Zıplanacak içerik

DİPNOT

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. Kadınlarını Öldüren Toplum, Kadınlarını Koruyamayan Devlet Kadınlarını erkeklerin malı gibi gören toplum… Kadınlarını ikinci sınıf vatandaş gören toplum… Kadınlarını aşağılayan toplum… Kadınlarını örten toplum… Kadınlarını öldüren toplum… Kadınlarını koruyamayan toplum… Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından “Kadını koca şiddetinden koruyamadınız” gerekçesiyle mahkûm olan devlet… Uygar olabilir mi?.. Demokratik olabilir mi?... Bu hafta sonu bir günde üç kadın öldürülüyor… Kocaları veya eski kocaları tarafından… Zübeyde Yıldız: Eski kocası tarafından ölümle tehdit ediliyor…. Koruma için polise başvuruyor… Koruma yok. Savcılığa başvuruyor… Koruma yok. Sonunda kocası geliyor, işyerinde, herkesin gözü önünde Zübeyde’yi bıçakla doğruyor. Çünkü Zübeyde eski kocasına “Artık hayatına karışamayacağını” söylemiş. Ferfuri Akbaş: İki tabancayla birden ateş eden kocası tarafından evinde öldürülüyor. İddia edilen cinayet nedeni: Kıskançlık. Ayşe Köse: Evinde çocuklarının gözü önünde kocası tarafından kalbinden kurşunlanarak öldürülüyor. İddia edilen cinayet nedeni: Aldatma. Vatan gazetesinin haberine göre: 2006 yılında aile içi cinayet davası sayısı 295. 2008 yılında 292. Resmi araştırmalara göre Türkiye’de her 10 kadından 4’ü fiziksel ya da cinsel şiddet görüyor. Türkiye genelinde, fiziksel ya da cinsel şiddet görmüş kadınların oranı yüzde 41. Neredeyse kadınların yarısı (resmi olarak saptanabilen sayılara göre) şiddet görüyor. Benim yaptığım araştırmalara göre Türkiye’deki ailelerin üçte ikisinde dayak olağandı. Bu arada mahkûm Güler Zere hasta, hapiste herkesin gözü önünde ölüyor… Ama tahliye edilmiyor. Kadınları namus uğruna eve kapatan… Kadınları namus uğruna örten… Kadınları namus uğruna döven… Kadınlara namus uğruna söven… Kadınları namus uğruna öldüren… “Namuslu” erkeklerden oluşan bir toplum! Kendilerine başvuran kadınlara “Aile içinde olur böyle şeyler” diyen polisler, savcılar… Kadınlarını koruyamayan bir devlet! Bu nedenle AİHM’de mahkûm olan bir devlet! İşte bizde böyle olur “demokrasi” dediğin! İçimi burkan ne biliyor musunuz sevgili okurlarım: Bizzat kadınların anne ve eş olarak bu düzene boyun eğmiş olmaları… Bu düzeni devam ettirecek değer yargılarını içselleştirmeleri, çocuklarına aktarmaları… Güya insan haklarını savunan, türban konusunda mangalda kül bırakmayan kuruluşların bu ilkel düzenin devamına katkıda bulunmaları… Ve bu ülkenin başkanının “…ya davulcuya, ya zurnacıya…” söylemini şiar edinmiş olması. Emre Kongar...
  2. Kısaca... Daha insanca, daha özgürce ve daha kardeşçe yaşamak için 59 yıl önce imza attığımız, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 1.Maddesine bakmak yeterli; ‘‘Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar..." Bu çokmu zor...? Saygı ve sevgiler... DİPNOT...
  3. DİPNOT şurada cevap verdi: DİPNOT başlık Güncel Konular
    Wittgenstein’in dediği gibi, "söylenebilecek her şey açıkça söylenebilir” . Bu tartışmaya devam etmek için açıkça konuşmak gerekiyor, “ama öyle değildi ama böyle değildi” diye sızlanarak değil ve de, ileri sürülen savları mantıki sonuçlarına kadar götürmeye hazır olarak!... DİPNOT...
  4. işin özü ki Darbe şöyle bir şeydir Türkiye’de darbe tartışmaları, tarih unutularak, darbelerin sınıfsal ve“yapısal” belirleyicileri yadsınarak, bir taraftan emekli subaylardan, üniversite rektörlerinden, gazetelerdeki kanaat önderlerinden, diğer taraftan derin devletin, tükenmiş ve ipliği pazara çıkmış unsurlarından oluşan garip bir karışımın üzerinde yoğunlaşıyor, içinden çıkılmaz kurgulara, komplo teorilerine yol açıyor. Halbuki, Honduras’ta gerçekleşen askeri darbeye bakınca, bu işin pratikte nasıl yaşandığını görebiliyoruz. Askeri darbeler egemen sınıfların çıkarları, ekonomik yapının bekası tehlikeye girdiğinde gündeme geliyorlar; halen fiilen görev yapmakta olan askerler, ordu eliyle (“yapıya” ait bir kurum tarafından) gerçekleşiyor. Askeri darbeler her zaman bölge jeopolitiğinin bir parçası olarak, uluslararası hegemonyacı gücün desteği ile onun çıkarlarıyla uyum halinde gerçekleşiyorlar. Aslında tüm bu koşullar, sıkı sıkıya dokunmuş bir ilişkiler ağı oluşturuyorlar. Ordu, hegemonyacı gücün ordusuyla teknik, ideolojik olarak eklemlenmiştir. Egemen sınıf, uluslararası sermayeyle bütünleşmiştir. Ordu ve egemen sınıf arasında doğrudan ve dolaylı (döner kapı) sistemiyle kaynak, personel ve ideoloji alışverişi vardır. Bu koşullardan biri bile eksik olsa “bağımlı bir ülkede”bir askeri darbe gerçekleşemez. Gerçekleştireceğini sananlar, “yapı” için hiçbir tehlike oluşturmazlar, hemen ve kolaylıkla tasfiye edilirler. Bu tasfiye süreci de yapının güçlendirilmesine hizmet edecek biçimde yaşanır. Hımm... Nasıl ama... Saygılar... DİPNOT...
