Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

Ana ekranınızda anlık bildirimler, rozetler ve daha fazlasıyla tam ekran uygulama.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

muki

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

muki tarafından postalanan herşey

  1. Sayın cenneti beklerken, siz buraya Kuran'dan kulağa hoş gelen bölümler yazarak Kuran'ı okumamış, kulaktan dolma hikayelerle müslümanım diyen insanlara hitap ediyorsunuz anladığım kadarıyla. Siz yorulmasanız da o insanlara hayatınızda bir kez olsun Kuran'ı baştan sona kadar yılmadan okuyun deseniz daha anlamlı olmaz mı? Ateist zeka nedir? Bir dine inanmak zekayla mı ölçülür? O zaman birisi çıkıpta size 'kardeşim bu dine inandığın için senin zekandan şüphe ediyorum' dese ne cevap verirsiniz?
  2. muki şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Dini Konular - Din - Dinler
    Peki sütü olan bir kadın sütünü elle sağsa ve hem kendi çocuğuna hem de diğer çocuğa içirse gene mi süt kardeşi olunuyor. Yani memeye dudak değmemiş olsa. Burada süt mü onemli, meme mi?
  3. muki şurada cevap verdi: ftoyd başlık Dini Konular - Din - Dinler
    Yalnız din girdimi işin içine terbiye edilişin ismi 'günah' ve 'cehennem' oluyor... Evet Bush'ta, Tanrı'dan kendisine vahiy geldiğini iddia edip, din adına öldürmüyor mu onca insanı? Dinler kişisel yaşanmadığı sürece büyük felaketlere yol açabiliyor hatta açıyorlar. Kuran ne diyor: "Allah yolunda savaşın!" Hristiyanlığın Allah'ı mı, İslamın Allah'ı mı, hangi Allah kendi adına insanın insanı yok etmesini isteyebilir ki? Yoksa Allah peygamberine, Cehennemde yakacak sıkıntısı ortaya çıkmasın diye mi 'söyle onlara benim adıma savaşsınlar' dedi? Neden insanlar kendi başarısızlıklarından dolayı başkalarını suçlarlar? Geri kalmışsak bu batının kabahati mi? Kağıdın tarihçesine bir göz atın. Osmanlıda 12. yüzyılda kağıt üretildiği ileri sürülürken, bir yüzyıl sonrası için aynı şey söylenemiyor. Öte yandan Osmanlı İmparatorluğunun ilk yıllarında İstanbul, Bursa ve Amasya gibi şehirlerde kağıt üretildiğine ilişkin ipuçlarına rastlıyoruz. Aynı şekilde 15. yüzyıl ortalarından 18. yy ortalarına kadar kağıt ihtiyacının yerli imalatla değil de dışarıdan karşılandığını görüyoruz. 18. yüzyıldan itibaren yeniden görülen yerli imalat çabalarının Avrupa rekabeti karşısında kalıcı olamadığını gözlemliyoruz. Osmanlıların kağıt üretimi konusunda pek fazla varlık gösteremedikleri, kağıt üreticisi olmaktan çok kağıt ithalatçısı oldukları anlaşılıyor. Bunun en temeldeki nedeninin, matbaanın Osmanlı toplumuna geç gelişi değil fakat matbaanın geç gelişinin temelindeki gerçeği de kapsayacak şekilde, tüccar kültüründen, daha açık bir ifade ile kapitalist gelişmelerden uzak kalış olduğu iddia edilebilir. (SEKA Kağıtçılık Dergisi Temmuz 1999, Sayı 62, Eczacıbaşı Dergisi Ekim 1977, sayı 4, yazı çok daha uzun isteyen orijinaline bakabilir. Lale'nin tarihçesine bir göz atın. VI. LÂLENİN AVRUPA MACERASI Anadolu?da 13. yüzyıldan beri lâle yaygın olarak motiflerde kullanılıyordu.Bu dönemde Roma ve Bizans?ın nedense bu çiçekle hiç ilgilenmemiştir.[18]Avrupalı yazarlar ilk dönemlerde lâleyi tanımadıklarında bu çiçeği, bir çeşit zambak (lilium) olarak kabul etmiş ve bu düşünüşe göre isimlendirme yapmışlardır. P. Bellon ?Lils Rouges? (kırmızı zambak), C. Clusius ?lilionarcissus? (nergiz zambağı),A. Toderini ise ?Lys Sanguins? (KanRrenkli Zambak) isimlerini kullanmışladır.[19]Bugün Avrupa ülkelerinde lâle için kullanılan Tulip veya Tulipe kelimesinin aslı O. G. Busbecq hatıratında Türklerin bu bitkiye ?Tulipan? ismini verdiklerini yazmıştır.S. W. Murray bu ismin Türklerin başlarına sardıkları ?tülbent?ile ilgili olduğunu, O. G. Busbecq ile tercümanı arasında meydana gelen bir yanlışlık sonucu ortaya çıktığını kaydetmektedir.[20] Lâlenin Türkiye?den Avrupa?ya hangi tarihte götürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir.Avusturya-Macaristan İmparatorluğu?nun Kanuni Sultan Süleyman nezdindeki büyükelçisi Ogier Ghislain de Busbeck 1554 yılında geldiği İstanbul?dan Avusturya?da yaşayan dostu Carolus Clusius?a lale soğanları gönderdiği sanılmaktadır.Daha sonra Hollanda?ya giderek Leiden Üniversitesi?nde göreve başlayan Clusius, bu ülkelerde laleyi ilk yetiştiren ve lâle endüstrisini kuran kişi olarak bilinmektedir.Ancak Avrupa?da lâle merakının daha da önce başladığına dair kayıtlar da vardır.B. Belon adlı bir Fransız hekimi 1549?da çıktığı Yakındoğu seyahati sırasında İstanbul?a da uğramış ve hatıratında kırmızı zambak diye söz ettiği lâle çiçeğinin soğanlarından edinmek için bir çok yabancının gemilerle İstanbul?a geldiğinden söz ermiştir.Lâleyi Avrupa?da meşhur ettiğini iddia eden Conrad Genser de bu çiçeği ilk defa 1559 yılında, Ausburg?da , ender egzotikler koleksiyonuyla şöhret kazanan Newart?ın bahçesinde gördüğünü ona da soğanların İstanbul?da ki bir dostu tarafından gönderildiğini söyler. (Bu yazı da uzun. İsteyenshakayik.blogcu.com/4476779 bakabilir.) Simdi de sizin söylediklerinize bir bakalım tekrardan: Günah ve işini bilmemezlik girdi mi işin içine elbette geri kalınır. Bu durumda kimi suçlamak gerekir?
