Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

muki

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    1.848
  • Katılım

  • Son Ziyaret

muki tarafından postalanan herşey

  1. muki

    Adam olmak istemiyorum

    anne beni adam etme ben insan olmak istiyorum havayı içime çekmek ağlayabilmek istiyorum anne beni adam etme ben insan olmak istiyorum sevmek sevilmek acıyı içimde hissetmek istiyorum anne beni adam etme ben insana yaraşır şekilde yaşamak gönülleri yeşertecek kudrette insan olmak istiyorum muki
  2. Böyle yazsaydı, canımı alsaydı...
  3. muki

    Hiç Umut Yok mu?

    Sevgili sardunyam, sizin bu yazınız bana bir şarkıyı hatırlattı. Şarkı Almanca ve Alexandra diye sesini çok beğendiğim bir şarkıcının bestesi. O da bir trafik kazasında vefat etti ya neyse... Arkadaşım Ağaç Artık rüzgarla sallanamayacaksın. Geçenlerde seni görmek istedim, benim çocukluk arkadaşım. Sana söyleyecek bazı şeylerim vardı ve biliyordum ki sen beni anlayacaksın. Küçük bir kızken tüm çocukluk endişelerimle sana gelirdim, kendimi senin yanında emniyette hissederdim ve tüm tasalarım uçup giderdi. Kollarında ağlardım, yeşil yapraklarınla saçlarımı sıvazlardın, benim eski arkadaşım. Benim arkadaşım ağaç öldü. Sabahın erken saatlerinde düştü. Bu sabah erken düştün, ben geç kaldım. Artık rüzgarla sallanamayacaksın, kesilmiş olarak yolun kenarında yatacaksın ve oradan geçen bazıları hayat kırıntılarına saygı göstermeksizin ölmek üzere toprağa eğrilen yeşil dallarını koparıyorlar. Senin gölgende bulduğum huzuru artık kim bana verecek? Beni çocukluğuma götüren en iyi arkadaşım öldü. Benim arkadaşım ağaç öldü. Sabahın erken saatlerinde düştü. Onun bulunduğu yerde şimdi camdan ve taştan bir ev yükseliyor. Yakında onun yattığı güneşli yerde duvarlar yükselecek. Belki de bir mucize olur, bekleyeceğim, belki de evin önünde bir bahçe yeşerir ve yeni bir hayat uyanır. Ama daha çok küçük ve güçsüz olur ve seneler geçse de, aynısı olmaz. Benim arkadaşım ağaç öldü. Sabahın erken saatlerinde düştü.
  4. Bir saat neden 60 dakikadır? Bir gün, dünyanın kendi ekseni etrafında bir dönüşü tamamladığında geçen süredir. Bunu herkes bilir. Aslında tam da öyle değildir. Çünkü dünya kendi ekseni etrafında dönüşü sırasında yörüngesi üzerinde güneşin etrafında da döndüğünden, güneşten bakıldığında bir tam devri için geçen süre farklı gözlemlenir. Neyse şimdi biz bunu karıştırmayalım ve bugün bütün dünyanın kabul ettiği zaman sistemine bakalım; • Bir yıl 12 aydır. • Bir yıl 52 haftadır • Bir ay 28-31 gündür. • Bir ay 4-5 haftadır. • Bir hafta 7 gündür. • Bir gün 24 saattir. • Bir saat 60 dakikadır. • Bir dakika 60 saniyedir. • Bir saniye 100 mili saniyedir. Görüldüğü gibi, bir gün kaç saniyedir diye sorulduğunda bile kafadan hesaplanamayacak kadar karışık bir bölünme. Önce gün 24'e, sonra 60'a, sonra bir daha 60'a bölünüyor. Saniyeden sonraki bölünmeler ise ondalık sistemle gidiyor. İşte çocukların zaman hesaplarında zorlanmalarının sebebi. Bir günde niçin 24 saat olduğunu kimse bilmiyor. Bu rakamın güneş saatini ilk kullanan Mısırlılardan kaynaklandığı sanılıyor. Yere dikilen yüksek bir taşın gölgesi sabah batıya, akşam doğuya düşüyordu ve Mısırlılar bu arayı altıya bölmüşlerdi. Do-layısı ile bir gün 24 bölüm oluyordu. 12 sayısı 2, 3, 4 ve 6 ile bölünebildiğinden, o zamanlar en çok kullanılan sayı birimi idi ki, bugün bile düzine adı altında sayı birimi olarak kullanılmaktadır. Mısırlılar ayrıca 30 günlük ay ve 360 günlük yıl takvimini uyguluyorlardı. Bugün bir dairenin 360 dereceye bölünmesinin sebebinin de bu olduğu sanılıyor. Yaklaşık 3 bin yıl önce, bugün Irak olarak bilmen yerde yaşayan, Babilliler ise 60 sayısını matematik sistemlerinde temel olarak almışlardı. 2, 3, 4, 6, 12, 15, 20 ve 30 ile bölünebilen ve 360'ı da bölen bu sayı dakika ve saniyenin birimi olarak alındı. O zamanlar için onluk sistem, yani on sadece 2 ve 5'e bölünebilen zavallı bir sayı idi. Saniyenin bölümleri ise o devirlerde ölçülemiyordu, ölçülebilmeye başlandığında ise dünya ondalık sisteme geçmişti ve bu esas alındı.
  5. Sevgili rua, onlar neyi neden yaptıklarını biliyorlar mı... Kapılmış gidiyorlar bir rüzgara önlerini görmeden, görmek istemeden. Vatan umurlarında mı...
  6. muki

    Özgürleşme

    Sözlükte emancipation; (özgürleşim) azat etme, serbest bırakma, eşit haklar edinme diye geçiyor. Yalnız bu eşit haklar edinme konusu bence hatunlar tarafından yanlış anlaşıldı. Erkekleri adam edelim derken bizler adam gibi olduk çıktık işin içinden. Bizlerin yaptığı yanlış ise onlarla aynı haklara sahip olalım derken hakikaten erkekleştik. Eski nazikliğimiz, zerafetimiz, nazlanmalarımız kalmadı. Bir gün bir turda otobüs şoförüm bana "abla ya, bu erkeklerin kadınlara laf atmasını anlamıyorum, zaten hepsi erkek gibi" dediydi. Söyle baktım suratına ve güldüm, haklıydı çocuk, ne diyeyim. Şöyle bir bakın etrafınıza hangi hatun etek giyiyor. Artık bütün hatunlar rahat diye pantolon giyiyor. Elbette bunun psikolojik bir nedeni de, erkekle aynı düzeyde olunduğu göstergesidir. İs dünyasında hatunlar yırtınıyorlar biryerlere gelebilmek için, çünkü erkeklerle rekabet halindeler. Diğer yandan çalışmayıpta ev hanımı olan diğer hatunlara ilk önce çalışan hatunlar değersiz bir varlıkmış gibi bakıyorlar. Özgürleşim dediğimiz şeyi yanlış başlattı bence zamanında hatunlar. İş dünyasında çalışmak istemeyip, ev hanımlığını üstlenmek isteyenler buna karşılık kocalarının maaşının yarısını talep ve tahsil edeceklerdi ki, o zaman özgürleşim özgürleşim olacaktı. Lakin bu, hatunların okula gitmesine meslek sahibi olmasına engel olmayacaktı tabii ki. Okula gidecekler ve meslek sahibi olacaklardı, ancak seçim hakkı kendilerinin olacaktı; iş dünyasında ve ayrıca eve gelip evde de çalışıp çocuk bakaraktan tam maaş mı, yoksa ev hanımlığı ve annelik yapıp kocanın yarı maaşı mı?
  7. Rivayete göre Augias diye bir hükümdar ve asırlardır temizlenmeyen bir ahırı varmış. Herakles bu pislik deryasını ahırdaki üçyüz sığırın otuzu karşılığında temizlemeye talip olmus. Anlaşmışlar ve Herakles Fırat nehrinin yatağını değiştirerek temizlemiş ahırı. Ama Augias sözünden caymış ve vermemiş sığırları. Herakles'de kellesini vücudundan ayırmış Augias'ın. Augias ahırı asırlardır su yüzü görmemiş pislik deryaları için kullanılan bir deyimdir. Ne dersiniz Herakles gibi biz de temizleyebilecekmiyiz bunca pisliği?
  8. muki

    Bir kadın!