  5. Açıkçası ben beğenmedim desem.... Çünkü... Daha detaylı, daha bir şöyle baktığımızda kolayca ulaşabileceğimiz ve doyurucu bir ekrana sahip olabilseydik... Biraz yüzeysel gibi geldi... Ama yinede forum ile ilgili araştırma, geliştirme ve daha iyisini yakalama adına gösterilen çaba ve emeğe duyarsız kalamam... Çok daha iyi, kaliteli, belirgin, profesyonel ve çok fazlaca ulaşımı kolay bir hal alabilecek bir formumuz olacağına inancım tam... Bu uğraş içinde bulunanlara yürekte sevgi ve saygılar... DİPNOT...
  6. Umutsuzluk çağında yaşıyor olabilir miyiz? İki yüz elli yıldır uygarlık diye bellediğimiz şey adeta çözülüyor. Ekonomik kriz, işsizlik yoksulluk, jeopolitik gerginlikler, terörizm, savaşlar… Şoven milliyetçilik, ırkçılık… Tüm bunlara ek olarak bir de küresel ısınma… Gezegenimiz ölüyor: Su, gıda krizleri, göçler, 1970’lerden bu yana hızla kabaran bir intihar dalgası[], her şeyin, insan organlarına, kadar acımasızca metalaşmasını izlemek… Ama en önemlisi insanın dünyayı değiştirme becerisine olan inançsızlık. Yeni bir dünya, yeni bir insan yaratmak… Bu “Aydınlanma” geleneğinin projesiydi. Şimdi toplumsal mühendislik diyerek rafa kaldırdık. Malum toplumsal mühendislik sonunda mühendislerin diktatörlüğüne açılıyordu… Yeni insanı yaratmanın artık gündemde olmadığı yerde, kar yapmaktan başka ne kalıyor geriye. Ha bir de dünyanın dışından bir yerlerden yardım beklemek… tanrı veya uzaylılar… Boşuna, okullarda evrim teorisinin yaradılış mitolojisini okutmak isteyenlerin sayısı giderek artmıyor. İroni şurada ki, herkes dindar ama, kimse dininin ahlakına sahip çıkmaya niyetli değil. Herkes, “On Emir"i her gün ihlal ediyor… Zizek’in işaret ettiği gibi gerçekten inanan kökten dinci bulmak artık olanaksız. Şimdi, tek bir uygarlık var; tüm dinleri, yerel kültürleri, her şeyi kendine uyduran, kendi yasalarını dayatan: Kapitalizm!!! Ama o da krizde… Şimdi, bu yazının başına gidip yeniden okumaya başlayabilirsiniz. Neden olmasın yaşamımız “kötü sonsuza” sıkışmış, değişmeden, sürekli dejenere olan bir süreç değil mi artık… Bu koşullarda insan nasıl yaşar? Bu koşullarda insan, insan kalmaya devam ederek nasıl yaşar? Hayvanlar hazlarının kölesidirler. İnsan ise bir amaç için hazlarına ket vurarak geleceğine yatırım yapabilen ******** desek çok abartmış olmayız. Biraz abartmış oluruz çünkü insanların çoğu, hazlarının tatminine odaklanmış bir yaşam sürmüyorlar mı? Gerçek dindar bulmak artık olanaksız demiştik… Peki öyleyse insan insan olarak kalmaya nasıl devam edebilir? Lenin “Neden böyle de başka türlü değil?" sorusunun en önemli başlangıç olduğunu söylüyordu. Peki neden insanlar “Neden yaşam böyle de başka türlü değil?” sorusunu sormuyorlar? Bir adım ileri giderek Peter Sloterdijk’i anımsatıp, “Çünkü ne yaptıklarını biliyorlar, ve bile bile yapmaya devam ediyorlar," [[ii][ii]] diyerek bana bir kez daha “umutsuzluk çağında” olduğumuzu anımsatabilirsiniz. İkinci kitabı, “Vakıf”[[iii][iii]], Şubat ayında yayımlanan Lara üçlemesinin yazarı Selim Yalçıner’in, biraz daha farklı bir cevabı var. Yalçıner “korkuyorlar da ondan,” diyor ve ekliyor, “Korkularımızdan sıyrıldıkça özgürleşiriz!”. “Özgürleşiriz?” Özgür değil miyiz? Ya da Molloy’un [[iv][iv]] dediği gibi “Memnuniyetle, hevesle değil ama memnuniyetle yapabileceğin her şeyi, yapmamak için bir gerekçen olmadığı halde yapmadığın her şeyi! Özgür olmayabilir miyiz?” Bu çok önemli bir soru ve yine Molly’un dediği gibi “Bunu düşünmeye değebilir." Alain Badiou’nun, özne ve birey ayrımı bunu düşünmemize yardımcı olabilir. Kabalaştırmayı göze alarak kısaca özetlersem: İnsan "verili yapı"ya uymadığında, özne olur, duruşunu ölümü de göze alarak koruduğunda özne olarak kalmaya devam eder. Birey "yapı"ya aittir, tümüyle uyumlu... Bireyden özneye geçiş ise, bir “olay"ın karşısında alınan tutumla, bir tercihle ilgili. Ya birey “Olayın”, kendisinde bir travma yaratan etkisini kabul eder, yapıyı destekleyen verili bilgi sistemine uymayan, onda delik açan etkisini, dolayısıyla “hakikatini” (“hakikat” verili bilgi sisteminde açılan bir deliktir) benimser ona sadakat ilan eder, böylece ahlaki bir tutum alır ve bu hakikatin ahlakının evrenselleşmesi için mücadele eder; Ya da hiçbir şey olmamış gibi davranır, bu etkiyi bastırır, değişmeden, olaydan önce olduğu gibi kalmaya çalışır. Ya da yapıyı korumak için verili bilgi sistemini sarsan etkiyi silmeye, deliği kapamaya çalışır. Bugün ve uzun bir süredir – artık tarihin sonuna geldiğimize, diğer bir değişle artık bir devrim olasılığı kalmadığına 'karar' verildikten