Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. Bir Yanılsamanın Geleceği (1927) veya Bir Geleceğin Yanılsaması Totem ve Tabu’da dinin tarihi kaynağını ilkel insanın tecrübelerini tahlil ederek belirlediğine inanan Freud, medeniyet, din ve bilim konularına yer verdiği Bir Yanılsamanın Geleceğinde kültür ortamına geçildikten sonra dini fikirlerin ortaya çıkışını, rolünü ve bu fikirlerin insanlar tarafından niye hala kabul gördüklerini inceler. Freud, gelecek bilime aittir; bilimin meyvelerinin artmasıyla din gerileyecektir diyor. Din, çocukluktaki acziyet duygusuna, koruyucu (baba) ihtiyacına cevap veren bir yansıtmadan ibarettir. Sürekli var olan bu acziyet duygusu ve hayat boyu tecrübe edilen elemler bir babaya ve onun yerini alacak olan bir güce tutunmayı gerekli kılar. Tabi bu güç, kadiri mutlak ve koruyucu bir baba olacaktır. Freud’a göre kendi içgüdülerini sınırlayan medeniyete karşı çıkan insan, tabiatın tehlikelerinden korunma zorunluluğuyla karşı karşıya olduğu ve bu korumayı da medeniyet sağladığı için onu kabullenmek zorundadır. Freud’a göre tabiat karşısında aciz düşen insan için Tanrılar 3 kategoride psikolojik tatmin sağlarlar ve bu durum bugün hala devam etmektedir. 1- Tabiatın dehşetlerini (terörünü) durdurmak. 2- Kaderin soğuk yüzüyle özellikle de ölümle insanı uzlaştırmak. 3- Acılar, elemler ve mahrumiyetleri telafi etmek, onların karşılığını vermek. Tanrı insanın kendinde eksikliğini hissettiği özellikleri çaresizlik içinde atfettiği bir yansıtmadır, yüceltilmiş bir babadır. Buna itirazlarda şöyledir; “yansıtmanın gerçekliğini kabul etsek bile, bunun kaynağı biz değil Tanrı’dır, yani tanrı kendisini insana bildirmek için böyle bir yöntem kullanmaktadır; insanda böyle bir imaj oluşturarak onda tecelli etmektedir.” Bu tür itirazlar “yansıtma olsa bile bu, Tanrının realite olmadığını göstermez. Çünkü insanın Tanrıyı bu şekilde algılaması gerekir” ana fikrini taşımaktadır. Freud dini doktrinlerin, dogmaların insanların zekasını körelttiğini ileri sürer. Dini inançların çok güçlü ruhsal kaynakları vardır, insanlığın en eski, en güçlü ve en ısrarlı arzularını tatmin ederler. Onun için illüzyondurlar. Çocukluktaki çaresizlik duygusunun etkisi tüm hayat boyu devam eder ve babaya tutunma duygusu ileride daha güçlü yeni bir baba (Tanrı) ihtiyacını doğurur. Dolayısıyla ilahi bir güce tutunmak, insanın hayatın tehlikeleri karşısındaki korkularını dindirir. Psikanaliz alanında arzuların tatmin edilmeleri gerektiğini savunan, bunun ruh sağlığı için zaruri olduğunu iddia eden birisinin, din alanındaki arzularının tatmininin insanlığa zarar verdiğini söylemesi bir çelişki olsa gerektir. O zaman Freud dinin gerçekliğini kabullenmese bile, en azından kendi öğretisiyle çelişmemek için, dinin ruh sağlığına faydalı olduğunu söyleyebilirdi.
  2. Totem ve Tabu: Dinin İlkel Kaynakları Bu eserinde Freud, ilkel insanın Totem ve Tabu ile ilişkisini, dolayısıyla insanlığın ilk dini tecrübesinin mahiyetini ortaya koyan antropolojik verileri psikanalizle yorumlar. Totem, babanın yerine geçen ve sonunda Tanrı’ya dönüşecek olan bir semboldür. Yani Tanrı, yüceltilmiş bir baba imajıyla şekillenmiştir. Freud Totem ve Tabu’daki tezlerini 3 kişiden aldığı hipotezler üzerine kurar. 1- Darwinin maymunların alışkanlıklarından tevarüzle insanların ilk devirlerde despot bir babanın yönetiminde, bu babanın oğulları da dahil olmak üzere genç erkeklere istediği gibi hükmettiği, tüm kadınlara sahip olduğu küçük gruplar halinde yaşadığı hipotezidir. 2- Darwinin hipotezini bir adım daha ileri götürerek bu ataerkil yapının oğulların babaya başkaldırarak onu öldürüp etini yemeleri (totem yemeği) ile sona erdiğini iddia eden R. Smith’in geliştirdiği hipotezdir. 3- J. Atkinson’un yine bu hipotezlerin devamı mahiyetinde ortaya koyduğu, babayı öldüren kardeşlerin ayrı gruplar kurmaları ve barış içinde yaşamak için babaları gibi kadın edinmekten vazgeçerek dış evlilik kuralının getirdiği, iç evliliğin yasaklandığı totem teorisidir. Totem ve Tabu’nun temel iddiası şudur; tarihini bilemediğimiz devirlerde ilkel insanlar güçlü ve gücünü istediği gibi kullanan bir erkeğin (baba) hakim olduğu gruplar halinde yaşarlar. Bu grupta tüm kadınlar onun malıdır. Baba bu konuda oğullarına karşı kıskançtır. Eğer oğullar babanın kıskançlık duygusunu tahrik ederlerse öldürülür, hadım edilir veya gruptan atılırlar. Bu oğullar ancak küçük bir klan oluşturup başka bir klandan kadın çalabilirler. İçlerinde güçlü olan aynen babası gibi hakimiyet kurar. Oğullar klanlarını oluşturdukları dönemde babayı öldürme ile ilgili anılar tekrar hatırlanır. Güçlü veya korkulan bir hayvan seçilerek totem şeklinde babanın yerine ikame edilir. Bir zaman sonra totem korkulan, nefret edilen, aynı zamanda saygı duyulan ve kıskanılan primal babanın (yegane otorite sahibi olan kişi) yerinde olan bir vekil olmaktan çıkıp Tanrının bir prototipi haline gelir. Oğlun babaya karşı gelişi duygusal yakınlığa dönüşür ve bir uzlaşma olur. Bunun amacı babayı öldürme işlemini telafi etmektir. Tabu’nun iki çağrışımı vardır. Biri kutsal veya takdis edilmiş, diğeri ise esrarengiz, telikeli, yasaklanmış, temiz olmayan anlamınadır. Tabunun ilkel insanlardan başlayarak var olduğunu belirtiyor Freud. Wundt’un eserine müracaat ederek ilkellerde bazı tabuların olduğunu söylüyor. Ve nevrozlularla ilkellilerin bu noktada birleştiğini söylüyor. Aynı tabular farklı şekiller de ortaya çıkıyor. Freud, Afrika’dan Güney Amerika’ya ilkel kabileler üzerinde yapılan araştırmalardan hareketle totemizmin dinin yerini tutan bir sistem olduğunda karar kılmıştır. Freud dinin, ahlakın, toplumun ve sanatın başlangıcının Oedipus komplekste birleştiğinde ısrar eder ve bu bilginin de aynı kompleksin tüm nevrozların çekirdeğini oluşturduğu bilgisi ile uyuştuğunu belirtir. İnsan zihninde oluşan Tanrı imajının baba imajına benzer bir şekilde oluştuğu, Tanrıyla ilişkini baba ile ilişkiye bağlı olarak şekillendiği ve neticede Tanrının yüceltilmiş bir bab olduğu fikri vardır Freud’da.
  3. Freud’un Tenkit Edildiği Noktalar Tenkitlerin en önemli noktası, teorilerin bilimsel verilerle desteklenmemesidir. Freud elde ettiği birçok veriyi veya bilgiyi önceden zihinde kurguladığı modele uygun sonuçlar çıkarmak için istediği şekilde yorumladı. Freud’un bulgularının önemli, ama çıkarımlarını sınırlı bulanlardan biri de Eric Fromm’dur. Freud’un her konuyu cinsellikle açıklamaya zorlayan sebep onun her şeyi tek bir sebeple izaha çalışan indirgemeci yaklaşımı olsa gerektir. Freud’un tenkit edildiği, yöntemle alakalı bir diğer önemli konu da onun sınırlı bir denek grubundan elde ettiği verileri evrenselleştirmesidir. Freud insan davranışları ve tercihleri de dahil olmak üzere tüm fenomenlerin bir evrensel sebeplilik prensibiyle hareket ettiği, her olayın bir sebebinin olması gerektiği anlayışına (determisizm) sahipti. Freud, her şeyin fizyolojik temele dayanması gerektiğini savunan bu bilimsel pozitivist görüşün etkisiyle ruhsal alanı fizyolojik bir temel bulacağını düşündü. Sevginin de cinsel bir nesneye yönelen fizyolojik kaynaklı bir içgüdü olduğunu savunmasının nedeni de buydu. Freud mekanistik-evrimci bir sistem oluşturmuştur. Bu sisteme göre şu an meydana gelen tüm oluşlar (tezahürler) geçmişten bağımsız olmadıkları gibi yeni hiçbir şey içermezler. Yani “oluş sürecinde yaratılan yeni bir şey yoktur, yeni olarak gördüğümüz şey eskinin değişmiş halidir.” Dini Ritüeller ve Nevrotik Saplantılar: Din Bir Nevroz Mu? Freud Totem ve Tabu eserinde, nevrotiklerdeki saplantılı davranışlarla dini ibadetler arasında benzerlikler olduğundan hareketle ibadetlerin birer saplantı nevrozu olduğunu iddia etmiştir. Böylece Freud evrensel nevroz dediği dinin ferde özel yönünü de bulmuştur. Bu iddianın ana fikri kısaca şöyledir; dindarlar da nevrotikler de aklı aykırı şeylere inanırlar, mantıksız ritüeller gerçekleştirirler, dolayısıyla aralarında bir bağlantı olmalıdır. Freud dini ritüellerle saplantılı davranışlar arasında 8 benzerlik noktası belirler; 1- İhmal edildikleri takdirde kişide bir vicdan azabı, bir sıkıntı oluşur. 2- Kişinin zihninde ayrı bir yeri vardır ve kişi bunları gerçekleştirirken diğer işlerden soyutlanır. 3- Tüm detayların icra edilmesine özen gösterir. 4- Suçluluk duygusu 5- Pişmanlık duygusu 6- İçgüdüsel dürtülerin bastırılması 7- Uzlaşma hali 8- Yer değiştirme mekanizması “Nevrotik davranışlarla dini ritüeller arasındaki bu benzerliklerin yanı sıra bariz ayrılıklar vardır diyor Freud. Bunlar arasındaki en önemli farklar; 1- Nevrotik seremoniler kişiye göre farklı hallerde tezahür ederken dini ritüeller sabit karakterdedir. 2- Nevrotik davranışların ferde özel bir tabiatı varken dini seremoniler umumi olma özelliğine sahiptir. 3- Nevrotik davranışlar anlamsız ve saçma görünürken dini seremonilerin ehemmiyetsiz ayrıntıları sembolik bir anlam ve önemi haizdir.” Burada Freud, “işte bu sebeple saplantılı davranış, yarı komik, yarı trajik olma gülünç bir özel din şeklinde ortaya çıkmaktadır “ diyerek kendi iddiaları yönünde bir sonuç çıkar. Freud’a göre, saplantının bilinçaltında tatmin ettiği bir karşılığı vardır. Freud’a göre, din bir evrensel saplantı nevrozudur ve nevroz da özel bir dini sistemdir; çünkü iki fenomen arasında bunların tabiatlarının aynı olduğunu gösteren benzerlik vardır.
  4. Oedipus Kompleks Teorisi Çocukta Oedipus veya fallik devre denilen 3-5 yaşlarında bilinçsiz olarak karşı cinsten olan ebeveyne sahip olma, aynı cinsten olan ebeveyni yok etme duygusu (komplaksi) mevcuttur. Freud teoriyi daha çok erkek çocuk nezdinde ortaya koyar. Freud’a göre bu kompleks evrenseldir, kültür farkı gözetmez. Ona göre tüm psikonevrozların çekirdek kompleksi budur ve birçok nevrotik takılmaların, cinsel sapmaların, suçluluk duygularının kökleri sağlıklı bir şekilde çözülmeyen Oedipal çatışmada aranmalıdır. Oedipus kompleksin kızlardaki karşılığı Elektra kompleksidir. Bu kavram eski yunan mitolojisinden alınmıştır. Oedipus bir kralın oğludur. Kahinler bu doğduğunda krala, bu çocuk senin tahtına geçecek derler. Bunun üzerine kral çocuğu bir çobana verir öldürmesi için. O da kıyamadığından bir ağaca ayağından bağlar. Oradan geçen biri bunu evlatlık edinir. Daha yıllar sonra bir gün kral bir adamıyla gezintiye çıkmışken bu çocuğa yolun ortasında rastlar. Yol vermediğinden tartışırlar ve kralı ve adamını öldürür çocuk. Kısa bir süre sonra bir ejderha çıkar bir yerde ve oradan geçen herkese bir soru sorar. Bilediklerinde onu öldürür. Oedipus da cesaretle oraya giderek soruyu bilir ve ejderha intihar eder. ( Sabah dört, öğleyin iki, akşam üç ayak üstünde giden hayvan hangisidir? “İnsan” ). Bu çocuğu kral yaparlar ve kraliçeyle evlendirirler. Yani annesiyle… Bu olay daha sonra ortaya çıkar ve hikaye biter. Çocuk hem babasını öldürmüş hem de annesiyle beraber olmuş oldu. Yani Freud’un Oedipus kompleksinde dediği gibi. Kurt Adam (Wolf Man) Vakası 1920 yılında Freud Kurt Adam ismini verdiği bir Rus hastayı tedaviye başlar. Hastayı 4-5 yıl tedavi eder ve birçok vakada olduğu gibi bu vakada da Oedipus kompleksin izlerini bulur. 30 yaşındaki bu adamın çocukluğu sıkıntılı geçmiştir. Anne ve babası rahatsızdır. Annesinin dini hikayelerinden etkilenir. 4 yaşında kurtla alakalı bir rüya görür ve ondan bu ismi alır. Kurt’u babası olarak yorumlar Freud ve diğer rüyalarındaki hayvan figürlerini de aynı şekilde yorumlar. Bu vaka incelemesinden Freud’un neticesi; babaya karşı geliştirilen nevrotik çatışmalar Tanrı figürüne yönlendirilmiştir ki, bu da Tanrı’nın baba imajının yansıması olduğunu gösterir. Netice itibariyle Tanrı yüceltilmiş bir babadır ve dini inancın temelinde babaya duyulan arzu vardır.
  5. Freud Psikanalizinin Temel İlkeleri ve Tenkit Noktaları Freud bir nevroz olarak gördüğü dinin kaynağını çocukluk devresindeki tecrübelerde aradı. Bu tecrübeler cinsel kaynaklıydı ve ilerde dini fikirlerin oluşmasına yol açacaktı. Psikanalitik teorinin ortaya koyduğu en önemli nokta, insanın bilincinde olmadığı bir zihinsel sürece sahip olduğudur. Psikolojik rahatsızlıklar ve nevrozlar bu sürecin yapısından kaynaklanır. (Freud’un cinselden kastı, genital olsun veya olmasın hazdır, zevktir) Psikanalizin ilk ve belki de en önemli vakası Anna O. Takma isimli kadının tedavisidir. Anna’nın durumu psikanalitik tedavi yönteminin ana unsuru olan “serbest çağrışım” tekniğinin ortaya çıkmasını sağladı. Bu vakadan Freud,psikanalize temel teşkil edecek iki önemli prensip belirledi.;1- çatışan bir duygunun bastırılması rahatsızlık doğurur. 2- zihinsel enerji kullanılması gereken yerde kullanılmayınca rahatsızlığa dönüşür. Nevroza sebep olan rahatsızlığın kaynağının cinsel bir duygu olduğu fikrini öne attı. İd, Ego, Süperego Freud’a göre kişilik id, ego, süperego’nun karşılıklı etkileşimiyle oluşur. İd, biyolojik istekler içeren ham dürtülerle, arzularla doludur. Her ne sürette olursa olsun bu arzuları gerçekleştirmek isteyen id, zevk prensibine göre hareket eder. Bu arzuların en güçlüsü cinsel (libido) olanıdır. İd’in karşısında dış dünyanın ailenin, toplumun, kültürün ölçülerini dikkate alan ve zamanla özümsenen süperego vardır ve bu iki güç sürekli çatışma halindedir. Ego ise id ile süperego arasında tampon bölge oluşturarak iki güç arasında dengeyi sağlayan bir uzlaştırıcı olma fonksiyonuna sahiptir. İd’in güdüsel ihtiyaçlarını tatmin etmek, ama aynı zamanda süperegonun emirlerini gözetmek durumundadır. İkisi arasında sıkışmıştır. Sıkışma ne kadar fazla olursa iç sıkıntısı da o kadar fazla olur. Bu sıkıntıyı azaltmak maksadıyla da savunma mekanizmalarına müracaat edilir. İd’in bilinçsiz yapısına karşılık ego genelde bilinçlidir ve id-ego-süperego üçgeninden oluşan kişilik yapısının icracısı durumundadır. Freud’a göre nevroz cinsel dürtülerin bastırılması veya bir başka ifadeyle egonun içgüdüsel dürtüleri id bölgesine hapsetmesinden kaynaklanır. Bu dürtüler bastırma eyleminden kurtulmak isterken ve egonun farkında olmadığı bir şekilde kendilerine yeni yollar bularak nevroz şeklinde kendilerini ifade etme şansı ararlar. Psikanalizin bilinçaltının derinliklerine giden yoldaki en önemli aracı rüyaların yorumuydu. Günlük hayatımızdaki birçok davranışımızda aslında bilinçaltı sürecini gün ışığına çıkarıyordu. Dil sürçmeleri, yanlış okuma veya yazmalar kazara olan şeyler değildi.