    Yorgun argın eve geldiğinde hep yemek bulunur sofrada, bir gün de 'şu yorgun argın gelmiş bugün de ben yemek yapayım dediğin oldu mu hiç? Halimden anladın mı hiç? Elimden tuttun mu hiç? Hiç'ler o kadar çok ki hangisini sayayım? Eve girdiğin zaman bana verdiğin öpücük bile bana çocukluğumu hatırlatıyor. Küçükken cama hohlayınca buğu oluşurdu, o buğu oluşan yere ya bir kalp çizerdim, ya ismimi yazar ya da dudaklarımı yapıştırırdım ki izi kalsın diye. Cam soğuktu ve iste benim dudağıma kondurduğun öpücükler o soğuk camdaki soğuk dudak izlerimi andırıyor. Soğuktan üşüyorum. Ama bunu belli etme cesaretim kalmadı, bir çok şeyi belli etme cesaretimin olmadığı gibi, çünkü yanlış anlamalarından ya da sadece anlamak istediğini anlamandan usandım. Düşüncelerimi, fikirlerimi, arzularımı, heyecanlarımı içime gömdüm. Üzerlerine her gün bir avuç unutkanlık atıyorum, atıyorum ki hortlamasınlar, hortlamasınlar ki mutluluk oyununa devam edebileyim. İlişkimizin başlarında açık fikirli ve açık sözlü olmaya birbirimize söz vermistik. Fakat zaman geçtikçe açık sözlü olmam seni rahatsız etti. Bu açık sözlülüğüm sana talepkar geldi. Oysa senden istediğim camdaki öpücük hissini veren öpüşler değildi. Bir yerde okumuştüm: "Kalbimde 3 çiçek yetiştirdim. Sevmek, sevilmek ve beklemek.'' Şen bunlardan ikisini kopardın. Bana sadece biri kaldı, ''beklemek". Evet bekliyorum. Bekliyorum -ki içten sevmek ve sevilmek geri gelsin. Geri gelsin, çünkü herşeye rağmen seni hala seviyorum.
  9. Maddeperestlik mi? Evet bakıyorum! Hac olayına bakıyorum... Onca paralar şeytan taşlamak (!) için harcanıyor. Gene bakıyorum! Cami yaptırmak için yarışan insanlara... Onca okul açığı varken. Siz hangi vicdandan, hangi maddeperestlikten bahsediyorsunuz?
  10. Sizin gibi düşünenlerin medeniyet algılayışı da kapanmaktan geçiyor öyle mi? Neden kapanıyorsunuz? Muhammed'in Allah'ı erkekleri gözü doymaz varlıklar olarak gördüğü ve onlara karşı kendinizi kapanarak koruyun dediği için mi? Pardon ama... Osmanlıya duyulan saygı yoktu, korku vardı. Yani imajımız o zaman da aynıydı. Saygı ancak Atatürk'le birlikte geldi bu ülkeye. Bakın aşağıda bazı devlet adamlarının Atatürk için söylediği cümleleri aktarıyorum. Bu cümleler hiç bir Osmanlı Padişahı için söylenmemiştir. ''yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir.şu talihsizliğimize bakın ki,o büyük dahi çağımızda TÜRK MİLLETİNE nasip oldu.'' D.LlOYD GEORGE (ingiltere eski basbakanı) ''Mustafa Kemal sosyalist degildi fakat görülüyor ki, iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayıslı, ilerici, iyi düşünceli ve akıllı bir önderdir.'' LENİN ''Bir ulusun hayatında bu kadar az sürede bu denli kökten degişiklik pek seyrek gerceklesir. Bu olaganüstü işleri yapanlar hiç kuskusuz kelimenin tam anlamıyla BÜYÜK ADAM niteligini hak kaznmıslardır ve bundan dolayı TÜRKİYE övünebilir.'' VENİZELOS (yunanistan eski basbakanı) İşte, birkaç liderin ATAMIZ için söyledikleri sözler. Biz bu sözleri haketmek için ne yaptık? İçimizden seçipte politikacı yaptığımız insanlar ülke meselelerine eğileceklerine, milleti refaha taşıyacaklarına kendi ceplerini doldurup Türkiye'yi günden güne siyasi açmazlar içine soktular. Şu an Türkiye anlamsız parçacıklara ayrılmış iradesiz bir yığın durumundadır. Bu durumu aşmakta erdemli, ileriyi görebilen ve buna göre siyaset yapan devlet adamlarına ve aydınlara düşüyor. Millet olarak biz de böyle erdemli insanlara ancak destek çıkabiliriz.
  11. Erzurumlu harmanini kaldırmış, ekinini kurutuyormuş. Öğleden sonra gökyüzü kararmaya başlamış.. -"Allah'ım, ne olirsen ekinim gurumadan yağmurunu yağdırma" -"Allah'ım, birkaç gün daha yağmurunu yağdırma, ne olirsen" diye dualar edip durmuş. Ekini kurudu kuruyacak. Aksam üzeri, son yarım saatte bir yağmur bir boran. Tüm ekini çürümüş. O hırsla eve gelmiş, Bir de bakmış ki; eşeği de yıldırım çarpmış. Bu olay Erzurumlunun içine oturmuş ama bir şey de yapamamış. Zaman geçmiş, Ramazan ayı gelmiş. İlk gün niyetlenmiş Erzurumlu. İftara tam yarim saat kala, bir sigara çıkartıp yakmış. İlk nefesini söyle bir güzelce çekmiş ve gökyüzüne bakarak üflemiş. -"Nasil? illet oliysen simdi değil mi?" demiş ve eklemiş: -"Ölen eşeği de gurbana saymazsam şerefsizim...
  12. Öyla ya, sokaklarımız kabak çiçeği gibi açılmış saçılmış kadınlarla dolu. Dekolte mi ararsınız, mini etek mi ararsınız, ne isterseniz var. Siz galiba bizim Türkiye sokaklarını magazin haberleri ile karıştırdınız ki bu yazıyı buraya aktardınız. Azerbeycan First Lady'si bir hata yapmış olabilir kıyafet seçiminde, ama bu sürekli olacak diye de bir kural yok. Belki de onu uyarmışlardır çoktan, kıyafetine dikkat et diye. Bizimkiler de uyarılıyorlar, ama anlayana...
  13. Ayna kırılması neden uğursuzluk getirir? Ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine olan inanış, en eski batıl inançlardan biridir. Kökeni ilk aynanın yapılışından yüzyıllar öncesine, hatta ilk çağ insanına kadar gider. Göllerde veya su birikintilerinde, kendi aksini gören ilkel insan şaşırmış, bunun kendisinin ruhu olduğunu sanmış, suyu bulandırıp görüntüsünün kaybolmasına neden olanları da düşman bilmiştir. İlk aynaların kullanılışı eski Mısır devirlerine rastlar. Bunlar pirinç, bronz, gümüş hatta altın gibi metallerden yapılmış ve çok iyi parlatılmış yüzeylerdi ve de tabii ki kırılmaları mümkün değildi. Bu devirde de bu parlak yüzeylerden yansıyan görüntünün o insanın ruhunun bir yansıması olduğuna inanılıyordu. Sonraları buna vampirlerin ruhları olmadığından bu parlak yüzeylerde görüntülerinin de yansımadığı inancı ilave edildi. Cam kapların yapılmaya başlanılmasından sonra da, içindeki sudan yansıyan görüntünün ruhun bir yansıması olduğu inancı devam etti ama camlar kırılabiliyordu ve o zaman da içinde bulunan ruhun bir parçası vücudu terk ediyordu. Birinci yüzyılda Romalılar bu uğursuzluğun süresini 7 yıla çıkardılar. Romalılar hayatın her yedi senede bir kendini yenilediğine inanıyorlardı. Camın kırılması sonucu ruh ve dolayısıyla insanın sağlığı tahrip olduğundan, vücudun kendini yenileyerek, sağlığına kavuşması için yedi yıl geçmesi gerekiyordu. Bu batıl inanç, 15. yüzyılda İtalya'da, Venedik şehrinde, arkası gümüş kaplı, çok kolay kırılabilir ve pahalı ilk aynaların yapılması ile birlikte iyice gelişti. İnanç biraz da ekonomik boyut kazanmıştı. Aynayı taşıyanlar, evlerde aynaları temizleyen hizmetkarlar, aynaları kırmaları halinde, yedi yıl boyunca, ölümden daha beter felaketlerle karşılaşabilecekleri hususunda uyanlıyorlardı. Bu inançla beraber geliştirilen bazı önlemler de oldu tabii. Örneğin: aynanın kınlan parçaları toplanır ve güneye doğru akan bir ırmakta yıkanırsa veya toprağa gömülürse kötü şans yok edilmiş olur. Ancak kırılan parçaları alıp evden çıkarken içlerine bakmamak gerekir. Yatak odalarındaki aynaların üzerleri kullanılmadığı zamanlarda örtülmelidir ki ruh içinde kalmasın. Ölen bir insanın evindeki aynaların da üzerleri örtülmelidir ki ruh gökyüzüne doğru olan yolculuğunda bir engelle karşılaşmasın. 17. yüzyılın ortalarında İngiltere ve Fransa'da ucuz maliyetli aynalar üretilmeye başlanıldı ama batıl inanç o kadar yerleşmişti ki, günümüzün modern dünyasında bile hala devam ediyor.
  14. Cevap yazacaktım ama baktım ki siz benden evvel davranmışsınız, bana da ancak sizin yazınıza katılmak düşer. Yalız şunu demeden edemeyeceğim: 42 yaşındaki kadını sanki 70 yaşındaymış gibi algılayıp 'yaşına göre içlerinde en güzel olan Hayrunnisa Gül' demeniz de komik olmuş.
  15. Sayın 4mevsim, siz aslında evrensel insan ahlakına inanıp ve uygulayıp bunu Kuran'a mal ediyorsunuz sanırım. ''Ahlak konusunda inandığım ilke şudur; bir şeyi yaptıktan sonra kendini iyi hissediyorsan o davranışın ahlakidir; eğer kendini iyi hissetmiyorsan o gayri-ahlakidir'' demiş Hemingway. Ve şükür ki, dünyada kendini bilen insan sayısı kendini bilmeyen insan sayısından daha fazla. Bu yüzdendir ki, bu kendini bilen insanlar evrensel davranış ve eylemlerde bulunuyorlar. Bunu da bir dine mal etmek ne kadar doğru?
  16. Muhammed Allah'ı kendi gibi bildiği için kendi hakaret dolu cümlelerini Allah'ın sözü zannetmiş olmalı ki, onca hakareti Allah söyledi diye bir kitap yazdırmış. Bırakın din kitaplarını, ibadeti, orucu, namazı vs. bir kenara, sadece güzel vasıflı olarak düşündüğü bir Yaratan'a inanan insanların başka insanlara kötülük yapabileceği aklınızdan geçer mi? Ben kendi şahsıma bir insana hayvan demiyorum, çünkü hangi hayvan olursa olsun onu da aynı Yaratan'a borçluyuz.
  17. muki

