muki tarafından postalanan herşey
-
KÜÇÜK ELLERİN ANASININ DOĞUM GÜNÜ:))
İlyada'cığım çiçekler eklenmemiş önceki iletimde. Biraz geç oldu ama...
-
İslam'da Mezhep..?
Sayın serdar, bu iki ana mezheplerin alt mezheplerini saymayı unutmuşsunuz. Soracağınıza bir zahmet bir de onları aktarsanız buraya.
-
İslam dininin, çok kadınla evliliğe müsade etmesinin gerekçesi
Geçenlerde bir Alman televizyon kanalı, bazı Almanların neden İslam dinini seçtiklerinden bahsetti. İlginç bir programdı. Kısaca; programda radikal insanların radikal olan bir dine geçmelerinden bahsediliyordu.
-
İzmir ve çevresi
Asklepion “Ölümün Yasaklandığı, Vasiyetnamelerin Açılmadığı Yer” Antik çağlarda Yunan halkı ölümden sonraki yaşamı hep yerin altında karanlıklar içinde düşünmüş, ve bu yaşama hep soğuk bakmıştır. Ölüm öncesi yaşama sıkı sıkı bağlanıp, ölümden sonrasına hep üstün tutmuşdur. Bu yüzden gerek Anadolu gerekse Yunanistan hep tiyatrolarla, stadyumlarla ve hamamlarla doludur. Oysa Mısır tam bir mezarlıklar ülkesidir. Yaşamın vazgeçilmez kaynağı sağlık da unutulmamış, pek çok değişik yerlerde sağlık için tesisler yapılmıştır. Ünü günümüze kadar ulaşan Bergama’nın Asklepion’u (Asklepieion) da sağlık alanında hizmet vermiştir. Günümüz Bergama’sının önemli tarihsel ve gezmesel yeri, antik Pergamon’un sağlık yurdu Asklepion’un kuruluşu İÖ 4. yüzyıla dayanır. Yapılan kazılar Asklepion, Asklepion olmazdan önce yine aynı yerde başka bir yerleşimin olduğu sonucunu çıkarmıştır. Sağlık ve doktorluk tanrısı Asklepios için adanan bu tapım merkezi, olasılıkla, Anadolu’da sıkca karşılaşıldığı gibi, başka bir tapım merkezinin üzerine kurulmuştu. Asklepion’un işlevi, barındırdığı yapıları, söylenceleri ve ünlü Bergamalı hekim Galenos’u görmeden önce, Asklepion’a adını veren, eski Yunan’ın ve Roma’nın sağlık tanrısı olan Asklepios’u tanımak gerekir. Asklepios Kimdir? Sağlık tanrısı Asklepios yılanlı asası ile birlikte Sağlık tanrısı Asklepios, Yunan söylencelerinde Apollon’un oğlu olarak geçer. Şiddet ve aldatmacanın yoğun olduğu söylenceye göre Teselya kralının kızı Koronis tanrı Apollon ile sevişir ve ondan gebe kalır. Ne var ki tanrının dölünü karnında taşırken Arkadya’dan gelen bir yabancıyı da yatağına alır. Bu haberi tanrıya kutsal kuşu haber verir. Koronis korkunç bir cezaya çarptırılır. Bir odun yığının üstünde diri diri yanacaktır. Alevler içinde kadın can vermek üzeredir ki Apollon, çocuğun yok olmasına katlanamaz ve ölünün karnından dölünü çıkarır. Çocuğun büyümesi için at adam Kheiron’a verir. Bu olay hekim tanrının son anda kurtarıcı olarak yetişmesinin simgesidir. Asklepios'a, hekimlik sanatını öğreten Kheiron doğanın içinde yaşayan, doğanın sırrına ermiş bir varlıktır. Sağlığın kaynağı da doğada olduğuna göre Khereon’un açık havada, güneşin altında şifalı sulardan ve otlardan yararlanma yollarını bilmesi de gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Asklepios böylece usta bir hekim olarak yetişir, hekimliği ve cerrahlığın bütün bilgilerini edinir. Daha öteye gider, ölüleri bile diriltmeye varır. Bunun sırrını efsane şöyle açıklar: Tanrıça Athena, Gorgo canavarı öldüğü zaman bedeninden akan kanı toplamış ve Asklepios'a vermiştir. Gorgo'nun sağ tarafındaki damarlarda zehirli, sol tarafındaki damarlarda şifalı kan varmış. Bu şifalı kanla ölüleri diriltmek yoluna gitmiş ve dirilttiği adamlar arasında Kapaneus, Lykurgos, Minos'un oğlu Glavkos ve Theseus'un oğlu Hippolytos da varmış. Zeus doğal düzeni bozan bu hekim tanrının aşırı gücünden kuşku duymaya başlamış, onu cezalandırmak için üstüne bir yıldırım salmış, yakıp yok etmiş, ama Apollon da oğlunun öcünü almış, Zeus'a yıldırımı bağışlayan Kiklop'ları (Kyklop) öldürmüş, sonra da oğlu Asklepios'u gökte burçlar arasına yerleştirmiş. Asklepios'un yok oluşundan sonra hekimlik sanatını kızı Hijye (Hygieia, Yunanca sağlık anlamına gelir) ve oğulları Asklepiades sıkı bir lonca düzeni içinde sürdürmüşlerdir. İlkçağ sonuna dek gelen bu gelenek içinde tüm hekimler bu efsaneye bürünmüş olarak çıkarlar karşımıza. Örneğin Hippokrates'in yaşam öyküsünün ne kadan gerçek, ne kadarı masal bilinmez bugün. Asklepios adına yaptırılan tapınakların bulunduğu yerlerde kurulan sağlık yurtlarının en ünlüleri Peloponnes'teki Epidavros (Epidauros), Hippokrates’in görev yaptığı, Gökova Körfezi'nin ağzındaki Kos Adası (İstanköy) ve Bergama’dır. Asklepios'un sembolleri arasında; yılan, tas, asa, köpek ve horoz görülür. Asklepios heykellerinde sakallı (sikkeler üzerinde sakalsız) elinde yılan sarısı asa, büyük ve sade harmaniye, ayağında büyük sandallar ile görülür. Asklepion'un Tarihçesi Bergama Asklepion'u M.Ö IV. yüzyılda kurulmuştur. Asklepios'un tapımı (kültü) hastaları iyileştiren tanrılığa yükselince M.Ö. IV. yüzyılda Yunanistan'da Epidavros'daki asıl kutsal yeri Bergama’ya getirilmiştir. Bu işi başaran Bergama'lı Aristohminos’un oğlu Arkias’dır. Arkias, Pindasos (Madra Dağı) sırtlarında avlanırken bir tarafı kırılmıştı. Bu zengin adam Epidavros’daki Asklepion’a gitmiş ve orada az zamanda iyi olmuştur. Dönüşünde vatandaşlarına hizmet olsun diye bakım işlerini gören asklepiyatlardan bir kaçını Bergama ya getirmişti. Böylece ilk tapınak Ayvazali yöresinde kutsal çeşme ile onun yanındaki kayalık alanda kurulmuş oluyordu. Başlangıçtan beri bu kutsal bölge adım adım genişletilmiştir. M.Ö. IV. yüzyılda büyük alanda bulunan kaya ve temeller üstünde genişletilmiş olan Asklepion kutsal yol boyundaki anıt-mezarlarda klasik kültür bakımından özel bir durum taşıyordu. MÖ 280 - 133 Bergama Krallağı döneminde akropol ve kent gibi Asklepion da geniş ölçüde kalkınma ve yükselme içine girmişti. Özellikle mermer işçiliğin değerli yapıtları ile süslenmiştir. MÖ 218 de Büyük İskender'in hazinesi yüzünden Suriye kralı III.Antiokhos ordularını, Bergama kralı I. Attalos üzerine göndermişti. Bergama’ya kadar gelebilen bu ordu, akropolü kuşattı ve kenti yakıp yıktı. Asklepion ise çok az zararlı çıkmıştı. MÖ 201 de Makedonya kralı V. Filip, akropolü zaptedemeyince kenti yakıp yıktı ve Asklepion’a da zarar vermişti. MÖ 183-173 yılları arasında Bergama kenti bayındırlık aşamasına geçerken Asklepion da gözden geçirilmiş ve genişletilmiştir. Bu dönemdeki plana göre yer kazanmak için güney eğimli alan destek duvarlarıyla kapatılmış ve bir dehliz oluşturulmuştur. İon düzenindeki mermer tapınak kayalıklar üstünde yükselmiş, tedavi salonları kurulmuştur. Kutsal su için taş çeşme ve havuz yapılmıştır. MÖ 156 da Bergama’ya Bitinya kralı II. Prusias saldırmış, kenti kuşatmasına karşın alamayınca aşağı kenti ve Asklepion'u yağmalamış, tüm heykel ve sanat ürünlerini alıp ülkesine götürürken Asklepios heykelini de unutmamıştır. Bergama kralı III. Attalos zamanında sağlık tanrısı ile kral arasındaki sınıf ayırımı kaldırılmış ve Asklepios'un sağlık yurduna Kral kutsal yeri denmiştir. Kralın heykeli, tanrı heykelinin yanına dikildi ve adlarına kurban kesilmeye başlandı. MÖ 133 yılı Bergama Tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bergama Roma güdümü girerken, Asklepion görevini sürdürüyor olmasına karşın bir çok sarsıntılar geçirecektir. MÖ I. yüzyılın başlarında Pontus kralı Mithridates, Bergama’ya değin bir kurtarma savaşına girmiştir. Bu ordu Bergama’ya geldiği zaman 80.000 Romalının canına girmişti. Bergama'daki Romalılar sığınmak amacıyla Asklepios Kutsal Alanı'na koşmuşlar, fakat tanrının heykellerine sarılırlarken insafsızca katledildiler. Sulla'nın Romalı asi komutanı Fimbria ve arkadaşları Asklepion'a kaçmışlardı. Aristonikos'un adamları tarafından sığındıkları yerde yakalanıp öldürüldüler (MÖ 85). Kuruluşundan beri kutsal yurda verilen sığınma hakkı ilk kez bozuluyordu. Ancak bu hak Anadolu prokonsülü tarafından tekrar kabül olundu. Bu tarihlerde Asklepion gerilemeye yüz tutmuştur. Bunun nedeni de Roma ordularının Anadolu’daki savaşları yüzündendir. 150 yıl kadar basılan paralarda Asklepios'un başı ve yılanlı heykeli görülmemektedir. Bununla birlikte MÖ I. yüzyılın başında olduğu gibi ikinci yansında da Asklepion önem ve özelliğinden bir şey yitirmemişti. Jimnas başkanlığını yürütmesi ve sığınma hakkını sürdürmesi ile bu önem anlalışmaktadır. Asklepion'un Roma imparatorluğu zamanında yeni bir yükselme dönemine girdiği gözlenmektedir. Trayan, Hadriyan ve Karakalla ile bunu simgeleyebiliriz. Antaninus Pius zamanında (MS 138-161), Asklepion iki kat bir genişleme gösterir. Bu genişleme sırasında koridor, havuz ve tedavi bölümleri kazandırılmıştır. II. yüzyıl ortasında söylevci Aristides (Aristid) Bergama’ya gelmiş, bir çok hastalıkları için Asklepion’da tedavi olmak istemiş ve 4-5 yıl içinde tam sağlığına kavuşan Aristides: "Tüm sağlığımı, Asklepios sana borçluyum, sana gizemsi bir aşkla bağlıyım" demektedir. Aslında Asklepion hakkındaki bilgilerimizin çoğu bu bilge kişinin yazdıklarına dayanır. Asklepion’un bu son parlak dönemi de çok uzun sürmedi. İmparator Decius zamanında (249-251) üç hristiyanın Asklepion'un yakınındaki tiyatroda parçalanması, Bergama’da derin yankılar uyandırmıştır. Yeni dine karşı gösterilen bu şiddet, inanç ve duygular üzerinde büyük tepki gösterecektir kuşkusuz. Hemen bunun arkasından gelen İmparator I. Valerius (253-260) zamanındaki büyük deprem kenti ve Asklepion’u büyük ölçüde yıkıma uğrattı. Yeni dinin baskısı ve depremlerin doğal yıkımı Asklepion'u bir daha ayağa kalkmamak üzere yere sermişti. Bu imparatorun ilk günlerinde basılan paralarda görülen Asklepios görüntüleri de son simgeler olarak kalmaktadır. Hristiyanlık Bergama'da kök salmakta geçikmedi ve izleri Asklepion'da da bıraktı. Asklepios tapınağının bu dönemde kilise olarak kullanıldığı, ortasında duran mermer kürsü altlıktan ve anıtsal kapı (propilon, propylon) yanında bulunan vaftiz yerinden anlaşılmaktadır. Küçük koridorun tapınağa bitişik yerindeki odacıklar, güney koridorun mahzenindeki sıva üstündeki haç ve havuz ile su deposu yapılan bodrumdaki sıvalar hep Bizans dönemi kalıntılarıdır. Asklepion tapınağının içindeki kilise kürsüsü yanında bulunan bir mezardan çıkan kemikler arasındaki paradan, mezarın XV. yüzyıldan kalma olduğu saptanmaktadır. Ölümün yasaklandığı Asklepion artık mezar gibi kullanılmaktadır. XIV. yüzyılda Bergama, Osmanlı Türklerinin eline geçtiği zaman Asklepion tepeden inen sellerin yığdığı kalın bir toprak tabakasıyla örtülmüştü. Kutsal Yol (Via tecta) Viran Kapı’dan başlayıp Asklepion’u Bergama’ya bağlayan yol.. Kazılarla önemli bir kısmı açığa çıkarılan kutsal yol, anıtsal kapının önündeki avluya eğik bir şekilde kavuşur. Anıtsal Kapı (Propilon, Propylon) Kutsal alana, kutsal yol üzerinden girişlerin yapıldığı ana kapı. Kütüphane Kütüphane resme buradan bakınca sütunlu yolun sonunda. Sadece bir duvarı ayakta. Anıtsal kapıdan geçtikten sonra hemen sağda, yani kuzeyde, kütüphane yer alır. Kütüphane, duvarlarında nişler bulunan kare biçimli tek bir odadan ibarettir. Doğu kenardaki orta nişi, bilimsel çalışmaları koruması nedeniyle kütüphanenin adandığı İmparator Hadriyan'ın (Hadrianus) heykeli süsler. Hadriyan ayrıca Asklepion'un bütününde yapılan yeniliklerden ve onun Yunan dünyasındaki en ünlü tapınaklar arasına yükselmesinden de sorumludur. Okuma için gerekli ışık, nişlerin üzerindeki bir sıra pencere ile sağlanmıştır. Kütüphane bir tıp kitaplığı sayılmamalıdır; tersine hastaların hizmetine sunulmuş klasik yapıtları kapsayan bir koleksiyondur. Hadriyan heykeli ve belki yapının tümü Flavia Melitine adlı bir kadın tarafından adanmıştır. Uyku Odaları, Şifalı Kaynak ve Kuyular Uyku odalarına giden geçit. Yukarıdaki deliklerden hastalara telkin yoluyla iyileşecekleri söyleniyordu. Ayrıca duvar kenarından akan su da hastaların rahatlamasını sağlıyordu. Kutsal alan ve kültün odak noktası Kutsal Kuyu idi. Kuyu basit bir yapının içine alınmış, künkler aracılığıyla bir pınardan beslenmesi sağlanmıştı. Su, hastaların içine girmesi için değildi; çeşitli kaplarla çekilerek yıkanma ve özellikle içme suyu olarak kullanılıyordu. Aristides kutsal suyun yararlarını coşkuyla anlatır, hatta yazılarından birini, yalnızca bu su için düzdüğü övgülere ayırmıştır. Dediğine göre kuyu her zaman dolu ve su, yazın serin, kışın ılıkmış. Göz hastalıkları çekenler, bu suyla banyo yaparak göğüs hastalıkları, astım ve ayak sorunlarından yakınanlar, suyu içerek şifaya kavuşuyormuş. Bir keresinde, dilsiz birisi suyu içince, konuşmaya başlamış. Pergamon'daki suyun kutsallığı, başka yerlerdeki kutsal nitelikli sular gibi - örneğin, Delos'taki gibi - kimsenin dokunmasına izin verilmemesinden kaynaklanmıyordu. Pergamon Asklepion'undaki su kutsaldı, çünkü kullanan herkese tanrının yardımıyla yararlar veriyordu. Uyku odalarının içi Kutsal alanda, ayrıca iki çeşme vardır. Her ikisi de hastaların sağaltımında rol oynayan bu çeşmelerden birisi, tiyatronun yakınındadır. Üstü açıktır, mermer bir tekne ile donatılmış ve olasılıkla soğuk banyo önerilen hastalarca kullanılmıştır. Obürü batı tarafın ortasına rastlar. Tekne kayaya oyulmuştur. Üzerinin bir çatı ile örtüldüğü anlaşılır. Kış mevsiminde ve yağışlı havalarda çevresinde yoğun biçimde çamur birikir. Asklepion'u kazanlar, hastaların buradaki birikinti ile çamur banyosu yaptıklarını, sonra da teknede yıkandıklarını ileri sürmüşlerdir. Eğer tekne bir tek bu amaca yaramış ise çamur banyosu sık uygulanmış bir tedavi yöntemi olmalıdır, çünkü tekneye inen basamaklar bir hayli aşınmıştır. Kutsal Kuyu'nun hemen güneybatısında uyku odaları yer alır. Yalnızca temelleri korunan odaların ayrıntılı biçimde tümlenmesi olanaksızdır. Uyutulma işlemi kesin dinsel kurallar uyarınca gerçekleştiriliyordu. Kurallardan bazılarını çok hasar görmüş bir yazıttan öğreniyoruz: Hasta, uyku odasına girmeden önce yıkanıp beyaz giysiler giymeli, kuşak ya da yüzüğünü çıkarmalı ve kurban sunmalıdır. Bergama'da kurbanın zeytin dallarıyla süslü, beyaz bir koyun olduğu anlaşılır; Aristophanes'ten (Klasik Dönem oyun yazarı) öğrendiğimize göre, Atina'da ise Asklepios'a adak çörekleri sunulmuştur. Asklepion’da Sağaltım Yöntemleri Roma İmparatorluk Dönemi'nde Bergama Asklepion'u önemi bakımından Epidavros'takinden sonra ikinci sırayı alıyordu. Asklepion’daki sağaltım yöntemleri hakkındaki bilgilerimizn çoğunu ünlü söylev ustası ve kronik bir hasta olan Aelius Aristides öğreniyoruz. Buranın sürekli ziyaretçilerinden Aristides bazı yazılarında doğrudan Asklepion'u ele almış, Asklepios'un uyguladığı olağanüstü tedavi biçimlerini anlatırken, Asklepion'a ilişkin değerli bilgiler vermiştir. Gerek Bergama'da, gerekse diğer Asklepionlarda gerçekleştirilen sağaltım, doğaüstü ve kılgılı yöntemleri garip bir biçimde kaynaştırmıştı. Sağaltımın en önemli özelliği, hastanın uyutulmasıydı: Hasta kutsal alan sınırları içinde uyutuluyordu. Uyandığında ya iyileşmiş ya da o kadar şanslı değilse, rahiplere anlatacağı bir düş görmüş oluyordu. Bu düşe göre rahipler, daha dünyevi tedavi yolları öğütlüyorlardı. Rüya çok kesin değilse - Aristides'in rüyaları genellikle kesindi - rahiplerce yorumlanması gerekirdi. Rahipler, böylece hekimlerin işlevini gerçekleştiriyorlardı. Fakat herhangi bir dinsel görevleri olmayan hekimler de tedavi biçiminin belirlenmesinde çoğu kez rahiplere yardım ederlerdi. Hippokrates'ten sonra antik çağın en ünlü hekimi sayılan Galenos, Bergama'da doğmuş ve Asklepion'da çalışmıştı. İlk tıbbi deneyimlerini, belki yakındaki amftiyatroda gösteriler yapan ve başkalarına oranla üzerinde çalışılacak daha çok insan malzemesi sağlayan, bir gladyatör topluluğunun hekimi olarak kazandı. Antik çağdaki sınırlı tıp bilgisi göz önüne alınırsa, uygulanan tedavinin genelde çok akıllıca yürütüldüğü ve mesleğin yüzünü ağarttığı anlaşılmaktadır. Üç temel öğe: perhiz, sıcak ve soğuk banyo ile beden hareketleridir. Sindirim bozukluğu şikâyetiyle Epidavros Asklepios Tapınağı'na başvuran bir Milaslının (Milasa, Mylasa) durumu örnek alınabilir. Hastaya ekmek, peynir, maydanoz, marul ve ballı sütten oluşan bir perhiz verilmiş, çıplak ayakla dolaşması, her gün koşması, çamur banyosu yapması ve belki tuhaf, ama sıcak bir banyo almadan önce vücudunu şarap ile ovması öğütlenmiştir. Tedavi başarılı sonuç vermiş ve hastanın şükranını dile getiren bir yazıt, bunun kanıtı olarak günümüze ulaşmıştır. Çamur banyosundan, Bergama'da da yararlanılıyordu. Aristides, tanrının buyruğu üzerine, soğuk bir kış gecesinde nasıl çamur banyosu yapıp tapınakların çevresinde üç kez koştuğunu ve nihayet kutsal çeşmede üstündeki çamurları temizlediğini çok canlı bir anlatım ile aktarır. Yazarın sözlerine bakılırsa, hava o kadar soğukmuş ki, hiçbir giysi insanı koruyamıyormuş; yazara eşlik etmeye gönüllü olan iki dostundan biri hemen geri dönmüş, öbürü de spazm geçirmiş ve gevşetilmesi için hamama götürülmesi gerekmiş. Üzerinde uygulanan tedaviler eğer gerçekten doğru ise Aristides'in bünyesi, sürekli hastalıklarına rağmen, anlaşılan çok güçlüydü. Bir keresinde de kırk gün süren dondan sonra Asklepios, yazara yataktan kalkmasını ve yalnızca keten bir gömlek giyip, dışarıdaki çeşmede yıkanmasını öğütlemiş. Her yer donmuş olduğundan, su bulmak çok güçmüş. Su musluktan akar akmaz donuyormuş. Yine de Aristides tanrının buyruğuna boyun eğmiş ve soğuğu herkesten az hissetmiş. Bir başka kez, kış ortasında yazar İzmir’deyken (Simirna, Smyrna) düşünde Asklepios görünmüş. Tanrı ona aşağıya inerek kentin dışındaki ırmakta yıkanmasını söylemiş. Soğuk o denli şiddetliymiş ki, ırmak kıyısındaki çakıllar katı bir yığın oluşturacak biçimde donmuşmuş. Aristides her şeye rağmen suyun en derin yerine atlayıp bir süre yüzmüş ve dışarıya çıkınca, gün boyu süren ılık bir zindelik hissetmiş. Olayın şaşkına dönen tanıkları ister istemez haykırmışlar: "Yücedir Asklepios." Aristides, sağaltımda tutulan yöntemlerin bu aykırı niteliğine, kendisi de şaşıyordu. Fakat yazar, artık Bergama'da epeyce tanınmış birisiydi; kuşkusuz rahipler onun bünyesinin nelere dayanabileceğini de hastalıklarının ne denli önemli bir bölümünün hayal ürünü olduğunu da kendisinden daha iyi değerlendiriyorlardı. Baldıran suyu ya da kireç katılmış su içmek ve pekliğe karşı uzun süre oruç tutmak, Aristides'e aykırı gözüken tedavi yöntemleriydi. Foçalı (Phokaia) bilge Hermokrates de bir öyküye konu olmuştur. Bir gün Hermokrates, imparatorun huzurunda bir okuma yapmış. İmparator Hermokrates'ten o denli hoşnut kalmış ki ona dilediği bir ödülü seçmesini söylemiş. Hermokrates, Bergama Asklepios'unun buyruğu üzerine, günlük ile tütsülenmiş keklik perhizi yaptığını, fakat ülkesinde günlük bulmanın bir hayli güç olduğunu, bu yüzden imparatordan çok miktarda günlük istediğini belirtmiş. Aristides, Asklepios'un bir boksöre rüyasında görünerek, zorlu bir rakibe karşı kullanabileceği oyunları öğrettiğini de anlatır. Asklepios'a bağlanan sağaltımların çoğu mucizevidir. İ.Ö.4. yüzyılda Epidavros Kutsal Alanı'na, burada gerçekleştirilen çeşitli sağaltmaları belgeleyen mermer steller dikilmiş ve bunlardan bazıları günümüze ulaşmıştır. Bunlardan birinde, bir kadının beş yıllık bir gebeliğin ardından, kutsal alanda uyuduğu ve sabah uyanır uyanmaz beş yaşında bir erkek çocuk doğurduğu yazılıdır. Bir diğeri, Epidavros'a çocuk sahibi olma umuduyla gelmiş ve hayal gördüğü bir sırada, kendisine dileğini soran Asklepios'a, gebe kalmak istediğini söylemiştir. Başka bir isteği olup olmadığı sorulunca, dünyada başkaca bir isteği olmadığı yanıtını vermiştir. Kadın gebe kalır, ama gebeliği üç yıl sürer. Bunun üzerine kurtuluş için, yeniden tanrıya başvurur. Ona verilen karşılık, özellikle sorulmasına karşın, gebe kalmaktan başka bir dilek belirtmediği yolundadır. Yanlış dile getirilen dilek teması, antik çağda sık sık yinelenir; tıpkı Midas ve her şeyi altına dönüştüren dokunuşu ya da sonsuz yaşamı elde eden fakat sonsuz gençlikten yoksun kalan Tithonos ile ilgili efsanelerdeki gibi. Her ne ise, Epidavros'taki belki en mutlu olay Pandaros adlı birinin başından geçer. Anlaşıldığına göre, bir zamanlar köle olduğundan, Pandaros'un alnında dövme ile yapılmış işaretler vardır ve bunlardan kurtulmak amacıyla Asklepios’a gelmiştir. Tanrı geceleyin onun alnına bir çatkı bağlamış ve sabahleyin çatkıyı çıkarıp, tapınağa adamasını söylemiştir. Ertesi sabah çatkı çözülünce, işaretlerin çatkıya geçmiş olduğu görülmüştür. Kısa bir süre sonra, Pandaros'un Ekhedoros adlı ve yine dövmeli bir arkadaşı aynı amaçla tanrıyı ziyaret eder. Yanında, minnettar Pandaros'un kendi adına tanrıya adanması talimatıyla verdiğri bir miktar para da vardır. Ekhedoros onursuzca davranıp, bu görevi yerine getirmez. Üstelik tanrı geceleyin kendisine görünerek, Pandaros'un para gönderip göndermediğini sorunca, bunu inkâr da eder. Bir tek, dövmelerin temizlenmesine ilişkin dileğini belirtir. Asklepios, Pandaros'un tapınağa adadığı çatkıyı, bu kez Ekhedoros'un başına bağlar ve sabah çıkarttıktan sonra kutsal havuzda yansısına bakmasını buyurur. Ekhedoros tanrının söylediği gibi yapar. Sabah görür ki, çatkı temiz kalmıştır, ama alnındaki dövmelere şimdi Pandaros'unkiler de eklenmiştir. Bu belgeler rahipler tarafından derlenip yayımlanmıştır, dolayısıyla şifaya kavuşmuş hastaların adak yazıtları kadar gerçekçi değildir. Yine de bunları uydurma sayacak kişi dikkatli olmak zorundadır. Epidavros'a gelen, elinden sakat birisi böyle bir gaflette bulunmuştur. Bir yandan kutsal alanda yürüdükçe, bir yandan da yazıtları okuyup homurdanmış, hiçbirine olanak bulunmadığını söylemiştir. Asklepios onu inandırmak için, sakat elini şifaya kavuşturmuş, fakat lanetini de eksik etmemiştir. Adam artık hep "Kuşkucu" adıyla anılacaktır. Bu vaka da bir sonraki stele yazılarak, belgeler arasındaki yerini almıştır. İşte Asklepios kültü böyle bir görünüm çiziyordu; yarı batıl, yarı bilimsel. Ama sonuca, ister kendi kendine telkin veya inanç yoluyla, isterse tıbbi tedaviyle, nasıl ulaşılırsa ulaşılsın, kültün büyük ölçüde revaç bulduğu kesindi. Bunun nedenlerinden biri, tanrı ile yakın kişisel ilişkiye girilmesiydi. Asklepion yalnızca bir sağlık kurumu değildi; bir hastaneye ise hiç mi hiç benzemiyordu. Asklepion kamusal ve dinsel bir kutsal alandı; sağlıklı veya sağlıksız, yurttaş veya yabancı, herkese açıktı. Tanrı tarafından öğütlenen, ama vakurluğuna yakışmayan bazı tedavilerin izleyiciler önünde uygulandığını ve onlara eğlence kaynağı olduğunu, bize birçok kez anlatır Aristides. Doğal olarak, hastaların hepsi bir gecede ya da birkaç günde şifa bulmuyordu, çoğunlukla uzun süreli ziyaretler gerekiyordu. Olağan süre bir yıldı. Bu süre içinde hastaların nerede kaldıkları bilinmemektedir. Ciddi hastalıklar sağaltım yerinde kalınmasını zorunlu kılar, ancak kazılar kesinkes bu amaç için tasarlanmış herhangi bir yapıyı ortaya çıkarmamıştır. Hareket ettirilemeyen hastaların belki uyku odasında kalmasına izin veriliyordu. Öte yandan, rahatsızlıkları o denli ciddi olmayanları can sıkıntısından kurtarmak amacıyla, birtakım çözümler düşünülmüştü. Kutsal alanda hem bir tiyatro, hem de bir kütüphane vardı. Gerçek şu ki, can sıkıntısı burada bir sorun olamazdı. Kutsal alan her gün hastalar ve ziyaretçilerle biraz daha kalabalıklaşıyordu. Bilginleri, Galenos ve diğerleri gibi hekimleri, her biri ardında bir dinleyici topluluğuyla bir aşağı bir yukarı yürürken ya da iyiliksever bir rahibi bir topluluk ile rahatça kaynaşırken ya da hastaları kendi aralarında sohbet ederken gözümüzün önünde canlandırmamız hiç güç değildir. Köleci bir toplumda boş zaman çoktu ve Yunanlılar bunu nasıl değerlendireceklerini iyi biliyorlardı; hiçbir Yunanlı, yanında tartışacak biri bulunduğu sürece, sıkılmazdı.
