Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey
-
Din olmadan öncede ahlak vardi...
Çok merak ediyorum; siz bu "Madde/Nesne"nin "ÖTESİ"ni nasıl bilebiliyorsunuz? Gerçekten merak ediyorum... Bana bunun yolunu yordamını yöntemini gösterebilir misiniz? Sorduklarınızla ilgili kaynak verdim diye hatırlıyorum. Açıp bir okursanız... Laf... Termodinamiğin "Enerjinin Korunum Yasası" var... Bir incele bakalım Bilim nasıl yoktan var etmenin mümkün olmadığını. Söylediği şey sadece basit bir mantık yürütmedir ve oldukça tutarsız... Evet, sık sık söylerim bu sözü... İlk olarak bu forumda "figgaro" adlı arkadaşımdan duymuştum... İkinci olarak size tavsiye ettiğim o kitaplarda da bu söz özellikle geçiyor ve üzerinde duruluyor... Ve sizinde değindiğiniz üzere o kitapları bu kez daha bir ciddiyetle, okumanızı tavsiye ediyorum...
-
Din olmadan öncede ahlak vardi...
Din; yoktan var edebilmekten söz eder ama bilim hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını söyler. Din; dağların çivi gibi çakılı olduğunu ve sabitleyici olduğunu söyler ama bilim bunu söylemez hatta çoğu zaman aksini söyler. Din; insanların topraktan yaratılmış Adem ve ondan yaratılmış Havva'dan geldiğini söyler ama bilim insanların tüm canlılar gibi evrildiğini söyler, kabul eder, o yönde ilerler, araştırmalarını bunun üzerine temellendirir. Din; peygamberin tüm insanlardan daha ahlaklı ve seçilmiş olduğunu söyler ama toplumsal bilimlere göre bir birey, diğerinden üstün değildir. Din; insanların Tanrı'nın halifesi olarak ve doğanın da onların emrinde yaratıldığını söyler ama bilime göre evrim sürecinde bugün türü devam eden bir mantarın ya da bakterinin veya bir dağ sıçanının bile insan türünden daha aşağı ya da daha üstün bir yanı; birinin diğerine hakimiyetliliği yoktur; hepsi doğanın bir parçasıdır, evrimin bugüne uzanmış ve bugün var kalabilmiş ürünüdürler. Daha başka var mı isteyebileceğiniz örnek? Daha ekleme yapayım mı, yoksa yeterli mi? Saygılarımla...
-
Şeyh Sait İsyanı'nda Şeyh Şemsettin'in Sorgulanması...
Daha iyi bir Türkiye için Şeyhlerin, Dervişlerin falan peşinden mi gidelim yani? Sanırım ne dediğinin pek farkında değilsin... İspatlanacak çok bir şey yok; o yazıyı buraya hava olsun diye koymamıştım... Gerekli ifadeler ve itirafları mevcuttur adı geçen şahsın... Saygılarımla...
-
Allah'ın Varlığına Dair -Önyargısız Araştırma-
Hahhaha haa... Böyle bir komedi var mı yaa!? "Allah'ın Varlığına Dair..." Yani yazının en temel kabulü "Allah'ın Varlığı"... "Allah'ın Var Olduğu"nu kabul ederek başlıyor söze... Yani ilk yargısı "Allah'ın Var Oluşu"... Ee öyleyse, bu nasıl bir "Ön Yargısız Araştırma" olabiliyor? Desek ki; "Allah'ın Olmadığına Dair -Önyargısız Araştırma"... Bu da aslında "Allah'ın Olmadığını Kabul Eden" bir önyargı ile temellendirilmiş bir araştırma olacaktı... Kısa keseyim; Hem "Allah'ın Var Olduğu" önyargısı ile hareket edip, Hem de yapılan araştırmaya! "Ön yargısız" demek çok basit ama çok da komik bir çelişki... En azından başlık şöyle olsaydı, yazının tümünü belki eleştirmeye değer bulabilirdim: "Allah'ın Var Olup Olmadığına Dair Önyargısız Bir Araştırma Denemesi" Neyse... Saygılarımla...
-
Din olmadan öncede ahlak vardi...
Cyrano, söylediklerin oldukça tutarlı ancak açık söyleyeyim; "önceki yazıların hepsini okudum" desem yalan olur; okumadım. Yalnızca çok açık ve net bir soru soracağım tartışmaya yetişmek için ve yanıtın uzun olmayacağını tahmin ediyorum: Ahlaki Kültürün tek kaynağı Din midir? Yoksa Din olmadığı halde yaşamla ilgili öğretiler de birer ahlaki benimseyişler ortaya koyabilirler mi?
-
Din olmadan öncede ahlak vardi...
