mu?�� ��800'ü aşkın lösemili çocuğumuz için ilaçtan oyuncağa, kömürden gıdaya her türlü yardım malzemesini kargo ile evlerine yolluyoruz. 225 yavrumuza her ay 75-100 milyon lira sağlık ve okul bursu veriyoruz. Ayrıca bizim bir de okulumuz var. Hasta çocukların derslerinden geri kalmamalarını sağlamaya çalışıyoruz. Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan lösemili çocuklara da erişiyoruz.�� ��Herhalde hayırsever zenginlerimizden bir hayli yardım alıyorsunuzdur.�� Doktor Üstün Ezer, yine başını öne eğip acı acı güldü: ��Vakfı kurarken biz de öyle ummuştuk. Ama anlı şanlı büyük zenginlerimizden hiçbir yardım görmedik. Bizim yardımseverlerimiz öğrenciler; esnaf, mütevazı tüccar, dükkán sahibi, ordu mensubu gibi orta sınıf halkımızdır. Bugüne kadar büyük bağış olarak Dr. Enver Ören'den 100 bin dolar, Kalebodur'dan da hastanemizin fayanslarını aldık. Ses sanatçısı Muazzez Ersoy Hanım da evini bağışladı. Gerisi akmasa da damlıyor.�� ��Ya devlet yardımı?�� ��Devletten yardım almıyoruz. Ama üste veriyoruz. Her ay KDV, muhtasar, vergi filan adı altında 20 milyara yakın cezalandırılıyoruz adeta.�� ��Hastalardan hiç geliriniz yok mu?�� ��Hastalarımızın tamamına yakını yoksuldur. Size çarpıcı bir örnek vermek isterim. Kızcağızın biri tecavüze uğramış ve bir çocuğu olmuş. Ailesi de namusumuzu kirletti diye kızı sokağa atmış. Doğan yavru da lösemi hastasıydı. Bizim bütün hizmetlerimiz parasızdır.�� ��Tamam tamam... Gerisi kalsın, ağlamak üzereyim.�� ��İşte bizim idealimiz yalnız tedavi değil, mutlu ve şenlikli bir yaşam sağlayabilmek. Bu nedenle dünyada ilk defa ULUSLARARASI LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR HAFTASI düzenledik. Bizimkilerle birlikte 15 ülkenin çocuklarını ağırlayıp gezdireceğiz. Şenliğimiz dünyada büyük ilgi gördü.�� ��Bir maske takıp gelsem beni de çocuklarınızla oynatır mısınız?�� ��Kapımız ve gönlümüz herkese açıktır.�� Milyonlarca insanın sadece yakındığı ülkemizde direnen ve başaranları görünce insanın pazar pazar içi ışıyor değil mi? LÖSEV: (0.312) 447 06 60 25 Mayıs 2003
-
Garip bir Tanrı misafiri
Garip bir Tanrı misafiri (Oğuz Aral) Televizyondaki filme daldırmıştım. Vakit geceyarısını geçeli epeyce olmuştu. Son bir sigara daha içeyim de aklımda kalmasın. ��Rüyamın tatlı bir yerinde kalkıp sahur sigaramı içmekten belki kurtulurum�� diye düşünürken cam tıngırdadı. Yine sığırcıklardır diye boşverdim. Ama devam eden ses sığırcık tıngırtısına benzemiyordu. Kalkıp pencereye gittim, camdan buruşuk ve koca kafalı bir herif bana bakıyordu. Gözlüğümü çıkarıp sildim ve tekrar taktım. Kafa hálá camdaydı. ��***** *****, sabaha kadar korku filmi seyredersen olacağı budur işte!�� diye homurdanıp salon kapısına doğru yürüdüm. Camda hiç kimse olamazdı. Çünkü ben 7. katta oturuyordum. Yerden en az 20 metre yüksekteydim. Apartmanın yüzünde tutunacak yer olmadığı için 7 katı Nasuh Mahruki bile tırmanamazdı. Ama kafamın içinde ince bir ses, ��Pencereyi açsana sırık *****, açlıktan ölmek üzereyim!�� diye çınladı. Buruşuk ****** baktım dudakları oynuyordu. ��Ne istiyorsun be?�� ��Biraz yiyecek istiyorum, şarjım bitiyor.�� ��Buraya nasıl çıktın?�� ��Biraz zıpladım. Sizin yerçekiminiz bizimkine göre çok az.�� Gecenin köründe Tanrı misafiri sokakta bırakılmaz deyip camı açtım ve ****** içeri aldım. İlkokul çocuğundan biraz irice, tüysüz, sap boyunlu biriydi. Bir koşu gidip masa lambasının ampülünü çıkardı ve ben, dur tut diyene kadar ince parmaklarını lambanın duyuna soktu. Odanın ve mutfağın elektrikleri bir anda gitti geldi ve kocakafa derin bir ��Ohh!�� çekip yalanarak koltuğa oturdu. ��Sende fazla pil var mı?�� ��Var ama ne yapacaksın?�� ��Üstlük olarak yiyeceğim.�� ��Ziftin pekini ye!.. Bir pil kaç para biliyor musun?�� ��Hep para para... Bir aydır buradayım ve para lafından gına geldi. Değiş tokuş aracı olarak hálá para adında ilkel bir káğıt parçası kullanıyorsunuz. Sen bana pil ver ben seni mutlu edeyim ödeşiriz.�� ��Ben zaten mutluyum. Senin vereceğini ne yapayım?�� ��Mutluluk bankasına yatırırsın. Kederli bir gününde bankadan çekip kullanırsın.�� Kocakafa, ağzını açtı, çan, zil, çatalın tabağa sürtme sesleriyle kedi miyavlamaları duyuldu. Yetmiyormuş gibi ***** tavanda başaşağı topaç gibi dönmeye başladı. Herhalde mutlu olayım diye şarkı söyleyip dans ediyordu. ��Aman, çok mutlu oldum. Tamam in artık başım döndü. Al sana pil�� deyip televizyon kumandasındaki pilleri çıkarıp verdim. Afiyetle yedi. Sonra da hüzünlenip koca gözlerini Salacak'ın ışıklarına dikti. ��Sizin yüzünüzden sınıfta kalacağım.�� ��Ay moruk, yoksa sen öğrenci misin?�� ��Ben daha 15 Mor Güneş yaşındayım. Yani sizin zaman ölçünüze göre 120 yıl filan eder.�� ��Höst, sen nerelisin ve kaç yıl okuyorsunuz?�� ��Ben Simo gezegenindenim ve bizim galakside öğrenim 300 yıldır. Tabii, sizin yıl hesabına göre. Onca bilgiyi başka nasıl öğrenebilirsin ki?... Sizi hiç anlayamadım.�� ��Üniversiteyi bitirmek için bile bize 15 yıl yeter. Aslında hayata atılmak için 5 yıl, 8 yıl bile yeter.�� ��İşte onun için sizi anlayamıyorum ya... 5 yıl okuyana bile ehliyet veriyorsunuz. Sonra da otomobil, kamyon dediğiniz teneke kutular içinde birbirinizi öldürüyorsunuz.�� ��Niye sınıfta kalacaksın?�� ��Beni buraya Uzay Medeniyetleri dersinin sömestr sonu ödevi için gönderdiler. Tam bir aydır ülkenizi öğrenmeye çalışıyorum. Ama hiçbir şey anlayamadım. Öğretmenime hologram kasetimi boş olarak vereceğim.�� ��Örneğin neyi anlayamadın?�� ��Türklerin kulakları neden bu kadar çok ağrıyor?�� ��Bunu da nereden çıkardın?�� ��Caddede, lokantada, otobüste herkes kulağını tutuyor. Demek ki kulağı ağrıyor.�� ��Hayır efendim, onlar cep telefonlarıyla konuşuyorlar. Ellerinde küçük birer telefon var.�� ��Niye konuşuyorlar?�� ��Belki önemli bir işleri vardır.�� ��Sizin kahve dediğiniz yerlerde bütün gün oturup, ha babam telefonla konuşan işsizlerin ne işi olabilir?�� ��Tabii, sen 500 yıl da okusan anlayamazsın. Bizde işsizlik en önemli iştir. Türklerin çoğu hayata işsiz olarak atılır. İşsiz olarak 10-15 çocuk ve ev sahibi olur. İşsiz olarak da vefat eder.�� ��Niye her yerde siyah-beyaz bayraklar asılı?�� ��Çünkü Beşiktaş'ın bayramı var.�� ��Demek bayramlarda bayrak asıyorsunuz?�� ��Evet.�� ��Geçenlerde 19 Mayıs'ta bayram vardı. Ulusal kahramanınız Atatürk Samsun'a çıkıp sizin Kurtuluş Savaşı'nızı başlatmışmış. O bayramda niye kimse bayrak asmıyor?�� ��Ne bileyim yahu, belki bayrakları yoktur.�� ��Milli bayrakları bile yoksa kulüp bayrakları nasıl var? Hem ben bu top oyunlarına birkaç kere gittim. Bu çocuklar ve onların hocası herhalde sizin paranızdan çok kazanıyor.�� ��Üüf, tomarla!�� ��Onlar koşuyor, oynuyor, çalışıyor, çalıştırıyor. Ama ötekiler ne yapıyor?�� ��Hangi ötekiler?�� ��Hani televizyonlarda, gazetelerde top vıdı vıdısı yapan yüzlerce kişi... Onlar futbolculardan niye daha fazla kazanıyor?�� ��Demek ki millet futbolu değil, vıdıbolu seviyor.�� ��Sizin erkekler niye öbür erkeklere kötü davranıyor?�� ��Hangi erkeklere?�� ��Hani kadın gibi yürüyen, kadın gibi cilveli konuşan erkeklere...�� ��Haa homoseksüellere... Kadınları ************** için bir erkeğin kadınsı olması erkekliklerine dokunuyor herhalde. Onun için aşağılayıp ibne filan diye hakaret ediyorlar.�� ��Madem o kadar kızıyorlar, kadınsı erkeklerin şarkı söyledikleri barları, gazinoları niye dolduruyorlar? Niye gerdan kırıp, göbek atıp oynuyorlar ve onlara niye dünyanın parasını ödüyorlar?�� ��Ne bileyim yahu git o ********* sor.�� ��Sordum, '*************' deyip beni kovaladılar.�� O sırada, sabah ezanı okunmaya başladı. Benim kocakafa kulaklarını dikti. ��Bu şarkıyı hep duyuyorum ama adamın ne dediğini bir türlü anlamıyorum.�� ��Arapça ezan okuyor.�� ��Beni buraya gönderirlerken herkes Türk'tür diye sadece Türkçe öğretmişlerdi. Demek siz Arapça da biliyormuşsunuz.�� ��Yoo bilmeyiz.�� ��Bilmiyorsanız ezanı niye Arapça okuyorsunuz?�� ��Bu dini bir namaz çağrısıdır. Dinimiz İslam olduğu için biz dualarımızı da Arapça yaparız.�� ��Din nedir?�� ��Tövbe tövbee... Din, insanları kötülük yapmaktan koruyan, Allah korkusuyla günah işlemekten meneden, kötü gününde Allah'a sığınıp huzur veren öğütler zinciridir.�� ��Yani bir ahlak öğretisidir.�� ��Tamam, öğretidir.�� ��O zaman bilmediğiniz bir dilde dininizi nasıl öğreniyorsunuz?�� * Sabah kan-ter içinde uyandım. Amma garip bir rüyaydı. Yoksa değil miydi?.. Bir koşu salona geçip kumanda aletinin pillerine baktım. Yerli yerindeydiler. Pencere de kapalıydı. Bir daha sabahlara kadar abuk subuk filmler seyretmemeye karar verdim. Rüya görmüştüm ama bu ay niye 200 milyon lira elektrik faturası geldi? 31 Mayıs 2003
-
Viva ukalalık!..
Viva ukalalık!.. (Oğuz Aral) Sıcaklardan mıdır nedir son günlerde üstümü başımı bir ukalalık bastı. Ukalalık ettikçe kendimi daha genç hissediyorum. Ukalalık daha çok genç adam işi çünkü. Ukala sözcüğü, Arapça akıl (akl) sözcüğünden geliyor. Bilgiçlik taslayan, her konuda mutlaka fikir sahibi olan maydanozlara deniyor. İngilizce karşılığı tam yok ama mecazen smart, vayz gay filan diyorlar. Tam Türkçe karşılığı olarak ��köşe yazarı�� ya da ��Sabancı�� terimini de kullanabiliriz. İşte bu yazdıklarım ukalalıktır. KİM EZİLSE BİTER ACABA? Allah gani gani rahmet eylesin, önemli bir gazetecimiz güpegündüz yaya geçidinde otobüs altında kalıp yaşamını yitirince medyamız aniden trafik terörünü yeniden keşfetti. Sayfa sayfa trafik yazıları ve TV'lerde trafik oturumları gırla gitmeye başladı. Ulaştırma Bakanlığı'ndan, Trafik Müdürlüğü'nden, Belediye'den hesap sormalar mı istersin, şoförlerin kaçta kaçı ruh hastası üstüne araştırmalar mı?.. Seç seç al... (Bu kampanya bir hafta sürer.) Oysa trafik teröründe ölenlerin ve yaralananların sayısı depremlerdeki kaybımızı defalarca katlar. Yanlış hatırlamıyorsam Başbakan'ımız Erdoğan'ın oğlu bile arabasıyla yılların ses sanatçısı Sevim Tanürek Hanım'ı ezip öldürmüştü. (Ve tabii ceza almamıştı. Zaten ülkemizde suç ve ceza ilişkisi şinanaynom!) İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar asker, kadın, çocuk demeden 22 milyon Rus'u öldürmüşlerdi. Sovyetler Birliği'nde şehit vermemiş tek aile kalmamıştı. Yakında Türkiye'de de bu trafik katliamına kurban vermeyen tek aile kalmayacak sanırım. Türkler deprem felaketine kader diyor. Ama yaya geçidinde paspal bir otobüs altında can vermek de kader mi be!.. Markalı kader olur mu? Murat marka, BMW marka, Mersedes marka kader olur mu? Sen otoyollara, asfaltlara milyarlarca dolar yatırım yap. Ama o araçları kullanacak, o yollarda gezecek insanına beş kuruş yatırım yapma ve öğretme... Çünkü, ötekilerden para kazanıyorsun. İnsana yatırımın kısa vadede avantası yok ve bizde zaten onlardan çok var. Neyse, ünlü biri tekrar trafik kazasına kurban gidene kadar trafik ukalalığımıza son verelim. TÜRKÇE Mİ, TURKISH Mİ YOKSA TURKCHE Mİ? Biraz önce Mercedes yerine Mersedes yazdım, wise guy yerine de vayz gay... Siz de farkındasınız sanırım, yabancı sözcükleri yıllardır o dilde yazıldığı gibi değil, inatla Türkçe okunduğu gibi yazıyorum. Zaten Osmanlı'dan miras aldığımız Arapça, Farsça, Fransızca ve Türkçe karışımı dilimiz 2.Dünya Savaşı'ndan sonraki Marşal Planı sayesinde tam bir aşureye döndü. Türk Basını yeni efendilerin dili olan İngilizce'yi keşfetti. İngilizce konusunda ne denli allame olduğunu yedi cihana göstermek için yıllarca ÇÖRÇİL diye yazdığı İngiliz Başbakanı'nın adını CHURCHILL diye yazmaya başladı. Kral Corc George, Henri Henry, Elizabet Elizabeth oldu. Ama Newyork'u Washington'u yazamadı. Çünkü ellerindeki hurufatta o zamanlar ��W�� harfi yoktu. Yerine ��V�� harfiyle yetindik. Bu kadar kusur kadı kızında da olurdu canım. İşte o gün bugündür hiçbir yabancı kişinin, şehrin, nesnenin adını doğru söyleyemiyoruz. Nüvyork'a Nevyork, Vaşıngtın'a Vaşington, Örnst Hemingvey'e Ernest Hemingvey, Cek Landın'a Jack London deyip duruyoruz. İşin en keşkül yanı da Fransızca'yı, Almanca'yı, Rusça'yı da İngilizce okumaya başladık. Betofın'a Bethoven, Şarl'a ve Karl'a Çarls, Mari'ye Meri demeye başladık. Besteci Çaykovski'nin adı da bizde oldu mu sana Tchaikovsky!.. Frenkler, onu kendi milleti Çaykovski okusun diye kendi gramerlerine göre yazmışlar. Çünkü onlar Kiril Alfabesi kullanmıyorlar. Sen, niye onlardan bir adın yazılışını kopya ediyorsun da adam gibi Çaykovski yazmıyorsun entelciğim? Bu isim çorbasının en komik kısmı da bizim spor yazar-söylerlerine nasip oldu. Besnatçik mi, Betnastçuk mu nasıl desek acaba?.. Daha dün televizyonda maç anlatırken bir sürü sunucu ��Cey Cey Okoçhaa!..�� diye naralanıp duruyordu. Cey İngilizce J harfinin söylenişi. Afrikalı Arabın adı belki Jerom belki de Jikoko'dur. Nereden bilelim? J harfi adının kısaltılmışı... Ama adam İngiliz değil ki ��Cey�� olsun. İngilizce yazıp söylemek için ıkınacağına sor öğren be kardeşim. Hiçbir yabancı dil bilmediği halde İngilizce yırtınan spor sayfacısı, yazarı ve söylerinin oranı yüzde 80'i geçer. Oysa kendi spor tarihlerine bakmayı akıl etseler biz okurların yaşamı ne kolay olacak... Spor yazarlarının ağababaları hiç ukalalık yapmadılar. Goal keepar'a kaleci, freekick'e frikik, shoot'a şut, goal'a gol, center halfback'e santrhaf, center forward'a santrfor deyiverdiler ve yazıverdiler. Böylece hepimizin dili döndü ve rahat ettik. Yakında gazetelerimizde Kalegi Rushtu, Becir Goshcun, Turkan Shoray, Haccı Dhevrim filan yazarlarsa sakın şaşırmayın. (Hişşt, Hakkı Devrim'ciğim madem dilciliğe soyundun bu laflarımın bir kısmı da sanadır.) BİZ YÜZDE KAÇIZ? Din işportacı esnafı parti kurup siyasete soyunduktan sonra birdenbire, ��Türkiye'nin yüzde 99'u Müslümandır!�� diye bir slogan peydah oldu. Bu esnaf, ne zaman ve nerede ağzını açsa, ��Yüzde 99'u Müslüman olan bu ülkedeee...�� diye nutuk atıyor. Bir taraftan ��Yüzde 99 Müslüman...�� diye yırtınıyor. Bir taraftan beni Müslüman�dan saymıyor. Sanırım ben yüzde 1 kısmına giriyorum. Çünkü ben içki ve sigara kullanırım. Çünkü, ben günde 5 vakit namaz kılmam ve oruç da tutmam. Çünkü ben inancımla arama hacı, hoca, şeyh, şıh takımını sokmam. Çünkü ben dinimizin Arapça öğretilmesine karşıyım. Çünkü ben, Hac'ca gidip Osmanlı artığı ve İngiliz Amerikan yalakası Suudiler'e her yıl milyarlarca dolar söğüşlenmemize de karşıyım. O parayı hayra harcarım. Üstelik benim eşim ve kızım kafalarına tas gibi bez parçalarını da geçirmezler. Çünkü Müslüman erkeklerin saç kılı görünce azacaklarına da inanmazlar. Yani ��En el hak!�� diyen şairi, Kubilay'ı, Van'da oruç tutmayan üniversite öğrencisini öldürecek kadar ve Sıvas Madımak Oteli�nde şair, yazar, karikatürcü aydınları yakacak kadar kin ve nefret dolu bu din amigolarına göre ben gavurum. Hatta gavur değil kafirim!.. Acaba ülkemizde benim gibi düşünen ve yaşayan kaç kişi var?.. Biz kaç kişiyiz? Bir milyon mu, yirmi milyon mu? Alevi, Bektaşi ve laikleri de sayarsak 50 milyon mu? Belki de daha fazla... Hani nerede kaldı senin zort zort öttüğün, ��Çoğunluk bizden haa!..�� diye aba altından sopa gösterdiğin yüzde 99 çoğunluk?.. Müslüman'ı sen mi tayin ediyorsun? Üstelik Osmanlı'nın mirasçısıyım diye övünmekte ve kendine kök aramaktasın. Osmanlı halkının yüzde kaçı Müslüman�dı haberin var mı?.. Rumlar'ı, Ermeniler'i, Yahudiler'i zorlatıp kaçırıp şimdi yüzde 99 Müslümanız demek ayıp değil mi? Osmanlı, mülklerine konmak için ne zaman Rumlar'ı Atina'ya tehditle kaçırmış?.. Beyoğlu'nu tarikatlar nasıl bastı?.. Bu rezillikleri yapmadığı için Koca Fatih de sana göre kafir miydi? Tövbe tövbe ya Rabbim... Bu ukalalık adamı kötü kötü söyletiyor. * Sahilde olta sallayan çocuğa, ��Böyle isravrit tutamazsın�� dedim. ��Niye?�� ��Çünkü çapariyi suyun üstünde sıyırtacaksın ki tüylere istavrit gelsin.�� ��Bu çapari değil zoka... Ucundaki de tüy değil yem. Üstelik istavrit de tutmuyorum.�� Oğlan koca bir balığı çekerken, ��Sizin kuşak zaten balıkçılıktan ne anlar?�� diye homurdanıp bir taksi çevirdim. Göstergeye bakıp şoföre, ��Benzinin bitmiş evladım�� diye uyardım. O da, ��Bu araba benzinle değil, gazla çalışıyor beybaba�� dedi. Viva ukalalık!.. 8 Haziran 2003
-
Ya vezir olacaksın ya rezil!..