-
İzmir ve çevresi
Heroon Özellikle Attalos I ve Eumenes II gibi önemli krallara gösterilen saygı ve onların tanrılara yaklaştığı inancı ile yapılan krallar kültünün kutsal yapısı üst esas kalenin kapısı önünde sütunlu bir avlu etrafında büyük bir yapı halinde inşa edilmiştir. Asıl kült odası kültle ilgili yemek törenlerinde toplantı odası olabileceği düşünülen geniş bir galerinin arkasındadır. Son şeklini Roma İmparatorluk Çağı'nda alan kare şeklindeki kült odasının arka duvarına bir podyum yerleştirilmiştir. Sütunlarla bezeli kule şeklindeki üst yapısı üst kat görünümündedir. İçinde mezar bulunamayan Heroon'un batıdaki yoldan iki girişi vardır ve iç avluya uzun koridorlardan ulaşılır. Çevredeki evler gibi Heroon'un da kendine özel sarnıcı vardır. Heroon'un altında krallar kültüne hizmet ettiği düşünülen daha basit Hellenistik bir yapı bulunmuştur. Kral Sarayları Hellenistik Çağ Bergama krallarının oturdukları saraylar ve bunlara bağlı yapılar kalenin doğu duvarı boyunca sıralanmıştır. Üst yapısı gösterişli olmayan sarayların planları peristyl'li ev tipindedir (Odalar sütunlu bir avlu çevresindedir.). Yazılı bir belge ele geçmemiş, genel buluntulara göre bu yapılar kral adları ile ilişkilendirilmiştir. En kuzeydeki sülalenin kurucusu olan Philetairos'un(M.Ö.281-263) yapı grubu daha sonra kalede görevli askerler için kışla olarak değiştirilmiştir. Diğer yapı grupları kuzeyden güneye doğru Attalos I (241-197), Eumenes II (197-159) ve Attalos II (159-138) adlı krallara ait olarak tanımlanır. Bunlardan en güneydeki en büyük sarayın yapımında Zeus Sunağı'nın taşları yapıtaşları olarak yeniden kullanılmıştır. (M.Ö.160) Bu sarayın kuzeydoğu köşesinde mozaik döşemeli bir sunak bölümü vardır. Kuzeybatıdaki odada sanatçı Hephaistion'un imzasını taşıyan değerli bir mozaik daha bulunmuştur. Saraylara ait iki sarnıçtan en büyük yapıya ait olanı kale yolu üzerinde görülür. Bu sarayın gösterişli bir girişi vardır. Kale kapısının arkasındaki meydandan açık bir merdiven ile buraya gelinir. Aynı meydandan, Athena Kutsal Alanı'nın girişinin karşısında, kalenin güneydoğu köşesindeki yapı grubuna geçilebilirdi. Arsenal M.Ö. III ve II. yüzyıllarda, özellikle korunmuş, Bergama Kalesi'nin en dıştaki alanda kuzey güney doğrultusunda uzanan beş magazin yapısı kurulmuştur. Burada bulunan ve bugün aşağı agorada korunan 13 farklı çapta 900 gülle mancınık biçiminde sapanlar ile atılırdı. Eski çağda da gülleler magazinler dışında depolanır, magazinlerde özellikle çabuk bozulan erzak ve tahıl saklanırdı. Üzerindeki ağırlığı taşıyabilmek için ızgara biçiminde birbirine yakın duvarlar halinde inşa edilen temellerde etkin havalandırma için yarıklar bulunuyordu. Çatıları kiremitle örtülü büyük ahşap galerilerden oluşan asıl magazinlerde yiyecek dışında kalede kalan savaş araçları da saklanırdı. Daha sonra Roma Legionlarında görülen bu büyük yapılar antik çağda görülen en eski silah ve erzak depolarındandır. Arsenalin güneydoğusundaki kral birliklerinin büyük kışlasının 32 taş sırasına kadar ayakta kalabilmiş kuzeydoğu duvarı Hellenistik Çağ tahkimatının en iyi durumda kalmış parçasıdır. Su yolları II.yy Roma İmparatorluk çağı'na ait olduğu düşünülen su yolları Arsenal alanının kuzey ucundan görülebilir. M.Ö. II.yy'da yapılan krallık zamanı su yolları 50-75cm uzunluğundaki 240 bin kadar toprak künkten oluşur. Kuzeyde Madra Dağı'ndan yaklaşık 45km aşarak üç yol halinde gelen su yolları Bergama'daki kale tepesinin karşısındaki bir tepe üzerindeki su haznesine uzanır. Buradan da toprak altına döşenmiş büyük taşlardaki deliklerden geçirilen yüksek basınçlı su yolu kurşun borularla üç vadi ve iki alçak tepeyi aşarak kuzey taraflarından Bergama Kalesi'ne ulaşır. Sarayın sarnıçlarına, evlere ve şehrin çeşmelerine merkezi bir su deposundan toprak künkler aracılığı ile su verildiği düşünülmektedir. Bergama'nın Roma Çağı'nda artan nüfusunun ve büyük yeni hamam kuruluşlarının su gereksinimi Kozak Dağları ve Soma'dan (yaklaşık 80km uzaklıkta ) gelen su yolları ve kısmen su kemerleri ile karşılanıyordu. Traian Tapınağı 1883-85 yıllarında yapılan kazılarda akropolde mermer yığını halinde bulunan yapının bir deprem yüzünden yıkılmış olduğu düşünülmektedir. Athena tapınağından 9m yüksekte olan bina, bağımsız olarak Akropolün en yüksek yerinde ve uzaklardan görülebilecek bir düzlem üzerine inşa edilmiştir. Bu 84x58m boyutlarındaki düzlemin Athena kutsal alanı ile ilişkisi olduğu ve doğu yönündeki kapı merdivenden de kütüphaneye geçildiği anlaşılmaktadır. Bölge çok eğimli bir arazide bulunduğundan büyük bir binayı oturmak için zemin kat olarak son derece ustaca ve oldukça sağlam yan yana beş kemer oluşturulmuştur. Merdivenle iki metre yükseltilen binanın uzunluğu 27, genişliği 20m dir. Güneye bakan tapınağın cephesinde 6, yanlarında 9 sütun bulunuyordu. Çapı 1,10m olan sütunların yüksekliği 9,80m dir. Sütunların büyük Korinth başlıkları, altlıklarında olduğu gibi usta bir sanat anlayışıyla işlenmiş zengin süsleri taşımaktadır. Arşitravlar üzerinde altın kaplamalı tunç yazılar bulunuyordu. Friz, konsollar arasında kanatlı yılanlı ve bukleleri serbest işlenmiş Medusa başları ile süslenmişti. Ortada ve tepede bulunan akroterler, bir küre içinde bulunan zafer tanrıçası (Nike) ile yaprak ve filizlerden yapılmış taçlardan oluşmuştur. Binanın geniş alanı, üç taraftan sütunlarla çevrilmiştir. Sütunlar arasında alana bakan korkuluklar bulunuyordu. Alanın kuzey bölümünde biri köşeli, diğeri yuvarlak iki bank bulunmuştur. Bu bankların bilginlerin toplanması ve sanat yapıtlarının sergilenmesi için yapıldığı ileri sürülmektedir. Bunlardan yuvarlak olanı Berlin'deki Pergamon Müzesi için alınmıştır. Bankların yanında bulunan bir yazıttaki "Kral Attalos'un oğlu Attalos" dizesinden burasının kralın oğlu Prens Attalos tarafından yaptırılmış olduğu anlaşılmaktadır. Tapınak binasında bulunan eserler binanın Hadrianus zamanında Zeus Philius ve Traianus için kurulmuş olduğunu göstermiştir. Bir yazıta göre Bergama kenti Jupiter Amicalis (Zeus Philios) ve Traianus onuruna büyük piyesler oynatma yetkisine sahipti. Tapınak kazısında Traianus için iki, karısı Plotina için bir, Hadrianus için üç, Antoninus Pius için iki, Caracalla için bir yazıt bulunmuştur. Traianus ve Hadrianus'a ait birer büyük heykel başı da çıkmıştır. Tapınaktaki Hadrianus heykeli de önemli bir sanat eseri kabul edilmekte ve Traianus'un bu güçte idealize edilmiş başka bir portresinin bulunmadığı kabul edilmektedir. Athena Kutsal Alanı Akropolde yapılan kazılarda (1880-1881) ortaya çıkarılan Athena kutsal alanı, Zeus Sunağının 24 m üstündeki taraçada kurulmuştur. 324 yükseltili olan bu taraça birinci sur çevresinin içindedir. Burada Bergama'nın mitolojik döneminden beri kültü kabul edilen Athena Polias için kurulan en eski baş tapınak bulunuyordu. Athena,sanat ve bilim koruyucusu olduğu gibi,kentin de kollayıcısı ve zafer müjdeleyicisi idi. Bizans döneminde (VI. yüzyılda) bu alanda inşa edilen kilise yüzünden tapınak,temellerine kadar sökülmüş olarak ortaya çıkarıldığı halde, Dr. R. Bohn inançlı bir çalışma ile burasının rekonstrüksiyonunu yapmayı başarmıştır. Tapınağın kuzeyini kaplayan, doğuya doğru devam eden bir kilisenin mermer döşemesi kazıda bulunmuştur. Kilisenin çevresindeki büyük kısmı kayalara oyulan mezarlar, eskizleri silmiştir. Tapınağın malzemesi ile yapılmış olan Bizans kilisesinin duvarları yıkılınca içinden birçok antik kalıntı çıkarılmıştır. Bunlardan yazıtlı bir sutün parçasında, "Bunu Artemo'nun oğlu senin için dikti. Ey Triton'dan doğan tanrıça" cümlesine göre kalenin en eski kutsal bölgesi olan buranın Athena Poliyas'a atanmış olduğu anlaşılmıştır. Tapınağa kentten ve uzaklardan egemen bir görüş sağlamak için cephesi,klasik dönem Hellen tapınaklarında olduğu gibi doğuya değil güneye bakıyordu. Yüksekliği 0.24 m iki basamakla çıkılan tapınağın genişliği 13 m,uzunluğu 22.50 m dir. Cephesinde 6, yanlarında 10 sütun bulunuyordu. Çapı 0.75-0.6 m arasında olan beş parçalı sütunların yükseklikleri 5.25 m dir. Sütunlar üzerinde yükseklikleri 0.295 m başlık, 0,48 m arşitrav , 0,208 m olan gayzon bulunuyordu. Yapılan incelemeler, bu tapınağın peripteral yani çevresi sütunlu olduğunu ve ortasındaki bir bölme ile ikiye ayrıldığını belli etmiştir. Aynı zamanda tapınağın bir sunağı olduğunu da güneyindeki izler göstermiştir. Hellenistik dönemin dorik mimari biçimine uygun trahit taşından yapılan tapınağın ölçü düzeninin Philetairos ayağına (0,35 m) göre olması da dikkat çekicidir. Örneğin üst basamaktaki cephe uzunluğu 12,25 m 35 ayağa ,sütun yükseklikleri ise 5,25 m 15 ayağa uymaktadır. Tapınağın bulunduğu alanın kutsal yöreyi oluşturan uzunluğu güneyde 90 kuzeyde ise 74 m dir. Genişliği de 70 m yi bulmaktadır. Alanın doğal durumu kuzeydoğudan güneye doğru eğimli bir kayalıktan oluşur. Kayaların yontulması ve alçak yerlerin doldurulması ile düzlük elde edilmiştir. Alanın güneydoğu köşesindeki kale kapısı yakınından kapı girişinde geniş mermerle kaldırımlanmış bir ön avluya giriliyordu. Buradan doğruca kral saraylarına ve soldan Athena Tapınağına gidiliyordu. Tapınağa giden girişte gösterişli bir propyelaia bulunuyordu. Kapının önünde ortada bir çift sütunla iki antre ve en önde dört ion sütunlu tapınağa benzer bir cephe vardı. Bu cephe öküz başları arasında bulunan çelenk,kartal ve baykuşlarla zengin bir biçimde süslenmişti. Bu kapıdan,güneyden kuzeye uzanan doğuda iki katlı porticusa giriliyordu. Burasının uzunluğu 40, genişliği 5,47 m dir. Alt katta bulunan 17 oluksuz düz sütun dorik biçimindedir. Kuzeydeki porticusun uzunluğu ise 65 m dir. Alt katında bulunan 26 sütunun biçimi diğerinin aynıdır. Yalnız burasının genişliği ötekinin iki katıdır. Bu yüzden ikinci katın ahşap döşemesini tutmak için 13 sütun eklenmiştir. Porticusun ikinci katı ion düzenindedir. Kullanılan ion sütunları üzerinde dorik lento Bergamalı mimarların zekice buldukları bir yenilikti. Porticuslar II. Attalos tarafından inşa edilmiştir. Porticusların ikinci katının ion sütunlarının arasındaki korkulukların alana bakan yüzlerinde düşmandan alınan trophe'ler rölyef halinde gösterilmişti. 0.87m yüksekliğindeki bu kabartmalar, antik savaşlarda kullanılan silah ve eşyanın zengin örneklerini taşıyordu. Tanrıçaya adanmış anıtlar alanı dolduruyordu. Büyük Athena heykelini Kral Attalos buraya diktirmişti. Epigonos tarafından yapılan ve Galatlara karşı kazanılan zaferin anası olan anıt, bir çok anıt arasında yükseliyordu. I. Attalos'un kardeşleri Eumenes, Attalos ve anneleri Apollonis ile Athena Polias rahiplerinin heykelleri ve adaklarının burada bulunduğu kaidelerinden anlaşılmaktadır. Alanın ortasında çapı 3.13m olan yuvarlak bir altlık üzerine imparator Augustus için bronz bir anıt dikilmiştir. Yine burada 12 küçük bronz heykel taşıyan üç basamak vardı. Ondan sonra gelen imparatorlar için de anıtlar dikilmiştir. Hadrianus için de yuvarlak altlıklı bir anıt olduğu anlaşılmıştır. Bunların dışında tapınak ve porticusların duvarları boyunca yazıtları bulunan birçok taş levha vardı. Bunlarda, diğer kentlerle yapılan antlaşmalar, kral ve imparatorların buyrukları kült hakkında kararlar gibi birçok belge bulunuyordu. Alanın ortasında bulunan sarnıç kilise yapıldığında genişletilmiştir. 19102da onarılan sarnıcın içi 1930'da boşaltılmış ve sıvanmıştır. Bergama Kütüphanesi Kütüphaneden arta kalan... Bergama kütüphanesinin yeri 1880 yılında akropolde yapılan kazılarda Carl Humann ve Prof. Conze tarafından ortaya çıkarılmıştır. Böylece Attalos I tarafından yaptırılan ve M.Ö. 2.yüzyılın başlarında ünlenen kütüphanenin, Athena Tapınağının kuzey koridoru arkasındaki durumu anlaşılmış ve planları çizilmiştir. Koridorun alt karından geçilebilen batı kısmındaki 12x9m boyutlarında büyük odadan daha küçük odalar yapılmıştır. Bunlar arasında üç sütunlu küçük dar bir salon, onun arkasında da üç oda bulunmaktadır. Doğu tarafındaki orta büyüklükteki odaya koridorun ikinci katından geçilmektedir. Kapılar yerine perdelerle birbirinden ayrılmış dört salondan oluşan odada mermer pervazların kalıntıları bulunmuştur. Daha doğudaki en büyük oda 16x13m boyutlarındadır. Koridordan kütüphaneye açılan geçitlerin en büyüğünün burada olduğu kabul edilmektedir. Taştan altlıklı duvarlardaki bir sıra çivi deliklerine Conze'ye göre altlık üzerine konulan kitap dolaplarını saplamak için yapılan madenden yapılmış çengeller asılıydı. Kitaplar, güney ve batının nemli havasından korunmak için kuzey ve doğuya konulmuş ve kitap raflarıyla duvarlar arasında yarım metrelik bir boşluk bırakılmış olduğu anlaşılmıştır. Kuzey duvarının ortasında bulunan büyük kaidenin üzerinde Bergama'nın ve krallığın koruyucusu olan Athena'nın büyük bir heykeli bulunuyordu. Parthenos'taki altın-fildişi heykelinin Hellenistik anlamda bir kopyası olan heykelin etrafında çok güzel bir kadın heykeli ile bir kadın başı da bulunmuştur. Kütüphanede ayrıca destan ozanı Homeros'un, Helen dünyasının en büyük kadın lirik ozanı Lesbos'lu Sapho'nun büstleri,parşomenci Krates ve İrodikos, Halikarnassos'lu tarihçi Herodotos, Miletos'lu lirik müzisyen Timotheos, daha ileride tarih yazarları Meleagros'un oğlu Balakros, Philotas'ın oğlu Apollonios gibi bilginlerin heykel ve büstleri bulunuyordu. Bergama ve İskenderiye arasındaki rekabet yüzünden Mısır kralı papirüs dışsatımını yasaklayınca Bergama'da papirüs yerine geçebilecek herhangi bir maddeyi getirene büyük ödüller verileceği duyuruldu. Çok geçmeden, Sardes'li sanatçı Krates, krala keçi derisinden özel bir biçimde hazırlanmış bir örnek getirdi. İstenilen kullanışa elverişliliği görülen bu kağıtlara Bergama kağıdı (Pergaminae Chartae) adı verildi ve daha sonra bilim dünyasının yolunu ışıtacak olan parşömen adını aldı. Bergama kütüphanesi edebiyat ve sanat hakkında parşömenlere yazılmış 200 bin tomar kitapla doldu. Bergama, İskenderiye karşısında bilim ve sanat bakımından erişmek istediği varlığı sağlamış oldu. Bergama, M.Ö. 133'de Roma egemenliğine geçtiğinde Romalı bilginler Hellen kültürünü incelemek için aradıkları eşsiz eserleri Bergama kütüphanesinde buldular. Sezar'ın ölümünden sonra Roma'da başlayan iç savaş sırasında Bergama da ünlü kütüphanesini yitirdi. Antonius tarafından Tarsus'ta Mısır Kraliçesi Kleopatra'ya armağan edilen Bergama Kütüphanesi, M.Ö. 47 yıllarında bir savaş sırasında yanan İskenderiye Kütüphanesinin boşluğunu dolduracaktı. Tiyatro ve Tiyatro Terası Özellikle kaledeki tiyatronun yerleştirildiği dik eğimli arazi, mimarları özgün ve oraya has çözüm yolları bulma zorunluluğu altında bırakmıştır. Tiyatro Akropolis’in dik batı yamacında kurulmuştur.Giriş aşağıdan, önde yer alan büyük “Tiyatro Terası”ndadır. Tiyatro iki yatay yol (diazoma) ile üç bölüme ayrılmıştır.Alt yoldaki mermer şeref locası dışında bütün oturma sıraları andesittendir.10.000 kişiye ulaşan seyircilerin içerde dağılması ayrıca kama biçiminde yerleştirilmiş merdivenlerle de sağlanır.Tiyatronun sahnesi Hellenistik Çağ’da yalnız tören oyunları zamanında, tiyatro terasında kuvvetli ahşap hatıllar üzerine kurulurdu.Oyunların oynandığı alçak bir sahne (proskenion) ve arka plandaki konstrüksiyon (scaenae frons)dan meydana gelir.Ahşap sahneyi taşıyan dikmelerin delikleri, tiyatronun orkestrası önündeki terasın döşemesinde iyi durumda kalmıştır.Oyunlardan sonra bu delikler taş levhalarla yeniden örtülürlerdi.İlk defa Roma Çağı’nda bu gün görülen taş podium tiyatronun önüne inşa edilmiştir.Tiyatronun üst kısmındaki yüksek kemerli nişlere sahip duvar da Roma zamanındaki bir değişim sırasında yapılmıştır. Ahşap sahnenin kurulup sökülmesi zor olmakla beraber gerekliydi, çünkü dar ve yapay kurulmuş tiyatro terasında olağan taş bir sahne binası için, terasın kuzeyindeki Dionysos tapınağının görünüşünü kesmeden, bir yer yoktur.Bu tapınak yaklaşık 250 m uzunluktaki terasın mimari görünüşüne egemendi.Yüksek bir merdivenin üzerinde ion düzeninde bir prostylos’tur ve arkası kayaya yaslanarak yükselir.M.Ö. 2. Yy.’da andesit taşı ile inşa edilmiş, M.S. 3. Yy. Başında kendini olasılıkla burada “yeni Dionysos” olarak kutlayan imparator Caracalla tarafından mermere çevrilmiştir. Tiyatro terasına güneyden, üç kapılı bir kapıdan girilir. Sağda ve solda mümkün olduğu kadar dor düzeninde galerilerle süslenmiştir. Tiyatro ile doğu galeri arasındaki bir yapı oyuncuların toplandığı bir yapı olabilir. Bu yapı da Hellenistik Çağ’dandır.Tiyatro terasının substrüksiyonlarının kuruluşu krallık zamanın önemli bir imar faaliyetidir. Kuvvetli basıncı tutabilmek için bazı yerlerde beş kat yükseklikte alt yapı kurmak gerekmiştir. Demeter Kutsal Alanı Bergama hanedanın kurucusu Philetairos zamanında (M.Ö. 281-263) şehir duvarının dışında kırsal çevrede Demeter’in (toprağın verimliliği ve bereket tanrıçası) kutsal alanı yer alıyordu. Bu yapılar , yazıtlardan öğrenildiğine göre Philetairos ve kardeşi Eumenes tarafından M.Ö. 3. Yy.’ın ikinci yarısında anneleri Boa’nın anısına adanmıştır. Tapınak ve sunak andesit taşındandır. İon düzeninde anteli bir tapınaktır. Roma Çağı’nda mermer sütunlar ve alınlığı ile korinth düzeninde bir prostylosa çevrilmiştir. Tapınağın önündeki oldukça büyük Hellenistik Çağ sunağı eskiden gayet zarif Hellenistik köşe volütleriyle süslüydü. Kutsal alan üç yanda galerilerle çevrilidir, bunlar vadi tarafında kuvvetli destek duvarları üzerinde kuzeye doğru genişletilmelerini Kraliçe Apollonis’e (Attalos I’in karısı) borçludurlar. Kraliçe , bugün tekrar dikilmiş sütunları ile (eol yaprak başlıklı) ayakta duran giriş kapısınıda yaptırmıştır.Bir kraliçenin bağışta bulunması buranın Bergama kadınları için özel önem taşıdığını gösterir, burada geceleri meşalelerin aydınlığında tanrıçanın bayramları kutlanırdı. Bergama müzesindeki , galerilerin Roma Çağı’ndaki değişimi sırasında kullanılmış bir kabartmalı levhada , sunağı yanında elinde meşalesi ile Demeter görülmektedir. Kutsal alanın girişinin solunda taş içine açılmış göze çarpmayan bir çukur vardır. Burası adak kuyusudur, kutsal yeri ziyaret eden kadınlar Demeter ve yeraltı tanrısı Hades’in karısı olan kızı Persephone için getirdikleri çörek , küçük domuz ve diğer armağanları buraya bırakırlardı.Karşısındaki akan bir çeşme kült temizliği için kullanılırdı. Kızıl Avlu Antik kentin aşağı kesimi büyük oranda Bergama kasabası ile kaplanmıştır. Kasabanın içinde antik çağa ilişkin en etkileyici kalıntı Kızıl Avlu denen yapıdır. Gerek tasarımı, gerekse dev boyutları ile hayranlık uyandıran anıt, Roma ihtişamını çok iyi yansıtmaktadır. Kompleksin merkezini büyük bir salon ya da tapınak oluşturur. Esasında üç katlı olan bu yapı günümüze aşağı yukarı tüm yüksekliğiyle erişmiştir. Tapınağın iki yanında, kendisi gibi iyi korunagelmiş iki yuvarlak kule yükselmektedir. Her iki kulenin de önünde sütunlu galeriler ile çevrili birer avlu vardır. Sütunlu galerilerden pek az iz kalmasına karşın, iki avlunun da ortasında ince, uzun bir havuz saptanmıştır. Sıcak ve soğuk su künklerinin beslediği bu havuzlar dinsel yıkanma işlemine yöneliktir. Tapınak ve avlulu kulelerin önünde, uzunluğıı 182.9 m.’yi bulan ve bugün büyük kesimi Bergama kasabasının altında kalan uçsuz bucaksız ana avlu uzanır. Giriş kapısını içeren dış duvar ise ana caddedeki evlerin arasında şimdi de görülebilmektedir. Bir başka ilgi çekici özellik, büyük avlunun Selinus Irmağı üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Avlunun altında, onu bir baştan öbürüne eğik bir çizgiyle kat eden ırmak, hâlâ aynı işlevi sürdüren tonozlu iki kanalın içine alınmıştır. Dev boyutlu yapının Mısır tanrılarına, öncelikle Sarapis'e (Mısır'da Osiris) adanmış bir kutsal alan olduğu kesindir. Yapının üçlü formu, Sarapis'in yanı sıra başka tanrıların, büyük olasılıkla İsis ve Harpokrates'in, tapım gördüğünü belirtir. Yapısal öğelerin her biri, kült ile ilgili farklı törenlerin uygulanmasına izin verecek biçimde tasarlanmıştır. Büyük ön avlu tören geçitleri için bir sahne oluştururken, tapınağın kendisi ikiye bölünmüş, yalnızca rahiplerin ve külte kabul edilenlerin ayak basabildiklerí içerideki bir kutsal yer ile tapımda bulunan kalabalığın toplandığı dışarıdaki bir alanı içermiştir. İki yandaki kule benzeri elemanların altyapısında saptanan büyük odaların, kült içinde önemli bir rol oynadıkları kuşkusuzdur. Bilindiği gibi, Sarapis'in yeraltı ile güçlü bağları ve Yunan yeraltı tanrısı Hades ya da Plouton ile ortak noktaları vardır. Küçük avlulardaki havuzlar ise İsis ve Sarapis tapımında suyun taşıdığı dinsel anlam ile ilişkilidir. İsis ve Sarapis kültünde su, yıllık taşkınlarıyla Mısır'a bolluk ve bereket getiren kutsal Nil Nehri'ni simgelemiştir. Yapı olasılıkla İ.S. 2. yüzyıla tarihlenir. Sonraları orta avluda bir kilise inşa edilmiştir. Mevcut yükseltilmiş taban bu yapıya aittir.