Ama şunu merak ediyorum: Yıllarca inandık ya da hala inanıyoruz bilemem ama sorgulamak istediğim şudur ki; Bilim %99 bir doğruluk sunsa bile, bu verisinin doğruluğundan şüphe edebiliyoruz. Biliminde en güzel yanı bu zaten; seni-beni ya da en dogmatik bir insanı bile sorgulamaya yönlendiriyor; kendisinden şüphe ettiriyor ve doğruyu aratıyor... Peki yıllarca bize öğretilen ve dikte edilen, benimsettirilen ve "kendimizinde kendi rızamızla benimsediğimize inandırıldığımız" bilinç altımıza işlenen hangi inancın hangi verisi deney-gözlem-sorgulama ve araştırma ile elde edilip %1lik bile olsa bir sağlam ve geçerli bilgi olarak ortaya konulmuş? %1lik bir doğruluğu bile ortaya konulamayan ve yalnızca "İnanmak" kalıbında kalabilen (öyle olduğuna inanırsın; hepsi budur. Ne olduğunu asla bilmezsin) dogmalardan niçin şüphe duymuyorsun çok merak ediyorum... İnanç ve o inancı akılsallaştırmak Felsefe yapmak değil midir zaten? Üç-beş cümlelik tek paragrafınızda o kadar çok çelişki var ki, hangi birini alıp, hangi ötekine vurayım!!! Saygılarımla...
-
Din olmadan öncede ahlak vardi...
Richard Dawkins'in "Gen Bencildir" adlı, Tübitak Popüler Bilim Yayınlarından yayınlanan kitabını oku. Ne yazık ki Tübitak İslamlaştırılma sürecinde olduğu için yeni baskısı yok ama internette e-kitap olarak bulabilirsin; bir arkadaşım fedakarlık yapıp e-kitap haline getirdi... Demirefe'nin söylediğinin nasıl ortaya konulduğunu orada görebilirsin... Hatta yetmezse "Doğanın Gizli Bahçesi (Edward O. Wilson)" ve "Üçlü Sarmal: Gen, Organizma ve Çevre (Richard Lewontin)" kitaplarını oku... Bunlarda yetmezse, bol resimli ve boyamalı, çocuklar için evrimi ve ondan kaynaklı fedakarlığın ne olduğunu anlaşılır kılan bir sürü yayın hazırlanabilir; zor değil... Onları temin ederiz, okur, öyle de öğrenirsin canım kardeşim... Saygılarımla...
-
Meslekler hakkında görüşler-deneyimler!
Hangi işe girerseniz girin, mutlaka ve mutlaka onurunuzdan ve kişiliğinizden vermenizi bekleyecekler sizden. Kapitalizm kadar iş ortamından ve para düzeninden de nefret ediyorum. İş dünyası, insan onuruyla ters orantılı. Birilerine çanak tutmak, bazı şeyleri içinize atmak, sindirmek, görmezden gelmek zorunda bırakılıyorsunuz. Eğer bunları yapmazsanız ayakta kalmanız çok çok çok zor. Aç kalma ve hatta işsizlik çok uzağınızda değil. Ama eğer bunları yaparsanız, sonunda sizden bunları bekleyen insanlara dönüşeceksiniz ve siz olmaktan uzaklaşacaksınız. Ben, kendiniz olmaktan ve onurunuzdan uzaklaşmayın derim ama kesinlikle her zaman çanak yalayıcı birileri vardır ve eğer siz onlar gibi olmazsanız, onlar sizin önünüze kesinlikle geçecektir. Bu yüzden diyeceğiniz tek şey var: yine de onurumdan vermem ve kimsenin çanağını yalamam... Zor da olsa, güç te olsa bazı şeyler sizin lehinize işliyor o zaman sanırım heralde galiba...
-
Evren ve İNSAN..
Hayırdır sarıgöl! Buna bi cımbızlama yapmamışsın?
-
Din olmadan öncede ahlak vardi...