  6. Kitap Adı: Freud ve Din Kitabın Yazarı: Basım Yılı ve Yeri: 2005, İstanbul Sigmund Freud (1856-1939) Hayatı Yahudi bir aileden gelen Freud’un dedesi ve büyük dedesi hahamdır. Babası tekstil tüccarı ve kendisi en büyük kardeştir. Babası dindar değildi. Dini bilgileri dadısı Katolik Hıristiyan’dan öğrendi. Onunla kiliseye gidip geliyordu. Çalkantılı bir çocukluk geçirdi. Yahudi olarak azınlıkta oldukları için bundan etkilenmiştir. Küçük yaşta Viyana’ya taşındılar. Okulu genelde birinci olarak tamamladı. Viyana’da tıp öğrenimini tamamladı. Bilinçaltı kavramını Freud’dan önce keşfeden başka kimselerde vardı. Fakat bir sistem dahilinde somut ifadelerle ortaya koyan ilk kişi Freud’dur.
  7. Yedinci Bölüm: Dünyevileşme ve Meşruiyet Sorunu Protestan liberalizminin ekonomi ve teknolojideki kapitalist başarılar döneminin, batının gelişmesinin ve burjuva kültürü hakimiyetinin kısaca burjuva kapitalizminin altın çağının altyapısal temeli olarak kabul edilebilecek kısmına dikkat çekebiliriz. Bu dönem, batı medeniyetinin kültürel, siyasal ve ekonomik değerlerinde engin bir güvenin, yani protesan liberalizminin iyimser Weltanschauung’una tamamen yansıyan bir güvenin hakim olduğu bir dönemdi. Sonuçta bir ilahiyatçıyla yapılacak uzlaşma baskı altında yapılmıyor, aksine sırf maddi olarak değil taşıdığı değerler bakımından da oldukça cazip ve övgüye değer kabul edilen seküler bir kültürle karşılıklı oturularak ve istekle akdediliyor. Kaba bir biçimde ifade edecek olursak, Protestan liberalizmi geleneğin belli özelliklerinden payına düşen kısmı satmak için ne gerekiyorsa onu yapıyordu. Günümüzde Protestanlıkta popülerize edildiği biçimiyle radikal teolojinin aşırı şekillerinin yasallaştırmak için tasarlandıkları dini kurumların tam anlamıyla varoluşlarının kuyusunu kazabilecekleri yolundaki yalınkat bir nedene dayalı olarak sözü edilen modern bilinci sahaya taşıması öyle pek olası gözükmemektedir. Çünkü yasallaştırmalar bu durumda bizzat kendi kendilerini mağlup etmiş olurlar. Bununla birlikte Hıristiyanlığı dünyevileşen bilincin belli kilit realite varsayımlarıyla aynı çizgiye getirmek için yapılan daha ılımlı girişimler çok olasılıkla bundan sonra da olacaktır. Hususi olarak, dinin özelleştirilmesi, özellikle de psikolojizmin kavramsal mekanizması yoluyla özelleştirilmesi, olayların akışı bir kez daha iki dünya savaşı arasında neo-ortodoksiyi gün yüzüne çıkaran bir tür afetle kesintiye uğratılmadığı sürece öngörülebilir bir gelecekte kendi kendini feshetmesi ihtimal dışı olan geniş bir eğilim olarak algılanabilir. Modernleşmenin bugün dünya ölçeğinde bir olgu olduğunu ve farklı bölgeler ve ulusal kültürlerde uğradığı büyük değişikliklere rağmen modern sanayi toplumunun yapısının dini gelenekler ve onlara vücut veren kurumlar için dikkat çekici bir biçimde benzer durumlar ortaya çıkardığını vurgulamak yeterlidir.
  8. Altıncı Bölüm: Dünyevileşme ve Makuliyet Sorunu Kitabı Mukaddes geleneğinden kaynağını alan dini gelişmeler modern seküler dünyanın oluşmasında nedensel etkenler olarak görülebilirler. Fakat bir kere bu dünya oluştuktan sonra, kesinlikle bir oluşturucu güç olarak dinin süregelen etkinliğini saf dışı bırakması elden bile değildir. İşte tam bu noktada, din ile dünyevileşme arasındaki ilişkide büyük bir tarihi cilve, bu öyle bir cilvedir ki tarihi bir dille söyleyecek olursak şematik olarak Hıristiyanlığın kendi mezarını kendisinin kazması biçiminde dile getirilen bir cilve, yatmaktadır. Daha önce gösterdiğimiz gibi dünyevileşmenin özgün mahalli ekonomik alandır ve özellikle de ekonominin kapitalist ve endüstriyel süreçlerde oluşan sektörleridir. Netice itibariyle modern toplumun farklı kesimleri bu süreçlere yakınlığına veya uzaklığına göre dünyevileşmeden farklı bir şekilde etkilenmiştir. Modern sanayi toplumu, dine karşı bir çeşit kurtarılmış bölge denebilecek merkezde yer alan bir sektör geliştirdi. Dünyevileşme işte bu sektörden dışa doğru toplumun diğer alanlarına yayıldı. Bunun ilginç bir sonucu, dinin kurumsal düzenin en açık ve en kapsamlı kesimleri arasında, özellikle de devlet ile aile kurumu arasında kutuplaşması yönünde bir eğilime sahip olması olmuştur. Gerek iş hayatında gerekse onun etrafında oluşan ilişkilerde yaşandığı gibi günlük hayatın kapsamlı bir dünyevileşme noktasına ulaştığı zaman bile devlet ve aile kurumu gibi kurumlara hala dini sembollerin iliştirildiği görülebilir. Bunu genel sosyolojik söylem açısından ifade etmenin yolu, bir yandan ekonominin diğer yandan da devlet ve ailenin dünyevileşmesi arasında bir kültürel boşluğun mevcut olduğunu söylemekten geçer. Kutuplaşmanın kapsamlı etkisi çok hem de çok önemlidir. Böyle bir durumda din kendini kamusal bir söylem ve özel bir erdem olarak takdim eder. Başka bir deyişle kamusal olduğu sürece din gerçekliği, gerçek olduğu sürece ise kamusallığı kaybeder. Bu durum, bir zamanlar belli bir toplumun üyeleri için kesinlikle bütüncül bir tanımlamalar demetini oluşturan bir kuruluş olarak dinin, geleneksel görevinden şiddetli bir biçimde kopuşunu simgeler. Dinin dünya kurucu potansiyeli böylelikle; alt parçalar, parçalanmış alan dünyaları ve birçok durumda da çekirdek aileden öteye geçmeyen makuliyet sağlayıcı yapılarla sınırlı kalır. Dini tercih sanki ilk defa benimseniyormuş gibi basma kalıp bir halde bırakılabilir. Dünyevileşme tarafından meydana gelen dinin kutuplaşması ve onun beraberinde getirdiği kamusallığın ve realitenin kayboluşu da yine, dünyevileşmenin ipso facto çoğulcu bir yapıya yol açtığını söylemek suretiyle tasvir edilebilir. Daha doğrusu çoğulculuk kavramı genellikle sırf içerisinde farklı dini grupların devlet tarafından hoşgörüyle karşılandığı ve birbiriyle serbestçe rekabete giriştikleri durumlar için geçerlidir. Dünyevileşme ile çoğulculuk arasında çok derin bir bağın var olduğu rahatlıkla görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmı boyunca dini kuruluşlar toplumda tekeller, yani öyle tekeller ki bireysel ve toplumsal hayatın nihai meşruluklarında yerini alan tekeller olarak mevcudiyetlerini sürdürmüşlerdir. Dini olarak tanımlandığı için bahis konusu dünyanın dışına adım atmak demek kaotik bir karanlığa, anomiye ve belki de çılgınlığa adım atmak demektir. Gerçekten de dini acımasızlığın bu anlamda Kitabı Mukaddes ekseninden çıkan dini geleneklerde elde ettiği temel ayrıcalık, Doğu Asya’nın büyük dinleri ekseninde genellikle mevcut değildir. Tarihsel arka planları ne olursa olsun tüm çoğulcu yapıların temel özelliği, eski dini tekelleri artık kalıcı durumundaki kitlelerin bağlılığını sağlamak için olduğu gibi kabul edilir olmaktan çıkarmaktır. Çoğulcu konum her şeyden önce bir Pazar konumudur. Orada dini kurumlar birer teşhir merkezleri haline gelirken dini gelenekler de birer tüketici malları haline dönüşür. Bu durumda her nasıl olursa olsun hatırı sayılır bir ölçüde dini aktivite Pazar ekonomisinin mantığına göre belirlenmeye başlar. Önceden dini kurumlar bir hizmetliler kitlesi üzerinde tekelci bir denetim kurmaya çalışan bir kurum olarak örgütlenmişti. Şimdi ise aynı gruplar kendilerini öyle örgütlemelidirler ki, bu örgütlenmeleri onların benzer amacı güden diğer gruplarla rekabet halinde iken bir tüketici çevre kazanmaya çalışmalarına elverişli olsun. Bu durumda derhal hasılat konusu önem kazanmaya başlar. Rekabetçi bir ortamda hasılat elde etmek için katlanılan baskı doğal olarak sosyo-dini yapıların rasyonelleştirilmesini zorunlu kılar. Çoğulcu durum genel olarak toplumda özel olarak da bir kimsenin başkasıyla rasyonel ilişkilerinde bağlı kalacağı bir bürokratik yapılar ağının bulunmasını zorunlu kılar. Çoğulcu yapı kartelleşme yönünde bir eğilim sergilediği için; sosyal, politik ve ekonomik dinamikleriyle kiliselerin evrensel birliğine doğru bir eğilim de sergiler. Çoğulcu durumun etkileri yalnızca dinin toplumsal yapısal yönleriyle sınırlı değildir. Ayrıca onlar dini içeriklerle yani dini pazarlama merkezlerinin ürünlerine kadar da uzanırlar. Herhangi özel bir dini dünya kendini bilince ancak ve ancak uygun makuliyet özelliği varlığını koruduğu ölçüde bir realite olarak takdim edebilir. Makuliyet özelliği etkin ve dayanıklı ise koruna gelmekte olan dini dünya da o nispette bilinçte etkin ve dayanıklı bir biçimde reel olacaktır. En azami yararın beklendiği bir anda, işte o zaman, dini dünya yalınkat bir biçimde olduğu gibi kabul edilebilecektir. Bununla birlikte makul olma özelliği zayıfladıkça söz konusu dini dünyanın öznel gerçekliği de zayıflayacak ve bir belirsizlik baş gösterecektir.
  9. Tarihi Unsurlar Beşinci Bölüm: Dünyevileşme Süreci Sekülarizasyon (dünyevileşme) kavramı biraz serüvenli bir tarihe sahip olmuştur. Kavramı ilk defa din savaşlarından hemen sonra arazi ve emlakin kilise otoritelerinin gözetiminden çıkarılmasını belirtmek amacıyla kullanıldı. Aynı kavram Roma dini hukukunda bu sefer tarikatlardaki bir müridin dünyaya yönelişini göstermeye başladı. Sekülarizasyon ve hatta onun türevi olan sekülarizm kavramı, geleneksel kiliseyle bağları olan çevrelerde ona Hıristiyanlaşmaktan uzaklaşma, dinsizleşme vb. olarak saldırılırken, ruhban karşıtı ve ilerlemeci çevrelerde ise modern insanın dini vesayetlerden kurtuluşu anlamı verilmeye başlandı. Sekülarizasyonla biz, kültür ve toplum alanlarının dini kurumlar ve sembollerin egemenliğinden çıkarıldığı süreci kastediyoruz. Modern batının tarihindeki toplum ve kurumlardan bahsettiğimizde, kuşkusuz sekülarizasyon tıpkı kilise ile devletin ayrılmasında ve kilise arazilerinin istimlaki ile eğitimin kilisenin daha önce gözetimleri veya nüfuzları altında tuttukları sahalardan tahliye edilmesinde kendini açıkça göstermektedir. Ama kültür ve sembollerden bahsettiğimizde ise sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi de bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir bakış açısı olarak yükselişinde gözlenebildiği gibi bu süreç, kültürel ve düşünsel hayatın tamamını etkisi altına alır. Nasıl toplum ve kültürün sekülarizasyonu söz konusuysa, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonu da söz konusudur. Modern batının dini açıklamalardan yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir. Sekülarizasyon modern toplumların küresel bir olgusu olarak görülse bile hepsinde tek ve aynı tarzda yayılmıştır. Farklı insan toplulukları bu süreçten farklı bir biçimde etkilenmiştir. Dünyevişle Protestanlıkla modern hayata girmiştir. Katoliklerden ayrı olarak Protestanlık kutsalla bağlarını kesmiştir. Protestanlıkta tanrının köklü bir aşkınlığına dünyanın köklü bir içkinliği, yani kutsala kapalılık tekabül eder. Devamlılığa bir son vererek gök ile yer arasındaki göbek bağını kopardı. Eski Ahit, kendi yarattığı fakat karşısına alıp içine nüfuz etmediği bir kainatın dışında duran bir Tanrı ortaya kor. Bu Tanrı, herhangi bir tabii veya beşeri olguyla mukayesesi imkansız, köklü bir biçimde aşkın bir Tanrı’dır. O, sadece bu dünyanın yaratıcısı değil aynı zamanda tek Tanrıdır. Dahası bu Tanrı, her ne kadar özellikle İsrail tarihine münhasır olmasa da, kozmik olmaktan çok tarihsel olarak eylemle bulunan ve köklü ahlaki talepleri bulunan Tanrıdır. Tanrı’nın aşkınlaştırılması ve ona eşlik eden dünyanın büyüsünün bozulmasının, hem ilahi hem de beşeri faaliyetlerin bir arenası olmak üzere tarihin önüne bir boş alan açtığı söylenebilir. Öncekini tamamen dünyanın dışında duran bir Tanrı yerine getirirken, sonraki faaliyet insan anlayışında önemli ölçüde bir bireyselleşmeyi gerektirdi.buna göre insan Tanrının zatı karşısında tarihi bir aktör olarak gözükür. Böylece, tek tek insanlar, tipik bir arkaik düşünce olan, mitolojik toplulukların olsa olsa birer temsilcileri, fakat birey olarak önemli faaliyetler icra eden seçkin ve biricik fertler olarak gözükür. Burada oldukça yüksek bir şahsiyet sergileyen Hz. Musa, Davut, Elijah ve benzer kişiler akla gelebilir.