Ya vezir olacaksın ya rezil!.. (Oğuz Aral) Hafta başında bizim yönetimden telefon geldi. ��Bu hafta büyük sınav haftası... Hürriyet ekte köşesi olanların yazılarını sınav üstüne yazmalarını düşündük.�� ��Aman, pek güzel düşünmüşsünüz. Eskiden de bayram günleri bütün köşe yazarları yazılarını hep bayram üstüne yazarlardı. Çocukken nasıl el öpmeye gittiklerini, nasıl mendile düğümlenmiş 10 kuruş bayram harçlıklarını alıp bayram yerine koştuklarını ve pamuk helvası alıp kayık salıncakta nasıl kolan vurduklarını anlatırlardı... Yani, al birini vur ötekine... Gazetelerde okunacak köşe kalmazdı.�� ��Bizim yazarlarımız usta yazarlardır. Fok balıklarının cinsel hayatı üstüne bile yazsalar okunurlar!�� Ben de ��bizim yazarlarımız�� takımından sayıldığım için emir kokulu bile olsa bu iltifata nasıl itiraz edebilirdim? 52 yıllık basın yaşamımda yönetim bir şey isterse yapılması gerektiğini nihayet öğrenmiştim. Hele yönetim, hanımlardan kuruluysa istekleri bir ��kader�� gibi kaçınılmaz olarak yerine getirilmeliydi. Yüzüme en dayanılmaz masum ve acıklı ifademi takındım. Boynumu göğsüme doğru büktüm. Alt dudağımı da ağlamaya hazır bebeler gibi sarkıttım. Kazık kadar herif de olsanız bu yürek paralayıcı pozlara hiçbir ana yüreği dayanamazdı. ��Yalnız yazı yine geç kalmasın Oğuz Bey!..�� Demek ki Neyyire Özkan ve Emel Armutçu taş yürekli birer anneydiler ya da bu acıklı hallerim telefondan görünmüyordu. * * * Babam gencecik ölmüştü. Anneciğim 29 yaşında 3 çocukla baba evine sığınmıştı. Bir çocuğu kurtarmanın tek yolu devletin bir okuluna yatılı olarak sokmaktı. Beni Kuleli Askeri Lisesi'ne göndermeyi düşündüler. Bu düşünce bana da cazip geldi. O yıllarda subaylarımız körüklü parlak çizmeler giyerlerdi. Yürürken de cırrt cırrt öttürürlerdi. Hatta kışın palto giymez, çok fiyakalı mavi bir pelerinle örtünürlerdi. Bir delikanlı subay yoldan geçerken genç kızlar sinekler gibi camlara yapışırlardı. Başvuranı çok olduğu için Kuleli'nin sınavları sırat köprüsünden bale yaparak geçmekten beterdi. Birinci, ikinci filan olamadım ama yüzlerce kişinin içinde onuncu da olmadım. Çok parlak bir not aldım. Matemli evimizde şenlik vardı. Ama beni Kuleli'ye almadılar. Çünkü boyum ve enim devletin koyduğu standart ölçülerin bir hayli altında çıktı. Bilgi sınavını becermiştim ama sağlık sınavını geçememiştim. Beni cüce sanmışlardı. Çünkü, doğum tarihime bakmamışlardı. Ben ilkokula 3. sınıftan başladımdı. Sınıf arkadaşlarımdan hep 2 yaş küçüktüm. Bu nedenle subay olamadım. Geçen yıl Cumhurbaşkanı'mızın bir kabul gününde Avni hayranı, zarif ve esprili ve de çok yıldızlı bir generalimizle muhabbete durduk. Ben bu sınav anımı anlattım. O da ��Demek ki sen bizim kara ordusunun sizin basın ordusuna bir hediyesisin. Kıymetimizi bilin�� dedi. Sevimli generalin boyu benim çeneme zor geliyordu. Yahu, ben bunları daha önce yazmış mıydım acep?.. İçimde öyle bir duygu var. İhtiyarlık güzel meslek ama, ah bunaklık olmasa!.. * * * Üçgenlerin iç açı toplamları bütün okullarda 180 derecedir ya... Acep ukalalar için öyle midir? Yıllardan bir yıl günlerden bir gün matematik sınavı var. Bana da üçgenli bir soru geldi ve kıyamet koptu. Çünkü soru düzlem geometrisine göre... Ama dünyada düzlem yok ve her yer yuvarlak. Hele benim gibi baş ukalalar için yuvarlaktan da yuvarlak!.. Yani dünyanın üzerine çizdiğimiz bir üçgenin iç açıları toplamı hiçbir zaman 180 derece etmiyor, daha fazla çıkıyor. Ben de üçgenin iç açıları toplamını 270 derece olarak hesapladım ve sonuç tabii yanlış çıktı. Ama hamdolsun aynı ukalalığımı 70'ime doğru da sürdürdüğüm için size açıklamak isterim. İşte dünya... Kutuptan ekvatora bir dik inerseniz 90 derece açı yapar. Yine aynı kutup noktasından 90 derece bir açı alıp ekvatora bir dik indirirseniz o çizgi de ekvatorla 90 derecede kesişir. Üç adet 90 derece etti mi sana 270 derece!.. Üçgen de dünya üzerinde çizilmiş bir üçgen!.. Çizimle nah şöyle: Öğretmenim de bana, ��Aferin, uzay geometrisinden geçtin. Ama Öklid geometrisinden kaldın!�� deyip o yıl beni matematikten bütünlemeye bırakmıştı. Ukala hoca ne olacak!.. * * * Aslında yaşamın her zamanı herkes için bir sınav!.. Doktorlar için her hasta, her ameliyat bir sınav. İşadamı için yatırım sınav... Her aşk bir sınav... ��Ya onu mutlu edemezsem��in yürek töpürtüsünü hangi okul sınavında yaşayabilirsiniz? Bir boksör, bir futbolcu ya da benim platonik aşkım Süreyya Ayhan için her koşu bir sınav!.. Köşe yazarıdaşım Pakize Suda için sahneye çıktığı her gece bir sınav... Onu izlemeye gelenlerin keyif ve mutluluk beklentilerini ya karşılayamazsa?.. Sınavcılardaki ��Ya kazanamazsam, beni sevenlerin, benden başarı bekleyenlerin düş kırıklığına nasıl katlanırım?�� korkusu nasıl bir zülum!.. BÜTÜN SINAVLAR VAHŞİDİR!.. Yaşam boyu seni Kollezyum'da yırtıcı ve adam eti yeme konusunda tecrübeli arslanların önüne atarlar. Bazen arslanı yenersin ama yaşamı yenemeyebilirsin. Çünkü, bütün sınavlar SAÇMADIR!.. * * * Benim hocalık yıllarım öğrencilik yıllarımı bir hayli geçti. Eh, hocaysan ne öğretip ne öğretemediğini anlamak için sınav yapacaksın. Böylece, yaptığım sınavlar girdiğim sınavları katladı. Tüyü yeni bitmiş Gırgır'ın taze karikatürcüsü Hasan Kaçan'ın Türkçesi bir felaketti. Arkadaşlarıyla konuşurken ��Annıyon mu agaa?�� gibisinden sesler çıkarıyordu. Güzel çizip daha güzel espri bulduğu için o gencecik yaşta Gırgır Dergisi'nin yönetim kurulundaydı. Hasan'a bir kısım Kayserili, bir kısım Kasımpaşalı bir tercüman bulamadığımız için Türkçe öğretmeye karar verdim. İlk ev ödevi olarak da Kemal Tahir'in Devlet Ana romanını okumasını söyledim. Bir hafta sonraki toplantımızda Hasan'ın ev ödevini yapmadığı anlaşıldı. Ben de acımasız bir hoca olarak gelecek hafta Devlet Ana'yı okumazsa maaşından can yakıcı bir ceza keseceğimi Hasan'a Kasımpaşaca anlattım. Sınav haftası gelince Hasan Kaçan'a Şövalye dölö Manş ile Osman'ın anası arasında neler geçtiğini sordum. O da bir on dakika anlattı. Anlattıkları romandan daha heyecanlıydı. Ama dölö Manş'la Devlet Ana karşı karşıya hiç gelmemişlerdi. Zaten romanda o isimde bir herif yoktu. Böylece Hasan'ın Don Kişot'u da okumadığı anlaşıldı. Ben de maaşının dörtte biri kadar bir cezayı hart diye kestim. İşte sınıfta kalıp babasının aylık kazancı kadar ceza ödeyen Hasan Kaçan, şimdi o akıcı Türkçe'siyle televizyondaki ��Ekmek Teknesi�� dizisinin kocca senaryosunu yazıyor, bülbüller gibi Türkçe şakıyor. Zaman zaman ben de heyecan içinde izliyorum. Ben size bütün sınavlar saçmadır demedim mi? * * * Bizim Mecidiyeköy'de şirin bir ekmek fırını vardır. Sevimli ve esprili iki delikanlı işletir. Dün fırına gittim. ��Bana bak Ragıp, üçgenlerin içaçı toplamları 180 derece, Yavuz Sultan Selim de 1517'de Hilafeti Gansu Gavri'den aldı. Ayrıca diz iz a bred�� dedim. O da ��Tamam abi, sınavı kazandın, al sana bir bred�� dedi. ��Ben ekmek istemiyorum ki!�� ��Ya ne istiyorsun?�� ��Aferin istiyorum. Ama sınavı geçemezsem de aferin istiyorum.�� ��Niye?�� ��Sen sınav cehennemine girip çıkmayı kolay mı belledin?�� Not: Ben de bu ısmarlama yazı sınavından geçtim mi acaba? 15 Haziran 2003
-
Hastayım, yazı mazı yok!
Hastayım, yazı mazı yok! (Oğuz Aral) ��Huysuz İhtiyar, rahatsız olduğu için bu haftaki yazısını yazamamıştır�� diye yazıya başladım ve burada bitirmek niyetindeydim. Gerçekten en az 5 yerimden hastayım. ********* teker teker gelmiyorlar ki... Beşi birden çullanıyorlar. Geçen sabah uyandım ama kalkamadım. Bel ve leğen kemiklerimdeki sancı yüzünden kalkmak bir yana, kımıldayamıyorum bile. Siz hiç sırtüstü dönmüş bir hamamböceği gördünüz mü? Debelenip durur ama bir türlü dönemez. İşte benim halim de böyle. Üstelik debelenmek şöyle dursun, burnumu bile kaşıyamıyorum. Kımıldayınca sancı azıyor. İşte bu durumda ne olur?.. Tabii, günde 3-4 paket sigaradan mütevellit 7.15 öksürüğü nöbetim tutar. Her köh köh edişte belime çiviyle delik delip kurşun akıtıyorlar. ��Durun, işkenceyi kesin!.. Hepsini itiraf edeceğim... Evet onları ben öldürdüm. Kapalıçarşı'yı ben yaktım. Komşum Osman Bey'in bahçesinden dutları ben çaldım!..�� diye iniliyorum. Ama asıl rezillik ondan sonra başlıyor. Benim ara sıra kekeme olan bağırsaklarım öyle şiddetli öksürüğe gelemez. Öksürmenin freni yok ki durdurasın. ��Köhh!.. Köhh!..��leri becerebildiğin kadar kibarca ve sarsmadan ��Üh.. Ühh..��lere çevirmeye çabalıyorum. Sonunda başucumdaki mendili dişlerimin arasına sokup ısırıyorum. Hem öksürüğe hem bel ağrısına az da olsa faydası oluyor. Ama bağırsaklarımdaki trafiğe mendil kár etmiyor. Adamlar yola çıkmış bir kere... Altımdaki ortopedik İngiltere'den ithal yatağa ödediğim milyonlar aklıma geliyor. Can havli ve para havliyle sağ omzumun üstüne dönüyorum. Yine iniltiler arasında devrilip kendimi dört ayak üstü yere bırakıyorum. Allah'tan yatağın hep kenarında yatarım. Böylece ağzımda mendil, inleye emekleye tuvalete doğru yola çıkıyorum. Sancıdan doğrulamadığım için yatak odasının kapısını bir banka kasasını açar gibi ustalıkla açıyorum ve koridora çıkıyorum. Hay çıkmaz olaydım, Elif'le burun buruna geldim. Aslında burun dize geldim. Elif, 20 yıldır benim çerimi, çöpümü, döküntümü temizleyip paklayan, evimizi yaşanır hale getiren bir emekçidir. Babasız kalmış 3 evladını dişiyle tırnağıyla büyütmüş, okutmuş ve adam etmiştir. Bizim aileden biridir yani. Benim zıpırlık ve tuhaflıklarıma şerbetlidir. Ama bu kez gerçekten şaşırdı. Ben de Elif'e ilk kez aşağıdan yukarıya doğru bakıyordum. Meğerse bizim Elif Bacı amma heybetli bir kadınmış. ��Ne oldu aabey, yere bir şey mi düşürdün?�� ��Daha değil, ama düşürmek üzereyim. Sen sorgu-suali bırak. Kenefe koş ışıklarını yak, kapısını da açık bırak. Sonra da gidip kendini mutfağa kilitle!..�� derken tuttu beni bir gülme ki öksürükten tehlikeli!.. Yazı, hastane tabelasına dönmesin diye bilek şişmelerimi, gutlarımı, çarpıntılarımı, mide asitlerimi, Vagatonomi filan anlatmayacağım. Bu yaştan sonra da kızamık geçirip kabakulak olacak halim yok ya... Bu yaş dedim de aklıma geldi; bu yaş hangi yaş? Siz bu yazıyı okurken ben yetmişe iki hapşırık kalmış olacağım. Yani bugün benim yaş günüm. Sanıyorum Çetin Altan'ın da yaşgünü. Bütün antikalar bugün mü doğuyor nedir? Adama yaşgününde 68'e girdin diyorlar. Devlet bile kafakağıdıma bakıp 68'e girdin diyor. Ama kimse benim fikrimi sormuyor. ��Girmek ister misiniz, ya da hangi yaşa girmek istersiniz?�� gibisinden insana nezaketen sorarlar be!.. Belki 30 belki de 90 yaşıma girmek istiyorum. Benim karikatür okurlarımın büyük çoğunluğu nedense hep erkekti. Biz hep erkek erkeğe ve sap sapa muhabbet kurardık. Altmışından sonra bu Huysuz İhtiyar yazılarına başlayınca okurlarımın cinsiyeti değişti. ��Size bayılıyoruz... Ah ne güzel yazıyorsunuz... Kadınların duygularını sizin gibi anlayan yok...�� gibisinden baş döndürücü iltifatlar mı istersiniz? Yoksa sokak ortasında Tarkan gibi çevrilip şapır şupur öpülmekler mi? Beğen beğendiğini... Üstelik bu hanımların yaşı kaç olursa olsun hepsi de bir içim su... Önceleri hoşuma sonra ağırıma gitmeye başladı... Demek ki beni dişleri dökülmüş bir çomar gibi ısırmaktan aciz ve tehlikeli barajını aşmış bir erkek yerine koyuyorlardı ki, dedelerini mıncıklar gibi oramı buramı burup mıncıklayıp gönül rahatlığıyla öpüyorlardı. Ben de hem kadere hem bu fıstık hanımlara isyan edip ��20 yıl, 30 yıl önce nerelerdeydiniz be!..�� diye naralar atmaya başladım. * * * Dün gece baston yardımıyla Eczacıbaşı'nın eğitim ve kültür hayrına yaptığı müzayedeye katılmak zorunda kaldım. Satılacak olan eserler biz karikatürcülerin seramikten heykelleriydi. Yarım trilyona yakın para toplanınca küçük, büyük bilumum dillerimi yuttum. Bence müzayedeyi yöneten Rafi Portakal, Selahattin Beyazıt'ı ve İnan Kıraç'ı batırdı. O yaştan sonra memuriyet, yöneticilik filan gibi bir iş aramaya başlarlarsa şaşmam. Rafi, öyle şeytan tüylü bir delikanlı ki, üçer beşer milyar arttırıyor, sonra da adamın gözüne bakıp, ��Bu size yakıştı, diil mi Selahattin Bey, yoksa bunu bir Fenerli'ye mi kaptırmak istersiniz?�� diye soruyor. Selahattin Beyazıt da GS'nin eski başkanı... Gaza gelip de 5 milyar daha arttırmamak mümkün değil. Bu delikanlı adamın azı dişinin dolgusunu müzayedeye çıkarır da dolguyu bir Mersedes fiyatına yine sahibine satar. Dayanamayıp, ��Allah rızası için bir gün beni de sat Rafi!.. Belki üç beş kuruş ederim ve parayı kırışırız�� dedim. * * * Anlatmak istediğim, Rafi'nin hüneri değildi. Ama sarhoş kafayla lafın ucunu zaptedemedim. Sarhoşluk vallahi içkiden değil. Avuçla ağrı kesici ilaç alınca adam zurna gibi oluyor. Bir büyük kaç para eder?.. İşte, dün gece ortamın en güzel yaşında servi endamlı bir hanım beni yine mıncıkladı. Ben de ünlü, ��20 yıl önce nerelerdeydin?�� naramı salladım. Hanım, ��Şikáyetçi misin?�� diye sordu. ��Tabii, şikáyetim şekvam var! İnsan 20 yıl rötar yapar mı?�� Kuğu boyunlu hanım, bebesini azarlayan bir anne gibi parmağını burnuma doğru salladı. ��Şikáyet etme şükret, bunu da bulamayanlar var!�� Aldı mı beni depremsel bir gülme... Bir ara yağmur yağıyor sanıp gözlüğümü sildim. Meğer gülmekten gözlerim yaşarmış. * * * Zaten bu hafta Mevlam bana ��Gül ya kulum!�� demiş. Ben de ağzımı bir tür toplayamıyorum. Televizyonda haberleri izliyorum. Sıcaklarla birlikte Antep'te damdan düşmeler de başlamış. Antep dediğin kentin yarısı Paris, yarısı Şam... İnsanlar bin yıllardır Güneydoğu'da gecenin o cehennem sıcağına katlanamaz damda yatarlar. Çok da iyi ederler. Ama bin yıllardır niye patır patır düşerler anlayan beri gelsin. Ekranda oflayan, feryat eden dam kurbanlarını gördükçe hem içim acır, hem bir gülme tuttururum. Evin ağası son model otomatik Honda kullanır. *** cebinde telefonu da vardır. Evdeki çamaşır, bulaşık makineleri zaten tam otomatik ve elektronik beyinlidir. Ama evinin damına bin yıllardır korkuluk yapmaz. Niye yapmaz, hikmetinden sual olunmaz. Ama en tehlikeli gülmeyi Başbakan'ımızın Malezya gezisinde yaşadım. Sayın Başbakan'ımızın Allah'ın sıcağında yorganlara sarınarak dolaşan sayın eşi duygulu, rikkatli, merhametli bir hanım olduğu için kimsesiz yavrular yurdunu da ziyaret etmiş. Dinci kanallarda izliyorum, bebeleri kucağına alıp öpüyor. Sonra da onlara ��Hav ar yu?�� diyor. Nasılsın diye İngilizce sorduğu bebe bir-iki yaşında. Bırak İngilizce'yi daha kendi dili olan Malezyaca'yı bile konuşamıyor. Bu arada TV anlatıcısı da Sayın Erdoğanlar'ın İngilizce'yi ilerlettiğini duyuruyor. İnsan bir buçuk yaşındaki Malezyalı çocukla niye İngilizce konuşmaya çabalar acaba? İşte o gülme krizi sırasındaa.... Neyse gerisini anlatmayayım. Uzun sözün kısası hastalık nedeniyle bu hafta dükkánımız kapalıdır. Yazı mazı yok, kusura bakmayın. 22 Haziran 2003
-
Zıplayan tarih
Zıplayan tarih (Oğuz Aral) Geçenlerde dedemden dinlediğim bir mahpushane öyküsü aklıma geliverdi. Pehlivan dedem kolay kızmazdı. Ama kızınca da tutabilene aşkolsun. Bu nedenle anneanneciğimin mahpushane ziyaretleri çokçadır. Son anımsadığıma göre genç ve şımarık bir müddeummiyi yani savcıyı ve de arkadaşlarını dövmüştü. Avukat olan babam dedemi hapisten zor çıkarmıştı. Dedem eve mahpushane hatırası olarak bir bit ordusuyla dönmüştü. Galiba uyuz da kapmıştı. Çocuk yaşımda dinlediğim için öykünün inceliklerinin pek farkına varamamışım. Şimdi anımsayınca beni fena çarptı. Sizlerle paylaşmak istedim. Dedemden dinlediğim gibi anlatacağım. * Devir Abdülhamit devriydi. Edirne Mahpushanesi'nde 4 kişiydik. Balkan Savaşı'na katılsınlar diye mahpushaneleri boşaltmışlardı. Biz savaş sonrasının ilk mahpuslarıydık. İki efendiden delikanlı vardı. Biri evkafta biri vilayette katipmiş. Hafiyeler, bunları Cöntürk diye gammazlamışlar. Çünkü biri Fransızca biliyormuş. Öteki de cumaları camiye gitmiyormuş. Hatta oruç bile tutmuyormuş tövbe tövbe... (Dedem o zamanın lisesi olan idadi mezunuydu. Sarı Hafız namlı bir pehlivandı. Her ramazan oruç tutup ve Kuran'ı aslından okuyup hatim indirirdi. Ramazan ayından geri kalan 11 ayda da içerdi.) Mahpuslardan biri hırsızdı. Zorluk yılları, açlık yıllarıydı. İşe tavuk çalmakla başlamış, sonra işi büyütüp inek, at çalmaya vardırmıştı. Yıllar boyu yakalanmamıştı ve hepimizden zengindi. Uzun mahpushane gecelerinde uzun muhabbetler olur. Mahpushane yoldaşlığı yolculuk arkadaşlığı gibidir. En candan dostuna bile açıklamadığın sırları gece yarısı koğuş arkadaşına deyiverirsin. Çünkü, çıkınca birbirinizi artık görmeyeceksinizdir. Bir gece Muhsin'e sordum: ��Kaç yıldır hırsızlık yapıyorsun?�� ��Vallaa, ayını yılını unuttum Hafız... Yirmi beşimde miydim neydim? Hacıların çil horozunu kapıp sattımdı. Şincik ellisine vardımsa sen hesap ediver.�� ��Bunca yıl, mahpushane seni adam etmedi mi?�� ��Te be, benim bu ilk mahpusluğumdur. Daha önce hiç dam yüzü görmedimdi.�� ��Onca yıl yakalanmamayı nasıl becerdin?�� ��Abe Sarı Hafız, sen okumuş yazmış adamsın. Ama yine ***** kalmışsın. Bir hırsız niye çalar?.. Satmak için bittabii... Çaldığım koca davarı oturup yiyecek değilim ya! İşte mesleğin ince yanı nah burası; kime satacaksın?.. Tabiy ki seni yakalayacak olana satacaksın. Yani, zabıta amirine, hatta hakime satacaksın. Onlar altın yumurtlayan tavuğunu keser mi?�� ��Öyleyse niye buradasın?�� ��*****lığımdan!.. Sarayiçli Hüsmen Ağa'nın ahu gözlü bir merkebi vardı. Eşek dersem sanma ki zelil bir karakaçan. Say ki miralayın bindiği bir küheylan!.. Merkebe atladığım gibi satmak için karakolun yolunu tuttum. Hakime olmazsa kolluğa en az üç altına satacağım. Kollukçular 'Ohoo Muhsin kızan, biz de seni bekliyorduk, hoş geldin sefalar getirdin' diyerek beni buraya tıktılar. Meğersem Sarayiçli Hüsmen'in gudubet kızıyla bizim kadı bozması hakim nişan takmışlar. Biz köylük yerde barındığımızdan Edirne'de olup bitenden haberimiz yok. Ben hırsızlıktan değil, bir nişan yüzüğü uğruna buraya düştüm Hafız.