  4. muki şurada cevap verdi: ftoyd başlık Dini Konular - Din - Dinler
    Sadece Allah tarafından bildirilenlerle mi insan olunur? Başka kaynaklara inanan onca insan, insan olmayı becerememişler mi? O zaman neden tüm müslüman ülkelerdeki insanlar insan gibi davranmıyorlar?
  5. muki şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Dini Konular - Din - Dinler
    Sözlerinin güzelliğinden bu kadar çok yıldız yedi bu sureler herhalde...
  6. Çocuk hayretle bakıyor, şaşkınlıkla soruyor; -Senin elin kanar mıydı?! Kanamazdı... Atatürk'ün, bahçesini düzenlerken, güllerini okşayıp severken, dikenleri ellerine batsa da, kanatmamış canını acıtmamıştı asla... Galiçya"da ,Trablus'ta, çöllerde, Çanakkale'de ve dahi “Kurtuluş”ta, cephelerde de... Dolmabahçe önüne demirleyen işgal gemilerine bakarken de, kanı akmamıştı, çünkü o bütün ışığı ile oradaydı ve oradakilerin “Geldikleri gibi gitmeleri” için ayaktaydı... Kanı neden aksındı, inançları varken... Zaferden sonra, cumhuriyeti planlarken, karşısına dikilen ve kazanılan zaferi Padişah'a sunmayı teklif eden “Arkadaşları”nın atakları bile “Kanatamamıştı” O'nu... İşte o arkadaşlarının da içerisinde bulunduğu, bir takım gericinin, ayak oyunları çevirerek TBMM'ye seçilmesini, böylece devletin başına geçmesini engellemek isteyen atakları da vız gelmiş, Ata"yı “Kanatmaya” yetmemişti. Aslında, işte bu yüzden sağlığında, ne çocuk ne büyük hiçbir kimsenin aklına gelmemişti gelmezdi O'na “Aaaa senin elin kanar mıydı” diye sormak... Bilirlerdi ki ; Gül bahçesindekiler... “Kanamazdı...” 11 Kasım 1938... İşte Atatürk'ün kemiklerinin sızlamaya başladığı, ızdırabı hissettiği tarih budur!.. Missouri Zırhlısı 1946 yılında Boğaz'a demir attığı zaman... İşte o zaman, ben eminim ki Atatürk'ün yüreği kanamaya başlamıştır... Sonra?.. Sonrası çorap söküğü gibi!.. Gençliğe hitabında altını çizdiği bütün uyarılar... Her kelime, tek tek gerçekleşmeye başladıkça, Büyük Atatürk'ün ruhu da kan revan içerisinde kalmaya başlamıştır... Ebediyete akıp giden her on yılda, ilke ve inkılaplarının üzerinden silindir gibi geçildikçe... Atatürk'ün, Rasattepe semalarından süzülen kanı, bir ilahi uyarı olarak tepeden serpilmesine rağmen, ülkeyi kuşatanların kurduğu menfaat zırhını delmeye yetmemiştir... Ve artık... İçinden geldiği “Peygamber ocağı”ndaki çocuklarını kurşunlayan çakalların temsilcileri... Kurduğu Cumhuriyet'in Büyük Millet Meclisi'ni basmış, Atatürk'ün kürsüsünü ele geçirmiş, kurduğu devlete, kendi bağrında meydan okur hale gelmişlerdir!.. Atatürk,çocuklarının “Yerde kalan” kanlarını, semadan kanlı gözyaşları dökerek izlerken, “Vazifeye atılmak için” görev verdiklerinin sadece konuştuklarını görüp daha da kahır içerisindedir... Yerde kalan “Atatürk"ün kanı”dır... Sağlığında, eline hiçbir dikenin batmaya cesaret edemediği Atatürk... Şimdi... Ruhu, taciz olmuş bir vaziyette, bir kan gölünün içerisinde yatmaktadır... Mirasını talan edenler sayesinde... Hangimiz masumuz?!! Anladın mı çocuk!!?. Behiç Kılıç / İnternet haber
  7. muki şurada bir başlık gönderdi: Dilbilgisi Forumu
    Almanca veya Hollandaca'da yardıma ihtiyacı olana yardım edebilirim. Japonca henüz eklenmemiş fakat bu konuda da yardımım dokunur belki. Yalnız şunu belirteyim: Ben öğretmen değilim, ancak kendi bildiğimi sizlere öğretebilirim.
  8. Sevgili yersoy, bari bu yeni türler (en çok ta insana benzeyenler) hadlerini bilseler... Haaa, dünyanın kökü kazınacağına göre, ay'a ya da ayak bastığımız diğer bir gezegene bizim hazin sonumuzu anlatan bilgiler depolansa nasıl olur? Belki onlar için iş işten geçmeden bu bilgileri çözebilir ve ayaklarını denk alırlar.
  9. Sevgili yersoy, kendimizin çocuğu yoksa veya bu dünyaya bir çocuk getirmek istemiyorsak bile, bütün çocuklar bizim çocuklarımız sayılmaz mı...
  10. muki şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Dini Konular - Din - Dinler
    Bu hastalık kendisinde vardı, fakat bu hastalığın nöbetlerini (yani asıl nöbet gelmemişken gelmiş gibi davranmak) kendi çıkarı için kullanmış olabilir mi?
  11. determinist isim, felsefe Fransızca déterministe Belirlenimci. seküler sıfat Fransızca séculaire 1 . Laik yaşama ait, dinden bağımsız olan. 2 . Yüzyıllık, yüzyılda bir olan.