  10. Dördüncü Bölüm: Din ve Yabancılaşma Toplum kolektif insan aktivitesinin bir ürünüdür. Böylece, sırf bu yönüyle o ferdi nesnel bir gerçeklik olarak karşısına alır. Toplum bireye kendisiyle ortak hareket etmeyi, yani onun toplum gerçeğinin kendisiyle sürekli kurulduğu ortaklaşa harekete katılmasının şart koşar. Bu hareketler bireye, onun gönülsüz de olsa, sırf kendilerine toplumsal olarak tahsis edilen objektif manalara katıldığı noktada toplumsal gerçekliğin öğeleri olarak gerçek gözükecektir. Nesnelleşme fertlerin içinde bulundukları şeyin dışında kalan gerçek bir toplumsal dünyanın üretilmesini ifade ederken, içselleşme aynı toplumsal dünyanın söz konusu fertlerin bilinçleri dahilinde bir gerçeklik statüsüne sahip olmasını ifade eder. Bilinç toplumsallaşmadan önce gelir. Dahası eğer başka bir şey, bir kimsenin kendi bünyevi süreçlerinin süre giden bilincine bunu temin etmediği sürece bilinç asla tamamen sosyalleştirilemez. İnsan toplum içinde yaşamanın bir sonucu olarak hem kendi dışında hem de kendi içinde başkalık üretir. Toplumsal bir dünyanın parçaları olduğu sürece insanın kendi öz eylemleri kendi dışındaki bir gerçeğin parçası olmaktan öteye gidemez. Toplumsal dünyanın başkalığı ve toplumsal hayatın başkaları konumunda olan somut insani varlıklar bilinçte içselleştirilir. Başka bir deyişle, başkaları ve başkalık bilinç haline dönüştürülür. Sonuçta, toplumsal dünyanın bireye yabancı gözükmesi olasılığının yanı sıra onun toplumsallaşan özünün belli yanlarıyla kendisine yabancılaşması olasılığı da ortaya çıkar. Bu yabancılaşmanın insanın toplumsallığında verili olduğunu, başka bir deyişle antropolojik açıdan zorunlu olduğunu vurgulamak gerekir. Dolayısıyla izlenecek iki yol var: biri, dünyanın ve özün yabancılığının her ikisinin de insanın kendi aktivitesinin ürünleri olduğunu hatırlamak suretiyle yeniden uyumlu hale getirilmesi, diğeri ise böyle bir uyumluluğun artık mümkün olmaması ve toplumsal dünya ile toplumsallaşan özün bireyi doğanın olgularına benzer değiştirilemez olgular olarak karşısına almasıdır. Sonuncu süreç yabancılaşma olarak adlandırılabilir. Birey, söz konusu dünyanın kendisi tarafından ortaklaşa üretilmesi ve sürdürülmesi gerektiğini unutur. Yabancılaşan bilinç diyalektik olmayan bir bilinçtir. Yabancılaşma hakkında üç önemli noktanın burada üzerinde durulması gerekir. Evvela şunu belirtmek gerekir ki yabancılaşan dünya bütün yönleriyle bir bilinç olayıdır, özellikle de bir yanlış bilinç olayı. O katiyetle yanlıştır, çünkü insan kendisinin olan ve kendi aktivitesi olarak kalacak olan yabancılaşmış aktivitesiyle yabancılaşmış bir dünyada yaşıyor iken bile bu dünyanın ortak üreticisi olmayı sürdürür. İkinci olarak yabancılaşmayı geç kalmış bir bilinç gelişmesi ve yabancılaşmamış cennetimsi bir varlık halini izleyen, ilahi inayetten bilişsel bir düşüş olarak sanmak oldukça yanıltıcı olabilir. Üçüncü olarak yabancılaşma anomiden tamamen farklı bir olaydır. Din insanlık tarihi boyunca anomiye karşı en etkin siperlerden biri olmuştur. Bu gerçek olgu dolaysız bir şekilde dinin yabancılaştırıcı eğilimiyle yakından alakalıdır. Din, tamamen güçlü, belki de en güçlü bir yabancılaşma aracı olduğu için, çok güçlü bir yasallaştırma aracı da olmuştur. Dini yasallaştırmanın getirdiği temel çözüm; insani ürünleri, insan üstü veya insan dışı olgular haline dönüştürmesidir. Buna göre insan tarafından kurulan dünya onun insan ürünü oluşu inkar edilerek açıklanır. Din, insani dünyaya yabancı olan varlıkların ve güçlerin realitede mevcut olduğunu öne sürer. Yabancı olan bir şeyi insana karşı öne sürmek suretiyle din, insanı kendisinden yabancılaştırmak eğilimindedir. Roller, davranışların sadece dışsal kalıpları olarak kalmaz, aynı zamanda onları icra edenlerin bilincinde içselleştirilerek o bireylerin öznel manevi varlıklarının asli bir öğesini de oluştururlar. İçselleştirilen rollerin dini açıdan büyüselleştirilmeleri onları, çifte bilinçlenme açısından bir hayli yabancılaştırmakla kalmaz, öte yandan kötü inanç olarak nitelendirilerek fazladan bir yanlışlama sürecini de kolaylaştırır. Tüm yabancılaştırmaların özü, hayali bir kaçınılmazlığın insanların kurduğu dünya üzerine empoze edilmesidir. Aktivite, süreç; hür irade ise kader haline gelir. Bu durumda insanlar, sanki kendi öz dünya kurma girişimlerinden tamamen bağımsız güçler tarafından kendilerinin ne yapmaları gerektiğinin belirlendiği bir dünyada yaşıyorlarmış gibi olurlar. Yabancılaşma dini açıdan yasallaştırıldığında bu güçlerin bağımsızlığı hem kolektif düzen hem de bireysel bilinçte geniş boyutta artar. Nasıl ki kurumlar izafileştirilebilir ve böylece beşerileştirilebilirse, benzer bir şekilde bu kurumları temsil eden roller de izafi ve beşeri bir konuma indirgenebilir. Geniş ölçüde din yoluyla yasallaştırılan yanlış bilinç ve kötü inanç da benzer bir biçimde yine din yoluyla açığa çıkartılabilir. Dinin tarihte hem dünya idame ettirici hem de dünya sarsıcı bir güç olarak görüldüğü söylenebilir. Söz konusu her iki görünümde de o hem yabancılaştırıcı hem de yabancılaşmadan uzaklaştırıcı olmuştur. Şöyle ki, çoğu kere dini girişimin bir bakıma kendine özgü içsel nitelikleri nedeniyle birinci özelliği, önemli durumlarda ise ikinci özelliği gün yüzüne çıkmıştır.
  11. Üçüncü Bölüm: İlahi Adalet(Teodise) Sorunu Her düzen veya yasa, beşeri duruma özgü düzen dışı veya yasa dışı güçler tarafından kendini yok etme tehdidine karşı sürekli yeniden inşa edilir. Bu olgu, toplumda insan aktivitesi düzeyinde bu aktivitenin, acı çekme, kötülük ve her şeyden önce ölüm gibi düzen dışı olayların bireysel ve kolektif tecrübeye mütemadiyen tecavüz etmesine karşın devam etmek üzere kurumsallaştırılmasını göz önünde bulundurduğumuzda bir problem ortaya çıkarır. Bununla birlikte bir problem de yasallaştırma düzeyinde kendini gösterir. Bu olayların dini yasallaştırmalar ve ne ölçüde teorik bakımdan karmaşık oldukları yönünde bir açıklaması teodisi olarak adlandırılabilir. En az, günahsız bir kimsenin acı çekmesinin Mutlak İyilik ve Mutlak Kudret sahibi bir Tanrı anlayışının yokluğunu ispat etmediği göstermek için bir tez yazan geniş bilgili bir ilahiyatçı kadar, bir çocuğun ölümünü Tanrının iradesine bağlamak suretiyle açıklayan okumamış bir köylü de teodisi ile meşgul olmaktadır. Şüphesiz toplumsal olarak geliştirilen böyle bir kuram toplumun bir ucundan ötekine farklı karmaşık düzeylerde kırılmaya uğrayabilir. Bu nedenle Tanrının iradesi hakkında konuşurken bir köylü, her ne kadar meramını anlatamasa da ilahiyatçı tarafından oluşturulan muhteşem teodisiyi bizzat kast etmiş olabilir. Her düzen ferdi, onu ve onun tüm tecrübelerini kapsayan manalı bir gerçeklik olarak karşısına alır. Hayatına ve onun çelişkili ve acı dolu yönlerine anlam kazandırır. Birey, doğuştan, yaşayan, acı çeken ve sonunda tıpkı atalarının kendinden önce yaptıkları ve çocuklarının kendinden sonra yapacakları gibi ölüp giden biri olarak gözükür. O, konunun bu tarafını kabul eder ve içsel olarak kendine mal ederken kendi bireysel deneyimlerinin görülmemiş acı ve korkularını da hesaba katarak kendi öz bireyselliği kadar biricikliğini de aşar. Nihayet anlamlı düzenin koruyucu şemsiyesi, bireyi inim inim inleyen bir canlı durumunu düşüren tüm hayat tecrübelerini bile kapsayacak derecede geniş olduğu için acı daha çok dayanılabilir ve korku daha az bunaltıcı hale gelir. Her toplum bireysel benin, onun ihtiyaçlarının, endişe ve problemlerinin belli bir ölçüde inkar edilmesini zorunlu kılar. Düzenin en önemli işlevlerinden biri ferdin bilincinde bu inkarın kolaylaştırılmasıdır. Ayrıca bu benlik inkarının topluma ve onun düzenine teslim olmanın, özellikle dinle bağlantılı olarak yoğunlaşması söz konusudur. Bu bir mazoşizm tavrıdır, yani içerisinde bireyin kendini hemcinsleri karşısında, gerek tek başına gerek topluluklar halinde gerekse onlar tarafından kurulan düzen içerisinde iken durgun ve eşya gibi bir nesne konumuna indirgediği bir tavır. Mazoşist teslimiyet; yalnızlıktan, aynı zamanda tek ve mutlak bir mana olarak ortaya konan hiç değilse teslimiyetin vuku bulduğu anda ortaya konan bir başkası içerisinde özümlenmek suretiyle ondan bir kaçma girişimidir. Böylece mazoşizm, insanın hem toplumsallığının hem de manaya olan ihtiyacının tuhaf bir karışımını oluşturur. Teodise, ferde toplumdaki somut hayatında dolaysız olarak etki eder. Makul bir teodisi ferde kendi hayat hikayesinin düzensiz tecrübelerinin, toplumsal olarak kurulu düzenle ve onun kendi öz bilincindeki öznel karşılığı ile bütünleşmesine imkan verir. Teodisilerin en önemli toplumsal işlevlerinden biri, onların toplumsal açıdan yaygın güç ve ayrıcalık eşitsizliklerini açıklayabilmeleridir. Bu işleviyle teodiseler, şüphesiz dolaysız bir biçimde söz konusu özel kurumsal düzeni yasallaştırırlar. Böyle teodiseler hem güçlü hem de güçsüzler, hem ayrıcalıklı hem de yoksun kimseler için yasallaştırmalar olarak işlev görebilirler. Teodiseler fakirlere fakirliklerinin anlamını kazandırırken zenginlere de varlıklı olmalarına bir anlam verme imkanı sağlayabilir. Her iki durumda da sonuç, özel kurumsal bir düzenin idame ettirilmesidir. Fert atalarının kendi içinde esrarengiz bir şekilde yaşadığını tasarlarken aynı şekilde kendisinin de kendi öz varlığını çocuklarını ve sonunda torunlarına yansıttığını düşünür. Sonuç o kendine, ampirik hayat öyküsünün talihsizliklerini azalttığı kadar ölümü de kesin bir biçimde izafileştiren oldukça somut bir ölümsüzlük kazandırır. Kan bağıyla birbirine bağlı olan bütün bir topluluk, zamanın akışı içerisinde her bir üyesinde vücut bulan aynı değişmez hayatı taşıya geldiği için böylece tamamen somut bir şekilde ölümsüzleşmiş olur. Rasyonel-irrasyonel sıralamasının en uç kutupları arasında çeşitli düzeylerde kurumsal rasyonalizasyona elveren çok sayıda teodisi tipleri vardır. Evvela, bir teodisi, anomik olayların telafisini bu dünyaya ait terimlerle anlaşılan bir geleceğe yansıtmak suretiyle inşa edilebilir. Buna uygun vakit geldiği zaman acı çeken kimseler teselli edilecek ve haksızlar cezalandırılacaktır. Mesihçi-millenarist bileşimi, halihazırdaki ıstırap veya haksızlıkların parlak bir gelecekte üstesinden gelineceğine dair bir göreceleştirme yoluyla bir teodisi ortaya kor. Başka bir deyişle, anomik olaylar gelecekteki, bir düzenliliğe gönderme yapılarak yasallaştırılırlar ve böylece her şeyi kuşatan bir manalı düzen içerisinde yeniden bütünleştirilirler. Bu teodisi, tutarlı bir tarih kuramını ihtiva ettiği ölçüde rasyonel olabilir. Teodisilerin üçüncü tipine göre kainat, iki kuvvetli güç olan iyilik ve kötülüğün bir mücadele alanı olarak telakki edilir. Bunlar her ne kadar İran düalizminin Mitraizm ve Maniheizm gibi daha sonraki gelişmelerinde çok daha soyut kavramlar şeklinde belirse bile, Zerdüştlükte Ahura Mazda ve Ehriman tanrıları biçiminde kişiselleştirilmişlerdir. Kuşkusuz bu oluşumlarda tüm düzeysiz olaylar, kötülüğe veya negatif güçlere atfedilirken her düzenlilik de onların iyilik veya pozitif karşıtlarının sürekli üstün gelmeleri biçiminde anlaşılır. Teodisi sorunu köktenci ve ahlaki monoteizmde, yani Kitabı Mukaddes dini ekseni içerisinde çok keskin bir biçimde kendini göstermektedir. Tüm rakip veya küçük ilahların köklü bir biçimde ortadan kaldırıldığı ve yalnız tümüyle gücün değil aynı zamanda bütün ahlaki değerlerinde bu dünyadaki veya başka bir dünyadaki her şeyi yaratan bir tanrıya isnat edildiği varsayıldığında teodisi sorunu bu en merkezi kavrama yöneltilen gözde bir sorun haline gelir.
  12. İkinci Bölüm: Din ve Dünya-Koruma Toplumsal olarak kurulu dünyaların tümü doğuştan istikrarsızdır. İnsan aktivitesiyle desteklendikleri için insana özgü çıkarcılık ve budalalık olgularıyla tehdit edilirler. Kurumsal programlar çatışan menfaatleri dolayısıyla fertler tarafından baltalanırlar. Fertler sık sık basit bir şekilde onları ya unutur ya da ilk aşamada öğrenmekten aciz kalır. Başarılı olduğu oranda sosyalleşme ve sosyal kontrolün temel süreci bu tehditleri hafifletme işlevi görür. Sosyal düzenin yapısını etkilemede destek görevi yapan merkezi öneme sahip başka bir süreç daha vardır ki o da yasallaştırma sürecidir. Yasallaştırmayla sosyal düzeni açıklama ve haklılaştırma işlevi gören toplumsal olarak “bilgi” kastedilmektedir. Farklı bir deyişle, yasallaştırmalar kurumsal düzenlemelerin “niçin” öyle oldukları hakkındaki tüm sorular için cevap teşkil ederler. Yasallaştırma “neyin ne olduğu” gibi ifadelerle başlar. Bir anlamda her toplumsal olarak nesnelleşen “bilgi” yasa koymaktadır. Toplumsal olarak kurulu dünya kendini nesnel olgusal gerçekliği vasıtasıyla yasallaştırmaktadır. Ama istisnasız her toplumda ilave yasallaştırmalar gereklidir. Yasallaştırma için hem objektif hem de sübjektif bir yön vardır. Etkin bir yasallaştırma, realitenin objektif ve sübjektif tanımlamaları arasında kurulan bir örtüşmeyi ifade eder. Toplumsal olarak tanımlandığı biçimiyle dünyanın gerçekliği, insanın hem cinsleriyle olan diyalogunda dışsal olarak, bireyin kendi öz-bilinci içerisinde dünyayı algıladığı biçimiyle de içsel olarak muhafaza edilmelidir. Yasallaştırmanın tüm biçimlerinin asıl amacı, ister objektif düzeylerde isterse sübjektif, gerçeklik muhafazası olarak tanımlanabilir. Din yasallaştırmanın tarihi bakımdan en yaygın ve etkin aracı olagelmiştir. Din, o kadar etkin bir şekilde yasallaştırır ki, ampirik toplulukların istikrarsız gerçeklik inşalarını nihai gerçekliğe bağlar. Din, toplumsal kurumları onlara nihai olarak geçerli ontolojik bir statü bahşetmekle, yani onları kutsal ve kozmik bir referans çerçevesine yerleştirmekle yasallaştırır. Tüm yasallaştırmalar realiteyi koruma işlevini görürler. Dini yasallaştırma, beşeri açıdan tanımlanan realiteyi nihai, evrensel ve kutsal bir realiteye bağlamak demektir. Doğuştan istikrarsız ve geçici olan insan aktivitesinin yapılarına böylece, nihai emniyet ve kalıcılık görünümü verilmiş olur. Farklı bir deyişle, beşeri olarak kurulan düzenlere kozmik bir statü verilir. Tüm kurumlar objektiflik özelliğine sahiptir ve onların yasallaştırmaları muhtevaları neyi içerirse içersin sürekli bir şekilde bu objektifliği alttan desteklemelidir. Dini yasallaştırmalar ise toplumsal olarak tanımlanan kurumların realitesini evrenin nihai realitesine, yani “olduğu gibi” realiteye yerleştirir. Böylece kurumlara bizzat tanrılara atfedilen, karşı konulmazlık, sağlamlık ve kalıcılık vasıflarına benzer vasıfları haiz bir görünüm verir.Beşeri rol oynama daima başkalarından haberdar olmaya bağlıdır. Fert kendisini bir rolle ancak başkaları onu o rolle özdeşleştirdiği sürece özdeşleştirebilir. Fertlerin bağlı olduğu rollere ve kurumlara kozmik anlam yüklendiğinde, fertlerin onlarla kendilerini özdeşleştirmeleri daha ileri bir boyutu kavuşur. Ferdin role kendini özdeşleştirmesi, bu durumda, daha derin ve daha kararlı bir hal alır. Din, içerisinde insanların günlük hayatlarını sürdürdükleri toplumsal olarak kurulu dünyanın gerçekliğini koruma işlevi görür. Fakat onun yasallaştırıcı gücü başka önemli bir boyuta, yani günlük hayatın gerçekliğinin bir sorun olarak içerisinde yer aldığı kesinlikle marjinal olan durumların bir yasa ile bütünleşmesi boyutuna sahiptir. Din, marjinal durumları her şeyi kuşatan kutsal realiteye uygun bir şekilde yasallaştırmak suretiyle, toplumsal olarak tanımlanan realiteyi muhafaza eder. Bu ise marjinal durumlara şahit olan bireye kendi toplumunun dünyasında varlığını sürdürme fırsatı verir. Daha önceleri olduğu gibi kabul edilen realiteye güçlü bir şekilde tehdit oluşturan ve tüm toplumları ve sosyal grupları etki altına alan olaylar vardır. Böylesi durumlar; tabii felaket, savaş veya toplumsal kargaşanın sonucunda meydana gelebilir. Bu gibi zamanlarda dini yasallaştırmalar hemen hemen de değişmez bir biçimde ön plana gelir. Dahası, ne zaman bir toplumun kendi üyelerini öldürmek veya hayatlarını tehlikeye atmak üzere harekete geçirmesi gerekse ve böylece son derece marjinal durumlara düşmelerine izin verse derhal dini yasallaştırmalar önem kazanır. Dünyalar toplumsal olarak kurulur ve toplumsal olarak idame ettirilir. Onların hem objektif hem de sübjektif süregelen gerçekliği özgül toplumsal süreçler bağlıdır, yani söz konusu belli dünyaları sürekli bir şekilde yeniden kuran ve idame ettiren süreçlere. Diğer taraftan, bu toplumsal süreçlere müdahale etmek, söz konusu dünyaların gerçekliğini tehdit eder. Dolayısıyla her bir dünya, yaşayan insanlara gerçek görünen bir dünya olarak kendi varlığının devamı için toplumsal bir temele ihtiyaç duyar. Bu temel, onun makuliyet yapısı olarak adlandırılabilir. Herhangi bir fert için, belli bir dini dünya içerisinde var olmak demek o dünyanın da içinde makuliyetini kazanabildiği belli bir toplumsal ortam içerisinde var olmak demektir. Bireysel yaşam düzeninin dini dünya ile aşağı yukarı eş uzamlı olduğu bir yerde, sonrakinden ayrılmak bir anomi tehlikesinin göstergesidir. Her dini dünya kendisi de insan aktivitesinin bir ürünü olan makuliyet sağlayıcı bir yapıya dayandığı için daha doğuştan kendi gerçekliği içerisinde istikrarsızdır.