�� Bir gün koğuşu kolluk bastı. Her bir köşeyi yıkayıp yundular. Bizi de önlerine katıp hamama götürdüler. Biz, bu saltanat nereden icap etti diye tefekküre dalmışken koğuşa Kolağası Yüzbaşı Deli Ferhat Bey'i getirdiler. Deli Ferhat Bey'i hiç görmemiştik ama namını duymuştuk. Mahkeme, pazaryeri, evkaf filan dinlemez, kırbacıyla bir dalıp dağıtır her bir yerleri yola yordama sokup nizam ve intizamı sağlarmış. Osmanlı'nın son savaşlarının tümüne katılmış. Madalyalarının hepsini bir kerede takamazmış. Çünkü ufak tefek kara kuru bir subaydı. Göğsü onca madalyayı takacak kadar geniş değildi. Ama bu sefer kafasını sert kayaya çarpmıştı. Hafiyelik edip İstanbul'da saraya haber uçurduğu ve Edirneli genç Osmanlıları gammazladığı için müftüyü önüne katıp yer misin yemez misin diyerek Edirne Çarşısı'nı dolandırmıştı sanırım. O sırada yeni kurulan gizli İttihat-ı Terakki Cemiyeti'nin üyesiydi. Koğuşa girince sanki emir verilmiş gibi hepimiz hazırola geçtik. O da kıtasını teftiş eden bir zabit doğallığıyla ��Rahat!�� deyip bir ranzaya oturdu. Herhalde yapımdan ötürü beni gözüne kesmiş olacak ki yanına çağırdı. ��Senin suçun ne?�� ��Ben, bir Rum fırıncıyla iki oğlunu dövdüm.�� ��Niye?�� ��Müslümanlara ekmek vermiyorlardı. Verdiklerinin içinden de çivi, çorap filan çıkıyordu.�� ��Bu çocuklar kim?�� ��Onlar Cöntürk.�� ��Öyleyse bu gece kazmaya başlayacağız.�� ��Nereyi?�� ��***** Hafız, tabii burayı... Dört, beş metre tünel açarsak duvarın dışına çıkarız. Sonrası selamet. Osmanlı çökmüş, bizi artık kim tutar?�� Biz de kazmaya başladık. Kazıdan çıkan toprakları gömleğimize, koynumuza doldurup kollukçular bizi volta için bahçeye çıkarınca yere döküp üstünde tepiniyorduk. Kazıyı kaşıkla, yemek sahanıyla yapıyorduk. Bu yüzden karış karış ilerleyebiliyorduk. Cöntürk delikanlıların attığı nutuklardan ötürü beni de bir hürriyet ateşi sarmıştı. Sabah namazımı kılar kılmaz kazmaya başlıyordum. Hırsız Muhsin yan çizdiği için herifin güneş yanığı ensesine bir iki şaplak çekmek zorunda kalmıştım. Cöntürk'lerin kaleme alışmış ellerinin kazıya pek faydası olmuyordu. Ama 8 ay sonra duvarın dibine gelmiştik. Deli Ferhat, zabitan elbiselerini fora edip bitkin düşene dek kazıyordu. Onu yarı baygın sırtlayıp delikten ben çıkarıyordum. Bir gece yarısı topraktan çıkıp mübarek ayı görmüştüm. Demek ki duvarın dışına varmıştık. Kıçın kıçın bir koşu emekleyerek Ferhat yüzbaşıma muştuyu verdim. Ertesi sabah namazından sonra da kaçmayı düzenledik. Biz sabah namazını kılarken koğuşu yine kolluk bastı. Mahpushane müdürü elinde bir telgraf kağıdı, ��Artık serbestsiniz. Aff-ı Şahane çıktı. Padişah Efendimiz hepinizi affetti�� dedi. Biz hepimiz müdürün emrini ikiletmeden toplanmaya başladık. Ama Deli Ferhat, ��Beni affedecek padişah daha Valide Sultan'dan doğmadı. Çıkmıyorum be!�� diye gümbürdedi. Aylardır kazdığımız tünele mi yanalım, Ferhat Ağa'mızın kalmak istediğine mi yanalım? O şaşkınlıkla, ��Biz de çıkmıyoruz�� dedik. **** Ferhat, ��Siz çıkın!�� diye emretti. Biz de kös kös çıktık. ��Ee, **** Ferhat ne oldu atababa?�� (Biz dedemize atababa derdik) ��Sonra Kolağası Ferhat Bey'i bir gece tünelden çıkarken zaptiyelerin vurduğunu duyduk. Rivayete göre Hırsız Muhsin, bizim tüneli gammazlamış. Muhsin'i de Cöntürk İsmail vurmuş.�� Nasıl yapyakın bir tarihten gelip de Örevizyonu kazanıp, yarı final oynayıp, Yaşar Kemal'imizin romanlarını yedi düvele okuttuğumuzdan haberiniz var mı? (Bin kerre özür dilerim) Ben gibi bir Osmanlı pelvan torununun Kembriç, Viyana Hukuk, Brüksel Üniversiteleri'nde konferans verebileceğini hayal edebilir misiniz? (Utandığım için gerisini söyleyemiyorum.) Allah rızası için tünel kazmayı bırakmayın! DUYURU BİZ, İHTİYAR BOKSÖRLER KULÜBÜ yavrularımızı tekmeli, tepişmeli ve tehlikeli sporlardan korumak için bir yaz kursu düzenledik. Hiç yumruk yemeden, saçı bile bozulmadan boks öğretiyoruz. Boks yavrunuza hem beden hem ruh kontrolü sağlar. Kursumuz 12 yaşından büyük kız ve erkek delikanlılara açıktır. (2 Avrupa Şampiyonu kız boksörümüz, makyajları bozulmadan Macaristan'dan yurda döndüler. Haberiniz var mı?) Dersleri, Türkiye Şampiyonu ve milli olmuş efsane boksörlerimiz verecektir. (Vural İnan, Vedat Karakurum, Tacettin İçsel vb.) Kurslar, en gelişmiş sağlık ortamlarında ve bilimsel ve de şenlikli yapılacaktır. Veee en önemlisi, BEDAVADIR!.. Ne yazık ki kurslarımız şimdilik sadece İstanbul'un iki yakası ile sınırlıdır. Dileyen bizi arasın. Hasan Çolakoğlu (Sosyolog ve Milli Boksör): 0.212 544 32 07 ve ben (İst. Yıldızlar 2.'si ve Karikatürcü): 0.212 275 33 76 29 Haziran 2003
-
Sahici bir masal
Sahici bir masal (Oğuz Aral) Can kardeşim Altan Erbulak'la yıllarca hep aynı odalarda çalışmıştık. Bazen, ayrı gazetelerde çizsek bile yine birbirimizin odasına gidip çalışırdık. Arada bir bizim odaya Mıstık da düşerdi. Ama gelirken eli boş gelmez, hediye olarak uyuz bir sokak kedisini kapıp getirirdi. Ama Altan'ın huyu daha fenaydı. O, kedi değil sokakta bulduğu perişan birini acıyıp getirirdi. Gençtik, daha törpülenmemiş merhametlerimiz vardı. Yok canımızla garibanları yedirir, içirir bazen giydirir öyle yollardık. Bu insani davranışlarımızdan ötürü bitlendiğimiz çok olmuştur. Diş takırdatan bir kış günü Altan yine birini getirdi. Biri dediğime bakmayın, yarımını getirdi. Altan, pek servi boylu sayılmazdı ama adam Altan'ın da yarısı kadardı. O kış kıyamette sırtında üstünü kar kaplamış bir ceket, ayaklarında leş kokulu patlak asker postallarıyla Şarlo'nun daha perişanı bir adamdı. Dişleri takırdıyordu. Çirkin ama sevimli bir yüzü, boncuk gibi mavi gözleri vardı. Odadaki sobayı görünce büyülenmiş gibi yürüyüp soba borusuna sarıldı, coss diye bir ses çıktı. ��Bunu bulabilmek için herhalde çok aradın.�� ��Ellerini koynuna sokmuş sokak ortasında dikilmiş öylece duruyordu. Önce kardan adam sandım. Ama kardan adamlar titremez diye düşünüp biraz ısınsın diye getirdim.�� ��Kısmetli herifmiş bugün bize odun verdiler.�� O yıllarda, gazeteler eski ahşap konaklarda çıkardı. Müessese müdürümüz rahmetli Nuri Türen, patırtımızdan ve azgınlığımızdan illallah dediği için bizi konağın kullanılmayan arka bölümüne atmıştı. İşimizi bir an önce bitirip de defolup gidelim diye bazen odun bile vermezdi. Biz de yangın baltalarının saplarını veya merdivenleri aşağıdan başlayıp yukarı doğru söküp yakardık. Arka kapıdan çıkmak için merdiven kalmadığından kendimizi sarkıtıp alt kata öyle atlardık. Biz, çalışmaya dalmışken odayı bir horultu kapladı. Adam sobanın dibine kıvrılmış uyuyordu. Üstünden başından dumanlar çıkıyordu ve bu dumanlar talimden dönmüş asker çorabı gibi kokuyordu. Hişt, höst dedik itip dürttük ama herifi uyandıramadık. Akşam oldu, işimiz bitti büfeci Petro'ya gidip ekmek, peynir, sucuk, gazoz filan aldık. Adamın yanıbaşına bıraktık. Sonra da kapıyı çekip çıktık. ��Yarın biraz eski giyecek getirmeli.�� ��Herhalde sen getireceksin. Ben gömlek getirsem içine düşüp kaybolur da günlerce ararız.�� ��Ben çamaşır, pantolon filan getiririm. Sen de eski bir ceket getir. Palto niyetine giyer garip.�� Ertesi gün, gazeteye geldiğimizde herhalde yanlış odaya girdik diye önce odadan çıktık ama yine döndük. Bizim mezbelelik gitmiş yerine steril bir hastane odası konmuştu. Arasından zor geçtiğimiz gazete, kitap, dergi yığınları, káğıtlar, boyalar kenara intizamla istiflenmiş, ıvır zıvır dolu masalar pırıl pırıl olmuş, yer tahtaları ovulmuş, hatta kirden dışarıyı göstermeyen camlar bile silinmişti. Biz, şaşkın şavalak odanın ortasında dikilirken kapıdan sırtında koca bir çuvalla bizimki girdi. ��Ne yaptın lan buraya?�� ��Sabaha kadar temizledim abey. Ekmeklen peynirin hakkını ödemek ilazım deel mi?�� ��O sırtındaki ne?�� ��Oduun.�� ��Odunu nereden buldun?�� ��Oduncudaan.�� ��Parayı nereden buldun?�� ��Burada koca bir bakır tokaç vardı ya. Onu eskiciye sattım abey.�� Ben, ��Lan seni şimdi...�� diye başlayıp herifin ümüğüne doğru bir hamle yaparken Altan beni göğüsledi. ��Boşver yahu, hiç olmazsa bir işe yaradı.�� Herifin bakır tokaç dediği gümüş kaplama bir heykelcikti ve uluslararası bir yarışmada Altan'ın kazandığı bir ödüldü. Odamız pırıl pırıldı ama aradığımız kitapları, dergileri, resim káğıtlarımızı hatta çini mürekkeplerimizi bile bulamıyorduk. Biz de yenilerini almak zorunda kaldık. Zülfü, anaç bir merhametle bizi fena halde sahiplenmişti. Adeta bir paşa hayatı yaşıyorduk. Çay ocağı konağın taa öbür tarafında olduğu için gidip çay söylemeye üşenirdik. Zülfü, bir demlik ve çaydanlık alarak bizim çay hasretimizi giderdi. Artık parayı nereden bulduğunu da sormuyorduk. Bir sürü ıvır zıvırımız eksilmiş oda tenhalaşmıştı ama aldıran kim? Demli çayın keyfini çıkarıyorduk. Zülfü biraz tuhafçana bir adamdı. ��Zülfü şu beşliği al, bana köfte ekmekle bir bira getir.�� Az sonra, ��Bu getirdiğin ne be?�� ��Beyaz peynir, zeytin, ekmekle ayran... Sana o köftecinin köfteleri dokunuyo abey. Zati miden gaz yapıyo...�� Bir keresinde Altan onu meyve aldırmaya gönderdi. Zülfü, akşama doğru nefes nefese elinde torbalarla geldi. ��Bütün gün neredeydin lan?�� ��Buradaki manav sizi kazıklıyo abey... 5 kuruşluk mandalinayı 15'e satıyo. Ben de Eminönü'ndeki pazar yerine gittim. Aynı paraya hem mandalina, hem portakal, hem de döngel aldım. Döngel sevmezseniz gidip değiştireyim. Benim canım çekmişti de...�� Zülfü, nereden bulduysa bir ara bir kömürlü ütü edindi. Biz çalışırken pantolonlarımızı çıkartıp ütülüyordu. Biz de iki dirhem bir çekirdek dolaşmaya başladık. Yalnız biz donçak çalışırken müessese müdürü ya da patronumuz Ahmet Emin Yalman'ın odamızı ziyaret etmeleri biraz tuhaf kaçtı. Zülfü, önce bir yer yatağı edindi. Sonra ona bir somya ile dolap aldık. Sofanın bir kısmını perdeyle kapatıp kendine yatak odası yaptı. Onu maaşa da bağladık. Her şey güzeldi de, ben çizerken tepeme dikilmesine illet oluyordum. Ben, yazıp çizerken seyredilmek şöyle dursun odada sinek uçsa dağılırım. Üstelik dikilmekle kalmıyor, ��Abey, bu çizdiğin herif niye gülüyoo?�� ��Karşısındaki adam komik bir laf ediyor da ondan.�� ��Bu komik lafı niye ediyo?�� ��Okurlar gülsün diye.�� ��Bu herif, bu kadar gülerse okurlar gülmez ki... Bu, şapşal şapşal bakarsa elalem daha bi güler�� gibisinden ukalalık da ediyordu. Altan'la kişiliklerimiz çok farklıydı. O, seyredilmekten hoşlanırdı. Hatta, seyredilirken daha güzel bile çizerdi. Sanırım bu yüzden tiyatrocu oldu. * Bir gün Altan, öğleye kadar Zülfü'yü arandı bulamadı. ��Nereye gitti bu oğlan?�� ��Ensesine bir şaplak çektim. O da basıp gitti.�� ��Niye be?�� ��Sayesinde hanımla ayrılıyoruz. Beni gammazlamış.�� ��Zülfü öyle bir halt karıştırmaz.�� ��Karıştırmış işte... Benim hanıma, 'Buraya daha sık uğra. Çünkü senin herife bir sürü kız ziyarete gelip duruyor' demiş.�� ��Fena mı, evliliğinizi korumak istemiş.�� Altan'la belki yaşamımızdaki ilk ve son kavgamızı o gün yaptık. İki gün konuşmadık. Ama sonra Zülfü'süz yaşamın acı gerçeği ile yüz yüze geldik. Üstelik herifi fena halde özlüyorduk. Dokunsanız ağlayacak hale geldik. Hele ben, sinek kadar adama vurduğum için suçluluk duygusundan kendimi rakılara vermiştim. Gece gündüz Zülfü'yü aradık sorduk ama hiçbir yerde bulamadık. Zülfü gitti gider. * Uzun yıllar sonra Altan'la yine aynı odada çalışıyorduk. Ben Gırgır'ı yönetiyordum, o da Gırgır'da karikatür çiziyordu. Odaya Zülfü girdi. Maviş cıvıl gözleri olmasa tanıyamayacaktık. Zülfü, şık mı şık iki dirhem bir çekirdek giyinmişti. Sanki boyu bile uzamıştı. Biz dur tut diyemeden atılıp ellerimizi öptü. ��Köfte alayım mı abeyler?�� ��Sen bunca yıldır ne cehennemdeydin?�� ��Almanya'daydım.�� ��Almanya'da ne halt ediyordun?�� Zülfü, ��Karikatür çiziyordum.�� deyip koltuğundaki kitabı önümüze koydu. Kuşe káğıda basılmış nefis bir karikatür albümü... ��Yoksa bunları sen mi çizdin?�� ��Sayenizde abeylerim.�� Karikatürler bize yabancı gelmiyordu ama usta işiydi. Ben yetmişime geliyorum ne Hasan Kaçan'a, ne Mehmet Çağcağ'a, ne Gürcan'a ne Zülfü'ye ne de öteki Anadolu delikanlılarına akıl sır erdiremiyorum. Cafer Zorlu da Mahmutpaşa'da hırdavatçıydı ve çizmeye otuzundan sonra başlamıştı. Bir köylü çocuğu olan Sivas'lı Yakup Karahan da şu anda Hollanda'da bir mizah dergisi çıkarıyor ve yanında Hollandalı karikatürcüleri çalıştırıyor. Bunu bana lütfen birisi izah etsin. Yoksa merakım koynumda gideceğim. 6 Temmuz 2003
-
Umutsuz bir aşk
Umutsuz bir aşk (Oğuz Aral) Aslında bunama tuhaf bir şey... Yemek yerken ��Bu akşam, nedense hiç iştahım yok�� diyorsunuz. Ama beslenmeliyim diye düşünüp ite kaka lokmaları yutuyorsunuz. Sonra da yarım saat önce akşam yemeği yediğinizi bu yutmaya çalıştığınızın ikinci akşam yemeği olduğunu hatırlıyorsunuz. ��Benim rakılarımla sigaralarımı kim içiyor? Dolu kül tablalarını buzdolabına kim koyuyor?.. Kahverengi pabucumla siyah pabucumun öbür tekleri nerede?�� diye evde bas bas bağırıp dolanıyorsunuz. Tabii, size kimse cevap vermiyor. Çünkü, evde sizden başkası yok. Üstelik pabuçlar da tekeş tükeş zaten ayağınızda... Bir borcu iki kez ödediğiniz oluyor. Aman ne halt ettiğimi unutmayayım diye yaptıklarınızı ve yapacaklarınızı bir deftere kaydediyorsunuz. Ama akıl defterinizi de yine evde olmayan biri siz bulamayasınız diye saklıyor. İşin en acıklı yanı da yazıp çizdiklerinizle ilgili... Uğraşıp didinip çok güzel olduğuna inandığınız bir konu buluyorsunuz. Saatlerce uğraştıktan sonra yazının ya da karikatürün sonuna doğru ��Tuu, ben bunu daha önce çizmiştim ya da yazmıştım!..�� diye ağlamaya başlıyorsunuz ve yırtıp atıyorsunuz. Köşe yazarı olsanız işiniz kolay... Aynı konuyu yüz kere hatta bazen aynı sözcüklerle evirip çevirip yazıverirsiniz. Ama adınızın mizahçıya çıkması gibi bir felakete uğramışsanız bir espriyi, bir nükteyi sadece bir kere yapmaya hakkınız vardır. Geçen akşam aklıma bizim Kerem'in umutsuz aşk hikayesi takıldı. Ben, bu öyküyü mutlaka yazmışımdır dedim. Düşündüm, taşındım, yarım paket sigara içtim, yazıp yazmadığımı hatırlayamadım. Bu yazıların sayısı bini buluyor neredeyse... Gel de hatırla... Ya yazmamışsam? Güzelim öykü güme mi gitsin yani... Aman canım, yazmışsam da yazmamışsam da yine yazacağım işte... Uysa da uymasa da hesabı... Yazmışsam bunaklığıma verin. Gerçi bu yaşam patakütesi içinde sizin belleğinizin de benimkinden hallice olduğunu sanmıyorum. * Bizim Kerem, Aşık Kerem misali bir aşık oldu ki ağzından çıkan bir alevi eksik. Gerçi kızın adı Aslı değil de Tülin, ama olsun... Oğlan yemekten içmekten kesildi, soldu kurudu. Ülser ağrısı çeker gibi iniltili sesler çıkarmaya, gözlerini duvara daldırıp trene bakar gibi düz duvara bakmaya, üç sigarayı aynı anda içmeye başladı. Ağzına bira koymayan delikanlı bizim gazetenin kopuk takımına takılıp meyhane meyhane dolaşır oldu. Kerem, o yıllarda bizim gazetenin spor sayfasına yakışmayacak kadar efendi bir spor yazarıydı. Saygıda, sevgide kimseye kusur etmez herkes tarafından sevilirdi. Az maaş alır fakat temiz ve şık giyinirdi. Boylu boslu sayılmazdı ama esmer yüzünü aydınlatan açık ela gözleriyle yakışıklı bir Adana delikanlısıydı. Babası ölünce anacığını Adana'dan getirmişti. Ana - oğulun Fatih'te bir kira evinde alçakgönüllü bir yaşamları vardı. ��Altan, oğlan göz göre göre elden gidiyor.�� ��Ne yapabiliriz ki?�� ��Kızla konuşalım.�� ��Bak Oğuz, bana gel yürüyerek Sivas'a gidelim de giderim. Şurada 10 kişi var, bize posta koyuyor. Dövüşelim de, gık çıkarmadan dayağımı yerim. Ama beni aşk meşk işlerine bulaştırma, yeminliyim!�� Altan da yan çizince Kerem'in derdi üstüme kaldı. Eh serde her çorbaya maydonozluk var. Kerem'i dert edindim bende neşe ne arar. ��Git lan, kıza açık açık söyle... Belki senin yangınından haberi bile yoktur.�� ��Sen benim ölümümü istiyorsun abi.�� ��Niye be?�� ��Avrupa'da kolejler bitirmiş bir içim su, koca Kadiroğlu Holding'in tek kızı... Benim burnuma güler. Ben de kendimi gazetenin terasından aşağıya atarım.�� ��Daha yüksek bir yer bul! Bizim gazete üç katlı, salaklığı bırak oğlum, arslan gibi delikanlısın. Ekmeğini taştan çıkarıyorsun. Kızım olsa senden iyisini bulamam. Bir dene yahu!..�� ��Deneyemem ölürüm.�� ��Sen bu kızla nerede karşılaştın?�� ��Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü'nde... Tenis maçları sırasında tanışıp konuştuk. Hatta gülüştük bile... Hafta sonları kolej arkadaşlarıyla TED'de buluşup çay içiyorlar. Ben de her hafta sonu gidip onlara uzaktan bakıyorum.�� ��Yarın sinekkaydı tıraş ol. Bu sıcakta bu takım elbiseyi de sırtından çıkar, tişört filan giy. Sırım gibi adalelerin ortaya çıksın. Yarın TED'e gidiyoruz.�� Gazetede bir ara Nezih Demirkent'e rastladım. Burnundan soluyordu. ��Sayfaya haftalardır Fenerbahçe haberi girmiyor. Bu Kerem'i işten atacağım sonunda!�� diye homurdanıyordu. ��Ben sana en baba Fener karikatürleri çizerim. Ama oğlana birkaç hafta dokunma.�� ��Haber atlıyoruz, niye dokunmayayım?�� ��Çünkü aşık.�� Gazeteciliğin duayenlerinden Nezih'i Babıali'de sert ve acımasız bilirler. Ama yanlıştır. Rahmet olsun duygulu bir arkadaşımdı. ��Bir hafta!..�� ��Aşk bu be Nezih!�� ��Pekiyi, iki hafta!�� * TED'deki leydiler masasına hemen sarktık. Bizim Kerem'in de çay niyetine yuvarladığı kanyaklardan ötürü çenesi düştü. Esprinin bini bir para... Gencecik çiçek gibi kızlar ağzımızın içine bakıyorlar. Ev külfetinden korkmasam neredeyse ben bile morukluğumla iş tutacağım... Bir ara Tülin'i kıstırdım. ��Bu oğlanın hali ne olacak benim güzel kızım?�� ��Pısırıklığı bırakırsa bizim aileye damat olacak. Onun ela gözlerine bakarken ateşim yükseliyor, kendimi cennette gibi hissediyorum Oğuz Bey...�� ��Baban verir mi?�� ��İlk gençliğimdeki Fransız kloşarı Marsel rezilliğinden sonra göbek bile atar. Siz gelip isteyin hele...�� ��Kadiroğlu Holding'in sahibi koca Sinan Bey, bir çulsuza razı olur mu?�� ��Üste üç şirket bile bağışlar. O da rahmetli anacığımdan sonra şarkıcı Suzan'la evlenebilmek için benim evden gitmemi gözlüyor. Üstelik Suzan Hanım'dan da bir oğlu oldu.�� * Bilirsiniz, nişanı kız tarafı yapar. Amanın nişan dedimse sayın ki İngiltere Kraliçesi'nin taç giyme töreni... Bizden iki bakan, en kalın zenginlerimizin ailecek hazır ve nazır efradı, Fransa'dan Tülin'in birkaç profesörü ve patron dahil bizim gazetenin tam takımı... Patlayan flaşlar altında Kerem'le Tülin Hilton'un balo salonunun sahnesine geldiler. Yüzükleri baba Sinan Bey takacak. Sinan Bey yüzükleri taktı. Tam yüzüklerin arasındaki kırmızı kurdeleyi makasla keserken gözü bizim herifin kravatına takıldı. ��Bu kravat sarı lacivert.�� ��Evet efendim, takımımın renkleri...�� ��Biz Fener'e daha geçen yıl üç tane basmıştık!�� ��Siz kim?�� ��Biz Gassaray!..�� ��Hadi be, siz bu yıl yediğiniz dört tanenin acısını daha apış aranızdan çıkaramadınız!�� ��7-2'yi unuttun mu Adana kırosu?.. Tarih öğren tarih!..�� ��Hattir lan senin Fatih'e kaç kere çimleri yoldurduk. Turgay da yakında civciv çıkaracak. Çünkü folluk oldu.�� Birden o iki kibar adam gitti. Yerine ağızlarından köpükler saçıp birbirine küfürler yağdıran iki kenar mahalle külhanı geldi. ��Ulan senin gibi kıytırık Fenerli'ye kız veren çarpılır be!..�� ��Senin gibi Gassaray yumuşağının kızını alan kim lan!..�� Ortalık bir dakikada karışmış, nişan salonu da adeta ikiye bölünmüştü... Fener'e ve Galatasaray'a küfürler gırla gidiyordu. Birden aklıma Şekspir'in Romeo ile Jülyet'indeki Kapuletler'le Montegüler'in hırlaşması düştü. O sırada Tülin, ��Ben Beşiktaşlı'yım!..�� diye bir avaza bağırıyordu. Ama o patırtı içinde sesi duyulmuyordu. 13 Temmuz 2003