Benim anladığım ve hep söylediğim kadarıyla "Din(ler)" birer toplumsallaşma aracı olarak kullanılmış en etkili kurum... Eğer insanlara başka bir alternatif sunulsaydı, toplumsallaşmayı gerçekleştirebilmek için kesinlikle çok daha başka kurumsallaşmalara da denk gelebilirdik. Aslında az-buz örnekleri de var; örneğin İslam-öncesi Türkler, Din'in de etkisi olmakla birlikte, dinden daha çok "Töre"nin etrafında toplumsallaşmışlar. Avrupalı Paganlar, Hıristiyanlıktan önce katı bir dinsel bütünlük ve toplumsallaşma göstermezler. İslam öncesi Arapların bile aslında bir dinin toplumsallaşma örneğini sergilediklerini pek düşünmüyorum; Put yada Totem dediğimiz kabilelere de ait olabilen unsurlar etrafında çok kavimli bir topluluk oluştururlardı. İslam ile aynı çatı altında toplumsallaşmışlardır. Ahlak'ta buna bağlı olarak illa ki din ile katı bir içteşlik içerisinde gelişmiştir denilemez bence. Yahudiler, dışlanmış ve bu suretle topraksız-vatansız bir toplum olarak ticarete atılmışlar; dışlanmanın toplumsal-psikolojik etkisiyle, onları kutsayan ve kayıran bir Tapınıya sahip olmuşlardır. Ama denilebilir ki onların inançlarını/dinlerini, bu dışlanmışları ve bunun sonucunda edindikleri ahlaki bütünlük biçimlendirmiştir... Yine İslamlaşma sürecinde olan Türkleri ele alalım... İslamı kesinlikle, Araplardan ya da onlara bu inancı öğreten insanlardan öğrendikleri gibi yaşamamışlardır. Bugünün Anadolusunda yaşanan İslama bakın... Türkler, İslamı benimseyebilmek için, bu inanca kendi öz kültürlerini katmışlar ve kendilerine özgü bir İslam inancı ortaya koymuşlardır. Anadolu, kutsandığı için falan değil; Türkler burada yaşadıkları için Evliyalar diyarı olmuştur... Yani bence illa ki Ahlakı, din yaratacak diye bir şey yok; kimi zaman ve belki de çoğu kez Din, o dini yeni kabul edenlerin Ahlak anlayışına göre pasifize edilebiliyor, etkisizleştirilebiliyor, sindirilebiliyor... Saygılarımla...
-
Mucize Dua Ve Dünyânın Üzerinde Yazan "Allah" Adı
Hoşbulduk abicim...
-
Mucize Dua Ve Dünyânın Üzerinde Yazan "Allah" Adı
Sağolasın DemirEfe... Bende paylaşımları özeldim açıkçası; biraz uzak kaldım, iş-güç işte... İnsanlar inanmakta ya da inanmamakta yerden göğe kadar haklı olabilirler; bilemem... Ama insan, en azından savunduğu şeyde dürüst ve temiz olmalı diye düşünüyorum... Ha gerçi engizisyonlarda insanları ölüme mahkum edenler belki inançlarına samimiyetlerinden yapmıyorlardı bunu ama onlara destek verenler eminim ki inançlarının öyle emrettiğine inandırıldıkları ya da inançları hakkaten de öyle emrettiği için; yani inançlarına samimiyetlerinden dolayı destekliyorlardı... İşte bu noktada, inanca olan samimiyet ve o inancının samimiliği de sorgulanıyor... Eğer inanç, bilimsel ve nesnel gerçeklik ile çelişiyorsa; ben bilimsel ve nesnel gerçekliğin gösterdiğini tercih ederim. Geçende belirli bir dinsel yapılanmanın kurbanı olan bir arkadaşla tartışıyoruz... Adam bana diyor ki; "Ben bilime inanmam, dine inanırım". Bu nasıl bir şeydir anlayamıyorum ama adamın bana "Bilim şunu açıklasın o zaman" dediği örnek şu: "İşten geldiğimde, uykuya yattım. Rüyamda işimi yarım bırakmamam gerektiğini gördüm (mürşidi göstermiş ona göre bunu). Hemen kalktım ve o saatte işimi tamamladım. Eğer o gece tamamlamasaydım, sabah bilmem ne bilmem ne gelecekti, cart curt olacaktı; Bilim bunu açıklasın o zaman bana!" Bu ne yaaa! Sanki yer yüzünde "Mürşidin Uykuda Mana Göstermesi İle İşlerin Hallolunması Bilimleri Enstitüsü" diye bir kurum var da, birde kehanet araştırmasına girilecek! Adam daha baştan diyor: "Ne dersen de Bilime inanmam; hepsi Yahudilerin oyunları bunlar!" diye yaklaşıyor. Bu adamın yapabileceğin en büyük şey, bir bıçakla elma armudu ikiye kesip, içinde dinsel yazılar aramaktır; en fazla bu kadar bilimsel olabilir... Adam bana diyor ki: "Bulutlarda Allah'ın adını yazıyordu arapça olarak; bu onun mucizesi!". Hatta arap ülkelerinde falan insanlar bunu görünce secdeye falan yatmışlardı diye hatırlıyorum. Ya hu iyi de, ben küçükken, çok iyi hatırlıyorum; bulutlar binbir türlü şekle girerdi; maymun, aslan, araba, tavşan, ayı... İnek şekline bile bürünürdü; Hindular gibi ineğe mi tapalım? Maymun olunca; muz ayinleri mi düzenleyelim? Aslan olunca; aslana mı kurban edelim kendimizi? İnsan algısı ya da algıda seçiçilik diyelim. Arapça "Allah" yazısını hiç bilmeyen bir kimse, o yazıyı kim bilir nelere benzetir; solucan, yılan ya da belki de çok anlamsız bulur. Nasıl ki ilkel insanlar yıldırıma tapınıyorlardı; Tapınılarının işareti diye; aynı ilkel sürüm... Demirefe; Ne kadar sertim bilmiyorum ama olabildiğince ılımlı olmaya çalışıyorum... Saygılarımla...