  12. Bir de şu, yazılara başka bir değer verdiğini sandığımız aşağıdaki kelimeleri Türkçe yazsak... ajitasyon isim, tıp (***) Fransızca agitation 1 . Çırpıntı. 2 . Kışkırtma. demagoji isim Fransızca démagogie Laf cambazlığı
  13. AB BAYRAĞI ve 12 YILDIZ’ın SİMGELEDİKLERİ. 1 Mayıs’tan itibaren 25 ülkenin üye olduğu, 450 milyon insanın yaşadığı Avrupa Birliği’nin bayrağındaki “12 yıldız” sayısının değişmeyeceği, bilenler bu 12 yıldızın “Mükkemmeliği ve birliği” simgelediğini söylüyorlar. “Avrupa Birliği”nin internet sayfalarından öğrendiğimize göre “12 yıldızlı bayrağın tarihi 1955 yılında başlıyor, o tarihte, bugünkü Avrupa Birliği’nin çekirdeği olan “Avrupa Kömür ve Çelik Birliği”, bir de bundan önce kurulan, üye sayısı biraz daha fazla olan “Kültürel ve İnsan Hakları” ağırlıklı “Avrupa Konseyi” bulunuyor. Konsey bugünkü 12 yıldızlı bayrağı kabul ediyor. Değişik söylencelere göre 12 yıldız “bütünlük”ü simgeliyor. Ayrıca “12” sayısı yılın 12 ayını, saatın kadranındaki 12’yi, “daire” ise birliği simgelemekte.” Gazeteler de aşağı yukarı bunları yazıyorlar. Aşağıda 26.02.1998 tarihli Alman “Die Welt” gazetesinden alınan, Thomas Pinzka imzalı, “12 yıldız”ın BİR BAŞKA serüvenini anlatan bir yazıyı bilgilerinize sunuyoruz. Anlatılan olayın doğruluk derecesini bilmiyoruz, biz sadece yazının aracısıyız. Yazının Almancasını http://www.wansleben.de/body_sterne.html adresinden okuyabilirsiniz.. Beni kırmayıp işinin gücünün arasında bir de yazının çevirisini yapan ilahiyatçı sayın Tamer Bacınoğlu’na teşekkür ediyorum. Aydoğan Kekevi 01.05.04 “Yıldız çelenek, bir adağın sonucu. Avrupa bayrağı düşüncesini bir Belçikalının kafasında 1955 yılında bir Meryem heykeli doğurdu.” “Ve gökte büyük bir alamet, güneşle giyinmiş ve ayakları altında ay, ve başı üzerinde on iki yıldızdan tacı olan bir kadın göründü" (Yuhanna'nın Vahyi, 12:1). Berlin- O bir süreden beri birçok kamu binasında Alman bayrağının yanında asılı: Koyu mavi zemin üzerinde on iki altın sarısı yıldızlı “Avrupa Bayrağı”. Bu 12 yıldızın ne anlama geldiği sorulduğunda, değişik cevaplar veriliyor. Birçoklarının bu soruya cevabı bile yok, sadece omuz silkiyorlar. Başkaları, Avrupa Birliği'nin vaktiyle on iki üyeden oluştuğunu hatırlıyor ve bununla sorunun cevabını bulduklarını sanıyorlar. Fakat bu doğru değil. Bayrağın kökeni İkinci Dünya Savaşı yıllarına uzanıyor. Paul Levi adında musevi asıllı bir Belçikalı o tarihlerde Leuven'de, Gestapo'nun karanlık bir geleceğe gönderdiği Yahudilerle dolu çok sayıda trenin kalktığını korku içinde izliyordu. İşte o an Levi, savaşa ve Nasyonal Sosyalizm'e rağmen hayatta kalacak olursa, Katolik Kilisesi’ne geçeceğine yemin etti. Levi hayatta kaldı ve katolik oldu. 5 Mayıs 1949 günü Londra'da Avrupa Konseyi kuruldu ve Paul Levi, Avrupa Konseyi Kültür Şubesi'nin başkanlığına getirildi. Altı yıl sonra, 1955'te temsilciler ortak bir bayrak konusunu görüşmeye başladılar. İskandinav bayrakları örnek alınarak önerilen ve haç motifi içeren taslakların tümünü sosyalistler “ideolojik ve Hıristiyanca” olduğu gerekçesiyle reddettiler. Günün birinde Levi gezerken yıldız çelenkli bir Meryem heykelinin önünden geçti. Güneşin ışığı altında altın sarısı yıldızlar masmavi gökyüzünde parlamaktaydı. Levi derhal o sırada Avrupa Konseyi genel sekreterliği görevini yürüten Venedikli Hrıstiyan Demokrat Kont Benvenuti'yi aradı ve mavi zemin üzerinde on iki altın sarısı yıldızı Avrupa bayrağı olarak kendisine önerdi. Benvenuti bu düşünceye bayıldı. Daha sonra teklif genel kabul gördü ve Meryem'in yıldız çelenki bugün(de) Avrupa Birliği ülkelerinin tamamını süslüyor. On iki yıldız İsrail'in on iki kabilesini (Tekvin, 37:9), dolayısıyla Tanrı'nın seçilmiş halkını simgelemektedir. Çelenk ise başarı ve zaferin sembolü olarak kadının yenilmezliğini ifade etmektedir. "Vahiy"de Yuhanna sadece bir "kadın"dan söz ediyor, fakat ona Meryem demiyor. Vahiy'de geçen "kadın" Katolik tefsirlerinde bir süre Meryem'le özdeşleştirilmişti. Vahiy kitabında bir iki bab sonra, bu kadının Mesih'i doğuracağı bildirildiğinden, onun İsa'nın annesi Meryem olması gerektiğine inanılmıştı. Ne var ki, "kadın"ın Vahiy'de (12:17) "Hıristiyanların annesi" olarak nitelenmesi, bu görüşle çelişiyor. O nedenle sözkonusu "kadın"ı -bir din bilimcisinin deyimiyle- Eski ve Yeni Ahit'te geçen “Tanrı Halkı”nın sembolü olarak görmek daha makuldür. On iki rakamı insanlar için her zaman özel bir anlam ifade etmişti. Eski Mısırlılara göre alt dünyanın on iki kapısı vardı. Yunan mitolojisinde Herakles on iki ödev yapmak zorundaydı; Romalılar hukuk düzenlerini on iki levha üzerinde yazılı bir yasaya dayandırmışlardı. İsa, İncil'lerde adı geçen "on iki havari"sini yandaşları arasından seçerken İsrail'in Eski Ahit'e bahsi geçen on iki kabilesine dayanıyordu (atıfta bulunuyordu). Bunun dışında Vahiy kitabında Kudüs, Tanrı'nın kemale ermiş halkının yurdu olarak nitelenir: "Şehrin on iki kapısı ve üzerlerinde on iki melek bulunan büyük ve yüksek duvarları var. Kapıların üzerinde isimler yazılı: İsrail kabilelerinden on iki oğulun adları...Şehir duvarının on iki temeli var, onların üzerinde Kuzu'nun (İsa) on iki havarisinin adları bulunmakta". Burada da Eski Ahit'in İsrail kabileleriyle Yeni Ahit'in on iki havarisi arasında bir bağlantı görülmekte. "On iki"nin bir başka anlamı, onun “üç”ün ve “dört”ün türevi olmasında yatmaktadır. "Üç", Tanrı'nın Baba, Oğul ve Ruh'taki üçlüğünü; “dört” ise, dört yönü sembolize etmektedir. Thomas Pinzka Kaynak: Die Welt, 26.02.98