  13. Kitabın Adı: Kutsal Şemsiye Kitabın Yazarı: Peter L. Berger Basım Yılı ve Tarihi: 2005, İstanbul Sistematik Unsurlar Birinci Bölüm: Din ve Dünya-Kurma Her insan topluluğu bir dünya-kurma girişimidir. Toplum, bir insan ürünü olmak ve bir insan ürünü olmaktan başka bir şey olmamakla ve fakat sürekli bir şekilde üreticisi üzerinde karşı etki ücra etmekle diyalektik bir olgudur. Toplum bir insan ürünüdür, insan da bir toplum ürünüdür. Toplum fert doğmadan önce vardı ve öldükten sonra da var olmaya devam edecektir. Üstelik fert, ancak toplum içerisinde ve toplumsal süreçler sonucunda kimlik kazanan onu sürdüren ve böylece hayatına yön verecek olan çeşitli tasarıları gerçekleştiren bir şahıs olur. İnsan toplumdan ayrı var olamaz. Toplumun temel diyalektik süreci üç adımda oluşur. Bunlar dışsallaşma, nesnelleşme ve içselleşme’dir. Topluma en uygun ampirik bakış, ancak bu üç aşamanın birlikte anlaşılmasıyla mümkündür. Dışsallaşma, insanların hem fiziki hem de zihni faaliyetleriyle dünyaya doğru sürekli taşmalarıdır. Nesnelleşme, kendi asli üreticilerini kendinden çok dışa dönük bir olgusallık olarak karşılayan bir realitenin bu faaliyetinin sonucunda ulaşılan bir noktadır. İçselleşme ise sözü edilen aynı realitenin kendisini bir kez daha objektif dünyanın yapılarında sübjektif bilincin yapılarına aktarırken insanlar tarafından tekrar kendi içine mal edilmesidir. İnsan organizmasının “eksik olarak” doğma özelliği, onun içgüdüsel yapısının nispeten oturmamış niteliğiyle yakından alakalıdır. Gayri insani bir hayvan hayvan dünyaya yüksek düzeyde gelişmiş ve kuvvetle yönlendirilmiş içgüdülerle gelir. Netice itibariyle, şöyle veya böyle tamamen kendi içgüdüsel yapısıyla belirlenmiş bir dünyada yaşar. İnsanın yapısı kendi yapısı gereği eksik olarak programlanmıştır. O açık bir dünyadır. Yani öyle bir dünyadır ki, bizzat insanın kendi aktivitesiyle biçimlendirilmelidir. İnsan kendi kendine bir dünya oluşturmak zorundadır. Bu bakımdan insanın dünya-kurma çabası biyolojik açıdan ilgisiz bir olay olmayıp aksine onun biyolojik yapısının doğrudan bir sonucudur. Beşeri varoluş, insan ile bedeni ve insan ile dünyası arasında durmadan bir “denge kurma faaliyeti” dir. İnsan sürekli bir “kendine hakim olma” süreci içerisindedir. Ancak bu süreç içerisinde insan, bir dünya üretir. Sadece kendi ürettiği böyle bir dünyaya kendini yerleştirir ve hayatını gerçekleştirebilir. İnsan yalnız bir dünya üretmekle kalmaz, aynı zamanda kendisini de üretir. Daha açık bir ifadeyle, o kendini bir dünyada üretir. Dünya-kurma sürecinde insan, kendi çabasıyla kendi enerjisini toplar ve kendisine bir istikrar temin eder. O biyolojik anlamda bir insan-dünyasından sıyrılırken, beşeri bir dünya inşa eder. Bu dünya şüphesiz, kültürdür. Kültür insan tarafından sürekli bir şekilde üretilmeli ve yeniden üretilmelidir. Bu nedenle kültür yapıları, doğaları gereği değişmeye yatkın ve zorunlu yapılardır. Kültür, insanın ürettiklerinin toplamından ibarettir. Onun bir kısmı maddidir, bir kısmı da manevi. Kültürün bir unsuru olarak toplum, beşeri bir ürün olmakla manevi kültürün karakterini bütünüyle paylaşır. Toplum eylem halindeki insanlar tarafından oluşturulur ve sürdürülür. İnsan topluluklar halinde yaşar ve gerçekten insanlığını ancak diğer insanlardan koparılıp yalnızlığa itildiği zaman kaybeder. Daha da önemlisi insanın dünya-kurma aktivitesi her zaman ve kaçınılmaz olarak kolektif bir girişimdir. İnsanlar ancak birlikte aletler geliştirir, birlikte dilleri türetir, birlikte değerler bağlanır, birlikte müesseseler kurar ve benzeri şeyler yaparlar. Toplum kültürün sadece sonucu değil, aynı zamanda onun zorunlu bir koşuludur da. Toplum, insanların dünya-kurma aktivitelerine temel oluşturur, onları düzene kor ve koordine eder. İnsan bir dil icat eder, sonra bakar ki hem konuşması hem de düşünmesi o dilin gramerleriyle belirleniyor. Yine değerler üretir ve sonra bakar ki onlara muhalefet ettiği zaman suçluluk duygusuna kapılıyor. İnsan güçlü bir biçimde kendisini kontrol etmek üzere karşısına dikilen ve hatta dış dünyanın kalabalıklarını tehdit eden müesseseler kurar. Toplum yönlendirir, müeyyide kor, kontrol eder ve bireysel davranışı cezalandırır. Hatta onun çok güçlü ilahlaştırma özelliğiyle, bireyi yok bile eder. Hiçbir beşeri yapı, ferde kendisini bir gerçek gibi tanıtmaya zorlayan bir nesnellik düzeyine ulaşmadıkça doğru olarak sosyal bir hadise diye isimlendirilemez. Başka bir deyişle toplumun temel zorlayıcılığı onun sosyal kontrol vasıtaları altında yatmaktan çok kendisini gerçeklik olarak kurma ve kabul ettirme gücünde yatmaktadır. Bunun paradigmatik örneği dildir. Özel herhangi bir dil, insan yaratıcılığı, hayal ve hatta kaprisinin uzun bir tarihi sonucunda oluşur. Sözgelimi, İngiliz dilinin gelişmesini açıklayacak, bilinen hiçbir tabiat kanunu yoktur. Özgül beşeri olaylarda kaynağını bulan İngilizce, insan aktivitesiyle kendi tarihi boyunca geliştirildi ve ancak insanlar onu kullandığı ve anladığı müddetçe varlığını sürdürebilir. Nesnel bir gerçeklik olarak toplum, insan ikamet etmesi için bir dünya temin eder. Bu dünya, içerisine bir dizi olaylar şeklinde yayılan bireysel öz yaşam öyküsünü kuşatır. Gerçekten de bir ferdin özel biyografisi, sadece toplumsal dünyanın anlamlı yapıları içerisinde kavranabildiği ölçüde nesnel olarak gerçektir. Kuşkusuz fert başkalarını tuhaf ve büsbütün anlaşılamaz gibi görünen, oldukça çok sayıda sübjektif şahsi-yorumlara sahip olabilir. Bu şahsi-yorumlar ne olursa olsun, sonunda, kolektif bir biçimde kabul gören bir referans çerçevesine yerleşen ferdi biyografinin nesnel yorumu baki kalacaktır. Sosyalleşme, psikolojik olarak elbette bir öğrenme süreci olarak tanımlanabilir. Kültürün manalarına alıştırılan yeni nesil, onun yerleşik işlevlerine katılmayı ve rollerle birlikte onun toplumsal yapısını oluşturan kimlikleri kabul etmeyi de öğrenir. Sosyalleşmenin başarısı, toplumun nesnel dünyası ile ferdin nesnel dünyası arasında bir uyum kurmaya bağlıdır. Bu dünya, ferdin bilincinde (ebeveyni, öğretmenleri ve akranları gibi) anlamlı/önemli hariçten kimselerle giriştiği diyalogla inşa edilir. Yine bu dünya benzer diyalogla sübjektif gerçeklik olarak sürdürülür. Eğer böyle bir diyalog (eşin ölmesi, arkadaşların ayrılması veya göç etme) kesintiye uğrarsa, sözü edilen dünya sendelemeye ve kendi sübjektif makuliyetini yitirmeye başlar. Çoğumuzun bu istikrarsızlıktan habersiz olmasının nedeni genellikle bizim manidar başkalarıyla sürdüre geldiğimiz diyalogda yatmaktadır. Bu tür bir devamlılığın korunması toplumsal düzenin en önemli zorunluluklarından biridir. Toplumsal dünya hem objektif olarak hem de sübjektif olarak bir anlamlı düzen oluşturur. Objektif düzen bir bakıma nesnelleşme süreci içerisinde verilir. Dil olgusunun yaşam tecrübesi üzerine yapılmış bir düzen empozesi olduğu hemen görülebilir. Dil, sürüp gitmekte olan hayat tecrübesi akışı üzerine farklılaşma ve yapı empoze etmekle yasa koyar. Toplusal dünyada yaşamak, düzenli ve anlamlı bir hayat sürmek demektir. Toplum, yalnız nesnel olarak kurumsal yapılarında değil, aynı zamanda öznel olarak ferdin bilincini oluşturma konusunda da düzen ve mananın koruyucusudur. Bu nedenle toplumsal dünyadan köklü bir uzlaşma veya düzensizlik (anomi) fert için oldukça güçlü bir tehdit oluşturur. Fert bu gibi durumlarda yalnızca duygusal tatmin bağlarını kaybetmekle kalmaz, hareket halindeki istikametini bile kaybeder. Nasıl ki bir fert düzeni manidar başkalarıyla yaptığı diyalog içerisinde oluşturmakta ve sürdürmekteyse aynı şekilde bu diyalogu tamamen kopardığında anomiye saplanması da mümkündür. Beşeri varoluş esas itibariyle ve kaçınılmaz olarak dışsallaşma faaliyetidir. Dışsallaşama sürecinde insanlar realiteye mana aktarırlar. Her insan topluluğu daima manalı bir bütünlüğe yönelik dışsallaşmış ve nesnelleşmiş bir yapı oluşturur. Her toplum asla tamamlanmayan manalı bir beşeri bir dünya-kurma girişimiyle meşgul olmaktadır. Din, insanın dünya-kurma girişiminde stratejik bir yol oynamıştır. O, insanın kendini dışsallaştırmasının ve kendi öz manalarını realiteye aşılamasının en yüce sınırını ifade eder. Din ayrıca beşeri düzenin, varlığın bütününe yansıtıldığını da ima eder. Başka bir deyişle din, evrenin tamamını insan açısından manidar bir varlık olarak kavramanın cüretkar bir girişimidir.