-
Aldatmanın Psikolojisi...
Sanıyorum bunun nedeni, aldatan kişinin açlığı olmalı. Sevgiye ihtiyaç duyar aldatır mesela... Çoğu kişi insanın sevilmeye ihtiyacı olduğunu düşünür ama insanın bir de sevmeye ihtiyacı vardır ki; bana kalırsa sevilmeye duyduğumuz ihtiyaçtan daha baskındır bu. Çünkü adeta birilerini sevmek için, sevmek niyetinde olmadığımıza inandırsak bile kendimizi, nedenler ararız. Önce birisini severiz, sonra karşılığı olduğunu yani sevildiğimizi/sevileceğimizi anladıktan sonra ancak ilişkiye başlarız. Evliyken de başkasını seven birisi için bu geçerli gibi geliyor bana. Eşini yeterince yani kendisini tatmin edecek kadar sevemiyor ve bu sevgiyi başkasına yönlendiriyor; olay bu. Bu belki kimseye zarar vermiyor, kişinin kendi içinde yaşadığı bir duygu ama sonuçta (eşini kandırmayı bir yana bırakın) kendisini kandırmak/aldatmak zorunda kalıyor. Sonuçta o Evlilik kurumuna olan sadakati, kendisini ve eşini kandırmasının nedeni oluyor. Diğer örnekte ise; sanırım onu Cinsel tatminsizlik sınıfına koyacağım. Kişi eşini çok seviyordur ama sonuçta başkasına da ilgi duyuyordur. Kaldı ki her insan doğası gereği çok eşli ancak toplumsal olarak bu bastırılır; çünkü bir aile kurumu oluşturulur. Sanıyorum bu türlü kimseler toplumsal bir kurumdan çok kendi tatminlerini ve tatminsizliklerini daha fazla önemseyen kimseler. Başka bir yönü daha var gerçi: Yani diyelim ki birisiyle evlisiniz ancak Türk Filmlerindeki gibi eşiniz, sizin başkasını sevdiğinizi biliyor ve buna karşın hala sizinle evli... Veya o kadar geniş bir eşe sahipsiniz ki; siz başkası ile birlikte olurken, bunu sindirebiliyor... O zaman yapılan eylem "Aldatma" olur mu? Veya diyelim ki şöyle bir mantık oluşturuluyor aldatan kişi tarafından: "Gizli gizli yapacağıma, yapmadan önce, yapacağımı söyleyeyim, bil, haberin olsun ki; aldatmış olmayayım!" Ee var bu mantığı içselleştirenler elbette. Ya da örnekler ve kendini meşru kılmalar çoğaltılabilir oldukça fazla... Bu noktada Şebnem Ferah'ın bir sözü aklıma geliyor: "Çok sonraları fark edecektik İyilik temizlik bile göreceli olacaktı O kadar hızlı kirlenecektik ki Masumiyet fotoğraflarda eskiyip solacaktı" Yani sonuçta o eylemi/aldatmayı gerçekleştiren kişinin, mutlaka kendisini haklı kılmaya yönelik bir bahanesi olacaktır. Ancak aldatmayı neden yaptığı, aldatmayı nasıl yaptığı ve nasıl bir aldatma gerçekleştirdiği ile bellidir zaten. Bir söz vardı: Bir kimse, kendi vicdanına bile yalan söyleyecek kadar onurunu kaybettiğinde, yaptığı her eyleme makul bir neden bulabilir... Örneğin bu sözden sonra; "Vicdan"ın, "Onur"un, "Yalan"ın neliği ve kapsamı, anlamı bile esnetilir. Sonuçta o kadar esnetilir ki; kişi kendisini haklı kılar... Bana artık "Aldatmak nedir?"i tartışmak çok saçma geliyor aslında. Çünkü bir insan bunu yalnızca bir kere yapar ve ilk kez yapışı önemlidir. İlkini yaptıktan sonra bir daha yapmasa bile; sonuçta o, Aldatabilmeyi gerçekleştirebilmiş ve gerçekleştirebilecek birisidir. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Belki de insanların yaşamında, onları çevreleyen görünmez halkalar/sınırlar vardır. Belki de "Geniş İnsan" ya da "Dar Görüşlü İnsan" sözü buradan geliyordur. Bu çemberler o kadar çok ve dışarı doğru o kadar çeşitli ki; Kimilerini sindirmek, insanı insanlıktan çıkarır... Kimisi de insanı insan eder... Örneğin; eşinin başkasıyla birlikte olmasını olağan karşılamak ya da eşinin çok üzüleceğini bile bile ve onu üzerek bir başkası ile bir ilişki yaşamak; büyük ama olumsuz çemberlerden ikisi olabilir. "Aldatabilmeyi Gerçekleştirebilme/Sindirebilme" adını verdiğim çember, oldukça geniş ve büyük bir çember olmalı. Kendi içerisinde, bu çembere gelene kadar bir sürü daha benimseyişi benimseyebilmeyi gerektiriyor. Kişi onları alır, içselleştirir ve sonunda o çembere ulaşır. Aldatmayı gerçekleştirir. Sonuçta o çembere ulaşmıştır ve yeterince geniştir kişi. Hayatında artık hiç aldatmasa bile, bunu yapabilecek kadar olumsuz bir kişiliğe sahip birisi olduğu gerçeğini değiştirmez bu... Bazı şeyler, sadece bir kere kaybedilir ve bir daha kazanılamaz gibi geliyor bana. Aldatırsanız, kimi aldattığınız önemli değildir. Bunu yapabiliyor olabilmenizdir önemli olan; öyle birisi olmanızdır. Burada "Geniş İnsan" ile "Dar Görüşlü İnsan" olmanın neliği de değişiyor biraz; kimi konularda. Sanırım "Geniş Görüşlü" olmalı ama olumsuz bir Genişlik olmamalı kişide... Fazla uzattım yine
-
Aldatmanın Psikolojisi...