-
İlhan'ın sol bacağı
İlhan'ın sol bacağı (Oğuz Aral) Geçenlerde, bizim İhtiyar Boksörler Kulübü'nün üyeleriyle moruk moruğa oturmuş yine demleniyorduk. Yahu dedik, okullar tatil oldu. Herkes tatile çıkamıyor. Yavrular yine sokaklarda toz toprak içinde debelenecek. Kız erkek ayırmadan yavrularımıza yaz tatili boyunca boks öğretelim. Hem bu vahşi ormanda korunmayı öğrenirler, hem de bu yaşta bizim paslarımız dökülür bir işe yararız. Tabii, hiçbir iş hayal ettiğiniz gibi gelişmiyor. Biz 15-16 yaşında yavruların katılımını beklerken, 30, 40 hatta 50 yaşında yavrularımız oldu. Hatta 45'er yaşında iki avukat yavrumuz bile var. Meğer gençliğini okul ve yaşam gailesi içinde koşuşturmakla geçiren insanlarımızın yüreğinde ne ahlar kalmış. Otuzlu, kırklı yaşlar içinde başvuran ev hanımlarımız bile var. Eski Fenerbahçe boksörü emekli Yargıç Yılmaz Tek, bu durumu ��Kadınlarımız eskiden sadece koca dayağından korkarlardı. Artık kapkaççı, tecavüzcü, hırsız, soyguncu ve tinerci kopuk takımından korkuyor. Silah ruhsatı için başvuran hanım sayısını bilseniz şaşarsınız. Hepsi, korunma ihtiyacı içindeler�� diye yorumladı. Yılmaz Tek, laf etti mi beş dakika düşüneceksin. Avukatlığında Kastelli'yi ipten almış adamdır. Boksör deyince aklınıza hemen dayak yemekten savsaklaşmış, ilkokul üçten terk, üç sözcüğü bir araya getirmekten aciz, suratı hamura dönmüş kenar mahalle kabadayısı tipler gelir değil mi?.. ��Adamın aptalı ya pehlivan olur ya boksör�� diye bir özdeyiş bile vardır. Üyemiz olan namlı ağır sıkletlerimizden Şükrü Elekdağ Amerika'daki büyükelçimizdi. Şimdi de milletvekili olarak meclis ringinde ter döküyor. Bir zamanlar Avrupa'nın en teknik boksörü seçilen Vural İnan, kitap yazarı... Türkiye şampiyonu milli boksör, hakem, hoca ve de belalım Tacettin İçsel de öyle... Kitabına yayıncı arıyorum. Kronik Türkiye Şampiyonu ve hakem Vedat Karakurum, canlı bir arşiv... 30 yıl öncenin Kamacı-Celal Sandal maçının puanlarını sor, sana takır takır söylesin. Hüseyin Yıldırım hem şampiyon, hem milli, hem de gönül adamı. En az 2000 şarkı ve türkü bilir. Erzurum de, Artvin de, Urfa de, Afyon de türkülerini bir bir okur. Federasyon Başkanlıkları da yapmıştır. Hem amatör hem profesyonel Ortadoğu Şampiyonumuz Garbis Zakaryan saf bakışlarıyla adamı öyle bir işletir ki, dalga geçtiğini eve dönünce anlarsın. Şimdilerde kalbinin ataklarına eskiv yapmakla meşgul... Milli Hasan Çolakoğlu, ayrı bir álem. Bokstan arta kalan zamanlarında iki üniversite bitirdi. Hem işletmeci hem sosyolog... Bu arada Avrupa üçüncümüz Orhan Tuş toz oldu. Dünyada yenmediği adam kalmadı. Ama ülseri Orhan'a sayıyla galip. Hangi deliğe girdi, merakımdan ergenlik sivilceleri döküyorum. Orhan, neredesin bir ses ver be!.. Orhan Ayhan'ı bilirsiniz. Çenesine eldiven giydirebilsem Muhammet Ali'yi döver. Ben ise topal eşekle kervana katılanlardanım. Karikatürcüden şampiyon boksör çıkmıyor. Ancak Yıldızlar 2. filan olabiliyor. Maçın tam kızgın yerinde beni bir gülme alıyor. Yumruğa gerek yok, zaten gülmekten düşeceğim. Arslan parçası bir delikanlıyla ortalıkta ve elalemin önünde zıplayıp duruyoruz. Delikanlı, ��Yaa Allah, yaa Settar! Pirimiz Hazreti Hamzaa!..�� niyetine bir salvette bulunuyor. Ben hemen delikanlıya yapışıyorum. Hakeme çaktırmadan, ��Baban yaşında adama el kaldırmaya utanmıyor musun?�� diyorum. Oğlan şaşkın şavalak yüzüme bakıyor. Gel de gülme... ��Ayıp değil mi niye sigara içmiyorsun? Bak, ben günde 4 pakete paket demiyorum. Onun için senden daha kuvvetliyim.�� O sırada hakem ��Çeneyi bırak da dövüş!�� diye yanıma geliyor. Zaten hakemlerin çoğu arkadaşım. ��Tüh tüh senden bunu beklemezdim Taci!.. Elalemin anakuzusu yavrularını bana öldürtmek mi istiyorsun?�� Ben müzik sesine bayılırım. Klasik Batı, Klasik Türk, Halk Müziği hatta Caz Müziği sesine biterim. Ama en sevdiğim müzik gong sesidir. Adamın canını kurtarır, köşende otururken de doya doya gülersin. Neyse sözü dolandırmayayım. İki haftadır Fenerbahçe altyapı tesislerinde yavrularımızla antrenmana başladık. Ben Fener Stadı'nın yıkık duvarından atlayıp Cihat, Tarzan Mehmet Ali, Suphi, Halit ve Küçük Fikretler'i seyrettiğim zaman 10-12 yaşındaydım. Amanın ben görmeyeli neler olmuş, neler bitmiş... Tartan atletizm pistinde antrenman yapan bakmaya kıyamayacağınız güzellikte gencecik kız atletler var. Taşlık ve toprak çamurunda koşan Cezmi Orlar, Ekrem Koçaklar, Yordanidisler aklıma düşünce yüreğim cız etti. Hayatımda ilk kez 8-10 kum torbası, pançing bol ve nizami ringin olduğu bir salonda antrenman yaptım. Duvarlarda Avrupa ve Dünya Şampiyonu olmuş Fenerli boksörlerin resimleri... Soyunma odaları ve duşlar turistik otel ayarında... Aklıma yıllar önce Feriköy Kulübü'ndeki duş festivalimiz düştü. Antrenmandan sonra kulübün bekçisine 25'er kuruş verirdik. O da elindeki kovayla bir sandalyenin üstüne çıkar üstümüze buz gibi suyu boca ederdi. Biz de depreme tutulmuş gibi titreyerek giyinirdik. Ben, etrafa bakınıp ��Amanın ne güzel... Valla yaman...�� diye söylendikçe Fener'in eski boksörü Hasan Çolakoğlu, ��Bu gördüklerin bir şey değil ağabey. Sen gel bizim su sporları tesislerimizi gör. Kürekçilerimiz, yüzücülerimiz, su topucularımız hep birinci. Zaten atletlerimizin arkadan tozunu gören yok�� diye sayıp durmaya başladı. Ödemiş'te, ��Bu Angaralılar ne gubat şeylee canım... Guşguşa çulluk deyollaa..�� diye bir deyiş vardır. Aslında ��Bu Feneelilee ne gubat şeyle canım...�� olmalıydı. Hepsi birer at gözlüğü takmış. Gözlerini ayak topu bürümüş. Topçu takımı perişan oldu diye kafalarını hicranlı gözyaşları içinde duvarlara vuruyorlar. Bre topperestler, Fener bir top kulübü değil tarihi bir spor kulübüdür. Atletizmle, boksunla, yüzmenle övünmeyi aklına getirsene... Ama top tepiğinde para var. Para olan iş sence en saygın iştir değil mi?.. Hangi kulüpte var bu tartan pist?.. Fenerli olmadığım için vallahi hayıflandım. Aynı topperestlik bütün kulüpler için geçerli. Hepsi spor kulübü olarak kurulmuş ve futbol kulübüne dönüşmüş. Örneğin koca Beşiktaş'ın şampiyonluğunu mu kutladığını yoksa 100. yılını mı kutladığını anlayamadım. Hani nerede basket, atletizm, yüzme, boks zaferleriniz? Milli olmuş, uluslararası zaferler kazanmış Beşiktaşlı şampiyonların İlhan'ın sol bacağı kadar kıymeti harbiyesi yokmuş. Örneğin bizim İhtiyar Boksörler Kulübü'nün üyesi olan Yurdakul Gülören, 20 yılı aşkındır Beşiktaş'ta hocalık yapar. Balkan ve Avrupa şampiyonu boksörler yetiştirmiş, Beşiktaş'ın namını yedi düvele duyurmuştur. Tek cümleyle bile anıldığını duymadım. (Aman bu sözlerimi Yurdakul'un yakınması sanmayın. O, kan kussa kızılcık şerbeti içtim diyen delikanlı cinsindendir.) Spor basınının ahvali daha da beter. Fişmekanspor'un sağ bekinin nasırı 9 sütuna tam sayfa haberdir. İki kızımız Avrupa Boks Şampiyonu oldu. Acaba haberleri var mı? Binlerce gazeteci bir futbol topunun üstüne tünemiş tıngır mıngır tekerleniyorlar. Yolları açık olsun. İlhan'ın sol bacağı da cümlemize kutlu olsun. 20 Temmuz 2003
-
Çok haklısın Şebnem!
Çok haklısın Şebnem! (Oğuz Aral) Bizim kuşak, abazan bir kuşak olarak yetiştirilmiştir. İlkokul biter bitmez kızlarla erkek öğrencileri hemen ayırırlardı. Sanki bir koşu çocuk yapacağız. Biz, erkek ortaokulları ve erkek liselerinde ***** ******* okurduk. Genç ve güzel bir hanım öğretmeniniz varsa başka sınıflara fiyaka bile yapardınız. Sanıyorum kızların durumu pek farklı değildi. Böylece, yıllar boyu kız yüzüne ve kız sesine hasret hafızlayıp dururduk okullarda... Bir kızcağızın mucize kabilinden bir flörtü olursa, o zamanki adı konuştuğum çocuktu. Zaten konuşmaktan başka aramızda bir halt da olmazdı. İki tip çocuk vardı. 1. Bakıştığım çocuk 2. Konuştuğum çocuk. Ben mahcup biri olduğum için ��bakıştığım çocuk��luktan ��konuştuğum çocuk��luğa bir türlü terfi edemezdim. Böylece, Akademi'ye gelen kız-erkek her Allah'ın kulu birbirini görünce daha ilk haftada zurna gibi áşık olurdu. (Bilginiz olsun diye söyleyeyim, bu aşkların bir kısmı da evlilikle sonuçlanırdı. Örneğin Karaoğlan'ın yaratıcısı bizim Suat Yalaz'la eşi Necla 50 yıla yakındır bu Akademi evliliğini sürdürmektedir.) Hepimiz birine áşıktık. Ama Şebnem'e en az 15 kişi áşıktı. Hatta, bu yüzden benim gibi karikatürcü olan arkadaşım Atilla ile aramızda hır bile çıkmıştı. *****, dalgalı siyah saçları ve yeşil gözleriyle ilah kadar yakışıklıydı. Allah'tan bu ilah benim omuzuma zor geliyordu. Biz, cümbür cemaat Şebnem'e áşıktık, ama aynı zamanda da şaşkındık. Bu kızda bizi yana yakıla áşık edecek ne vardı? Bir türlü bulup çıkaramıyorduk. Güzel denemezdi. Vücudu da öyle ahım şahım değildi. Hatta, bacakları bir miktar çarpıktı. Esmer sözcüğü hafif kalacak kadar koyu tenliydi. Tüy ve kıl konusunda da doğa ona bir hayli cömert davranmıştı. Ama hep şen şakraktı ve şirindi. Bir de sesi güzeldi o kadar. Bu kadarcık marifet cümle álemi aşık etmeye yeter miydi? ��Biz bu kıza niye tutulmuştuk yahu?�� sorusu yıllar boyu kafamı kurcaladı durdu. * Akademi'den ayrıldıktan sonraki 47 yıl içinde Şebnem'i iki kez gördüm. İlk görüşüm, 4 yıl önceydi. Kenter Tiyatrosu'nda Müşfik'le yaptığım Huysuz İhtiyar oyununun provasından çıkmış yağmurlu bir havada taksi yakalamaya çalışıyordum. Önümde salon salomanje bir araba durdu. Şoförü fırladı, kapıyı açıp beni buyur etti. ��Islak saç sana çok yakışıyor.�� ��Ne saçı yahu, damlalar tepeme vurduğu zaman şap şap ses çıkarıyor artık.�� ��Kendine haksızlık etme, gençliğinden daha yakışıklısın.�� Şebnem'i önce sesinden sonra da cıvıldayarak gülmesinden tanıdım. ��Bunca yıldır neredesin, neler yaptın kız?�� ��Ohho, neler yapmadım ki... Anlatması uzun sürer.�� ��Şurada bir kahveye oturalım da eskileri konuşalım.�� ��Kahvede değil, bizde konuşalım.�� İnsan, eski bir sevdiğini görünce kendi gençliğini de görmüş gibi olup seviniyor. Şebnem'in evi Bebek sırtlarındaydı ve deniz, derya ayak altındaydı. ��Durumun parlak görünüyor.�� ��Kocalarım sağ olsun.�� ��Kaç kocan var?�� ��Üçünden ayrıldım. Şimdi dördüncüsünün eli kulağındadır. Ama ona áşık oldum.�� ��Bu yaştan sonra mı?�� ��Biraz sonra görürsün ve bana hak verirsin.�� Şebnem benden bir iki yaş büyüktü ve o sıralarda 65'inde filan olmalıydı. 16 yıllık İrlanda viskimi içerken, ��Ben sana áşıktım�� dedim. ��Biliyorum.�� ��Üstelik tipim de değildin.�� ��Bana áşık olanların hiçbirinin tipi değildim zaten.�� ��Nasıl beceriyorsun?�� ��Ohhoo, çok kolay... Sizi mutlu ediyorum ve bensiz yapamıyorsunuz.�� ��Nasıl oluyor bu iş?�� ��Hatırlıyor musun sana 'Ne kadar estetik bir vücudun var... Adalelerin ince ve uzun. El Greko'nun resimlerindeki İsa gibi... Ben öyle somun gibi adaleli badi yapan erkeklerden hoşlanmam. Aslında hiçbir kadın hoşlanmaz. O enayiler halterleri boşuna kaldırıp hamallık yapıyorlar!' demiştim.�� ��Hatırlamaz mıyım?.. O günden sonra pazularını şişirip yalancı pehlivan gibi ortalıkta dolaşıp hava atmak için ıkınan dangalaklarla hep dalga geçtim.�� ��İşte senin işin o lafla bitti. Çünkü sen çok sıskaydın ve bundan utanıyordun. Yazın bile kısa kollu gömlek giyemiyordun. Seni güzel vücutlu bulan bir kıza áşık olmayıp da ne halt edecektin?�� ��Cüce Atilla'ya da selvi boylu olduğunu mu söyledin?�� ��Teessüf ederim, iki karışlık bir delikanlıya sen git basketbol oyna diyecek kadar aptal mıyım? Ona, dehaların hep kısa boylular arasından çıktığını söyledim. Napolyon'u, Aynştayn'ı örnek verdim. Hatta Alan Led'le Körk Daglıs'ın boylarının 1.60 santim olduğunu da söyledim. Biliyorsun onlar kadınların yüreklerini hoplatan yıldızlardı o yıllarda... Atilla onlardan en az bir iki santim uzundu. Tabii, namlı ********** da hep uzunlar arasından çıktığını söylemeyi ihmal etmedim.�� ��Tevekkeli değil, ***** bana yukarıdan aşağıya bakıp merhametle gülümseyip dururdu. Pekiyi, kızların peşinde koştuğu parlak Oktay'a ne dedin de ****** sırılsıklam áşık ettin?�� ��Hiçbir şey demedim. Öbür kızlar kırım kırım kırıtırken ben Oktay'ın söylediği her lafa güldüm. Hatta kahkahalar atıp yerlere düştüm. O da sadece yakışıklı olmayıp aynı zamanda çok güzel espriler yapan zeki biri olduğuna inandı ve bensiz yapamaz oldu. Hangi erkek pohpoha dayanabilir? Analar daha iltifata dayanacak herifi icat etmedi.�� Ben, ��Amanın kız, bunlar ne akıllar... Allah beni korumuş da seninle evlenmemişim�� diye söylenirken salona Meksika dizilerinden fırlamış gibi görünen şakakları hafif kırlaşmış, yüzü solaryum yanığı, porselen beyazı dişli, yakışıklı mı yakışıklı, gençten bir ***** girdi. Şebnem'le sarılıp sarmaştılar. Aşk-ı muhabbet-i sevda mırıltılarından sonra Meksika jönü bana döndü. ��Ah affedersiniz, Şebnem gözlerimi kamaştırdığı için sizi göremedim. O, dünden de daha genç... Her gün daha gençleşiyor. Yakında baba kız gibi olacağız!..�� Şebnem'in mayışmış yüzüne baktım ve içimden derin bir eyvah çektim. * Şebnem geçen hafta telefon edince kaldığı yaşlılar yurduna gittim. Orta halli, hatta fakirce bir kuruluştu. ��Senin kıranta ***** ne oldu?�� ��Haluk gitti.�� Ben, fotoroman zamparasının adının Abdülrezzak ya da Muttalip filan olduğundan eminim. Romantik olup dekorasyona uysun diye Haluk'a çevirdiğini şiddetle sanıyorum. ��İki han gitti, yat gitti, hisse senetleri gitti, Bebek'teki ev de gidince Haluk da gitti. Şimdi bu kaldığım yerin 4 aylık gecikmiş ücreti var. Dün gece aklıma sen geldin. Senin ne kadar gani gönüllü, şövalye ruhlu, uzun boylu ve iyiliksever bir delikanlı olduğunu da hatırladım. Adalelerin hálá ince ve uzun.�� Şermin'in borcunu ödeyip yaşlılar yurdundan çıkarken önce göğsümü sonra da pelteleşmiş pazumu şişirdim. ��Ne kadar haklısın Şebnem...�� deyip otobüs durağına yürüdüm. 27 Temmuz 2003
-
Genç oyuncuya öğütler
Genç oyuncuya öğütler (Oğuz Aral) Seyirciden reaksiyon ve alkış almak birçok oyuncu için çok önemlidir. Hatta, ��Reaksiyonuma girdin!..�� yani gülmeyi, alkışımı kestin diye aralarında hır çıktığı çok olur. Sırf seyirci beğenisi için sahnede yırtınmak doğru bir oyun tarzı değildir. Ama seyircinin de bir komediye gülmek için geldiğini unutmamak gerekir. Tiyatro dilinde espriyi (nükteyi) satmak diye bir terim vardır. Yıllanmış birçok kötü oyuncu esprili repliği söylerken sesini yükseltir ya da abartılı jest ve mimikler yapar. Yani seyirciye ��Bakın ben espri yaptım, gülün bakayım!�� der gibidir. Hatta hızını alamayıp kendi yaptığı espriye kendi gülenleri bile vardır. Oysa iyi bir oyuncu, komedi oynarken alabildiğine ciddi ve doğaldır. Adeta komedi oynadığından habersiz gibidir. Oyunun gerektirdiği rolün dışında asla komiklik yapmak enayiliğini göstermez. Bir espriyi satabilmek ancak iyi ayarlanmış tempo ve taymingle mümkündür. Tempo zaman demektir. Oynadığınız karaktere uygun bir çabukluk ya da yavaşlıkta oynamalısınız. Tayming ise zamanlama demektir. Esprili repliği tam zamanında patlatmalısınız. Önce ya da sonradan söylenmiş nükteler hallaç yellenmesi gibi boşa gider. Konservatuardaki tiyatro derslerimde bunları uygulamalı olarak anlatırdım. Bu anlattıklarıma tiyatro kitaplarında pek rastlanmaz. Bu bilgileri eski büyük oyuncuları gözlemleyerek edindim. Bu oyunculardan biri de farsın, vodvilin kısaca komedinin büyük ustası GAZANFER ÖZCAN'dır. DELİ Bu pazar Refik Erduran'ın yazdığı DELİ oyununa gidip Gazanfer Özcan'la hasret giderdim. Karşısındaki oyuncuyu dinlemesi ve aradaki ��Aaa, vay öyle mi?.. Deme!�� gibi apar sözcükleri bile öyle bir taymingle söylüyor ki o oyuncuya ve de repliklerine ayrı bir önem kazandırıyor. İçimden ��Ah, ne halt ettim de oyuncu olup Gazanfer'le karşılıklı oynamadım şu dar-ı dünyada!�� diyesim geldi. Yüce Mevlam acil şifalar versin, eşi Gönül Ülkü rahatsız olduğu için onun rolünü Bedia Ener Öztep oynuyordu. Zor bir roldü. Küçük ayrıntıların dışında rolün üstesinden gelmişti. Diğer genç oyunculara Gazanfer Özcan'la aynı sahneyi paylaştıkları için ne mutlu!.. Mecidiyeköy'deki küçük salon tıklım tıkaç doluydu. Ama biletler 10 milyon, indirimlisi 7.5 milyondu. Sahne üstündeki 15 kişi, sahne gerisindeki en az 5 kişi ve yazar ne yer, ne içer, nasıl geçinir?.. ��Aaa, tiyatrolar çok pahalı kardeş!�� diye mızırdanıp sandalye başına en az 40 milyon ödeyerek kakafonik gıygıylı meyhaneleri dolduranlara duyurulur. Mecidiyeköy Efe Sanat Merkezi İstanbul: 0.212 212 94 82 10 Ocak 2003
-
Gençler geliyor!