    Fas Tarihi

    Tarih Bugünkü Fas toprakları İslâmi tarih kaynaklarında "el-Mağrıbü'l-Aksa" (Uzak Batı) olarak adlandırılır. Kuzeybatı Afrika ülkelerini içine alan toprakların tümüne birden de Magrib denir. Bu topraklara ilk olarak 686 yılında Ukbe ibnü Nafi (r.a.) komutasındaki İslâm orduları gelmişlerdir. Ukbe ibnü Nafi (r.a.) Magrib'in bir kısmını fethetti ve burada hilafete bağlı İfrikiyye eyaleti oluşturuldu. Magrib'in kalan kısmı 688'de bölgeye gelen Hassan ibnü Nu'man ve 712'de bölgeye gelen Musa ibnü Nusayr zamanında fethedilmiştir. Musa ibnü Nusayr'in kumandanlarından olan Tarık ibnu Ziyad, Cebelitarık boğazını geçerek bügünkü İspanya topraklarına girmiş ve Endülüş İslâm devletinin temelleri bu şekilde atılmıştır. Cebelitarık (Tarık Dağı) Boğazı'na bu adın verilmesi de Tarık ibnu Ziyad'a nispetledir. Magrib toprakları İslâm ordularınca fethedildikten sonra 770'lere kadar hilafete bağlı kaldı. 770'lerden sonra yine önemli bir kısmı hilafete bağlı kalmakla birlikte bağımsız bazı küçük Müslüman devletleri de kurulmaya başlandı. Bunların başta gelenleri ve hüküm sürdükleri yıllar söyledir: Rüstemiler (776 - 908), Midrariler (772 - 977), İdrişiler (789 - 974), Ziriler (972 - 1148). Bunlardan bazılarının hâkimiyet alanları bügünkü Fas sınırlarının dışında kalan bazı toprakları da kapsıyordu. Tarihte Magrib üzerinde kurulmuş olan en önemli İslâm devleti Mürabıtlar devletidir. 1056'da kurulan Mürabıtlar, zamanla bütün Kuzey Afrika'yi ve Endülüs'ü içine alan 6 milyon km2'lık geniş bir bölge üzerinde hâkimiyet kurmuş ve buralardaki dağınıklığa son vererek bir birlik ve merkezi otorite oluşturmuşlardır. Mürabıtlar'in merkezi bügün Fas sınırları içinde kalan Merakes'ti. İslâm'in Kuzeybatı ve Batı Afrika ülkelerine yayılmasında Mürabıtlar'ın önemli etkinliği olmuştur.Mürabıtlar'in ilk sultanları Ebu Bekr ibnu Ömer el-Lamtuni'dir. Ondan sonra ünlü cihangir Yusuf ibnu Tasfın bu devletin başına geçmiştir. Devletin sınırlarının genişlemesinde Kuzey Afrika Müslümanları arasında birliğin sağlanmasında Yusuf ibnu Tasfin'ın önemli rolü olmuştur. Mürabıtlar 1147 yılına kadar ayakta kalabildiler. Bu tarihten sonra Muvahhidlerin hâkimiyeti altına girdiler. Muvahhidlerin hâkimiyeti de 1269'a kadar sürdü. Muvahhidlerin dağılmasından sonra bölgeye yine küçük devletler, emirlikler hâkım oldu. Meriniler (1197 - 1550), Vattaşiler 1470 - 1550), Sa'di Şerifleri (1509 - 1660), Filali Şerifleri (1640'tan itibaren) Muvahhidlerin dağılmasından sonra bölgede hâkimiyet sürmüş olan yönetimlerdir. Bunlardan Meriniler, Muvahhidler dağılmadan önce kurulmuştu ve Fas'in az bir bölümü üzerinde hüküm sürüyorlardı. Merinilerle Muvahhidler arasında bir çekişme de olmuştur. Ancak Muvvahhidlerin son zamanlarına doğru ortaya çıkan iç kavgalar Merinilerin işine yaradı ve onların dağılmalarından sonra da topraklarının bir kısmını ele geçirdiler. Vattaşilerin hüküm sürdükleri dönemde Portekizli ve İspanyalı sömürgeçiler Fas topraklarına saldırılar düzenlediler. Bu saldırılar sonunda Portekizliler Fas'in Atlas Okyanusu kıyılarını ele geçirdiler. Sa'di Şerifleri Portekizli işgalcilere karşı mücadele ettiler ve 1578'de gerçekleştirilen Vadiyyu'l-Mehazin savaşı sonrasında işgal altındaki toprakları geri aldılar. Filali Şerifleri yönetimi daha Sa'di Şerifleri'nin Fas'in bir bölümü üzerindeki hâkimiyetleri devam ederken kurulmuştur. Filaliler'le Sa'diler arasındaki mücadeleyi sonuçta Filaliler kazandılar ve 1660'ta Sa'dilerin hâkimiyetine tamamen son vererek bütün Fas topraklarını ele geçirdiler. Bugün Fas'ta yönetimi elinde tutan kraliyet ailesi bu Filali sülalesinden gelmektedir. 1830'da Cezayir'i işgal eden Fransız sömürgeçiler Fas topraklarını da işgal edebilmek içın çeşitli girişimlerde bulundular. Ancak bazı çıkarları dolayısıyla Alman sömürgeçiler buna engel oldular. Buna rağmen Fransızlar 30 Mart 1912'de imzalanan Fas anlaşmasına dayanarak Fas topraklarını işgal ettiler. Öte yandan İspanya da Fas üzerinde hak iddia etti ve 27 Kasım 1912'de ülkenin kuzeyde Akdeniz kıyısındaki kesimini işgal etti. Fransız işgali sırasında Fas'in kralı Filali sülalesinden Sultan Abdülhafız'di. İşgalci Fransızlar 7 Ekim 1912 tarihinde onu krallıktan uzaklaştırarak yerine yine Filali sülalesinden Ebu'l-Mehasın Yusuf'u geçirdiler. Ancak asıl yönetim Fransızların tayin ettiği genel valinin elindeydi. Kral da ona bağlı olarak çalışmak zorundaydı. Fransızlar Fas Müslümanlarının birlik ve bütünlügünü bozmak amacıyla bazı Berberi kabilelerini diğer Müslümanlardan ayırarak onlara kısmı özerklik verdiler. Bir yandan da Berberiler arasında propaganda yaparak onları İslâm öncesi geleneklerine döndürmeye ve bu yolla İslâm'dan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. 27 Ocak 1927'de Ebu'l-Mehasın Yusuf'un vefatı üzerine yerine oğlu İV. Muhammed geçti. 1940'lardan sonra Fas'ta bağımsızlık hareketi güç kazanmaya başladı. Bağımsızlık mücadelesine öncülük etmek amacıyla kurulan İstiklal Partisi 1944'te işgalcilerden ülkelerini terk etmelerini ve Fas'a bağımsızlık vermelerini istediler. Fransız işgalcilerin bu isteğe cevabı İstiklal Partisi'nin ileri gelenlerini tutuklamak oldu. Ancak bu olaydan sonra halkın bağımsızlık mücadelesine desteği arttı. Sultan IV. Muhammed de Fransızlara karşı tavır alarak bağımsızlık mücadelesinin yanında yer alma gereği duydu. Bunun üzerine Fransızlar, 20 Ağustos 1953'te IV. Muhammed'i sürgüne göndererek yerine amcası Muhammed'i tahta geçirdiler. Ancak halk Fransızların tayin ettiği kralı benimsemedi ve Fransızlar 17 Kasım 1955'te IV. Muhammed'i Fas'a geri getirerek yeniden tahta geçirdiler. Sonuçta 2 Mart 1956'da Fransız işgalciler Fas'tan çekilerek bu ülkenin bağımsızlığını tanımak zorunda kaldılar. 29 Ekim 1956'da İspanyollar kuzeyde işgal altında tuttukları bölgelerin bir bölümünden çekildiler. İspanyollar Fas'in bazı şehirlerini hâlâ işgal altında tutmaktadırlar. (Bu konuda "Dış problemler" kısmına bkz.) Fransızların çekilmesinden sonra Sultan IV. Muhammed ülke yönetimiyle ilgili yetkileri ele aldı. Onun yönetimi 26 Şubat 1961'e kadar sürmüstür. Bu tarihte önün vefat etmesi üzerine yerine oğlu II. Hasan geçti. II. Hasan hem Batı'yla hem de İsrail işgal devletiyle yakın ilişki içinde olan biriydi. Kendisine yakıştırdığı "emiru'l-mü'minin" sıfatını değişik şekillerde istismar ediyordu. Örneğin birileri Fas'ta Allah'in kanunlarının uygulanması için siyasi ve kültürel çalışma başlattığında: "Ben mü'minlerin emiriyim. Dolayısıyla Allah'in kanunlarını uygulama yetki ve yükümlülügü bendedir. Siz kim oluyorsunuz?" diyerek onları tasfiye etmeye çalışıyordu. Bunu diyordu ama: "Madem Allah'in kanunlarını uygulama yetki ve yükümlülügü sendedir, öyleyse bu yükümlülügünü her türlü hileden ve nifaktan uzak bir şekilde yerine getir" diyenleri de hapislerde süründürüyordu. Örneğin Fas'ta hayli etkili olan Adalet ve İhsan Cemaatı'nin lideri Abdüsselam Yaşın'ı "Ya İslâm ya da Tufan" başlıklı bir açik mektup yazdığından dolayı "delirmekle" itham ederek hapse attırmıştı. Oysa mektup krala sadece görevini yanı kendisinin "bu benim görevimdir" derken kastettiği şeyi hatırlatıyordu. II. Hasan yönetimi altındaki yahudi azınlığa ve İsrail'e özel bir muhabbet duyarken İslam Konferansı Örgütü'nün Kudüs Komitesi'ne başkanlık ediyordu. Bu ikisi birbirine ters görünüyor, ama bu, II. Hasan'in sinsi bir ayarının yansımasıydı. Büyük bir ihtimalle İKÖ Kudüs Komitesi başkanlığını, kendisinin ülkesinde yahudi azınlıkla olan özel ilişkilerini ve siyonist işgal devleti lehine yürüttügü birtakım faaliyetlerini kamufle etmek içın üstlenmişti. İsrail'i insan gücü yönünden en çok besleyen ülke Fas'tir. Çünkü İsrail kurulduktan ve Filistinli Müslümanların toprakları siyonistler tarafından işgal edildikten sonra bu topraklara en fazla yahudi göçü Fas'tan oldu. Çeşitli kaynaklarda Fas'tan Filistin topraklarına 600 binden fazla yahudinin göç ettiği ifade edilmektedir. Bu konunun basite alınmaması gerekir. Çünkü İsrail'in kuruluş amacı zaten dünyanın değişik yörelerine dağılmış olan yanı onların deyimleriyle diaspora hayatı yaşayan yahudileri belli bir bölge üzerinde toplamaktı. Hem bu amaçın gerçekleşmesi hem de İsrail'in insan potansiyeli yönünden desteklenmesi için yahudi göçü büyük önem taşıyor. Yahudi göçü Filistinlilere ise tam tersi bir şekilde etki yapmaktadır. Çünkü göç eden her yeni yahudi için yerleşim birimi