Sayın Angel... Aldatmanın ne menem bir şey olduğunu bir kaç örnekle anlatayım, yapabildiğim kadar: Bir birey düşünelim; Kişi, başka birisini seviyor. Ancak aynı zamanda evli ve eşine bu kadar yoğun bir duygu hissetmiyor. Bu arzusu yeterince yoğunsa, eşi ile birlikte olduğu (ya da olmadığı) zamanlarda bile o arzuladığı/sevdiği kimseyi düşlemekten kendisini alamayacaktır. "Aldatmak" olacağını düşündüğü için de, düşlediği o kimse ile cinsel ya da başka bir boyutta bir birliktelik yaşamıyor. Yine de eşinin yerine aklında başkası var, eşi ile birlikteyken onu düşlüyor, onu istiyor... Şöyle der: "Ben sonuçta o kimseyle birlikte olmuyorum. İçten içe seviyorum, istiyorum ama bunu yapmıyorum". Bu, aldatmanın bir türlüsüdür. Kişi hem kendisini aldatır; sevdiği kimse başkası olmasına karşın, sevmediği birisi ile birlikteliği sürdürmeye, bu birlikteliği sürdürmek gerektiğine inanmaya zorlar kendisini... Hem de eşini aldatır; çünkü eşine, başkasını düşlediğini/sevdiğini söyleyemez, kandırır... Görünürde ise evliliğine/kuruma oldukça sadıktır ve gerçekten de ailesine hiç zarar vermez... Ama kendisini, eşini ve sevdiği kimseyi kandırır/aldatır kaçınılmaz olarak... Başka bir birey düşünelim; Kişi, birisiyle evli. Ancak eşini çok seviyor ve arzuluyor. Yine de en azından cinselliği, sevgiden daha ayrı ve basit/olağan bir şey olarak kabul ediyor. Eşinden bir başkası ile birlikte oluyor ve açıklaması: "Ben eşimi çok seviyorum, birlikte olduğum kimse yalnızca cinsel bir zevkten (belki de bir vibratör niyetine) ibaretti...". Evli ya da birlikteliği olduğu halde bir başkasıyla birlikte ola(bile)n kimselerin düşüncesi olmaya oldukça uygun... Ayrıca bir insanı bir "tatmin aracı" olarak görmek ve benimsemek ne kadar etiktir ki, bu da oldukça kişilerin benimseyişlerine bağlı sanırım ya da bağlı kılmak işimize geliyor... Birbirlerine temelden zıt iki eylem bu iki örnek: Birisinde birey eşinden başkasını seviyor, ancak eşinden başkasıyla bir birliktelik yaşamıyor... Diğerinde birey eşinden başkasını sevmiyor, ancak eşinden bir başkasıyla birliktelik yaşıyor... Her iki halde de eşe ya da kişinin kendisine karşı bir sadakatsizliği durumu var... Her iki durumda da birisi aldatılıyor... Aynı düzlemde örnekler çoğaltılabilir; Hayatında bir kimse varken, başkasını arzulamaktan tutun da, sevgilisi ile bir durulma dönemine girmeyi fırsat bilip yine "kafa karışıklığı" bahanesine dayanarak aldatmaya kadar bir sürü aldatma çeşidi olabilir. Hepsinin ortak noktası ise; kişinin en başta kendisini kandırdığı ve kendisini ne olursa olsun haklılaştırmaya çabaladığıdır... Sonuçta kaçınılmaz bir gerçeklik olarak şu var ki; Aldatan kişi, mutlaka ve mutlaka bir kılıf, bir gerekçe, bir bahane yaratabiliyor... İşte tam da bu yüzden "Aldatma"nın ne olduğunu tartışıyoruz; çünkü her halükarda biyolojik olarak çok eşli bir yapıya sahibiz ve bunu ne olursa olsun meşrulaştırma güdümüz var. Yine de açık bir gerçekliktir ki; toplumsal olarak en çağdaş olabilen yapının, çok eşlilik değil de tek eşlilik olduğunu savlıyoruz. Bu da doğamızın bir çelişkisi... Biyolojik olarak çok eşli bir yapıya sahibiz, Ancak toplumsal olarak tek eşliliğe öykünmeye çabalıyoruz. Toplumsal/aile kurumu olarak çok eşliliği yererken, cinsellik/biyolojik açısından yine de elimizden geldiğince çok eşli olmayı meşrulaştırmaya gayret ediyoruz. Eğer aldatmışsanız, emin olun ki kendinizi meşru kılmak için bin bir türlü bahane bulabileceksinizdir... Saygılarımla...