sonra- yüceltilen özne değil, bireydir; salt kendi hazlarına ve mutluluk istencine kitlenmiş birey… Mutluluk peşinde bir birey: Tüketim, pornografi, sentimental aşk, uyuşturucu madde, mistisizm… Zizek’in ahlakla, haz prensibini aşarak aşkın bir amaca bağlanmak arasında kurduğu doğrudan ilgiyi düşünürsek, birey töreci olabilir ama ahlaksızdır… Yalçıner’in kitabı tam da bu yüceltmeye karşı bir çalışma, hem de uluslar, kültürler, cinsel tercihler ve akademik disiplinler arasında sınır tanımadan kendine yol açmaya, kendi ahlakını evrenselleştirmeye çalışan bir çalışma… Yalçıner’in “sadakat” deklare hakikat ise insan sevgisi ve bunun bir sonucu olarak, baskıya sömürüye savaşlara karşı bir duruş. Üçlemeyi de bu bağlamda okumak gerekiyor… Lara üçlemesinin birinci kitabında, Lara’nın günlük yaşamın tek düzeliğinde arzularının izinin sürerek yaşayan bir bireyden, beklenmedik bir anda karşısına çıkan bir “olayın” travmasıyla, yaşam karşısında etkin tutum alan mücadele eden bir özneye dönüşme sürecini izlemiştik. Lara’yı günlük yaşamın dar alanından çekip çıkaran yazar bizi, onun serüvenini izlerken uluslararası ilişkilerin, mali, siyasi entrikaların, bilinemezlik sınırında dolaşan karmaşıklığının içine atarak bir çok felsefi, siyasi ve tarihsel tartışmayla da karşı karşıya bırakıyordu. Lara Viyana’da felsefe öğrenimi yapar, erkek arkadaşıyla istikrarlı bir yaşamı “mutlu” bir biçimde sürdürürken, babasından kendisine “inanılmaz” büyüklükte 35 milyon Avro miras kaldığını öğrenir. Üstelik bu miras bir de isim listesiyle birlikte gelmiştir. Lara’nın günlük yaşamını “realitesini” düzenleyen bilgi sisteminde bir anda devasa bir delik açılır. Babası aslında kimdir? Neden bu listedeki insanların hepsi öldürülmüştür? Babası ondan bu listedeki insanların çocuklarını okutmasını isterken aslında ne demektedir? Lara’nın realitesinin bu travmayla yırtılmasıyla korkutucu ama bir o kadarda çekici ve realitenin hemen tüm huzursuzluk alanlarına değen bir gerçek başını gösterir. Lara, pembe gözlü tavşanın peşinden giden Alice gibi, bu açılan deliğe atlar… İkinci kitapta, Lara’nın bu fantastik ama gerçeklikten daha gerçek dünyada evrimleşme sürecini, Meksika’dan Kuzey Irak’a, giderek artan sayıda insanın da katılmasıyla gelişen mücadelesini izlemeye devam ediyoruz. Lara, kendisi ve arkadaşlarının “davalarında bu kadar haklı olmalarına” karşın yaşadıkları başarısızlıkları, içine düştükleri tezgahları, neden daha fazla insanın kendilerine katılmadığını, ya da en azından, kendi yaşam dünyaları içinde, benzer sorunlara tepki göstererek özneleşmeye, mücadele etmeye başlamadığını düşünmeye başlıyor. Üçüncü kitap bizi, Lara’nın gittikçe yeni boyutlar kazanarak karmaşıklaşan serüvenini izlerken, “bağlanmanın” ve “mücadele ahlakının” sorunlarını, bu ahlakın oluşmasının tinsel, toplumsal ve inter-sübjektif boyutları üzerinde, “sevgi” ve “dostluk” temalarını özellikle öne çıkararak düşünmeye zorlayacak gibi görünüyor. Lara üçlemesi gerçek anlamda bir entelektüel “tour de force”. Alışık olmadığımız bir cüretle, felsefeden fiziğe, jeopolitikten ekonomiye, ahlaktan teolojiye, hatta para-normale kadar kaldırmadık taş bırakmıyor, ısrarla her şeyi her şeyle ilişkilendirmeye çalışarak bizi bilgiyle paranoya, sadakatle ihanet, cesaretle yılgınlık arasında tercih yapmaya zorlamayı, dahası, aslında bu tür tercihlerle her zaman karşı karşıya olduğumuzu göstermeye amaçlıyor Yalçıner. Arzularının kölesi olarak yaşamanın temel özellik haline geldiği günümüz toplumunda, Lara üçlemesi, insan olmanın etik bir yaşamdan, özgürlüğün, arzuların köleleştirici çekiciliğini aşarak bu etik yaşamın getirdiği seçeneklere sadık kalmaktan geçtiğini vurgulayan güncel ve gerekli bir çalışma… Ama kesinlikle düşünme tembelleri için değil… <BR clear=all> Robert Pool,”Why do people die that way” New Scientist, 28,02,2009 [ii][ii] Peter Sloterdijk, Cririque of Cynical Reason, Verso, 1988 [iii][iii] Selim Yalçıner, Vakıf –Ceset dökmek yasaktır, Özgür Yayınları, İstanbul, Şubat 2009. Üçlemenin ilk kıtabı, Vasiyet, Artemis Yayınları, İstanbul, Mart 2007. [iv][iv] Samuel Beckett, The Beckett Triology –Molloy, Malone Dies, The unnameable, Picador, 1976, sf. 35 (Cumhuriyet Kitap:19/02/09)
  7. SORU/YORUM... Uygarlığın mirasını ve krizlerini, acaba, dünya olaylarıyla, hatta reklamlarla bile ilgilenmeyen, Çet “chat” çevrelerine kapanmış, asosyal ve narsis, dikkat yoğunlaştırma kapasitesi çok düşmüş, demagogların yönlendirmesine açık bir kuşak mı devralmaya hazırlanıyor?... Ne dersiniz...? Saygılar... DİPNOT...