inşası, toprak temini, iş imkanı sağlanması ve müreffeh hayat imkanlarının bahsedilmesi gerekiyor. Bu ise Filistinli Müslümanların topraklarının gasp edilmesiyle, iş imkanlarının ve diğer dünyevi imkanlarının ellerinden alınmasıyla oluyor. Bu açıdan Kral II. Hasan siyonist işgal devletini sadece insan potansiyeli yönünden desteklemekle kalmamış aynı zamanda dolaylı bir şekilde Filistinlilere zülmetmiştir. İsrail işgalinin meşrulaştırılmasına giden ihanetler zincirinde hâlâ en büyük halka olarak göze çarpan Camp David anlaşmasının asıl mimarı Fas kralı II. Hasan'dir. Fikir babalığını İsrail'ın eski Dışişleri bakanı ve başbakanı Simon Perez'in yaptığı "Ekonomik Yönden Büyük İsrail" tezinin pratiğe geçirilmesi çabalarına da Arap dünyasından en önce kral II. Hasan yardımcı olmuştur. Onun öncülügünde Fas'in Kazablanka (ed-Darü'l-Beyza) şehrinde gerçekleştirilen Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri I. Ekonomik İşbirliği Zirvesi söz konusu tezin hayata geçirilmesi yönünde atılmış bir ilk adım niteliği taşıyordu. Kral II. Hasan'in 22 Temmuz 1999'da vefat etmesi üzerine yerine oğlu Sidi Muhammed (VI. Muhammed) geçti. Resmi adı: Mağrib Krallığı Para birimi: Fas Dirhemi Başkent: Rabat (Nüfusu: 750.000) Diğer önemli şehirleri: ed-Dâru'l-Beyza (Kazablanka), Fas, Merakeş, Meknes, Ucda, Tanca, Tatvan, Ağâdir, el-Cedide, Kenitra, Safi. ed-Dâru'l-Beyza (Kazablanka) ülkenin nüfusça en kalabalık şehridir. 1990'da gerçekleştirilen son nüfus sayımına göre bu şehrin nüfusu 3.355.000'di. Bu şehir aynı zamanda Fas'ın en önemli turistik şehridir. Atlas Okyanusu kıyısında bulunan bu şehir tarih boyunca önemli bir merkez rolü oynadığından şehirde çok sayıda tarihi eser bulunmaktadır. Fas'taki mevcut sanayi kuruluşlarının yarıdan çoğu bu şehirdedir. İthalat ve ihracatın da % 80'i bu şehirden yapılmaktadır. Yüzölçümü: 724.730 km2. (Batılı kaynaklarda Batı Sahra ayrı bir ülke kabul edildiğinden Fas'ın yüzölçümü 458.730 km2 olarak gösterilmektedir. Batı Sahra hakkında "İç problemler" kısmına bkz.) Nüfus: 34.757.157. Halkın % 58'i şehirlerde yaşamaktadır. Ortalama ömür 69 yıldır. Çocuk ölümlerinin oranı binde 66'dır. Nüfusun % 42'sini 14 yaşın altındakiler oluşturmaktadır. Nüfus artış hızı: % 1.6 (2003) Etnik yapı: Fas nüfusunun % 55'ini Araplar oluşturmaktadır. Ancak bazı kaynaklarda Fas Araplarının çoğunun Berberi kökenli oldukları ve bunların ana dillerini unutarak Araplaştıkları ifade edilmektedir. Arapların % 98.2'si Müslümandır. İkinci etnik grup olan Berberilerin oranı % 34'tür. Berberiler Kuzeybatı ve Batı Afrika ülkelerine yayılmış bir etnik topluluktur. Berberiler bu bölgenin yerlileri olarak bilinir. Bütün Berberilerin anladığı ortak bir dil yoktur. Ancak Berberi halklarının konuştuğu birbirinden oldukça farklı lehçelerin tümüne birden Berberice denmektedir. Berberi lehçeleri içinde sadece Tuareg lehçesinin yazısı vardır. Diğer lehçelerin yazısı yoktur. Berberiler kendilerine İmazighen derler. Berberi isminin Avrupalılar tarafından bu halka verilmiş olduğu ve barbar kelimesinden geldiği kuvvetli ihtimaldir. Berberiler arasında kabile hiyerarşisi hâlâ devam etmektedir. Batılı sömürgeci ülkeler Berberileri İslâm'dan uzaklaştırarak İslâm öncesi hayatlarına döndürebilmek için çeşitli hareketler başlattılar. Ancak bu hareketler pek fazla etkili olmadı. Fas'taki Berberilerin tamamı Müslüman ve çoğunluğu malikidir. Üçüncü sırada gelenler % 10'luk orana sahip olan Moorlardır. (Moorlar hakkında Moritanya'daki etnik unsurlara bkz.) Kalan nüfusu da İspanyollar başta olmak üzere Avrupalı hıristiyan azınlıklarla yahudi azınlık oluşturmaktadır. Dil: Resmi dil Arapça'dır. Halkın geneli Arapça konuşur. Bunun yanı sıra Berberice de konuşulmaktadır. Din: Resmi din İslâm'dır. Halkın % 98.7'si Müslümandır. Müslümanların büyük çoğunluğu maliki, az bir kısmı hanefidir. Çoğu Avrupa asıllı olan hıristiyanların oranı % 1, yahudilerin oranı da % 0.5'tir. Eğitim: İlköğretim mecburi ve parasızdır. Altı yaşından başlayarak beş yıl sürer. Bundan sonra üç yıl ortaokul, dört yıl lise öğretimi sürer. Ülkede 4052 ilkokul, 1300 genel ortaöğretim kurumu, 600 mesleki ortaöğretim kurumu mevcuttur. Resmi okulların yanı sıra çok sayıda Kur'an ve din eğitimi veren medrese ve kurs bulunmaktadır. Bunun yanı sıra resmi okullarda da Kur'an dersleri verilmektedir. Fas'ta 6 üniversite, 29 yüksek okul, 10 araştırma enstitüsü mevcuttur. Üniversite çağındaki gençlerden üniversiteye kayıt yaptıranların oranı % 9'dur. Okuma yazma bilenlerin oranı ise % 50'dir. Ekonomi:Fas ekonomisi daha çok tarima, madencilige ve turizm gelirlerine dayanir. Tarim ürünlerinden elde edilen gelirin gayri safi yurtiçi hasiladaki payi % 16'dir. Çalisan nüfusun % 40'i tarim alaninda is görmektedir. Ürettigi tarim ürünlerinin basinda tahil, pamuk, ayçiçegi, seker kamisi, turunçgiller ve çesitli meyve ve sebzeler gelir. Fas'in en önemli gelir kaynaklarindan biri fosfattir. Fosfat rezervi bakimindan dünyada birinci sirada gelmektedir. Ihracat gelirlerinin % 15'i fosfattan saglanmaktadir. Fosfat ve diger madenlerden elde edilen gelirin gayri safi yurtiçi hasiladaki payi % 3'tür. Fas petrol ve dogal gaz rezervine de sahiptir. Ancak simdilik üretilen petrol iç ihtiyaci karsilamamaktadir. Sanayi: Fas'ta sanayi nispeten iyi durumdadir. Bazi agir sanayi tesisleri kurulmustur. Bunlarin basinda motorlu araçlar ve araba lastigi üreten fabrikalar gelir. Ayrica petrol aritma tesisleri de bulunmaktadir. Diger sanayi kuruluslari kimyasal maddeler üretimi, dericilik, tekstil, konfeksiyon, mobilya, kâgit, kauçuk, plastik, insaat malzemeleri üretimi, metal isleri, elektrikli araç üretimi ve gida maddeleri üretimi üzerinedir. Sanayi kuruluslarinin % 80'i ülkenin nüfusça en kalabalik sehri olan ed-Dâru'l-Beyza'dadir. Sanayi gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasiladaki payi % 19'dur. Coğrafi durumu: Kuzeybatı Afrika ülkelerinden olan Fas, kuzeyden Akdeniz, doğudan Cezayir, güneyden Moritanya, batıdan Atlas Okyanusu'yla çevrilidir. En yüksek yerleri Tubkal Dağı (4165 m.), İghil M Gun (4071 m.) ve Ayaşi Dağı (3751 m.)'dır. Fas'ın en önemli sıradağ kütlesi olan Atlas dağları ülke topraklarını ikiye bölmektedir. En önemli akarsuları Ummu'r-Rebi'a, Muluya ve Sebu ırmaklarıdır. Topraklarının % 19'u tarım alanı, % 47'si otlak, % 12'si ormanlık ve çalılıktır. Akdeniz kıyısında ve buralara yakın bölgelerde Akdeniz iklimi, orta kesimlerde kara iklimi, Sahra bölgesinde ise çöl iklimi hâkimdir. Atlas Okyanusu kıyısında bulunan başkent Rabat'ta yıllık sıcaklık ortalaması 22.9 derece, yıllık yağış ortalaması 523 mm.'dir. Rabat'ın daha güneyinde ve yine Atlas Okyanusu kıyısında bulunan ed-Daru'l-Beyza'da bu oran 17.5 derece/511 mm'dir. Yönetim: Fas krallıkla yönetilen bir ülkedir. Kral resmiyette "emiru'l-mu'minin" olarak adlandırılır. Ancak mevcut yönetim Batı yanlısı ve İslâmi ölçülerden uzak bir çizgi takip etmektedir. Kral geniş yetkilere sahiptir. Hükümet kral tarafından tayin edilir. Parlamentonun kabul ettiği kanunları veto etme ve gerek gördüğünde referanduma gitme yetkisi vardır. Ülkede birden fazla siyasi parti kurulabilmekte ve bu konuda İngiliz modeli esas alınmaktadır. Ancak bir siyasi partinin kurulabilmesi için kralın izin vermesi gerekir. Kral bu konudaki yetkilerini kullanarak İslâmi akımların siyasi parti kurmalarına engel olmaktadır. Üyeleri seçimle belirlenen 333 üyeli bir parlamentosu bulunmaktadır. Ancak parlamentonun yasama yetkisi sınırlıdır ve kralın veto ettiği bir kanun tasarısını yeniden görüşüp kabul etme hakkı yoktur. Fas, BM, İKÖ (İslâm Konferansı Örgütü), Arap Devletleri Birliği, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve İslâm Kalkınma Bankası gibi uluslararası örgütlere üyedir. Siyasi partiler: Fas'taki siyasi partilerin başta gelenleri şunlardır: İstiklal Partisi: Merkez sol bir partidir. 