-
NEYİN ÖDÜLÜ
Özledim yaa veledi... İlk tanıştığımız günü hatırlıyorum; 2 sene kadar önce? "Anne bu abi bana niye kızıyooooo!"
-
........Tengeriin boşig.......
Gelincik, gerçekte oldukça meşgulüm ama aklımda değilsiniz diyemem... Aslında sana ulaşsam iyi olacak bu aralar; çünkü bir kaç şey danışmam gerekiyor... Hoşgeldim... Sıra falan yok da, tanıyamadım yani... O değil de, adımı nerden biliyorsunuz, ona da şaşırdım... Hoşbulduk bakalım tekrardan... Sağolun...
-
Mucize Dua Ve Dünyânın Üzerinde Yazan "Allah" Adı
Geçende bir sitede rastladım; malum H.Y. ardılı bir siteydi. Orada adam kasmış da kasmış... Gitmiş Kur'an-da "kalbin paslanması" nitelemesini almış, neymiş efendim; bilimde de kalpte bilmem hangi neyin oksitlenmesi ile kalpte bir birikme oluyormuş da, Kur'an aslında bunu söylemişmiş... Sonra gittim Kur'an-ın adı geçen ayetini ve suresini buldum; baştan sona kadar okudum... Anlam olarak Kur'an zerre kadar bir biyolojik kalp rahatsızlığından söz etmiyor; alakası bile yok... Bu bir yana; inanmayanların kalplerinin paslanmış olduğunu savlıyor; çelişkiye bak! Ne yani; inançlılar o kalp rahatsızlığına yakalanmıyorlar mı? Ama önce sorunumuz şu: İnançlı-İnançsız tartışmalarında (belki siz katılmaya bilirsiniz ama) benim katıla katıla güldüğüm nokta; "hayır ayeti sen tek tek cımbızlayıp ele alıyorsun" ya da "yok be kardeşim, sen mıncıklayıp mıncıklayıp istediğin gibi yorumluyorsun" geyiğidir. İnançlılar, Kur'an-ın "Bilimsel" olduğunu tanıtlamak amacıyla (ki her bilimsel bilgi sorgulanabilirdir, eğer Kur'an bilimsel ise onu sonuna kadar sorgulayabilir misiniz?), zerre kadar ilgisi olmayan bir ayeti tek başına (cımbızlayarak) ele alıyorlar ve "Ahanda bak, bu bunu işaret ediyor... heyoooooo..." diye başlıyorlar yaygaraya ki, konuyu açan arkadaşımızın da heyecanı bundan olsa gerek... Ancak aynı inançlı arkadaşlar, bir inançsız, bir ayeti "Ahanda bak diğer ayetle çelişkili bu!" diyerek tek başına ele aldığında (ya da cımbızladığında), bu sefer başlıyorlar: "yav kardeşim o ayeti diğer ayetlerle bir bütün olarak ele alsana? Sure ile bütünlük gösterir bla bla bla...". Yinelemek istiyorum; Kur'an-ın bilimsel olup olmadığı sorgusunda, bir ayeti tek başına cımbızlayıp, (oysa diğer ayetlerle bir bütün olarak ele alındığında zerre kadar bir alakası olmayan) bir Bilimselliğe ya da Bilimsel Anlama bürüme konusunda cerbezenin (boş söz/lafazanlık) en alasını yapan arkadaşlar [ki hayatımda ilk defa bir tartışmadan bıkmamı ve iğrenmemi sağlama becerisini gösteren sarıgöl tipik bir örneğidir (hazır gelmişken bir kere taşlayayım istedim) ] ; bir inançsız, bir ayeti aynı biçimde cımbızlayıp, bir çelişki ortaya koyduğunda hemen, ayetlerin bir bütün olarak ele alınması gerektiğinden dem vururlar. Yani işlerine geldiğinde ayeti tek tek cımbızlarlar, işlerine gelmediğinde de "ah yavrum bütünlük de bütünlük...". Bütünlük neden önemli? Kur'an ayetleri tek tek inmedi; ardılı ve öncüsü ile bir bütün ve öyle ele alınmalı. Bu açıdan Kur'an-ın hiç bir yerinde; dönemin edinilebilmiş bilgilerinden daha fazla ve henüz bugün keşfedilebilmiş bir Bilimsel Bilgi yoktur. Öyle ki eğer Kur'an bir bilimsel bilgi içeren kitap ise; bunu savunan her inançlının, her bilimsel bilgi içeren kitap gibi Kur'an-ın da