  8. DİPNOT şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Üyelerle Yapılan Röportajlar
    Sevgili Politika... Düşünceleriniz ve kişiliğinizi biliyorduk... Fakat bu röportaj ile seni daha da yakından tanıma fırsatı bulduk... Emeği geçenlere ve size yürekten sevgi ve saygılar... DİPNOT...
  9. TÜRKİYE aylardır bir askeri darbe tehdidi üzerine konuşuyor... Ve bu durum, gerçek bir darbe tehdidinin göz ardı edilmesine, kendini gizlemesine neden oluyor, adım adım amacına doğru ilerlemesine zemin hazırlıyor. Son derece örgütlü bir tehdit ile karşı karşıyayız. Özellikle Emniyet teşkilatı içinde örgütlenmiş bir oluşum telefonları dinliyor, insanların özel yaşamlarını takip ediyor, kendisine destek vermeye gönüllü ya da doğrudan kontrol ettiği medya desteğini arkasına almış durumda toplumu terörize ediyor. Parasal kaynakları belli değil, "dayanışma" görüntüsü altında muazzam bir sermaye gücüyle yandaş topluyor, ekonomiye dal budak sarıyor. Hareketin yurtdışında yaşamakta ısrar eden bir lideri var, kiminle hangi hesap içinde hareket ettiği meçhul. Kimsenin gücü bu örgütün üzerine gitmeye yetmiyor. Gitmeye kalkışanlar, bunu yaptıklarına kısa sürede pişman ediliyorlar. Bir yandan kamuoyu baskısı, diğer yandan "Askeri darbeyi mi destekliyorsun" öcüsü, aydınları bile ses çıkartamaz hale getiriyor. Çok ciddi bir sivil darbe tehdidi ile karşı karşıyayız. Hayallerindeki İslamcı-faşist düzeni kurmak için adım adım ilerliyorlar. .... Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet...
  10. Şunu bir soralım: Başbakan hiçbir suçu sabit olmayan ve tek kusuru soru sormak olan bir yurttaşına niçin sahtekâr damgasını vurmuştur? Bunun cevabı basittir: Başbakan kendi deneyimine dayanarak yurttaşlarının ekseriyetinin sahtekâr olmasını beklemektedir... Doğrumu...? Saygılar... DİPNOT...
  11. Bu başlık; önümüzdeki süreçte dünya insanlığını bekleyen tehlikeler ve bunlara karşı bilinçli, duyarlı, sorumlu ve öngörülü bir insan olmak konusu hedef alınmıştır... ___________________________________ Yeni stratejik yönelim Bence, ABD savunma çevreleri Geleceğin Durumu Raporunda dile getirilen “Şiddetli işsizliğin,su,gıda, enerji tedarikindeki daralmanın, küresel ısınmanın birikimli etkileri ile birleşmesi soncunda, gelecek on yılda dünya nüfusunun yarısı şiddet olaylarından ve toplumsal kargaşalardan etkilenecek” öngörülerini benimsiyorlar... Pantagon tarafından hazırlatılan iklim değişikliği raporundan (Schwartz & Randall, Ekim 2003) bu yana, elimize geçtikçe aktarmaya çalıştığımız gibi, ABD savunma çevreleri, enerji, gıda, su krizleri etrafında şekillenmekte olan kaynak savaşlarının, göç hareketlerinin, toplumsal, siyasi askeri etkileriyle, yabancı, topraklarda sivil halk içinde, onunla ya da ona karşı yaşanacak “gayrinizami savaş” koşulları üzerine çalışmalar üretiyorlar. Bu sırada 1948’den bu yana esas olarak değişmeden gelen savunma doktrinini de gözden geçirmeye başladılar (Mary Kaldor, Open Democracy 25/09/08)... QDR 2010’la ilgili tartışmalar, savunma bakanı Roberts Gates’in, onun adına gözden geçirmeyi yürüten yardımcısı Michele Flournoy’un Özel Harekatlar ve Düşük Yoğunluklu Çatışmalar konusuyla ilgilenen savunma bakan yardımcısı Micheal Vickers’in açıklamaları, şimdi savunma doktrinin bu konvansiyonel olan ve olmayan savaşlar ayrımının ötesine geçen bir “hibrid savaşlar” kavramı üzerinde oluşturulmakta olduğunu gösteriyor... Savunma teorileri uzmanı Thomas Barnett’e (Pentagon’un Yeni Haritası, 2003) göre, “böylece ABD savunma doktrini, ABD’nin kuruluşundan küresel güç olana kadar geçen dönemde egemen olan, sınır genişletmeye, bütünleştirmeye (sanırım kavram ilhak’ın kibarcası - EY) yönelik anlayışa geri dönmüş oluyor” (abç) (Esquire, 29/06)... Ancak, geleceğin dünyasında kaynak kıtlığı salt ABD’nin değil, Avrupa bölgesi, Çin, Hindistan, gibi yükselmekte olan güçlerin de önemli bir sorunu olacak. Pentagon, bu ülkelerden gelecek, ekonomik, siyasi ve askeri rekabeti de göz önüne almak zorunda olduğunu düşünüyor. Diğer bir değişle Pentagon “QDR 2010”la askeri yapısını, teknolojik, kurumsal önceliklerini, bölge ele geçirmeye, yere direnişlere karşın elinde tutabilmeye, diğer güçlerin erişimini engellemeye, ilgilerini caydırmaya, eski bir kavramı kullanırsak, “sömürgeciliğe ve paylaşım savaşlarına” uygun bir yönde biçimlendirmeyi amaçlıyor... Ya biz ne yapıyoruz.... ? Saygılarımla... DİPNOT... Değerli hocamız Ergin Yıldızoğlu'na sevgi ve saygılarımla...