25 Haziran 1993 seçimlerinde sosyalist partilerle "Demokratik Blok" adını verdikleri bir ittifak oluşturmuştu. Sosyalist Halkçı Güçler Birliği: Solcu anlayışa sahip olan bu parti en son genel seçimlerde parlamentoda 48 üyelik kazanarak birinci parti olmuştu. Özgürlük İçin Milli Birlik Partisi: Kral yanlısı merkez sağ bir partidir. Sosyalist Birlik Partisi: Haziran 93 seçimlerinde yukarıda sözü edilen "Demokratik Blok" ittifakına katılan partilerdendi. Sosyalizm ve Gelişim Partisi: Haziran 93 seçimlerinde yukarıda sözü edilen "Demokratik Blok" ittifakına katılan partilerdendi. Demokratik Milli Parti: Liberal batıcı anlayışa sahip ve kral yanlısı, sağcı bir partidir. En son genel seçimlerde parlamentoda 24 üyelik kazandı. İdari bölünüş: 47 ilden meydana gelir. Bunların 4'ü Batı Sahra'dadır. Dış problemleri Fas'in en önemli dis problemi Sebte ve Melilla meselesidir. Fas'in kuzeyinde Akdeniz kiyisinda bulunan ve halkinin büyük çogunlugu Müslüman olan bu iki güzel sehir bugün hâlâ Ispanya isgali altindadir. Ispanya yönetimi bu iki sehri zorla ve siddet kullanarak hâkimiyeti altinda tutmaktadir. Çok turist çekmesi ve turizm gelirleri yönünden ülke ekonomisine önemli katkida bulunmasi dolayisiyla bu iki sehri isgal altinda tutmakta israr eden Ispanya, Sebte ve Melilla Müslümanlarina vatandaslik hakki da vermiyor. Dolayisiyla bu iki sehirde yasayan Müslümanlar oy kullanma hakkina da sahip degiller. Ispanya yönetimi bu sehirlerdeki Müslümanlari azinlik durumuna düsürebilmek için buralara sürekli Ispanyollari yerlestirmeye çalisiyor. Melilla'da Ispanyollar için ayri bir site insa edildi ve Müslümanlarin bu siteye yerlesmeleri yasak edildi. Fas yönetimi Ispanya'nin bu sehirlerdeki isgaline son vererek buralari kendine birakmasini istiyor. Ancak bazi siyasi hesaplar dolayisiyla bu konuda pek etkili bir politika da izlemiyor. ABD yönetimi Sebte ve Melilla meselesinde Ispanya'nin politikasini destekledigini ve bu sehirlerin Ispanya'nin elinden alinmasina çalisilmasi halinde bu ülkenin yaninda yer alacagini açikladi. Iç problemleri Fas'in en önemli iç problemi Bati Sahra meselesidir. Bati Sahra meselesi sömürgeci güçlerin bir mirasidir. Ispanyollarin ve Fransizlarin Bati Sahra'yi isgal altinda tuttuklari dönemde bu isgal güçlerine karsi bagimsizlik savasi vermek üzere kurulan Polisaryo Cephesi, Fas'in ve Moritanya'nin bagimsiz olmasindan sonra yön degistirerek Bati Sahra'da bagimsiz bir devlet kurmak amaciyla bu iki ülkeye karsi gerilla savasi baslatti. Bugün Fransa ve Ispanya basta olmak üzere bazi Batili ülkeler tarafindan desteklenen Polisaryo Cephesi, Bati Sahra'nin bazi bölgelerini hâkimiyetine almistir. Ancak 1993 yilinda cephe gerillalarindan ve komutanlarindan bazilarinin hükümet tarafina geçmesi üzerine ele geçirmis oldugu topraklarin önemli bir kismini kaybetti. Bati Sahra meselesi ekonomik yönden Fas'a büyük yük yüklemektedir. Sömürgeci güçler Bati Sahra'nin zengin fosfat rezervlerine sahip olmasi dolayisiyla bu bölgeye özel önem vermektedirler. Bati Sahra halkini, sahravi diye adlandirilan Sahra Berberileri olusturmaktadir. Fas'in ikinci bir iç meselesi Berberi meselesidir. Berberi meselesi de Fransiz sömürgecilerin bir mirasidir. Fransiz sömürgeciler Fas'i isgal ettikten sonra bu ülkenin halkini Araplar ve Berberiler diye ikiye ayirdilar ve bunlari birbirine düsman etmek için çesitli yollara basvurdular. Fransizlar Berberilerin tarih boyunca Araplar tarafindan magdur edildikleri, kendi gerçek kimliklerinden uzaklastirildiklari iddiasini ortaya atarak onlari yeniden Islâm öncesi hayatlarina döndürme çabasi içine girdiler. Bu amaçla Berberilerin yasadiklari bölgeleri diger bölgelerden ayirarak buralara kismi özerklik verdiler. Buna ek olarak kendi yetistirdikleri adamlari vasitasiyla bir Berberi kavmiyetçiligi akimi ortaya çikardilar. Bugünkü Berberi meselesi de Fransiz isgalcilerin gözetiminde ortaya çikan Berberi kavmiyetçiligi akiminin sebep oldugu bir meseledir. Aslinda Berberi halkin büyük çogunlugu Islâmi kimligine sahip çikmakta ve Berberi kavmiyetçiligi akimini desteklememektedir. Ancak okumus ve özellikle Fransiz kültürü almis kesimden olan bazi Berberiler hâlâ bu akimi ayakta tutma çabasi içindedirler. Fas'ta Islami Hareket Bugün Fas'ta mevcut olan Islami cemaatlerin sayisi otuza yaklasmaktadir. Bunlarin bazilari devletin Islamilestirilmesini amaçlayan siyasi faaliyetlerde bulunurken bazilari sadece teblig ve egitim çalismalari yapmaktadirlar. Bu cemaatlerin çalisma metotlari arasinda da çesitli farkliliklar bulunmaktadir. Fas'taki Islâmi cemaatler içinde en genis kitle tabanina sahip olan ve faaliyetlerini en genis alana yayan cemaatin Islah ve Tecdid Cemaati oldugunu söyleyebiliriz. Bu cemaat Müslüman Kardesler'in çizgisini benimsemis bir cemaattir ve lideri Abdulilah Benkiran'dir. Bu cemaat önceleri "Islâmi Cemaat" adiyla faaliyet yürütüyordu. Adalet ve Kalkinma Partisi bu cemaate yakin bir siyasi partidir. Bu partinin genel baskani Abdülkerim el-Hatib'dir. Islah ve Tecdid Cemaati yönetimle herhangi bir çekismeye girmeden ve daha çok teblig ve davet metodunu kullanarak tabana yayilma yolunu tercih etmektedir. Buna ragmen yönetim bu cemaatin çalismalarina da zaman zaman engel olmakta, halka ulasmasini zorlastirmak için çesitli yollara basvurmaktadir. Islah ve Tecdid Cemaati'nin "Genel Bildiri" basligini tasiyan bir brosüründe yer alan asagidaki ifade bu cemaatin amaci hakkinda fikir vermektedir: "Islah ve Tecdid Cemaati halkimizin bütün yasama, yürütme ve yargi kurumlarini Islâm'a dönüs konusunda üzerlerine düsen sorumlulugu yerine getirmeye ve üstlenmis olduklari role uygun hareket etmeye çagirmaktadir." Fas'taki Islâmi cemaatlerin önde gelenlerinden biri de Adalet ve Ihsan Cemaati'dir. Bu cemaatin lideri Abdusselam Yasin'dir. Adalet ve Ihsan Cemaati, Islah ve Tecdid cemaatine nispetle daha sert ve tavizsiz bir tutum izlemektedir. Cemaatin lideri Abdusselâm Yasin, 1975 yilinda kral II. Hasan'a "Ya Islâm Ya da Tufan" basligini tasiyan ve 100 sahifeden fazla bir açik mektup yazmasi üzerine delirmekle itham edilerek hapse atildi. Aslinda Abdusselâm Yasin hakkindaki iddia ile karar tam bir tenakuz içindeydi. Çünkü delirdigi iddiasinin dogru olmasi onun cezaevine degil de akil hastanesine gönderilmesini gerektirirdi. Üstelik Seyh Abdusselâm Yasin alti ay hiç mahkeme önüne çikarilmaksizin toplam üç yil hapiste tutuldu. 1978'de hapisten çikan Abdusselâm Yasin, 1983 yilinda "es-Subh (Sabah)" dergisinin ilk sayisinda çikan bir yazisindan dolayi tekrar hapse atildi ve iki yil hapiste kaldi. Hapisten çiktigi tarih olan 1985 yilindan buyana da, baskent Rabat yakinlarindaki Sella sehrinde mecburi ikamete tabi tutulmakta ve gazetecilerin kendisiyle görüsmelerine izin verilmemekte idi. Bu yasak 16 Mayis 2000 tarihinde kaldirildi. Adalet ve Ihsan Cemaati'nin siyasi parti kurma talebi hükümet tarafindan reddedildi. Fas'taki Islâmi cemaatlerin önde gelenlerinden biri de Islâmi Gençlik Hareketi'dir. Bu hareketin kurucusu Fas'in Seyyid Kutub'u diye adlandirilan Abdulkerim Muti'dir. Fas'taki mevcut Islâmi cemaatlerin ileri gelenlerinin çogunun bu hareketin içinde yetistiklerini söyleyebiliriz. Yukarida sözünü ettigimiz üzere sonradan Islah ve Tecdid Cemaati adini alan Islâmi Cemaat de Islâmi Gençlik Hareketi'nden çikmistir. Islâmi Gençlik Hareketi'nin kurucusu Abdulkerim Muti' hakkinda iki kez idam karari verildi ancak bu kararlar infaz edilmedi. Fas'taki diger Islâmi cemaatlerin bazilari bu ülkeye özgü olmakla birlikte diger bazilari Fas disinda kurulmus olan muhtelif Islâmi cemaatlerin birer uzantisi durumundadir. Fas'a özgü cemaatlerden bazilari sunlardir: Tebyin Cemaati, Fas Mücahitleri Örgütü, Allah'in Askerleri Örgütü, Mukaddes Cihad Örgütü, Devrimci Islâmci Gençlik Örgütü. Bunlarin yani sira hilafet konusuna agirlik vermesiyle bilinen Hizbu't-Tahrir, merkezi Pakistan'da olan ve siyasi alanda herhangi bir faaliyeti bulunmayan Teblig Cemaati gibi birtakim akimlarin da Fas'ta uzantilari bulunmaktadir. Hayra Davet Cemiyeti, Hakka Davet Cemiyeti, Allah'a Davet Cemiyeti, Muhammedi Çagri Cemaati, Vaaz ve Irsad Cemiyeti gibi birtakim kuruluslar ise egitim ve teblig çalismalarina agirlik vermektedirler. Fas'ta Islâmi uyanis hareketi her geçen gün güçlenmektedir. Özellikle üniversite camiasinda Islâmi hareketin artik en güçlü hareket oldugu gözlerden kaçmamaktadir. Cezayir'deki Islâmi Kurtulus Cephesi'nin iktidara gelmesinin önlenmesi amaciyla gerçeklestirilen askeri darbe üzerine Fas'ta gösterilen tepkiler ve gerçeklestirilen yürüyüsler de bu ülkede Islâmi hareketin güçlülügünü ortaya koyuyordu. Bazi Islam ülkelerinde oldugu gibi Fas'ta da özel hallerle ilgili hükümlerde Islam seriati esas alinmakla birlikte genel hukukta ve ceza yasalarinda Bati'nin hukuk sistemi esas alinmaktadir.