  14. Kediler nasıl hep dört ayak üzerine düşerler? Bilimsel olarak izahı biraz zor. Bilime göre düşen bir cisme dışarıdan bir kuvvet uygulamazsanız, ona açısal bir dönme hareketi kazandıramazsınız. Gerçi bir kule atlayıcısı, havuza düşmeden önce havada birkaç kez takla atar, kendi ekseni etrafında döner ama bu tramplen veya kuleyi terk ederken ayakları ile başlattığı bir dönme hareketidir. Sırtüstü düşen bir kedi önce bacaklarını kendisine, kuyruğunu da bacaklarının arasına çeker, başını yere bakacak şekilde döndürür. Belirli bir noktada tam tersim yaparak bacaklarını ve kuyruğunu açar ve vücudu tam ters yöne, yani yere doğru döner. Böylece paraşüt etkisi yaratarak, hızını da frenler ve inişin yumuşak olmasını sağlar. Yapılan deney ve gözlemlerde bir kedinin alçak bir yerden düşmesinin, yüksek bir yerden düşmesine göre çok daha fa/la hasar yaratabileceği tespit edilmiştir. Örneğin yaklaşık 100 metre yüksekliğindeki, 32 katlı bir binanın tepesinden düşen bir kediye hiçbir şey olmazken, 7 katlı binalardan düşenlerde ciddi sakatlıklar, hatta ölüm vakaları görülmüştür. Bilim insanları bunu da 'limit hız' ile izah ediyorlar. Havadan yere düşen cisimler, önce gittikçe artan bir hızla yere düşerler. Sonra kütlelerine bağlı olarak belirli bir mesafede hızdaki bu artış durur ve 'limit hız' denilen sabit bir hızla yere düşmeye devam ederler. Yani bir gökdelenin tepesinden atılan madeni bir paranın yere düşme anındaki hızı ile uçaktan atılan (aynı) paranın hızı arasında bir fark yoktur. İyi ki de yoktur, çünkü bu 'limit hız' olmasaydı ve cisimler gittikçe artan bir hızla düşmeye devam etselerdi, yağmur damlaları kafamıza kurşun gibi düşebilirlerdi. Bu teoriye göre yüksekten düşen kediler, yaklaşık saatte 100 kilometre sürate gelince limit hıza ulaşırlar, artık hep aynı hızda düşerler ve stresi atlatıp, kendilerine gelir ve gevşerler. Başlangıçta bahsettiğimiz dönme hareketini yaptıktan sonra, Avustralya'da yaşayan uçan sincapların uçuşuna benzer şekilde, tüm vücutlarını paraşüt gibi kullanarak, yaralanma olasılığını en aza indirerek, yere inerler. Tabii bütün bu deney sonuçlan ve teoriler, hayvan hastanelerine gelen kediler göz önüne alınarak ortaya çıkartılmıştır. Yüksekten düşüp de ölen veya alçaktan düşüp, ölmeyip, olay yerini terk eden, her iki şekilde de hayvan hastanelerine uğramamış kedilerin sayıları bilinmiyor.
  15. Erkek ve kadınların el yazıları farklı mıdır? El yazısına bakarak yazanın kadın mı, yoksa erkek mi olduğunu tespit edemezsiniz. Bir el yazısının analizi sonucu, yazanın kişiliği, karakteri, hissi durumu, açıklığı, akıl durumu, enerjisi, motivasyonu, korkuları ve savunması, hayal gücü ve uyumluluğu gibi birçok konuda fikir sahibi olunabilir ama cinsiyeti konusunda bir karar verilemez. Gerçi kadınların ve erkeklerin el yazılarmda ayrı ayrı bazı karakterleri benzer şekilde kullandıkları bilinmektedir ama bu tüm bir yazı hakkında tatmin edici bir fikir vermez. El yazısı analizi kişinin şuuraltında yatanlar hakkında az çok ipucu verebilir ama bu da bir noktaya kadardır. El yazısından sadece cinsiyet değil ırk, din ve hatta yazanın solak mı, yoksa sağ elini mi kullandığı da tespit edilemez. Bu konu nörobiyoloji dalında çalışanların da ilgisini çekmiş ve bilim insanları sinirkaslarının reaksiyonlarını sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bazı sinirkası reaksiyonlarının benzer kişiliklere ve beyin ikazlarına sahip insanlarda olduğunu görmüşler, buradan da yazı tarzı ile kişilik arasında bir bağlantı olabileceğini saptamışlardır. El yazısı insandan insana değişir. Her çocuğa ilkokulda harflerin yazılması belirli bir kalıpta öğretilmesine rağmen, çocuklar çok kısa sürede kendi bireysel özelliklerini harflere ve yazı şekillerine yansıtırlar. Zamanla insan olgunluğa erişince kendi kişiliğine özel ve bakıldığında yazanın kim olduğunu ele verecek yazı stili oluşur. Aslında çok azımız düşündüğümüz gibi yazarız. El yazımız düşüncemizden ziyade kişiliğimizi yansıtır. El yazısını analiz etme artık sosyal bir bilim dalı olarak kabul edilmektedir. Eğitimli ve tecrübeli bir analizci yüzde 85-95 doğrulukla yazının sahibi (cinsiyeti değil) hakkında bilgi verebilmektedir. Bu analizcilere iş başvurularında, firmalara ve devlete adam almada hatta mahkemelerin yaptırdığı tatbikatlarda başvurulmaktadır. Sahte imzalar da benzer bir konudur. Sahtekar taklit ettiği imzaya kendi yazı stilinden de bir şeyler katar. Çoğu kez bu sahte imzalar kolaylıkla ayırt edilebilir. Sahte imzayı atan, imzayı çok incelemiş, imzayı atış şeklini ve kalem hareketlerinin sırasını çok iyi uygulamışsa bile imzanın sahte olduğu tespit edilebilir, ancak sahte imzayı atan hakkında bilgi edinilemez.
  16. Oto yoldan önce daha önemli projeler bekliyor. Türkiye çöl olma yolunda ilerliyor. Bunun için ne yapıyorlar acaba?
  17. Evet çok doğru. Atatürk milliyetçiliği herkesi kucaklayan bir milliyetçiliktir. Neden mi? Benim dedem Taşkent doğumlu ve 1908 senesinde dedem 9 yaşındayken İstanbul'a göç etmişler ve bu toprakları vatan bilmişler. Rusya komunizm rejime geçtikten sonra Amerika, Rusya doğumlu kişileri Amerikan vatandaşlığına davet etmiş. Şayet Atatürk milliyetçiliği ırkçı bir milliyetçilik olsa idi herhalde dedem Türkiye'de kalmak istemez hemen Amerika'ya giderdi. Fakat dedem böyle bir şeye gerek görmemiş. 'Ben vatanımda ölmek isterim' demiş ve kalmış. Atatürk milliyetçiliğine ve vatanına bağlı bir insandı, aynen ailenin diğer fertleri gibi ve her zaman ne mutlu Türküm derlerdi.
