Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

Bugun okudum, Diyarbakir'da yine 9 askerimiz sehit olmus. Cok yazik!

Lutfen artik dursun bu olumler.

Baris icin iki tarafin da gurur denen su kotu huyu bir kenara birakip bu topraklari dusunmeleri gerekli.

Lutfen olumler dursun!

Yoksa siradan despot ve karisik bir Afrika devleti'nden farkimiz kalmaz!

 

Olumler dursun!

 

Diyarbakirli...

Gönderi tarihi:
bu başlıklara cevap yazılması haklılığınızı ıspatlamaz,farkındaysan senin var dediğin soruna biz yok diyoruz..

Sn suheda ben mesela sizin gibi düsünmüyorum ve basta Kürt'ler olmak üzere ülkemizde tüm azinliklara haksizlik yapildigini söylüyorum. Haksizlik ve baski yapilmiyor demek Türkiye'nin resmi inkar ve ezberci politikasidir. Siz bu politikaya katilabilirsiniz, ama ben asla!!!!

Gönderi tarihi:
Sn suheda ben mesela sizin gibi düsünmüyorum ve basta Kürt'ler olmak üzere ülkemizde tüm azinliklara haksizlik yapildigini söylüyorum. Haksizlik ve baski yapilmiyor demek Türkiye'nin resmi inkar ve ezberci politikasidir. Siz bu politikaya katilabilirsiniz, ama ben asla!!!!

 

Zaten olay sudur:

 

Bizlerin hangi tarafta oldugumuz malum, sayin sueda'nin da!

Yilklarca yapilan INKAr politikalari ise yarasaydi su an sorun olmazdi! Kurtler taninmazdi! Yaramadi ise.

Gönderi tarihi:
....

Bilinmesi gereken şey, bu işin Türk Aydınları tarafından çözüme kavuşturulması gerektiğidir.

Öncelikle Etnik kimlikten arınarak olayın insani boyutunu anlamak yapılması gereken en önemli noktadır.

 

İyi günler

 

Değerli forumdaşım,

 

Gerekliliğinize halkın kendisini de eklemek istiyorum.Halklar birbirini anlamadığı sürece,sorunlar çözülemez.

 

saygılar.

Gönderi tarihi:
Konuyu başlatan arkadaş 2003 yılında söylemiş ve hala yazıları okudukça çoğu insanın bu sorunun ne olduğunu anladığını sanmıyorum.

Ve çokta üzücü bir durum olduğunu belirtmek istiyorum.

 

Bilinmesi gereken şey, bu işin Türk Aydınları tarafından çözüme kavuşturulması gerektiğidir.

Öncelikle Etnik kimlikten arınarak olayın insani boyutunu anlamak yapılması gereken en önemli noktadır.

 

İyi günler

 

Turk aydinlarinin bu konudaki pasifligi artik birakmalir gerektigini ben de dusunuyorum. Sizin yorumunuza gonulden katiliyorum. Maalesef bastaki aydin arkadaslar Turk halkini dudusnmeye ve sagduyuya tesvik etmedigi surece bu Kurt Sorunu cozulemeyecektir. Bir taraf tutturmus "olumler dursun ve diger taraf tutturmus "Hepiniz teroristsiniz, yoksunuz!"... yani anlayacaginiz is Turk kardeslerin bizlere empati duymasiyla cozulecek bir is!

Gönderi tarihi:
kürtlere yapılan ıkıncı sınıf muamele çok yanlış. çok fazla gördüm bunu ve çok rahatsız edici . her kürtü pkk gibi görüyorlar,o zaman her ülkücüde faşist olabilir diyim ben, böyle bişey olurmu ya. genel değerlendirme çok yanlış. tamam bu dağlara çıkanlar pkklar kürt, ama mantıklı düşünsenize bi onlar neden kendı köylerını bassınlar, neden karısını,çocugunu,anasını öldürmek istesinler, kendılerını genişletme çabasındalarken neden kendılerıne zarar versınler. hakkarıde çocukların barındıgı bı bına bombalandı herkes pkk nın ustune attı ve geçenlerde tvde izledikki ergenekonun parmagı çıktı altından. kurtuluş savasınıda kürtlerle türkler birlikte verdi,yani ülkenın kurtuluşu ve kuruluşuna katılan kürtlerin hakkı sonradan tanınmıştır, unutmayınkı kürtlerin 5000 yıllık geçmişi var.

 

Hangi televizyondan izledinizde altindan ERGENEKON cikti.Örnegin asagidaki kanallardan hangisindeydi:

 

TGRT

SAMANYOLU

ATV

SES

HABERTÜRK

TRT

TRT6

KANALTÜRK

ROJ

MED

 

 

 

saygilarla

Gönderi tarihi:
Hangi televizyondan izledinizde altindan ERGENEKON cikti.Örnegin asagidaki kanallardan hangisindeydi:

.

.

.

saygilarla

 

Kardesim, siz isterseniz bir on yil daha konusun ve inkar edin. Kurt sorunu VARDIR ve DTPsiz ve Diyarbakir'siz asla ve asla cozulemeyecektir! Bunu da boyle bilin!

 

Bizlerin kaderini MHPliler ya da CHPliler belirleyemez!

Gönderi tarihi:

‘İkinci Adam’ İsmet İnönü şöyle demişti: “Kürtler Ermeni tehlikesini biliyorlardı. Milli Mücadele'nin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Biz Lozan'da milli davamızı 'Biz Türkler ve Kürtler' diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik. Şeyh Sait İsyanı Kürtlerin bu umumi tutumundan ayrılan bir sapmadır." (“Anılar”, Ulus, 31 Mart 1969.)