-
İzmir ve çevresi
Bergama (Pergamon) Buluntular, Bergama ve yöresinde Prehistorik Çağ’dan bu yana yerleşildiğini kanıtlar. M.Ö. 6. Yy.’da ise Bergama Mysia Eyaleti’ne yerel olarak bağlıdır. Bu dönemde Lidya Devleti Bergama’da etkinliğini siyasal ve ekonomik yönden benimsetmiştir. Hitit devletinin üstünlüğüde bölgede Lidya kanalıyla gerçekleştirilmiştir. Hitit konfedarasyonu ile doğu-batı köprüsü atılırken, bölge diğer bölgelere göre erken gelişimini oluşturmuştur. Persler kurucuları Kyros ile Anadolu’yu ele geçirdiklerinde Bergama kalesi Grek tiranlarının sığınak ve dinlenme yeri olmuştur. Daha sonraları Perslerin yumuşak yönetimleriyle ekonomik olanaklarını arttırıp bölgenin geleceğini hızla hazırladıkları görülüyor. M.Ö. 334 yılında ise Makedonya Kralı Büyük İskender Çanakkale Boğazı yoluyla Anadolu’ya geçti. Granikos denilen Biga Çayı bölgesinde Pers kralı III. Darius’u ilk büyük yenilgiye uğrattı. Bu başarısını M.Ö. 333 İssos ve M.Ö. 331 de Gavgamela (Arbil) savaşlarıyla sürdürecektir. Böylece Persler İskender karşısında üç büyük yenilgiden sonra yok olacaktır. Bundan sonra Bergama’da Pers satraplığının yönetiminden çıkıp İskender’in egemenliğine girer. İskender Bergama’yı Pers komutanı Rodoslu Memnon’un eşi dul Barsine’ye verdi.Bu dönemde Akropol’de bir şehir vardı. Bu kentte yaşayan halkın buraya Ege yoluyla gelmiş oldukları ortaya çıkmıştır. M.Ö. 323’te ise , İskender ölünce büyük bir karışıklık dönemi başladı. Roma toprakları İskender’in generalleri arasında bölüşüldü.Uzun süren karışıklıklardan sonra Bergama Lysimakhos’un egemenliği altına girdi. İpsos savaşından sonra Bergama’yı düşüren Lysimakhos, Küçük Asya’da kaldığı sürede biriktirdiği servetini kentin yüksek kalesine saklamıştı. O sırada kentin yöneticisi bir kaza sonucu hadım kaldığı söylenen Philhetairos adında bir Paphlagonialıydı. Philhetairos, Lysimakhos’un servetini, o M.Ö. 280 yılında yenilip ölene değin saklamıştı. Daha sonra bunca servet kendisine kalınca, artık Seleukoslara bağımlı kalmasının gerekmediğini farketti ve servetinin bir bölümünü küçük krallığının savunma ekonomisini geliştirmeye ayırdı. M.Ö. 263 yılında öldüğünde varlığını yeğeni Eumenes’e bıraktı. O da bu serveti kat kat artırarak Attalos adındaki oğluna bıraktı. Bergama da Ege’de kıyısı olan bütün Seleukos devletleri gibi, artık haraç almaya başlayan Galatlarla savaşa tutuşmuştu. Bu durumu hiçbir şekilde kabullenemeyen Attalos, harekete geçip bir dizi askari manevrayla onları yenmeyi ve oturdukları toprakların sınırları içinde tutmayı başardı. Bundan sonra gözünü Seleukoslara çevirdi ve o sıralar aralarında sürmekte olan iç savaştan yararlanarak her birinin ordusunu ayrı ayrı yendi. Küçük Asya’nın batısını ele geçirinceye değin onları güneye sürdü. Roma, Küçük Asya’da ilk kez etkili olmaya başladığında, Attaloslar hala Bergama’da hüküm sürüyorlardı. Büyük Antiokhos’un orduları Menderes’e vardığında II. Eumenes’in yardım için başvurduğu yer Roma oldu. M.S. 190’da Roma’nın Küçük Asya’yı tam olarak istila etmesi birazda bu başvurunun bir sonucudur. Bu istila , Spylos Magnesiası savaşında Antiokhos’un kesin yenilgisi ve Eumenes’ten aldığı bütün toprakları yitirmesiyle sonoçlandı. Böylece Bergama Roma’nın sığıntısı oldu. Bergama’nın etkisi bu yolla kazanılan askeri destekle giderek Kappadokia ve Armenia krallıklarına geğin ulaştı. Bergama kentinin kendisi de bu sırada varsıllığını ve önemini artırdı; son olarak İskenderiye ile boy ölçüşecek kadar büyüyüp o çağda Küçük Asya’nın en büyük ticaret merkezi oldu. Yurttaşlarının kültürü, süs eşyasında becerikli ustaları ve altın kaytanlı ipek kumaşları ile sesini duyurdu. Bir başka alandaki buluşları, bugün ‘parşömen’ (pergamena) sözcüğüyle belleklerde yer etti. Attaloslar birbiri peşi sıra kral oldular. M.Ö. 133’te III. Attalos öldüğünde çocuksuzdu ve döneminin en çok tartışılan belgelerinden biri sayılan vasiyetinde, Bergama devletini Roma’ya bıraktı. Bu davranışı açıklamak için birçok neden ortaya sürülmüştür. Bunların içinde belki de en akla yakını, Roma emperyalizminin kazanmakta olduğu güç karşısında dayanamayacağını anlayıp teslim olmasıdır. Asıl nedeni ne olursa olsun, vasiyeti Senato’da yapılan bilmece dolu bir tartışmadan sonra Roma’da kabul edildi. Bergama’da ise haberin, özellikle köylüler ile köleler arasında yarattığı coşku daha az oldu. En nihayet Romalılar kondukları mirasın denetimini tam olarak ele geçirmek için veliaht Stratonikos’un başlattığı silahlı ayaklanmayı bastırmak gerektiğini anlamışlardı. M.Ö. 130’da eski Attalosların tüm mal varlığı, toprakları yeni kurulan Asya Eyaleti’yle birleştirildi. Roma İmp. Çağ’ında şiddetli nüfus artışıyla beraber, şehir ovaya yayıldı. Özellikle İmp. Hadrian zamanında büyük bir yükseliş yaşadı. Asklepios kutsal alanıda bu dönemde inşa edildi. 3. yy.’da Roma egemenliği gerilemeye başladı. 8.yy.’da Arap akınlarına karşı Bizanz tahkimatı oldu. 12-14. yy.’larda Bizans yerleşmesi yeniden güçlendi. 14. yy.’dan itibaren ovada Türk şehri gelişmeye başladı. Akropol (Akropolis) Pergamon şehrinin ilk yerleşim alanı Akropol'dür. Akropol Yukarı Kent anlamına gelen Akropol ören yerinde 1874 yılında başlayan kazılarda görkemli şehir ile birlikte bir çok eser ortaya çıkarılmıştır. Şehrin en yüksek yerinde kral ailesinin ve ileri gelenlerinin yaşadığı saraylar ve tapınaklar bulunurken, halkın ise aşağı şehirde yaşadığı anlaşılmaktadır. Akropol'ün en görkemli eseri, Pergamon Kralı II. Eumenes tarafından Galatlara karşı yapılan savaşın kazanılmasının anısına inşa edilen Zeus Sunağı'dır. Ancak Zeus Sunağı, bundan yaklaşık 130 yıl önce, Alman kazı ekibi tarafından Berlin'e götürülmüş olup, Akropol'de sadece kaideleri bulunmaktadır. Akropol'de ayrıca, bu gün de dünyanın en dik tiyatrosu özelliğindeki 15 bin kişilik bir tiyatro, antik çağın ünlü 200 bin ciltlik Bergama Kütüphanesi’nin kalıntılarıyla birlikte, saraylar ve tapınaklar bulunmaktadır. Kalenin doğu duvarı boyunca kralların oturdukları saraylar ve bağlı yapılar yer almaktadır. Bunlar Akropol'ün en yüksek kesimini kaplar ve bugün yalnız temelleri kalmıştır. Sarayların üst yapıları oldukça sade ve planları prestilli ev tipindedir. Odalar sütun bir avlu çevresinde toplanmıştır. Sarayların Bergama krallarının adlarıyla anılması genel kazı buluntularına dayanmaktadır. Çünkü yazıtlarda bir belge ele geçmemiştir. En kuzeydeki yapı grupları kuzeyden güneye doğru I. Attalos, I. Eumenes, II. Attalos'un sarayları olarak anılır. En güneydeki büyük sarayda yapı taşı olarak kullanılan Bergama sunağının taşları tarihler için ipucu olmaktadır. Bu sarayın kuzeydoğu köşesinde mozaik döşemeli bir sunak bölümü yer alır. Kuzeybatı odasında da mozaik süslere rastlanmış ve sanatçı Hephaistion imzasını taşımaktadır. Sarayların kendi gereksinmeleri için iki sarnıcı bulunmaktadır. Yukarı Agora 1883-84 yıllarında ortaya çıkarılan bu agora, Zeus Sunağı taraçasından 14 m aşağıda ve güneye uzanmış durumdadır. Akropolün en eski yapılarındandır. Kuzey temellerindeki kalıntılar burada daha eski bir yapının olduğunu gösterir. Agora, dağ sırtının küçük düzlüğünden yararlanılarak kayaları parçalayarak açılan bu alanda 83,7x43.5m ölçüsündedir. Anayol bu alanı ikiye bölmüştür. Kuzeyden güneye 90m uzunluğunda ve bunun yarısı kadar genişlikte olan doğu tarafın agoranın ilk kurulduğu bölge olduğu daha sonra tiyatro ile ilişkisini kolaylaştırmak için genişletildiği sanılmaktadır. Agoranın üç tarafı porticuslarla çevrilmiştir. Bunlardan kuzey kenarında az, doğu ve güney kenarında daha fazla izler bulunmuştur. Porticusların alana bakan bölümlerinde bir kat, dışa bakan bölümde ise arazinin eğimine göre üç kata kadar çıktığı anlaşılmaktadır. Dorik biçimli 3,83m boyundaki porticus sütunlarının üst bölümünden üçte ikisi derin yivli, alt tarafı ise düz işlenmiştir. Agora alanında yüksekliği 0,48, genişliği 0,405 ve derinliği 0,385m olan çelenklerle süslü bir yazıtı olan bir sunak altlığı bulunmuştur. Agorada tunçtan bir Hermes Agoreus (Agorada duran) heykeli bulunuyordu. Agoranın batı bölümünde, önündeki sunakları ile küçük bir Agora tapınağı bulunur. Dor ve İon düzeni karışımında, anteli prostylos tapınak şeklindedir. Bina iki basamak üzerine kurulmuş olup genişliği 7.66m ve uzunluğu 12.30m'dir. Bu tapınağın, bir heykel kaidesindeki yazıttan Dionysos için yapıldığı anlaşılmaktadır. Batı galerinin kuzey köşesindeki, tapınağa benzeyen daha eski yapının anlamı açıklanamamıştır. Kuzeyde, yolun Agoradan çıktığı yerde, sağ tarafta galerinin ucuna eklenmiş niş şeklinde bir kült yapısı vardır. Burada Bergama Sunağı'nı bulan ve kazısını yapan Karl Humann'ın (1839-1896) granit bir blok altında mezarı yer almaktadır. 40-60cm ölçüsünde sert taşlardan döşemesi olan agora Ortaçağdaki yıkımına kadar köklü bir onarım görmeden ilk yapısını korumuş, VIII.yy'da porticusların temellerine kadar sökülerek Bizans surlarının yapımında kullanılmıştır. Büyük Sunak (Zeus Sunağı) Bergama'nın Attalos I zamanında Galatlara karşı kazandığı büyük zafer üzerine Eumenes II zamanında (M.Ö. 197- 159) Akropol'de Zeus (Athena ya da tüm tanrılar) adına bir sunak yapıldı. Sunak hakkında ilk bilgi verenlerden biri Romalı yazar L. Ampelius'tur. Dünya Harikaları adlı yapıtında "Bergama'da mermerden kırk ayak yüksekliğinde, görkemli kabartmalarla süslü büyük bir sunak vardır. Tanrılarla Gigantların savaşını göstermektedir." demektedir. Bu kabartmalardan birkaçının bulunması ile 1877'de Akropol'de kazılar başlamış ve sunak ortaya çıkarılmıştır. Ele geçen parçaları ile Berlin Müzesi'nde tekrar yapılandırılan sunak boyutları nedeniyle bugün Berlin'de ziyaretçileri ağırlayan Pergamon Müzesi'nin yapımını (1910-1930) zorunlu kılmıştır. Akropol'ün birinci surları dışında Athena Tapınağı'ndan 24m aşağıda bulunan 5623 metrekarelik düzlemin ortasında inşa edilmiş olan sunak, yukarı agoranın biraz üstünde bulunmaktadır. Sunak binası, kuzeyden güneye 37,70m, batıdan doğuya 36,60m'lik bir dikdörtgendir. Sunağın genişliği 34,20 ve derinliği 36,44m olup beş basamaklı bir altlık üzerinde 40 ayak (12m) yüksekliği vardır. Selinos vadisine bakan cephesinde 20m genişliğinde 28 basamaklı merdiveni bulunur. Kuzey, güney ve doğu yüzlerini kuşatan ve Tanrılarla Gigantların savaşını anlatan kabartmaları (Gigantomachia) içeren yüksek kabartmaların uzunluğu 120m dir. Bunların yüksekliği 2,30m, kalınlığı 0.50m olup genişliği 0,60 - 1,10m arasında değişmektedir. Sunak meydanının girişi doğuda ancak sunak avlusuna çıkan merdivenler batıda olduğundan sunağa gelenler merdivenli cepheye varabilmek için yapının iki yanından birini dolaşmak zorundadır. Doğudan gelindiğinde ilk olarak Zeus ve Athena kabartma grubu görülür. Frizin bu yanında güneş doğuşuyla ilgili ışık tanrıları Apollon, Artemis ve Leto tasvir edilmiştir. Karanlık kuzeyde ise yıldız tanrı Orion, kader tanrıçaları (Moira'lar) ve gece tanrıçası gibi tasvirler vardır. Güneyde başka tasvirler arasında şafak kızıllığı, güneş tanrısı Helios, batıda denizle ilgili tanrılar ailesi Okeanos, Amphitrite, Nereus ve Triton vardır. Homeros'a göre Gigantlar vahşilikleri yüzünden yok olmuş bir halk kitlesidir. Hesiodos ise "Onlar göğün ve toprağın çocuklarıdır. Parlak silahlı ve ellerinde uzun mızrakları olan savaşçılardır" der. Olympos tanrıları, Titanları sürgün ettikleri zaman, anaları toprak tanrıçası Gaia, Titanların öcünü almak için eşsiz büyüklük ve güçte olan Gigantları doğurmuştur. Gigantlar tümüyle insan kılığında gösterildiği gibi, bacakları oyluklarına kadar yılan kuyruklu da oluyordu. Böylece toprağın çocukları analarının kucağından çıkarak insan biçiminde ayağa dikiliyorlardı. Gigantlara yılan ayakları savaşta yardım ettiği gibi tanrılara da hayvanlar yardım ediyordu. Zeus'un kartalı Gigantların yılanlarına karşı savaşıyor, azgın köpekler ve Hekate'nin bir aslanı da Rea'nın yanında bulunuyordu. Yüksek kabartmalarda birbirine giren figür bolluğu vardır. Bunlar yan yana veya arka arkaya değil, birbirini kısmen örten ve kesen bir durumda düzenlenmiştir. Böylece, göğüs göğüse yapılan bir ölüm kalım savaşı, sanatçılar tarafından büyük bir ustalıkla, olağan bir karmaşadan uzak tutulmuştur. Bu kabartmalardaki tema, direkt olarak tarihsel olayların (Galatlara karşı kazanılan zafer) konu edilmesi yerine bu olayların vurguladığı düşünceye önem veren Hellen görüşüne uygun görülmektedir. Kral Eumenes II de Hellenliğin ruhsuz, duygusuz barbar bir dünya üzerindeki zaferinin sanatsal betimleme ve anlatımını önemsemiştir. Sunağın iç yüzünde de dış yüzde olduğu gibi sütunlu galeriler planlanmış ancak tamamlanmamıştır. Duvarın iç yüzünü, Bergama krallık soyunun atası olarak kutsanan Herakles'in oğlu Telephos destanından sahneler süsler. Antik dünyada önemli veya halka hükmeden ailelerin soylarını bir tanrı ya da büyük kahramanlara dayandırmaları yaygındı. Telephos da Attalos hanedanının hem Grek tarihinin en büyük kahramanı Zeus'un oğlu Herakles, hem de Arkadia'daki soylu ve saygıdeğer bir Grek ailesi ile bağlantılarını sağlıyordu. Telephos'un yaşamından bölümlere antik şiirlerde ve Aeschylus, Sophokles, ve Euripides' in klasik dramalarında rastlanmaktadır. Telephos frizinde diğer eserlerdeki gibi bütün olay aynı zaman ve mekanda geçmemektedir. Bu anlamda bu friz heykelcilikte yeni bir anlatım şeklinin oluşmasında öncülük etmiştir. Efsane Arkadia'da başlar. Apollo kahinleri Arkadia Kralı Aleos'a oğullarının kızı Auge'nin soyundan gelen biri tarafından öldürüleceği hakkında uyarırlar. Kral bunu engellemek için kızını Athena baş rahibesi yapar. Kralın huzuruna gelen Herakles bir meşe koruluğunda Auge'ye rastlar. Kral Aleos Auge'nin Herakles'ten olan bebeğini Parthenion dağlarına bırakır, kızı Auge'yi de bir kayığa bindirip denize bırakır. Auge Mysia kıyılarına sürüklenir. Burada Kral Teuthras Auge'yi karşılar ve evlat edinir. Auge Bergama'da tanrıçası olan Athena kültünü kurar. Bu sırada Herakles oğlu Telephos'u onu sütüyle besleyen bir aslan ile birlikte bulur. Dağ perileri de çocuğa bakmaktadır. Çocukluğu hakkında diğer olaylar saklanamamıştır. Gençliğinde Telephos bir kahin tarafından annesini aramak üzere Mysia'ya gönderilir. Telephos Kral Teuthras tarafından karşılanır ve tanıyamadığı annesi, Auge, ona Mysia için savaşması için silahlar getirir. Kral Teuthras Telephos ile Auge'yi evlendirir, ancak ilk gece yataklarındaki bir yılan anne ile oğulun birbirlerini tanımasını sağlar. Telephos daha sonra Mysia kralı olur ve Truva için yola çıkan ancak yanlışlıkla Mysia kıyılarına çıkan Grekler ile büyük bir savaşa girer. Karısı Hiera da Mysia kadınlarının başında savaşa girer. Antik kaynaklara göre Hiera o kadar güzeldir ki, savaşta öldüğünde düşman geri çekilmiş ve gömülmesi için ateşkes ilan edilmişti. Mysialılar Grekleri püskürtür, ancak Telephos Achilles tarafından Telephos'un hediyeler sunmadığı Dionysos'un bir sarmaşığa takılmasını sağlamasıyla yaralanır. Yarası iyileşmeyince, bir kahine danışır ve ona "Yarayı açan iyileştirecektir" denir. Bunun üzerine Telephos bir gemi ile Argos'a (Yunanistan) gider ve Kral Agamemnon huzurunda kimliğini saklar. Bir şölen sırasında yarasını gösterip kimliğini açıklar. İçlerine kadar sızmış olan düşmanlarına karşı Greklerin öfkesi Telephos'u korkutur ve o da Agamemnon'un oğlu Orestes'i rehin alır. Telephos Achilles'in mızrağının tozu ile iyileştirilir. Sunaktaki diğer paneller Bergama'nın önemli kültleri ile ilgili sahneleri gösterir. Dionysos'un onurlandırılması ve oturmuş tanrıça için yapılan sunak gösterilmiştir. Son panel ise ölen kahramanın cenazesinden bir sahne olabilir.
-
İzmir ve çevresi
Sayın yersoy, Efes kentinin terk ediliş nedeni deprem ve özellikle yolunu sürekli değiştiren Küçük Menderes (Kaystros) nehrinin taşıyıp, yolu boyunca bıraktığı kil, kum, çakıl gibi taş parçacıkları yığıntılarıdır. Bu yığıntılar Küçük Menderes nehrinin geçtiği yerlerde ve ağzına yakın yerlerde tortulanmıştır. Bu yüzden de aluviyonlar yayılarak birikinti ovalarını meydana getirmiştir. Roma devrinde denize ulaşmak oldukça zordu. Efes limanını kurtarma girişimleri Helen döneminden sonraki karmaşıklıkta ve özellikle de Bizans ve Osmanlı döneminde değişen politik ve ekonomik dengeler nedeniyle zahmete değer bir iş olarak görülmemiştir. Efes kenti zamanla köhnemiş ve nehrin yığıntılarıyla kaplanmıştır. Efesin en son dönemlerinde burada sadece mermer işçileri yaşamlarına devam etmişlerdir. Mermer yıkıntıları bu işçiler tarafından toplanıp Efesin mermer atölyelerinde tekrardan inşaat malzemesi olarak işlenmiş ve satılmıştır. Sevgili Efendi Türkler, Efeste Celsius kütüphanesi mükemmel bir şekilde tekrardan ayaklar üzerine dikilmiştir, büyük bir depreme dayanıklı olacak şekilde hem de. Fakat bunu da, bu kütüphanenin sütünlarının ve diğer malzemelerinin bu mermer işçiler tarafından toplanmamış olmasına borçluyuz. Tam aklımda değil, fakat sanırım malzemenin %75inin yakın çevrede pek hasar görmeden yerlerde yatıyor olmasından ileri geliyor. Diğer yapılar bu kadar şanşlı olamamış ne yazık ki.
-
cehannem ne demek düşündünüzmü ?
Farka bile kılıf bulmak... cık cık cık...
-
Yiyin, için, üreyin, iman edin!
Doğru ya, sizin uydurmalardan derlenmiş bir kitabınız var, onun için çaba harcayıp başka şeyler uydurmanıza gerek yok! Sizin bildiğiniz ancak, sizlerin doğru biliğiniz yanlışlara doğru diye kılıf uydurmak. Kimin, neyin gerçekleri? Neden Allah kendi katında kendine karşı gelecek olanı yaratmış veya yarattıysa neden imha etmemiş? Bu sizin görüşünüz! Hem yarat, hem de sonradan ayetler gönder aman sakın şeytana uymayın diye, olacak iş mi yani!