  12. Ne demek istediğinizi gayet iyi anladım sevgili AÇA... Paylaşım ve katkılarınız için teşekkürler.... Saygı ve sevgiler... DİPNOT...
  13. Evet sizi anlıyorum sevgili AÇA... Fakat şurada size katılmıyorum... Kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti Devletinin benimsediği dini islam değildir... Türkiye Cumhuriyeti Devleti (Anayasa md. 24) Laik bir devlettir... İslam devletleri komşularımıza bakarsanız kimlerin islmalığı benimsemiş olduğuğunu açıkça görebilirsiniz... Üstelik sevgili AÇA.. Laik devletin dini de olamaz zaten. Laik Devletin inanç sponsoru olması düşünülemez bile... Ki Laik devletler tüm dinleri şemsiye göreviyle koruyup kollamak zorundadır... Yani tüm dinlere yakındır... Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhuriyet tarihinden bu güne hiç bir zaman "dinden referans almamıştır" Laik devlet 'aklı ve bilimi esas alır'... Kisacası Türkiye Cumhuriyeti Devleti İslam dinini benimseme temeliyle uzaktan yakından ilgisi yoktur... Aaa şunu şöyliyeyim.... Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 'İslam Devleti' olmazı böyle giderse çok uzun zaman almayacak... Maazallah AKP zihniyeti (imam zihniyeti) ABD'nin CIA çifliğinde birlikte büyüttüğü Fethulla Gülen hocaefendi (Fetullah Gülen) desteği ile ülkemizde böyle bir devlet yapısı oluşması için herşeyi göze almış durumdalar ve canla başla (AKP, ABD, CIA işbirliği ile) bir kaplumbağa misali hedeflerine sinsice yaklaşıyorlar... Eğer bir de aşı tutarsa (ki sonuna kadar kararlılıkla tutmaması için mücadele edeceğiz) Sen Ülkemiz açısından ondan sonra seyreyle gümbürdüyü.... Saygılar... DİPNOT...
  14. Müslüman ülke öylemi... Haydi müslüman ülkelerine bir benzeyelim?... Önce YÖK üyeleri, katsayıları değiştirerek imam-hatiplerin önünü açılır (ki açıldı)...Sonra; İmam olarak yetiştirilenler tıp adamı da olabilecek, uzay bilimcisi de, atom mühendisi de (hangi akla hizmetse)... Ve Dünya ulusları, bilimsel buluşlar, gelişmeler, ilerlemeler ve yeni yöntemlerle yarışırken... Ve dünya her gün bir önceki güne benzemezken, imam yetiştirip ondan doktor, mühendis, vali, yargıç, bilgisayar mühendisi yapmaya kalkarsınız olur biter... Şimdi... Şöyle bir müslüman ülkelerine bak.. Bağnazlığın, gerikalmışlığın, çağdışılığın ortasında İslam devletleri... Yoksulluğun-geri kalmışlığın kemikleşmiş coğrafyası sanki... Biz o sorunun yanıtı lazım: “Neden?..”
  15. Soralım... Acaba bu Türk Devletleri nerede ne hata yaptılar , nasıl bölündü parçalandılar , hangi aymazlıklara saplandılar ve ne kör kuyulara düştüler ki , şu gezegende yüz milyonlarca sayılarıyla en kalabalık esaret grubunu oluşturdular ? Acep ülkemizde de benzer şeyler oluyor mu ? Saygılar... DİPNOT...