Gençler geliyor! (Oğuz Aral) Amanın, tiyatro sanatımız gitti gidiyor... Perdeler birer birer kapanıyor derken bir yandan da bahar tomurcukları gibi genç tiyatrolar patır patır patlıyor. Gözükara gençler parasına puluna aldırmadan küçük bütçeli, büyük yürekli tiyatrolar kurup her gece bir yerde perde açıyor. Lale Mansur'la Kubilay Gençer'in Olağan Mucizeler'i bir sezondur oynuyor. Küçük Sahne Sadri Alışık tiyatrosundaki Boeing Boeing 50. oyunu buldurdu. Nedim Saban, Şen Makas'ı tekrar sahneledi. Yeni Tiyatro, Duygu Asena'nın Kahramanlar Hep Erkek oyunuyla perde açtı. Hem seviniyorum, hem düşünüyorum. Eski tiyatro ustalarımız acaba tiyatrolarını gençleştiremedikleri için mi zora düştüler? Sadece kadro olarak değil, anlayış olarak da gençleşmekten söz ediyorum. Genç tiyatroların en önemli yanı da gençleri tiyatroya çekmeleri... Yani, seyirciyi gençleştirmeleri... Gençlik bir sanata dadanırsa o sanatın geleceğinden artık korkmayın. Bu genç tiyatroculardan biri de Uğur Uludağ... Genç, ama tiyatro yaşamı bir hayli eski. Müjdat Gezen Konservatuarı mezunu. Tam 4 yıl da hocalığını yaptım. Uğur yazıyor, sahneye koyuyor ve oynuyor... Yani Ferhan Şensoy gibi, Yılmaz Erdoğan gibi, dört başı mamur bir delikanlı. *****. Tiyatrosu'nu kurmuş, arkadaşlarını da ortak etmiş. Masraflardan sonra kalan parayı paylaşıyorlar. Tabii kalırsa. Bu sezon oynadıkları Üçüncü Türden Yakın İlişkiler-2 Uğur'un 8. oyunu. Geçen yıl oynadıkları aynı adlı oyun çok sevilince Uğur Uludağ da oturmuş ikincisini yazmış. Yani oyunun devamını... Üçüncü Türden Yakın İlişkiler-2 erkek-kadın ilişkilerini işliyor. Dünyalı bir karı-koca ile uzaylı bir karı-kocanın aşkları ve sorunları birbirine giriyor. Uzaylı aile, dünyaya gelirken yanlarında bir de uzaylı homoseksüel getirmişler. Çok hızlı oynanan bir komedi. Uğur, ��Çizgi filmlerdeki hızı ve hareket anlayışını yakalamaya çalışıyorum. Televizyonda çizgi film seyrederek büyüyen bir kuşak var. Yaşamın temposu onlara yavaş geliyor. Çünkü, yeni seyirci çok hızlı düşünüp çok hızlı algılayabiliyor�� diyor tiyatro anlayışı için. Gülme fıkdanı çekenlere salık verilir. Beşiktaş Kültür Merkezi Tel: 0.212 327 24 27 17 Ocak 2003
-
Sirop!
Sirop! (Oğuz Aral) Geceboyu tavanı seyredip duruyorum. Kenarını, köşesini ölçüp biçiyorum. Metrekareye, santimetre kareye çarpma-bölme yapıyorum. Çünkü sırt üstü yatmaktayım. Oysa, ben yan yatmaya alışığım. Kakılık siropun ince iğnesi ve boruları koluma dolandığı için yan yatamıyorum. Arada bir parmaklarımda olmayan sigaramı dudaklarıma götürüp olmayan dumanlarımı derin derin içime çekiyorum. Kafamı yine siropa taktığım için onun adını bulup çıkaramıyorum. Sirop değildi neydi? Siroz, o hastalıktı... Saroz körfezi de hiç değildi... Yarım saat sonra gece hemşiresini çağırıyorum. ��Siropun adı neydi?�� ��Serum.�� ��Teşekkür ederim.�� Çabuk çabuk serum serum serum diyorum. Ama iki dakika sonra serumu kaçırıyorum ve sirop demeye başlıyorum. Günlerdir aklıma getiremediğim bir alay sözcüğü sorup soruşturup yazıyorum. Ben, inatçı biriyimdir. Uçup giden sözcükleri defter dolusu hırsla kaydediyorum. Neredeyse Ali Püsküllüoğlu'nun sözlük kitabına yaklaştım. Yazma kısmı iyi de okuma kısmı kötü. Yazdıklarımı okuyamıyorum ki... Yine hemşire kızları çağırıyorum. ��Onun adı neydi, bu nece okunurdu?�� diye soruyorum. Onlar da sabırla bana yazdıklarımı tek tek okuyorlar. Aramızda kalsın, pek dinlediğim yok. Çünkü, Mevlam tümünü birbirinden güzel yaratmış. Acep, cennette hurilerle konuşmam gerekli mi diye düşünüyorum. Ama o hurilerin gözlerine mayışıp ve dalgaya düşüp postu en azından 40 kez deldiriyorum. İğnelerin biri iniyor, biri kalkıyor, süzgece dönmüşüm ki haberim yok. Gece boyu kendi kendime karşı hır çıkardığım için uyku tutmuyor. Doktorcu dostlarım, beni bebek gibi bakıyorlar... Emziriyorlar, yediriyorlar, içiriyorlar, sırtıma patpatlayıp gazımı çıkarıyorlar... Gerçekten ��Buguv... Gıplık... Büvv!�� gibisinden ses çıkardığım için insan kendini bebek gibi sanıyor. Örneğin, yabancı turist ��Hav ken ay go tu Ayasofya?�� diye sorunca hepimiz ��Var sen gitmek nah bu yola... Soona var yürü Ayasofya koca cami var iki minare�� diye can havliyle bebek turiste yardıma koşuştururuz ya... Doktorcuğumlar, uyusam da büyüsem tıpış tıpış yürüsem diye ninni söylemedikleri için medeni uyku ilaçları yutturuyorlar. Ama gayri medeni şekilde okkayla rakı içen biri için medeni bir uyku ilacı pek derman etmiyor. Ama hafiften de kafayı buluyor adam. Yatakta ayak kavgası başlıyor. Benim sağ ayağım yatağın içindeyken aynı anda yatağın dışında ne arıyor?.. Sol ayağımın tabanı kaşınırken aynı sol ayağım kendi tabanını nasıl kaşıyor? Sonunda iki değil dört ayağım olduğuna karar veriyorum. Yani benim de Bekir'in itleri gibi dört ayağım varmış demek. Ben de ağzımı bozuyorum. Ama ağzımın bozulduğuyla kaldım. Benim o güzelim püsküllü, meyaneli, hicazkár buseli, okkalı küfürlerim hallaç tosuruğu gibi güme gitti. Onca anlamsız fosurtulu, şulupurlu lafın sonunda ancak ....ittiğiminin cümlesini söyleyebildim. Yemin ederim, aslında ben ağzı bozuk biri değilimdir. Hatta, bizde aile terbiyesi gereği adamın ağzına biber sürerler. Kazayla kapıya çarpsan evde kimse yokken bile kapıya, ��Pardon... Afedersin...�� dersin. Ama beni o güzelim havalar mahvetti ve memleketimin meseleleri ağzımı bozdurdu. Bebekler gibi bülübülü konuşmayıp debelendikçe küfredemiyorum. Türk Milleti'nin çaresizliğinin tek cankurtaranı küfretmektir. Artık onu bile beceremiyorum. Hastane odamda yalnız kaldıkça küfür temrini ve talimi yapıyorum. Ama bir türlü lafları okkalayamıyorum. O zaman da el ve işaret hareketlerine başvuruyorum. Siroplu kolumun bileğini diğer elimle kavrayıp yumruğumu duvarlara doğru aşağı-yukarı sallıyorum. Aslında küfürler kendime... Adam gibi grip ol, verem ol, kanser ol... Yani adam gibi hasta ol... Ne halt etmeye ucube hastalıklarla kekele mekele uğraşmak senin neyine?.. Bir gün tam en ayıpçı el işaretlerimi yaparken odamın kapısı şırrak diye açıldı, doktor dostlarım tam takım olarak odaya girdiler. Ben de Karagöz oynatır gibi bileğimi tutup yumruğumu aşağı yukarı oynatmaya çabalıyordum. İnsan hem kırmızıya kesiyor, hem terliyor. ��Sizin eczanede mahcubiyet ilacı var mı acaba?�� diye sormak istedim, ama lüfük diyebildim ancak... Yüce Mevlam, bir şaplak attı ki beni hizaya getirdi dedim. Bunca yıldır yılan dilini ona buna daldırıp sokarsan, lafın tokmacını adamın tepesine vurursan adamı işte böyle yaparlar dedim. Geceler boyu durdum durdum, ama yine de tövbe diyemedim. Tövbeler olmadan yazıp çizemem ki. * Doktor Deniz Şener, şen şakrak mavi gözleri, boylu-boslu ve kırklarında bir delikanlıydı. Sanki Bulgaristan'ın Şumnu köyünden Koca Yusuf kesimli bir pehlivandı. ��Haydaaa bre koca pelvaan!..�� diye naralanıp çapraz dalıp, paça kasnak dalmayı gönlümden geçiriyorum. O sakin ve babaç hekimliğiyle, ��Hastanede Aziz Nesin Usta'yla beraberdik. Üst üste enfarktüs geçiriyordu. Sağ eli tutmayınca sol eliyle çabalamaya çalışıyordu. Siz de bir gün yazacaksınız�� diye beni teselli ediyordu. Ben de ��Zübücük!�� dedim. Yani, ��Bende o büzük neredee?�� demeye çalıştım. * Hastanede kesilmiş, biçilmiş, canıyla didinmiş hastalarla bir aradaydım. Enayi bir pıhtı dilimi lál edip beni mahcup etti. Hani, ��Lál edip söyletme yad etme!..�� diye türküler vardır ya... Kaderde benim de dilimi eşek arısı soksunmuş. Benim inmeli, sarkaklı enfarktüsüm en az altı ayda çiçeklenip yeşerirmiş. Yani düzelirmişim. Ben de artık yazamıyorum diye istifa ettim diyerek gönül rahatlığıyla hastalık keyfimi çıkarıyordum. Ama Ertuğrul ve Neyyire patroncuğumlar maaşımı kesmediler. Bu nasıl bir alçaklık!.. Zorunlu olarak tam üç haftadır abuk sabuk lafları, bir düzene koymaya çabalıyorum. Kan ter içinde paramı ödemeye uğraşıyorum. Ama sizlere yine borçlu kaldım sanıyorum. 28 Eylül 2003
-
Gerçeğinizle yüzleşin
Gerçeğinizle yüzleşin (Oğuz Aral) Markete giderken Remzi'ye bir merhaba diyeyim dedim. Çocuğa epeydir uğramamıştım. Herhalde ayıp olmuştu ve beni mutlaka çok özlemişti. Remzi, tablasındaki son kalan balıkları ıslatıyordu. ��İşler iyi anlaşılan.�� ��Ne iyisi be ağabey, millet balık yememeye tövbeli sanki!..�� ��Ama tablada az balık kalmış.�� ��Bu fiyatlarla daha fazlasını almaya gücüm yetmiyor. Birkaç kilo istavrit, birkaç palamut, biraz da hamsi... Zaten yarısı da elimde kalıyor�� ��Ama sen de balıkhaneden balık seçmesini pek bilmiyorsun be Remzi'ciğim. Bak bu palamutların gözlerinin feri sönmüş. Kulaklarının arkası da kahverengiye dönmüş. Halbuki, kan gibi kırmızı olmalı... İstavritlerin hali daha da beter. Pelte gibi olmuşlar. Balık dediğin kuyruğundan tutunca eğilip bükülmemeli... Elinde kazık gibi durmalı. Malın taze olmayınca satamıyorum diye şikáyet etmeye de hakkın yok.�� Soğuktan olacak, Remzi'nin yanakları kızardı. Gözlerini oraya buraya devirdi. Sonra bakışları duvarına astığı Fenerbahçe takımının resminde sabit kaldı. ��Bu yıl da şampiyonluk filan bekleme sakın. Yoksa düş kırıklığına uğrarsın. Seni üzgün görünce, benim de yüreğim parçalanıyor.�� ��Niye şampiyon olamazmışız? Türkiye'nin en iyi antrenörü Denizli bizde!.. En iyi oyuncular da bizde!.. Hepsi dünya çapında birer yıldız!..�� ��Yıldız ama, bunlar gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar Remzi'ciğim. Hepsi sahaya birer sandalye atıp topun ayaklarına gelmesini bekliyorlar. Orta sahada Conson'dan başka mücadele eden yok. Savunma dersen, kevgir gibi... Uçe ağır, Ogün geri dönemiyor, Mustafa Doğan hababam çalım yiyor. Rüştü olmasaydı, şu anda sekizinci sırada filan olurdunuz. Gençlerbirliği maçını bir hatırlasana!..�� Aslında hava pek soğuk değildi ama, Remzi'nin yanakları biraz daha kızardı. ��Bizim forvet yediğimizden fazlasını atar be!..�� ��Hangi forvet yahu? Anderson sakat, kendini toparlayana kadar sezon biter. Baliç de sakat mı değil mi belli değil. İspanya'daki ameliyatını yanlış yapmışlar diye okudumdu. Fener'in golleri biraz Rapayiç'in frikiklerine, biraz da Allah'a kaldı gibime geliyor. İnsan takımını ne kadar severse sevsin, gerçekleri görmeli Remzi'ciğim. Gerçekleri kabul etmeli ki, sonradan üzülmesin!..�� Remzi, ��Kusura bakma, ben cuma namazına gidiyorum. Sen de gidip alışverişini yap.�� deyip bir hışım dükkándan fırladı. Arkasından, ��Ama günlerden bugün perşembe!..�� diye bağırdımsa da herhalde duyuramadım. Caddenin köşesinden hızla kayboldu. * Mecidiyeköy Karakolu'nun önünden geçerken kapıda nöbet tutan polise, koltuğunun altındaki silahın namlusunu yere doğru tutmasını, yoksa bir kaza olabileceğini, atalarımızın boşuna ��Bunları şeytan doldurur�� demediğini anlatmaya çalıştım. Ama o, ��Bunlar zaten dolu�� diye cevap verdi. Sonra da Emniyet Amiri Salih Bey'in karakolda olup olmadığını sordum. Polis içeriye, ��Amirim içerde mi?�� diye seslendi. İçerden de, ��Kim soruyor?�� diye biri bağırdı. ��Hani haftada üç kere gelen bir ihtiyar var ya, yine o geldi.�� Az sonra içeriden, ��Amirim yokmuş, Erzurum'a tayini çıkmış.�� diye cevap geldi. Ben de kapıdaki polise terörle yaşamalarını öğrenmelerini, her zaman evlerine ayrı yollardan gitmelerini, ilk silah sesinden sonra mutlaka komando taklası atmalarını ve emniyeti kapalı bile olsa böyle otomatik silahın tetiğiyle sinirli sinirli oynamamaları gerektiğini uzun uzun anlattım. Ayakta dikilip onca lafı etmekten biraz yorulmuştum ama, polis bile olsa insanların artık gerçekleri görmesi gerekti. Allah göstermesin, her an Gaffar müdür gibi alçakça bir pusuya düşebilirlerdi. * Giyimi, kuşamı ve kendi de hoş orta yaşlı bir hanım, önce yüzüme dikkatlice baktı. Sonra tahminime göre güvenebileceğine kanaat getirip yolumu kesti. ��Afedersiniz beyefendi, buradan Levent'e nasıl gidebilirim?�� ��Levent'e niye gitmek istiyorsunuz? Levent, mahvoldu!.. Ucube gökdelenleri, karapara kazananların barları, diskoları, meyhaneleri ve yola park ettikleri arabalarıyla bir köy helasının kuburuna döndü. Aklınız varsa Levent'e gitmeyin!..�� ��Ama Cahide de Levent'te oturuyor. Ona bugün geleceğim diye söz verdim.�� ��Cahide de kim?�� ��Benim liseden arkadaşım, yıllar sonra bir galada buluştuktu.�� ��Cahide Hanım'a benden selam söyleyin, aklı varsa hemen evini satıp Levent'i terk etsin. Çünkü bir gün evinden çıkamayacak hale gelecek. Çıkarsa da, evine giremeyecek. Evlerin fiyatları düşmeden satarsa, akıllılık eder. Ona bu gerçeği Levent'e gitmeden telefonda da söyleyebilirsiniz. İnsanların gerçekle yüzleşmesi gerek!..�� deyip önümüzden geçen bir taksiyi durdurdum ve şoföre 2 milyon verip hanımı Beşiktaş'a götürmesini söyledim. Arabaya zorla soktuğum hoş hanımın itirazlarına ve bağırıp çağırmalarına karşı, ��Beşiktaş'ta hiç olmazsa biraz deniz havası alıp ülkenin bu gerçeğini biraz daha düşünürsünüz.�� deyip arabanın kapısını kapadım. * Markette kalın kabuklu Vaşhington portakalı niyetiyle satılan suyu kıçına kaçmış portakallardan almaya çalışan bir sürü müşteriye engel oldum. Çünkü sıkılmalık diye satılan ince kabuklu portakallar, hem daha sulu hem daha tatlıydı. Üstelik de ithal olmayıp daha ucuzdu. Hormonlu maydanozlardan almalarına da engel oldum. Elimin ayası kadar hormonlu maydanozların ne kokusu vardı, ne de tadı!.. Onca poşeti hafif eğrilmiş belim ve titreyen bacaklarımla taşıyamayacağım için marketten çıkınca bir taksiye bindim. Şoför şen şakrak ve keyifli biriydi. Ama arabasını yanlış kullanıyordu. ��Kaç yıllık şoförsün?�� ��Eh, şöyle böyle 20 yıl oldu abi.�� ��20 yılda kimseyi sağından geçmemeyi öğrenemedin mi?�� ��Ama yola baksana abicim.�� ��Arabaların kıçına da bu kadar sokulma. Öndeki herif acemidir, arabayı kaydırır, sana vurur. Üstelik böyle yağmurlu havada arabayı yüksek vitesle kullanacaksın ki, ayağını frenden çekince kaymasın.�� Şoför bir şey demedi ama, hareketleri hızlandı. Vitesi daha hızlı geçirmeye ve dur-kalkları daha sert yapmaya başladı. ��Şu sokağa gir ama, virajı açıktan al. Her an soldan biri fırlayabilir. Şimdi hafif sol yapıp öndeki Mersedes'in arkasına gir. Böyle asabi araba kullanmaktan da vazgeç. Bunca kaza neden oluyor sanıyorsun? Yarısı öfkeden, yarısı da alkolden... İşe çıkarken bir iki kadeh atmadın değil mi? Artık bu gerçekleri kendimize itiraf etmeliyiz!..�� Bindiğim araba öndeki Mersedes'in kıçına dank diye vurup durdu. Ama tam benim apartmanın önünde durduğu için ben de marketten aldığım öteberi poşetlerini aldım ve taksimetrede yazan 800 bin lirayı şoförün koltuğuna bıraktım. Şoföre veremedim çünkü o, vurduğu Mersedes'in şoförüyle dövüşüyordu. * Asansörü beklerken alt katımda oturan Kaya Bey'e rastladım. Merhabalaştıktan sonra, ��Afedersiniz Oğuz Bey, kazağınızı ters giymişsiniz�� dedi. Kaya Bey, benden bir hayli moruktu. Kibarlığımdan ötürü ses etmedim. ��Cebinizde de bir palamut var. Onu şu naylon poşete koysak daha iyi olmaz mı?�� deyince herifi bir an duvara çarpasım geldi. ��Pantolonunuzun fermuarı da açık. Üstelik külot da giymemişsiniz. Lütfen bu yaşta kendinize dikkat edin, üşütüp hastalanacaksınız!..�� * O bunak Kaya'yla bir haftadır selamlaşmıyoruz. Apartmanda dolaşıp bir sürü dedikodu yapmış. Güya, asansör kapısında ben onun gırtlağını sıkmışım. Bunak herif ne olacak!.. İnsan kendi gerçeğiyle yüzleşmeli ve bunadığını kabul etmeli. Oysa, ben onun gırtlağına dokunmamış, sadece midesine bir aparkat vurmuştum. 4 Şubat 2001
-
Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum
Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum (Oğuz Aral) ��Kış ortasında şu yaz güneşinin güzelliğine bakar mısın? Ortalık şenlik yeri gibi... Hem kemiklerim, hem yüreğim ısındı be Sadık'çığım.�� ��Senin oran buran ısındı ama, Anadolu kan ağlıyor. Yağmur yağmadığı için barajlarda dirhem su kalmadı. Bu yıl çiftçi kuraklıktan ve açlıktan ölecek.�� ��Şu mübarek çeneni tut da, yine keyfimi kaçırma. Geçen gün de yağmur yağdığı için homurdanıyordun.�� ��Yağmurlu havalardan nefret ederim. Romatizmalarımı azdırıyor.�� Sadık böyleydi işte... İnsanın beş paralık neşesine limon sıkmak için yaratılmıştı sanki. O gün keyifli günümdü. Onun da hoşuna gidecek şekilde konuyu değiştirdim. ��Hadi gene iyisiniz, bu hafta fiyakandan yanına varılmayacak.�� ��Ne olacak ki?�� ��Çarşamba günü maçtan sonra senin Galatasaray tarihinde ilk kez Avrupa Çeyrek Finali'ne kalacak.�� ��Sanmam.�� ��Nasıl sanmazsın be!.. Adamları kendi sahasında yendiniz de, Ali Sami Yen'de mi yenemeyeceksiniz?�� ��Biz adamları yenemedik ki!�� ��Eee, ne oldu?�� ��Onlar yenildi. Artık aynı hataları yapmazlar. Hakan'la Haci'yi sille tokat durduracaklardır. Hakem de onları tutacaktır zaten. Suat'la Tugay sakat. Bizim savunma kontrataktan çok gol yiyor. Adamlarda kontratak futbolunun en iyisini oynayan iki hızlı futbolcu var. Bu yüzden tur atlayıp finale kalamayız.�� Öfkemden, ��İnşallah tahminim doğru çıkar!..�� dedim. Sadık'a çok kızardık ama, yine de severdik. Dürüst, çalışkan, kötü gün dostuydu. İçimizden biri hastalansa, ziyaretine ilk olarak Sadık koşardı. Tabii Sadık'ın kanser, enfarktüs veya siroz teşhisleriyle ziyaret sonrası hastanın ateşi 40 dereceye çıkardı. Ama olsun, adı gibi sadık ve yıllanmış bir arkadaşımızdı. Ufak tefekti ama, hem yakışıklı hem de kültürlüydü. Yakışıklılığına rağmen uzun yıllar evlenemedi. Üstelik bu konuda gayretliydi de... Ama beğendiği ve lüks bir restorana davet ettiği bir kız, Sadık'ın ikinci yemek davetini asla kabul etmezdi. Arkadaşlarla tahminimize göre restoranda şuna benzer sahneler ve konuşmalar olurdu: Kız, ��Ah, buranın manzarası şahane... Ne güzel bir yer seçmişsin Sadık... Herhalde Boğaz'ın en güzel yeri burası!..�� Sadık, ��Boğaz'ın artık güzel yeri mi kaldı? Şu karşıya diktikleri fallus gibi beton yığınlarına bak. Üç otuz para uğruna Boğaz'ı yağmaladılar. Onların atıkları nereye gidiyor dersin? Kanalizasyonları nereye akıyor acaba? Tabii Boğaz'a... Yetmiyormuş gibi, bu tip restoranlar da Boğaz'ı çöp tenekesi olarak kullanıyorlar. Denizin üstü yemek artığından görünmez oldu. Şu kokuya bir bak!..�� Kız lafı değiştirmek ister. ��Şu şilep ne güzel süzülüyor. İçinde olup bilinmedik limanlara doğru gitmek istemez misin? Tabii yalnız değil. Kih!.. Kih!..�� Sadık, ��Bu petrol yüklü tankerler yüzünden bir gün İstanbul havaya uçacak ve parçamız kalmayacak. Hatırlar mısın, hani bir Romen şilebi Haydarpaşa açıklarında....�� Garson, ��Meze olarak ne emredersiniz?�� Kız, ��Ben fazla meze almayayım.�� Sadık, ��Çok haklısınız, meze kadar insanı şişmanlatan yiyecek yoktur. Siz kısa boylu olduğunuz için azıcık kilo bile alsanız, şişman ve çirkin görünürsünüz. Bana pilaki, midye dolma, tarama, patlıcan kızartması ve midye tava getir oğlum. Hanıma da bir salata...�� Garson, ��İçki ne alırsınız?�� Sadık kibarca, ��Siz ne içeceksiniz?�� Kız, ��Siz ne içiyorsanız ben de size katılırım.�� Sadık, ��Olmaz ben rakı içiyorum. Rakının bir kadehinde 225 kalori var. Bana bir küçük rakı, hanıma da küçük bir şişe beyaz şarap getir oğlum.�� Vee gecenin sonu da gelen hesap üzerine hırsızlar ve soyguncular yüzünden ülkenin nasıl batacağına dair uzunca bir konferansla biterdi herhalde... * Bu arada bizim Tuğrul, borç harç rüyasındaki arabayı aldı. İkide bir masasından fırlayıp park yerine koşarak arabasını seyrediyor, sonra da ışıl ışıl gözlerle işine dönüyordu. Tuğrul'un bu bayramı Sadık'ın, ��Araban çok güzel ama, bu modeller motor sesini içeri verir. Altı alçak olduğu için bizim yollara gitmez. Karteri kısa zamanda delersin. Otomatik olduğu için de fazla benzin yakar, para yetiştiremezsin. Yol yakınken bunu satıp yerine bir Polo al.�� nasihatleriyle sona erdi. * Sonunda Sadık'ın yakınmaları ve kara kehanetleri iyice arttı. Ama bu kez çok haklıydı. Çünkü işten çıkarılmıştı. Çalışkan ve işini yapan biri olmasına rağmen patronun yüreğini her gün kararttığı için biletini kesmişlerdi. Yetmiyormuş gibi, karısı da artık dayanamamış Sadık'ı zehirleyip katil olmaktansa kızını alıp baba evine dönmüştü. Yavuz'la benim gibi çok eski bir iki arkadaşından başka çevresinde kimse kalmamıştı. Evine de haciz geldiği için Asmalı Mescit'in ara sokaklarındaki bir otelde kalıyordu. Artık sadece telefonla görüşebiliyorduk. Ekonominin ya da yeni çıkardığımız bir derginin nasıl batacağını ya da Galatasaray'ın Avrupa Şampiyonası'nda beş paralık şansı olmadığını anlatabilmek için arada bir bizi arıyordu. Hikáyenin bundan sonrası biraz yerli filme benzeyecek ama, yemin ederim ki büyük bir kısmı gerçektir. Bir gece Yavuz'la otele baskın yapıp Sadık'ı salla sırt ettik ve her zamanki meyhanemize getirdik. Yolda taksi şoförüne kullandığı LPG gazının bir gün nasıl patlayıp arabasını ve müşterilerini yakalacağını uzun uzun anlattı. Birinci kadehten sonra Türkiye'deki mesleksiz iş gücünün yarattığı işsizlik patlaması konferansına başlarken, Yavuz cebinden çıkardığı zarfı Sadık'a verdi ve, ��Bu zarfta patronun mektubu ve 3 aylık maaşın var. Senin tekrar işe dönmeni rica ediyor. Çünkü şirketin sana ihtiyacı varmış�� dedi. Yavuz, Sadık'ın patronunun amcasıydı ve patron Urfa aile geleneği nedeniyle amcasının sözünden çıkamazdı. Sadık yutkundu ve sesi kesildi. Ama karısı Sevgi meyhaneye girip, ��Haydi Sadık eve gidelim. Jale babasını çok özledi�� deyince kapana kısılmış bir av hayvanı gibi gözlerini üstümüzde ve meyhanenin duvarlarında gezdirmeye başladı. Sevgi'yi bu gece gelmeye razı etmek için günlerce yalvar yakar olmuştum. Babası da akademiden arkadaşım olduğundan, kocasıyla barışmaktan başka çaresi kalmamıştı. Sanki maçı da ayarlamışız gibi meyhane televizyonu Galatasaray'ın Avrupa'da finale kalmasının haberini verdi. Sadık'ın omuzları çöktü ve ayağa kalkarken yanlış duymadımsa ağzından, ��İtoğlu itler!..�� gibisinden bir soluk çıktı. Karısının koluna girip mutsuz ve sarsak adımlarla meyhaneden çekti gitti. Yavuz'la keyifle bakışıp kadeh tokuşturduk. Ama kadehlerimizden bir fırt almamıza ramak kala Sadık tepemizde bitti. Şimdiye kadar suratında görmediğimiz yayvan bir sırıtışla, ��Patlıcan salatası ekşimişti, pilaki en az üç günlüktü, kalamar da lastik gibiydi!.. Nah buraya yazıyorum, bu meyhane üç vakte kadar batar!..�� dedi ve tekrar kapıda bekleyen karısının koluna girip kayboldu. 4 Mart 2001
-
Kaybedenleri seviyorum
Kaybedenleri seviyorum (Oğuz Aral) Geçen akşam İngiliz bacanağım Nevil aradı. Selam sabah ve hal hatırdan sonra Mayk'ı görüp görmediğini sordum. ��Mayk'ı geçtiğimiz kış maalesef kaybettik�� dedi. Nasıl üzüldüm bilemezsiniz, adeta canım yandı. Maykıl Rabsın, eski bir İngiliz boksörüydü. Soho civarındaki boksörler pabında tanışmıştık. Birbirimizi çok sevdik. Londra'ya her gidişimde buluştuk. Birbirimize kartlar attık. Bacanak Nevil, benim bir pab düşkünü olduğumu bildiği için Londra'ya her gittiğimde beni pab turuna çıkarır. Pab İngilizler'in meyhanesidir. Bir çeşit bar yani... Londra bir pab cennetidir. Oturula oturula insan kıçlarının oyduğu tahta kanapeli dörtyüz yıllık pablar bile vardır. Çoğu mesleklerin ve milletlerin de pabları ayrıdır. İrlandalılar pabı, Avusturyalılar pabı, polislerin, işadamlarının, boksörlerin, gazetecilerin hatta karikatürcülerin bile ayrı pabları vardır. Boksörler pabı kırık burunlu adamlarla doluydu. Duvarlarda Cim Corbet, Marsel Serdan, Co Luis, Raki Marsiyano gibi eski şampiyonların resimleri asılıydı. Çoğu pab halkı bağıra çağıra birbirlerine eski maçlarını anlatıyorlardı. Barda yanında oturduğum adam ezik burnu, içerlek gözleri, geniş omuzları, muhteşem bir bira göbeğinin altındaki sıska bacaklarıyla tam bir boksör eskisiydi. Adam yüzüme baktı sonra, ��Sen bir amatörsün�� dedi. ��Nereden anladın?�� ��Profesyonel olsan bu ince kemikli sırça gibi çenenle şu anda hayatta olmazdın.�� ��Peki ama boks yaptığımı nereden bildin?�� ��Adamın gözünün içine bakıyorsun ve viskiyi bile eskiv yapar gibi içiyorsun.�� deyip keyifli bir kahkaha patlattı. Ben de ona paynd bira ısmarladım ve muhabbet başladı. ��Ben 1960'ların en ünlü boksörlerinden biriydim. Belki de İngiltere'nin en sevilen boksörüydüm. Şampiyonların maçlarında bile salon tam dolmazken, benim maçlarımı millet ayakta izlerdi. Sokağa çıkınca imza vermekten yüz metrelik yolu bir saatte zor alırdım. Birçok ünlü boksörden fazla para kazanırdım. İngiltere'de boksörler Amerikalılar gibi milyonlar kazanamaz. Bizde öyle milyon dolarlık televizyon ve reklam gelirleri yoktur. Gelirin çoğu, seyircidendir. Boksa da halkın fakir ve İrlandalı kesimi merak sarar. Yani bilet fiyatlarını ucuz tutmak zorundadırlar. Buna rağmen yine de iyi para kazanırdım. Ünlü boksörler yılda 3-4 maç zor bulurken, organizetörler bana her ay maç yaptırırlardı. Çünkü salonu doldururdum. Ama ne yazık ki kazandığımdan fazlasını yerdim. Kadınlara ve iyi giyinmeye bayılırdım. Bak, sırtımdaki şu ceket bile Börböri'dendir.�� deyip göğüs cebi altındaki markayı gösterdi. Ceket gerçekten Börböri'dendi, ama kol yenleri tirfillenmiş, yırtık cep ağızları tamir görmüş, dirsek kısımları da eridiği için içindeki astarı görünen tarihi bir ceketti. Ben Mayk'a bir paynd daha ısmarladım. Mayk, ��Olmaz, raunt sırası bende�� deyip elini cebine attı. Biraz karıştırdıktan sonra, ��Haydi seni kırmayayım. Hey Mörfi, bu centilmenden bana bir paynd daha doldur�� dedi. ��Bana unutamadığın maçlarından birini anlat Mayk.�� ��Ohhoo, benim bütün maçlarım unutulmaz maçlardır. Ama O'Kannır'la yaptığım maçın ikinci raundundan sonrasını hatırlayamadığım için maçı sana Mörfi anlatsın. O maçta Mörfi, köşemde bana suvanyörlük yapıyordu.�� Mörfi, ��O maç Mayk'ı yıldız yapan bir dövüştü. Seyirci çıldırmış gibi 'Mayk Mayk' diye bağırıyordu.�� diye söze karıştı. İngilizcem pek parlak değildir. Söylenenleri arada bir anlamadığım olur. Ama barmen Mörfi'nin dediklerinin en az yarısını anlamıyordum. Bacanak Nevil'e, ��Bu herif nece konuşuyor?�� diye sordum. Kokney'ce konuşuyormuş. Yani Londralı bitirimlerin argo şivesiyle... Nevil de bana Mörfi'nin anlattıklarını İngilizce'den İngilizce'ye çevirdi. ��O'Kannır İrlanda şampiyonuydu. İki eliyle de çok sert vuran bir herifti. Üstelik bizim Mayk'tan bir kafa uzundu. Daha maçın başında bir sol kroşe ile Mayk'ı yere yatırdı. Ama Mayk hemen kalktı ve herife sağlı sollu girişti. İrlandalı o köşe senin bu köşe benim saklambaç oynamaya başladı. Fakat adam sert vuruyor dedim ya, Mayk benim bulunduğum köşede onu döverken O'Kannır bir sağ aparkatla Mayk'ı yine yatırdı. Tabii Mayk hemen kalkıp tekrar herife saldırdı. İkinci raundu Mayk aldı. Ama sağ gözü tamamen kapanmıştı ve sol gözünün de ancak bir kısmı görüyordu. Üçüncü raundda Mayk savunmayı filan bırakıp gardını indirdi. İrlandalı vuruyor, Mayk vuruyordu. İkisi de eskivi ve dans etmeyi filan bırakmış, ringin ortasına dikilip birbirlerini gebertiyorlardı. Seyirci keyiften çılgına dönmüştü.�� Barmen Mörfi, hem bir spiker gibi maçı anlatıyor hem de anlattıklarını pandomim olarak tarif ediyordu. Havaya kroşeler, aparkatlar savuruyor, arada bir eskiv yapmayı da ihmal etmiyordu. Bu arada maçı kesmeden müşterilerinin içkilerini de dolduruyordu. Üçüncü duble viskiden sonra ben de havaya girmiştim. ��Eee, maçın sonu ne oldu?�� ��Tabii, Mayk nakavt oldu.�� Fena halde düş kırıklığına uğramıştım. ��Ama boşver, seyirci herifi değil, zor bela ayılttığımız Mayk'ı alkışlıyordu.�� ��Evet o maçtan sonra maç teklifleri artmıştı. Hele ünlü Amerikalı zenci Tomi Cansın'la Livırpul'da yaptığım maçtan sonra fiyatım ikiye katlandı.�� ��Demek herifi yendin.�� ��Yok yahu, o dev gibi Arap nasıl yenilir? Zaten herif bir yıl sonra yarı ağırda dünya şampiyonu oldu. Ona tam 6 raunt dayanmıştım. Üstelik 5. raundda çenesine vurduğum bir kontrayla Arap'ı kıçüstü oturtmuştum. Ama o maçtan aldığım paranın yarısını da diş protezlerine harcamıştım. Dişlerimin bir kısmı dökülmüştü. Boşver. (Nevır maynd yani...)�� ��Eee, sonra ne oldu?�� ��Altın Çocuk Tim'le yaptığım maça kadar halkın kahramanı olarak yıllarca ringe çıktım. Bir film yıldızı kadar ünlendim. Dünyanın da parasını kazandım.�� ��O maçta ne oldu?�� ��Timoti Seymır 60 Olimpiyatları'nda madalya kazanmış, geleceğin dünya şampiyonu gözüyle bakılan milletin gözbebeği bir boksördü. Üstelik altın gibi sarı dalgalı saçlarıyla çok da yakışıklı bir gençti. Londra'nın en ünlü salonu Kristal Palas bizi görmeye gelen binlerce kişiyle hınca hınç dolmuştu. Delikanlı gerçekten benden çok daha iyi bir boksördü. Tim, beni dövdükçe seyirci sevinç naraları atıyordu. Ama dördüncü raundda hayatımın hatasını yaptım.�� ��Ne yaptın?�� ��Birden sinirlendim. Herif bir taraftan beni dövüyor, bir taraftan da seyirciye komik işaretler yapıyordu. Yani benimle dalgasını geçiyordu. Zafer sarhoşluğu içinde iyice gevşemişti. Erken gelen başarılar hıyarı şımartmıştı. Yediğim sağlı sollu kombine birkaç yumruktan sonra ellerimi indirip düşer gibi yaptım. Hemen üstüme atladı. Bir sayd-step yapıp önce midesine sonra da hafif faullü bir kroşeyle kulağının üstüne vurdum. Sonra da bir sol direkt ve sağ aparkatla Altın Çocuğu yere uzattım.�� ��Seyirci keyiften mahvolmuştur, zevkten ölmüştür!..�� ��Hayır, Altın Çocuk kalkmaya çalıştı, kalkamayınca koca Kristal Palas'ı bir ölüm sessizliği kapladı. Hatta birkaç yuh sesi bile duyuldu.�� ��Niye yahu?�� Mayk biçimi bozulmuş, ama yine de sevimli kalabilmiş ağzıyla gülümsedi. ��Sigarandan alabilir miyim?�� diye sordu. Paketi uzatıp sigarasını yaktım. ��Bu benim kazandığım ilk ciddi maçtı. O maçtan sonra fiyatım düştü. Birkaç maç sonra da hiçbir organizatör bana iş vermedi. Böylece boks hayatım bitti.�� Mayk'ın anlattıklarından ve beşinci duble viskiden sonra kafam iyice karışmıştı. ��Anlayamadım, kazandın ya işte!..�� ��Hatam kazanmaktı. Çünkü benim seyircilerim hep kaybedenler takımındandı. Kazananlara hayranlık duyuyorlardı. Ama kaybedenleri kendilerinden sayıp seviyorlardı. Hele benim gibi canını dişine takarak dövüşüp kaybedenleri aileden sayıyorlardı. Yani benim işim kaybetmekti. Sizde de öyle değil midir?�� Bu soru üzerine hiç ilgisi olmadığı halde Londra'nın bir boksör pabında aklıma Ajda Pekkan'la Müslüm Gürses düştü. Müslüm'ün ameliyatla burnunu kaldırttığını, ipek kadifeden pantolonlar giydiğini düşledim. Fena halde canım sıkıldı. Ama Ajda'ya da hayrandım. Mayk sigarasından bir of çekti ve dışarıya hiç duman koyvermedi. ��Uzun yıllar sonra Altın Çocuğu döverek onlara, yani kaybedenlere ihanet ettiğimi farkettim. Sınıf değiştirmiştim ve onları yalnız bırakmıştım. Herkes fazla itiraz etmeden payına düşen dayağı yemeli.�� Mayk'ın felsefesine bayılmıştım ama yine de kişiliğime aykırıydı. ��Altın Çocuk kalkmak için yerde debelenirken neler hissetmiştin?�� ��Mutluluk!..�� ��Onlar zaten alacaklı doğmuştur. Seyircinin mutluluğuna boşverip kendi mutluluğumuza da arada bir aparkat vurmakta fayda vardır!..�� dedim. Tabii benim Türkçe düşünüp kafamda İngilizce'ye tercüme ettiğim bu cümleden toprağı bol olasıca Mayk hiçbir şey anlamamıştı. İnşallah sizler anlamışsınızdır. 6 Mayıs 2001
-
Kötü haber çabuk yayılır
Kötü haber çabuk yayılır (Oğuz Aral) Kaya, kapıdan içeri ok gibi daldı ve bana sarıldı. İçini çekerek beni göğsüne bastırdı. Daha doğrusu, göbeğimi göğsüne bastırdı. Çünkü göbeğim onun göğüs hizasına geliyordu. Gözleri kıpkırmızı ve yaşlıydı. Ya ağlamış ya da nezle olmuştu. ��Hayrola yahu ne oldu?�� ��Daha ne olsun ki, yüreğim yanıyor!..�� ��Yoksa bu yaştan sonra áşık filan mı oldun?�� ��Sen hep böylesindir işte. En kötü halinde bile espri yapmaya çalışırsın!�� ��Allah Allah, bana bir şey mi olmuş?�� ��Çok üzüldüm ama, çok da kırıldım. Böyle bir şeyi kırk yıllık arkadaşından saklıyorsun ve ben ancak başkalarından öğrenebiliyorum. Bu kötü gününde yanında olmayı bana çok gördün, yazıklar olsun!..�� ��Yahu Kaya, sen hangi kötü günden söz ediyorsun? Bugün kış ortasında şurup gibi güneşli bir bahar günü... Üstelik maaşımı da aldım. Akşam için Boğaz'da lüfer ve rakı hayalleri kuruyorum.�� ��Ciğerde mi, yoksa beyinde mi?�� ��İkisi de balıkla iyi gitmez. En iyisi lüferin yanında, patlıcan salatasıyla midye pilakisidir.�� ��Ben seni kırk yıldır tanıyorum. Sana acınmasından nefret ettiğin için işi gırgıra vuruyorsun. Yoksa bağırsaklarda mı?�� ��Bağırsaklarda olan ne?�� ��Tümör!..�� ��Ne tümörü be?�� ��Kanser tümörü!..�� ��Hay Allah, sen hastane işini mi soruyorsun?�� ��Yatmadın mı?�� ��Yattım, arkadaşım Profesör Aydın Kargı beni çok sevdiğinden boşuna telaş etmiş, aldıkları parça temiz çıktı. Yani bir haltım yokmuş.�� Kaya, ��Çok sevindim�� dedi. Ama pek sevinmiş bir hali yoktu. İnanmayan ve kahır dolu gözlerle yüzüme baktı. ��Öyle diyorsan öyledir. Ama hakkım helál olsun!�� deyip iç çekişleri arasında bana tekrar sarıldı ve gitti. * * * Gazetede sayın Yazı İşleri Müdürüm Fikret Ercan, beni görünce her zamanki gibi masaların arasına dalıp görünmeyen adam olmak şöyle dursun, bir koşu yanıma geldi. Yüzünde kocaman bir gülücük vardı ama, gözleri keder doluydu. Zorlama bir kahkaha atıp omuzuma pat pat vurdu. ��Maaşallah, seni çok iyi gördüm ağabey.�� ��Hamdolsun, fazla bir derdim yok. Bugünkü karikatürün öyküsünü soracaktım.�� ��Karikatür müü?.. Yoksa çizmeye devam edecek misin?�� ��Tabii çizeceğim. Bu iş için para alıyorum.�� ��Parayı pulu filan kendine dert etme ağabey. Canın isterse çiz, istemezse çizme. Ayhan oraya bir haber işler, olur biter.�� ��Fikret, ben kovulmadım değil mi?�� ��Ne münasebet!�� ��Bugünkü tenis antrenmanında kafana top filan da gelmedi değil mi? Yani kendini iyi hissediyor musun?�� Fikret, ��Arslanlar gibi ağabey!�� diye sahte bir kahkaha daha kopardı. Sonra da omuzuma pat pat vurup, ��Maaşallah seni de arslanlar gibi gördüğüme çok sevindim!..