-
İzmir ve çevresi
Celcius Kütüphanesi Efes’in önemli yapıtlarından biri de Celsus kütüphanesidir. 1970 yılında onarım çalışmaları başlatılmıştır. 1978 yılında onarım çalışmaları kütüphanenin ön yüzünün ayağa kaldırılmasıyla tamamlanmıştır. Kütüphane 9 basamaklı bir merdivenle çıkılan ve tonozlu bir alt yapının oluştuğu platform üzerinde yükselir. Yan galeriden Celsius’un lahitinin bulunduğu odaya geçilir. Kütüphanede bulunan kitapları nemden korumak için bina çift duvarla çevrilmiştir. Bu duvarlar üzerinde bulunan dolaplarda yada raflarda rulolar ve ciltler halinde bir araya konulmuş el yazmaları saklanıyordu. Aleksandria ve Bergama kütüphanelerinden sonra dönemin en büyük üçüncü kütüphanesidir. Bu kütüphane M.S. 35 yılında Asya Konsülü Julius Celsus Palemaeanus adına oğlu Julius Aquila tarafından yaptırılmıştır. 60.90 x 16.72 ölçülerinde dıştan iki katlı, içten tek bir salondan oluşur. Roma Mimari özelliklerini tümüyle yansıtan yapının ön cephesinin dekorasyonu, devrinin en güzel örnekleri arasında yer alır. Ön cephe sütunları arasında yer alan dört kadın heykeli “akıl”, “kader”, “ilim” ve “erdem” ögelerini sembolize eder. Bugün bu heykellerin orijinalleri Viyana Müzesinde sergilenmektedir. Mazeus-Mithridates Kapısı Celsus Kütüphanesi’nden Agora’ya geçişi sağlar. Yanlarında köle olarak bulunan ve daha sonra özgürlüklerini bağışlayan İmparator Augustus ve ailesi adına bu iki esir tarafından M.Ö. 4.-3. yılda yaptırılmıştır. Ticaret Agorası Efes’in ticaret Agora’sı Helenistik dönemde kurulmuştu. Agora’nın dört kenarı stoalarla çevrilidir. Agora’nın İon düzenindeki batı kapısından ele geçen mimari parçalar Helenistik dönem stil özellikleri göstermektedir. Agoranın ortasında Horologion yani bir su ve güneş saati bulunmaktaydı. Çevrelerinde de yüzlerce heykel vardı. Bugün bu heykellerin yalnızca kaideleri ele geçmiştir. Serapis Tapınağı Agorada yer alan ve Hıristiyanlık döneminde kilise haline dönüştürülen Serapis tapınağı da yine Efes’in en ilginç yapıları arasında yer almaktadır. Yapılan araştırmalar Mısırlı kolonistlerce yaptırılmış olduğu inancını artırmaktadır. Bugün tapınağa, agoranın güneybatı köşesindeki bir merdivenle ulaşılmaktadır. Tapınak Barok stil özelliklerini göstermektedir. Yıkıntılar arasında Mısır granitinden yapılmış bir heykel parçasının bulunması ve bulunan yazıtların birinde Mısır kült ritüellerinden söz edilmesi bir başka yazıtında Serapis dinine girenlerden bahsetmesi nedeniyle, buranın Serapis Tapınağı olduğu düşüncesi kesinlik kazanmaktadır. Mermer Cadde Mermer cadde, Efes Artemis tapınağından başlayan önce Vedius Gymnasionu ve stadyumu geçerek tiyatronun batısı ile Agoranın doğusundan ilerleyen, kütüphanenin önünden doğuya kıvrılarak Devlet Agorasına çıkan, arkasından da Magnesia kapısından itibaren kuzeye yönelip tekrar Artemis tapınağına varan kutsal bir yoldu. Bu yol aynı zamanda kentin ana caddesiydi. Atlı arabalara ayrılmış bu caddede yayalar için yüksek bir platform yapılmıştır. Caddenin altında bir insanın girebileceği büyüklükte gelişmiş bir kanalizasyon sistemi bulunmaktadır. Tiyatro Efes’in iyi korunmuş yapılarından en büyüğü ve en etkileyicisi tiyatrosudur. İlk kez Helenistik dönemde inşa edilen tiyatro M.S.1 – 2. .yy’da aittir. Roma döneminde İmparator Claidus zamanında genişletilmiş ve İmparator Trajan’ın döneminde de tamamlanmıştır. Sahnenin ilk iki katı imparator Neron zamanında yapılmıştır. Üçüncü kat daha sonra eklenmiştir. Tiyatro 24.000 kişiliktir. İzleyicilerin oturduğu kısım ( cavea ) üç diazomalıydı ve cavea’ya giriş yanlardaki geçitlerden sağlanıyordu. Tiyatro geç Roma Devrinde gladyatör dövüşlerine de sahne olmuştur. St.Paul Hiristiyanlığı yaymak için çıktığı yolculuğu sırasında Efes’e gelmiş ve bu tiyatroda Efeslilere hitap etmek istemiştir. Gümüşten Artemis heykelcikleri yapan Demetritus mesleğini kaybedeceğini düşünerek tiyatrodaki halkı kışkırtmış “Efes’in Artemis’i uludur” diye bağırmıştır. Galeyana gelen halk St.Paul’ün üzerine yürümüştür, araya giren yetkililerin yardımı ile St. Paul Efes’i terk etmiştir. Tiyatronun altında bulunun çeşme Helenistik döneme ait tek yapıdır. Arkadian Caddesi İlk olarak Geç Helenistik devirde yapılmıştır. İmparator Arcadius ( 395-408) zamanında onarıldığı için bu isimli anılmaktadır. 500 metre uzunluğunda ve 11 metre genişliğindedir. Caddenin iki yanında galeriler, dükkanlar bulunmaktaydı. Bu cadde bir tür tören caddesi olarak kullanılmaktaydı. Liman caddesi olarak da adlandırılan cadde geceleri aydınlatılıyordu. Caddenin orta kısmında dört sütundan oluşan bir anıt bulunmaktadır. Bu sütunların üzerinde dört havarinin heykeli mevcuttu. Tiyatro Gymnasiomu Roma imparatorluğu döneminde M.S.2.yy başında inşa edilen tiyatro Gymnasion’un ancak palestrası ortaya çıkarılmıştır. Burası hem beden hareketlerinin yapıldığı bir yer hem de küçük stadyum olarak işlev görüyordu. Aynı zamanda Efes’in en büyük Gymnasiumudur. Liman Gymnasiomu ve Hamamlar Efes kentinin en büyük mimari topluluğu olan Liman Gymnasiomu ve hamamlarının bugüne değin küçük bir bölümünün kazılmasına karşın ayakta bulunan kalıntıları çok etkileyicidir. Gymnasion’un biri 90x90 metre , öteki 200x240 metre ölçüsünde olmak üzere iki palaestrası, yani beden hareketlerinin yapıldığı yeri vardı. Büyük palestra 13 çeşit renkteki mermer plakalarla kaplanmıştır. Küçük palestranın kuzeydeki salonunun imparator kültüne, güneydekinin de derslere ve toplantılara ayrılmış olduğu saptanmıştır. M.S.4.yy’da yapılmış bir bronz atlet heykelinin güzel bir roma kopyası güney salonda bulunmuştur. Bu heykel halen Viyana müzesinde sergilenmektedir. Yapı topluluğunun hamam kısımları da büyük kalıntılar halinde ayakta durmaktadır. Yapı topluluğunun hamam kısımları da M.S. 2. Yüzyılda inşa edilmiş olup, 4. yüzyılda İmparator Konstantinus II. zamanında değişikliğe uğradığından “Kostantinus Hamamları” adıyla da anılmaktadır. Çifte Klise (Konsül Klisesi) Bizans hamamlarının karşısında yer alan Çifte Kiliselerin Hristiyanlık dünyası için son derece özel bir önemi vardır. 431-438 yıllarında konsül toplantısının yapıldığı kilise 265x29.5 m. boyutlarında bir yapıdır. M.S. 11. Yüzyılda Roma döneminde bir bazilikaya dönüşen yapı Meryem Ana’ya adanmış ilk kilisedir. Burada yapılan 3. Konsül toplantısında Katolizmin doğması kararları alınmıştır. Bazilikanın M.S.4.yüzyılda kiliseye dönüştürülmesi esnasında batı tarafına nefli bir yapı eklendiği ve batı girişinden sonra büyük bir antrium yer aldığı gözlenmektedir. Kilise kısmına geçmek için tabanı mozaikli bir nartexten geçilir. Vaftiz yerinin ortasın da vaftiz havuzu ve duvarlarında haç figürleri bulunmaktadır. M.S.7. yüzyılda kilisenin apsisinden açılan bir kapı ile ikinci bir kilise inşa edilmiş ve böylece kiliselerin adı ‘’ Çifte Kiliseler ‘’ olarak anılmaya başlamıştır. Bu yeni açılan bölüm din adamlarının ikametlerine ayrılan kısımlar bulunur. Stadyum Vedius Gymnasionun güneyinde bulunan stadyum, her çeşit törenlerin, atletik yarışmaların, araba koşularının ve gladyatör dövüşlerinin yapıldığı yerdir. 200 x 30 metre boyutlarındaki yapı at nalı şeklinde inşa edilmiştir. Bugünkü Panayır dağının etekleri üzerinde oturma yerleri vardır. Oturma yerleri erken Hıristiyanlık döneminde Ayasuluk surunun yapılmasında kullanıldıkları için stadyum çok tahrip görmüştür. Stadyumun yalnız batı yönü gün ışığına çıkarılmıştır. Vedius Gymnasiom Efes’in önde gelen varlıklı kişilerinden olan Publius Vedius M.S.150 tarihinde dostu ve hamisi imparator Antonius Pius ile tanrıça Artemis adına yaptırmıştır. . Bu yapı bir Gymnasium ve hamamın birleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Yapı topluluğunun doğusunda yer alan Palaestra’nın propylonu güneydedir. Bu giriş, zamanında heykellerle süslüydü. Propylonun batısındaki uzun oda tuvalet olup buraya hem güneyden hem de batıdan yani sokaktan girilebiliyordu. Artemis Tapınağı Efes’teki Artemis Tapınağı dünyanın yedi harikasından biri olarak bilinir. Artemision çok görkemli bir yapıydı. Tapınağın en büyük özelliği Helen dünyasının antik çağında mermerden yapılmış en büyük yapı olmasıdır. Anıtsal ölçüdeki ilk mimarlık eseri sayılmaktadır. Her ne kadar bugün o görkemli tapınağın yerinde bazı temel kalıntılardan başka bir şey kalmamışsa da kazı sırasında ele geçen parçalardan yararlanılarak eserin rekonstrüksiyonunu çizme olanağı doğmuştur. Helenler gelmeden önce Artemis Tapınağının yeri yörenin halkı tarafından tapınılan Kybele’ye ait kutsal bir alandı. Arkaik Artemision’un altında bulunmuş olan güzel fildişi ve altın sanat eserlerinin birçoğu İstanbul Arkeoloji Müzesinde korunmaktadır. İon dünyası M.S. 6 yy’ın ikinci yarısında altın çağını yaşadığından tapınak Efesliler için artık küçük sayılıyordu. Girit’ten getirilen mimarlar tapınağı yeniden inşa etmişler. Arkaik Artemision yüzyıl boyunca görkemi ve güzelliğiyle antik çağda bütün dikkatleri çekiyordu. Ancak Herostratos adlı bir şöhret düşkünü, adını ölümsüzleştirmek için Büyük İskender’in doğduğu yılda M.Ö.356 da tapınağı ateşe verdi. Ağaçtan yapılmış olan tavan ve iç alınlık tamamen yandı. Bunun üzerine Efesliler tapınağı yeniden inşa ettiler. Yeni Artemision”un üst yapısı Arkaik dönem yapısını bir benzeriydi. Paralar üzerindeki tasvirlerden anlaşıldığına göre yeni Artemision’un dar yüzlerinde birer alınlığı vardır. Ayrıca yapı Semerdam şeklinde örtülüydü. Strabon’a göre tapınak yedi kez yıkılıp yeniden inşa ettirilmiştir. Şimdi tapınak kalıntısı Helenistik döneme aittir. Selçuk Kuşadası yolu üzerinde bulunan tapınak 127 sütunluydu. Sunak yerine 13 basamak ile çıkılmaktaydı. Tapınaktaki heykeller yarışmalarda seçilerek konulmuştu. Ayasuluk tepesi erken Hıristiyan, Bizans ve Selçuk devirleri süresince çok iyi bir kale ile savunulmuştur. Halen ayakta bulunan sur erken Hıristiyanlık dönemde inşa edilmiştir. Daha sonra Selçuklular döneminde yeniden restore edilmiştir. Kale duvarındaki ana giriş kapısı Roma yapılarından sökülen taşlarla M.S.6yy da yapılmıştır. İçinde yuvarlak kuleli bir camii, Bizanslılara ve Türklere ait birçok sarnıç bulunmaktadır. Yedi Uyuyanlar M.S.5. ve 6. Yüzyıla rastlayan dönemde yapıldığı sanılan Yedi Uyuyanlar Ören yeri dini bir merkez hüviyetindedir. Rivayete göre Hristiyanlığın resmi dini olarak kabulünden önce, İmparator Decius zamanında putperestlerden kaçarak buraya sığınan yedi genç uykuya dalıp iki yüzyıl sonra uyanmışlardır. Uyandıklarında İmparator Theodosius II zaamanında Hristiyanlık resmi din olmuştur. Bu mucize olay üzerine , öldükten sonra bu yedi gencin tekrar gömüldüğü ve adlarına büyük bir bina yaptırıldığı sanılmaktadır. Bugün kazılarda ortaya çıkarılan yapı oldukça büyük abidevi boyutlardadır ve çoğu kaya oyma mezar buluntularına, iki kilise ile katakomplara rastlamaktadır. Halen dört katı görülebilen kalıntıların yedi katlı olması muhtemeldir. Zeminde bulunan dehlizlerin dini amaçlı eğitim için kullanıldığı, buranın bir manastır hüviyeti taşıdığı izlenimini vermektedir. St. Jean Klisesi St.Jean Kilisesi, Ayasuluk tepesinin (Selçuk Kalesi) güney eteğindedir. M.S.2.yüzyıla değin uzanan bir Hıristiyan efsanesine göre St.Jean bu tepede yaşamış ve öldüğü zamanda buraya gömülmüştür. Mezarın üzerine önce bir anıt dikilmiştir. Daha M.S.4.yy’da bu anıtın çevresine bir kilise inşaa edilmiştir. Yapı Efes’teki Bizans dönemi yapılarının en görkemlisidir. Kilise haç şeklindedir. Daha sonra buraya M.S.527-565 yıllarında Justinyen tarafından kubbeli bir bazilika inşaa ettirilmiştir. M.S.7-8.yy’larda Arap akınlarına karşı kilisenin çevresine sur duvarları yapılmıştır. Ayrıca kilisenin bulunduğu yer kaleye bağlanarak buraya bir dış kale görünümü verilmiştir. Kilisenin hazine dairesi, nefler, narteks, şapel, atrium, mezar odası ve vaftizhane bölümleri görülebilir. İsa Bey Camii Selçuklu sanatının en önemli eserlerinden biri de İsa Bey’in mimar Ali İbn Ed Dımışki’ye Ayasuluk tepesinde inşa ettirdiği İsa Bey Camiidir. Oldukça iyi korunmuş olup üzerinde bulunan kitabede bitiriliş tarihi olarak 1375 yazmaktadır. 51mx57m ölçülerindeki bu camide Efes ve Artemis Tapınağından getirtilen mimari parçalar , özellikle sütunlar kullanılmıştır. Katharina Otto-Dor tarafından saptandığı üzere bu yapı hem avlulu Türk camii tipinin hem de Anadolu sütunlu camilerini bilinen en eski örneğidir. Caminin süslemelerindeki detayları, özellikle bitkisel motifleri, güney kubbesinin fayans mozaikleri, ayrıca batıdaki ana kapısının anıtsal yüksekliği ile tipik Selçuklu mimarisinin özelliklerini taşımaktadır. Efes Arkeoloji Müzesi (Selçuk) Efes Müzesi, Efes ve yakın çevresinde bulunan Miken, Arkaik, Klasik, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı devirlerine ait önemli eserlerin yanı sıra kültürel faaliyetleri ve ziyaretçi kapasitesi ile de Türkiye'nin en önemli müzelerinden biridir. Efes Müzesi'nin ağırlıklı olarak bir antik kentin eserlerini sergileyen müze olması nedeniyle kronolojik ve tipolojik bir sergileme yerine eserlerin buluntu yerlerine göre sergilenmeleri tercih edilmiştir. Buna göre salonlar Yamaç Evler ve Ev Buluntuları Salonu, Sikke ve Hazine Bölümü, Mezar Buluntuları Salonu, Efes Artemisi Salonu, İmparator Kültleri Salonu olarak düzenlenmiştir. Bu salonların yanı sıra müze iç ve orta bahçelerinde çeşitli mimari ve heykeltraşlık eserleri bahçe dekoru içinde ve uyumlu olarak sergilenmektedir. İki büyük Artemis heykeli, Eros başı, Yunuslu Eros heykelciği, Sokrates başı, Efes Müzesi'nin dünyaca tanınmış ünlü eserlerinden bazılarıdır. Efes Müzesi koleksiyonlarında halen yaklaşık 50.000 eser bulunmaktadır. Bu sayı her yıl sürdürülen arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkarılan veya çevre halkının bağış yoluyla getirdiği eserler ile artmakta, müze koleksiyonları zenginleşmektedir. Bu eserlerin kısa süre içinde bilim dünyasının ve insanlığın hizmetine sunulması düşüncesiyle Efes Müzesi'nde "Yeni Buluntular Salonu" oluşturulmuştur. Ancak, bu salon her zaman yeterli gelmemekte, diğer salonlardaki sergilemelerin de yeni buluntular ışığında ve çağdaş müzecilik anlayışına uygun olarak yenilenmesi gerekmektedir. Bu anlayışa uygun olarak Yamaç Evler ve Ev Buluntuları Salonunda yapılan yeni düzenlemede buluntu gruplarını bir arada sergileyerek konu bütünlüğü oluşturulması amaçlanmıştır. Salonda günlük yaşam konusu içinde her çağdaki insan için vazgeçilmez gereksinimler olan tıp ve kozmetik aletleri, takıları, ağırlıklar, aydınlanma araçları, müzik ve eğlence buluntuları ve dokuma araçlarından örnekler; ev kültü ve dekorasyonunda kullanılan heykelcikler, imparator ve tanrı heykelleri, büstleri ve mobilyalar sergilenmektedir. Salonun bir bölümünde Efes Yamaç Evler'den "Sokrates Odası" olarak bilinen bir oda fresk, mozaik ve çeşitli mobilyalardan oluşan dekoru içinde foto-mankenler ile düzenlenmiştir. Efes Müzesi'nin müze, Efes ve Selçuk içinde yeni düzenlemeler sonucu ziyarete açılan yeni bölümleri; 1- Arasta ve Hamam Bölümü: Müzenin orta bahçesine bitişik, müze ile bütünlük oluşturan bölümde eski Türk kasabalarında ticaret hayatı ve kaybolmaya yüz tutan çeşitli el sanatları canlı olarak sergilenmektedir. Tarıma bağlı yöresel yaşamda önemli yer tutan tahıl öğütme sistemi (değirmenler) gelişimi ve farklı tipleri ile; bakırcılık ve gözboncuğu yapımı; Türk çadırlarının sergilendiği bölüm içinde eski Türk yapısı ve 16. yüzyıla ait Osmanlı hamamı da restore edilerek sergi alanında değerlendirilmiştir. 2- Ayasuluk Kitaplığı: Efes Müzesi'nin arka sokağı içindeki eski bir Türk yapısı (14. yüzyıl) müze tarafından restore edilmiş ve semt halkının günlük gazete veya kitap okuyabileceği küçük bir kitaplık işlevi kazandırılmıştır. 3- Görme Engelliler Müzesi: Efes aşağı Agoradaki antik dükkânlardan biri restorasyonu yapılarak görme engelilerin gezebileceği bir müzeye dönüştürülmüştür. İki bölümden oluşan bu müzede kopya ve orijinal eserler sergilenmektedir.
-
İzmir ve çevresi
Smyrna (Tepekule) Eski İzmir kenti (Smyrna) körfezin kuzeydoğusunda yer alan ve yüzölçümü yaklaşık yüz dönüm olan bir adacık üzerinde kurulmuştu. Son yüzyıllar boyunca Meles Irmağı Sipylos (Yamanlar) Dağı'ndan gelen sellerin getirdikleri mil ile bugünkü Bornova ovası oluştu ve yarım adacık bir tepe haline dönüştü. Şimdi Tepekule adını taşıyan bu höyüğün üzerinde Tekel Müdürlüğü'nün İzmir Şarap ve Bira Fabrikasına ait numune bağı bulunmaktadır. Yapılan en son kazılarda İzmir’deki yerleşim alanlarının M.Ö. 7000 yıllarına dek uzandığı ortaya çıkarılmıştır. Bayraklı’daki Smyrna kentinin tarihi her ne kadar M.Ö. 3000 yılından çok daha gerilere uzandığı tahmin edilmekte birlikte, yapılan en son kazılarda henüz M.Ö. 3000 yıllarına kadar gidilebilmiştir. Kazılarda elde edilen bilgiler ışığında ilk İzmir yerleşikleri evlerini höyüğün en üst düzeyinde denizden 3 ile 5 metre yukarıdaki kayalar üzerine oturtmuşlardır. Bu ilk yerleşme Eski Tunç Çağı dönemine aittir. Demir Çağı boyunca İzmir evleri, büyüklü küçüklü tek odalı yapılardan oluşmakta idi. Gün yüzüne çıkarılan en eski ev M.Ö. 925 ile M.Ö. 900'e tarihlenmektedir. İyi korunmuş halde ortaya çıkarılan bu tek odalı evin (2,45 x 4 m.) duvarları kerpiçten, damı ise sazdan yapılmıştı. Eski İzmir'liler kentlerini M.Ö. 850'lerde kerpiçten yapılmış kalın bir surla korumaya başladılar. Bu tarihten itibaren Eski İzmir'in bir kent devlet kimliği kazanmış olduğu söylenebilir. Kenti 'Basileus' adı verilen bir beyin idare ettiği olasıdır. Göçleri gerçekleştirenler ve kent ileri gelenleri soylu tabakayı oluşturuyordu. Kent duvarları içinde yaşayan nüfus olasılıkla bin kişi civarındaydı. Kent devlete ait halkın büyük bir bölümü civar köylerde yaşıyordu. Bu köylerde, bu çağdaki Eski İzmir'in tarlaları, zeytin ağaçları, bağları, çömlekçi ve taşçı işlikleri yer alıyordu. Geçimi tarım ve balıkçılıkla sağlanıyordu. Kentin en önemli kutsal yapısı Athena Tapınağı idi. Bu tapınağın günümüze değin korunan en eski kalıntısı M.Ö. 725-700 yılları arasına tarihlenmektedir. Eski İzmir'in parlak dönemi M.Ö. 650-545 yılları arasına denk düşer. Yaklaşık yüz yıl süren bu süre, bütün İon uygarlığının en güçlü dönemini oluşturur. Bu dönemde İzmir'in tarımla yetinmeyip Akdeniz ticaretine de ortak olduğunu görmekteyiz. Parlak dönemin İzmir'deki önemli belirtilerinden biri M.Ö. 650'den beri yazının yaygınlaşmaya başlamasıdır. Tanrıça Athena'ya sunulan armağanların birçoğunda sunu yazıtları bulunmaktadır. Kazılarda ortaya çıkarılan Athena Tapınağı (M.Ö. 640-580), Doğu Helen dünyasının en eski mimarlık eseridir. En eski ve en güzel sütun başlıkları şu ana kadar İzmir'de bulunmuştur. Eski İzmir'in cadde ve sokakları daha 7.yüzyılın ikinci yarısında ızgara planlı idi, caddeler ve sokaklar kuzeyden güneye ve doğudan batıya uzanıyor, evler genellikle güneye bakıyordu. İlerde M.Ö.5. yüzyılda Hippodamos tipi adını alacak olan bu kent planı özünde Yakın Doğuda çoktan biliniyordu. Bayraklı şehir planı bu tür kent dokusunun Batı dünyasındaki en erken örneğidir. İon uygarlığının en eski parke döşeli yolu Eski İzmir'de gün ışığına çıkarılmıştır. Helen dünyasının en eski sivil mimarlık eseri Eski İzmir'de 7. Yüzyılın ilk yarısında yapılmış olan güzel taş çeşmedir. Bir zamanlar Yamanlar Dağı üzerinde yükselen Tantalos Mezarı, tholos biçimli anıtsal mezarların güzel bir temsilcisidir. Tantalos mezarı adı ile anılan bu anıtsal eser, Eski İzmir'de MÖ.520-580 tarihlerinde yönetimi elinde tutan basileusun ya da tiranın mezarı olmalıdır. İzmir’in zenginliği ve gelişkinliği komşu Lydialıları harekete geçirdi ve İzmirlilerle savaşa girdiler. M.Ö. 610-600 yıllarında Lydia orduları İzmir’i ele geçirip kenti yakıp tahrip ettiler. Ancak İzmirliler kentlerini yeniden kurmayı başardılar. Eski İzmir’in çöküşü, Anadolu’da Pers istilasının sonuçlarındandır. Pers İmparatoru orduları Anadolu’da ilerlerken, Lydia krallığına karşı Ege’nin kıyı kentlerinin kendisini desteklemesini istemişti. Bu isteğe uymayan Ege’nin kıyı kentlerini cezalandırmak amacıyla, Pers İmparatoru Lydia’nın başkenti Sardes’i ele geçirdikten sonra, diğer kıyı kentleriyle birlikte İzmir’e de saldırdı. Pers Ordularının saldırısı sonucu M.Ö. 545 yılında İzmir tahrip edildi. Bu tahribattan sonra Bayraklı’daki yerleşim alanında bir daha kent düzeninde bir yerleşim olmadı. Efes Antik Kenti İlk çağın en ünlü şehirlerinden biri olan Efes, Küçük Menderes nehrinin sularını boşalttığı körfezin yakınında kurulmuştur. Tarıma elverişli toprakları, Doğu’ya açılan büyük ticaret yolu oluşu, gerek putperestlik gerekse Hıristiyanlık döneminde çok önemli bir dini merkez oluşu, tarihe büyük bir kent olarak geçmesini sağlamıştır. İlim ve sanat Dünyasında da adını duyurmuş, ünlü kişiler yetiştirmiştir. Bunlar rüya tabircisi Ardemidotus, şair Callinos ve Hipponax, filozof Heraklitos, Ressam Parrhasius, gramer bilgini Zenodotos, hekim Soranos ve Rufus’tur. Efes’in tarihi M.Ö.6000’lere uzanmaktadır ki bunu, son yıllarda Arvalya ve Çukuriçi höyüklerinde ele geçen buluntular ortaya çıkarmıştır. Ayasuluk Tepesinde yapılan kazılarda burada Erken Tunç Çağından günümüze kadar kesintisiz yerleşmenin varolduğunu göstermiştir. Bu da eski Efes’in Ayasuluk tepesinde olduğunu, buranın Anadolu kavimleri ve Hititler tarafından iskan edildiğini ispatlamaktadır. Ayrıca Hitit yazılı metinlerinde Apasas olarak geçen kentin bu kent olduğu da kesinleşmiştir. Antik yazarlar Strabon ve Pausinias, tarihçe Herodot, Efes’li şair Callinos gibi antik kaynaklar Efes’in Amazonlar tarafından kurulduğuna ve yerli halkın Karyalılar ve Leleglerden oluştuğuna işaret etmektedirler. M.Ö.11 yüzyılda Atina Kralı Kodros’un oğlu Androklos, diğer kolonistler gibi Anadolu’ya gelmiş, Efes civarına yerleşmiştir. Söylenceye göre; Androklos yeni bir şehir kurmak için yol çıkmadan önce kahine danışır. Kahin ona şehri kuracağı yerin bir balık ve yaban domuzu tarafından gösterileceğini söyler. Adamlarıyla birlikte Anadolu kıyılarına adım adan Androklos yakaladıkları balıkları tavada pişirirken, tavadan fırlayan bir balığın sıçrattığı kıvılcımlar çalıları tutuşturur. Çalıların arkasında bulunan bir yaban domuzu alevlerden korkarak kaçmaya başlar. Bunu Andraklos kahinin söylediklerini hatırlar ve atına binerek yaban domuzunu takip eder ve onu öldürür ve yaban domuzunu öldürdüğü yere kentini kurar. Bu söylence Hadriyan Tapınağının frizlerinde betimlenmiştir. Bu kabartmaların orijinalleri ise Efes Müzesinde sergilenmektedir. Helenler buraya geldiklerinde Anadolu’nun hemen hemen her yerinde olduğu gibi Ana Tanrıça Kybele’yi baş tanrı olarak buldular. Yerli halkla anlaşabilmek için Artemis’i ana tanrıçayla bir tutarak aynı yerde tapınmaya başladılar. Artemis Efes’te Anadolu’nun ana tanrıçası Kybele’nin yerini alarak bereket tanrıçası olmuştur. M.Ö. 625 yılında ilk Artemis tapınağı inşa edilir. M.Ö. 7.yy’da kent Kimmerler’in istilasına uğrar ve Artemis Tapınağı yerle bir edilir. M.Ö. 560’da Lidyalı’lar tarafından Efes ele geçirilir ve kent Artemision çevresine taşınır. Bugün gezilen Efes Büyük İskender’in generallerinden Lysimachos tarafından Bülbül ve Panayır dağları arasındaki vadide M.Ö. 3.yy da kurulmuştur. Kent Akdeniz’in önemli deniz ticaret merkezlerinden biri olmuştur. M.Ö. 2.yy’da Romalıların egemenliği altına giren Efes hızla gelişmeye başlamış ve Roma İmparatorluğunun Küçük Asya’daki başkenti olarak M.S. 2.yy’la kadar en parlak dönemini yaşamıştır. O dönemde kentin nüfusu 250 bin’e ulaşıyordu. Yaşanan büyük depremler ve Bizans Döneminde Küçük Menderes’in getirdiği alüvyonlarla dolan limanın büyük bir bataklık oluşturması ve sıtma salgınının baş göstermesi sonucunda kent terk edilir. Efesliler kentin ilk kurulduğu Ayasuluk tepesine yerleşirler. 1304 yılında Selçuklu’lar tarafından ele geçirilen kent 1426 yılında Osmanlı topraklarına katılır. 1914 Ayasuluk adı Selçuk olarak değiştirilmiştir. 1957 yılında İzmir’in ilçesi olmuştur. Magnesia Kapısı Kentin günümüze kadar korunan Magnesia kapısı çok tahrip görmüştür. Kapı büyük olasılıkla imparator Vespasian (M.S.67-79) tarafından inşa ettirilmiştir. Kapı Magnesia şehrine baktığı için bu adla anılmaktadır. Kazılarda ele geçen bir yazıttan Artemison’dan başlayan tören yolunun Magnesia kapısından tiyatroya ve oradan stadyumun doğu ucundaki Pion kapısından geçerek yine Artemis tapınağına ulaştığı anlaşılmaktadır. Doğu Gymnasion (Esli Yunanda erkeklerin zihnen ve/fakat ilk sırada bedenen beceri kazandıkları okul. Erkekler burada çıplak olarak idman yaparlardı. Yunanca olup gymnos kelimesinden türemiştir (γυμνός/gymnós = çıplak, γυμνάζομαι/gymnázomai = gymnastik = jimnastik) Odeon’un doğusunda kalan çok iyi korunmuş yapı kalıntıları araştırmacılar tarafından hamam olarak tanımlanmıştır. M.S. 1. yüzyıla tarihlenen söz konusu yapının bir yazıtta belirtildiği üzere Efes’li Sofist Fladius Damianus’un ve karısı Veda Faetrina tarafından yaptırılmıştır. Odeon (Odeon ve Agoradan bir görüntü) Zengin bir Efes’li olan Publis Vedius Antonius tarafından M.S 150 yılında yaptırılan Odeion tiyatro biçimli bir yapıdır. Salonu 1400 kişilikti. Yanında prytaneion ve önünde devlet agorası olduğunu göz önünde tutarsak tiyatro gösterilerinin yanı sıra belediye meclisi olarak ta kullanıldığını söyleyebiliriz. Orkestrasında yağmur sularını akıtacak oluklar bulunmamasından üstünün kapalı olduğu anlaşılmaktadır. Devlet agorası M.S.1. yüzyılda inşa edilen Devlet Agorası 160m.x 73m. ölçülerindedir. Devlet Agorasının altında eski çağlara ait kalıntılar da bulunmuştur. M.S.1.yüzyılda devlet kontrolünde ticaretin yapıldığı dini ve resmi törenlerin düzenlendiği Agora’da dört basamakla çıkılan Efes’in ticaret borsası gibi bir işlevi olan bir bazilika da bulunmaktadır. Prytaneion ( Belediye Sarayı) Prytaneion ( belediye binası ) Hestia Sunağı ile birlikte şehrin kutsal alanı olarak kullanılıyordu. Burada politik işler görüşülüp, kabuller yapılıyor önemli törenler ve şölenler düzenleniyordu. Sunağın üzerinde Kuretler tarafından daima yakılı tutulan kutsal bir ateş bulunmaktaydı. Bina ilk olarak M.Ö. 3.yy’da inşa edilmiş olup bugün görülen kalıntılar 1,yya’la aittir. Burada Artemis Ephesia heykellerine dokunulmamış ve bu iki güzel heykel günümüze kadar gelebilmiştir. Bugün Efes Müzesi’nde sergilenen iki Artemis Heykeli bu yapı binada bulunmuştur. Memmius Anıtı Bir kitabeye göre diktatör Sulla’nın torunlarından Memmius adına Geç Helenistik Dönemde inşa edildiği düşünülmektedir. M.S.4.yy’da anıtın kuzeybatısında büyük bir çeşme ilave edilmiştir. Domitian Tapınağı Efes’te bir imparator adına yapılmış ilk kutsal yapı Domitian tapınağıdır. Efes’in en merkezi yerinde 50x100 m. tonozlu alt yapılar üstünde bir teras oluşturularak inşa edilmiştir. Tapınaktan çok az kalıntı bulunmaktadır . Kazılar sırasında İmparator Domitian’ın oldukça büyük bir heykeli bulunmuştur. Heykelin bir insan büyüklüğündeki ön kolu ve başı günümüzde Selçuk Efes Müzesi’nde sergilenmektedir. Kuretler Caddesi Devlet Agorası ile Celsus Kütüphanesi arasındaki yol Kuretler caddesidir. Şehrin idaresinde önemli rol oynayan ve her yıl değişen altı üyeye sahip Kuretler ( dini liderler ) billiğinin geçtiği yol olduğu için bu ismi almıştır. Caddenin iki tarafında bulunan sütunların gerisinde dükkanlar ve önünde Efes’in ünlü kişilerine ait heykeller yer almaktadır. Şehrin en büyük kanalizasyon sistemi mermerle kaplı bu caddenin altındadır. Trajan Çeşmesi Trajan çeşmesi 5.20x11.90 m. ölçüsünde, önünde havuz bulunan iki katlı bir çeşmedir. Alt katta kompozit üst katta ise korinth düzeninde sütun başlıkları kullanılmıştır. Yapının ortasındaki bölümde suyun havuza aktığı yerde imparator Trajan’ın büyük heykeli duruyordu. Sular heykelin altından çağlayanlar halinde büyük havuzun üzerine dökülüyordu. Trajan çeşmesini süsleyen heykeller bugün Efes müzesinde bulunmaktadır. Skolastika Hamamı Panayır dağının güney batı eteğindeki ana caddenin köşesindeki büyük hamam yapısı M.S.l.yy’da inşa edilmiş ve M.S.400 yıllarında heykeli odalardan birinde görülebilen Skolastikai adlı Hıristiyan bir kadın tarafından restore edilmiştir. Üç katlı ve bin kişi alabilecek kapasitedeki bu hamamın diğer katları dinlenme odaları, kütüphaneler ve eğlene salonlarından oluşmaktaydı. Taban ve duvarlar mermer ve mozaiklerle kaplanmıştır. Latrina Kentin genel tuvaleti olan bu yapının ortasında kare planlı bir havuz, yanlarında bir sıra tuvalet taşı bulunmaktadır. Tuvalet taşlarının hemen önünde su kanalı yer alır. Tabanı mozaiklerle kaplıdır Hadrian Tapınağı Efes’in küçük ancak en göz alıcı eserlerinden olan Hadrian tapınağı bir Sella’dan ve Portiko’dan oluşmaktadır. Sella’nın üstü taş tonozla örtülüydü. Yanlarda düz olan alınlık ve onun üzerindeki friz iki sütunun ortasında bir kemer biçimi alır. Ortası Tyche (kent tanrıçası) büstü ile süslü olan bu kemeri bugün yalnız iki uçtaki kalmış olan alınlık çevreliyordu. Hadrian tapınağı M.S.4.yy’da kısmen yıkılmış olduğundan restore edilmiş ve bu sırada Portikonun iç duvarlarının üstünü süsleyen 4 kabartma eklenmiştir. Efes’in kuruluş hikayesinin resmedildiği kabartmaların asılları müzede bulunmaktadır. Sellada İmparator Hadrian’ın heykeli bulunmaktadır. Tapınağın önünde duran ve dörtköşe sütunlarıyla dayanan dört kaide üstünde Roma imparatorları Galerius Maximianus, Diocletianus ve Constantius Chlorus’un bronz heykelleri bulunuyordu. Yamaç Evler Bülbül Dağının yamaçlarında Efes’li zenginlerin ikamet ettikleri belirtilen evler vardı. Yakın zamanda restore edilerek orijinal durumlarına biraz daha yaklaşan bu evler, geniş merdivenlerle caddeye dikey olarak açılmaktaydı. İki veya üç katlı oldukları bilinen evlerin duvarları fresk ve yerler de mozaiklerle süslüdür. Tabanda ısıtma sistemi vardır. M.S.1.yy’da inşa edilen evler daha sonraki yıllarda bir çok değişiklikler yapılarak 7.yy’a kadar kullanılmıştır.