  16. DİKTATÖRLÜK VE TÜKENİŞ... İbret alınsaydı, tarih tekerrür eder miydi. Tabi etmezdi. Ancak pek çoğumuzun yaşamı, ne yazık ki, ibret almama yanlışlıklarıyla dolu. Erk olmanın büyük güç olmanın sarhoşluğuna kapılmayan çok az insan vardır. Tarihte çeşitli unvan sahibi ülke yöneticilerinin büyük kısmının “erk”, “iktidar” olmanın sarhoşluğu ile sonunda tükendiğini hepimiz biliyoruz… İşte Hitler. Musolini, Napolyon… Koltuk insanı ihtiraslı yaparken, tükenmenin de en büyük nedeni olur... Demokrasilerde, tek parti iktidarları, çoğu zaman başlangıçta her zaman halka hoş gelir. Ortalıkta uyum, uzlaşma vardır. Ayrışma ve tartışma hemen hemen hiç yaşanmaz… Rant dağıtımında ki ortaklık ve cazibe, iktidarı paylaşanları birbirlerine karşı uyumlu ve ılımlı yapar… Görünürdeki uyumluluk ve uzlaşı havası, ilk zamanlar ülkede işlerin iyi gittiği havasını verir. İktidarın başı, kendisine yüzde yüz bağlı çevresini ve vekillerini, kolayca hegemonyası altına alır, onları istediği gibi yönetir ve yönlendirir… Ancak süreç ilerlerken görülür ki, uyumun ve uzlaşının bozulmaması ve dışa karşı çatlak ses verilmemesi için, yapılan yanlışlıkların, yoldan sapmaların, yolsuzlukların üstü örtülür. Ne zaman ki, ülke ekonomisi gizlenemez ve sızlanamaz ciddi alarmlar vermeye başlar, kaynaklar yetişmez olur, sahte uyumun ve uzlaşının halkın gözünde önemi kalmaz; düşüşe geçen, halkın gözündeki imajı silikleşmeye başlayan ve geleceğinden kuşku duyar hale gelen lider de, diktatörlük heves ve uygulamaları başlar. Çevresinde ki kimse ona kolay kolay yanlış yolda olduğunu, önemli hatalar yaptığını, durumun kötüye gittiğini söyleyemez. Çünkü bilinir ki “biat” etmeyenin sonu defterden silinmektir… Tarihe dönelim ve ünlü Fransız düşünür Bertnart Russel’e kulak verelim. “Kendini büyük görmek aşırı alçaltılmanın sonucudur. Napolyon okulda arkadaşlarının arasında aşağılık acısı çekmiştir. Çünkü varlıklı aristokrat çocukları oldukları halde, kendisi burslu, yoksul öğrenciydi. Göçmenlerin yurda dönmesine izin verdikten sonra, eski okul arkadaşlarının gelip önünde eğilmelerinden pek hoşlanmıştı. Ne büyük mutluluktu! Gelelim bu hal onu çar karşısında da ayni gönül doyumunu tatma isteğine götürmüş, bu da ona Saint-Helen adası (sürgün, yani tükeniş) yolunu açmıştır.” (*) Diktatörlük, süreç içersinde, hemen her konuda tam anlamıyla “ben yaptım oldu…” olgusunu yaygın hale getirir. Koltuğunun sonuna kadar baki kalmayacağının bilincinde olan lider; diktatörlüğünün tüm nimetlerinden bolca yararlanma ve gelecek karanlık günlerinin yatırımını da yapmayı ihmal etmez. Kendisini ölçüsüz mal, mülk, servet sahibi olmanın doyumsuz getirisine kaptırır. Dünyaya “Harun gibi gelip, Karun gibi zengin olmamış tek demokrat görünümlü diktatör yoktur. İktidar olduklarında, yönetimlere hiçbir şeyleri olmadan gelip oturanlar iktidarlıklarında korkunç mal, mülk, servet sahibi olmuşlarsa, bilinsin ki o yöneticilerin başında bulunduğu ülkelerde, halkın refah ve huzur içerisinde olması ütopik bir beklentiden öteye gidemez… Yazımızı Walt Whitman’ın bir şiiri ile noktalıyoruz. “Hayvanlara uzun uzun bakıyorum da Ben de hayvanlaşıp onlar gibi yaşayabilirim diyorum, hepsi Kendi aleminde öyle huzur içinde… Hallerinden sızlanmazlar, kan-ter dökmemekteler, Karanlıkta gözleri açık uzanmıyorlar ve ağlamıyorlar günahlarına, Tanrıya olan borçlarını konuşup midemi bulandırmıyorlar, Hepsi hoşnut, hiçbirinin mal, manat hırsıyla gözü dönmüş değildir. Hiçbiri ne öbürünün, ne de binlerce yıl önce yaşamış kendi türünden birinin önünde diz çökmüyor, Hiçbiri ne dünyanın en mutsuzu, ne de en saygıdeğeridir” Burhan Özbey / (*) Saadet yolu – Varlık yayınevi – Syf: 14
  17. DİPNOT şurada cevap verdi: DİPNOT başlık Güncel Konular
    Kesinlikle sevgili Mouchette... Size katılıyorum...
  18. DİPNOT şurada cevap verdi: DİPNOT başlık Güncel Konular
    “TSK’Yİ ELEŞTİRMEK ARTIK TABU DEĞİL, DARISI DİN TABUSUNUN BAŞINA”
  19. DİPNOT şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Gazete Haberleri Paylaşımı
    EVET BUNALTAN ZAMLAR AMA BİRDE BAKRAUND'U... Türkiye Kamu-Sen'in Araştırması... Ekonomik krizin sonuçlarını çarpıcı bir araştırmayla ortaya koyuyor... Sendikanın verilerine göre, Türkiye'de günde 2 bin 602 ev ve işyerine haciz amacıyla icra memurları gidiyor. Yine günde 123 araç haczediliyor. Her gün ortalama 273 fabrika ve işyeri kapanıyor. Araştırmanın çek ve senetle ilgili verileri de ürkütücü. Her gün ortalama 26 bin 260 çek karşılıksız çıktığı için işlem görürken, 4 bin 312 senet de protesto ediliyor.