  18. KAN ARAYANLAR VE KAN BAĞIŞINDA BULUNMAK İSTEYENLERİN SİTESİ http://sanalkanzinciri.ada.net.tr/
  19. WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Türkiye’nin doğal kaynaklarının sürdürülebilir kullanımı ve korunması amacıyla farklı alanlarda ve disiplinlerarası çalışan, kurumsallaşmış bir sivil toplum kuruluşudur. Doğal Hayatı Koruma Vakfı, 1996 yılında Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin öncülüğünde kurulmuş, 2001 yılında dünyanın en etkin ve saygın doğa koruma kuruluşlarından olan WWF’nin Türkiye ulusal kuruluşu olarak, WWF-Türkiye ünvanını almıştır. WWF-Türkiye açısından küresel WWF ailesinin bir parçası olmanın önemi büyüktür. Bu ailenin bir parçası olmak; doğa koruma ve kaynak yönetimi konularında geniş bir uzmanlar ağına ve kapsamlı teknik bilgiye erişim konusunda önemli kaynaklar yaratmaktadır. WWF-Türkiye çalışmalarını bağışlar ve kurumsal sponsorluklar ile yürüten kar amacı gütmeyen bağımsız bir vakıftır. Kendi faaliyetlerinden sorumlu tüzel bir kişi olan WWF-Türkiye’nin en yüksek karar alma organı Yönetim Kurulu’dur. Vakıf, ülkemizin doğasının korunması amacıyla 30 yıllık deneyimiyle Orman, Su Kaynakları, Deniz ve Kıyı olmak üzere üç program altında projeler ve çeşitli çalışmalar yürütmektedir. WWF-Türkiye’nin Amacı WWF-Türkiye, Türkiye’nin biyolojik çeşitliliğini korumak ve doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımını sağlamak amacıyla çalışmaktadır. WWF-Türkiye insanların doğa ile uyum içerisinde yaşayabileceğine inanır ve çocuklarımıza yaşanılır bir dünya bırakmak için çalışır. http://www.wwf.org.tr
  20. Görüntülere bakın Web Siteme Git Sonra bir de Doğal Hayatı Koruma Vakfı'nın sitesine bir bakın. Belki kendi geleceğimiz ve çocuklarımızın geleceği için birşeyler yapabiliriz, ne dersiniz!... Web Siteme Git
  21. BURDUR GÖLÜ 1970 yılında 857 metre ile en yüksek seviyesine ulaşan Burdur Gölü’nde su kotu, Temmuz ayında yapılan gözlemlere göre 844 metreye düşmüş durumda. Su kalitesinde geçen yıl bu zamanlara kıyasla gözle görülür bir gerileme söz konusu. Göl, Burdur kanalizasyonu, şeker ve süt fabrikaları ile tekstil ve mermer işletmelerinin endüstriyel atıklarıyla kirleniyor. KULU GÖLÜ Su varlığının iyice azaldığı, 1992 yılında sit alanı ilan edilen Kulu Gölü, yer altı sularının tarımsal sulama amacıyla aşırı derecede çekilmesi nedeniyle kuruyor. Göl etrafında tarım yapan çiftçiler 2006 yılına kıyasla 4-5 metre daha derinden su bulabilirken, 2007 üretim sezonunda yer altı su seviyesi ciddi anlamda düştü, bunun sonucunda şeker pancarı üretimi önemli ölçüde azaldı. AKŞEHİR GÖLÜ Göl tamamen kurumuş durumda. Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’ne göre su kalitesi 4. sınıf olan gölde balık üretimi ve saz kesimi biterken, bölgede hububat ve yem bitkileri üretimi ağır darbe aldı. Meyve üretiminde hem rekolte hem de kalitede kayıp söz konusu. MEKE GÖLÜ Özel yapısı nedeniyle "Nazar boncuğu" olarak nitelendirilen gölün büyük bölümü kurudu. Sadece batı kesiminde az miktarda su bulunan gölün çevresindeki obruklarda da su seviyeleri oldukça düşmüş durumda. Yer altı su seviyelerinin her geçen yıl daha da düştüğü bölgede, buna rağmen yeni kaçak kuyular açılmakta, salma sulama yöntemiyle mısır ekimi yapılıyor. Göldeki kuruma ve yer altı su seviyelerindeki düşüşe rağmen bu konuda herhangi bir olumlu gelişme yok. Yer altı suyunun sondajlanıp göle su verilmesi üzerine bir proje de mevcut. Alanda buharlaşma oranının yüzde 100’ü bulduğu göz önüne alındığında, göle aktarılacak yer altı su kaynaklarının buharlaşıp havaya karışacağı düşünülüyor. MANYAS GÖLÜ Bursa’nın Karacabey ve Balıkesir’in Manyas ilçelerine günlük toplam 700 bin metre küp tarımsal amaçlı su sağlayan Manyas Gölü’nde, su seviyesi sınır değerlere yaklaştı. Şu anda gölün deniz seviyesinden yüksekliği 14,30 metredir. Su seviyesi 1.5 metre çekilen Manyas Gölü, kuraklıktan son derece fazla etkilenirken, göl alanındaki kayıklar karaya oturdu, iskele karada kaldı, toprak susuzluktan yarıldı, milyonlarca midye ortaya çıktı. Bereketli, Eski Sığırcı, Gölyaka, Kocagöl, Hamamlı köyleri ile Salur ve Kızıksa beldelerinin başlıca gelir kaynakları balıkçılıktır. Bu köylerde 2005 yılında bin ton, 2006 yılında 700 ton balık tutulurken, 2007 yılında balıkçılara "siftah" yaptıracak balık miktarı bile yakalanamadı. EBER GÖLÜ DSİ verilerine göre, en derin yeri bir kaç yıl öncesine kadar 21 metreyken, bu yıl su seviyesi yüzde 3’e düşen ve normalde toplam su hacmi 215 bin metre küp olan Eber Gölü’nde şu anda 5 bin 648 metre küp su bulunuyor. En derin yerde 1.5-2 metre su bulunan gölün su kalitesi ise yönetmeliğe göre 4. sınıf olduğu belirlendi. Göldeki kirliliğin kaynağının Afyonkarahisar’ın evsel atıkları ve Akarçay yoluyla göle ulaşan endüstriyel kirlilik olduğu gözlendi. TUZ GÖLÜ Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF Türkiye) Tuz Gölü Proje Sorumlusu Çağrı Deniz Eryılmaz, Türkiye'nin yeraltı sularının üçte birinin Konya kapalı havzasında bulunduğunu ve Tuz Gölü'nün bu yeraltı sularıyla beslendiğine dikkat çeken Eryılmaz, ''Konya kapalı havzasında yaklaşık 50 bin su kuyusu bulunuyor. Bu kuyuların yaklaşık 26 bini kaçak. Bölgedeki birçok çiftçi sulamasını, bu kuyulardan sağladığı suyla yapıyor. Bu da her yıl yeraltı sularını 1 metre aşağıya çekiyor. Bu durumdan ise Tuz Gölü ise doğrudan etkileniyor'' dedi. Tarımsal su kullanımının