  18. Babası araba tamiri ile uğraşan ve çiftçilik yapan Rutherford, ailenin on iki çocuğunun ikincisiydi. Çiftliklerinde çalışır, hemen her konuda babasına yardım ederdi; fakat okulda da başarılıydı. Hatta, Yeni Zelanda Üniversitesi’nin verdiği burslardan birini kazanıp, yüksek öğrenimini sınıf dördüncüsü olarak tamamladı. Rutherford, üniversitedeyken fiziğe duyduğu büyük ilgiyi bir de manyetik radyo dalgaları yakalayıcısı geliştirerek gösteriyordu. Buluşların günlük yaşama uygulanmalarıyla ilgilenmezdi. Cambridge Üniversitesi’nden burs kazandığı 1895 yılı, onun için bir dönüm noktası oldu. Verilen bursu birincilikle kazanan sınıf arkadaşı, ülkesinden ayrılmak istemediği için, ikinci sıradaki Rutherford, bu mutlu rastlantı ile bilim dünyasına kazanılıyordu. Aslında o yıl, Cambridge Üniversitesi’nin diğer üniversitelerin başarılı öğrencilerine ilk kez burs vermesi, Rutherford’un talih kapısını aralıyordu. Bursa haberi Rutherford’a ulaştığı zaman, tarlada patates söktüğü, bel küreğini bir kenara fırlatarak ‘artık bunları kim sökerse söksün’ dediği, hatta evlilik düşüncesinden de vazgeçip İngiltere’ye gittiği söylenir. Rutherford, Cambridge’de, J.J. Thomson’ın gözetiminde çalışıyordu. Hocası sesini ayarlayamayan, kaba tavırlı, fakat elleri son derece becerikli son derecece becerikli bu taşralı genci kısa sürede benimsiyordu. Bu, deneylerinde dağınık ve onu bunu deviren, döken Thomson için önemli bir yardım sayılırdı. Rutherford kısa bir süre, Kanada McGill Üniversitesi’nde kalıyor, evlenmek için Yeni Zelanda’ya gidiyor ve çalışmalarını sürdürmek için yeniden İngiltere’ye dönüyordu. Becquerel’in yakın izleyicisi Rutherford, yeni ve ilginç bir konu olan radyoaktivite alanında çalışmaya başlıyor, Curie’lerle ışıyan maddelerin yaydıkları ışınların birkaç çeşit olduğuna inanıyordu. Artı yüklü olanlara ‘Alfa’ ve eksi yüklü olanlara ‘Beta’ ışınları diyordu. Bu adlar ogün de kullanılıyordu, ancak ikisi birden ‘Hızlandırılmış Parçacıklar’ olarak ifade ediliyorlardı. 1900 yılında kimi ışımaların manyetik alandan etkilenmediği bulununca, Rutherford, bunların elektromanyetik dalgalardan oluştuklarını gösteriyor ve ‘Gama Işınları’ adını veriyordu. Rutherford önce Soddy ile birlikte, sonra yalnız başına Crookes’un, uranyumun ışıma sonucu başka bir maddeye dönüştüğünü gösteren öncü araştırmalarını sürdürüyordu. Uranyum ve Toryum üzerinde kimyasal işlemler yaparak ve ışımanın ne olacağı merakı ile Rutherford ve Soddy bu elementlerin, ışıma sonucu bir takım ara maddelere dönüştüklerini gösteriyorlardı. Hemen hemen aynı günlerde, Amerika’da Boltwood da bu gözlemleri doğruluyordu. Soddy bu çalışmaları daha da ilerleterek ‘İzotop’ kavramını ortaya atıyordu. Farklı her ara element, belli bir sürede miktarının yarısını kaybedecek bir hızla parçalanıyordu. Rutherford bu süreye ‘Yarı Ömür’ diyordu. 1906 ile 1909 yılları arasındaki sürede Rutherford ve yardımcısı Geiger, alfa parçacıklarını derinliğine inceliyorlar, bu parçacıkların elektronlarını kaybetmiş Helyum atomu olduğunu, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde gösteriyorlardı. Alfa parçacıklarının Goldstein’in bulduğu artı yüklü ışınlara benzedikleri anlaşılıyor ve 1914 yılında Rutherford, en basit artı yüklü ışınların Hidrojen’den elde edilenler olması gerektiğini ileri sürerek, artı yüklü temel parçacık niteliklerinden dolayı ‘Proton’ adını kullanıyordu. Bundan sonraki yirmi yıl süresince her atomun eşit sayıda proton ve elektrondan oluştuğuna inanılıyor; fakat bugün kabul edilen yapısıyla hidrojen atomunun bir protonu olduğunu Heinsenberg gösteriyordu. Bugünkü bilgilere göre, proton artı; elektron eksi yüklüdür ve elektriksel olarak bir elektron, bir protonu dengeleyecek biçimde eşit yüklüdürler. Fakat protonun kütlesi, elektronun 1836 katıdır. Alfa parçacıklarına duyduğu ilgi, Rutherford’u daha önemli şeylere yöneltiyordu. 1906 yılında daha Kanada’nın McGill Üniversitesi’ndeyken, ince madensel levhaların alfa parçacıklarını nasıl dağıttığını incelemişti 1908 yılında İngiltere’ye döndüğünde Manchester Üniversitesi’nde de bu deneyleri sürdürüyordu. Yarım mikron kalınlığındaki bir altın levhaya alfa parçacıkları gönderiyor ve parçacıklardan çoğunun hiç etkilenmeden ve yön değiştirmeden aradaki fotoğraf plakasına kayıtlandıklarını görüyordu. Fakat fotoğraf üzerinde, hem de büyük açılarla kimi dağılımlar oluyordu. Altın levha, 2000 atom kalınlığında olduğu ve alfa parçacıklarının çoğu dağılmadan arkadaki fotoğraf plakasına geçtiklerine göre, altın atomlarının büyük bir bölümü boşluktan oluşmalıydı. Kimi alfa parçacıkları, yönlerinden çok kesin biçimde;hatta 90 derece saptıklarına göre, atomun bir yerinde artı yüklü, alfa parçacıklarını saptırabilecek güçte (benzer yükler itişirler) büyük kütleli bir bölge bulunmalıydı. Rutherford bu deneye dayanarak, çekirdekli atom kuramını ilk 1911 yılında açıklıyor, atomun merkezinde, bütün protonları kapsayan ve hemen hemen kütlesinin tamamını oluşturan çok küçük bir çekirdek bulunduğunu ileri sürüyordu. Atomun dış bölgesinde, çok hafif ve görünürde alfa ışınlarının geçmesini engellemeyen eksi yüklü elektronlar yörüngedeydiler. Bu atom fikri, 23 yüzyıl düşüncelere egemen olan Demokritus’un ‘maddenin en küçük parçası’ görüşünü yıkıyor ve gerçeklere daha çok uyan yeni bir model oluşturuyordu. Elementlerin ışıyarak ayrışması kuramı, alfa parçacıklarının yapıları üzeindeki çalışmaları, çekirdekli atom modeli Rutherford’a 1908 yılı Nobel Kimya ödülü kazandırıyordu. Başarıları bu kadarla kalmıyor, ilk kez Crookes tarafından düzenlenen ışıldama sayacını, yayılan ışınım (radyasyon) miktarını ölçmek için kullanılıyordu. Çinko sülfit bir ekran üzerindeki parıltıları sayarak (her atom parçasına karşılık bir parıltı) Rutherford ve Geiger, bir gram radyumun saniyede 37 milyar alfa parçacığı saldığını söyleyebiliyorlardı. Bu kadar büyük sayıda alfa parçacığı saçarak parçalanan maddelere, Curie’leri onurlandırmak için, o maddenin ‘Curie’si’ deniyordu. Bu arada Rutherford da unutulmuyor, saniyedeki bir milyon parçalanmaya ‘Rutherford’ adı veriliyordu. Bu çeşit parıldamalar daha sonra saniyede kullanılıyor ve eser miktarda radyum içerikli çinko sülfit saatlere yerleştiriliyor, rakamların karanlıkta da görülüp okunması sağlanıyordu. Fakat bu saatlerin üretiminde çalışan işçilerin radyum hastalığına tutulmaları nedeniyle, uygulamaya bir süre sonra son veriliyordu. Daha sonraları Rutherford, içine oksijen, hidrojen ve azot gazları doldurduğu bir silindirde ışıma miktarını ölçmeye girişiyor, azot gazında parıldamaların azaldığını; fakat hidrojen türünden olanların belirdiğini gözlüyordu. O halde alfa parçacıkları, azot atom çekirdeğinden protonlar çıkarıyordu. Çekirdekte kalan da oksijen atom çekirdeği olmalıydı. Böylece Rutherford, kendi ellerini kullanarak bir elementi diğerine dönüştüren ilk insan oluyordu. Başka bir deyişle, simyacıların rüyalarını gerçekleştiriyordu. Bu aynı zamanda, çekirdek tepkimesinin yapay ilk örneği oluyordu. Fakat 300 bin alfa parçacığından ancak biri çekirdek ile tepkimeye girdiği için, bir maddenin diğerine dönüştürülmesinde kolayca uygulanabilir bir yöntem sayılmıyordu. Rutherford, İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda amansız bir Nazi düşmanı oluyor, bir çok Yahudi bilim adamının Almanya’dan kaçırılması işlerine karışıyor; fakat zehirli gazlar üzerindeki çalışmaları nedeniyle Haber ‘e ilgi göstermiyordu. Rutherford atomun parçalanmasıyla elde edilen enerjinin denetim altına alınıp kullanılamayacağını söylüyor, Einstein kuramlarına inanmıyordu. Hahn’ın fizyon yöntemi ile enerjiyi nasıl denetim altına alabildiğini görüp tahminlerindeki yanılgıyı anlayamadan, yaşamını yitiriyor ve Newton ile Kelvin’in yanlarına gömülüyordu.