�� dedi ve bilgisayarlı masaların arasında gözden kayboldu. Arkamda hababam acıklı fısıltılar duyuyordum. Hızla dönüp baktım. Reha, Ayhan, Kanat ve Oya başlarını masalarına eğmişler, bugüne dek onlarda rastlamadığım bir ciddiyetle yazılarına gömülmüşlerdi. Yani hepsi, bana bakmadan çalışır gibi yapıyorlardı. Yalnız Neyyire, gözlerini silerken yakalandı. Ben de onu görmezden geldim. * * * Karikatürümü çinilerken Yayın Yönetmeni'nin beni çağırdığını haber verdiler. Eyvah dedim, son çizdiğim Ecevit karikatürüne bozuldu herhalde. Kendisi emekli bir Ecevit'çiydi. Ertuğrul Özkök hafif titreyen bir sesle, ��Röportajlarınıza bayılıyorum�� dedi. ��Teşekkür ederim.�� ��Gazete adına Maldiv Adaları�na gidip oradaki genç kızların yaşamı hakkında röportaj yapmaya ne dersiniz?�� ��Allah derim. Ama şimdi kışın köründe gideceğime yaza doğru gitsem olmaz mı?�� ��Vaktiniz kalmayabilir... Yani gazetenin kampanya vaktinden söz ediyorum. Ben biletlerinizin alınması için idareye bilgi vereceğim. Dönmek için de çok acele etmeyin, gönlünüze göre gezip eğlenin.�� * * * Geçen akşam Oya'yla Kanat zorla beni evden alıp, küçük ve şirin bir meyhaneye götürdüler. Aşağı yukarı bütün arkadaşlar oradaydı. Biz içeri girince hepsi ayağa fırlayıp, ��İyi ki doğdun Oğuz Ağabeey!..�� diye bir kutlama şarkısı tutturdular. Meğer benim için bir sürpriz parti düzenlemişlermiş. Ben de o günün doğum günüm olmadığını söylemedim tabii. Gerçekten çok şenlikli bir gece oldu. En basit esprime bile millet kahkahayı basıyordu. Yaşam boyu milimetrik gülen Reha bile, gülmekten iki kez sandalyesinden düştü. Oya'nın da gülerken gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Gülmesi daha çok ağlamaya benziyordu ya neyse... En önemlisi, yanıma tanımadığım genç bir kız oturmuştu. Yeşil gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Hatta gülerken arada bir dizimi bile okşuyordu. Gecenin bir yarısı ayağa kalkıp, ��Beni dinleyin arkadaşlar, ben kanser filan olmadım. Bu elimde gördüğünüz de hastanenin raporu. Bakın negatif yazıyor. Yani, bu benim temiz káğıdım. Şimdi hepimizin sağlığına içelim.�� diye küçük bir nutuk attım. Ortalık bir anda sessizleşti. Sonra da, ��Ah, çok sevindik... Biz öyle duymuştuk, çok şükür doğru değilmiş...�� gibisinden birkaç mırıltı duyuldu. Ama deminki coşkudan eser kalmamıştı. En kötüsü de yeşil gözlü kız ortadan kaybolmuştu ve bir daha da görünmedi. * * * Sabah Kaya telefon edip bir yıl önce verdiği borcu geri istedi. Sonra da Fikret Ercan aradı. ��Bugünkü karikatür 4 sütun eninde, 8 santim yüksekliğinde olacak. Ama fazla gecikmesin!..�� dedi. ��Ertuğrul Bey oralarda mı? Dün bir iş konuşmuştuk.�� ��Ertuğrul Bey seyahate çıktı.�� ��Nereye gitti?�� ��Maldiv Adaları�na!..�� 7 Ocak 2001
-
Ben de polemikçi ve ünlü bir yazar olmak istiyorum
Ben de polemikçi ve ünlü bir yazar olmak istiyorum (Oğuz Aral) Önce Çetin Altan'a bulaşayım diye düşündüm. Çünkü, cahili olduğum bu yazıcılık mesleğini yavaş yavaş öğrendikçe okunmak için ille de başka bir yazarla polemiğe girmek gerektiğini çakmış bulunuyorum. Polemik dedikleri de, laf kondurmak ve hırlaşmak... Örneğin Hıncal Uluç'la Erman Toroğlu gibi iki eski dostun itişip kakışmalarından, sözümona hiç hoşlanmıyorum. Ama atışmalarını da okumamazlık edemiyorum. Üstelik okurken keyiften dişlerim bile kamaşıyor. Yoksa Selahattin Duman'a mı dokundursam? Ama onun kendi yazılarından gayrısını okuduğundan hiç emin değilim. Özene bezene yazacağım teşbihler, istiareler, ima ve telmihler hallaç yellenmesi gibi boşa gidecek. Üstelik her ikisi de başka gazetede çalışıyor. İki taraf da aynı anda okunmalı ki, hırlaşmaları heyecanlı olsun ve okur tadına varsın. En iyisi bizim gazeteden polemiğe girebileceğim bir yazarı seçmek. Örneğin, Ertuğrul Özkök'le dalaşmak hiç fena olmaz. Hayırr!.. Gayet fena olur!.. Çünkü Özkök, çalıştığım gazetenin Genel Yayın Yönetmeni!.. Beni mahv-ü perişan eder. Sakın gazeteden atılmaktan korktuğumu filan sanmayın. Nerede Ertuğrul Bey'de beni atacak o merhametli yürek ve nerede bende o talih?.. Asla reddedilemeyecek kibar ve kurnaz bir sevimlilikle haftada bir-iki röportaj, iki üç spor yazısı ve bir çizgi roman daha yazıp çizersem, ülkemizin kurtulacağını beni iki kadeh arasında ikna ediverir maazallah!.. Aslında bulaşmak için en mümbit toprak Fatih Altaylı... Zaten, yaşlı başlı devlet adamlarına ��Ohhaa!.. Çüüş!.. Hösst!..�� gibisinden Mekteb-i Sultani terbiyesine uygun düşmeyen hitaplarda bulunmasına bozulup duruyorum. Ama delikanlıda bir bilekler var, vallahi bacağım kalınlığında... Yumruklar dersen, çocukluğumdaki ekmek somunları gibi... Bekir'le Emin derseniz, hiç olmaz. Biri ciddiye almaz dalgasını geçer, öteki çok fazla ciddiye alır 30 yıllık dostluğumuz bozulur. Böylece son şansım olarak elimde kala kala bir tek Serdar Turgut kaldı. Üstelik gözlüklü ve göbekli oluşu ve de ancak omuz hizama gelişi (o da zıplarsa) şansını iyice arttırdı. Demek ki, POLEMİKDAŞIM Serdar olacak ve oğlanın hiç kurtuluşu yok!.. Ne yapalım, her mesleğin birtakım tehlikeleri vardır. Bu yazıyı okurken Serdar'ın, ��Ah keşke itfaiyeci, motorsiklet yarışçısı ya da sirklerdeki bıçak atıcıların hedefte duran asistanı olsaydım!..�� diye iç çekerek homurdanmasını şimdiden duyar gibiyim. Şimdi gelelim polemiğimize Serdar'cığım; Böbür böbür böbürlendiğin öteki Türkiye buluşunun 'Orda bir köy var uzakta' ilkokul şiirinden bu yana çiğnenmekten çuving-gam, yani çiklet olmuş ve artık tedavülden kalkmış bir deyim olduğundan yaşın icabı haberin yok. (Nasıl, lafı iyi kondurdum mu?) Çuving-gam sözcüğünü de mahsusçuktan okunduğu gibi yazdım. Çünkü İngilizce yazılışını okuyamayabilirsin. Ben de senin gibi Niyork'ta bir hayli bulundum. (Hem de tam 4 gün!..) Onca zaman içinde Niyork'ta doğru dürüst İngilizce konuşabilen bir Allah'ın kuluna rastlamadım. Yani ikide bir paraladığın İngilizce'den pek emin değilim. Ayrıca benim gibi bakkaldan parasının üstünü tam olarak almaktan aciz biri bile, senin ekonomi bilginin eski tüfeklerimizden Sadun Aren Hoca'nın kötü bir kopyası olduğunu çakar. (Bak: Yüz Soruda Ekonomi-Yayıncı Fethi Naci) Üstelik ikiniz de eski TİP'li olduğunuzdan, senin için başka türlüsü zaten mümkün değildir. (Lafın burası biraz muhbirliğe giriyor, ama yazar polemiklerinde muhbir vatandaşlık son derece doğal ve kullanışlı bir yöntemdir. Hatta beni 50'sinden sonra asker kaçağı diye ihbar eden yazarlarımız bile olmuştu.) Gelelim Fransız şarabından pek bir anlar geçinmene... Anımsıyor musun, geçenlerde size etiketsiz bir şarap şişesiyle gelmiştim. Getirdiğim şarabı bir bardağa koyup sana tattırmıştım. Sonra da, ��Bil bakalım bu şarap ne millet ve markası ne?�� diye sormuştum. Sen de bilgiç bir edayla gözlerini tavana dikip ve dilini damağında şaplatıp, ��Hımm, Fransız Şatö Nöf dü Pap 1986 ürünü!..�� demiştin. Tabii ben de, ��Amanıın!.. Nasıl bildin, sen bir dahisin ve bir şarap profesörüsün!..�� gibisinden çığlıklar atmıştım. Çünkü o akşam yeni açılan bir Çin lokantasına gidecektik ve hesabı sen ödeyecektin. İşte bu nedenle Şatö bilmemne dediğin şarabın içine Kokakola karıştırılmış Vefa Bozacısı markalı bir şişe sirke olduğunu söylememiştim. Zaten, bir oturuşta içine kelle ve paça kıyması karıştırılmış 250 gramlık Big Burger denilen köfteden hoşlanan ve ketçap manyağı olmuş bir damağın Fransız şarabından anlaması mümkün değildir. Mavi ispirtoyla Yeni Rakı'yı birbirinden ayırması bile başarı sayılır. Bana inanmıyorsan Tuğrul Şavkay'a sor. Bildiğin gibi yazarlar arasındaki bu tür tartışmaların ve atışmaların bir kuralı ve raconu vardır. Sadece fikirler tartışılır ve bu tartışmaya özel yaşamlar karıştırılmaz. İşte, ben de bu yazarlık etiğine uyarak seni eşin Rana'yı haftada en az iki kere dövdüğünden okurlara söz etmeyeceğim. Üstelik tembel olduğun için, elini kullanmayıp bu işi sopa veya terlik aracılığıyla yapman da bana göre ayrı ayıp... Bir de her yazında kızı sana zulmetmekle suçluyorsun... Mavi Dam mı, Mor Çatı mı, adı her neyse kocalarından dayak yiyen kadınların sığındığı evler var ya, Rana Hanım'ı işte o evlerden rica minnet ve yalvar yakar kaç kere eve geri getirdiğimizi yazarlık etiği gereği yine açıklamayacağım. Bu sizin aile içi sorununuz ve kimsecikleri ilgilendirmez. Ama Rana Hanım geçen hafta size komşu olan eczaneden neden 50 gr. arsenik aldı diye insan düşünmeden edemiyor. Yazdıkların içinde en çok ağırıma giden ne oldu biliyor musun? Bunca yıldır ekmeğini yediğin, suyunu içtiğin cennet vatanımızın has evlatlarından olan vatandaşlarımızı, üçkáğıtçılıkla itham etmen!.. Daha üç gün önce dalavereciliğin, üçkáğıtçılığın genetik özelliklerimizden kaynaklandığını iddia edip şunları yazdın: ��....Gazetedeki haberi okuyunca 'Pes, bu kadarı da olmaz ki' dedim kendi kendime... Adamlar İzmir'de gizli rafineri kurmuşlar. Burada sahte yakıt üretmişler. Sonra da bu akaryakıtı ruhsatsız olarak çalıştırdıkları benzin istasyonunda satmışlar.�� Böyle bir habere şaşırman, hatta bu olayda Türk milletinin incelmiş yaratıcı gücünü kavrayamaman doğaldır. Herkesin babası oğlunu kıçına vurup döverken, seninkinin kafana kafana vurduğunu defalarca itiraf etmiştin zaten. Bizim kuşak, senin gibi 20-25 yıllık taze ve tıfıl gazetecilerin bilgi ve görgülerini arttırmayı görev bilen bir kuşaktır. Bu nedenle Türk insanının yaratıcılığı konusunda seni aydınlatmak için küçük bir örnek vermek istiyorum. Öğren de bir daha erik hırsızlığı kadar basit üçkáğıtçılıklara şaşırma. Bundan çeyrek asır kadar önce bir vatandaşımız, bir devlet dairesi kurdu. Evet bina kiraları, memurların vergileri, çocuk zamları, emeklilik kesintileri dahil bordrolarını bir mutemet gibi götürüp Maliye'den her ay en az 20 kişilik maaş aldı. Tabii, ortada ne böyle bir devlet binası, ne de bir tek memur vardı. Olaylar nasıl açığa çıktı biliyor musun? Enayi hastalandı ve aybaşında gidip maaşları alamadı. Para kasada kalınca Maliye şüphelendi. Gittikleri adreste öyle bir devlet dairesi olmadığını görünce polise başvurdular. Aynştayn'dan sonra dünyaya gelmiş en zeki insan olan vatandaşımız da böylece enselendi. Yalanım varsa namerdim ve hem vallahi, hem billahi!.. İnanmıyorsan eski gazete koleksiyonlarını aç ve bak!.. Böylece, bir daha yaratıcılık konusunda canım vatandaşlarımın hakkını yemekten vazgeç!..'' Dipnot: Serdar'cığım, en kısa zamanda karşı yazını beklerim. Sakın dalga geçme, ikimiz de birçok köşe yazarı gibi bir anda ünlü olabiliriz. Ama yazarken kantarın topuzunu kaçırma. 185 santim boyunda 90 kilo olduğumu ve sağımın hálá fena olmadığını hatırlatırım. 11 Şubat 2001
-
Fiyuvv!.. Fiyuvv!..
Fiyuvv!.. Fiyuvv!.. (Oğuz Aral) Kulağımın dibinde çalınan ��Fiyuvv... Fiyuvv!..�� diye bir ıslık sesiyle uyandım. Anlaşılan herifin biri koynuma girmiş, ıslıkla Tamburi Mustafa Çavuş'un ��Dök Zülfünü Meydana Gel�� Hisarbuselik şarkısını çalıyordu. Dikilip oturdum ama, yatakta benden başka kimse yoktu ve ben hálá ıslık çalmaktaydım. O anda ıslık çalmayı ne kadar özlediğimi fark ettim. Islık çalmayalı kaç yıl olmuştu acaba? 20 yıl mı, 30 mu?.. İnsan, yaşamın hayhuyu içinde eski günlük keyiflerini teker teker unutuyor. Dökülen saçları ve kaybettiği dişleri gibi, onlarsız yaşamaya alışıyor. Demek ki rüyalar unutmuyor. Yatakta oturur durumda ıslığa kuvvet keyifle iki de türkü patlattım. Sonra kalkıp duşa girdim. Sabunu iyice köpürtüp yuvarlak yaptığım baş ve işaret parmaklarımın arasından üfleyip balon yaptım. Hem de kocaman!.. Balon yapmayı da çok özlemişim. Son balonları 4-5 yaşlarındayken oğluma yaptığımı anımsıyorum. Seyit şimdi 30'una geldi. Gardrobun altını üstüne getirdim. Eski kareli ceketimi anımsamıştım. Üstelik buldum da... Ama ne yazık ki düğmelerini ilikleyemedim. Yeni göbeğime karşı ağzımı bozdum. * Bir kuruyemişçi bulana kadar yürüdüm. 150 gram iğdeyle 100 gram dut kurusu aldım. Ne yazık ki erik pestili bulamadım. Yiye yiye otobüs durağına geldim. Durakta bekleyen birkaç kişiye dut kurusu ikram ettim ama almadılar. Üstelik benden birkaç adım da uzaklaştılar. Keyifleri bilir!.. Enayiler, şu anda İkinci Dünya Savaşı'nın yokluk yıllarını yaşadığımızı ve çikolata, pasta hatta akide şekeri bile bulunmadığını bilmiyorlar. Toz şeker bile karaborsada!.. Dut kurusunun tüm çocukların rüyalarına girdiğinden haberleri yok!.. Otobüste oturan, çok güzel genç bir kıza gözüm takıldı. En keskin ve çapkın bakışlarımla gözlerinin içine baktım. Demek ki otobüste kız kesmeyi de özlemişim. O da bana güleç bakışlarla baktı. Sonra oturduğu koltuktan kalkıp, ��Buyrun, benim yerime siz oturun amca!�� dedi. Ne yazık ki kadın milletinin ne kadar anlayışsız olduğunu unutmuşum. * Üsküdar'ı geçmek için vapura bindim ve vapurda hiçbir kızı kesmeye kalkmadım. Demek ki kız kesmenin heyecanı, artık hep özlem olarak kalacaktı. İmrahor Yokuşu'nu dura otura dört taksitte tırmandım. Kahveci yakışıklı Nihat, mavi gözlerini yüzüme dikip, ��Ben bu herifi mutlaka tanıyorum, ama nereden tanıyorum?�� gibisinden uzun uzun baktı. ��Yalkın yok mu?�� diye sordum. ��Hangi Yalkın?�� ��Hani bir ara Almanya'ya gidip döndüydü. Bir minibüsü vardı.�� ��Haa bizim proleter Yalkın mı?�� ��Evet, proleter Yalkın.�� ��Yıllardır kahveye uğramıyor. Hasta olduğunu duydum.�� ��Hálá eski evinde mi oturuyor?�� ��Galiba.�� Salacak'ın dar sokaklarından birine girip eski bir evin kapısını çaldım. ��Yalkın evde mi?�� ��Babam rahatsız, yatıyor.�� ��Olsun, ben bir bakayım ne kadar rahatsız?�� deyip yatak odasına daldım. Yalkın her zamanki aksiliğiyle önce, ��Paldır küldür nereye giriyorsun? Burası Dingo'nun ahırı mı be?..�� diye homurdandı. Sonra da yüzüme dikkatle bakıp, ��Sen hálá hayatta mıydın?�� diye sordu. ��Kalk giyin gidiyoruz.�� ��Hiçbir yere gitmiyoruz. Benim pantolon giyecek mecalim mi var?�� ��O zaman pijamayla gidiyorsun!..�� ��Sen gençken de bir miktar manyaktın. Ama moruklayınca iyice tımarhanelik hale gelmişsin. Senin tek başına sokaklarda dolaşmana belediye nasıl izin veriyor?�� Sokağa çıkana kadar aramızda geçen güreş karşılaşmasındaki küfür muhabbetinden söz etmek istemiyorum. Yalkın ufak tefektir, fakat sıkı çocuktur. Ama ne kadar sıkı olursa olsun aramızda artık benim lehime 20 kilo fark var. Üstelik romatizması, artiridi, ülseri de bana çalışıyor. Bir miktar yürüyerek, bir miktar itişip kakışarak, bir miktar da sürüklenerek Nihat'ın kahvesine geldik. Ben zar zor nefes alacak hale geldikten sonra Nihat'a, ��Bize yeni bir deste aç�� dedim. Nihat hálá yüzüme dikkatle bakıyordu. ��Yahu sen ölmedin miydi?�� ��O Tekin'di... Yukarıdakiler sıralamada ufak bir hata yapmışlar. Sonradan özür dilediler. Memur milleti işte. Her yerde aynı!..�� Yalkın, ��Nesine?�� diye sordu. ��İki buçuk lirasına!..�� ��İki buçuk lira kaldı mı bunak?�� Cebimden yıllardır bir şişede sakladığım bozuk paralardan iki adet iki buçuk lira çıkardım. Birini kendi önüme, birini de Yalkın'ın önüne koydum. ��Ben seninle Nihat'ın kahvesinde iki buçuk lirasına pişpirik oynamasını özledim. Her zamanki gibi seni yine paralayacağım!..�� dedim. O da bana ayıp bir el işareti yaptı. Nihat'ın tavşan kanı çayları da kár etmedi, yine yenildim. Bütün valeler Yalkın'a abone olmuştu. * Yalkın'ı eve sürüdükten sonra Arap'ın Salacak'taki meyhanesine gittim. Kız Kulesi'ne bakarak bir küçük içtim, ama kesmedi. Yolluk fasılları başladı. Salacak'ın tahta vapur iskelesinden atlayıp mahallecek Kız Kulesi'ne yüzerek gitmemizi gözümde canlandırmaya çalıştım. Demek ki Kule'deki bekçinin elaman deyip o taş senin bu kaya benim bizi kovalamasını çok özlemişim. O yıllarda Kule'ye ayak basmak yasaktı ve Orhan Kemal'in Bekçi Murtaza'sını Kız Kulesi'ne bekçi olarak atamışlardı. Bir ara yan masada bana dikkatle bakan yaşlı birine gözüm takıldı ve içim sevinçle doldu. ��Sedat sen misin?�� ��Benim Oğuz'cuğum.�� deyip Sedat ayağa fırladı. Sarıldık, sarmaştık. Ama oğlanda şimdi bir tuhaflık vardı. Sedat bizim arkadaş takımının en kısa ve en sıska çocuğuydu. ��Sen benim omuzuma zor gelirdin, şimdi benden bile uzunsun. Bu nasıl oldu?�� ��Herhalde sonradan açıldım.�� ��Peki, bu somun gibi omuzlar?�� ��Haa, onlar mı?.. Halterden ve karateden.�� ��Ne karatesi lan?�� ��Boksu bıraktıktan sonra karateye başlamıştım. Hálá haftada iki gün kata antrenmanına gidiyorum.�� ��Gözün dönsün Sedat!.. Allah seni bildiği gibi yapsın alçak!..�� ��Ne oldu be?�� ��Seni ayda bir döverdim. Yine görür görmez eskisi gibi seni dövmeyi ne kadar özlediğimi fark ettimdi. Şimdi benim halim ne olacak?�� Sedat kanca gibi parmaklarıyla ensemi sıkıp beni sandalyeme çökertti. ��Yine dene be Oğuz'cuğum. Belki ben de senden dayak yemeyi özlemişimdir.�� Sedat'ın geniş göğsüne bacağım kalınlığındaki kollarına bakıp Tamburi Mustafa Çavuş'un ��Dök Zülfünü Meydana Gel�� şarkısını ıslıkla çalmaya başladım. * Bir gazete haberi: Dün gece Kız Kulesi'ne doğru yüzmeye çalışan ihtiyar bir adam, boğulmak üzereyken balıkçılar tarafından kurtarıldı. Hastanede zar zor kendine gelen adamın ilk sözleri, ��Fiyuvv!.. Fiyuvv!..�� oldu. 13 Mayıs 2001
-
Uzun yaşamak ister misiniz?