kontrolsüz olmasının ülke genelini olduğu gibi Konya kapalı havzasını da tehdit ettiğini belirten Eryılmaz, bölgedeki tarımsal sulamanın yeraltı sularıyla yapıldığını vurguladı. Eryılmaz, Tuz Gölü'ndeki su sorununun giderilmesi için özellikle bölgede tarım yapan çiftçilerin vahşi sulamadan damla sulama yöntemine geçmesi gerektiğini vurguladı. "Türkiye'deki bütün sulak alanların, evsel, endüstriyel ve tarımsal atıklar nedeniyle kirlendiğini" de kaydeden Eryılmaz, "Tuz Gölü'ne her yıl binlerce ton atık gittiğini, bu atıklar yüzünden gölün ciddi boyutlarda kirlendiğini ve doğal dengesinin giderek bozulduğunu" bildirdi. Havzanın, dünyada nesli tehlike altında bulunan sekiz kuş türünün üreme bölgesi olduğunu hatırlatan Eryılmaz, bu eşsiz bölgenin doğal hayatının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olunduğunu vurguladı. 1 MİLYON 300 BİN SULAK ALAN KAYBEDİLDİ Kontrolsüz su kullanımı ve yeni tarım alanlarının açılması nedeniyle havzadaki sulak alanlar üzerinde ciddi bir baskı oluştuğunu vurgulayan Eryılmaz, ''son 40 yılda Türkiye'de yaklaşık 1 milyon 300 bin hektar sulak alan kaybedildi. Bu oran Van Gölü'nün üç katı büyüklüğüne eşittir. Geriye sadece 1 milyon 250 bin hektar sulak alan kaldı" dedi. AKŞEHİR GÖLÜ Tamamen kurumuş durumda. Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’ne göre su kalitesi 4. sınıf olan gölde balık üretimi ve saz kesimi biterken, bölgede hububat ve yem bitkileri üretimi ağır darbe aldı. Meyvede hem rekolte hem de kalitede kayıp söz konusu. KİRLENMENİN ÖRNEKLERİ Seyfe Gölü'nün suları köyler tarafından sulama amacıyla çekildi. Göl, tuz gölü haline dönüştü. Rüzgâr da, tuzu tarım alanlarına taşıdı. Köylü toprağını tuzdan kurtarmak için göl suyuyla yıkadı. Göl tümüyle kirlendi. Manyas ve Sultansazlığı'nın suları sulama amaçlı kullanılıyor. Eymir ve Mogan göllerinde, atıklar dolayısıyla taban çamurla kaplandı. Göllerin suyunda oksijen kalmadı. Çorlu Deresi, Çerkezköy Sanayi Bölgesi'nden gelen kimyasal atıklarla kirlendi. Derede yaşam bitiyor. Canlı yaşam da yok oluyor. Küçükçekmece Gölü, Halkalı çöplüğünün baskısı altında. Yeşilırmak, şeker fabrikasının atıklarıyla kirletildi. Şok deşarjlar toplu balık ölümlerine neden oluyor. Sakarya, Kızılırmak, Gediz, Menderes nehirleri, endüstriyel ve evsel atıklar dolayısıyla hızla kirleniyor. Tarımsal alanlara gereksiz atılan gübreler ve tarım ilaçları, azot ve fosfor mikro bitkilerin oluşmasına yol açtı. Bu yüzden su kaynakları bulanıklaştı. Karadeniz bu tehlikenin tehdidi altında. NE KIYI YÖNETİMİ NE DE ÇEVRE PLANI VAR 3 bin 215 belediyeden yalnızca 128'inde atıksu arıtma tesisi var. Bunların yalnızca 16'sında atık depolama merkezi bulunuyor. 3 bin belediyede arıtma sistemi yok ve su kaynakları kirletiliyor. Şehir nüfusunun yüzde 22, kırsal nüfusun ise yüzde 38'inin yeterli ve sağlıklı içme suyu yok. 35 bin köyün yalnızca yüzde 13'ünde kanalizasyon var. 30 bin 450 köyde kanalizasyon yok. Nüfusu 3 binden fazla olan büyük yerleşim merkezlerinde yaşayanların yüzde 38'i mevcut kanalizasyon sistemine bağlı değil. Nüfusu 3 binden fazla olan yerleşim merkezlerinde yaşayanların yalnızca yüzde 12'si atıksu arıtma sistemine bağlı. Nüfusun yüzde 88'i ise suyu tüketiyor ve su kaynaklarını kirletiyor. Çeşitli kentlerde kurulan 48 organize sanayi bölgesinden yalnızca dokuzunda atıksu arıtma tesisi kurulu. 39 organize sanayi bölgesinin atıkları, akarsuları ve su kaynaklarını kirletiyor. Türkiye'de yalnızca bir tane tehlikeli atık ve bir tane de tıbbi atık yakma tesisi var. Türkiye'nin 8 bin 300 kilometre kıyısı var. Ancak Türkiye'de hâlâ bir kıyı yönetimi bulunmuyor. Türkiye'nin yüzde 93'ünün çevre planı yok. POPULİZM BİTMELİ Suyu yitirdiğimizde iktisaden zayıflayacağımızı idarecilerin öğrenmesi gerekiyor. Suyu koruyacak olan yerel yönetimlerin maddi gücü yok. Olanlar ise bordür taşı döşüyor, kaldırım yapıyor. İstikbalini düşünüyor. Aldığı krediyi popülist yaklaşımlarla kullanıyor. Su kaynaklarının kirletilmemesi ve korunması gerektiği öğretilmeli. Sudaki cehaletimiz çok yönlü. Doğal kaynakların envanteri yok. Türkiye tam bir kanalizasyonun üzerinde. Göller, nehirler, dereler ve denizler inanılmaz hızla kirleniyor. Su kaynaklarının kirlenmesinde ilk üçü; kanalizasyonlar, endüstriyel kirlilik ve denizlerin kirletilmesi oluşturuyor. Denizler yüzde 80 karadan gelen atıklarla kirleniyor. Bunu gemilerin sintineleri ve petrol izliyor. Marmara kanalizasyon deposu oldu. Bırakın arıtma tesislerini, birçok ilçe ve beldenin kanalizasyon sistemi yok. Denize komşu 27 ilin yeterli arıtması yok, bir kısmının ise hiç yok. Türkiye'nin tüketilebilecek su kaynakları, yurtiçindeki akarsulardan 95 milyar, komşu ülkelerden gelen akarsulardan 3 milyar ve yeraltı suyu potansiyeli 12 milyar olmak üzere yıllık toplam 110 milyar metreküp. Bu potansiyelin 40 milyar metreküpü tüketiliyor. Bunun 30 milyar metreküpü sulama, 5.8 milyar metrüküpü içme-kullanma, 4.2 milyar metreküpü de endüstride tüketiliyor. Gelecek için tasarruf şart Nüfusun 2020'de 95 milyona ulaşacağı tahminiyle kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1600 metreküpten 1150 metreküpe düşecek. Ekonomik büyüme, nüfus artışı, su tüketim alışkanlıklarının değişmesiyle bu miktar daha da gerileyecek. Su kaynaklarını tasarruflu kullanmazsak 30 yıl sonra su kıtlığı çeken ülke olacağız. Mevcut kaynaklar geleceğe tahrip edilmeden bırakılmalı.