-
İzmir ve çevresi
İzmir sözünün kökeni İzmir kelimesi eski İon lehçesinde Smurne, Attika (Atina) lehçesinde ise Smyrna diye yazılırdı. Bugünkü Hellenler bu kentin adını Smirni biçiminde telaffuz etmekte, Gerçi son yıllarda Antik Efes kenti civarında da bu adla anılan bir köy yerleşimi izlerine rastlanmıştır. Olasılıkla İzmir'den Efes'e giden bir kısım Amazon kraliçelerinin adını yerleştikleri köye de koydukları düşünülmektedir ki bununla ilgili bilgilere eski Yunanistan'daki kaynaklarda da rastlanmaktadır. Ancak Smyrna sözcüğü Yunanca değildir, Ege Bölgesindeki birçok yerleşim adı gibi Anadolu kökenlidir. M.Ö. 2. binin başlarına ait Kayseri Kültece yerleşiminde ele geçen bazı tablet metinlerinde Tismurna adına rastlanmaktadır. Tismurna'daki `ti' bir ön ek olup büyük olasılıkla bir kişi ya da bir yer adını belirtmektedir. Bundan da Hellenler ya da Bayraklı höyüğünü mesken tutanların bu ön eki atıp kente 'Smyrna' demişlerdir. Kentin adı olasılıkla M.Ö. 300 ile M.Ö. 1800 yılları arasında Smurnu olarak anılıyordu. Tarihi Eski Izmir kenti (Smyrna) körfezin kuzeydogusunda yer alan ve yüzölçümü yaklasik yüz dönüm olan bir adacik üzerinde kurulmustu. Son yüzyillar boyunca Meles Çayi'nin ve Sipylos Dagi (Yamanlar Dagi)'ndan gelen sellerin getirdikleri mil ile bugünkü Bornova ovasi olustu ve yarim adacik bir tepe haline dönüstü. Simdi Tepekule adini tasiyan bu höyügün üzerinde Tekel Müdürlügü'nün Izmir Sarap ve Bira Fabrikasi'na ait numune bagi bulunmaktadir. 1955'ten beri yogun gecekondu bölgesi olan bu çevrede Izmir'deki ilk yerlesim yeri olarak tespit edilen Izmir Höyügü bulunur. Buradaki ilk kazilarda Türk Tarih Kurumu ile Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlügü"nün katkilari büyük olmustur. Bati Anadolu kiyilarindaki ilk yerlesimler -ki bunlar Troya Savaslarindan sonra kurulan Aiol, Ion ve Dor kökenlidir- genelde küçük yarimadalar üzerinde kurulmustur. Bunlar, Çandarli (Pitanes), Foça (Phokaia), Izmir (Smyrna), Kilizman (Klazomenai), Milet ve Iasos gibi yerlesimlerdir. Bunun nedeni yerlesim yerlerini kuran ve oturan insanlarin daha çok Hellenli ve den olmalaridir. Böylece yarimada yerlesikleri hem iki limana sahiptiler, hem de kara denizden gelecek saldirilara karsi güvence içindeydiler. Elverissiz havalarda limanlardan biri uygun olmadigi takdirde gemiciler diger limani kullanma sansina sahiplerdi. Bayrakli Höyügü körfezin kuzeydogu kösesinde, kuzeyine sarp kayali Yamanlar Dagi'ni da alarak karadan gelecek saldirilara karsi rahat bir konumdaydi. Güneyi imbata açikti. Eski Izmir yerlesimi yaklasik 3000 yil boyunca bu yarimada üzerinde ver aldi. M.Ö. 4. yüzyilin ikinci yarisinda büyük nüfus artisi yüzünden bugünkü Kadifekale (Pagos) eteklerine tasindi. Neolitik-Tunç Çaglari M.Ö. 6500-1050 En eski Izmir'in yerlesimi Bornova ilçesindeki Yesilova Höyügü'nde 2005 yilinda yapilan kazilarda kesfedilmis, Izmir kenti tarihinde bilinenden 3 bin yildan daha eskiye M.Ö. 6500 yillarina kadar gidilmistir.Yesilova buluntulari Izmir'deki ilk yerlesimin Neolitik Çagda Bornova Ovasi'nda basladigini , yerlesim sayisinin Kalkolitik ve Tunç Çaglar süresince artarak devam ettigini göstermistir. Symrna kazilarindan elde edilen bilgiler isiginda Tunç Çag evlerini höyügün en üst düzeyinde denizden 3 ile 5 metre yukaridaki kayalar üzerine oturtmuslardir. Bu yerlesme Eski Tunç Çagi dönemine aittir. Bulunan çanak ve çömlekler Troya dönemi ve kültürüyle (M.Ö.3000-2500) benzerlikler göstermektedir. Birinci yerlesim tabakasinin üstünde Orta Tunç Çagi dönemi yer aliyordu. Burada bulunan keramik eserler Troya II kentinde ortaya konulan sanatsal eserlerle hemen hemen özdestir (M.Ö. 2500-2000). Üçüncü yerlesme kati Troya VI ve Hitit dönemi ile çagdastir (M.Ö.1800-1ü50). Bu katta elde edilen büyük ve saglam bir vazo, Afyon ve Usak kentlerinin güneyindeki Beyce Sultan kazilarinda elde edilen kaplarin çesidindendir. Ayrica birçok kap biçimi Orta Anadolu ile oldugu ölçüde Troya VI kap kaçagi ile de benzerlikler tasimaktadir. Bundan baska yine Troya VI'da gün isigina çikan `Minyas' tipi vazolar Bayrakli'da da ele geçmis, bir de 4-5 Myken seramik parçasina rastlanmistir. Açilan sondajlar küçük oldugundan evler hakkinda genis bilgi elde edilememistir. Tunç Çagi'nda Izmir `de yasayan yerli halkin dili konusunda herhangi bir fikir elde edilmesi mümkün olmamistir. `Minyas' türü keramigin ele geçmesi birçok Anadolu kentinde oldugu gibi, burada da 2. Binde Akalilâra (Achaioi: Myken) ait bir ticaret kolonisinin bulunduguna iliskin ipuçlari verebilir. Demir Çagi M.Ö. 1800-1200 Anadolu'da yazi kullaniliyordu ve bundan ötürü o dönemde tarih çagina ulasilmis bulunuluyordu. Ancak M.Ö. 1200'lerde Troya Vll ve Hitit baskenti Hattusas'in Balkanlardan gelen kavimlerce yikilmasindan sonra Orta ve Bati Anadolu yeniden yazisiz ve karanlik bir çaga, Demir Çagi'na girdi. Demir Çagi, Anadolu'da yazinin yeniden kullanilmasi ile Frigya Kralligi'nda M.Ö.730, geri kalan Orta ve Bati Anadolu'da ise M.Ö. 650 yillarina kadar sürmüstür, Kazilarda fazla miktarda çikarilan keramik ürünlerden anlasildigina göre, Demir Çagi boyunca Eski Izmir'de Hellas'tan göç eden, Aiolller ve Ionlar yasiyordu. Yarimadada yerli halkin yasadigina dair herhangi bir bulguya ise rastlanmamistir. Bayrakli Höyügü'nün M.Ö. 1050 yillarinda kurulmaya baslayan yerlesmesinin Hellas kökenli oldugu anlasilmaktadir. 400 yil devam eden bu ilkel dönem boyunca baslica bes yerlesme kati saptanmistir. Bunlar : I. Aiol yerlesmesi M.Ö. 1050-M.Ö.1000 II. Erken, Orta ve Geç Protogeometrik yerlesme M.Ö. 1000-M.Ö. 875 III. Erken ve Orta Geometrik yerlesme M.Ö. 875- M.Ö. 750 IV. Geç Geometrik yerlesme M.Ö. 750-M.Ö. 675 V. Subgeometrik yerlesme M.Ö. 675-M.Ö. 650 Söz konusu bes tabaka denizden 6,40 metre yükseklikte baslamakta ve 9,50 metrede son bularak 3 metre kalinliginda bir tabaka olusturmaktadir. Kazilarda elde edilen Aiol keramigi Submyken orijinlidir. Protogeometrik ve Geometrik stildeki kap-kaçak ise genelde Attika vazoculugunun bir devamidir diyebiliriz. Demir Çagi boyunca Izmir evleri, büyüklü küçüklü tek odali yapilardan olusmakta idi. Gün yüzüne çikarilan en eski ev M.Ö. 925 ile M.Ö. 900'e tarihlenmektedir. Iyi korunmus halde ortaya çikarilan bu tek odali evin (2,45 x 4 m.) duvarlari kerpiçten, dami ise sazdan yapilmisti. Erken Geometrik dönemden itibaren (M.Ö. 875'ler) bu tek odali evler at nali biçimli bir avlunun üç bir yanini çevirmekte idiler. Eski Izmir'liler kentlerini M.Ö. 850'lerde kerpiçten yapilmis kalin bir surla korumaya basladilar. Bu tarihten itibaren Eski Izmir'in bir kent devlet kimligi kazanmis oldugu söylenebilir. Kenti 'Basileus' adi verilen bir beyin idare ettigi olasidir. Göçleri gerçeklestirenler ve kent ileri gelenleri soylu tabakayi olusturuyordu. Kent duvarlari içinde yasayan nüfus olasilikla bin kisi civarindaydi. Geç Geometrik ve Subgeometrik seramikle açiklanan dönemde (M.Ö.750-650) ise yarimadanin nüfusu daha kalabalik olup belki de 1500 kisiyi asiyordu. Kent devlete ait halkin büyük bir bölümü civar köylerde yasiyordu. Bu köylerde, bu çagdaki Eski Izmir'in tarlalari, zeytin agaçlari, baglari, çömlekçi ve tasçi islikleri yer aliyordu. Geçimi tarim ve balikçilikla saglaniyordu. Kentin en önemli kutsal yapisi Athena Tapinagi idi. Bu tapinagin günümüze degin korunan en eski kalintisi M.Ö. 725-700 yillari arasina tarihlenmektedir. Daha önceki dört dönemde (M.Ö. 1050- 750), büyük bit olasilikla yine Tanriça Athena'ya tapiniliyordu, ancak o tarihlerde kadin tanriçanin heykeli herhalde küçük bir nis (naiskos) içinde bulunuyordu. Bilindigi gibi Homeros'un destani Ilias, Aiol ve Ion lehçelerinin karisik oldugu bir dille yazilmistir. Bu nedenle dünya tarihinin bu çok önemli destansi yapiti büyük olasilikla bu iki lehçenin konusuldugu sinir bölgesi olan Izmir'de olusturulmustur. Nitekim Hellenistik dönem Izmirlileri Homeros için 'Homeraion' adli bir yapi insa etmislerdir. Parlak Dönem M.Ö. 650-545 Izmir'in parlak dönemi M.Ö. 650-545 yillari arasina denk düser. Yaklasik yüz yil süren bu süre, bütün Iyon uygarliginin en güçlü dönemini olusturur. Bu dönemde Miletos'un liderliginde Misir'da, Suriye ve Lübnan'in yavuz kentiBati kiyilarinda, Propontis'te (Marmara Bölgesi), Pontus'ta (Karadeniz) koloniler kurulur ve Dogu Hellen dünyasi kita Yunanistan ile rekabet ederek birçok alanda ve konuda onun yerini almaya baslamistir. Bu dönemde Izmir'in tarimcilikla yetinmeyip Akdeniz ticaretine de ortak oldugunu görmekteyiz. Bu dönem katlarinda bulunan Fenike kökenli eserler, Kibris kökenli heykel ve heykelcikler, Ön Asya ya da Akdeniz orijinli fayans figürcükler bu uluslararasi ticaretin günümüze kalmis eserleridir. Parlak dönemin Izmir'deki önemli belirtilerinden biri M.Ö. 650'den beri yazinin yayginlasmaya baslamasidir. Kadin tanriça Athena'ya sunulan armaganlarin birçogunda sunu yazitlari bulunmaktadir. Kent halkinin sayisi fazla olmasa da bir bölümü okuryazardir. Kazilarda ortaya çikarilan Athena Tapinagi (M.Ö. 640-580), Dogu Hellen dünyasinin en eski mimarlik eseridir. En eski ve en güzel sütun basliklari su ana kadar Izmir'de bulunmustur. Samos, Milet, Efes, Erythrai ve Phokaia'da çikarilan sütun basliklari M.Ö. 6. Yüzyilin ikinci yarisindan (M.Ö. 575-550) tarihinden önce degildir. Helken sanatinin en özgün mimarlik ögeleri olan Aiol ve Ion türü basliklar ile Ion ve Lesbos biçimi kymationlar (yaprak ya da yumurta sekilli mimarlik süslemesi) doguslarini Eski Izmir de gün isigina çikan ve büyük ölçüde Anadolu Hitit sanatindan esinlenmis olan bu basliklara borçludurlar Hellen Dünyasinin çok odali ev tipinin en eski örnegi Eski Izmir de bulunmustur. Gerçekten M.Ö. 7. Yüzyilin ikinci yarisinda yapilmis olan iki katli, bes odali, ön avlulu çifte megaron, Hellenlerin bugün için bilinen, bir çati altindaki en eski çok odali evdir. Ondan önceki Yunan evleri yan yana dizilmis megaronlardan olusuyordu. Eski Izmir'in cadde ve sokaklari daha 7. yy'in ikinci yarisinda izgara planli idi, caddeler ve sokaklar kuzeyden güneye ve dogudan batiya uzaniyor, evler genellikle güneye bakiyordu . Ilerde M.Ö.5. yüzyilda Hippodamos tipi adini alacak olan bu kent plani özünde Yakin doguda çoktan biliniyordu. Bayrakli sehir plani bu tür kent dokusunun Bati dünyasindaki en erken örnegidir. Ion uygarliginin en eski parke döseli yolu Eski Izmir'de gün isigina çikarilmistir. Hellen dünyasinin en eski sivil mimarlik eseri Eski Izmir'de 7. Yüzyilin ilk yarisinda yapilmis olan güzel tas çesmedir. Bir zamanlar Yamanlar Dagi üzerinde yükselen Tantalos mezari, tholos biçimli anitsal mezarlarin güzel bir temsilcisidir. Tantalos tümülüsünün mezar odasi adi geçen çesmenin planinda idi ve onun gibi Isopata tipi adini tasiyan yapi türünde idi, yani plani dörtgendi ve üstü bindirme teknigindeki bir tonozla örtülü bulunuyordu. Tantalos mezari adi ile anilan bu anitsal eser Eski Izmir'de MÖ.520-580 tarihlerinde yönetimi elinde tutan basileusun ya da tyranin mezari olmalidir. Eski Izmir'de, çömlekçi islikleri, arkeoloji literatüründe "Oryantalizan" ya da "Friz Stili" adi ile anilan seramik türünün güzel örneklerini üretiyor, tasçi ustalari mimarlik eserlerinden baska anitsal boyda heykeller ve heykelcikler yontuyor ve bütün bu sanat yaratilarinin bir bölümü dis pazarlara sürülüyordu. Bilindigi gibi M.Ö. 6. Yüzyilin ilk yarisinda o zamanki antik dünyanin kültür merkezi Bati Anadolu idi. Özellikle Milet'de tarihte ilk defa batil inançlardan ve her çesit din etkisinden kurtulmus, özgür düsünceye dayali bilimsel arastirmalar baslamisti. Dogu dünyasinin zengin bilgi ve deneyim hazinelerinden yararlanarak ve özellikle özgür düsünce yöntemiyle Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros gibi doga filozoflari' bugünkü Bati uygarliginin temellerini atmislardi. Thales dünyada ilk defa bir doga olayini, M.Ö. 28 Mayis 585 tarihinde olagelen günes tutulmasini olusundan önce hesaplamistir. Böylece kültür ve bilim alaninda tarihin baslangicindan beri 2500 yil boyunca Mezopotamya ve Misir'in elinde olan önderlik, Bati Anadolu'ya geçmistir. Bati Anadolu bu önderligini Iranlilarin Anadolu'yu isgal ettikleri 545 yilina degin korumustur. Ancak Iran isgali ile filozoflar, bilim adamlari ve sanatçilar Atina'ya göç edince kültür ve ilim alanindaki önderlik Atina'ya geçmistir. Milet, Efes, Samos gibi Izmir de 6. Yüzyilin baslarinda büyük olasilikla düsünce ve bilim alaninda önde gelen kentlerden biriydi. Ancak Eski Izmir M.Ö. 640-545 tarihlerinde döneminin en ileri kültür merkezlerinden biri oldugu halde daha sonralari önemini yitirdigi için, çalismalarda eskisi hizini kaybetmisti. Eski Izmir'in edebiyat, siir, tarih, felsefe ve bilim konularinda ne düzeyde oldugu hakkinda yeterli bilgi mevcut degildir. Mimarlik konusunda ise önemli bir merkezdi. Herodotos, Eski Izmir'i Lidya krali Alyattes'in aldigindan bahseder. Kazilarda da bu olay M.Ö. 500 siralarina tarihlenir. Kent ve Athena tapinagi tahrip olsa da Izmirliler M.Ö. 590 yillarinda tapinagi tekrar insa ederler. Daha sonra Persler tarafindan 6. Yüzyilin ortalarinda ele geçirilen kent. Bu olayla birlikte parlak devrini tamamlamistir. Bu tarihten sonra Athena tapinagina hediye edilmis hiçbir armagan bulunamamasi da bu tahribatin önemli göstergelerinden birisidir. Gerileme Dönemi M.Ö. 500-300 Athena Tapinagi M.Ö. 545 tarihlerinde terkedilmisse de yerlesim sürmüs, ancak bundan sonra 200 yil kadar bir süre eski Izmir önemini ve islevini yitirmistir. M.Ö. 5. yüzyil boyunca küçük ancak zengin bir yerlesmenin yer aldigi Bayrakli Höyügü M.Ö. 5. yüzyilin sonunda ve özellikle 4. yüzyil süresince yogun bir iskana sahne olmustur. Bu dönemde, ortalarinda büyük avlular olan biri 5, biri 8 ve digeri 15 odali olmak üzere üç ev gün isigina çikarilmistir. Bunlarin, kenti idare eden ve muhtemelen dönemlerindeki Pers etkisine uyarak yakin civardaki Larissa'da oldugu gibi, birer tyran olan beylere ait olmalari akla yakin gelmektedir. Nitekim Yamanlar Dagi'nda hala kismen korunmus olan ve önemli kisilerin mezarlari olmasi gereken düzgün krepisli birkaç 4. yüzyil tümülüsü bu düsünceyi desteklemektedir. Söz konusu merkezi avlulu büyük üç evden baska birçogu megarondan bozma dörtgen planli küçük evler bulunmustur. Bayrakli höyügünün bütün üst düzeyinin 4. yy. boyunca evlerle kapli oldugu söylenebilir. Öyle anlasiliyor ki Anadolu'daki Pers isgali 4. yüzyilda gücünü yitirmis ve Iyon kentlerinin büyümesine neden olmustur. Meydana gelen nüfus patlamasi ile yüz dönümlük Bayrakli Höyügü, Izmirlilere küçük gelmeye basladigindan, M.Ö. 300 tarihlerinde Kadifekale (Pagos) eteklerinde yeni Izmir kenti kurulmustur. Hellenistik Dönem'de ve Roma İmparatorluğu yönetiminde İzmir M.Ö. 333-M.S. 395 Büyük Iskender'in Issos'ta (Iskenderun) Pers Krali Darius'u yenmesinden (M.Ö. 333) ve arkasindan bütün doguyu ele geçirmesinden sonra Hellen dünyasi büyük bir refah çagina eristi. Kentler nüfus patlamalarina sahne oldu. Hellenistik Dönem'de Iskenderiye, Rodos, Bergama ve Efes kentlerinden her biri 100 binin üstündeki bir nüfusa eristiler. Küçük bir tepecigin üzerinde kurulmus olan eski Izmir kentinin duvarlarinin içinde yalniz birkaç bin kisi yasayabiliyordu. Bu nedenle en geç M.Ö. 300 siralarinda Kadifekale'nin eteklerinde, yeni ve büyük bir kent kuruldu. M.Ö. 323 yilinda Büyük Iskender'in ölümü üzerine çikan iç savasta Izmir (zamanin ismiyle Symrna), önce Lysimakhos'un, sonra Lysimakhos'u M.Ö. 281 yilinda yapilan Corupedion Savasi'nda yenen Selevkoslar'in krali 1. Selevkos'un eline geçti. Selevkos egemenligi M.Ö. 190 yilinda yapilan Magnesia (bugün Manisa) Savasi'na kadar sürdü. Selevkoslar, Romalilar'a karsi kaybettigi bu savastan 2 yil sonra yapilan Apameia (bugün Dinar) savasiyla Bergama Kralligi'na verildi. Bergama'nin egemenligi, Kral 3. Attalos'un ölümüne dek sürdü ve bu tarihte Romalilar'in eline geçti ve Asya Eyaleti'ne baglandi. Tarihçi Strabon, Smyrna'nin kendi zamaninda yani M.Ö. 1. yüzyila geçis sirasinda en güzel Iyon kenti oldugunu belirtmektedir. O dönemde kentin küçük bir bölümü Kadifekale'nin Pagos'un üzerindeydi. Büyük bölüm ise düz arazi üzerinde bulunan liman çevresine toplanmisti. Ana tanriçanin tapinagi ile gymnasion da bu hat üzerinde yer aliyordu. Caddeler düzdü ve tamami büyük taslarla düzgün bir biçimde kaplanmisti. Aristeides, kentin dogu-bati yönünde uzanan iki ana yolunun (Kutsal yal ve Altin yol) bulundugunu ve bu yollarla kentin , denizden gelen esinti ile serinledigini anlatmaktadir. Strabon Izmir'de Homereion olarak adlandirilan bir stoanin varligindan söz eder (belki de bir perystil ev). Bu evin içinde Homeros'un bir heykeli bulunuyordu. Roma Çagi'nda Izmir'de insa edilen yapilar arasinda, Kadifekale'nin (Pagos) kuzeybati etegindeki antik tiyatro ve batidaki stadyumun her ikisinden de pek az iz kalmistir. Diger taraftan Smyrna Agorasi oldukça iyi korunmus olup, bugün kisaca Agora olarak bilinmektedir. Agoranin ölçüsü 120x80 metre uzunlugunda genis bir avlusu vardi. Dogusunda ve batisinda birer stoasi vardi. Her iki yapi 1 7,5 m. olup ikiser katliydi. Ayrica 28 m. uzunlukta bir bazilika da mevcuttu. M.Ö. 2. Yüzyilda Romalilarin egemenligine giren Izmir ikinci kez altin dönemini yasamaya baslar. M.Ö. 88 yilinda Pontus Krali 6. Mithridates'in eline geçtiyse de 2 yil sonra Romalilar sehri geri aldi. Incil'de sözü edilen "Yedi Kilise"den bir tanesinin bulundugu Smyrna Hiristiyanligin gelismesinde önemli bir rol oynar. Izmir'in ilk baspiskoposu olan Aziz Polikarp havari ve Incil yazari St. John'un ilk müridlerinden biridir. Yaklasik M.S. 70 yilinda Anadolu'da dogmus, inancindan ötürü 23 Subat 155 tarihinde, Izmir akropolü üzerinde bulunan stadyumda Romalilar tarafindan yakilarak ölüme mahkum edilmistir. M.S. 395 yilinda Roma Imparatorlugu ikiye bölününce, Izmir, sonradan Bizans Imparatorlugu olarak taninacak Dogu Roma Imparatorlugu'nun bir parçasi olur. Bizans Imparatorlugu yönetiminde Izmir; Araplar, Selçuklular, Cenevizliler, Aydinogullari, Haçlilar, Mogollar tarafindan istila edilmistir. Bizans Imparatorlugu döneminde Araplar, Selçuklular, Haçlilar ve Cenevizliler kenti ele geçirmek için birbirleriyle savasirlar. Kenti ilk önce Araplar 672 yilinda denizden zaptedip Istanbul'a yaptiklari akinlarda bir üs olarak kullanirlar. Türkler Izmir'i ilk kez 1076'da Sulçuklu akincilarindan ve zamanla ilk büyük Türk denizcisi olacak Çaka Bey'in komutasinda ele geçirirler. Izmir'den hareketle Ege Adalari ve Çanakkale Bogazi'na düzenledigi akinlarla Bizanslilara korku salan Çaka Bey'in ölümünden sonra Bizanslilar kenti 1098'de geri alirlar ve sehrin kiyi tarafi 1204 yilinda Rodos Sovalyeleri'nin eline geçer. 1310'da Aydinoglu Umur Bey tüm sehri ele geçirir. 1344 yilinda Cenevizliler kiyidaki St. Peter kalesini ele geçirirler. Cenevizliler asagi kenti kontrollerinde tutarken Aydinogullari Beyligi yukari kentte (Kadifekale) hakimiyet kurar. Gavur Izmir deyimi o dönemden kalmadir ve Cenevizlilerin elinde kalan asagi kenti tanimlamak için kullanilmistir. 14.yüzyil ortalarinda St. Peter kalesi ve asagi kent bu kez Rodos Sövalyeleri tarafindan ele geçirilir. Bu arada Osmanli Devleti 1398'de Izmir üzerinde hakimiyet kurdu. Ankara Savasi'ni kazanarak Osmanli Devleti'ni maglup etmis olan Timur'un 1403'de bizzat komuta ettigi Mogol ordusu kenti istila edip, St.Peter Kalesini yerle bir eder. Bu fetih Timur'un Hristiyan güçlere karsi yapmis oldugu tek savas olmasi nedeniyle ayrica önemlidir. Osmanli Devleti'nin toparlanmasindan sonra 1422 yilinda II. Murat kenti zapteder ve Izmir bundan sonra Osmanli Imparatorlugu'nun bir parçasi olur. Osmanli Imparatorlugu yönetiminde Izmir; Dogu Akdeniz'in ticaret kavsagi Osmanli idaresinin ilk yüzyillarinda ikinci derece bir sancak olan Izmir'in Ilk Osmanli yöneticisi Karasubasi Hasan Aga'dir. Izmir 1605-1606 yillarinda Celali Isyanlari kapsaminda Arap Sait ve Kalenderoglu ayaklanmalarina sahne olmustur. Ancak kent, Osmanli Imparatorlugunun 1620 yilinda yabancilara tanidigi kapitülasyonlardan sonra giderek Imparatorlugun en önemli ticaret merkezlerinden biri haline gelir. 1619'da Fransiz, 1620'de Ingiliz konsolosluklari açilir. Bu arada sehrin nüfus yapisi da degismeye baslar. 16. yüzyil kaynaklari Izmir'de 19 cami, 18 havra ve sadece 1 Rum Ortodoks kilisesi bulundugunu, kentin 9 mahallesinden sadece birinde Hristiyanlarin yasadigini belirtmektedir. Dolayisiyla, o dönemde sehir merkezinde Müslüman-Türkler çogunlukta, önemli ve köklü bir Musevi cemaati mevcut (Sabetay Sevi 17. yüzyilda Izmir Musevi cemaatinin içinden çikmistir) ve Hristiyan Rumlar azinlikta olmalidir. Evliya Çelebi de, 1672'de Izmir'i ziyaretinde, nüfus yapisindaki degisimin ilk gözlemlerini kaydeder ve Punta (Alsancak) mahallesinde giderek artan sayida yerli gayrimüslimlerin, Levantenlerin ve Batili tüccarlarin yogunlastigini yazar. Izmir'de 1676'da yaklasik 30 bin kisinin öldügü bir veba salgini, 1742'de sehrin yarisinin yandigi büyük bir yangin olur. Osmanlilarca Izmir'e pasa düzeyinde yapilan ilk atama, 1707'de yabanci tüccarlarca düzenlenen Buca ayaklanmasi ndan sonra 1716'da tayin edilen Köprülü Abdullah Pasa'dir. 18. yüzyil ve 19. yüzyil larda kent Fransiz, Ingiliz, Hollandali ve Italyan tüccarlarin gözdesidir. Bu gelismeye paralel olarak, eyalet merkezi (Aydin eyaleti) önce 1841'de geçici olarak, sonra da 1850'de temelli Izmir'e aktarilmistir. Ayni yil Sultan Abdülmecit, 1863'de de Sultan Abdülaziz Izmir'i ziyarete gelmisler, 1871'de kurulan belediyenin ilk baskani da Yenisehirlizade Ahmet Efendi olmustur. Çokuluslu bir ticaret sehri haline gelen ve servet birikimi yaratarak metropollesen Izmir civarinda asayisi korumak herzaman zorlu bir ugras olmustur. Bu baglamda, bölgenin ünlü Rum eskiyalarindan Katirci Yani 1853'de Buca'da yakalanabilmis, basta Çakircali Mehmet Efe olmak üzere, efeler ve eskiyalar Izmir'e özel ilgi göstermisler, çogu kez resmi görevlilerden, yerli, levanten ve yabanci tacirlerden ve azinliklardan olusan çetrefil bir iliskiler agi içinde rol oynamislardir. Izmir I. Dünya Savasindan sonra 15 Mayis 1919'da Yunan ordusu tarafindan isgal edilir. Bu isgal 9 Eylül 1922 tarihinde sona erer. Ancak, Izmir 13 Eylül 1922 sabahi tarihinin belki de en büyük felaketlerinden birini yasamaktan kurtulamaz. Basmane semtinde baslayan yangin 2.600.000 metrekarelik bir alanda 20.000'den fazla ev ve isyerini tahrip eder. Bu yangin ne yazik ki kentin geleneksel alaninin dörtte üçünü tahrip etmistir. Fakat yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte Izmir zümrütü anka kusu gibi kendi külleri içinden yeniden dogmustur. Yangin alaninda bugün Izmir Enternasyonal Fuari bulunmaktadir.