Uzun yaşamak ister misiniz? (Oğuz Aral) Üçüncü kadehten sonra benim aklıma çok parlak fikirler gelir. Dünyanın en komik esprilerini, en heyecanlı roman ve film konularını bulurum. O güne kadar kimsenin aklına getiremediği keşifler ve icatlarda bulunurum. Ama ne yazık ki dördüncü kadehten sonra hepsini unuturum. Böylece ben ve dünya, bu harika buluşlardan ne yazık ki mahrum kalırız. Geçenlerde yine üçüncü kadehimi bitirip bir peynir parçasını ağzıma götürürken çatalım havada kaldı. Çünkü kafamın içinde neon ışıkları yandı, hatta hava fişekleri atıldı. Ben bunu bugüne kadar niye düşünemedim diye kendi kendime veryansın ettim. Bu kez aklıma düşen, bu müthiş buluşu unutmamak için irademi son gramına kadar kullanıp dördüncü kadehi içmedim. İnsan ömrünün nasıl uzayacağını keşfetmiştim. İyi bir ihtimalle ortalama 70 yıl olan insan ömrünü 140 yıla kadar çıkarmanın yolunu bulmuştum. Biliyorum çoğunuz bana inanmayacaksınız. Aklınızdan, ��Eh, bunama alametleri göstermenin yaşıdır�� ya da ��Yine komiklik yapmaya çalışıyor!..�� gibisinden düşünceler geçecek. Ama bana haksızlık etmiş olacaksınız. Çünkü hesap ortada... Hem de bilimsel ve matematiksel olarak!.. Diyelim ki siz Ahmet olarak 70 yıl yaşayacaksınız. Yani bu ömrü bir kişi olarak yaşayacaksınız. Oysa, aynı ömrü hem Ahmet hem Mehmet olarak, yani iki ayrı kişi olarak yaşasanız ne olur? Ahmet'in 70 yıllık ömrüne bir de Mehmet'in 70 yıllık ömrünü katmış olursunuz. 70 yıl artı 70 yıl daha, etti mi size 140 yıl... Oh yahu, yaşa yaşa bitmez bozdur bozdur harca!.. * Bilumum tıp, kimya ve gen profesörlerinin yüzyıllardır yırtındıkları bu ömür uzatma işini ben üç kadeh rakıyla çözmüştüm. O gece sabahı zor ettim. Hemen benim eve yakın kiralık bir ev aramaya başladım. Bir evden diğer eve giderken fazla yürümek istemiyordum. Çünkü beden ve ruh sağlığımı korumak için arabamı aylar önce satmıştım. Nihayet en ucuzundan kosuk gibi bir bodrum katı bulup taşındım. Çünkü yeni kişiliğimle ne iş tutacağımı ve ayda kaç para kazanacağımı bilmiyordum. Ödeme zorluğu çekebilirdim. Kendimden de borç para istemiyordum. Çünkü ikinci kişiliğim kendine yeten sahici biri olmalıydı. Bu nedenle yeni evimin eşyalarını bile diğer evimden getirmeyip ikinci elden taksitle aldım. * Ihlaya oflaya karikatürümü bitirip gönderdikten sonra yeni evime ve yeni kişiliğime doğru yola çıktım. O ana kadar ikinci benim nasıl bir adam olacağımı düşünmemiştim. Ama ötekinden mutlaka farklı olmalıydı. Hem de bir hayli farklı olmalıydı ki, bir başka hayatı da yaşayabilmeliydim. Eve gelince kafamı toparlamak için kendime bir kadeh rakı koydum. Sonra da götürüp lavaboya döktüm. Çünkü öteki adam, rakı içtiği için benim içmemem gerekti. Ama hiç içki içmemem de sözkonusu olmadığına göre artık rakı yerine şarap içmeliydim. Şarap kadehimi alıp televizyonun karşısına geçtim. Sık yıkandığı için çekip kısalmış ve bu yüzden göbek kısmını açıkta bırakmış bir tişört giyen sıska bir kızcağız, yayvan ve yarım anlaşılır bir Türkçeyle bana bir klip göstereceğini müjdeliyordu. Az sonra ekranda her yerinden kıl fışkıran bir delikanlı göründü. Oğlan, mutlaka bozuk birtakım öteberi yemişti ve fena halde karnı ağrıyordu. Kıvranıp bükülmesine ve yüzündeki derin ıstırap ifadesine ilaveten bir de yanık yanık melemeye başladı. Ama alt yazılardan anladığıma göre, bu bir arabesk şarkıydı. Madem ki iki kere yaşamak uğruna yeni bir kişilik edinmiştim, artık yeni bir müzik zevkini de edinmeliydim. Dişimi sıkıp bağrıma taş basıp, bu şarkılardan birkaçını üst üste dinledim. Anladığım kadarıyla arabesk çok masraflı bir müzikti. Çünkü, üç şarkıda bir şişe Kavaklıdere şarabını götürmüştüm. Tavuklarla yatıp horozlarla uyanan öbür kişiliğime inat, geceyi dışarıda geçirmeye karar verdim. Borç harç aldığım hayatımın ilk blucinini giydim. Bunların dar olanı makbulmüş. Bu nedenle göbeğim, kemerin üstüne bir fıçı birası köpüğünün cömertliğiyle taştı ve dizlerime yakın bir yerde durdu. Ayrıca, blucin denen bu meretin kalın dikişleri en nazik yerlerimi de düttürüp duruyordu. Eğilip Nayk pabuçlarımı giyerken, bu pantolonları niye bir parmak kalınlığında dikişlerle diktiklerini anladım. Eğilince bir sürü çatırtıya patırtıya rağmen pantolon dayanıp patlamadı. * Kapısında bar olduğu yazıyordu ama, bence bir sinema salonuydu. Çünkü her yer kapkaranlıktı. Bir yer gösterici de olmadığı için boş bir sandalye bulana kadar birkaç kişinin kucağına oturup kalktım. Az sonra kulağımın dibinde ��Hıyar!..�� diye hırıltılı bir ses duydum. ��Bana mı dedin?�� ��Üçkáğıtçı popülist!.. Ulan sen kim, film çevirmek kim!..�� ��Ben film çevirmedim ki...�� ��Ulan düdük, o sahne öyle mi çekilir? Bir dakika uzunluğunda plan mı olurmuş? Ortaçağ'da mı yaşıyorsun hamşo!..�� Birden sinirlendim. Herhalde öteki kişiliğimdeki zararlı huylarımdan yeterince kurtulamamıştım. ��Bir dakikalık plan niye olmasın be... Seyrettirmeyi becerirsen bir saatlik film planı da olur. Sen filmlerin saat hakemi misin?�� ��Sen de kimsin lan?�� ��Deminden beri konuştuğun herifim.�� ��Ben seninle değil, arkadaşlarla konuşuyorum. Sen muhabbetimize limon sıktın ukala herif!.. Değil mi arkadaşlar?�� Sağımdan solumdan gelen homurtuları duyunca o karanlıkta gerçekten entel bir arkadaşlar grubunun içine düştüğümü anladım. Ama avantadan iki kere yaşamak uğruna da, geri basmadım. Adını bile bilmediğim filmin sanatsal tartışması sonucunda birisi en az 120 kilo olmak üzere, üç kişiden dayak yedim. Islak mendilimi moraracağını tahmin ettiğim gözüme bastırırken, ��Yeni kişiliğimin ilk sopasını yedim, ama olsun. Uzun yaşamanın da bir bedeli vardır. Sen sızlayan çene kemiğini unut, bedavadan yaşadığın şu güzel sabahın keyfini çıkar.�� diye mırıldandım. Her gün denizi seyredip, iki paket sigara içip, kaplumbağamı besleyip ve karikatürümü gazeteye gönderdikten sonra yeni evime ve yeni kişiliğime doğru bir koşu koparıyordum. Ama yeni yaşamımı sürdürmek için artık bir işe ihtiyacım vardı. Gazeteleri önüme yığıp eleman arayanlar ilanlarına bakınmaya başladım. Garsonluk için başvurduğum restoranlar, boyumu fazla uzun buldu. Tepesine Sabancı Kulesi gibi dikilen bir garsondan müşteri hoşlanmazmış. Kendini ufak tefek ve en önemlisi yanındaki hanıma karşı ezik hissedermiş. Zaten gözlüklü garson da olmazmış. ��Yahu, lens takarım�� diye direttimse de yine iş vermediler. Tezgáhtarlık işi de yaşımdan ötürü yattı. Çünkü, bütün mağazalarda satılan bilumum ıvır zıvır gençler içinmiş. Parayı onlar harcıyormuş. (Bunca parayı bu tıfıl delikanlılara kim veriyor acaba?) Genç birine genç kup bir derimontu ancak başka genç biri satabilirmiş. Bebek bakıcılığına bile razı oldum. Ama bebek viyaklamasından nefret ettiğim herhalde suratımdan okunuyordu. Sonunda eski boksörlüğüme güvenip badygard, yani koruma olmak için başvurdum. Koruma şirketinin sahibi tek laf etmedi ve sadece göbeğime bakıp güldü. * Sobama gaz alacak param olmadığı için yeni evimde üşüyordum. Zaten borçlarımı ödeyemediğim için eve haciz gelmişti. İki aydır kirasını alamayan ev sahibim de, mızırdanıp duruyordu. Gecenin bir yarısı partal somyamda uyandım. Kendimi özlemiştim. ��Şu herif nasıldır, nicedir, bakalım sağlığı yerinde midir? Gidip bir sorayım.�� deyip ben bana misafirliğe gitmeye karar verdim. Kapımı çaldım çaldım, açan olmadı. Demek ki ben evde değildim. Cebimden anahtarımı çıkarıp kapıyı açtım. Ev sıcacıktı. Yıllardır ayaklarımla akraba olmuş eski terliklerimi giyip mutfağa gittim ve kendime suyu az bir kadeh rakı doldurdum. Sonra tekerlekli koltuğuma oturup uzaktan kumandayla müzik setindeki Aşık Veysel'in yıllar önce bizim evde söylediği ve banda çektiğim türkülerden birini buldum. Rahmetli Veysel, ��Ben gidersem sazım sen kal dünyada Gizli sırlarımı aşikár etme Lal olsun dillerin, söyleme yad'a Ben babamı, sen ustanı unutma hey!..�� diye tezene sallarken, ben de yayıldığım koltuktan, ��Aman be, niye yırtınıp duruyorum? Kısa yaşarım ama kendim gibi yaşarım. İnsanın kendi gibi olması var mı yahu!..�� diye mırıldandım. 14 Ocak 2001
-
Ben bir Galatasaray düşmanıyım
Ben bir Galatasaray düşmanıyım (Oğuz Aral) Penceremin altında çalınan sahur davuluyla uyandım. Hemen mutfağa gidip kendime sahurluk biraz öteberi hazırlamaya koyuldum. Sonra elimde soymaya çalıştığım salatalıkla mutfağın ortasında kalakaldım. Çünkü vakit sahur vakti değildi, mutfak saati öğleden sonrasının 3'ünü gösteriyordu. Zaten aylardan Ramazan da değildi. Pencereyi açıp beni öğleden sonrası uykumdan zıplatan herife, ��Niye davul çalıyorsun be!�� diye sordum. ��Maçımız var ağabey.�� ��Davulcularla zurnacıların maçı mı?�� ��İtalyanlarla Gassaray'ın maçı.�� ��Niye gidip İtalya'da çalmıyorsun?�� ��Maç burada.�� ��Yani bizim sokakta mı?�� ��Dalga geçme ağabeyciğim, maç Ali Sami Yen'de.�� ��O zaman benim penceremin altında niye patırdayıp beni niye öğlen uykumdan ediyorsun? Git Ali Sami Yen'de çal.�� ��Daha kapıları açmadılar. Stadın etrafı davulcu dolu. Benimkinin sesi arada hallaç yellenmesi gibi kaynayıp gidiyor. Zaten param yetmediği için bu iki yamalı külüstür davulu zor alabildim. Burada rahat rahat çalıyorum.�� * Ben bu çalışma evini alırken ilerde çok pahalıya ödeyeceğim bir hata yapmıştım. Kendimi pencereden görünen Salacaklı deniz manzarasına kaptırdığım için sol tarafıma dönüp bakmayı akıl edememiştim. Solumda 30 bin kişilik Ali Sami Yen Stadı vardı ve maç günleri gürültü, patırtı, bağırışlar, çığlıklar sabahın köründe başlıyordu. Evde birbirimize sesimizi duyurmaktan çoktan vazgeçtiğimiz için, film-roman oynar gibi konuşabiliyorduk. Ya da birbirimize mektup yazıyorduk. Gecenin köründe oynanacak olan maçın tezahüratı, sabah 10'da başlıyordu. Allah göstermesin (ama çok sık gösteriyordu) bir de Galatasaray yenince patırtı bitmiyor, sokak aralarında sabaha kadar sürüyordu. Üstelik hepi topu 3 buçuk sloganları var. Arada bir şarkı söyleyecekleri de tutuyor. Ama, yıllardır hababam debabam ��Bu gece barda gönlüm hovarda�� şarkısını söylüyorlar. Üstelik sadece birinci kıtayı ezberlemişler. ��Hayda hayda di haydaa!..�� diye bitirince, yine ��Bu gece bardaaa....�� diye ilk dizeden başlıyorlar. İnsan yaşamında biraz değişiklik yapar. Ezo Gelin, Çökertme gibi türküleri ya da Bethoven'in 9. senfonisinin koral kısmını filan repertuarına alır. Ayrıca maçın nasıl gittiğini televizyondan izlememe hiç gerek yok. GÜRRRR!.. diye bir uğultu başlayıp da gürleme devam ederse Galatasaray gol atmış, çabuk kesilirse gol kaçırmış, ani sessizlik olursa gol yemiş, hakeme cinsel tekliflerde bulundukları zaman Emre ya da Haci'nin kart görmüş olduğunu anlıyorum. Böylece sahada iki saat koşuşturan futbolculara karşılık, tam 12 saat çile çekiyorum. Ama Galatasaray Kulübü'nün nankör yöneticileri, futbolcularına milyonlarca dolar verirken bu fedakárlığıma karşılık bana beş para ödemiyorlar. İtiraf edeyim ki, yıllarca futbol üstüne yazıp çizmeme rağmen artık futboldan da pek hoşlanmıyorum. Keçiboynuzu çiğner gibi bir oyun. Gol oldu olacak diye iki saat beklemek, beni açmıyor. Üstelik golün de garantisi yok. Maç 0-0 da bitebilir. Futbolseverler beni bağışlasın ama, insan beyninden en uzak nokta olan ayakla oynanmaya çalışılan bu oyun, bana ilkel ve komik geliyor. Çektiğim tüm cefaya rağmen son yıllarda futbolu aşıp sosyal bir sevinç kaynağı olan Galatasaray'a karşı içimde gizli bir sevecenlik uyanmaya başlamıştı. Ama başladığı gibi bir anda bitti. Çünkü Adnan Polat, diktiği at organı misali bir gökdelenle penceremden görebildiğim iki karışlık denizin manzarasını da kapattı. Bildiğiniz gibi Adnan Polat, yıllarca Galatasaray Futbol Şubesi'nin yöneticiliğini yapmış Galatasaray hastası bir işadamıdır. Böylece solumda Ali Sami Yen'in gümbürtüsü, önümde Adnan Polat'ın gökdeleni beni iyice azılı bir Galatasaray düşmanı yaptı. Cim Bom'un Milan'ı perişan ettiği gece penceremi açıp ve keyifli naralar atmama bakıp bendeki bu düşmanlığın sona erdiğini sanmayın sakın!.. (Kahrolsun Cim Bom, yaşasın Erol Ersoy!..) * Davulcuya en bet sesimle, ��Ulan hıyar Galatasaraylı, çaldığın o davulun tokmağını Mustafa Denizli ile Baliç senin kulağına sokacak!..�� diye bağırdım. Penceremin altında keyifle davul çalan delikanlı tokmağı havadayken birden film karesi gibi dondu. Sonra da çıldırdı. Ali Şen, Mustafa Denizli, Rapayiç, Yıldırım filan hakkında söyledikleri umurumun onbeşiydi. Ama eski bir İstanbul delikanlısı olarak anlı şanlı sülalem ve atalarım konusundaki laflara dayanamadım. ��Erkeksen kaçma, şimdi aşağıya geliyorum. Elindeki o tokmağı senin kulağına ben şahsen sokacağım. Zaten Lefter'le Can, Turgay'ı Kova Osman'dan bile beter etmişlerdi!..�� Delikanlı bir Fener'li bulmanın umudu ve öfkesiyle davula hem zıplayıp vuruyor, hem de bana dümdüz gidiyordu. ��Geçen gün sizi sümüklü Fransızlar bile dövdü lan!.. Parle vu Franse Koşon Galatasaraylı?.. Erkeksen ben aşağıya inene kadar tüyme!..�� Davulun sesi daha şiddetlenirken ben de soyunmaya başladım. Çünkü o sabah duş yapmadığım aklıma gelmişti. Tabii suyun ısınmasını da biraz bekledim. Bornozumu giyip banyodan çıkarken gözüm aynaya takıldı. Yine kronik tembelliğim tutmuş, tam 4 gündür tıraş olmamıştım. Sakallarım davulcu Galatasaraylıyı dövmeme engel değildi. Ama ben herifi paspas gibi çiğnerken ya bir polis gelip de bizi karakola götürürse?.. Ben bir karış sakalla komiserin karşısına nasıl çıkarım?.. Benim devlete karşı her zaman saygım olmuştur. Bir koşu pencereyi açıp davulcu Galatasaraylıya kaçmamasını sıkı sıkı tembihledikten sonra yine bir koşu banyoya dönüp sinekkaydı bir tıraş oldum. Tıraş konusunda ben tutucu biriyim. İki ya da üç kesici yeni tıraş bıçağı makinelerine, fışkıran köpük ve jel tüplerine rağmen ben hálá bir tıraş sabununu fırçayla köpürtüp yüzüme sürüyorum ve de alttan burgulu bir makineye bıçak takıp sakallarımı kesiyorum. Bu işlem biraz uzun sürüyor tabii. Ama nasıl olsa ihtiyarların zamanı bol... Bu arada, döveceğim Galatasaraylı kaçabilirdi. Telaşla tekrar pencereye koştum. ��Oradasın değil mi?�� ��Buradayım ve bekliyorum.�� ��Kör müsün burada tıraş oluyoruz... Sen davulu kesince kaçtın sandımdı.�� ��Kolum yoruldu be, artık ineceksen in.�� ��Şimdi iniyorum. Sen davula öbür kolunla vur!..�� Acaba hangi gömleğimi giyip hangi kravatımı taksam diye düşünürken, filmlerdeki gibi dövüş için dik yakalı bir kazak ve sert burunlu pabuçlarımın da kullanışlı olacağı aklıma geliverdi. Tam dövüş kılığıma bürünürken kapı çalındı. Yine bana dantelli yatak odası takımı satmaya çalışan gençler gelmişti. Tabii bana yakışan şekilde bu çocukları eve davet ettim. Pencereye koştum ve herife konuklarım olduğunu ve kendisini yarım saat sonra döveceğimi bildirdim. Sizlere sakal tıraşı ile satıcı konuklar arasındaki zamanda akşam yemeği için bezelyeli ve havuçlu tavuk pişirdiğimi söylemeyi unuttum. Ben dövüşünce çok acıkırım. Evde ağza atılacak tek lokma yoktu. ��Sen hálá orada mısın?�� ��Hayır, ben artık burada değilim. Çünkü az sonra maç başlıyor. Cebimdeki biletle şimdi giremezsem bir daha giremem!..�� Herifin yeterince uzaklaştığına inanınca bağırmaya başladım. ��Kaçma, buraya gel de suratını dümdüz edeyim lan ödlek Galatasaraylı!..�� * Ali Sami Yen'de kıyamet kopuyordu. Kendime bir kadeh rakı doldurup gol yemenin sessizliğini bekledim. Maalesef GÜRRRR diye bir patırtı koptu. Galatasaray'dan nefret ediyorum ama, kendime bir davul mu alsam yoksa yeni bir ev mi bulsam? 18 Mart 2001