  22. BAFA GÖLÜ Ege Bölgesi'nin en önemli sulak alanlarından biri olan ve ismi efsanelerle özdeşleşen Bafa Gölü'nde yaşanan toplu balık ölümlerinin çevredeki fabrika ve işyerlerinin atık sularından kaynaklandığı açıklandı. Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü Etüd ve Plan Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanan rapor, Bafa Gölü'ndeki acı gerçeği ortaya koyarken, kirliliğin artmasından dolayı 2007 yılında göle su verilemediği kaydedildi. Kuşadası Eko Sistemi Koruma ve Doğa Sevenler Derneği (EKODOSD) tarafından Bafa Gölü'ndeki toplu balık ölümlerinin ardından DSİ'ye yapılan başvuruda konunun araştırılması istenmişti. Bafa Gölü'ndeki kirliliği artması ve toplu balık ölümlerinin yaşanması üzerine kapsamlı bir araştırma başlatan DSİ Genel Müdürlüğü Etüd ve Plan Dairesi Başkanlığı'nın hazırladığı rapor Bafa Gölü'ndeki acı gerçeği ortaya çıkardı. DSİ 21. Bölge Müdürü H.İbrahim İndap imzasıyla EKODOSD başkanlığına gönderilen yazıda, 2007 yılında yaşanan kuraklık nedeniyle, Büyük Menderes Nehri'nin debisinin düştüğü, sulama suyu temininde yetersizlikler yaşandığı vurgulanarak, bu nedenle sudaki azalmayla birlikte oluşan kirliliğin artması yüzünden 2007 yılında göle su verilemediği belirtildi. Yazıda ayrıca, göldeki tuzluluk oranını artıran, göl kıyısında faaliyet gösteren balık üretim tesislerinin tuz oranı yüksek atık sularının arıtılmadan göle deşarj edilmesine izin verilmemesi için Aydın Çevre ve Orman İl Müdürlüğü'ne bildirildiği dikkat çekildi. DSİ'nin 22 Ekim tarihinde yaptığı araştırmada, "Bafa Gölü ile Büyük Menderes Nehri'nin doğal bağlantısı olan Dalyan Kanalı boyunca, yer yer çipura ve kefal balıklarının öldüğü tespit edilmiştir. Bu ölümlerin olduğu hat boyunca su yüzeyinin kirli yağ ve benzeri örtü tabakası ile kaplı olduğu, bu kirliliğin ise muhtemelen balık çiftliğinden gelen atıklar sonucu oluştuğu düşünülmektedir" denildi.DSİ 21. Bölge Müdürlüğü Çevre Baş Mühendisi Dr. Doğan Akar, Kapıkırı Köyü Muhtarlığı 2. Azası İbrahim Mekeci, Serçin Köyü Muhtarlığı 2. Azası Mehmet Yaraş'tan oluşan heyetin raporuna göre ise bu sorunların kaynakları "Göl kenarında mevcut yapıların (Fabrika, otel, motel, lokanta ve yerleşim birimleri) her türlü sıvı atıkların arıtılmadan göle verilmesi; Gölün mansabında yer alan Yavru Balık İşletme Tesislerinin tuzlu atık sularının göle deşarj edilmesi; Söke Sulama Birliği tarafından her yıl gerçekleştirilen arazilerde tuz yıkanması ve yaz sulama işlemlerinin gölün işletim sistemini olumsuz yönde etkilemesi; Göle su transferi yapılan Büyük Menderes Nehri sularının, kurak dönemlerde aşırı derecede kirli olması nedeniyle su transferinin yapılamaması" olarak gösterildi. DSİ RAPORUNA GÖRE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ Bu arada, DSİ tarafından Bafa Gölü'nde hazırlatılan raporda yaşanan sorunlar için ise şu çözüm önerileri getiriliyor: Göle her türlü atıksu deşarjı engellenmeli; Havza boyunca yoğun olarak Denizli ve Uşak illerinde faaliyet gösteren endüstriyel tesislerle yine havza boyunca yer alan bütün yerleşim birimlerinin atıksuları, arıtılmadan Büyük Menderes Nehri ve kollarına deşarj edilmemeli.Bu arada, Bafa Gölü'nde yaşanan kirlilik ve toplu balık ölümlerinin önlenmesi amacıyla büyük mücadele veren Kuşadası Eko Sistemi Koruma ve Doğa Sevenler Derneği Başkanı Bahattin sürücü, ortaya koydukları gerçeklerin DSİ raporuyla da belgelendiğini söyledi. İHA HAZAR GÖLÜ Elazığ'ın Sivrice ilçesi yakınlarındaki Hazar Gölü'nün önlem alınmaması halinde 3 yıl sonra yüzülemeyecek duruma geleceği bildiriliyor. Elazığ'ın Sivrice İlçesi Belediye Başkanı Metin Öztürk, önlem alınmadığı takdirde ''Mavi Bayraklı'' plajlara sahip Hazar Gölü'ne 3 yıl sonra yüzmek için girilmeyeceğini söyledi. Başkan Öztürk, Hazar Gölü kıyısında yer alan kamu kuruluşları ile özel sektöre ait tesislerin gölün kirlenmemesi için yeterli çabayı göstermediğini belirterek, kanalizasyonun bulunmaması nedeniyle atıkların göle aktığını bildirdi. Tek tesellilerinin göle kimyasal atıkların dökülmemesi olduğunu ifade eden Öztürk, şöyle dedi: ''Göl kıyısında binlerce yazlık ev var. Bunların atıkları göle doluyor. Maddi imkanlarımız yetersiz olduğu için gerekli önlemi alamıyoruz. Bu konuda herkesin daha duyarlı olması lazım. Gerekli önlem alınmazsa 3 yıl sonra Mavi Bayraklı plajlara sahip göl yüzülemez hale gelir. Kirlenmenin önlenmesi için Çevre Kurultayı'nın kurulması gerekiyor. Bunun için çalışmalarımız sürüyor.'' Fırat Üniversitesi (F.