-
Yiyin, için, üreyin, iman edin!
E ama insanların yaptığı hataları birisinin üstlenmesi lazımdı, bu Allah olamayacağına göre şeytan icat edildi.
-
cehannem ne demek düşündünüzmü ?
- Kıyamet Ne Zaman ve Nasıl Gerçekleşecektir ?
Dünyada ilerleme ve kalkınma modası hakim olunca müslümanlar da kutsal metinleri bu gözle okumaya, satırlardan veya satır aralarından dünya insanını memnun edecek manalar çıkarmaya yöneldiler, "Din gelişmeye mani değildir" cümlesi özdeyişler arasına girdi, şiirlerde mısralaştı, "Yarın ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış" sözü hadis diye piyasaya sürüldü. Kim mi demiş... Yanılmıyorsam, Abu al-Fadl 'Abd al-Rahman ibn Abi Bakr Jalal al-Din al-Suyuti.- LEYLAMIN DOĞUMGÜNÜ..
Doğum günün kutlu olsun.- Japonya Hakkında Her Şey
Yemekte Görgü Kuralları Bir ülkenin adet ve görgü kurallarını bilmek, o ülkenin sosyal yapısı ve düşünce şeklini daha iyi anlamanıza yardımcı olacaktır. Ayrıca büyük hatalar yapmanızın önüne geçecektir. Hele Japonya gibi gelenek ve göreneklerine oldukça bağlı, ve görgü kurallarına çok dikkat eden bir ülke için bazı temel Japon görgü kurallarını bilmek ve uygulamakta fayda vardır. Bu sebeple aşağıda bazı temel Japon görgü kurallarını tanıtacağız. Yemekte: Eğer bir Japon yemeği yiyorsanız büyük ihtimalle “hashi” (“Çubuk”) ile yiyeceksinizdir. Hashiler masada “hashioki” (çubuk dayanağı) üzerine ve ucu sol tarafa gelecek şekilde yerleştirirler. Hashiyi sağ eliniz ile alıp ucunu sol elinizin avucunda sabitledikten sonra tutma pozisyonuna geçiniz. Hashiyi ortasından veya ince ucundan değil kalın ucuna yakın yerinden tutunuz. Aşağıda yazılanlar görgüsüzlük olarak kabul edilirler: Hashiyi yiyecekler, özelliklede pilavın içine saplamak. Sadece cenaze törenlerinde buhurdanlığın önüne konulan pilavın içine hashi saplanarak koyulur. Hashinizi kullanmadığınız zaman hashiire’ye koyun. Tabak içindeki yiyecekleri karıştırmak için hashiyi kullanmak Yiyeceğiniz yemeği seçmek için hashiyi tabakların üzerinde havada gezdirmek. Tabaktaki yemeğin en lezzetli yerini bulmak için yemeği Hashi ile altüst etmek. Hashi elinizde olduğu halde tabağı tutmak. Hashiniz ile direk olarak başka birinin hashisine yiyecek vermek. Bu da sadece cenaze törenlerinde ölen kişinin kemiklerini bir kişiden diğerine verme için kullanılır. Hashi ile bir nesne veya bir kişiyi göstermek Batıda yemek yerken ses çıkarmak görgüsüzlük kabul edilirken, Japonya’da noodle yerken höpürdetmek ayıp sayılmaz, tersine ne kadar höpürdetirseniz o kadar lezzetli olduğunu ifade eder. Yemek esnasında hemen çorbanızı içmeyin. Japonya’da yemekler genellikle hepsi bir arada gelir, o sebeple tüm yemeklerin gelmesini ve herkesin hazır olmasını bekleyin. Yemeğe başlarken “itadakimasu” bitirdiğinizde “ gochisousama” deyin. Japon Yemekleri Bir ülkeyi daha iyi tanıyabilmek için o ülkenin yemeklerinden yemek lazımdır. Bir ülkenin yemekleri o ülkenin ulusal karakterini, lezzet tercini, estetik anlayışını, hayat biçimini vb. gösteren öğelerden biridir. Bu sebeptendir ki Yemek Kültürü denilir. Japon mutfağı deyince insanların ilk aklına gelen sushi olur fakat aslında, tempura, sukiyaki, udon, okonomiyaki, soba, ramen vb. yemekleri ile çok çeşitli ve zengin bir mutfaktır. Aşağıda Japon mutfağından sizler için seçtiğimiz bazı önemli yemekleri ve kısa açıklamalarını bulacaksınız. Japon mutfağı deyince pirincin önemini vurgulamadan geçmek olamaz. Biz Türklerdeki ekmek kültürü neyse Japonlarda da pirinci aynı şekilde görebiliriz.Bunun yanında bir ada ülkesi olması dolayısı ile balık ve deniz ürünleri, birçok kültürün Çin’den gelmesinden dolayı da Çin mutfağının etkileri de oldukça hissedilebilir. Birçok kaynak Japonların uzun yaşamalarını yemek adetlerine bağlamaktadır. Japon mutfağını yakından incelediğinizde bunda oldukça büyük bir gerçek payı bulabilirsiniz. Buna başlıca örnek vermek gerekirse Japonlar doğaya olan bağlılıklarından dolayı mümkün olduğunca yemeklerinde kullandıkları malzemelerin doğal özelliğini bozmamaya gayret ederler. Aşırı baharatlı, tuzlu veya tatlı yemeklere Japon mutfağında rastlamanız oldukça nadirdir. Japonya’da bir restorana gittiğinizde en zor bulacağınız şet tuz olacaktır, genelde Japonlar bizlerin tuz serptiğimiz yerlerde soya sosu kullanırlar. Aynı şekilde bir Japon için Türk tatlılarımız aşırı tatlı olması sebebi ile bir işkenceye dönüşebilir (THY’nin Japonya uçuşlarında baklavayı kaldırmasını şiddetle tavsiye ederim). Japon yemekleri biz Türkler için ilk başta oldukça lezzetsiz, tatsız gelebilir, fakat eğer alışırsanız inanıyorum ki vazgeçemeyeceğiniz yemekler arasında baş sıraya girecektir. Ayrıca yemek adabı için ilgili sayfamıza da bakmanızı tavsiye ederiz. Pirinç Pilavı (Gohan) Pirinç pilavı Japonya’da öğlen ve akşam yemeklerinde yan yemek, sabah kahvaltısında ise çiğ yumurta ve soyu sosu (tamago-kake-gohan), natto veya diğer soslar ile karıştırılarak ana yemek olarak yenir. Japon pilavı yağ, tuz veya diğer tatlandırıcılar konulmadan sadece haşlanarak yapılır ve genelde yemeğin yanında veya sonunda servis edilir. Miso Çorbası Miso çorbası sabah, öğlen ve akşam yemeklerinde yan yemek olarak gelir. Miso adı verilen, ezilmiş soya fasulyesi macununun sıcak su ile karıştırılması ile hazırlanır. İstenirse içine nori, yeşil soğan gibi tatlandırıcılar da konulabilir. Sushi Sushi birçok kişinin düşündüğünün aksine “çiğ balık” değil sushi sirkesi ile hazırlanmış sushi pilavı yemekleridir. Ve birçok değişik sushi çeşitleri mevcuttur. Sashimi Sahimi çeşitli çiğ balıklardan hazırlanan bir yemektir, doğru ve taze balık ile hazırlanmış ise tadına doyum olmaz. Genelde soya sosu ve wasabi (yaban turpundan yapılan çok ama çok acı bir çeşit macunsu tat verici) karıştırılıp bu karışımın içine batırılarak yenir. Onigiri Onigiri için Japon sandviçi ifadesini kullanırsam sanırım yanılmış olmam. Etrafı nori (kurutulmuş yosun) ile kaplı sushi pilavından yapılan ve ortasında umeboshi (turşusu yapılmış Japon eriği), karides, tavuk, ton balığı, somon balığı vb. bulunan oldukça popüler bir yiyecektir. Domburi Üzerinde tempura (tendon), dana eti (gyudon), yumurta ve tavuk (oyakodon), tonkatsu (katsudon) gibi yiyecekler bulunan ve büyükçe bir kase ile servis yapılan bir yemek çeşididir. Kare Raisu Köri sosu ile yapılan içinde tavuk, havuç, patates olan ve istenirse üzerine tonkatsu vb konularak da yenilen bir yemektir. Köri orijin olarak Hindistan’dan gelmedir fakat, yüz yıldan fazladır Japon mutfağında kullanılmaktadır. Soba Soba, kara buğday ve buğday unundan yapılan geleneksel bir Japon yemeğidir. Makarna gibi incedir, çeşitli ekler ile sıcak veya soğuk olarak yenilir. Udon Udon’da aynı soba gibi servis yapılır. Buğday unundan imal edilir. Fakat soba’dan daha kalın ve daha açık renktedir. Ramen Ramen için ben Japonya’nın “döner ekmeği” ifadesini kullanacağım. Aslen Çin’den gelmiştir, fakat Japonya’da o kadar popülerleşmiştir ki Japon mutfağının vazgeçilemez bir parçası olmuştur. Yakitori Sözlük anlamı “tavuk ızgarası” demektir. Tavuğun çeşitli parçaları ve organları küçük şişlere dizilerek ve tatlı bir sosa batırılarak yapılır. Tempura Tempura ekmek kırıntılarına batırılmış deniz mahsulleri, sebze veya mantarların tavada kızgın yağ ile kızartılması ile yapılır. Orijin olarak 16. yy’da Portekizliler tarafından Japonya’ya gelmiş fakat bütün dünya da Japon yemeği olarak ün salmıştır. Okonomiyaki Bu yemeğe ise un, lahana, et, deniz mahsulleri ile hazırlanan bir tür Japon pizzası diyebiliriz. Restoranlarda genelde size hamurunu ve malzemelerini ayrı ayrı getirirler, ve siz masada bulunan ızgara üzerinde kendi keyfinize göre karıştırıp hazırlar ve yersiniz. Eğer Japonya’da Kansai bölgesine giderseniz mutlaka bir okonomiyakiciye uğramanızı şiddetle tavsiye ederiz. Gyoza Gyoza bizim mantımıza çok benzer. İçerisinde bol sarımsak, çeşitli sebzeler ve et karışımından bir malzeme bulunan hamurun ızgarada kızartılması ile yapılır. Gyoza da Japonya’ya Çin'den gelmiş bir yemektir. Sukiyaki Sukiyaki masa üzerine bir ısıtıcı, onun üzerine de kaynar su ile dolu bir tencere koyarak servis yapılır. Malzemeler (ince kesilmiş et, çeşitli sebzeler, mantarlar ve tofu) çiğ olarak gelir. Yiyecek kişiler bu malzemeleri masadaki kaynar suya batırıp ısıtır ve ellerinde bulunan içinde çiğ yumurta olan kaselere batırarak yerler.- Japonya Hakkında Her Şey
İkebana Batı kültüründe çiçek yetiştirmek sistematik olarak bir vazo veya saksıda çiçek bakımını kapsamaktadır, Japon kültüründe ise İkebana (çiçeği yaşatma sanatı) biraz daha karmaşıktır. Ikenobo, Sogetsu ve Ohara şeklinde İkebana öğretilerini konu alan birçok okul mevcuttur . Bunların dışında da değişik stillerde ve bitkilere göre eğitim veren okullar da mevcuttur. Ikenobo, 15. yy. da Budist rahip Ikenobo Senei tarafından kurulmuş en eski okuldur. Ikenobo aynı zamanda rikka şeklinin de yaratıcısıdır (duran çiçekler). Bu stil Budist inancının doğanın güzelliklerini yansıtan öğelerinden ilham almaktadır. Günümüzde 45 ayrı dalda eğitim veren okulların başını Ikenobo Senei çekmektedir. Okul faaliyetini Kyoto'da bulunan Rokkakudo tapınağında faaliyetini devam ettirmektedir. Prens Shotoku'da ilk eğitimini bu okulda almıştır. Mezunlarının arasında birçok papaz ve aristokrat sınıfından insanlar bulunmaktadır. Bu okulun öğretileri 17. yy ' a doğru herkes tarafından uygulanır hale gelmiştir gelişmeler ışığında seika ve shoka stillerinin ilk örnekleri verilmeye başlanmıştır. Shoka sanatında 3 ana dal kullanmaktadır, bunlar ten (cennet), chi (dünya) ve jin (insan)' ı sembolize etmektedir. İkebana'nın diğer bir stili ise çay seremonisinde kullanılan nageire'dir. İlk modern okul ise Ohara Unshin 'in 19.yy.'da Ikenobo okulundan ayrılmasıyla oluşturulmuştur. Ohara öğretisi genellikle moribana stilini kullanır sığ bir saksı içerisine yerleştirilen çiçekler. Öğreti Batı kültürünün de yavaş yavaş popüler hale gelmesinden dolayı batı'da yetişen bitkileri de kullanmaktadır. 20.yy'da artistik sanatlara verilen önemin de artmasıyla jiyuka stili (serbest stil) geliştirilmiştir. Değişikliklere rağmen İkebana günümüzde üst sınıfı simgeler. 1930'larda İkebana'ya duyulan ilgi daha da artmış ve yaygın hale gelmiştir. Herkesin istifade edebileceği birçok okul açılmıştır. İşgal döneminde bu sanata ilgi duyan yabancı asker eşleri ülkelerine geri döndüklerinde bu sanatın diğer ülkelerde de tanınmasına vesile olmuşlardır. Teshigahara Sofu tarafından 1927 de kurulan Sogetsu okulu, zen-eibana ikebana sanatında yeni bir çığır açarak plastik, yapıştırıcı ve demir materyallerinin kullanılmıştır. Günümüzde Japonya'da İkebana eğitimi veren yaklaşık 3000 okul bulunmaktadır. Ikenobo öğretisinin ise dünya çapında yaklaşık 60,000 öğretmeni bulunmaktadır.İkebana Japonya'da ,çoğu genç kız yaklaşık 15 milyon kişi tarafından uygulanmaktadır. Ikebana iki ana stile bölünmüştür- yassı saksı modelinde uygulanan moribana ve uzun vazolarda uygulanan nageire . Sogetsu öğretisi uygulamalarında bir çok örnek model kakei kullandığından ilk başlayanlar için önerilebilir. Örnek olarak aşağıda basit bir moribana stilini irdeleyebiliriz. Soldaki modelin tasarım sağ şekilde izah edilmiştir Bonsai Yeşile ve doğaya özel bir ilginiz varsa İkebana ve Bonsai minyatür olarak şehir dışına çıkmadan bu özleminizi giderebilecek iki araçtır. İkebana dünyası edebi olarak 'yaşayan çiçekler' anlamına gelmektedir, ve aktüel olarak kesilerek özel şekillerde hazırlanan çiçeklerin ve bitki saplarının birbirlerine uyumlu bir şekilde yerleştirilmesidir. Bonsai, ise 'saksıdaki ağaç' anlamına gelmektedir' ve yaşayan ağaçlara duyulan saygıyı ve bu ağaçların yaşamasını konu alan bir sanattır. Bonsailer minyatür olmalarına rağmen çevremizde gördüğümüz ağaçlardan hiçbir farkları yoktur. Özenle seçilen ağaç dalları, budanarak ve ilgiyle yetiştirilerek minyatür ağaç görünümü kazanır. En güzel bonsailer sığ ve yayvan saksılarda yetiştirilenlerdir. Değişik şekillerde bonsailer bulunmaktadır: süpürge şeklinde - şelale şeklinde - rüzgara açık şekilde . Japonların doğaya olan tutkuları yaşamlarına da yansımış ve yıllar geçtikçe bahçeciliğe verilen önem artmıştır. Bonsailerde bu kültürün bir parçasını oluşturmaktadır ve büyük şehirlerde insanların doğaya olan özlemlerini minyatür olarak karşılamaktadırlar. Genellikle bonsailerin iklime ayak uydurmaları çok zordur. Bundan dolayı bonsailerin yetiştirilmesi özel bir ilgi gerektirmektedir, yetiştirilirken ağacın doğal özelliğine , toprağın nemliliğine, seçilen saksının özelliklerine, ışık ve doğal koşullara çok dikkat edilmelidir. Bu koşullar sağlandığında ufak balkonlu bir ev Bonsai koleksiyonu için yeterlidir. En ufak bonsailere verilen isim mame (fasulye) dir. En popüler bonsailer ise yaklaşık boyları 15 cm kadar olanlardır. Bir bahçıvan için Bonsai yetiştirmek oldukça kolaydır, onlar diğer bahçe işlerinde olduğu gibi bu konuda da profesyonel olmuşlardır. Fakat uzun zaman yetiştirilmiş bir bonsaiyi evinize aldığınızda sizin de aynı profesyonel bir bahçıvan gibi ona bakmanız gerekmektedir. Bunun içinde iyi bir rehber Bonsai yetiştirme kitabına ihtiyacınız olacaktır. Orijinal özellikleri bulunan bonsailerin fiyatları 50.000$ a kadar çıkmaktadır. Origami Japon kültüründe diğer birçok öğede olduğu gibi, Oru (katlamak) Kami (kağıt) anlamına gelen iki sözcüğün birleşmesiyle oluşan, Origami kağıt katlama sanatı da Çin kültürü kökenlidir. Çin'de bu sanat 1. veya 2. yy zamanından günümüze kadar gelmektedir. Japonya'daki ilk örnekleri ise Heian dönemine rastlamaktadır (794-1185). Bu dönem Japonya'nın altın çağı olarak da adlandırılır ve gerek artistik gerekse kültürel birçok eserin ortaya çıktığı dönemdir. Bu dönemde kağıt katlama sanatı festival ve törenlerde süs olması amacıyla oldukça gelişmiştir. Beyaz kağıt gizli ve kutsal öğeleri saklamak amacıyla kullanılırdı ve halen bazı tapınaklarda da kullanılmaktadır. Esas anlamıyla Edo (1600-1868) döneminde Origami sanatı gelişmiş ve yaratılan yeni kalıplarla halk tarafından da bir eğlence sanatı olarak benimsenmiş ve popülerliği artmıştır. Kabuki ve ukiyo-e gibi sanatların yanında Origami de yerini almıştır. 19.yy.'ın ortalarına doğru 70'e yakın farklı origami tasarımı yaratılmıştır. Fakat Meiji (1886-1912) dönemi ve Japonya'nın modernleşmesi ile beraber, tören ve festivaller için yapılması hariç, origamiye olan ilgi azalmıştır. 1950'nin ortalarına doğru, 1945 Hiroshima atom bombasının patlaması sonucunda Lösemi hastası olan 11 yaşındaki Sasaki Sadako hastalığının iyileşmesi amacıyla turna kuşu origamilerini yapmaya başlamıştır. ( geleneğe göre 1000 adet turna kuşu origamisi yapıp dilek tutulduğunda, dileğin gerçekleşeceğine inanılır). Sadako bu girişimiyle dünya da barış için de bir sembol olmuştur. Fakat 644 turna kuşu origamisi yaptıktan sonra ölmüştür, arkadaşları onun yerine sayıyı tamamlamış ve cenaze töreninde mezarına turna kuşlarını koymuşlardır. Bu olay Hiroshima'da Dünya çocuk barış günü'nün oluşmasına ve bu günün onuruna Sadako 'nun Seatle'da bir heykelinin yapılmasına vesile olmuştur. Her sene Ağustos ayının 6'sında kutlanan barış gününde, dünya çapında birçok çocuk tarafından yapılan turna kuşu origamileri Hiroshima'ya gönderilir. Resimde görüldüğü üzere halen Japonlar uğur getirdiğine inandıkları yüzlerce turna kuşu ("Tsuru") origamilerini yanyana bağlayıp asarlar ("Senbazuru"). Tsurunun yapılışı: Selamlaşmak (Ojigi) Japonlar genelde selamlaşmak için ojigi (eğilerek yapılan Japon selamı) yaparlar. Ojigi dünyaca ünlü ve selam verirken, teşekkür ederken, ayrılırken veya özür dilerken kullanıldığından oldukça kullanışlıdır. “Günaydın” (“Ohayou”), “Merhaba” (“Konnichiwa”), “Teşekkür ederim” (“Arigatou”), “Allahaısmarladık-güle güle” (“Sayonara”) veya “Özür dilerim-Pardon” (“Sumimasen”) derken yapılır. Ojigi’de hafif bir baş eğmesinden, tüm vücudu 90 derece eğmeye varan değişik teknikler vardır. Eğer selamlaşma tatami üzerinde yapılıyorsa ojigi’den önce diz çömülür ve öyle yapılır. Esas olarak karşınızdaki sizden daha üst biri ise daha içten ve uzun yapılır. Buna rağmen, Japonlar yabancılardan uygun selam kuralları beklemediğinden dolayı hafif bir baş eğmek şeklinde selamlamanız yeterli olacaktır. Bu baş eğerek selamlama beceriksizce yapılan bir ojigi girişimi ile karşılaştırıldığında daha yerinde olur. Japonlar arasında el sıkışarak selamlaşmak çok nadir görülür, fakat yabancılar için Japonların el sıkmaları (oldukça acemice olsa da) normal bir olaydır.- Japonya Hakkında Her Şey
Japonca Japonca morfolojik ve sözdizimi açısından Altay Dillerine, sesbilimi açısından Malay-Polenezya dillerine benzer. Sözlüksel bakımdan Japonca'nın Korece ile yaklaşık 200, Moğolca ile de bir o kadar ortak sözcüğü vardır. Japonca'nın fonetik olarak Altay dilleriyle akrabalığı kesin değildir. Japon dilbilimciler dillerini ayrı bir dil olarak görme eğilimindedirler. En eski Japonca metin olan Kociki (Antikçağdaki olaylar üstüne notlar) 712 yılından kalmadır. Koreli keşişler Budizm ile beraber yazıyı VI.yüzyılda Japonya'ya getirdiler. Japonca'nın Çince ile kalıtsal bir bağı olmadığından Kanji'ler (Çin karakterleri) Japonca'ya anlamsal değerlerine ek olarak yaklaşık ses değerleri nedeniyle alındılar.Heian döneminde bu sesçil değerleri özellikle kadınlar kullanıyordu. 901'den kısa bir süre sonra iki kana sistemi (Hiragana ve Katagana) Heian yüksek tabakasında yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. Günümüzdeki sistem ancak Meici döneminde (1868'den sonra) yerleşti. Yazı sistemi Japonca’da üç farklı yazı sistemi kullanılmaktadır. Hiragana, Katakana ve Kanji. Kanji’ler Çin karakterleridir. Hiragana ve Katakana ise Kanjilerden türetilmiş fonetik hecelerdir. Katakana Kanji ile yazılamayan Japonca olmayan kelimeleri, yer ve şahıs isimlerini yazmak için kullanılır. Modern Japonca’ya özellikle Batı dillerinden geçen kelimelerin çokluğu Katakananın kullanım alanını genişletmiştir. Katakana’nın yapısı Hiragana’nın yapısıyla ayrıdır. Japon öğrenciler öncelikli olarak Hiragana ve Katakana’yı öğrenmektedirler. Altı yıllık ilkokul eğitimim tamamlanıncaya kadar öğrencilere eğitim kanjisi olarak tanılanan 1006 kanji öğretilmektedir. Hiragana ve Katakana her biri orijinal olarak kanji olan basitleştirilmiş 46 karakterden oluşmaktadır ve ikisi birlikte Kana olarak tanımlanmaktadır.. Japonca bir metne bakıldığında hiç Japonca bilmeyen birisi Kanjilerden oldukça basit Hiragana ve Katakanaları Kanjilerden ayırt edebilir. Kanji Hiragana Katakana Geleneksel Sporlar Karate-Do Karate-do, Japonca'da "boş" anlamına gelen kara ve "el" anlamına gelen te kelimelerinden oluşur. Karate kelimesinin tam Türkçe tercümesi "boş el" olarak karşımıza çıkar. Buna karşın buradaki boş'luk kökenleri Uzak Doğu düşüncesinde aranması gereken felsefi bir kavramdır. Karete kelimesinin anlam olarak karşılığının "boş zihin" (empty mind) olduğunu düşünmek daha doğru olur. Yol anlamına gelen - do ekinin de gelmesiyle Karate-do herhangi bir kendini savunma uygulaması olması olmasının ötesinde başlı başına bir yaşam biçimidir. Doğru Karate çalışmasında amaç zihin ve tekniği bir bütün haline getirmeye çalışmaktır. İdmanlarda fiziksel tekniklerin uygulanması, aslında önce zihinde oluşturulan düşüncelerin saf bir ifadesini ortaya çıkartma çabasıdır. Zihinsel konsantrasyonun geliştirilmesiyle fiziksel hareketlerin özü daha iyi anlaşılır. Kişinin uygulamalarının ve tekniğinin gelişmesiyle ruhun ve zihniyetinin geliştirilmesi ve terbiye edilmesi amaçlanır. Örneğin, Karate-do çalışmaları içerisinde zayıf ve kararsız hareketlerin giderilmesi, zihnimizdeki "zayıflık" ve "karasızlığın" giderilmesine katkıda bulunur. Sonuçta bir Karateka'yı (Karate öğrencisi) güçlü yapan salt fiziksel gücü değil vucüt ve zihin koordinasyonunu sağlama yeteneğidir. Bu anlamıyla Karate-do bir yaşam anlayışı haline alır ve kişinin güçlü, sağlıklı ve barışçı bir birey olarak yaşamasını hedefler. Karate-do yaş, cinsiyet ve fiziksel durum şartı aranmadan isteyen herkesin katılabileceği bir spor çalışması; fiziksel ve zihinsel gelişimi birey olarak gerçekleştirmeye imkân sağlayan bir eğitim yoludur. Karate çalışması temel olarak üç bölüme ayrılır: Kihon (Temel teknikler), Kata (Formlar) ve Kumite ( müsabaka). Her bölüme ait teknikler refleks haline dönüşene değin eğitim en temel düzeyde verilir. Kişi, zaman içinde teknik olarak geliştikçe, fiziksel gelişme de gerçekleşir. Bununla birlikte çalışmalar daha yüksek dayanıklılık gerektirmeye başlar. Bu aşamada öğrenci daha ayrıntılı ve zor kata çalışmalarına ve daha hareketli kumite çalışmalarına başlar. Çalışmalar sürdükçe kişi, dayanıklılık, hız ve koordinasyon kazanır. İdmanlar sırasında Karategi denilen özel ve hafif bir giysi giyilir. Bunun dışında, kişinin kendisini ve çalışma arkadaşını sakatlanma ihtimaline karşı koruyan "ellik" ve "dizlik" kullanılır. Genel kabulün aksine, Karate-do çalışmalarında sakatlanma olayları diğer spor çalışmalarına nazaran daha düşük seviyededir. Kişinin yetkinlik kazanması, hareketlerini ve hislerini kontrol altında tutması ile ölçülür. Aikido Aikido ruhsal uyumun yoludur. "Kurucu'su Morihei Ueshiba yıllarca süren uzun, son derece yoğun çalışmalar, araştırma ve geliştirmeler sonucunda onu ortaya çıkartmıştır. Aikido doğa ile bütünlesmek ve onunla tek bir parça olmaktır. Ne düello, ne müsabaka, ne rakip ne de hasım vardır. Sadece ruhumuz ve evrenin ruhu ile uyumlu bir eylemdir söz konusu olan. Aikido işte bu uyumun vücutla ifadesidir. Aikido uzlasma ve barışın yoludur. Bu anlamda doğadaki tüm varlıklarla "bir" olmanın da vücutla ifadesidir. "Kurucu"nun da söyledigi gibi "uzlaşma ve barışın büyük yoludur ki o yolda pusulanın gösterdiği yön, tüm dinlerin cennet olarak tanımladığı yüce evrendir. Aikido üç sözcükten oluşur: Ai : Uyum, sevgi, uyumlu olma Ki : Enerji ( dünyayı ve evreni yaratan enerji ) Do: Yol, disiplin, yöntem, ekol, öğreti. İnsan ruhunun uyum yolu, ruhsal uyum yolu, uyum öğretisi. Aikido teknikleri diğer Uzak Doğu savaş sanatları gibi güce karşı güçle karşı koyma prensibine dayanmaz. Rakibin gücünden yararlanma ve kuvvetin yönlendirilmesi prensibine dayanır. Bizim sahip olduğumuz güçle rakibin gücünü birleştirip daha büyük bir kuvvet elde etme prensibine dayanır. Aikido’ yu diğer savunma sanatlarından ayıran en önemli fark budur. Aikido oldukça etkili bir savunma sanatıdır. Rakibin atak yapmasıyla teknik başlar iki ya da üç saniye içinde rakibin etkisiz hale gelmesiyle sonlanır. Aikido teknikleri bütün saldırı formlarına karşı yapılabilecek savunma şekillerinden oluşur. Judo Modern tarzda Judo 19. yüzyılda eski bir savaş sanatı olan jujutsu’yu baz alarak Prof. Jigoro Kano tarafından geliştirilmiştir. Judo’da amaç sadece kavgayı kazanmak değil fakat aynı zamanda kişinin vücut ve ruhunu da eğitmektir. Kelime anlamı olarak judo “nazik yol” dur. Yumuşaklık sertliğin önüne geçer, ve teknik güçten daha önemlidir. Judoda kullanılan başlıca iki teknik (waza) nagewaza (atma tekniği) ve katamewazadır ( yakalama tekniği).Yarışmalarda ki en son değişikliklere göre yarışma süreleri büyükler için 5 dakika, gençler için 4 dakika ve küçükler için 3 dakikadır. Kendo Kendo kelimesi Japonca’da "Kılıç Yolu" anlamına gelmektedir. Japonya'da olduğu kadar genel olarak Asya, Avrupa ve Amerika'da da en yoğun ilgi gören budo (savaş disiplinleri) dalıdır. Kökenleri samurai sınıfının esas silahı olan Japon kılıcı katana'nın kullanımına dayanmaktadır. Modern Kendo, yaklaşık üç asır önce shinai (bambu kılıç)’nin ve bogu (antrenman zırhı)’un Japon savaşçılarının çalışma aracı olmaya başlaması ve geleneksel kılıçla savaş sanatının bu sayede güvenli ve serbest çalışımıyla bugünkü şeklini almıştır. 