  14. Gelişim ve Kendini Gerçekleştirme Psikolojisinin Bazı Temel Önermeleri Her birimiz içgüdüsel, içsel, verili, doğal vb. nitelikte temel bir iç doğaya sahibiz. Bu doğa, önemli oranda kalıtımsal olarak belirlenmiştir ve güçlü bir şekilde kalıcı olma eğilimindedir. İnsanların içgüdüleri hayvanlardaki gibi kesin bir şekilde ne zaman, nerede, nasıl ve kiminle ne yapması gerektiğini söyleyen güçlü, yanılmaz bir iç ses değildir. Bize kalan içgüdü kalıntılarıdır. Dahası bunlar zayıf, belirsiz ve kırılgandır. Her insanın içsel doğası, hem diğer benliklerin de sahip olduğu (türe özgü) hem de eşsiz özellikler içerir. Bu içsel, derin doğanın birçok yönü, (a.) Freud’un belirttiği gibi, korku ve onaylamama nedeniyle ya da egoya yabancı olduğu için etkin bir şekilde itilmeye uğratılmıştır ya da (b.) Schachtel’in belirttiği gibi, unutulmuştur. O halde içsel, derin doğanın büyük bir bölümü bilinç dışıdır. Yaşam süreğen bir seçimler dizisidir ve bu seçimlerin temel belirleyicisi kişinin kendisidir. Kişi, gerçek bir kişi olduğu sürece, kendisinin belirleyicisidir. Kişinin bu içsel doğası engellenir, yadsınır ya da bastırılırsa bu bazen apaçık biçimlerde, bazen gizli ve dolambaçlı biçimlerde, bazen hemen, bazen de bir süre sonra hastalıkla sonuçlanır. Kişiliğinin genel hastalığının, gelişimi, kendini gerçekleştirmeyi, tümüyle insanlaşmayı tamamlayamama durumu olduğu düşünülmektedir. Hastalığın tek olmasa da ana kaynağı, özellikle yaşamın erken dönemlerinde yaşanan engellenmelerdir. Evrensel, türe özgü bakış açısına göre bizim kültürümüzün ya da diğer bir kültürün kötücül olarak nitelediği bir davranış gerçekte kötücül olmayabilir. İnsanlık benimsediği ve sevildiği zaman pek çok yerel, etnosantrik sorun da kolayca ortadan kalkacaktır. Çoğu psikolog kötücül davranışların içgüdüsel olmaktan çok tepkisel olduğunu düşünüyor. Bu da, her ne kadar insan doğasının çok derinlerinde yer etmiş olsa ve bütünüyle ortadan kaldırılamasa da, kişilik olgunlaşıp toplum geliştikçe kötü davranışın da azalmasının beklenebileceği anlamına gelmektedir. Kendini gerçekleştirme çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Bununla birlikte temelde bir görüş birliği de görülebilir. Tüm tanımlarda benimsenen ya da gönderme yapılan görüşler şöyledir: a.) İçsel özün ya da benliğin, yani atıl kapasite ve gizil güçlerin gerçekleştirilmesinin, tam işlerliğin, insani ve kişisel özün varlığının benimsenmesi ya da ortaya konması. b.) Tüm tanımlarda hastalık, nevroz, psikoz, temel insani ve kişisel kapasitelerin yitimi ya da azalması en alt düzeyde ele alınmıştır. Sağlıklı çocuğun normal gelişiminde, gerçekten özgür seçim olanağı sağlandığında, kendi gelişimi için iyi olanı seçeceğine inanılıyor. Bunu hoşuna gittiği, iyi hissettirdiği, hoşnutluk ya da haz verici olduğu için yapacaktır. Bu da onun kendisi için iyi olanı herkesten çok kendisinin bildiği anlamına gelmektedir. Özgür bırakan bir yaklaşım tarzı, yetişkinlerin çocuğun gereksinimlerini doğrudan doyurması değil, onun kendi gereksinimlerini doyurmasını ve seçimlerini yapmasını olanaklı kılması, yani oluruna bırakmasıdır. Çocukların iyi bir şekilde gelişebilmesi için yetişkinler onlara ve doğal gelişim süreçlerine yeterince güvenmeli, yani çok fazla müdahaleci olmamalı, onları gelişir kılmalı ya da önceden belirlenmiş tasarımlara zorlamamalı, fakat gelişmeye bırakmalı ve otoriter bir tavır benimsemekten çok Taocu bir şekilde gelişmelerine yardım etmelidir. Engellenme, acı ya da tehlikenin hiçbir şekilde olmamasının da sakıncalı olduğunu biliyoruz. Güçlü olmak için kişinin bir engellenme dayanıklılığına, fiziksel gerçekliğin insanların arzularına kayıtsız olduğunu kavrama ve başkalarını sevme, kendisinin olduğu kadar onların da gereksinimlerini doyurmalarından hoşnut olabilme yeteneğine sahip olması gerekir. Kendi gücümüzü ve sınırlarımızı da öğrenir, zorlukların üstesinden gelerek, daha çok çaba göstererek, zorluk ve sıkıntılarla yüzleşerek, hatta başarısızlığa uğrayarak bunları geliştiririz. Gelişim ve kendini gerçekleştirmeyi olanaklı kılmak için kapasite, organ ve organ sistemlerinin işlevlerini yerine getirmek ve kendilerini dışa vurmak, kullanılmak ve uygulanmak için direttikleri kavranmalıdır. Bu kullanım doyurucudur. Kullanmamak ise rahatsızlık yaratır. Gelişim yalnızca ödüllendirici ve haz verici olmakla kalmaz, pek çok acıyı da beraberinde getirir. İleri doğru atılan her adım bilinmeze yönelir ve olasılıkla tehlikelidir. Daha çok çaba, sorumluluk gerektiren zor bir yaşam için daha sıradan ve kolay, az çaba gerektiren bir yaşamı bırakmak şeklinde de tanımlanabilir. Gelişimin hem yararları hem de zararları bulunmaktadır. İnsan nasıl gün ışığına, kalsiyuma ya da sevgiye gereksinim duyuyorsa, aynı şekilde, anlayacağı ve o doğrultuda yaşayacağı bir değerler düzenine, yaşam felsefesine, dine ya da onun yerini tutan başka şeye gereksinim duyar. Kendini gerçekleştirme düzeyinde pek çok ikilik çözülür, zıtlar birlik içinde görülmeye başlanır ve ikilik içinde düşünme biçimi olgunlaşmamışlık olarak algılanır. Kendini gerçekleştiren insanlarda bencillik ve bencil olmamak daha yüksek, üst bir düzeyde birleşir. Çalışmayı eğlence, işi yan uğraşlar ile bir tutma eğilimi belirir. En üst düzeydeki olgunluğun da çocuksu bir nitelik taşıdığı görülür. Kendini gerçekleştirmek tüm insani sorunları aşmış olmak anlamına gelmez. Bütün sağlıklı insanlarda aynı zamanda çatışma, iç sıkıntısı, engellenme, üzüntü, incinme ve suçluluk duygusu da bulunur. Freud’dan, geçmişin kişinin içinde şu anda var olduğunu öğrendik. Şimdi de gelişim ve kendini gerçekleştirme kuramından, geleceğin de kişinin içinde şu anda, idealler, umutlar, görevler, ödevler, tasarılar, hedefler, gerçekleştirilmemiş gizil güçler, misyonlar, yazgı ve alınyazısı biçiminde var olduğunu öğrenmemiz gerekiyor. Geleceği olmayan birey somuta, umutsuzluğa ve boşluğa indirgenmiştir. Onun için zaman sonu gelmeyen bir şekilde doldurulmalıdır.
  15. Psikolojik Veriler ve İnsani Değerler Tüm canlı varlıklar, yirmi beş yıl önce düşündüğümüzün tersine, çok daha özerk, kendini yönetebilen ve düzenleyebilen bir yapıya sahiptir. Organizma büyük bir güveni hak etmektedir. Uzun vadede insan için neyin iyi olacağını bize yalnızca sağlıklı insanların seçimleri, hazları ve yargıları söyleyebilir. Bununla birlikte bazı değerler tüm insanlık için değil belirli tipteki insanlar ya da özgün bireyler için geçerlidir. Temel gereksinimler olarak adlandırdığım gereksinimler tüm insanlar için geçerli ve bu nedenle de paylaşılan değerlerdir. Kişiye özel gereksinimler ise kişiye özel değerler doğurur. Bireyler arasındaki yapısal farklılıklar, kişinin kendisi, kültürü ve dünya ile ilişkiye geçme yolları arasında seçim farklılıkları, yani değerler yaratır. Kişinin kendisi göz önüne alındığında tek bildiği şey vazgeçilmez bir sevgi arayışında olduğudur ve bunu elde ettiği zaman sonsuza dek mutlu ve hoşnut kalacağını düşünmektedir. Bu gereksinimini giderdikten sonra arayışının süreceğini, daha yolun başındayken bilemez. Temel bir gereksinimin giderilmesi, daha yüksek bir diğerinin güçlenmesine yol açacaktır. İnsanın karmaşık bir ilişkiler ağı ile örülü hiyerarşik ve gelişimsel bir değerler sistemine sahip olduğu da bir gerçektir. İnsanda, genel anlamı ile kendini gerçekleştirme adı altında özetleyeceğimiz, bir ileriye dönük olma ya da gelişim eğiliminin var olduğunu kesinlikle öne sürebilecek denli çok sayıda anlamlı, kuramsal ve deneysel veriye sahibiz. Yani insan öyle bir yapıdır ki sürekli olarak varlığın daha çok tamamlanmasına yönelir. Bu, genel olarak anlaşıldığı şekliyle, iyi değerlere, dinginlik, incelik, yüreklilik, dürüstlük, sevgi, bencil olmama ve iyi olmaya yönelik bir istençtir. İnsan doğasında, daha bütünleşmiş bir varlığa, insanlığının daha kusursuz bir biçimde gerçekleştirilmesine yönelik bir itki sergiler her zaman. Çevrenin en büyük rolü, çevrenin değil kendi potansiyelini gerçekleştirmesinde kişiye yardımcı olmak ve onu bu yolda özgür bırakmaktır. Çevre insana potansiyel ya da yetenekler vermez. Yaratıcılık, kendiliğindenlik, kişisellik, özgünlük, başkalarını önemsemek, sevme, gerçeğin peşinde koşma gibi potansiyeli, kolları, bacakları, beyni gibi türüne özgüdür. Kendini tanıma, kendini geliştirmenin, tek olmasa da, en önemli yoludur. Kendini tanıma ve geliştirme pek çok insan için zordur. Bunun için çokça yürekli olmak ve uzun savaşımları göze alabilmek gerekir. İnsanların sağlıklı eğilimlerini anlamadan zayıflıklarını da gerçekten anlayamayız. İnsanın güçlerini de, aynı zamanda zayıflıklarını da tanımakla kavrayabilir ve geliştirebiliriz.
  16. Varlığın Doruk Deneyimlerde Kavranması Varlık bilişi (V-Bilişi), kişinin eksiklik gereksinimlerinin belirlediği E-bilişinin karşıtı oluyor. V-sevgisine sahip olan kişi sevdiği varlıkta diğerlerinin göremediği özellikler görür. Yani algılayışı daha duyarlı ve güçlüdür. V-bilişi söz konusu olduğunda tüm dikkat yalnızca ve bütünüyle algılanana yönelir. Figür sanki bu zaman sürecinde her şeyden soyutlanmış, dünya unutulmuş, algılanan varlığın bütünü olmuştur. Burada dikkat aynı anda ilgili tüm olaylara yönelir. Algılanan tüm ilişkileri bağlamında ve dünyanın bir parçası olarak algılanır. V-bilişi karşılaştırma, yargılama ya da değerlendirme yapmayan biliş olarak adlandırılabilir. Deneyimin yalnızca kaba hatlarını içeren, nesneyi seçici bir şekilde, önemli ve önemsiz olmasına göre, yalnızca belirli yönleri ile veren rastgele incelemenin tam tersidir burada söz konusu olan. Kendini gerçekleştiren insanlar dış dünyayı yalnızca kendilerinden değil genelde insanlardan da bağımsız bir şekilde algılamayı daha çok başarırlar. Bu, yaşadığı yüce anlarda, yani doruk deneyimleri sırasında ortalama insan için de geçerlidir. Doğa kullanılacak, korkulacak ya da daha başka bir şekilde insani tepkiler verilecek bir şey olarak değil kendi varlığı içinde görülebilir. V-bilişi algıyı zenginleştirir. Bunu nesnenin iç zenginliği olarak adlandırabiliriz. Doruk deneyim yalnızca iyi ve hoşnut edicidir, hiçbir zaman kötücül ya da sakıncalı olarak algılanmaz. Deneyim kendi içinde geçerlidir; kusursuz ve tamdır, başka bir şeye gereksinim duymaz. Kendi kendine yeter. Kendi içinde gerekli ve kaçınılmaz olduğu duyumsanır. Olması gerektiği kadar iyidir. Doruk deneyimde gerçekliğin doğasının daha açık bir şekilde görülebileceğinin ve bu doğanın özüne daha derin bir şekilde girilebileceğinin benimsenmesi, birçok felsefeci ve tanrıbilimcinin de doğruladığı gibi, en iyi durumda ve olimpusvari bir bakış açısı ile varlığın yalnızca nötr ya da iyi olduğu anlamına geliyor. İnsan olgunlaşmasının üst düzeylerinde pek çok ikilik, çift kutupluluk ve çatışma birbirinin içinde erir, aşılır ya da çözülür. Kendini gerçekleştiren insanlar aynı zamanda hem bencildir hem de değildir. Varlığı bir bütün olarak anladığımız zaman tutarsızlık, zıtlık ve değişmez çelişkilerin algılanmasını ve eşzamanlı olarak var olmalarını da hoş görebiliriz. Doruk deneyim yaşayan herhangi bir kimse kendini gerçekleştiren insanlarda izlenen niteliklerin birçoğunu geçici olarak edinir. Yani, böyle zamanlarda kendini gerçekleştiren biri olur. Bunlar yaşadığı en mutlu ve heyecan verici anlar olmakla kalmaz, aynı zamanda en üst düzeyde olgunluğa eriştiği, bireyselleştiği, bütünlendiği, uzun sözün kısası en sağlıklı anlarıdır. Böyle dönemlerde tamamen kendi olmaya, gizilgüçlerini kusursuzca gerçekleştirmeye, varlığının özüne, tümüyle insan olmaya daha yakın bir durumdadır. Doruk deneyimlerde kişi kendini diğer zamanlara göre daha bütünleşmiş duyumsar. Kendisi ile daha barışıktır. Deneyini yaşayan benlik ile gözlemleyen benlik arasındaki ayrım silikleşmiştir. Tüm parçaları birbiri ile daha uyumlu ve verimli bir düzen içerisinde işlemektedir. Doruk deneyim sırasında kişi genellikle tüm kapasitesini en iyi şekilde kullandığını ve gücünün doruğundan olduğunu duyumsar. Kendini diğer zamanlara göre daha akıllı, kavrayışlı, kıvrak zekalı, daha güçlü ya da çekici bulur.
  17. Savunma ve Gelişim Bir sonraki basamak, tanıdığımız ve hatta artık sıkıldığımız bir öncekinden öznel olarak daha haz ve mutluluk verici, içsel olarak daha doyurucu bulunuyorsa gelişim söz konusudur. Bir şeyin bizim için doğru olup olmadığını anlamanın yegane yolu, bunun herhangi bir seçeneğe kıyasla öznel olarak daha iyi olmasıdır. Her insanın içinde her iki tür güç de bulunur. Gücün bir türü onu korkuya karşı savunmada kalmaya ve güvenceye yönelmeye zorlar. Risk almaktan, elinde olanı bırakmaktan, bağımsızlıktan, özgürlükten ve kendi başınalıktan korkmasına, geçmişe bağlı kalmasına neden olur. Diğer tür güç onu benliğin bütünlüğüne ve özgünlüğüne, kapasitesinin bütünüyle kullanılmasına, derinde, gerçek ve bilinçdışı benliğini kabullenirken dış dünyaya güvenle açılmasına yönlendirir. Sağlıklı gelişim sürecini kişinin tüm yaşamı boyunca yaşadığı sonsuz özgür seçim koşulları olarak düşünebiliriz. Kendiliğindenliği sağlıklı olan bir çocuk dış dünyaya, kendiliğindenliği içinde, içsel varlığına tepki olarak ve içinden gelerek merak ve ilgi ile uzanır ve sahip olduğu yetenekleri dışa vurur. Bunu, korku tarafından engellenmediği, cesaretini koruyabilecek denli güvende olduğu sürece yapabilir. Bu süreçte haz deneyimi ya rastlantısal olarak yaşanır ya da yardımcılar tarafından ona sunulur. Kendini, bu hazlardan korkmayıp seçim yapabilecek ve bunları yeğleyebilecek denli güvende hissetmeli ve benimsemelidir. Haz deneyimleri tarafından onaylanan bu deneyimleri seçebiliyorsa deneyime geri dönüp yineleyebilir, doyuma ulaşana ya da sıkılana dek bunların tadını çıkarabilir. Bu noktada aynı şekilde ama daha karmaşık deneyim ve zengin başarılara yönelme eğilimi gösterir. Bu tip deneyimler sadece ilerlemek anlamına gelmez. Aynı zamanda benlik, kesinlik duygusu, yeterlik, ustalık, kendine güven ve saygıda bir geri besleme etkisi de yaratırlar. Yaşamı oluşturan bu sonu gelmeyen seçimler dizisinde güvenlik ve gelişim arasında bir seçim yapılır. Yalnızca kendini güvende duyan çocuk, daha fazla güvenlik istemeyeceğinden ve bu gereksinimini doyurmuş olduğundan doğal olarak gelişime eğilimli olacaktır. Çocuğun seçimlerini kendi doğasına göre yapabilmesi ve gelişebilmesi için seçimlerinin doğru ölçütü olarak kendi öznel deneyimlerinden aldığı hazzı ve sıkıntıyı benimsemesine izin verilmelidir. Diğer bir ölçüt seçeneği de seçimin bir başka kişinin dileğine göre yapılmasıdır. Böyle bir durumda benlik kaybolur. Ayrıca bu durum seçimi salt güvenliğe indirger. Seçim koşulları gerçekten özgürse ve engellenmiyorsa çocuktan çoğunlukla ileriye doğru gelişmesini bekleyebiliriz. Her ne kadar kesin seçim çocuk tarafından yapılacaksa da çevre de bu süreçte çeşitli açılardan önemlidir. Çocuğun güvenlik, ait olma, sevgi ve saygı gibi temel gereksinimlerini karşılarlar. Bu sayede çocuk kendini tehlikeden uzak, özerk, ilgili ve doğal hissedebilir; böylece de bilinmeyene yönelmeyi göze alabilir. Çevre gelişimi seçmeyi olumlu bir çekicilik ve güvenlik içinde sunarken gerilemeyi de daha az çekici ve daha sıkıntılı olarak gösterebilir. Bu şekilde varlık psikolojisi oluş psikolojisi ile bağdaştırılabilir ve çocuk yalnızca kendisi olarak ilerlemeyi ve gelişmeyi sürdürebilir.