yanlışlanabilir olacağını kabul etmek ve Kur'an-ı sorgulamak zorundadır (ama Kur'an-da geçen "dağların yere çakılı olması" ya da "kadınların miras hakkı" pozitif ya da toplumbilimsel bir anlama sahip midirler? Öyle iseler; bu açıdan yanlışlanabilirler ve sorgulanabilirler mi? Bu ayrı bir sorunsal tabii ki!). Öncelikle hiç bir inanır, Kur'an-ın yanlışlanabilir ve sınanabilir olduğunu sorgulayamaz; imanın doğasına aykırıdır. Bundan sonra da zaten Kur'an bir bilim kitabı değildir. Son olarak da konuyu açan arkadaşın verdiği resim MUCİZESİ; komik ötesi... Dünya oluştuktan ve yeryüzünde sular oluştuktan sonra, yaşamın ortaya çıktığı düşünülen dönemde yeryüzünde karalar bir bütünlük oluşturuyordu ve adına Pangea adı veriliyordu. Ha belki yaşamın ilk oluştuğu dönem değildi, tam emin değilim ama yine de karaların bir bütünlük oluşturduğu bir dönem vardı: "Pangea" adını alıyordu. Ahanda o dönemden, bu döneme değişimi: Şimdi konuyu açan arkadaşa sormak istiyorum: Allah, yeryüzüne adını yazmak için milyonlarca yıl niye bekledi? Ya da yeryüzündeki kara parçası Pangea durumundayken; Allah yok muydu demek oluyor bu? Belki de Allah dünyayı yarattıktan milyonlarca yıl sonra aklına geldi ve "Ya hu şu yeryüzüne adımı kazıyayım!" dedi... Bak bu söylediğin şey bana neyi hatırlattı biliyor musun? Zamanında tasavvufa/maveniyata iyiden iyiye dalmış bir arkadaşım vardı ve Türk Irkı konusunda da oldukça saplantılıydı. Bir süre sonra bu "Allah Nuru"nun anlamının "Türk(lük)" demek olduğunu savundu: Neymiş efendim; Türk, "Türemek (üremek / bilinçli üreyen insan)" demekmiş, o yüzden Adem'de Türkmüş... Adem'e Allah kendi ruhundan üflediği için Türklüğün kökeni buymuş... Az daha gaz versem, Allah'ı da Türk yapacaktı sağolsun. Ama şimdi seni görünce aklıma geldi: Biz Türkler değil miyiz ki, her gördüğümüz doğa harikasına; dağa, taşa, ağaca, toprağa, sahile adımızı yazan... Bir Türkler değil miyiz ki, her anıta; abideye, heykele, sütuna, kaleye, köprüye, duvara adımızı yazan... Allah'da kesinlikle Türk olmalı... Allah değil mi ki; yer yüzüne!, domatesin içine!, bulutlara!, arı kovanına!, balık sırtına!, bilmem nerelere adını yazan? Arog'da Arif'de yazıyordu duvarlara falan... Valla billa Allah'ın Nuru "Türk" olmalı! Ben kaçar... Saygılarımla...
-
........Tengeriin boşig.......
Sağol
-
........Tengeriin boşig.......
Hehhe he Valla ne zamandır ilk defa bi gireyim dedim, s.e.t.h (pek tanıyamadım ama...) tam da bugün bir ileti yazmış... Valla oldukça yoğunum; eğitim ve gelecek ile ilgili... Sürdürüyoruz, bakalım... Yayamaz, sen hiç konuşma bence... Buralara kadar gel, selam vermden dön... Ooohhh! ne ala memleket...
-
Radyam...nice mutlu senelere....
Doğum günün kutlu olsun ablacım... En kısa zamanda ziyarete gelicem tekrardan ki, çok özledim... Bu aralar yoğunum bayağı bir, uğrayamıyorum... Umarım umutlu yaşarsın... Nice yıllara... ( Not: Bu mesaj, ağır tehdit karşısında, yaşam kaygısından dolayı yazılmıştır... )
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Seninle hakikaten bir iletişim sorunumuz var... Bana hala yerel ve belki de kişisel uygulamaları örnek olarak getiriyorsun... Piyasa da ziyadesiyle Kürtçe şiir kitabı bulunmaktadır... İsterseniz size bir iki tane de ben hediye edebilirim...