16. Yüzyıl Feodal Japonya’sında tüm ülke çapındaki iç savaşlar sırasında kılıç teknikleri ölüm kalım pahasına öğrenilmekteydi. Samurai’lar kılıçlarını sanki kollarının doğal bir uzantısıymış gibi benimser, genelde tahta kılıçla çalışırlardı. Bu dönemin sonucunda kılıç kullanımındaki temel yollar “kata” yani kendo’nun esas formları olarak ortaya çıktı. Öğretilerinin tamamen kendine özgü olduğunu öne süren kılıç ustaları tarafından yaklaşık 600 kadar kılıç okulu kurulmuştur. Bunların birçoğu günümüze kadar gelememiştir. Kılıç sanatının o zamanki temel amacı rakipleri en etkin şekilde öldürmekti. “Bushi” savaşçılarına düşmanlarına gereksiz acı çektirmemeleri amacıyla anında öldürmek öğretilirdi; bu düşünce “Bushido” yani Savasçının Yolu’na ait bir gelenekti. “Kata” formları Kendo’da temel olarak öğretilmeye devam edildiyse de kata’ların belli kombinasyonları kılıç savaşında gerçekleşebilecek olasılıkların hepsini karşılayacak yeterlilikte olmadığı için yeni arayışlar oldu. Tekniklerin özgürce çalışılma ihtiyacı shinai ve bogu’nun kullanımını doğurdu. Bugün Kendocular öncelikli olarak shinai ve bogu ile, kata formlarını ise gerçek ya da tahta kılıçlarla çalışmaktadırlar. Tipik şekliyle modern Kendo, dojo adındaki çalışma mekanında, sensei (öğretmen), sempai ve kohai (kıdemli ve kıdemsiz öğrenciler) olan kenshi (kılıç kullanıcılar)’in düzenli ve hep birlikte karşılıklı çalışmalarını içerir. Kendo, fiziksel gücün olduğu kadar zihinsel ve ruhsal gücün de kullanımını ve gelişimini öngörür. Cesaret, hızlı ve sakin karar verme, ekip bilinci gibi yetenekleri, saygılı ve kibar olmak gibi belli davranış kalıplarıyla birlikte çalışanlarına yansıtır. Barındırdığı binlerce senelik geleneği ve kişisel gelişime dayalı olan kendine özgü amaçları, Kendo’nun spor olmak ötesinde farklı bir öğreti olduğunu kanıtlamaktadır. Bu özellikleriyle Kendo, 1911 senesinden beri Judo ile birlikte Japonya genelinde erkek öğrenciler için zorunlu ders haline getirilmiştir. Günümüzde yirmi milyona yakın çalışanıyla Kendo Japonya'nın en popüler sanatlarından biri konumundadır. Uluslararası Kendo Federasyonu’na 41 ülke üyedir; düzenledikleri Dünya Şampiyonası üç senede bir, Avrupa Şampiyonası ise iki senede bir yapılmaktadır. Ninjutsu NİNJALARIN TARİHÇESİ Bundan sekiz yüzyıl önceki bir dönemde , Japonya birçok bağımsız eyaletten oluşuyordu ve savaşlar devamlıydı , togakure ailesinin lideri savaşlarda çok büyük bir yenilgi ile mahvolmuştu. Dağlara sığındığında orada bir savaşçı rahip olan Kain Doshi ile karsılaştı. Iga bölgesinin dumanla kaplı tepelerinde uzun ve zor çalışmalar sonrasında yeni bir savaş sanatı öğrendi , vücudu ve ruhu kullanmanın daha farklı bir yolunu. Bu mistik öğreti ile görünmeden ve farkına varılmadan hareket etmeyi ve amacına ulaşmayı basardı.İste Togakure’nin gölge savaşçıları böyle doğdu. ( Togakure Ninjalarının Kökeni’nden alınma bir hikayeden çeviridir. ) Aslında bu gizli sanatın nasıl doğduğu konusunda tam güvenebileceğimiz bir kaynak yoktur , 1000 seneyi bulan Ninjutsu tarihinde gerçekler ile fanteziyi birbirinden ayırmak bazen çok zordur. Mistik hikayelerde bu sanatın ve Ninja’ların Tengu’dan (Tengular Japon mistisizminde korkunç, yari insan yari karga şeytanlardır ve doğa güçlerine hakim bazı özel yetenekleri vardır.) türediğini görebilirsiniz ama gelin biz tarihteki gerçekler üzerinde bu yolculuğumuzu sürdürelim. 1024 yılında Japonya’nın Kii bölgesinde ana kara Çin’den gelen (aslında kaçan) bazı komutanlar , savaşçılar ve din adamları Çin savaş taktikleri ile Tibet ve Hint öğretilerinden etkilenen Çin mistisizmini harmanlamışlardı. Bu Çinli rahip ve samanlar beyin ve vücut sezgilerinden yola çıkarak kainattaki düzene bir yorum getirmeye çalışmışlardı, sonraları Japon yamabushi (dağda yasayan savaşçı rahipler) leride bu anlayışı kabul etmişlerdir. İste Kain Doshi , Gamon Doshi ve Kasumikage Doshi adli bu Çin mistisizmi rahipleri ve onların müritleri ilk Ninja’larin hocaları olmuşlardır. Bu inanış Ninja’ların ileriki zamanlarda mikkyo mezhebine üye Budistler olmalarına karsın devam etmiştir. Sonuçta Ninjutsu Çin ve yerli Japon elementlerin birleşmesi ile doğmuştur ve tarihteki birçok inanısın veya savaş sanatının aksine spesifik bir tarihte gerçekleşmemiştir. Baslarda bu sanat bir şeyi becerebilmenin yolu olarak çalışılmış, Ninjutsu ancak ileriki dönemlerde yüksek derecede sistematik bir savaş sanatına, casusluk ve bilgi alma, gölge kültürüne, ve dolayısıyla geleneksel Japon sosyal geleneği ve politikasına karsı bir reaksiyon haline dönüşmüştür,mesela Togakure ailesinin Ninjutsu ryu (izlenen yol, stil veya okul) su Daisuke Togakure’den üç nesil sonra tam seklini bulmuştur. Geleneksel Ninjutsu ryu’larının çoğu Honshu adasının güneyindeki dağlarda doğmuştur, bunlara en önemli iki okul olan Iga-ryu ve Koga-ryu da dahildir.Togakure ryu gibi Iga bölgesinde faaliyet gösteren Iga ryu, Momochi, Hattori ve Fujibayashi klanlarının kontrolü altındaydı. Birçok küçük ve farklı Ninjutsu okullarda mevcuttu,mesela Koto-ryu kemik kırma sanatı Koppojutsu ileriki devirlerde Jujutsu ve karate’ye dönüşmüştür. Fudo-ryu ağırlıklı olarak Shuriken(çelikten fırlatma aletleri) çalışmasına önem verirken Gyokko-ryu Koshijutsu denilen sinir noktalarına saldırı tekniklerini uzmanlaştırmıştı. Togakure-ryu’sunun özel aleti Shuko(ele giyilen pençe seklinde bir metal) idi, bu sayede ağaçlara ve duvarlara bir kedi gibi tırmanabiliyorlardı. Bu büyük klanların yanında Taira, Izumo, Toda, Kashihara, Abe, Mori ve Sakaue gibi ailelerde bu gizemli sanatların birleşip isimleştiği Ninjutsu’da aktiflerdi. 14. Yüzyıl Ninja’ların en güçlü olduğu dönemdi ve kendi varlıklarını ve Mikkyo tapınaklarını korumaktaydılar ama iç savaşların devamlı yaşandığı bu dönemde Ninja’ların farklı ve üstün özelliklerinden yararlanmak isteyen savaş lortlarına da hizmet vermeye başladılar. Gelişmeler sonunda Ninja’lar gizli küçük köylerinden tüm Japonya’ya yayılmaya ve düşman savaş lordlarına suikastlar yapıp askeri güçlerine de zarar vermeye başladılar. Japonlar bu gölge adamlara hem saygı duymaya başladılar hem de onlardan korkmaya. Ninja’ların en büyük ve en korkulan düşmanı ise şüphesiz güçlü general Nobunaga Oda idi, amacı Hıristiyan inanışını kullanarak Ninja mikkyo inanışını yok etmek ve mistisizmi Japonya’dan kaldırmaktı. 1579 yılında yapılan Tensho Iga no Ran savasında Samurai ordusuna Nobunaga’nın oğlu Katsuyori kumanda ediyordu. savaş ünlü Ninja lideri Sandayu Momochi’nin önderliğinde olan Iga Ninja’larının kolay zaferi ile noktalandı. Bu gelişme ile birlikte Nobunaga 1581 de Iga bölgesini kuşatma altına aldı ve bu sefer 1 e 10 asker üstünlüğü ile Ninja kalelerine saldırı emri verdi ve efsanevi Ninja’lar bu müthiş saldırı sonucunda çoluk çocuk da dahil olmak üzere katledildiler. Az sayıda Ninja bu saldırıdan kurtuldular ve artık eskisinden de daha gizli bir biçimde varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. İsin trajik komik yani ise Ninja’ların sonunun bu savaşla değil ardından gelen uzun süreli barış ortamı ile olmasıdır. Ninja’ların yardımı ile Shogun olan Ieyasu Japonya’ya huzur ortamı getirmişti ve artık Ninja’lar koruma gibi isler üstlenmeye ya da gizli polis gücü olmaya başlamışlardı, tabii ki bu hayatin monoton yapısı ve çok az ücret,bir zamanların gölge savaşçılarına ağır gelmiş, bazıları dağlara çıkıp efsaneleşirken çoğu özel yeteneklerini kaybetmiştir. Bilinen en son Ninja hizmeti 1853 yılında Commodore Perry’nin Kara gemilerine yapılan bilgi operasyonudur. Günümüze kadar babadan oğula geçerek gelen bu sanat tekrar gün ışığına çıkmış ve artık tamamen bir hayatta kalma öğretisi olarak öğretilmeye başlanmıştır. Kyudo Kyudo (okun yolu) çok eski zamanlardan beri yapılan Japon okçuluk sanatıdır.Birçok kyudo okulu bulunmaktadır, bunların içinde en ünlü olanları Ogasawara, Heiki ve Honda'dır.Japonya amatör okçuluk federasyonu 1949 senesinde kurulmuş, ve bugüne kadar üye sayısı 300.000 ni bulmuştur. At üzerinde ok atma bugün bile bazı festivallerin parçası halindedir. Okçular ellerine geyik derisinden yapılma bir eldiven ve ayaklarına geleneksel Japon çorabı olan tabiden oluşan geleneksel bir kıyafet giyerler. Kullanılan yayın boyu 2.21 metredir.Zen budizminden etkilenmesinden dolayı, hedefi tutturmaktan çok biçim önemlidir Yarışmalarda uzun mesafe ve kısa mesafe yarışmaları bulunmaktadır. Birincisinde hedef 100cm çapında ve okçudan 60m uazkta, sonrakinde ise hedef 36cm çapında ve 28 metrededir. Kyudo ilk başta kolay ve basit görünür. Fakat en basit bir hareketin dahi defalarca tekrar edilerek mükemmelliğe ulaşması gerekmektedir. Diğer savaş sanatlarında bulunan vurdu ve kırdı olmamasına rağmen yeni başlayanlar için diğerleri kadar zorlu bir spordur. Sumo Sumo, Japon kültürüne özgü sporların içerisinde apayrı bir yere sahiptir. Sumonun, enaz 1500 yıllık bir geçmişi vardır. Bugün efsane olarak anlatılan eski inanışa göre, tanrı Take-Mikazuçi ülkede egemenliğini kurabilmesi ve sürdürebilmesi için rakibiyle sumo yapması gerekirdi. Tanrıların sporu olan sumonun yarı dinsel bu niteliği, bu sporun halk için yaşamsal öneme sahip bütün etkinliklere girmesine yol açmıştır. Önce tapınaklardaki törenler içerisinde uygulanırken, ilk aşamada saraya taşındı. Dinin devlet işlerindeki ağırlığının arttığı 8. yüzyılda, Nara döneminde saray törenlerinde sumoya yer verildi. Samuraylar da bu sporun gelişmesine büyük katkılarda bulundular. Çünkü sumo, 12. yüzyıldan itibaren başlayan askeri yönetimin vazgeçilmez unsuru olan samurayların eğitimi için biçilmiş kaftandı. 17. yüzyıldan itibaren sumo güreşi saraya ve devlete ait olmaktan çıkıp soylular arasında yayıldı. Soylu aileler, sumoyu eğlenceleri arasına soktular. Sumo bu dönemde kurumsallaştı. Soyluların eğlence aracı zaman içinde sıradan vatandaşlar arasında yayıldı. Bu gelişim elbette başlangıçta dinsel nitelikteydi. Halk ülkenin kaderi üzerinde etkili olduğuna inandığı sumo sporunu günlük yaşamına taşıdı. Bereketli bir ürün için ekim zamanı düzenlenen yarı dinsel törenlerde sumo yapılmaya başlandı. Dualar arasında yapılan sumo güreşleri tanrılara adanmaya başlandı. Sumo sonraları dinsel kimliğinden sıyrılırak, halkın eğlenceleri arasına girdi. Sumo tanrıların katından halkın arasına, meydanlara, tarlalara indikçe bu sporun tekniği de evrim geçirdi. Başlangıçta boks ve güreş karışımı, gereğinden fazla sert ve kuralsız iken, saraydaki törenlerde yer almasıyla birlikte, sumoya bazı kurallar koyularak, saray protokolüne uygun bir hale getirildi. Sumo sporu, Japonların geleneksel savunma sporlarının genel adı olan jijitsu'nun başlangıcı ve temelidir. Bu nedenle günümüz Japon toplumunda bu spora büyük saygı duyulur ve ayrı bir önem verilir. Profesyonel sumo federasyonunca, dört büyük kentte, her biri 15 gün süren yılda altı turnuva düzenlenir. Bu turnuvalar, her yıl Tokyo'da Ocak, Mayıs ve Eylül aylarında, Osaka'da Mart ayında, Nagoya'da Haziran ayında, Fukuoka'da Kasım ayında yapılmakta ve bütün ülkede büyük bir heyecanla izlenmektedir. Bu karşılaşmalar yurtdışında da çeşitli uluslar arası tv kanallarında da yayınlanmaktadır.- Japonya Hakkında Her Şey
Kimono Sözlük anlamı "Giysi" anlamına gelen Kimono Japonya'ya özgü en geleneksel öğelerden biridir. Batı'da tahta kalıplarla basılan Ukiyo-e resimlerinin popülerliği aynı zamanda kimonolara olan ilgiyi de hat safhaya ulaştırmıştır. Kimonoların birçok çeşidi bulunmaktadır, mevsimsel sezonluk kimonolar, bayanların törenlerde giydiği özel kimonolar, erkekler için dikilen kimonolar gibi. Nara döneminde (710~94), kosode (küçük kol) olarak adlandırılan giysi, Kimono olan gerçek adını 18. yy'da almıştır. Halen kullanılan kimonolar, Japonya'yı ziyarete gelen turistlerin de ilgisini çekmekte ve kısa süreli de olsa ziyaretçiler Kimono gerçek anlamda giyme fırsatı bulmaktadırlar. Kadınlar Kimonolarını özellikle geleneksel çay ve ikebana törenlerinde giyerler. Genç kızlar ise furisode olarak adlandırılan çok renkli kolları diğer kimonolara göre daha uzun, parlak Obi(kemer) i olan kimonoları giymektedir. Fabrikalarda üretilen ve basit geometrik şekillere sahip, günlük hayat içerisinde sık kullanılan kimonolara, Edo komon ismi verilmiştir. Düğün ve özel törenlerde ise, tam tersi özel olarak tasarlanan, müthiş görünüme sahip kimonolar tercih edilmektedir. Bunlardan biri de shiromuku'dur , çok kalın kumaşlı, özel işlemeleri bulunan, saç tokası mevcut, geline özel beyaz renktedir. Damat adayı ise üzerinde ailesine ait işareti bulunduran ve habutae ipeğinden özel üretilmiş kimonoyu taşımaktadır. Son zamanlarda düğünlerde damatların batı tarzında da giyindikleri görülmektedir. Ölüm törenlerinde hem erkekler hem bayanlar siyah kimono giyerler. Kimono Giyimi Yukata İnce, pamuklu yukata ise hem erkekler hem de bayanlar tarafından yaz ayları boyunca giyilmektedir(Diğer ülkelerde çoğunlukla Kimono adı altında satılan ürünler aslında Yukata'dır). Genellikle bunlarla beraber geta lar giyilmektedir. Günümüzde renkli renkli yukatalar Yaz şenliklerinde birçok genç kızın ve erkeğin giysileri olmaya devam etmektedir. Ayak Giyimi GetaSettaZouriPokkuri Zouri ve Geta Japonya'da en sevilen geleneksel sandaletlerdir. Her ikisi de Y şeklinde bir bantla, ayak baş parmağı ve ikinci parmak sokularak giyilir. Tabi Japonların geleneksel çorabıdır.Baş parmak ve dört parmak şeklinde ayağa giyilir. Japon sandaletleri ile giymek için tasarlanmıştır. Gohonyubi Normal ayakkabıların altına da giyilen ("beş pramak") çorabı. Özellikle parmak araları temas etmediğinden ayak için oldukça sağlıklıdır. Geisha Japonca’da “Gei” sanat veya gösteri, “sha” ise kişi anlamına gelir. Geisha’lar konukları çeşitli sanat gösterileri ile eğlendiren profesyonel konsomatrislerdir. Geisha kızları ve kadınları sıradan konsomatris veya hayat kadını değillerdir. Geisha geleneğinin atalarının 11. yüzyılda savaşçıları eğlendiren kadınlar olduğu varsayılmaktadır. Geisha olmak isteyen kızlar çok sıkı disiplinli bir eğitim ve çıraklıktan geçerek değişik birçok geleneksel Japon sanatlarını öğrenirler. Bu sanatlara örnek olarak şarkı söyleme, dans etme, müzik aletleri özellikle Shamisen çalma verilebilir. Fakat Geisha olabilmek için sadece bu kadarı da yeterli değildir. Geishaların aynı zamanda çok iyi sosyal becerileri olması gerekmektedir. Bir Geisha’nın en büyük amacı konuklarını rahatlatmak olduğundan (lütfen buradaki rahatlatmak sözünü fiziksel rahatlatmak ile karıştırmayınız), konuklarının işleri, hobileri, ilgi alanları kısaca neredeyse hemen hemen her konuda bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. Hatta günümüzde yabancı konukları eğlendirmek amacı ile İngilizce öğrenen veya bilgisayar kurslarına giden Geishalara rastlayabilirsiniz. Geisha’lar Kimono giyerler ve yüzlerine solgun bir makyaj yaparlar. Bu makyajın geleneksel amacı konuğuna karşı duygularını gizlemektir. Geisha Evleri (o-chaya) Birçok Geisha kız ve kadının toplandıkları semtlere hana-machi (çiçek şehri) adı verilir. O-chaya (Çay evi) normal çay evlerinden farklıdır. Genelde geleneksel Japon ahşap evlerinden oluşurlar ve içerlerinde her konuk veya konuklar için geleneksel tahta kapılı ve yerleri tatami kaplı odalar veya geleneksel Japon stili bahçeler bulunur. Maiko (genç Geisha kız) yetiştiren o-chaya’lar da bulunmaktadır. Bunlara okiya denilir. Son zamanlarda bu zor koşullar gerektiren eğitime dayanabilen kızlar az olduğundan gerçek Geishalar gitgide azalmaktadır. Geisha olmaya karar veren kız genelde o-chaya’ya bir tanıdık aracılığı ile tanıştırılır. O-chaya’ baş kadını (okami) kız ve ailesi ile bir görüşme yapar ve eğitimin nasıl olacağını anlatır. Eğer okami kızı kabul ederse ve kızda ortaokulu bitirmiş ise hemen eğitimine ve çıraklığına başlar. Bir kere eğitime başladıktan sonra kız evi yaklaşık beş altı sene terk edemez. Yaklaşık altı ay sonra kız Maiko olur ve diğer Geishalara eşlik ederek müşterilere nasıl davranılacağını ve bu mesleğin inceliklerini öğrenir. Genellikle Maiko yirmi yaşına geldiğinde Geisha mesleğine devam edip etmeyeceğine karar verir. Eğer devam etmeye karar verirse erigae (yaka değiştirme) denilen tören düzenlenir. Sento (Japon hamamı) Sento geleneksel Japon hamamıdır. Evlerinde ofuro (banyo ) bulunmayan Japonlar günlük banyolarını yapmak için giderler. Eskiden aynı Türk veya Roma hamamlarında olduğu gibi sentolar insanların buluşup konuştukları, dedikodu yaptıkları yerlerdi. Zamanımızda hemen hemen her evde banyo olduğundan sentolar giderek azalmaya başlamıştır. Fakat buna rağmen geleneksel sentoların yerini içerlerinde değişik atmosferli havuzları, saunaları, masaj ve fitness salonları olan yeni tip hamamlar giderek artmaktadır. Sentoya ilk geldiğinizde girişte iki kapı görürsünüz, bunlardan biri kadınlar için diğeri erkekler için ayrılmıştır. Girmeden önce ayakkabılarınızı çıkarıp girişteki emanet dolabına koyarsınız. Daha sonra erkek veya kadın kapısından girer ve ortada hem kadın hem erkek kısmını görebilecek şekilde yüksek bir platformda oturan kişiye ücreti ödeyerek giyinme odasına geçersiniz. Soyunduktan sonra elbiselerinizi dolaba kilitler ve yanınıza sadece vücudunuzu yıkamak için kullanacağınız küçük bir havlu ile çıplak olarak yıkanma bölümüne geçersiniz(Türk hamamlarındaki peştamal adeti yoktur). Yıkanma bölümü sağlı sollu dizilmiş önünde küçük bir tabure olan musluk veya duşlar, en dipte ise içine girip rahatlamak için yapılmış bir sıcak su (40-45 derece) havuzcuğundan oluşur. En çok dikkat etmeniz gereken husus kesinlikle sabunlu vücutla veya vücudunuzu yıkamadan bu havuza girmemektir. Havuza girerken ve vücudunuzu yıkarken etrafınızda yıkanan diğer kişilere su sıçratmamaya özen göstermeniz gerekir. Bu havuzcuğun bir cephesinde güzel manzaralı geniş bir pencere bulunur, eğer sento şehir içinde ise veya etrafında manzara yok ise duvarda genelde Fuji dağı veya başka manzara resmi olan bir duvar bulunur. İstediğiniz kadar yıkanıp tekrar tekrar havuza girebilirsiniz. Su çok sıcak olduğundan uzun süre kalmamalı onun yerine gidip gelerek birçok defa girmenizi tavsiye ederiz. Havuzlarda suyun havuza aktığı yere yaklaştıkça suyun sıcaklığı artar. Ryokan Ryokanlar geleneksel Japon otelleridir ve genellikle bir veya iki katlı geleneksel ahşap Japon evlerinden esinlenerek inşa edilmişlerdir. Eğer tam bir Japon atmosferi yaşamak isterseniz kesinlikle konaklamanızı tavsiye ederiz. Fakat bunun yanında ryokanların çok katı kural ve prensipleri bulunmaktadır. Özellikle Japon kültürünü bilmeden giderseniz zorlanabilirsiniz. Bir Ryokan’a geldiğinizde sizi bir çay seremonisi ile karşılarlar. Ryokan odalarının isimleri genellikle Japon çiçek ve bitki adlarını taşırlar (krizantem süiti, kiraz süiti vb.). Odalarda Ryokan içerisinde giymeniz için her zaman yukata bulunur. Bütün odalar Japon stilinde döşelidir. Odalar tatamı kaplıdır ve fusuma adı verilen kağıt kaplamalı ince tahtadan yapılma sürme kapılar ile ayrılmıştır. Genelde odaya girdiğinizde yatak yoktur, çünkü Ryokanlarda futon denilen yer yataklarında yatılır. futonlar genelde oshi-ire denilen dolapların içindedir. Akşam futonları sermek ve sabah kaldırmak oda temizlikçisinin görevidir. Hemen hemen her Ryokan’da umumi büyük bir ofuro (banyo) bulunur. Ryokanlar yarım pansiyondur ve akşam yemeği odanıza servis yapılır (tabi geleneksel Japon yemekleri). Sabah kahvaltısı da pilav (gohan), miso (fasulye ezmesi) çorbası ve Japon usulü turşudan oluşur. Ryokanı terk etmeden önce hesabı chouba (resepsiyon) ya ödersiniz. Geleneksel choubalara günümüzde daha nadir rastlanmaktadır. Eğer temizlikçiye bahşiş vermek isterseniz genelde toplamın yüzde beşi kadardır. Tipik Ryokan fiyatları gecelik kişi başı 6.000 ile 15.000 Yen arasında olmasına rağmen 5.000 Yen civarına fazla gösterişli olmayan Ryokan da bulabilirsiniz.- Japonya Hakkında Her Şey