  18. Eksiklik Güdülenmesi ve Gelişim Güdülenmesi İnsanların nevrotik olmasına neden olan nedir? Yanıt, özetle nevrozun özünde ve başlangıcında bir eksiklik rahatsızlığı olarak ortaya çıktığı yönündedir. Belirli doyumlara ulaşamamaktan kaynaklanıyordu. Birçok nevrozda, diğer karmaşık belirleyicilerin yanı sıra güvenliğe, ait olmaya ve özdeşleşmeye, yoğun sevgi ilişkilerine, saygınlık ve itibara duyulan ve doyurulmamış bir özlem yatmaktaydı. Gelişim, yalnızca temel gereksinimlerin tamamıyla ortadan kalkana değin doyurulması bağlamında değil, bu gereksinimlerin dışında ve üzerinde yer alan belirli bir gelişim güdülenmeleri, yetenek, kapasite, yaratıcı eğilimler, yapısal gizilgüçler olarak anlaşılacaktır. Bu yaklaşım, temel gereksinimler ile kendini geliştirmenin, çocukluk ile olgunluğun çeliştiğinden daha fazla çelişmediğini görmemize de yardımcı olacaktır. Biri diğerine aktarılmaktadır ve bir diğerinin gerekli ön koşuludur. Gereksinimi olumsuz anlamda ele alan yaklaşımlarda bünyenin temel amacının can sıkıcı gereksinimden kurtulmak ve böylece gerilimin düşürülmesi, bir dengeye, devinimsizliğe, acıdan arınmış atıl bir duruma ulaşmak olduğu görülür. Oysa, ağırlıklı olarak gelişime güdülenmiş kişileri ele aldığımızda durağanlaşma kuramı tam anlamıyla işe yaramaz oluyor. Bu tip insanlarda gereksinimin giderilmesi güdülenmenin ve heyecanın azalmasına değil artmasına yol açacaktır. Arzuları yoğunlaşacak ve yükselecektir. Bu tip insanlar kendi üzerlerinde gelişirler ve gittikçe daha az değil, eğitimde olduğu gibi, daha çoğunu isterler. Durağanlaşmak bir yana, kişi daha da etkinleşir. Gereksinimin giderilmesi gelişim isteğini köreltmez, keskinleştirir. Gelişimin ödülü ve heyecanı kendi içindedir. İyi bir doktor olmak, keman çalmak ya da marangozluk gibi hayranlık duyulan becerilere sahip olmak, evreni ve insanlığı ya da kendini gittikçe daha yoğun anlamak, hangi alanda olursa olsun yaratıcılığını geliştirmek ve en önemlisi iyi bir insan olmayı istemekte olduğu gibi. Eksikliklerin giderilmesi hastalığı önler; gelişim gereksinimin doyurulması ise sağlığı besler. Kendini gerçekleştirmek kişiye özgüdür, çünkü her insan farklıdır. Eksiklikler, yani türe özgü gerekler gerçek kişilik tam anlamıyla gelişmeden önce gereğince karşılanmalıdır. Nasıl tüm ağaçları güneşe, suya ve çevreden edinecekleri besine gereksinimi varsa tüm insanlar da kendi çevrelerinden edinecekleri güvenliğe, sevgiye ve statüye gereksinim duyarlar. Bunlara duyulan gereksinim yalnızca diğer insanlar tarafından, yani yalnızca kişinin dışında giderilebilir. Bu da çevreye oldukça bağımlı olmak anlamına gelir. Bir bakıma başkaları tarafından yönlendirilmesi ve onları onayına, sevecenliğine ve iyi niyetine duyarlı olması gerekir. Bu da, esnek bir şekilde kendini uydurması, ayarlaması, tepkilere yanıt vermesi ve dış koşullara değişerek uyum sağlaması gerektiği anlamına gelir. Kendisi bağımlı değişkendir, çevresi ise bağımsız, değişmez olandır. Buna karşılık kendini gerçekleştiren, temel gereksinimleri doğal olarak doyurulmuş insan, çevresine çok daha az bağımlı ve çok daha fazla özerktir. Kendi kendini yönlendirmektedir. Onları yöneten belirleyiciler çevresel ve toplumsal belirleyicilerden çok içsel olanlardır. Diğer insanlara daha az bağımlı oldukları için onlar hakkında daha az kararsızlık yaşar. Onlara karşı daha az kaygılı, daha az düşmanca davranır, övgü ve sevecenliklerine daha az gereksinim duyar. Eksikliğe güdülenmiş insan, güçlü bir şekilde gelişime güdülenmiş insana göre, diğer insanlara çok daha fazla bağımlıdır. İnsanlar bir bütün, karmaşık ve kendine özgü bireyler olarak değil kullanılabilirlikleri bağlamında değerlendirilir. Diğer bir insan ise, onay, beğenme ve sevgi kullanılabilirlik özelliklerinden çok algılanan kişinin içsel nesnel özelliklerine dayanır. Sevilmeye değer olduğu için sevilir, sevgi verdiği için değil. Kendini gerçekleştiren insanlar genellikle gereksinim gideren özellikleri soyutlama ya da karşısındakini bir araç olarak görme eğiliminde olmadıklarından değer biçmeyen, yargılamayan, müdahaleci ve kınayıcı olmayan bir tutum sergilerler. Tutkusuz seçimsiz bir farkındalık içerisindedirler. Bu da daha açık ve içgörülü bir algıya ve karşıdakinin daha iyi anlaşılmasına olanak verir.
  19. Kitabın Adı: İnsan Olmanın Psikolojisi Kitabın Yazarı: Abraham H. MASLOW (Çev. Okhan Gündüz) Basım Yılı ve Yeri: 2001, İstanbul Sağlık Psikolojisine Doğru İnsan sağlığı ve hastalığı üzerine yeni bir anlayış doğuyor. Bu anlayışın temel varsayımları: 1- Her birimizin değiştirilemez ve değişmez bir içsel yapısı vardır. 2- Her birey, bir bölümü kendine özgü, bir bölümü de tüm insanlıkla ortak bir içsel doğaya sahiptir. 3- İçsel doğanın bilimsel açıdan incelenmesi ve keşfedilmesi mümkündür. 4- İnsan doğası asla düşünüldüğü kadar kötü değildir. Yıkıcılık, sadizm, gaddarlık, kin, nefret vb. insanın temel özellikleri olmayıp, gereksinim, duygu ve yeteneklerin engellenmesine karşı duyulan şiddet eğilimli tepkilerdir. 5- Kendi yaşamlarımızı yönetebilme şansına sahip olduğumuz takdirde daha sağlıklı, üretken ve mutlu oluruz. 6- İnsanın içsel doğası zayıf ve hassastır. Alışkanlıklara, kültürel baskıya ve olumsuz tavırlara kolaylıkla boyun eğer. 7- Reddedilmesine karşın kendini gerçekleştirmek üzere içten içe direnir. Her birimizin kavraması gereken yaşamsal ve dokunaklı bir gerçek var; türümüze özgü erdemlerden her uzak düşüşümüz, kişinin kendi doğasına karşı işlediği her suç, ayrıcalıksız herkes bilinçaltımızda bir iz bırakır ve kendimizi küçük görmemize neden olur. Bizi utandıran bir davranışımız hanemize kara bir leke olarak kaydedilir; dürüst, güzel ve iyi davranışlarımız ise olumlu birer puan olarak. Ya özsaygımız artar ve kendimizi benimseriz ya da küçük görür, aşağı, değersiz ve sevgiden yoksun hissederiz. Kişilik sorunları çoğu zaman insanın aldığı psikolojik yaralara, gerçek içsel doğasının uğradığı saldırılara karşı bir başkaldırıdır. Ne yazık ki insanların çoğunun karşılaştıkları kötü davranışlara tepki vermediği kanısındayım. Kendilerine yapılanı sineye çeker, tepki vermeye yıllar sonra başlarlar. Bu tepki de nevroz ya da psikoz olarak kendini gösterir. Gelişim ve ilerleme acı ve çatışma ile sağlanabilir. Üzüntü ve acı insanların gelişimi için gerekli ise insanları acı ve üzüntüden sürekli olarak korumaya çalışmaktan kaçınmalıyız. Acı ve üzüntü bazen yapıcı olabilir ve nihai olumlu sonuçları göz önüne alınırsa arzu edilebilir. .
  20. Wilhelm Reich - Dinle Küçük Adam kitabından anekdotlar "...dinle küçük adam! Sana "küçük adam", "sıradan insan" diyorlar; yeni bir çağ, "sıradan insan çağı" başladı diyorlar. Bunu söyleyen "sen" değilsin küçük adam. Onlar söylüyor bunu, büyük ulusların başbakanları, koltuklanmış işçi liderleri, kentsoylu ailelerin tövbekâr evlatları, devlet adamları söylüyor, filozoflar söylüyor sana bunu. Geleceğini eline veriyor, geçmişinden hiç sual etmiyorlar. Korkunç bir geçmişin mirasçısısın sen küçük adam. Mirasın, avucunun içinde alev alev yanan bir elmastır. Bunu sana söyleyen, benim; beni dinle. Her doktor, her ayakkabıcı, teknisyen ya da eğitimci, işini doğru dürüst yapmak ve yaşamını kazanmak için, eksikliklerini bilmek zorundadır. Birkaç on yıldır, şu yeryüzünde yönetici rolü oynamaya başlamış bulunuyorsun. İnsanlığın geleceği, senin düşüncelerine ve senin yapacağın şeylere bağlıdır. Ama öğretmenlerin ve efendilerin, aslında nasıl düşündüğünü ve gerçekte ne olduğunu söylemiyorlar sana; seni kendi geleceğine egemen olma yetisi verebilecek yönde eleştiren ve bu eleştiriyi dile getirme yürekliliğini gösteren tek kişi yok. Yalnız bir anlamda "özgürlüğüne sahip"sin sen; kendi yaşamını yönetmeyi öğrenmeme ve kendini eleştirmeme özgürlüğüne sahipsin. Şöyle bir yakınmayı hiç duymadım senin ağzından: "gelecekte kendimin ve dünyamın efendisi olmak yolunda yürütüyorsunuz beni, peki ama insanın nasıl kendi kendisinin efendisi olacağını anlatmıyorsunuz hiç, düşünce ve davranışlarımdaki yanlışları bana söylemiyorsunuz." Yönetimi elinde tutan kişilerin, "küçük adamı" yönetmelerine izin veriyorsun. Ama sen, hiç sesini çıkarmıyorsun. Yönetimi elinde tutan güçlülere, ya da kötü niyetli güçsüz adamlara seni temsil etme yetkisini veriyorsun. Her seferinde aldatıldığını anlıyorsun, ancak bunu anladığında, iş işten geçmiş oluyor." * * * "...kes sesini sevgili küçük adam. Yaşamın çok sefil, çok perişan, sesini çıkaracak halin yok. Seni kurtarmak istiyor değilim, ama sırtında beyaz bir gecelik, suratında maske, acımasız kanlı elinde bir iple beni asmaya bile gelsen, sana söyleyeceklerimi, bu konuşmamı tamamlayacağım. Kendi boynunu ipe dolamadan beni asamazsın sen küçük adam. Çünkü ben, senin yaşamını, dünyayı içinde duymanı, senin insanlığını, sevgini ve yaşama sevincini temsil ediyorum. Yok, hayır, beni öldüremezsin, küçük adam. Bir zamanlar sana gereğinden çok inanıyordum ya hani, o vakit senden korkuyordum da. Şimdi seni aştım ama binlerce yılın bakış açısından görebiliyorum seni, binlerce yıl geçmişten ve binlerce yıl gelecekten bakıyorum sana. Kendinden korkma duygundan kurtulmanı istiyorum. Daha mutlu ve daha insana yaraşır bir yaşam sürmeni istiyorum..." * * * "...sen hiçbir şey değilsin, küçük adam, hem de hiçbir şey. Bu uygarlığı kuran sen değilsin. Akli başında efendilerden yalnızca birkaçı kurdu bu uygarlığı. Bir kurma işinin içine girdiğinde, neyi kurmakta olduğun konusunda hiçbir fikrin yoktur. Ayrıca, özgür de değilsin, küçük adam. Özgürlüğün ne olduğu konusunda hiçbir fikrin yok. Özgürlük içinde yasamasını bilmezsin bile. (...) özgürlük konusunda terbiyesizlik ediyorsun, küçük adam. Ama özgürlüğü küstahlıkla karıştırmak köleliğin özgün özelliklerindendir." * * * "... Diktatörler, despotlar, kurnazlar, zehirliler ve sırtlanlara bir yaşlı bilgenin kelimeleriyle sesleniyorum: kutsal sözler ektim yeryüzüne kötülükler silinecek yakında palmiyeler solduğunda kayalar parçalandığında anlı şanlı krallar gazel misali havaya savrulacak tufandan çıkan bir gemi benim sözlerimi taşıyacak ve tohumlar yeşerecek dünyada" * * * "...kendini şimdiki konumundan farklı hissedebileceğini düşünmeye cesaret bile edemiyorsun: boynu bükük olmak yerine özgür; plancı olmak yerine ise açık; bir hırsız gibi gece değil de, gündüz de sevebilen. Sen aslında kendini aşağılıyorsun, küçük adam. 'ben kimim ki bir fikrim olsun, hayatımı belirleyeyim ve dünyayı sahipleneyim!' gerçek büyük adamdan tek bir farkın var: büyük adam da bir zamanlar küçük adamdı, fakat sadece tek bir özelliğini geliştirdi; nerede küçük ve kısıtlı düşünmesi ve davranması gerektiğini biliyordu. Herhangi bir görevin baskısı altında, zamanla küçüklüğünün ve önemsizliğinin nasıl mutluluğunu tehdit ettiğini hissetmeyi öğrendi. Demek ki büyük adam, nerede ve ne zaman küçük adam olacağını bilir. Küçük adam ise küçük olduğunun farkında değildir ve bunun farkına varmaktan da korkar."
  21. Dinle Küçük Adam Kitabın adı: Dinle Küçük Adam Yazarı: Wilhelm Reich Çeviren: Şemsa Yeğin; Resimleyen: William Steigh Yayınevi: Payel yayınları Basım yeri: İstanbul, Wilhelm Reich - Dinle Küçük Adam Bu kitap; bilimsel bir belge değil, konusu insan olan bir çalışmadır. 1954 yılı yazında, yayınlanma amacı güdülmeden, Orgone Enstitüsü Belgelikleri için yazılmıştır. Bu kitap, birkaç on yıl boyunca sokaktaki Küçük Adamın kendine neler yaptığını önce çocuksu bir saflıkla, daha sonra büyük bir şaşkınlık ve nihayet dehşet içinde izleyen bir doğabilimci ve tıp doktorunun içindeki fırtına ve çatışkıların ürünüdür: Sokaktaki Küçük Adam, nelere katlanmak durumunda kalmakta, nasıl isyan etmektedir? Düşmanlarını el üstünde tutmasının, dostlarınıysa öldürmesinin nedenleri nelerdir? Bu Küçük Adam, "halkın bir temsilcisi" olarak belli bir gücü ele geçirdiği durumlarda bu yetkisini nasıl boşa harcamakta, ziyan etmekte, yanlış kullanmaktadır? Neden, aynı gücü daha önce elinde bulunduran ve onu, Küçük Adamı ezmede kullanan üst sınıfların sadist bireyleri gibi davranmakta, eline geçirdiği o yönetme gücünü nasıl olup da acımasız bir baskı aracı haline getirmektedir?... (...) İnsanların içinde bulunan "yaşamı temsil eden şey", toplumsal ve insansal karşılıklı ilişkiler içinde son derece doğal ve saftır; bu yüzden, koşulların insana egemen olduğu durumlarda tehlikeye düşer. İnsanın içindeki "yaşayan şey", kendi türünden olan bir insanın da, yaşamın yasalarına kendisi gibi uyduğunu, doğal, yardımsever ve özverili olduğunu varsayar. Sağlıklı çocuklara ya da ilkel insanlara özgü olan bu doğal temel davranış, coşkusal veba var olduğu sürece, insanın akılcı bir yaşam düzeni sağlama savaşımında en büyük tehlike olarak boy gösterecektir. Çünkü vebalı birey de kendi türünden olan canlıların, kendi düşünme ve davranış biçiminin özelliklerini taşıdığını varsayacaktır. Doğal ve bozulmamış birey, bütün insanların doğal olduğuna inanır ve ona göre davranır. Vebalı insansa, bütün insanların yalan söylediğine, çalıp çırptığına, başkalarını dolandırdığına ve üstünlüğü ele geçirme çabası içinde çırpındığına inanır. Açıkça görülüyor ki, insanın içindeki "yaşayan şey" zayıf ve tehlikelere karşı dayanıksız durumdadır. Vebalı bireye elini uzatsa, kolu kapılacak, varı-yoğu alınacak sonra da kendisiyle alay edilecek ya da ihanete uğrayacaktır; güvendiği herkes onu aldatacaktır. Bu böyle gelmiştir; ancak böyle gitmemelidir. İnsanın içindeki "yaşamı temsil eden şey"in korunma ve gelişmesi savaşımında, katılık gerektiği durumlarda katı olunmasının zamanı gelmiştir; insan, hakikatlere korkmadan tutunduğu sürece katı davranmakla doğallığını yitirecek değildir. Kitle içinde yaşayan bireyin zırhlarla kaplı yapısında bulunan karanlık ve tehlikeli dürtüleri harekete geçirip, onları örgütlü siyasal cinayetler işlemeye götürerek öldürücü kötülüklere neden olan ölümcül vebalı bireyler, verimli, çalışkan, aklı başında milyonlarca insan arasında her zaman için çok küçük bir azınlığı oluşturmaktadır; bu olgu umut vericidir. Kitlenin bir parçası haline gelen bireyde bulunan coşkusal vebanın mikroplarına karşı yalnızca tek bir panzehir vardır: bireyin, kendi içinde bulunan "yaşamı temsil eden şey"in canlılığını duyması. Bu "yaşamı temsil eden şey" güç elde etmeyi değil, gücün insan yaşamında oynaması gereken rolü üstlenmesini ister. İnsan yaşamı, sevgi, çalışma ve bilgiden oluşan üç temel direk üzerine kurulmuştur.