Ü.) Su Ürünleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr Bülent Şen ise göl kıyısında tatil amaçlı yapılaşma ile çevredeki yerleşim birimlerinin atıkları nedeniyle gölün kirlenme tehlikesiyle karşı karşı kaldığını söyledi. Göl kıyısındaki yazlık evlerdeki atıkların fosseptik çukurlarında dolduğunu, ancak bunların standartlara uygun olmaması nedeniyle göle karıştığını anlatan Prof. Dr. Şen, şöyle konuştu: ''Akarsular vasıtası ile Hazar Gölü'ne her yıl 178 milyon kilogram katı atık madde taşınmaktadır. Akarsuların taşıdığı yüksek miktardaki bu katı maddeler gölün dolmasına neden olmaktadır. Bu nedenle akarsularla taşınan katı madde girişini önleyici önlemlerin acilen alınması gerekir. Kısa vadede uygulanabilecek önlem olarak, akarsuların önlerine uygun bariyerler ve havuzlar yapılarak taşınan katı maddelerin göle dökülmeden tutulması sağlanmalıdır''. Prof. Dr. Şen, ülkemizin kirlenmemiş ender göllerinden biri durumunda olan Hazar Gölü'nün korunması için gerekli önlemlerin acilen alınması gerektiğini kaydetti. BEYŞEHİR GÖLÜ Çumra Ovası’nın sulanması için sulama göleti olarak kullanılan Beyşehir Gölü, 1021-1024 işletim kotları konusunda ilgili kurumlar arasında anlaşmazlık yaşanması nedeniyle hızla küçülüyor. 25 yıl önce 20 metre derinliğe sahipken, bugün 5 metre 60 santimetre su derinliğine sahip olan olan Beyşehir Gölü’nün alanı, yağışların yetersizliği ve su salımının fazla olması nedeniyle 65 bin hektardan 50-55 bin hektara kadar düştü. Çevresindeki 20 köy ve 30 beldenin kanalizasyonlarının akıtıldığı Beyşehir Gölü, aynı zamanda erozyon ve kimyasal kirlenme tehlikesiyle de karşı karşıya. Gölün çevresindeki tarlalarda kullanılan 9 bin ton kimyasal gübrenin bir kısmı yağmur sularıyla göle akıyor. Bölge halkının önemli gelir kaynaklarından olan balıkçılık, gölün ekolojik dengesinin bozulmasıyla birlikte bitmek üzere. Balıkçıların mevsimlik işçi olarak başka bölgelere gittikleri belirtiliyor. EĞİRDİR GÖLÜ Derinliği 30 yılda 2.5 metre düşen Eğirdir Gölü’nde, bu yıl aşırı buharlaşma nedeniyle sıkıntı yaşanıyor. Su kalitesinin, iyi seviye olarak nitelendirilen 2. sınıf kapsamında olduğu gölde, son zamanlarda suyun kalitesinin bozulduğuna dair bazı işaretler bulunuyor. Göldeki kirliliğin ana nedeni tarımsal faaliyetlerde, özellikle elma üretiminde kullanılan kimyasallar olarak gösterilirken, geçmiş yıllardaki aşırı avlanma nedeniyle balıkçılar zorluk çekiyor. Önceki yıllarda 15 türün yaşadığı gölde şu an 3 tür balık yaşıyor. ULUABAT GÖLÜ Bursa Tarım Tarım İl Müdürlüğünün verilerine göre suyun miktarına bağlı olarak 160 bin hektara kadar çıkan Uluabat Gölü alanı, 2007 yılında 125-135 bin hektarı geçemedi. Temmuz ayı ölçümüne göre en derin yeri 1 metre olan göldeki geri çekilme ve sığlaşma gözle görülür şekilde fark ediliyor. Gözle görülür bir kirliliğin görülmediği Uluabat Gölü’nün suyunun normalde 7.0 olması gereken ph değeri 8.9 seviyelerine ulaştı. Susurluk Havzası’ndaki endüstriyel baskı, tarımsal gübre ve pestisit kullanımı, yoğun tarım arazi kullanımı sonucunda kirlilik oranı artıyor. EREĞLİ SAZLIKLARI 1950’lerde 21 bin 500 hektar olan alanın büyüklüğü 3 bin hektara, 2007 Temmuz sonu itibariyle sazlıklardaki sulak alan bin hektara kadar düştü. Yalnızca Ereğli ilçesinin kanalizasyonunu taşıyan kanalın sazlıklar ile buluştuğu noktada su bulunuyor. Alana tek su girişi Ereğli ilçesi kanalizasyonu olduğundan, su az olmasına rağmen suyun kirliliği üst düzeyde. Geçmişte 1 milyon bağ saz kesiminin yapıldığı bölgede, şimdi sazlıklardan sağlanan bağ miktarı en iyi tahminle 100 bin adet. Bölgedeki tarımda rekolte kaybı, ayçiçeğinde yüzde 50, buğdayda yüzde 45-50, mısırda yüzde 30-40, baklagilde yüzde 30, pancarda yüzde 20-25 civarında.
  23. Sevgili Leylam, geç oldu kusura bakma... Sağlıklı, huzurlu, neşeli nice senelere...
  24. İkinizin de doğum günü kutlu olsun. Güzelliklere kavuşmanın içinizde beslediğiniz umut ışıkları sönmesin.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Tarayıcı push bildirimlerini yapılandırın

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.