  19. Wilhelm Conrad Röntgen 27 mart 1845'te Rhine'in küçük bir taşrası Lennep'te bir tüccarın tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi o 3 yaşındayken, daha sonra burada Martinus Herman van Doorn Enstütüsü'ne de gideceği Apeldoorn'a taşındı. Özel bir yeteneği yoktu ama doğa ve orman hayranıydı. Mekanik alet yapımına yatkındı. Bu bütün yaşamı boyunca karakteristik bir özelliği oldu. 1862'de aslında başkasının karikatürünü yapmış olmasına rağmen, öğretmenlerinden birinin karikatürünü yaptğı haksız olarak iddia edilip, atılacağı Utrecht teknik okuluna başladı. Daha sonra fizik okumak üzere 1865'te Utrecht Universitesi'ne girdi. Burada yeterli başarıyı göteremeyerek, Zürih'teki Polyteknik okulunun sınavlarına girip kazanınca, makina mühendisliği üzerine okumaya başladı. Clausius'un derslerine ve Kundt'la laboratuvar çalışmalarına katıldı. Hem Kundt, hemde Clausius onun gelişiminden çok etkilendiler. 1869'da Zurich Universite 'sinden doktora diploması aldı. Ve Kundt'un asistanı olarak atandı. Daha sonra Kundt'la aynı yıl Würzburg'a, üç yıl sonrada Strasbourg'a gitti. 1874 yılında Strasbourg Universite'sine okutman, bir yıl sonra Wurtemberg 'de Hohenheim Tarım Yüksek okulu'na profesör olarak atandı.1876' da Strasbourg 'a fizik profesörü olarak geri döndü. Fakat 3 yıl sonra Giessen Universite'si fizik bölümünden gelen teklifi kabul etti. Aynı konumda 1886' da Jena Universite' si ve 1882' de Utrecht Universite'sinden gelen teklifleri redettikten sonra Würzburg Universite' sinden gelen çağrıyı kabul etti. Daha sonra 1900'da Bavarian hükümetinin özel bir teklifini kabul edip, Munih Universite'sine gitti ve hayatının sonuna kadar burada kaldı. Röntgen ilk olarak kristallerin ısı iletkenliği üzerine yazılan bir yazıdan birkaç yıl sonra, gazların özgül ısıları hakkında 1870' de ilk yazısını yayımladı. Diğer araştırmaları Quartzların elektriksel ve diğer özellilkleri, farklı sıvıların kırılma indislerinin basınç altında etkilenimleri, elektromanyetik etki altındaki polorize edilmiş ışığın değişimi, su ve diğer sıvıların sıcaklık ve sıkıştırılabilirlik fonksiyonları, yağ damlacıklarının su üzerinde yayılışı dır. Röntgen adı X-ray ışınlarının keşfiyle anılır. 1895'te düşük basınçlı gazların içinden geçen elektrik akımı üzerine çalışıyordu. Bu alanda daha önce J. Plucker (1801-1868), J. W. Hittorf (1824-1914), C. F. Varley (1828-1883), E. Goldstein (1850-1931), Sir William Crookes (1832-1919), H. Hertz (1857-1894) and Ph. von Lenard (1862-1947) 'in çalışmalrı olmuştu. Bu bilim adamlarının Cathode ışınları ile ilgili yaptığı araştırmalar sonucu bu konu oldukca iyi biliniyordu. Fakat Röntgen'in Cathode ışınları üzerine yaptığı araştırma yeni bir çeşit ışınımın keşfine yol açtı. Içi boşaltılmış bir tüp, karanlık bir odada bütün ışınlardan korunmak için siyah bir kartonla kaplanırsa, ve bir tarafı barium platinocyanide' la kaplı kağıd çıkan ışınların yolu üzerinde iki metre uzağa bile konsa, geçirgen oluyordu. Devam eden bir çok deneyden sonra ışınların yolu üzerine konan değişik kalınlıktaki cisimler farklı geçirgenlik özelliklerine sahip oluyordu. Karısı elini ışınların üzerinde bir müddet hareketsiz tutup, ışınlar fotoğraf paleti üzerine düştüğünde, görüntüyü biraz iyileştrince elindeki kemiklerin ve parmağındaki yüzüğün gölgesinin palete düştüğünü fark etti. Bu o zamana kadar alınan ilk röntgenogram'dı. Bu ışınların yapısını bilmediğinden X-rays adını verdi. Daha sonra Max Von Laue ve öğrencileri bu ışınların, ışıkla aynı elektromanyetik yapıya sahip, fakat yüksek frekanslardaki salınımlarda farklı özellikler gösterdiğini buldular Röntgen Anna Bertha Ludwig ile Zürih'te evlendi. Hiç çocukları olmadı.Karısından 4 yıl sonra 10 şubat 1923' te öldü. X-Ray foto 1896
  20. Niels Henrik Bohr, Danimarkalı bir fizikçidir. Atomun ilk kuantum modelini önermesiyle ve ünlü Kopenhag yorumlarıyla ünlüdür. Kuantum mekaniğinin ilk gelişmesinde aktif olarak katıldı ve bu konuda pek çok bilimsel ve felsefi çalışmalar yaptı. Çekirdek fiziğine, çekirdeğin sıvı damlası modelinin geliştirilmesi ve çekirdek fisyonunda işi içeren başka birçok önemli katkılar yaptı. Atomların yapısı ve onlardan yayılan ışınım üzerine yaptığı çalışmalar için 1922'de fizikte Nobel ödülünü kazandı. Bohr, yaşamının büyük bir kısmını Kopenhang'da geçirdi ve 1911'de Kopenhang Üniversitesinde doktorasını aldı. Bir sonraki yıl Cambridge'te J.J. Thomson'un yönetiminde çalıştığı İngiltere'ye ve sonra Ernest Rutherford'un birlikte çalıştığı Manchester'e gitti. 1912'de evlendi ve 1916'da fizik profesörü olarak Kopenhang Üniversitesi'ne döndü. Bohr, 1920'ler ve 1930'lar boyunca Kopenhang'da Carlsberg bira fabrikasının desteği ile İleri Araştırmalar Enstitüsü'nü yönetti. (Bu muhakkak ki teorik fizik alanına bira tarafından yapılan en büyük destek idi.)Bohr,1922 Nobel fizik ödülünü kazandı. Enstitü, dünyanın en iyi fizikçileri için bir mıknatıs gibiydi ve fikir alış verişi için en ideal yerdi. Adam adama temeline dayalı fizik yapmaya katı bir şekilde inanan Bohr, konukları ile sorunları ortaya koymada, düşüncelerde ve tartışmalarda her zaman başı çekti. Einstein ve Schrödinger'in kuantum kuramına (daha doğrusu Kopenhag yorumuna) yönelttiği eleştirileri başarıyla yanıtlamada da ön sıralardaydı. Einstein 1930'da ünlü kutudaki saat deneyini, Podolsky ve Rosen ile birlikte 1935'te EPR deneyini (Einstein, Podolsky, Rosen), Schrödinger de Schrödinger'in Kedisi deneylerini ileri sürmüşlerdi. Bütün bu tartışmalarda doğanın nesnel gerçekliği, parçacık ve dalga özelliğinin yorumlanması, belirsizlik ilkesinin aşılıp aşılamayacağı konuları gündeme geldi. Bohr, bu eleştirilerin yanıtlanmasında tam bir günah keçisi olarak yer aldı. Bohr, 1939'da bilimsel bir konferansa katılmak üzere Birleşik Devletleri ziyaret ettiğinde, Hahn ve Strassman tarafından Berlin'de uranyumun fisyonunun keşfedildiği haberini de getirdi. Kısa bir süre sonra diğer bilim adamları tarafından doğrulanan sonuçlar, İkinci Dünya Savaşı sırasında Birleşik Devletler'de geliştirilen atom bombasının temelleriydi. Bohr, Danimarka'ya döndü ve 1940'taki Alman işgali sırasında oradaydı. Nazi işgal hükümeti kendisi ve kendisi konumundaki insanların öldürülmesi emrini öğrenince 1943'te İsveç'e kaçtı. Daha önce de tehlike altındaki pek çok Danimarka vatandaşının ve başka bilim adamının Nazi zulmünden kaçmasına yardım etti. Her ne kadar Bohr, 1945'e kadar bizzat Los Alamos'taki Manhattan Projesi'nde çalıştıysa da, ilgili ülkeler arasındaki açıklık konusunda ilk adımın nükleer silahların kontrol altına alınması olduğunu derinden hissetti.Bu amaçla ABD Başkanı Roosevelt'le ve İngiltere Başbakanı Churcill ile görüşmeler yaptı ve atom hakkındaki bilgilerin zamanın Sovyetler Birliği ile paylaşılması gerektiğini savundu. Savaştan sonra, atom enerjisinin barışçı kullanımının geliştirilmesini içeren kararını, birçok insani yayın organında ilan etti. 1957'de de Barış için Atom ödülünü aldı. Oğlu Aage Bohr da büyük bir fizikçi oldu. O da 1975 Nobel fizik ödülünü kazandı. John Archibald Wheeler'in özetlediği gibi "Bohr büyük bir bilim adamıydı. Dünya'nın en büyük Danimarka vatandaşı idi. O, büyük bir insandı."
  21. Evet ne demek bu gayri müslim hayat tarzı? Bu milletin yürünecek yolu yoksa bunda sizin öne sürdüğünüz gibi bir hayat tarzı değil, beceriksiz politikacıların ve ************** kafa sallayan insanların suçu vardır.
  22. İnsanların neden bazıları solaktır? İnsanların çoğunun niçin, daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz bilinmiyor. Eğer dünya nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak bulunmasaydı, bu durum tabiatın kurallarına daha uygun olabilirdi, ancak tek yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı, kalıtımla bir ilgisinin bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyohlarıyla ilgili teoriler var ama kanıtlanmış değil. İnsanın dışında hiçbir yaratık, bir elini veya ayağını diğerine göre öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca, kültür ve ırk farkı olmaksızın insanlar arasında sağ elini kullananlar hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim insanları yıllardır bunun nedenini arayıp durmaktadır. Bilindiği gibi, beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder. Önceleri beynimizin sol yansının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği bilindiğinden, yazmamıza da kumanda ettiği, bütün önemli kumandaları bu tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yansının da idrak, yargılama, hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği, beynin her iki yarısının da bir birinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler üstlendiği görüldü. Solakların oranı hakkında çeşitli görüşler var. Genel görüş bunun 1/9 oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar, hatta tarihin karanlık çağlarında şeytanla bile özdeştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar, aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar. Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize olmuşlar, acımasız bir üstünlük kurmuşlar, dünyada her şeyi kendilerine göre ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri, silahlarda boş kovanların fırlayış yönü, hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre tasarlanmıştır. İngilizce'de sol anlamındaki 'left' kelimesi, zayıf ve kullanışsız anlamında eski İngilizce'de kullanılan 'lyft' kelimesinden türetilmiştir. Sağ anlamındaki 'right' ise haklılık ve doğruluk anlamında da kullanılır. Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem canlı ve hayatta anlamında kullanılır, hem de sağlıklı, sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur, solun ise soluk gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim benzerliği vardır.