  20. Genel seçimlere ise iki seneden az bir zaman kaldı... Ve AKP’nin orada durabilmesi için iki yol var. Birincisi; ekonomiyi düzeltmek... Bu neredeyse olanaksız. Yedi senedir üretime dönük, verimliliği artıran, ciddi yatırım sayılan bir tek şey yapmayıp, sadece kamu varlıklarını satarak beslenmenin dibindeler... Bütçe açığı yüzde 465 arttı... Küçülme, İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra rekor; ilk çeyrekte yüzde 13.8... İşsizler ordusu devleşiyor... İnsanlar mutsuzlar ve yoksulluk sınırı tırmanıp nüfusun orta yerine ulaştı... Kim ağzını açsa “Canımız yanıyor” diyor... Bir tek mutlu insan yok sokaklarda... * AKP’nin iktidarda kalabilmesi ve hedeflediği karşı devrimi tamı tamına gerçekleştirmesi için ikinci yol kalıyor: Faşizm... Avuçlarına alamadıkları yüksek yargı-ordu gibi kalan birkaç kurumu ezmek... Yanlarına alamadıkları medyayı cezalarla dize getirmek... Aydınları, sesi çıkan laik insanları izleyip, telefonlarını dinleyip, özel yaşamlarına sızıp, bezdirmek... Korkutmak... Sindirmek... Şimdi bunu deniyorlar... Amaçlarına demokratik yolla ulaşamayınca, yol haritaları gereği buna başvuracaklarını akıllı insanlar bekliyorlardı. Bunun adı: Faşizm... Bekir Çoşkun/Hürriyet...
  21. Evet edilecektir SÜNGÜ.. Çünkü... İslamı kullanıp Türklüğün köküne kibrit suyu ekmek isteyen bir güruhun Türkiye’yi parçalamak isteyen dış kökenli tezgâhına düşmemek ve mücadele etmek için kavgamız sürecektir... Çünkü biliyoruz ki... Tarihimize kara çalarak, destanlarımızı kirleterek, hırsızlık, dolandırıcılık, üçkâğıtçılık, sahtekârlık üzerine yükseltilen deniz feneri rejiminin iktidar tezgâhı Türkiye’yi hiçbir yere taşımaz/taşıyamaz, çukura gömer de ondan... Bugün artık deniz_kızı ve diğer aydın kadınlarımız, kızlarımız, analarımız bacılarımız, kız kardeşlerimiz, ablalarımız bütün bu safsata, kara, geri ve 2400 yıllık düşüncenin ortaya çıkartılmış yalanlarını doğruymuş gibi kullanarak bugünlere bilinçli olarak getirerek toplumumuzu uyutanların önünde dimdik duracak ve sonuna kadar mücadele edebilecek bilgiye, birikime, inanca ve kararlılığa sahiptir... Buna yürekten inanıyorum... DİPNOT...
  22. Gazetelerden iki haber: Üniversite giriş imtihanlarına katılan öğrencilerin yüzde ellibeşi fen sorularında sıfır puan almış. Diğeri de bir grup genç Topkapı Sarayı’nda yapılan İdil Biret konserine saldırı düzenlemiş. Bu iki haberi birbiriyle ilişkisiz sananlar yanılırlar. Bunlar aynı hastalığın ârâzındandır: Cehâlet.Birinci haber, çocuklarımızın yarısından fazlasının içinde yaşadıkları âlem ile hiçbir temaslarının olmadığını gösterir. Bunlar çevrelerinde olayların nasıl olup bittiği hakkında fikir sahibi olmadıkları için, kendilerine bu olup bitenler hakkında anlatılan masallara inanır. Bu masallar içerisindeki kavramlar, günün birinde İdil Biret Hanımefendi gibi bir dâhînin Topkapı Sarayı gibi bir mekânda vereceği bir konserle çakışırsa, konsere, sanatçıya ve onu dinlemeye gidenlere saldırırlar. O kadar câhildirler ki, o mekân hakkında kendi yanlış inanışlarının bir an için doğru olduğunu kabul etsek bile, orada içki alışkanlığı denen hastalığın pençesine kendisini kaptırmış İslâm halifelerinin yaşadığını bilmezler. O mekânda eşcinselliğin gırla gittiğini, yeni doğmuş gayrimeşru bebeklerin öldürülerek Harem’e gömüldüklerini bilmezler. İslâm Halifesi olacak gençlere lâyık görülen «kafes» i tek bir tanesi görmüş müdür? (Kafes diye Topkapı Sarayı’nda turistlere gösterilen iki odanın gerçek kafesle ilgisi yoktur. Gerçek kafesi sevgili arkadaşım İlber Ortaylı bizlere gösterdiği zaman dehşetten nutkum tutulmuştu.) Bu gençleri provoke eden sözümona gazete her gün yalanlar ve iftiralar yayınlamakta, okuyucularını sık sık suça teşvik etmektedir. Bu bir gazete değil, bir silâhtır. Ancak gel gör ki bu silâh yönetim himayesinde pervazısca kullanılmakta ve ülkenin adâleti buna müdahale edememektedir. Bunun da nedeni Türkiye’de hüküm süren kavram karmaşasıdır. Demokrasi nedir, özgürlük nedir, hukuk nedir, faşizm nedir, totaliterlik nedir, gibi soruların cevabını gerçekten bilen insanlar artık seslerini duyuramaz hale geldiler. En basit bir politika kültürü, meselâ tâ Aristo’nun dikta rejimlerini sürdürmenin en etkili yollarından birinin dine dayanıp itidal propagandası yapmak olduğunu söylediğini bildirir insana. Bu bugün ülkemizdeki iktidarın yaptığı değil midir? Yani halkımız ikibindörtyüz yıl önce içyüzü ortaya çıkarılmış yalanlarla yönetilmekte, buna sözümona entellektüel geçinen bazı zevat alkış tutmakta, bu iktidarı kimisi iyi, kimisi de en azından ehveni şer gördüğünü yazabilecek kadar aymazlığın pençesine düşmüş bulunmaktadır. Sevgili okurlarım, üniversite giriş