  22. ZERDÜŞTÜN BAŞLANGIÇ SÖYLEVİ Zerdüşt otuz yaşında yurdunu ve yurdunun gölünü bırakıp dağlara çıktı. Orada ruhunun ve yalnızlığının tadını çıkardı ve on yıl bundan bıkmadı. Ama en sonu gönlünde değişme oldu ve bir sabah tanla kalktı, güneşin karşısına geçti ve ona şöyle dedi: " Ey ulu yıldız! Aydınlattıkların olmasaydı, ne olurdu senin mutluluğun! On yıldır mağaramın üstüne yükselir durursun: ışığından ve yolculuğundan bıkardın ben olmasaydım, kartalım ve yılanım olmasaydı! Ama biz seni her sabah bekledik, senden fazlalığını aldık ve kutsadık seni bunun için. Bak! Pek çok bal toplamış bir arı gibi, bilgeliğimden usandım; onu almaya uzanacak eller gerek bana. İnsanlar arasında bilgeler delilikleriyle, yoksullarda zenginlikleriyle bir daha sevininceye dek, vermek dağıtmak isterim. Derinliklere inmeliyim işte bunun için: tıpkı senin akşamları denizin ardına inişin ve alt dünyaya ışık iletişin gibi, ey taşkın yıldız! Aralarına inmek istediğim insanların dediği gibi batmalıyım sencileyin. Kutsa beni öyleyse, en büyük mutluluğa bile kıskanmadan bakan ey durgun göz! Taşmaya durmuş kadehi kutsa da altın aksın su ve dört bucağa götürsün parıltısını sevincinin! Bak! Bu kadeh yine boşalmak ister ve Zerdüşt yine insan olmak ister." - Böyle başladı Zerdüşt'ün batışı. Zerdüşt dağdan yalnız indi ve kimseyle karşılaşmadı. Ama ormana girdiğinde, kutlu kulübesinden ormanda kök aramaya çıkmış yaşlı bir adam belirdi birden önünde. Ve şöyle dedi yaşlı adam Zerdüşt'e: "Yabancı değil bana bu gezgin kişi: yıllar önce geçmişti buradan. Adı Zerdüşt'tü; ama değişmiş. O gün külünü dağlara götürüyordun: bugün de ateşini vadilere mi götüreceksin? Kundakçılığın cezasından korkmuyor musun? Evet, Zerdüşt'ü tanıdım. Dupduru gözleri ve ağzında tiksinti hiç yer etmemiş. Oynar gibi değil mi yürümesi? Değişmiş Zerdüşt, çocuk olmuş Zerdüşt, uyanmış biri Zerdüşt: uyuyanlar arasında neyleyeceksin? Sanki denizde yaşardın yalnızlığında ve deniz seni taşırdı. Yazık, kıyıya mı çıkmak istiyorsun? Yazık, gövdeni yine kendin mi sürükleyesin istiyorsun?" Zerdüşt cevap verdi: "insanları seviyorum." "Neden" dedi ermiş, "ormanın ıssızlığına çekildim ben? İnsanları fazla sevdiğim için değil mi? Tanrıyı seviyorum şimdi: insanları sevmiyorum. İnsan fazla eksik bir şey bence. İnsan sevgisi yıkım olurdu benim için." Zerdüşt cevap verdi: "Sevgi de ne söz! Ben insanlara armağan götürüyorum." "Onlara bir şey verme" dedi ermiş. "Onlardan al daha iyi ve onlarla birlikte taşı, -bu onların daha çok hoşlarına gider: yeter ki senin de hoşuna gitsin! Ve onlara vermek istersen, sadakadan fazlasını verme, onu da dilensinler senden!" "Hayır" diye cevap verdi Zerdüşt. "Ben sadaka vermem. Yoksul değilim o kadar." Ermiş Zerdüşt'e güldü ve şöyle dedi: "Öyleyse hazinelerini onlara kabul ettirmeye bak! Onlar yalnızlardan kuşkulanırlar ve bizim armağanlarla geldiğimize inanmazlar. Adımlarımız sokaklarından pek ıssız çınlar. Ve gece yataklarındayken, güneş doğmadan çok önce birinin geçtiğini işitseler, kendi kendilerine soracaklardır: nereye gider bu hırsız? Gitme insanlara, ormanda kal! Hayvanlara git daha iyi! Neden benim gibi olmak istemiyorsun, ayılar arasında ayı, kuşlar arasında kuş?" "Peki, ormanda ne yapıyor ermiş?" diye sordu Zerdüşt. Ermiş cevap verdi: "Türküler düzüp söylüyorum ve bu türküleri düzerken gülüyor, ağlıyor ve mırıldanıyorum: böyle övüyorum tanrıyı. Türkü söyleyerek, ağlayarak, gülerek ve mırıldanarak övüyorum benim tanrım olan tanrıyı. Peki, sen armağan olarak bize ne getiriyorsun?" Zerdüşt bu sözleri işitince ermişi esenledi ve dedi:" Ne vereyim ben size! Çabucak gideyim de bir şey almayayım sizden!" ve ayrıldılar böylece, yaşlı adamla Zerdüşt, iki çocuk gibi gülüşerek. Ama Zerdüşt yalnız kalınca, şöyle dedi gönlüne:"nasıl olur! Bu yaşlı ermiş, tanrının öldüğünü daha işitmemiş ormanında." Zerdüşt ormanın kıyısındaki en yakın kente vardığında, birçok kimseyi pazar yerinde toplanmış buldu: çünkü bir ip cambazının oynayacağı bildirilmişti. Ve Zerdüşt halka şöyle buyurdu: Ben size üstinsanı öğretiyorum. İnsan alt edilmesi gereken bir şeydir. Onu alt etmek için ne yaptınız? Bütün varlıklar şimdiye dek kendilerinden öte bir şey yaratmışlardır: peki siz bu büyük yükselişin inişi olmak ve insanı alt edecek yerde hayvanlara dönmek mi istiyorsunuz? İnsana göre maymun nedir? Gülünecek bir şey, ya da acı bir utanç. İnsan da tıpkı böyle olacaktır. Üst insana göre: gülünecek bir şey, ya da acı bir utanç. Solucandan insana dek yol aldınız ve sizde çok şey daha solucandır. Maymundunuz bir zamanlar ve şimdi bile insan, her maymundan daha maymundur. İçinizde en bilgeniz bile uyumsuzluktur, bitki ve görüntü melezidir. Ama bitki ya da görüntü olun mu diyorum size? Bakın, size üstinsanı öğretiyorum! Üstinsan yeryüzünün anlamıdır. İsteminiz desin ki: Üstinsan yeryüzünün anlamı olacaktır! Yalvarırım size kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın ve inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz açanlara! Ağı saçanlardır onlar, bilerek bilmeyerek. Hayatı hor görenlerdir onlar, çürüyen ve ağılanmış kişiler, yeryüzü bıkmıştır onlardan: bırakın gitsinler! Bir zamanlar tanrıya karşı işlenen günah en büyük günahtı, ama tanrı öldü, onunla birlikte öldüler o günahkârlar da. Yeryüzüne karşı günah işlemek şimdi en korkuncudur ve bilinmezin özünü yeryüzünün anlamından üstün tutmak! Bir zamanlar can, gövdeyi hor görürdü: bu hor görme de en üstün şeydi: -can, gövde cılız, ********* ve aç olsun isterdi. Böylece gövdeden ve yeryüzünden kurtulmayı kurardı. Ah, bu canın kendisi cılız, ********* ve açtı: ve işkence bu canın tutkusuydu! Ama siz de, kardeşlerim, söyleyin bana: gövdeniz, canınız için ne diyor? Canınız, yoksulluk ve kirlilik ve acınacak rahatlık değil mi? Evet, kirli bir ırmaktır insan. Kirli bir ırmağı içine alması ve bozulmadan kalması için deniz olmalı kişi. Bakın, size üstinsanı öğretiyorum: o, işte bu denizdir, onda batabilir sizin büyük hor görmeniz. Yaşayabileceğiniz en büyük şey nedir? Büyük hor görme saatidir. Mutluluğunuzun bile size ********* geldiği saat ve usunuzun ve erdeminizin. Dediğiniz saat: "Benim mutluluğum nedir ki! Yoksulluk ve kirlilik ve acınacak rahatlıktır o. Ama varlığı kendisi haklı çıkarmalı mutluluğum!" Dediğiniz saat: "Benim usum nedir ki! Aslanın, yiyeceğine duyduğu özlemi duyuyor mu bilgiye? Yoksulluk ve kirlilik ve acınacak rahatlıktır o!" Dediğiniz saat: "Benim erdemim nedir ki! Daha beni çıldırtmadı. Ne kadar bıktım iyiliğimden ve kötülüğümden! Hep yoksulluk ve kirlilik ve acınacak rahatlıktır o!" Dediğiniz saat: "Benim doğruluğum nedir ki! Ateş ve kömür değilim bakıyorum da. Oysa doğrular ateş ve kömürdürler!" Dediğiniz saat: "Benim acımam nedir ki! Acıma, insanı sevenin çivilediği çarmıh değil midir? Oysa benim acımam çarmıha germe değildir." Hiç böyle konuştunuz mu? Hiç böyle haykırdınız mı? Ah, böyle haykırdığınızı duysaydım bir! Günahınız değil, yetingenliğiniz haykırıyor göklere, günahınızdaki bayağılık haykırıyor göklere! Sizi diliyle yalayacak şimşek nerede? Sizi aşılayacak çılgınlık nerede? Bakın, size üstinsanı öğretiyorum: o, bu şimşektir; o, bu çılgınlıktır!- Zerdüşt böyle konuştukta, halktan biri bağırdı: "İp cambazını yeterince dinledik; artık kendisini görsek!" Ve bütün kalabalık Zerdüşt'e güldü. Ama bu sözlerin kendisi için söylendiğini sanan ip cambazı, başladı oyununa. Fakat Zerdüşt halka baktı da, şaştı. Derken şöyle buyurdu: İnsan, hayvanla üstinsan arasına gerilmiş bir iptir, -uçurum üstünde bir ip. Korkulu bir geçiş, korkulu bir geri bakış, korkulu bir ürperiş ve duraklayış. İnsanda büyük olan, onun köprü olmasıdır, erek değil: insanda sevilebilecek olan, onun karşıya geçiş ve batış olmasıdır. Ben, yaşamasını bilmeyenleri severim, meğerki batmasını bileler; çünkü bunlardır karşıya geçenler. Ben, büyük hor görenleri severim, çünkü bunlar büyük saygılılardır ve karşı kıyıya duyulan özlem okları. Ben, batmak ve kurban olmak için önce yıldızların ötesinde bir neden aramayanları, yeryüzü bir gün üstinsanın olsun diye, kendilerini yeryüzüne kurban edenleri severim. Ben, bilmek için yaşayan ve bir gün üstinsan yaşasın diye bilmek isteyeni severim. Böyle ister o kendi batışını. Ben, üst insana ev kurmak, toprak, hayvan ve bitki hazırlamak için çalışanı ve türeteni severim: çünkü böyle ister o kendi batışını. Ben, erdemini seveni severim: çünkü erdem batma istemidir ve özlem oku. Ben, kendisi için bir damla bile ruh ayırmayanı, baştanbaşa erdemin ruhu olmak isteyeni severim: ruh olarak böyle yürür o köprünün üstünde. Ben, erdeminden eğilim ve yazgı yapanı severim: böylece o, erdemi uğruna yaşamak ister, ya da hiç yaşamak istemez. Ben, bir sürü erdem istemeyeni severim. Bir tek erdem, iki erdemden daha erdemdir, çünkü yazgının asıldığı daha zorlu düğümdür o. Ben, gönlü har vurup harman savuranı severim. Ne teşekkür bekler, ne de teşekkür eder: çünkü hep verir o ve kendini korumak istemez. Ben, zar kendine uygun düşünce utananı ve soranı severim: "Ben düzenci bir oyuncu muyum yoksa?" çünkü yok olmak ister o… Ben, işine başlamadan önce altın sözler saçan ve hep söz verdiğinden fazla yapanı severim: çünkü batışını ister o… Ben, gelecektekileri haklı çıkaranı ve geçmiştekileri kurtaranı severim: çünkü şimdikiler eliyle yok olmak ister o. Ben, tanrısını yola getireni severim, çünkü tanrısını sever o: tanrısının öfkesinden yok olması gerekir de. Ben, yaralanmada bile gönlü derin olanı ve küçücük bir şeyden yok olabileni severim: böyle geçer o köprüyü seve seve. Ben, gönlü dolup taşanı severim, öyle ki kendini unutur ve her şey onun içindedir: her şey onun batışı olur böylece. Ben özgür ruhlu ve özgür yürekli olanı severim: böylece kafası, yüreğinin yalnız içi olur, ama yüreği batmaya zorlar onu. Ben, insanların üstünde asılı o kara buluttan tek tek düşen ağır damlalar gibi olan herkesi severim: onlar şimşeğin gelişini haber verirler ve haberci olarak yok olurlar. Bakın, ben şimşeğin habercisiyim ve buluttan düşen ağır bir damlayım: oysa şimşek, üstinsandır. Zerdüşt bu sözleri söyledikten sonra, yine halka baktı ve sustu. "İşte ordalar," dedi gönlüne, "işte gülüyorlar: beni anlamıyorlar, ben bu kulaklara göre ağız değilim. Gözleriyle işitmeyi öğrenmeleri için, kulaklarını mı patlatmalı? Dümbelek gibi, vaiz gibi ötmeli? Yoksa yalnız kekemeye mi inanırlar? Onların gurur duydukları bir şeyler vardır. Onları gururlandıran şeye ne diyorlar? Kültür diyorlar, -bu onları keçi çobanlarından ayırıyormuş. İşte bundandır, kendileri için "hor görme" sözünün kullanılmasından hoşlanmazlar. Ben de gururlarına sesleneyim bari. Onlara en hor görülesi şeyden söz açacağım, "bu, son insandır." Ve halka şöyle buyurdu Zerdüşt: İnsanın, kendine bir erek edinme zamanı gelmiştir. İnsanın en yüksek umudunun tohumunu ekme zamanı gelmiştir. Toprağı bu iş için yeterince verimli daha. Ama bu toprak bir gün yoksullaşacak ve güçten kesilecek ve hiç ulu ağaç yetişmeyecek onda. Yazık! İnsanın, özlem okunu insandan öte salamayacağı ve yayının, vınlamayı unutacağı zaman geliyor. Size diyorum: hora tepen bir yıldız doğurabilmek için, kişinin içinde kargaşa olmalı daha. Size diyorum: daha var sizde bu kargaşa. Yazık! İnsanın artık yıldız doğuramayacağı zaman geliyor. Yazık! En hor görülesi adamın, kendini artık hor göremeyenin zamanı geliyor. Bakın! Size üstinsanı gösteriyorum. "Sevgi nedir? Yaratma nedir? Özlem nedir? Yıldız nedir?" -böyle sorar da son insan, göz kırpar. Yeryüzü artık küçülmüştür ve üstünde, her şeyi küçülten son insan sıçramaktadır. Toprak piresi gibidir o, kökü kurutulamaz: son insan, en uzun ömürlüdür. "Biz mutluluğu bulduk" -böyle derler de son insanlar, göz kırparlar. Güç yaşanan bölgelerden ayrılmışlardır: kişiye sıcaklık gerekir de. Komşu daha sevilir ve ona sürtünülür: kişiye sıcaklık gerekir de. Sayrı düşmek ve kuşkulu olmak günahtır onlarca: sakınarak yürünür. Budaladır, daha ayağı taşlara ya da insanlara takılıp sendeleyen! Ara sıra biraz ağı: tatlı düşler kurdurur bu. Ve çokça ağı sonunda, tatlı bir ölüm için. Daha çalışılır, çünkü iş eğlencedir. Ama eğlencenin zarar vermemesine bakılır. Artık zengin ya da züğürt olunmaz: ikisi de pek sıkıntılıdır. Kim buyurmak ister daha? Kim söz dinler: ikisi de pek sıkıntılıdır. Bir sürü ki çobansız! Herkes aynı şeyi ister, herkes aynıdır: başka türlü duyan, deliler evine gönüllü gider. "Eskiden bütün dünya deliymiş" böyle derler de en inceleri, göz kırparlar. Akıllıdırlar ve olup biten her şeyi bilirler: alaylarının sonu gelmez böylece. Daha bozuşulur, ama hemen barışılır, yoksa mideleri bozulur. Gündüz için küçük hazları ve gece için küçük hazları vardır: ama sağlığı sayarlar. "Biz mutluluğu bulduk" -böyle derler de son insanlar, göz kırparlar.