  23. Neden her insanın sesi farklı? İnsan sesi, daha doğrusu insan konuşması oluşurken katkıda bulunan o kadar çok şey vardır ki, bunlar bir araya gelince iki insanın konuşmasının aynı olma ihtimali yok denecek kadar azdır. Hatta her bireyin konuşması o kadar kendine özgüdür ki, telefonda sesin alttan ve üstten belirli frekansları yok edilmesine rağmen, açar açmaz 'merhaba' deyişinden karşımızdaki kişiyi tanıyabiliriz. Sesimizin oluşmasının ana nedeni şüphesiz ses tellerimizdir. Ses tellerinin boyu sesimizin kalınlığını belirler. Ne kadar uzunsalar ses o kadar ince çıkar. Kadınların erkeklere göre avantajları, ses tellerinin daha uzun olmalarıdır. Tabii ki ses tellerimiz sesimizin tınısını tek başlarına belirleyemezler. Dudağımız, dişlerimiz, dilimiz olmasaydı ortaya anlaşılmaz rahatsız edici bir gürültü çıkardı. Konuşurken nefes veririz. Bu nefes konuşmanın karakteristiğini etkileyen en az 11 noktadan geçer. Ayrıca kişinin karakteri, havanın akışı ve hızı, ağız ve dudak yapısı da konuşmada etkin faktörlerdir. Ancak tüm konuşma olayının organizatörü beyindeki bir bölgedir. Burada düşüncenin ana yapısı oluşturulur, kulak ve gözlerden gelen sinyallerle birleştirilir ve boğaza sinyal olarak gönderilir. Hayvanlarda ise beyinde böyle bir bölge yoktur. Bazı papağan, muhabbet kuşu hatta karga türlerinin konuşmaları onların ezberleme ve tekrar edebilme yetenekleridir. Bilinçli bir konuşma söz konusu değildir. Genetik olarak insana en yakın olan şempanzelerin bile dil ve damak yapıları nedeni ile insan gibi konuşmaları mümkün değildir. Dünyanın dört bir yanında farklı lisanlar konuşuluyor ama tüm bu insanlar ağızlarında benzer sesler çıkarıyorlar. Her iki dudakları ile 'P' ve 'B', dudak ve dişleri ile 'F' ve 'V, dilin ön kısmı ile 'T' ve 'D', dilin arka kısmı ile de 'K' ve 'G' seslerini çıkarıyorlar. Dilin ilk insanlarda, işbirliği daha doğrusu kültür ve bilgileri gelecek nesillere aktarma ihtiyacından doğduğu sanılıyor. Günümüze kadar altı bin dil geliştirilmiş. Dünyadaki bütün dillerin tek ortak yanı, en çok kullanılan kelimelerin daha az sayıda harfle yazılmalarıdır. Altay dilleri ailesine giren Türkçe'mizde bazı ilginç özellikler var. Bir kere cisimleri dişi ve erkek olarak ayırmıyoruz, ses uyumu var ve bir ad veya fiil kökünden değişik eklerle yeni kelimeler türetebiliyoruz. İnsan yüzündeki kaş, göz, burun, ağız ve diğer şekillerin çok az fark göstermelerine rağmen hepsi birleşince nasıl bir insan diğerine benzemiyorsa, oluşumunda katkıda bulunan şeylerin çeşitliliği açısından konuşmamız da öyledir.
  24. Kuşlar neden 'V' şeklinde uçuyorlar? Sadece kazlar değil, martılar, pelikanlar gibi büyük su kuşları da filo olarak toplu halde giderken 'V' şekli oluşturarak uçarlar. Bunun nedeni ile ilgili kesin olmayan, tartışmaya açık çeşitli görüşler vardır. Biz bunlardan en çok rağbet gören ikisinden bahsedelim. Birinci görüşe göre, sürünün 'V' şeklinde uçmasının amacı enerji tasarrufudur. Bu uçuş şekli ile öncelikle en öndeki kuş, bir arkadaki kuşa gelecek rüzgarı ve hava direncini engeller ve daha az enerji sarf etmesini sağlar. Bunun bir başka örneği de bisiklet takım yarışlarında birbiri arkasına saklanarak giden ve sık sık en öndekini değiştiren yarışmacılarda da görülür. Araba yarışlarında da arkadaki araba öndekine mümkün olduğunca yaklaşarak, onun kestiği rüzgar ve hava akımının avantajı ile daha az yakıt harcamayı amaçlar. Bu şekilde uçan kuşlarda da sık sık en öndeki liderin değiştiği ileri sürülmektedir. Yine bu görüşe göre, öndeki kuş kanadını çırptığında, kanadının ucunda bir hava boşluğu, yani bir girdap yaratır, arkadaki kuş buraya yükselen havayı kanatlarının altında bularak ve daha az enerji sarf ederek yüksekliğini muhafaza eder. Bu kuşun hareketinden de bir arkadaki kuş faydalanır. Bu uçuş şeklinin daha ziyade büyük kuşlarda görülmesinin nedeni de bunların büyük kanatlan ile yarattıkları hava hareketinin büyüklüğü ve arkadaki kuşun işine yarayabilmesıdir. 70'li yıllarda yapılan bir araştırma sonucunda, 25 kuşluk bir filonun bu şekilde uçarak, uçuş mesafesini yüzde 75 artırabildiği ileri sürülmüştür. Ancak bu teoriye göre her kuşun öndeki ile aynı mesafe ve açıda uçması ve senkronize yani eş zamanlı kanat çırpması gerekir ki, bu, gerçekte mümkün değildir. İkinci bir görüşe göre ise, kuşların gözleri başlarının yanındadır, dolayısıyla tam önlerini göremezler. Bu uçuş şekli ile sürünün fertlerinin birbirini görerek, kaybolmadan bir arada kalması sağlanır. Bu görüşe karşı olanlar ise kuşların geceleri de uçtuklarını, bu nedenle öndeki kuşu görmenin önemli olmadığını zaten sürüyü kuşların bağırışlarının bir arada tuttuğunu ileri sürüyorlar. Çok basit gibi görülen bu olayın bile sebebi tam öğrenilmiş değil, belki de görüşlerin bileşimi, yani hepsi doğru. Kuşlar konuşabilseler de anlatsalar!
  25. Eski insanlar tuvaletlerini nasıl yapıyorlardı? İnsanlar tarihlerinde çok uzun bir süre tuvalet kullanmadılar. Başlangıçta hayvanlar nasıl yapıyorlarsa, onlar da öyle yaptılar. İşlerini en yakın çalının dibinde veya bir ırmak kenarında görebiliyorlardı. Ancak toplumlar geliştikçe, köyler, kasabalar ortaya çıktıkça tuvalet ihtiyacını karşılamak için daha uzak mesafelere gitme zorunluluğu doğdu. Ayrıca açıkta bırakılan atıkların yarattığı kötü koku ve hastalık tehlikeleri de insanlarda bu konuda bazı önlemler almanın zamanının geldiği bilincini oluşturdu. Binlerce yıl önce Sümerler, Mısırlılar ve Hindistan'da yaşayanlar oturakta oturup, ihtiyaçlarını giderdikten sonra oturağa düşenleri uzakta bir yerlere döküyorlardı. İki bin yıl önce ise Romalılar ilk basit tuvaleti kullanmaya başladılar. Atıklar oturdukları deliğin içine düşüyor, deliğin altından akan su onları uzağa taşıyordu. Çiftçilerin, açık arazide çalışanların ise zaten böyle bir dertleri yoktu. Tarlanın bir köşesine çukur kazıyor, çukur yeterince dolunca, toprakla dolduruyor ve başka bir çukur kazıyorlardı. Geceleri ise yataklarının altında bir lazımlık bulunduruyorlardı. Ortaçağda kale ve şatolarda atık bir delik vasıtası ile binanın etrafındaki su birikintisine düşürülüyordu. Bir yere tuvaletini yapıp, onu bir tanktan gelen su ile sürükleyip, uygun bir yere bırakma fikri ilk olarak Kraliçe 1. Elizabeth zamanında, 1589 yılında John Harrington'dan geldi. Ancak o zamanlar İngiltere'deki evlerde ne böyle bir tankı dolduracak, ne de atığı alıp götürecek su sistemi vardı. Günümüzdekilere benzer bir tuvalet ancak iki yüzyıl sonra 1778'de İngiltere'de bir saat yapımcısı olan Alexander Cum-ming tarafından tasarlandı ve Joseph Bramah tarafından geliştirildi. Tuvaletlerden evlere yayılan kötü koku ise 1849 yılında Stephen Green'in 'U' şeklinde bir boruyu tuvaletin çıkışına monte etmesi ile son buldu. Tuvaletlerin ve günümüzde lavaboların da altında bulunan bu 'U' şeklindeki boruda her zaman bir miktar su kalır ve kokunun oluşmasını önler. Tabii o zamanlar tuvaletler dökme demirden yapılıyordu. Sonra düzgün yüzeylerinin temizlenme kolaylığı bakımından seramik tuvaletler üretilmeye başlanıldı. 1888 yılında ise tuvaletlere zinciri çekilince suyu akan klozetler ilave edildi. Bizde tuvaletler için hela, kenef, ayakyolu, WC., 00, yüznumara gibi birçok isim kullanılır. 'WC.' İngilizce ismindeki 'Wa-ter Closet'in baş harfleridir. Yüznumaranın hikayesi ise değişik. Eskiden Fransa'da otellerde tuvaletler koridorların uçlarmdaydı. Odaların her birine birer numara verirken, tuvaletlere numarasız demişler ve '00' diye işaretlemişlerdi. Fransızca'daki 'numarasız' kelimesi ile ' 100 numara' kelimesi hemen hemen aynı telaffuz edildiğinden, bizde Fransızcası biraz kıt birinin tercüme hatası sonucu 'yüznumara' olarak yerleşmiştir.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.