Tarih Japon takımadalarına, ilk olarak adaların hala Asya kıtasının bir parçası olduğu dönemde, yaklaşık 100 bin yıl önce yerleşilmişti. Arkeolojik araştırmalar yontma taş devrinde takımadalarda yaşayan insanların temelde avcılık ve toplayıcılıkla geçindiklerini ortaya çıkarmıştır. Cilalı taş devrinde zarif taş aletler yapılmış, ok ve yay kullanılarak ileri avlanma teknikleri geliştirilmiş ve yemek pişirmek ve saklamak için toprak kaplar üretilmiştir. Jomon stili (sicim desenli) kaplar nedeniyle, MÖ. 8 bin ile MÖ. 300 yılları arasındaki dönem Jomon dönemi olarak adlandırılır. MÖ.300 yıllarında Asya kıtasından tarım, basit pirinç ekimi ve metal işçiliği teknikleri gelmiştir. Japonya'da yaşayanlar tarımsal üretimi artırmak için günlük yaşamlarında tarım aletleri ve demir silahlar, ayrıca dini ayinler için bronz kılıçlar ve aynalar kullanmışlardır. Bu dönemde işbölümü, yöneten ve yönetilenler arasındaki ayrılığı derinleştirmiş ve ülkede pekçok küçük devlet kurulmuştur. MÖ. 300 ile MS 300 yılları arasına rastlayan ve çömlekçi çarkında seramiklerin üretildiği döneme Yayoi dönemi denmiştir. 4. yüzyılda küçük devletler birleşti ve tüm milleti yöneten güçlü politik otorite Yamato'da (şimdiki Nara eyaleti) merkez kurdu. 4 ve 6. yüzyıllar arasında Kore'den gelen Budizm ve Konfüçyusçuluk'u kapsayan Çin kültürünün yanısıra tarımda da büyük gelişmeler görüldü. 4. yüzyılın sonlarından itibaren Kore yarımadasındaki krallıklar ve Japonya arasında ilişkiler başlamıştır. Aslında Çin'in Han hanedanlığında geliştirilen gemi yapımı, tabaklama, metal işçiliği ve dokuma gibi endüstriyel sanatlar Kore yoluyla ülkeye tanıtılmıştır. Temeli resim yazısına dayanan Çince yazım biçimi kabul edilmiş ve bu vesileyle Japonlar Konfüçyus felsefesini, astronomi ve takvimin işleyişini ve tıbbın ilkelerini öğrenmişlerdir. Budizm 538 yılında Çin ve Kore yoluyla Hindistan'dan Japonya'ya geldi. Çin hükümet sistemi Japon yöneticilerinin, üzerine kendi sistemlerini kurdukları bir model olmuştur. 8. yüzyılın başında ülkenin ilk daimi başkenti Nara'da kurulmuştu. 710'dan 784'e kadar, 70 yıldan uzun bir süre Japon imparatorluk ailesi burada oturmuş ve giderek otoritesini tüm ülkeye benimsetmiştir. O zamana kadar başkent veya payitaht şimdiki Nara, Kyoto ve Osaka şehirleri arasında sık sık yer değiştiriyordu. 794 yılında Çin'in o zamanki başkent model alınarak, Kyoto'da yeni bir başkent inşa edildi. Kyoto yaklaşık 1000 yıl ülkeye başkentlik yapacaktı. Başkent'in Kyoto'ya taşınması, 1192'ye kadar devam edecek olan Heian döneminin başlangıcı anlamına gelir. Bu, Japonya'da sanatsal gelişimin görüldüğü muazzam dönemlerden biriydi. 9. yüzyılın sonlarına doğru Çin ile ilişkiler kesilmiş ve Japon uygarlığı kendi özel niteliğini ve formunu bulmaya başlamıştır. Bu, dışarıdan getirilmiş kavramların yavaş yavaş aslında Japon stiliymiş gibi gösterildiği bir asimilasyon ve adaptasyon yöntemiydi. Bu yöntemin en tipik örneği, Japon yazısının Heian dönemindeki gelişimidir. Çince yazımdaki güçlük, yazarları ve rahipleri Çince formlara dayalı iki ayrı hece sistemi üretmeye itti. Heian döneminin ortalarına doğru "kana" adı verilen bu iki fonetik alfabe geliştirilmiş ve Çince üslubunun yerini alarak gelişen saf Japon stili edebiyata ışık tutmuş ve oldukça geniş biçimde kullanıma girmiştir. İncelik ve nezaket, başkentteki yaşama damgasını vurmuştur. Saray sanatsal ve sosyal zevklere dalmış, bu arada eyaletlerdeki savaşçı klanlar üzerindeki otoritesi giderek zayıflamıştır. Krallığın etkin kontrolü giderek elden çıkarken; bu, Japonya'nın çalkantılı ortaçağında , soyları eski imparatorlara kadar uzanan iki rakip askeri aile olan Minamotolar ile Tairalar için bir ödül olmuştur. Sonunda Minamotolar 1185'de İç Deniz'de destansı Dannoura çarpışmasında rakip Taira klanını imha ederek, hakim olmuşlardır. Minamotolar'ın zaferi, etkin politik gücün kaynağı olan kraliyet tahtının zımnen yok edilmesini ve askeri yöneticilerce, bir başka deyişle birbiri ardına gelen şogunlarca sürdürülen yedi yüzyıllık feodal yönetimin başlangıcını belirledi. 1213 yılında gerçek güç, Minamotolardan Yoritomo'nun eşinin ailesi olan Hojolar'a geçti ve Şogun vekili olarak 1333'e kadar Kamakura'da askeri hükümeti yürüttüler. Moğollar bu süre zarfında biri 1274 ve ikincisi 1281'de olmak üzere kuzey Kyuşu'ya iki defa saldırdılar. Zayıf güçlerine rağmen, Japon savaşçıları yerlerini başarıyla muhafaza ettiler ve istilacıların iç kısımlara girmelerini önlediler. Her iki saldırı teşebbüsünde de meydana gelen ve donanmalarının büyük kısmını mahveden tayfunların ardından Moğol güçleri Japonya'dan çekildiler. Temeli resim yazısına dayanan Çince yazım biçimi kabul edilmiş ve bu vesileyle Japonlar Konfüçyus felsefesini, astronomi ve takvimin işleyişini ve tıbbın ilkelerini öğrenmişlerdir. Budizm 538 yılında Çin ve Kore yoluyla Hindistan'dan Japonya'ya geldi. Çin hükümet sistemi Japon yöneticilerinin, üzerine kendi sistemlerini kurdukları bir model olmuştur. 1333'den 1338'e kadar süren imparatorluk yönetiminin kısa ömürlü restorasyonunun ardından Kyoto, Muromaçi'de Aşikaga ailesi tarafından yeni bir askeri hükümet kuruldu. Muromaçi dönemi 1338'den 1573'e kadar, iki yüzyıldan uzun sürdü. Bu dönem zarfında Buşido'nun sert disiplini, estetik ve dini faaliyetlerde ifadesini bulmuş ve bugün bile başta gelen özelliği klasik anlamda sadelik ve kontrol yeteneği olan ülke sanatına damgasını vurmuştur. 200 yıllık yönetimin ardından Muromaçi'deki şogunluk, ülkenin diğer kesimlerindeki rakip klanların, kendi otoritesine karşı giderek büyüyen meydan okumalarıyla karşılaşmıştır. 16. yüzyılın sonlarına doğru, Japonya yücelik uğruna savaşan bölgesel beylikler yüzünden bir iç savaşla parçalanmıştı. Düzen 1590'da büyük general Toyotomi Hideyoşi tarafından yeniden kuruldu. Hideyoşi 1592 ve 1597'de Kore'ye her ikisi de Çinlilerin ve Korelilerin direnci karşısında başarısızlığa uğrayan iki istila hareketi başlamıştı. Onun Japonya'yı uzlaştıran ve birleştiren çalışmaları, Tokugava Şogunluğu'nun kurucusu Tokugava Ieyasu tarafından da pekiştirilmiştir. Japon şatolarının en ünlülerinin inşası da bu iç savaşların yaşandığı geçiş evresine rastlamaktadır. Bu, dışarıdan getirilmiş kavramların yavaş yavaş aslında Japon stiliymiş gibi gösterildiği bir asimilasyon ve adaptasyon yöntemiydi. Bu yöntemin en tipik örneği, Japon yazısının Heian dönemindeki gelişimidir. Çince yazımdaki güçlük, yazarları ve rahipleri Çince formlara dayalı iki ayrı hece sistemi üretmeye itti. Heian döneminin ortalarına doğru "kana" adı verilen bu iki fonetik alfabe geliştirilmiş ve Çince üslubunun yerini alarak gelişen saf Japon stili edebiyata ışık tutmuş ve oldukça geniş biçimde kullanıma girmiştir. Kendini Japonya'nın etkin yöneticisi olarak kabul ettiren Ieyasu, şogunluğunu 1603'de şimdi Tokyo olarak bilinen Edo'da kurdu. Bu Japon tarihinin en önemli dönüm noktasıydı. Ieyasu, gelecek 1265 yıl için özellikle politik ve sosyal kanunlar olmak üzere halkın yaşantısının her yönüyle tasarlandığı bir kalıp yarattı. Ieyasu'nun tesis ettiği sosyal ve politik yapının entegrasyonunu korumanın bir yolu olarak 1639'da Tokugava Şogunluğu, Japonya'nın kapılarını dış dünyaya fiili şekilde kapatarak, şiddetli bir adım attı. İlk Batılılar Japonya kıyılarına bir önceki yüzyılda Muromaçi döneminde ulaştılar. Ülkeye ateşli silahları tanıtan Portekizli tacirler 1543'te Japonya'nın güneybatısında küçük bir adaya yerleştiler. Sonraki birkaç yıl içinde bunları, Saint Francis Xaviar önderliğinde Cizvit misyonerleri ve İspanyol gruplar takip etti. Hollandalı ve İngiliz tacirler de Japon topraklarına yerleştiler. Avrupalıların bu akınlarının Japonya üzerinde çok derin etkileri oldu. Bu misyonerler özellikle Japonya'nın güneyinde çok sayıda kişinin inanç değiştirmesine sebep oldular. Şogunluk Hrıstiyanlığın birlikte geldiği ateşli silahlar kadar patlayıcı bir potansiyel teşkil edebileceğini fark etti. Sonunda Hrıstiyanlık yasaklandı ve Togukava Şogunluğu, Nagasaki Limanı'ndaki küçük Dejima adası içinde yaşayan bir avuç Hollandalı tüccar, Nagasaki'de yaşayan Çinliler ve arasıra Kore Lee Hanedanlığı'ndan gelen resmi elçiler dışında yabancıların ülkeye girişini yasakladı. Yaklaşık 250 yıl boyunca Japonya'nın dış dünya ile tek bağlantısı bu insanlardı. 18. yüzyılın sonlarından itibaren açılma yönünde giderek artan baskılar 19. yüzyılın ortalarında meyvelerini verdi. 1853 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin dört gemilik bir filosu Tokyo Körfezi'ne demir attı. Bir sonraki yıl aynı ziyareti gerçekleştiren Amerikan filosu bu ikinci ziyaretinde, bu kez iki ülke arasında bir dostluk anlaşmasına imza attı. Bunu, hemen Rusya, İngiltere ve Hollanda izledi. Bu Japonya'nın içe kapalı geçirdiği dönemin bittiğini haber veriyordu. Dört yıl sonra dostluk anlaşmasını ticaret anlaşmalarını izledi. Bu aşamada kervana Fransa da katıldı. İkili anlaşmalar feodal dönemin de sonunu getirdi. Ülke önce kargaşaya sürüklendi. 10 yıl kadar süren kargaşanın ardından Tokugava Şogunluğu tarihe karışırken, 1868 tarihi itibariyle Meiji Restorasyonu dönemi başladı. Hakimiyet İmparatora geçti. Meiji dönemi Japonya'nın modern tarihinin de başlamasını haber verir. Bu dönemde Japonya Batı'nın yüzyıllar içinde kurduğu modern sanayileri, politik kurumları, kısacası modern bir toplumu 20-30 yılda yaratıverdi. Başkent Kyoto'dan bir önceki başkent olan Edo'ya taşındı. Ancak adı Tokyo olarak değiştirildi. Tokyo, "doğu başkenti" anlamındadır. Yüzyılların birikimi çok geçmeden kendini gösterdi. Ülke her bakımdan gelişmeye ve genişlemeye başladı. Bu gerektiğinde savaş anlamına da geliyordu. 1894-1895 yıllarında Çin ile yapılan savaşı Japonya kazandı ve Tayvan'ı ele geçirdi. Japonya 1904-1905 yıllarında Rusya ile yapılan savaşı da kazandı Güney Sahalin'i eline geçirdi. Aynı yıl Kore'nin yönetimini aldı, bu ülke 1910'da ilhak edildi.Bundan iki yıl sonra da İmaparator Meiji öldü. Bundan sonraki dönemde ülke büyümesini sürdürmekle birlikte ekonomik durgunluklar, siyasi çalkantılar ülkeyi kaosa sürükledi. Egemen güçler arasındaki çekişmeler, ülkeyi İkinci Dünya Savaşı'nın tam ortasına taşıdı. 1945 Ağustos'unda İmaparator'un emriyle halk silahlarını bıraktı, ülke teslim oldu. Ülke altı yıl kadar müttefiklerin kontrolünde kaldı. Bu dönemde ülkenin ekonomik ve toplumsal yapısını değiştirecek, reform nitelikli bir dizi yapılanmaya gidildi. Tarım alanları yeniden paylaştırıldı. Zaibatsu denilen aile şirketleri dağıtıldı. İşçilere ve kadınlara çeşitli haklar tanındı, 1947'de liberal bir anayasa ilan edildi. 1951 San Francisco Barış Antlaşması ile Japonya dış ilişkiler kurma hakkını yeniden kazandı. Bu tarihten itibaren yaklaşık 15 yılda ülke yeniden uluslararası rekabet gücüne ulaştı. 1964 Tokyo Olimpiyatları ülkenin uluslararası arenaya kabul edilişinin ve ülkenin yeniden ayağa kalkmasının tescili niteliğindeydi. Bütün dünyayı etkileyen sosyal olaylar Japonya'da kurumların geliştirilmesi sonucunu doğurdu. Bundan sonraki dönemin en önemli olayları ise 1972'de Okinava'nın Amerikan yönetiminden tekrar Japonya'ya geçmesi ve Çin ile bir uzlaşmaya varılmasıdır. Bu tarihten sonra Japonya özellikle uluslararası ekonomik ve mali piyasa v kuruluşların baş aktörlerinden biri haline geldi. Japonya Devlet Yapısı Japon Anayasası 3 Kasım 1946'da resmen ilan edildi ve 3 Mayıs 1947'de yürürlüğe girdi. Anayasa'da, Japon halkı demokratik düzen ve barış ideallerini desteklemeyi taahhüt etmektedir. Anayasa'nın başında şu ibare vardır: "Biz, Japon halkı, her zaman için baskı ve taassubun, zulüm ve köleliğin dünyadan uzak tutulması ve barışın korunması için mücadele ederek, uluslararası toplumda şerefli bir yere sahip olmak isteğindeyiz." Anayasa'ya göre, - İmparator, halkın birliğinin ve devletin sembolüdür. Hükümran güç halkın elindedir. - Japonya savaşı mutlak bir hak olarak reddeder. Ayrıca, gücün diğer milletlerle münakaşa etmek için kullanılmasını ve yönlendirilmesini de reddeder. - Temel insan hakları, ebediyen ve dokunulamaz şekilde garanti altına alınmıştır. - Eski Asilzadeler Meclisi'nin yerini, üyeleri, Temsilciler Meclisi üyeleri gibi halk tarafından seçilen Senato almıştır. Senato'nun Temsilciler Meclisi'ne üstünlüğü vardır. - Yürütme yetkisi, topyekün Parlamento'ya karşı sorumlu olan Kabine'nindir. - Anayasa'da kararlaştırılan durumlar dışında Imparator'un hükümetle ilgili yetkisi yoktur. Bunun yanısıra, örneğin, Başbakanı ve Yargıtay baş hakimini atar. Ancak, Başbakan ilk önce Parlamento tarafından, baş hakim de Kabine tarafından belirlenir. İmparator'un ayrıca halk adına kanun ve anlaşmaları yürürlüğe koymak, Parlamento'yu toplantıya çağırmak ve Kabine'nin tavsiye ve tasvipleri doğrultusunda şeref nişanı vermek gibi görevleri mevcuttur. Japonya, başkent Tokyo da dahil olmak üzere 47 eyalete ayrılmıştır. Eyaletler, şehirler, kasabalar ve köyler yerel yönetimlerin idaresindedir. Eyalet valileri ile şehir, kasaba ve köy belediye başkanları, yerel meclislerin üyeleri gibi, ilgili bölgeye kayıtlı seçmenler tarafından seçilir. İmparatorluk Ailesi İmparator Hirohito'nun vefatı üzerine 7 Ocak 1989'da Akihito, Japon İmparatoru olarak tahta geçti. Milletvekilleri ile yaptığı ilk resmi görüşmede İmparator Akihito, Anayasa'ya bağlı kalacağına söz verdi ve ulusun daha da kalkınması, dünya barışı, halkın refahını tesis konularında isteklerini ifade etti. İmparator Hirohito ve İmparatoriçe Nagako'nun ilk oğlu olan İmparator Akihito 23 Aralık 1933'de Tokyo'da dünyaya geldi. Veliaht Prens Akihito 1952'ye kadar Gakushuin Lisesi'nde ilk ve orta öğrenimini tamamladı ve 1956'ya kadar Gakushuin Üniversitesi'nde eğitim gördü. Nisan 1959'da, Shoda Michiko ile evlendi. Savaş sonrası asilzadelik kaldırıldı ve yalnızca İmparatorluk Ailesi üyelerinin asil sıfatlarını kullanmasına izin verildi. Eski İmparator Hirohito'nun evlenen kızları imparatorluk sıfatlarını terketmişlerdir. Japonya Coğrafyası Japon takımadaları Asya kıtasının doğusunda yer alır. 3800 kilometre uzunluğunda, yay görünümlüdür. Toplam yüzölçümü 377.815 kilometrekaredir. Alan itibariyle dünya karalarının binde 3'ünden daha az bir büyüklüğü sahiptir. (İngiltere'den biraz büyük, Hindistan'ın 1/9'u, ABD'nin ise 1/25'dir.) Takımadalar içinde dört ana ada vardır. Bunlar büyükten küçüğe sırayla Honşu, Hokkaido, Kyuşu ve Şikoku adalar zinciridir. Honşu'nun alanı toplam alanın yüzde 60'ından fazladır. Bunun yanısıra yaklaşık 3900 küçük ada bu dört büyük adayı tamamlar. Japon adaları aslında Güneydoğu Asya'dan Alaska'ya kadar uzanan dağ sıralarının bir bölümüdür.nü oluşturur. Sahiller uzun ve kayalıktır. . Japonya'nın toplam yüzölçümünün yüzde 71'i dağlıktır. Dağların araları berrak göller, nehirler ve sayısız vadilerle doludur. Ülkenin en yüksek dağı Fuji 3776 metredir. Fuji dağı Japonya'daki 77 aktif volkandan biridir. Popüler dinlenme ve turizm odaklarından biri olan sıcak su kaplıcaları da bu volkanların ürünüdür. Bu volkanik faaliyetlerin bir diğer sonucu da sarsıntı ve depremlerdir. Fujisan-Japon halkı, eski çağlardan beri Fuji Dağı’na kutsal bir dağ olarak tapmıştır. Bu yüzden san eki kullanılır. Japonya İklimi Japonya, muson bölgesi ile ılıman bölgenin birleştiği noktada yer alır. İklim, okyanusun ve karasal hava akımlarının etkisi altında genelde ılıman bir karakteri vardır. Japonya'da genellikle dört mevsim yaşanır. Haziran ortalarında başlayan yaz ılık ve nemlidir. Yağmurlu mevsimin hiç yaşanmadığı, kuzeydeki Hokkaido adası dışında , çoğunlukla yazı, yaklaşık bir ay süren yağmurlu bir mevsim takip eder. Kış, Pasifik kıyılarında güneşli ve yumuşak geçer. Japon denizi kıyılarında ise bulut hakimdir. Dağlık iç kısım ise dünyanın en karlı bölgelerinden biridir. Hokkaido'nun en belirgin özelliği sert kışlarıdır. Eylül ayıyla birlikte ülkenin içlerinde şiddetli rüzgar, tayfun ve sağanak yağışlar yaşanır. Başkent Tokyo, Tahran, Los Angeles ve Atina ile aynı enlemdedir. Yaz aylarında görülen nemli ve çok sıcak havanın tersine kış, düşük nem oranı ve arasıra yağan karla ılıman geçer. Japonya Nüfusu Japonya'nın nüfusu 123 milyon dolayındadır. Bu bakımdan dünyanın en kalabalık yedinci ülkesidir. Ancak nüfus artış hızı sıfır düzeyindedir. Esi dönemlerde adalardaki yerli halk ile kıtada yaşayan halkların karışması sonucu bugünkü Japon halkı oluştu. Ülkede nüfus yoğunluğu yüksektir. Kilometrekareye 332 kişi düşmektedir. Arazinin genelde dağlık ve iskan edilemez nitelikte olduğu, ülkenin ancak yüzde 10'unda yaşanabildiği de unutulmamalıdır. Nüfusun 4/5'inden fazlası şehir ve kasabalarda yaşamaktadır. En büyük kent olan Tokyo'nun nüfusu ise 12 milyon dolayındadır.- KÜÇÜK ELLERİN ANASININ DOĞUM GÜNÜ:))
Sevgili İlyada, Sevdiklerinle birlikte geçireceğin nice sağlıklı, neşeli ve bereket dolu yıllar dilerim. Çiçekler dalında güzeldir, bu yüzden sana bir tarla dolusu çiçek gönderiyorum.- İcraatın İçinden...
22 Temmuz öncesi dağıtılan 5,5 milyon yeşil kart iptal edildi. Güvenceyi alınca sandığa koşan gariban şaşkın AKP Hükümeti, 22 Temmuz seçimleri öncesinde dağıttığı yeşil kartları, Uluslararası Para Fonu (IMF) baskısı gelince, seçimlerden 1 ay sonra iptal etti. İptalden haberi olmayan kart sahiplerinin büyük bir bölümü ilk şoku hastalandıklarında yaşayacaklar. 22 Temmuz milletvekili seçimleri öncesinde Türkiye’de 14 milyon 40 bin yeşil kartlı bulunurken, bu sayı seçimlerden hemen sonra 8 milyon 693’e indi. AKP hükümeti, bir ayda toplam yeşil kart sayısının üçte biri oranındaki 5 milyon 347 bin adet kartı buhar edip uçurdu. İşin daha önemli kısmı ise iptal edilen yeşil kartlar sahiplerine bildirilmedi. Bu nedenle de kimlerin kartının iptal olduğu ancak rahatsızlandıklarında gittikleri hastanelerde karşılarına çıkacak. Tabii ondan sonrası malum; yeşil kartına güvenerek hastaneye giden vatandaşlara “kapı” gösterilecek. İptallerin yaşandığı illerin başında nüfusunun yarısı yeşil kartlı olan Şırnak geliyor. 353 bin vatandaşın yaşadığı Şırnak’ta 185 bin 633 kişinin yeşil kartı bulunuyordu. Bu sayı seçimler bittikten sonra 84 bin 713’e düşürüldü, 118 bin 991 yeşil kart iptal edildi. Seçimlerde tulum çıkartarak beş milletvekilliği kazanan Ağrı ilinde ise durum Şırnak’tan pek farklı değil. 187 bin yeşil kartın iptal edildiği Ağrı’da 168 bin yeşil kartlı insan kaldı. İnanılmaz rakamlar Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın seçim bölgesi Erzurum ise en çok iptalin yaşandığı üçüncü il. Yapılan iptaller sıralamasında rekoru elinde bulunduran ilimiz, AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Dengir Fırat ile Ömer Çelik’in seçim bölgesi Adana oldu. 463 bin yeşil kartlıya sahip Adana’nın 229 bin yeşil kartı iptal edildi. Sıralamada ikinciliği, ‘Ali Dibo’ vakalarıyla tanınan Hatay ilimiz aldı. Grup Başkanvekili Sadullah Ergin’in seçim bölgesi olan Hatay’da da 368 bin yeşil kartın neredeyse yarısı, 160 bini iptal edildi. İptallerdeki bir ilginçlik de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in seçim bölgesi Bursa’da yaşandı. Bursa’daki 153 bin yeşil kartlı yurttaşımızın 70 bin tanesinin kartı iptal edilerek rakam 83 bine indirildi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’un eski seçim bölgesi Kayseri de yeşil kart öksüzlerinden oldu. Kayseri’nin 179 bin yeşil kartlı vatandaşı bulunurken, bu kartlardan 82 bin tanesi iptal edildi. Böylece yeşil kartlı sayısı 97 bine düştü. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile eski Başbakanlardan Bağımsız Milletvekili Mesut Yılmaz’ın memleketi Rize’de ise 40 bin olan yeşil kartlı sayısı 27 bine indirildi. IMF’nin faturası Yaz ortasında dağıtılan kömür ve yardım paketleri gibi seçim malzemesine dönüştürülen yeşil mart uygulamasının seçmenden oy alabilmek için kullanıldığını belirten CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, “IMF baskısıyla karşı karşıya kalan AKP, sağlık harcamalarına kısıtlamayı bol keseden dağıttığı kartları iptal ederek başladı” dedi. “Olan fakir fukaraya oldu” diyen Kılıçdaroğlu, “IMF’nin talep ettiği ‘Sağlık harcamalarınızı kısın’ talebinin faturası yine garip gurabaya kesildi. Hani bunlar ezilenin yanındaydı? İşte bunların gerçek yüzü. İşi bittikten sonra yüzünüze bakmazlar bile. Çok yakında başlayan zam yağmuru ile bunu daha yakından hissedeceksiniz” dedi. Yeşil kart iptallerinde rekor Türkiye genelinde yapılan inceleme sonucunda 696 bin 93 yeşil kartın iptal edildiği bildirildi Türkiye’de dar gelirli vatandaşlar için “can simidi” olan yeşil kartların da istismar aracı olduğu ortaya çıktı. Sağlık Bakanlığı, ihbar ve şikayetler üzerine Türkiye genelinde yeşil kart operasyonu başlattı. Yapılan inceleme sonucunda 696 bin 93 yeşil kart iptal edildi. Türkiye genelinde halen 12 milyon 680 bin 224 aktif yeşil kartlı bulunuyor. CHP Ordu Milletvekili Sami Tandoğdu yazılı soru önergesiyle Sağlık Bakanı Recep Akdağ’a Türkiye genelinde kaç yeşil kartlı bulunduğunu ve kaç yeşil kartın iptal edildiğini sordu. Akdağ, Yeşil Kart Bilgi Sistemi veri tabanından alınan raporlara göre, 17 Nisan tarihi itibariyle Türkiye genelinde 12 milyon 680 bin 224 aktif yeşil kartlı bulunduğunu vurguladı. Bakan Akdağ, yapılan inceleme ve denetimler sonucu iptal edilen yeşil kartlı sayısının ise 696 bin 93 olarak açıkladı. En fazla iptal Şanlıurfa’da Yeşil kartların en çok iptal edildiği iller sıralamasında, 65 bin 9 ile Şanlıurfa 1’inci sırada yer alırken, Kayseri 31 bin 34 ve İstanbul 28 bin 591 ile 2’nci ve 3’üncü sıraya yerleşti. İstanbul’u takip eden iller ise Diyarbakır (23 bin 982), Ordu (23 bin 929), Manisa (21 bin 939), Konya (20 bin 34) ve Samsun (20 bin 504) olarak sıralandı. Türkiye genelinde halen en çok yeşil kartlı Diyarbakır’da bulunurken, Sağlık Bakanlığı, Diyarbakır’daki aktif yeşil kartlı sayısını 616 bin 276 olarak açıkladı. Türkiye genelinde en çok yeşil kart bulanan illerin 2’nci sırasında ise 582 bin 296 ile Van yer alıyor. Bu iki ilin nüfusu düşünüldüğünde, her iki ilde de neredeyse her iki kişiden birisinin yeşil kartı bulunuyor. Diyarbakır ve Van nüfusunun on katının yaşadığı İstanbul 571 bin 579 kişi ile 3’üncü sırada yer alırken, 418 bin 991 yeşil kart sahibi ile Adana 4’üncü sırada bulunuyor. İHA-Ankara- Yiyin, için, üreyin, iman edin!
Muhammed; 'Dünya, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!' demiş. Diğer söylemler: Dünyaya fazla kıymet vermeyiniz. Dünyaya, burada kalacağınız kadar, ahirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız! Eğer bu dünyada bütün yaşadıklarım sahte ise ve bunların asıllarıyla yalnızca ahiret hayatında karşılaşacaksam, neden geçici ve aldatıcı olanlarla yetinip, bunlar için sonsuz ve gerçek olanları kaybedeyim? Neden hiç kaybolmayacak, ebediyen var olacak güzellikler için çaba harcamayayım? Bütün bu yukarıdaki oradan buradan alıntı yaptıgım söylemler, sanki dünyaya geliş nedenimizi zevküsefa sürmek olarak tanımlamış ve bu dünyanın gelip geçici olduğunu vurgulamış. Yani şimdi Yaratıcı şöyle demiş olabilir mi? 'Dünya bir köprü, yiyin, için, üreyin ve bana ve Muhammed'e iman edin. Gerisini ben hallederim.' Nasılsa bu dünya sahte onu korumaya, güzelleştirmeye gerek yok. Peki bir müslüman, geçici olduğunu bildiği bir yere ne kadar bağlanır, özen gösterip kıymetini bilebilir?- İslam dininin, çok kadınla evliliğe müsade etmesinin gerekçesi
Siz aile içinde büyüklerin 'evlenilecek kişi yedi göbek uzak olmalı', 'dayı, amca, teyze, hala, kuzen çocukları vs. vs. ile kardeşsiniz' söylemleriyle büyütülmediğiniz için size bu olay yabancı gelebilir. Bunlar kulağa küpe olup, yazılı olmayan belgeler. Öyle bilip bilmeden delilsiz ispatsız demek olmuyor işte. - Kıyamet Ne Zaman ve Nasıl Gerçekleşecektir ?
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.