- Zerdüşt'ün, "öndeyiş" de denen ilk konuşması burada sona erdi: çünkü bu sırada kalabalığın bağrışması ve sevinci, sözünü kesti. "Bize ver bu son insanı, ey Zerdüşt" diye bağırıyorlardı, "bu son insanlardan eyle bizi! Üst insanı biz sana bağışlarız sonra!" Ve bütün kalabalık çılgınca seviniyordu ve dudaklarını şapırdatıyordu. Ama Zerdüşt üzüldü ve gönlüne dedi: "Beni anlamıyorlar: ben bu kulaklara göre ağız değilim. Anlaşılan pek fazla kalmışım dağlarda, pek fazla dinlemişim dereleri ve ağaçları, şimdi keçi çobanlarına söz söyler gibi konuşuyorum onlarla. Durgun gönlüm ve duru, sabahleyin dağlar gibi tıpkı. Oysa beni soğuk sanıyorlar ve korkunç şakalar yapan alaycının biri. Ve işte bana bakıyorlar ve gülüyorlar: ve gülerken benden nefret ediyorlar. Gülüşleri buz gibi…" Derken bütün ağızları susturan ve bütün gözleri fal taşı gibi açtıran bir şey oldu. Çünkü bu arada ip cambazı oyununa başlamıştı: küçük bir kapıdan çıkmış, iki kule arasına ve pazar yerinin ve halkın üstüne gerili bir ip boyunca ilerliyordu. Tam yarı yoldayken, küçük kapı bir daha açıldı ve alaca bulaca giysiler içinde, soytarıya benzer biri uğradı dışarı ve öncekinin ardından hızlı hızlı yürüdü. "İleri, seni topal seni", diye haykırdı korkunç sesi, "ileri, seni miskin, sinsi, saz benizli seni! Yoksa ayağımın altına alırım seni ha! Bu kuleler arasında ne işin var? Senin yerin kulenin içi, kitlemeli seni, kendinden üstün olanın yolunu tıkıyorsun!" -Ve her sözle birlikte gittikçe yaklaşıyordu öndekine: fakat bir adım kala, bütün ağızları susturan ve bütün gözleri fal taşı gibi açtıran o şey oldu: şeytan gibi çığlık kopardı ve yolunu tıkayan adamın üzerinden atladı. Fakat beriki, rakibinin kazandığını görünce, başı döndü ve ipini şaşırdı; attı sırığını ve sanki bir kol ve bacak çevrintisi gibi, sırıktan daha tez, daldı derine. Pazar yeri ve halk, fırtınaya uğramış bir deniz gibiydi: kalabalık darmadağın olmuş, hele gövdenin düşeceği yerde, birbirine girmişti. Fakat Zerdüşt yerinden kıpırdamadı ve gövde paramparça ama henüz canlı, yanı başına düştü. Az sonra, yaralı kendine geldi ve Zerdüşt'ü yanında diz çökmüş gördü. "Ne yapıyorsun öyle?" dedi sonunda. "Şeytanın bana çelme takacağını çoktandır biliyordum. Şimdi cehenneme sürükleyecek beni: ona engel olacak mısın?" "Şerefim hakkı için, dostum," diye cevap verdi Zerdüşt, "bu söylediğin şeylerin hiçbiri yoktur: ne şeytan var, ne cehennem. Canın, gövdenden bile önce ölecektir: hiçbir şeyden korkma artık!" Adam gözlerini kuşkuyla kaldırdı. "Söylediğin doğruysa" dedi sonra, "hayatımı yitirmekle hiçbir şey yitirmiş olmayacağım. Ben, dayakla ve bir lokma yiyecekle oyun öğretilmiş bir hayvandan fazla bir şey değilim pek." "Ne demek" dedi Zerdüşt, "sen tehlikeyi iş edindin, bunda hor görülecek ne var. Şimdi de işin yüzünden ölüyorsun: bunun için seni kendi elimle gömeceğim." Zerdüşt bunu söyledikten sonra, can çekişen adam daha fazla karşılık vermedi; yalnız, teşekkür için Zerdüşt'ün elini arıyormuş gibi, elini kımıldattı. Bu sırada akşam oldu ve pazar yeri karanlığa büründü: derken halk dağıldı, çünkü merak ve yılgı dahi yorulur. Ama Zerdüşt, yerdeki ölünün yanına oturdu ve düşünceye daldı: böylece zamanı unuttu. Sonunda gece oldu ve soğuk bir yel, yalnızın üstünden esmeye başladı. Derken doğruldu Zerdüşt ve gönlüne dedi: Gerçek, Zerdüşt iyi balık tuttu bugün! İnsan değil tuttuğu, ceset. Tekin değil insan varlığı ve hala anlamsız: soytarının biri yıkım olabilir onun için. Ben insanlara, varlıklarının anlamını öğretmek istiyorum: Üstinsandır bu, - o kara buluttan, insandan çakan şimşek. Ama ben onlardan uzağım daha ve benim düşüncem onlara bir şey söylemiyor. Ben onlara göre daha deliyle ceset arası bir şeyim. Karanlıktır gece, karanlıktır yolları Zerdüşt'ün. Gel, soğuk ve katı yoldaş! Seni kendi elimle gömeceğim yere götüreyim. Zerdüşt bunu gönlüne dedikten sonra, cesedi sırtladı ve yola koyuldu. Daha yüz adım gitmemişti ki, bir adam sokuldu yanına ve kulağına fısıldadı, - bakın hele! Kuledeki soytarıydı bu konuşan. "Git bu kentten, ey Zerdüşt" diyordu, senden nefret eden pek çok burada. İyilerle doğrular senden nefret ediyorlar, seni düşman ve kendilerini hor gören biri sayıyorlar; hak dine inananlar senden nefret ediyorlar ve seni kalabalık için tehlike sayıyorlar. Talihin varmış ki, sana güldüler: Gerçek, soytarı gibi konuştun. Talihin varmış ki, şu ölü köpekle arkadaşlık ettin; böylece alçalarak yakayı kurtardın bugün. Ama git bu kentten, yoksa yarın üstünden atlarım, bir diri bir ölünün üstünden nasıl atlarsa." Bunu dedikten sonra adam kayboldu: ama Zerdüşt karanlık sokaklardan yoluna yürüdü. Kentin kapısında mezarcılarla karşılaştı: onlar meşalelerini yüzüne tuttular, Zerdüşt'ü tanıdılar ve hayli alay ettiler. "Zerdüşt ölü köpeği götürüyor: ne hoş değil mi Zerdüşt'ün mezarcı olması! Ellerimiz bu kebaba dokunamayacak kadar temizdir de. Zerdüşt şeytanın lokmasını mı aşırmak istiyor? Peki! Afiyet olsun! Şeytan, Zerdüşt'ten daha usta bir hırsız olmasa bari! -o, ikisini de aşırır, ikisini de yer! Ve gülüştüler ve baş başa verdiler. Zerdüşt buna bir şey demedi ve yoluna yürüdü. Ormanlar ve bataklıklardan öte iki saat yol aldıktan sonra, kurtların aç ulumalarını o kadar dinledi ki, kendisi dahi acıktı. Derken, ışığı yanan bir evin önünde durdu. "Açlık" dedi Zerdüşt, "beni haydut gibi bastırıyor. Ormanlarda ve bataklıklarda bastırıyor beni açlığım ve derin gecede. Ne tuhaf huyları var açlığımın. Çokluk, yalnız yemekten sonra gelir bana, bugünse hiç gelmedi: nerdeydi ki?" Ve bunun üzerine Zerdüşt, evin kapısını çaldı. Yaşlı bir adam çıktı; elinde ışık vardı ve sordu: "bana ve tedirgin uykuma gelen kim?" "Bir diriyle bir ölü" dedi Zerdüşt. "Bana yiyecek içecek bir şey ver, gündüz yemeyi unuttum. Açları besleyen, kendi gönlünü canlandırır: böyle der bilgelik." Yaşlı adam gitti, ama çabucak döndü, Zerdüşt'e ekmek ve şarap sundu. "Burası açlara göre bir yer değil" dedi, "onun için burada oturuyorum. Hayvanla insan, ben yalnıza gelirler. Yoldaşına da yedirip içirsene, o sende yorgun." Zerdüşt cevap verdi: "yoldaşım sağ değil, ona kolay kolay yemek yediremem." "Bana ne," dedi yaşlı adam ters ters, "kapımı çalan, verdiğimi almalı. Yiyin ve uğurlar olsun!" Bunun üzerine Zerdüşt, yola ve yıldızlara bel bağlayarak iki saat daha yürüdü: çünkü gece yürümeye alışıktı ve uyuyan her şeyin yüzüne bakmayı severdi. Fakat tan ağarırken, Zerdüşt kendini sık bir ormanda buldu, yol yoktu görünürde. Derken ölüyü, bir ağaç kovuğuna yerleştirdi kurtlardan korumak istiyordu. Kendisi de toprak ve yosun üzerine uzandı. Ve hemen uykuya daldı, gövdesi yorgun, gönlü durgun. Uzun zaman uyudu Zerdüşt ve yüzü üzerinden yalnız tan değil, sabah dahi geçti. Ama sonunda gözleri açıldı: şaşmış, baktı Zerdüşt ormanın ve sessizliğin içine; şaşmış, baktı kendi içine. Derken, birdenbire karayı gören bir gemici gibi, çabucak doğruldu ve sevinçten bağırdı: çünkü yeni bir gerçek görmüştü. Ve gönlüne şöyle dedi: "İçime bir ışık doğdu: yoldaşlar gerek bana, diriler, istediğim yere götürebileceğim ölü yoldaşlar ve cesetler değil. Beni, benim istediğim yere, kendi istekleriyle izleyecek diri yoldaşlar gerek bana. İçine bir ışık doğdu: sözünü halka değil, yoldaşlara yöneltecek Zerdüşt! Sürünün çobanı ve köpeği olmayacak Zerdüşt! Niceleri sürüden çekmek, bunun için geldim ben. Halk ve sürü bana kızacak: çobanlar, haydut diyecekler Zerdüşt'e. Ben çobanlar diyorum ya, onlar kendilerine iyiler ve doğrular derler. Ben çobanlar diyorum ya, onlar kendilerine hak dine inananlar derler. İyilere ve doğrulara bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: oysa o, yaratıcıdır. Bütün inançların erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: oysa o, yaratıcıdır. Yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler ve inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları. Yoldaşlar arar yaratıcı ve hasat arkadaşları: çünkü ona göre her şey, hasada hazırdır. Ama yüz orağı yok: bu yüzden başakları yolar da, canı sıkılır. Yoldaşlar arar yaratıcı, oraklarını bilemesini bilenleri. Yıkıcılar denecek onlar için, iyi ile kötüyü hor görenler denecek. Oysa hasatçılar ve bayram edenler onlardır. Yaratma arkadaşları arıyor Zerdüşt, hasat arkadaşları ve bayram arkadaşları arıyor Zerdüşt: sürülerden ve çobanlardan ona ne! Ve sen, ilk yoldaşım benim, uğurlar olsun! Seni ağaç kovuğuna iyice gömdüm ve seni kurtlardan iyice sakladım. Ama senden ayrılıyorum: vakit erişti. İki tan arası, bana yeni bir gerçek geldi. Ne çoban olacağım ben, ne mezarcı. Halka söz söylemeyeceğim artık: ben ölüyle son kez konuştum. Yaratıcılara, hasatçılara, bayram edenlere katılacağım: gökkuşağını göstereceğim onlara ve üstinsana çıkan merdiveni. Tek-barınanlara söyleyeceğim türkümü ve çift-barınanlara ve her kimde işitilmemiş için kulak varsa, mutluluğumla ağırlaştıracağım onun yüreğini. Varacağım ereğime, ben kendi yolumu yürüyorum: duraklayanların ve geride kalanların üzerinden atlayacağım. Benim ilerleyişim, onların batışı olsun böylece!" Güneş tam tepedeyken, gönlüne söylediği buydu Zerdüşt'ün: derken sorarcasına yukarı baktı, çünkü başının üstünde bir kuşun tiz çığlığını işitmişti. Bakın hele! Bir kartal havada geniş değirmiler çizerek uçuyordu ve ona bir yılan, ev gibi değil, dost gibi asılmıştı: çünkü yılan, kartalın boynuna dolanmıştı. "Bunlar benim hayvanlarım!" dedi Zerdüşt ve yürekten sevindi. "Güneşin altındaki en gururlu hayvanla güneşin altındaki en bilge hayvan, araştırmaya çıkmışlar. Zerdüşt daha sağ mı, bilmek istiyorlar. Gerçek, sağ mıyım daha? İnsanlar arasında yaşamayı, hayvanlar arasında yaşamaktan daha tehlikeli buldum; tehlikeli yollarda yürüyor Zerdüşt. Bana hayvanlarım yol göstersinler!" Zerdüşt bunu der demez, ormandaki ermişin sözlerini hatırladı, iç çekerek şöyle dedi gönlüne: "Daha bilge olsam! Baştan aşağı bilge olsam, yılanım gibi tıpkı! Ama ben olmazı istiyorum: onun için hep bilgeliğimle yürümesini dileyeyim gururumdan! Ve bilgeliğim beni bir gün yüzüstü bırakacak olursa: -ah, kaçmaya bayılır o!- gururum deliliğimle kaçsın o zaman!" -Böyle başladı Zerdüşt'ün batışı.
  23. Böyle Buyurdu Zerdüşt - F. Nietzsche Kitabın adı: Böyle Buyurdu Zerdüşt (Also sprach Zarathustra) Yazarı: Friedrich Nietzsche Yayınevi: Varlık yayınları Yayın Tarihi: Ocak 2004 'Böyle Buyurdu Zerdüşt: Herkes ve Hiçkimse için Bir Kitap' (Orijinal adıyla Also sprach Zarathustra), Alman filozof Friedrich Nietzsche tarafından kaleme alınmış bir kitaptır. Kitabı belirli bir kategori içerisinde tanımlamak genelde zor olmuştur: Bir edebiyat eseri ve aynı zamanda felsefî bir çalışmadır. Nietzsche kendisi kitabı "yazılmış en derin" eser olarak tanımlamıştır. Eser, birçok farklı konu ve tarz barındırmaktadır. Nietzsche'nin felsefî görüşleri açısından önemli bir yer tutan kitap, birçok eleştiriye maruz kalmıştır. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında zamanındaki kulaklara göre ağız olmadığını kendisinin daha sonraki kuşaklar tarafından anlaşılacağını söyler. Özellikle yüzyıl sonra anlaşılacağını söylemesi gerçekleşen bir kehanet olarak görülebilir. Elbette tek tek filozoflarda Nietsche'nin çalışmalarını değerlendirenler olmuştur. Ancak asıl olarak Nietzsche 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren genel bir ilginin konusu olur ve post modern felsefeler tarafından her anlamda değerlendirilmeye başlanır. Onun perspektivizmi, tarihselciliği, bilgi-iktidar düşüncesi, dil'i kavrayış biçimi yeniden ve yeni anlam katmanlarıyla değerlendirilmeye başlanmıştır. 2000'li yıllara gelindiğinde ise Nietzsche en derin teorik tartışmalardan en sıradan sohbetlere kadar herkesin dilindeki isimlerden biri haline gelmiş bulunmaktadır. Nietzsche'nin kendi istediği ve düşündüğü anlamda anlaşılıp anlaşılmadığı tartışmalı olmakla birlikte, yüzyıl sonra kendisine pek çok kulak verenin ortaya çıktığı kesindir
  24. Deliliğe Övgü Kitabın adı: Deliliğe Övgü (Morias enkomion seu laus stultitiae) Yazarı: Erasmus Yayınevi: Kırmızı Yayınları Çeviren: Nusret Hızır Özgün adıyla: Morias enkomion seu laus stultitiae. Gülmece türündeki yapıta egemen olan iki temel görüş vardır. Bunlardan birine göre gerçek bilgelik, deliliktir. Öteki görüşe göre ise kendini bilge sanmak, gerçek deliliktir. İnsana yeryüzünde yaşama gücü kazandıran şey, gerçek bilgelik olma niteliğiyle doğrudan doğruya deliliğin kendisidir. Kitapta delilik (stultitia), kendi kendisine övgüler düzer; bu arada çocuklukta ve yaşlılıkta, aşkta, evlilikte ve dostlukta, politikada ve savaşta, yazında ve bilimde deliliğin nasıl her zaman egemen olduğu gösterilir. Tüm uğraş alanları, bu arada özellikle din kurumu ve din adamları bu panorama çerçevesinde sergilenir. Deliliği konuşturma kisvesi altında Erasmus, çağının kilisesine ve o kilisenin mensuplarına en acımasız eleştirileri yöneltir. Bu niteliğiyle “Deliliğe Övgü” çağlar boyunca bağnazlığa karşı kaleme alınmış en yetkin düzeydeki başyapıtlardan biri olmuştur. Yapıtın yazılışını izleyen sonraki yüzyıllarda -haklı olarak- düşünce düzeyindeki bağnazlığın her türlüsüne yönelen bir eleştiri diye yorumlanması, belki de bugüne değin koruduğu kalıcılığın baş nedenidir.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.