imtihanlarının sonuçları ve İdil Biret konserine yapılan saldırı Türkiye için zillerin artık en yüksek perdeden çalarak kırmızı alarm noktasına gelindiğini bildirmekte. Ayşe Arman Hanımefendi’nin 12 Temmuz’da Hürriyet gazetesinde yayımlamaya başladığı «öteki mahalle» saha incelemesi en iyimser kişileri bile derinden tedirgin etmesi gereken bir çalışmadır. Türkiye Afganistan yolundadır; İran falan değil. Türkiye’nin genel entellektüel düzeyi İran seviyesinde değildir. Ben bunu yıllardır kendi bilim dalımın ülkemde ve İran’da başardıklarını karşılaştırarak biliyordum. Bunun sebebi de açıktır: Türk toplumu tarihinin hiçbir döneminde bir Hayyam veya bir Firdevsî veya hattâ bir Gazzâli çıkartamamıştır. İşe bu yalın gerçeği kabul ederek başlarsak tedaviye de başlayabiliriz. Ama hamâsi nutuklarla gerçeği kapatarak, devekuşu gibi kafamızı kuma gömerek yaşamaya kalkarsak, sonumuzun pek fecî olacağı ortadadır. Toplumumuzun 1919 yılında içinde bulunduğu ürkütücü durumu Ahmet Hâşim’in bir mektubundan sizlere bu sütunlarda nakletmiştim. Büyük şâir, Osmanlı medeniyeti yalanından bizi uyandırarak, Anadolu insanının taş devrinde yaşadığını anlatır o mektubunda. 1946’ya kadar o taş devrinden bizi çıkartmak için uğraşan, didinen, görgülü, bilgili yöneticilerimiz vardı. Elde ettikleri başarı âdeta bir mucizeydi. Bunun gerçekten böyle olduğunu bütün dünyada uygar toplumlarda duyabilir, okuyabilirsiniz. 1946’dan sonra bizi yönetenler insanlığa ihanet ettiler ve kendi menfaatlerini milletin cahilleştirilmesinde aradılar. Bu proje ne yazık ki başarılı oldu ve 2009 yılında liseyi bitirmiş Türk gençlerinin yarıdan çoğunun en basit bir fen bilgisinden mahrum olmakla kalmadığını, bunlar arasında bir klâsik Batı müziği konserine saldıracak kadar vahşîleşmiş olanlarının da bulunduğunu görmemize kadar geldi iş. Şu andaki yönetim, bu gidişi körüklemektedir. Okullarımız ve üniversitelerimiz ehil olmayan ellerde, gençlerimizin istikbali, onları ateşe atmaya hazır kişilerin gözetimindedir. Bu gidişin durdurulamazsa, ülkemizin parçalanacağı, parçalanmakla da kalmayıp bize bırakılacak bölgesinde Afganistan havasının estirileceği kesindir. Artık uyanalım. Bir İdil Biret’in bir Hâfız Paşa’nın veya bir Üçüncü Selim’in âkıbetine uğrayabilmesinin artık hiç de hayâl olmadığını Madımak’ta gördük. Bunu düşünmek bile uygar bir insanın uykularının kaçması, endişe içinde titreyip ter dökmesi için yeter de artar bile. Celal Şengör / Cubitek...
  23. Karamsar olmak için artık çok geç! NTV’nin Dünya Çevre Günü’nde yayınladığı belgesel yapım “Yuva”, bu akşam CNBC-e’de ekrana geliyor. Çekimleri üç yıl süren belgeselde, havadan çekilen görüntülerle insanoğlunun dünyanın dengesini nasıl altüst ettiği gözler önüne seriliyor. Dünyanın zenginliklerinin nasıl yağmalandığına dikkat çekilen belgeselde, insanlığın artık bunun farkına varması ve tüketim kalıplarını değiştirmesi gerektiğine vurgu yapılıyor. Yönetmen Yann Arthus-Berntrand bu çalışmasında, kendi şüphelerini ve endişelerini bizimle paylaşıp, hep birlikte yeniden inşa etmek zorunda olduğumuz büyük yapının temel taşını koyuyor. Ekran karşısındakileri, dünyaya karşı bireysel ve müşterek sorumluluklarımız olduğuna ikna etmeyi amaçlayan belgeselin anlatıcılığını Glenn Close üstleniyor. ■ CNCB-e, 22.00 --------------------------------------------------------------- ‘Kaya’, yönetimi, oyuncuları ve görsel efektleriyle dikkat çekiyor... Alkatraz’da can pazarı TNT, 21.15 Kaya - The Rock / Yön: Michael Bay / Oyuncular: Sean Connery, Nicolas Cage, Ed Harris, Michael Biehn 1996 ABD,120 dakika. Zeka ürünü senaryosu, oyuncuları ve heyecan verici görsel efektleriyle vizyona girdiğinde seyirci akınına uğramış bir film olan “Kaya”, bu akşam TNT’de. Filmin konusu, Alkatraz adasında geçiyor. General Hummel (Harris), yıllar önce ABD hükümetine başvurarak gazi ve şehit ailelerine yapıldığı gibi, yüksek düzeyde gizli operasyonlarda ölenlerin ailelerine de ikramiye ve ödül verilmesini ister. Ancak bu öneri hükümet tarafından ciddiye alınmaz. Sonunda adaleti bizzat yerine getirmeye karar veren general ve ona bağlı komando timi, bir turist grubunu rehin alarak Alkatraz adasının kontrolünü ele geçirir. İstekleri kabul edilmediği takdirde, roketleri ateşleyecek, San Francisco’daki milyonlarca insanı öldüreceklerdir. Herkesin tek umudu, FBI’da görevli kimyasal-biyolojik silahlar uzmanı Stanley Goodspeed (Cage) ile Alkatraz hapishanesinde yıllarca kaldıktan sonra kaçmayı başaran tek gizli federal mahkûm John Patrick Mason’dır. Karakterlerin son derece güçlü ve inandırıcı çizildiği “Kaya”, dört dörtlük bir aksiyon... Saygılar... DİPNOT...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.