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Sayın Evdeyokuz... Hakikaten kapıyı çalıyoruz ama, gerçekten evde yoksunuz... Tık tık tık... Boş... Size diyorum ki; Haksız bir uygulama varsa, yanlış bir uygulama varsa, bunun karşısında duralım... Lozan antlaşmasına göre, resmi dil Türkçedir... Resmi kararlar, hükümler, bildiriler Türkçe olmak zorundadır... Mahkeme önünde ya Türkçe konuşacaksınız ya da konuşmayacaksanız bir tercüman vasıtası ile iletişim kuracaksınız... Hakimin Türkçeden başka tüm yerel dilleri ve şiveleri bilme zorunluluğunda bırakamazsınız çünkü... Adam suç duyurusunda bulunuyor... Ne demek bu? "Suç Duyurusu"nun anlamını kavrayabiliyorsunuz sanırım, eminim ki o kadar eğitim almışsınızdır... "Suç Duyurusu" Resmi bir olaydır ve siz savcılığa Türkçeden başka bir dille suç duyurusunda bulunamazsınız... Turistte gelse, bilmem kimin sol şeyi de gelse bir Tercüman hüneri ile Türkçe suç duyurusunda bulunulur. Şimdi ise sizin bağdaştırdığınız olaya göz atalım: Didim belediyesi, ilçeye yerleşen yabancılara su faturasını İngilizce göndermiş... Resmi olarak bu da yanlış bir uygulamadır... Bu uygulama da hatalıdır... Siz şunu bekliyorsunuz: "-Haa tamam, Didim belediyesi yaptıysa doğrudur. Diyarbakır belediyesi de uygulasın!." Zaten yanlış ve hatalı bir uygulamaya bakarak, size hak vermem gerektiğini, benzer ve yanlış başka bir uygulamaya olur vermem gerektiğini düşünüyorsunuz. Mantığa bakar mısınız!? Gülmüyorum bile... Hayır, Didim Belediyesinin yaptığıda yanlıştır ve ilgililerin Türkçe olarak suç duyurusunda bulunması gerekir. Ayrıca Su Faturası ile Suç Duyurusu uygulamaları çok çok farklı şeylerdir... Birisi Hukuki bir meseledir ve yerel olarak ele alınamaz, belirli hukuki kuralları vardır... Diğeri ise çok yerel bir uygulamadır ve Belediye hizmetinden faydalananlara yöneliktir ve belediyelerin yönetmelikleri ile düzenlenir. Sanırım daha fazla yorumlamama gerek yok... Ve söylüyorum: Yasak yok... Sizin ön yargılarınız, konu ile ilgili henüz bir birikiminizin olmaması ve konuya hakim olamama durumunuz var...
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
İletilerimi daha düzgün okumanızı diliyorum sadece...
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
1- O yasak 10 yıl kadar sürdü... 2- 1991de kalkmış bir yasaktan bahsediyorsunuz, bugün böyle bir yasaklama söz konusu değildir... Diyarbakırlı adlı arkadaş ise bugün hala bir "Kürt Hakkı" almaktan bahsediyor... Bugün için böyle bir yasaklamaya örnek gösterin... 3- Böyle bir yasağın karşısında durmamak gerektiğine dair birşey söylemedim ve önceki iletimde bu türlü yasaklamaların karşısında durulmasını ama etnik kimlik açısından değilde "İnsan Olmak" açısından karşı durulmasına vurgu yapmıştım. 4- Ben o yıllarda daha çocuktum ama oturduğumuz mahalle tam bir Kürt mahallesi idi ve tek bir gün bile Kürtçe Konuşmadıklarını, Kürtçe konuştukları için kovuşturulduklarını, düğünlerinde Kürtçe parça çalmadıkları tek bir düğünlerini bile hatırlamıyorum. Uygulanabilmiş bir yasak değildir zaten... Sanırım iletilerimizi Zaman ve Mekan bağlamında ele almalıyız... Zaten 1991de kazanılmış bir hak için bugün hala mücadele vermek gibi bir eylem ya da düşünce sergilenemez... Öyle mi Sayın Evdeyokuz? Zaten önceki yazımın ana konusu da bu idi... Sen bana gelip, 17 yıl önceki bir haksızlığı "Bize hala haksızlık yapılıyor" psikolojisi ile, sanki o haksızlık hala devamediyormuş gibi öne sürersen, bende gider 100 yıl ya da yüzlerce yıl önce yapılmış ama daha büyük haksızlıkları öne sürerim... Bilmem bu sefer anlatabildim mi?
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Mavi... Sence biz "İdeoloji" denen kavramın daha tanımını bilmediği, ne içi eline silah tutuşturulduğunun farkına bile varamayan insanların dağa çıkarılıp savaştırılmasını destekliyor muyuz? Ya da şöyle sorayım: İnsanların, insan ürünü ideolojiler uğruna öldürülmelerini destekliyor muyuz?