 

Anlaşılan İnönü, Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı tarafından 1972 yılında yayımlanan Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı eserdeki saptamaları pek ciddiye almıyordu. Çünkü bu kitaba bakılırsa söz konusu dönemde, Türkiye’de 17’si doğuda yaşanan 18 ayaklanma yaşanmıştı. Genelkurmay’ın bu olayları nitelerken kullandığı ‘harekat’, ‘tedip’ (terbiye etme) ve ‘tenkil’ (cezalandırma) gibi terimlere bakılırsa, bunların bir kısmı ‘isyan’ ya da ‘ayaklanma’ değildi ama, hakikaten de, İnönü’nün sözü ettiği ‘isyan’, Türkiye’nin siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktasına işaret ediyordu.

 

ŞEYH SAİD İSYANI . 13 Şubat 1925’de varlıklı ve eğitimli Nakşibendi (Zaza) Şeyhi Said’in, Bingöl'ün (o zamanki adıyla Çapakçur'un) Ergani ilçesinin Eğil bucağına bağlı Piran köyündeki evine sığınan bir grup asker kaçağını almak üzere gelen jandarma birliğine ateş açılmasıyla başlayan isyan, gerek isyancıların halktan bekledikleri desteği alamaması, gerekse devletin 20 bin kişilik orduyla, isyancıların üzerine gitmesi sayesinde iki ay gibi kısa sürede bastırılmıştı. Şeyh Said ve yanındakiler, 14 Nisan’da, Ankara’nın isyanın planlayıcısı Azadi örgütündeki casusu olan Cibranlı Binbaşı Kasım Bey tarafından yakalanarak hükümete teslim edilmiş, Azadi (Özgürlük) örgütü liderleri Cibranlı Halit Bey, Yusuf Ziya Bey ve üç akrabası 14 Nisan 1925’te Bitlis’te kurşuna dizilirken, Şeyh Said ve 47 adamı, 29 Haziran 1925’te, Diyarbakır’da halkın da katılımı ile idam edilmişti. (Yusuf Ziya Bey 1924 Ekim ayında Beytüşşebap Ayaklanması ile ilgisi bulunduğu gerekçesi ile tutuklanmıştı.)

 

ÇARESİ SÜRGÜN . Türk Hükümeti, Musul sorunun Milletler Cemiyeti gündeminde olduğu bir sırada çıkan ayaklanma, Musul’u almak için ‘Türk-Kürt etle tırnak gibidir’ tezine zarar vereceği için, ayaklanmayı dışarı karşı olduğundan küçük, içeri karşı olduğundan büyük gösterecekti.

 

Hükümetin olayı iç muhalefeti bastırmak için kullandığı açıktı. Çünkü 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş, ardından 1920 tarihli Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nda değişiklik yapılarak dini esaslı cemiyet kurmak ve dini siyasete alet etmek vatana ihanet kapsamına alınmıştı. ‘Pasif’ bulunan Ali Fethi (Okyar) Bey hükümeti düşürülmüş ve yerine ‘şahin’ İsmet Paşa hükümeti kurulmuştu. 4 Mart 1925’te, ülkedeki tüm özgürlükleri rafa kaldırmaya olanak veren Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldıktan sonra isyancıları yargılayacak Şark İstiklal Mahkemeleri kurulmuş İstanbul ve Anadolu’daki İslamcı, muhafazakar ve solcu gazeteler de kapatıldıktan sonra 20 bin askerin katıldığı ‘tenkil’ harekatı başlamıştı. ‘Tenkil’ harekatı sırasında 15-20 bin isyancı öldürülmüş, yüzlerce köy yakılmıştı. İsyan bölgesindeki İstiklal Mahkemelerinin görev yaptığı Mart 1927’ye kadar 5.110 kişi yargılanmış, 420 idam, 1911 hapis cezası verilmişti. 17 Kasım 1924’te Mustafa Kemal’in muhaliflerinin kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, isyanla ilişkilendirilerek 3 Haziran 1925’te kapatılmıştı. (Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi, Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 134-155 ve Ergun Aybars, İstiklal Mahkemeleri 1923-1927, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1982, s. 125.)

 

 

ŞEYH SAİD İSYANI’NIN MAHİYETİ NEYDİ?

 

13 Şubat 1925’te jandarma kışkırtması ile patlak veren isyana adını veren varlıklı ve eğitimli Nakşibendi Zaza Şeyhi Said Hilafetin kaldırılmasına tepki gösteriyor, II. Abdülhamid'in en büyük oğlu olan ve o sıralar Beyrut'ta yaşayan Mehmed Selim Efendi'yi başa geçirerek Saltanat ve Hilafet'i yeniden kurmak istediğini söylüyordu. Ancak isyanın arkasındaki Azadi örgütü Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’nda görev yapmış milliyetçi subayların kurduğu seküler bir örgüttü. Öte yandan, olaya ‘irticai’ damgasının hükümetin işi olduğuBakanlar Kurulunun 3 Mayıs 1341/1925 tarihli kararnamesindeki şu ifadeler gösteriyor:"Yüce Genel Kurmay Başkanlığından gelen 30 Nisan 1341 tarih ve 1835/2270 numaralı tezkerede, son isyan ve irticâ olayının basınımızda ve özellikle İstanbul basınının büyük bir kısmında genel bir Kürt ayaklanması şeklinde gösterilmesi, iç ve dış düşmanlarca propaganda zemini ittihaz edilmekte olduğundan ve esasen sınırlı bir sahada çeşitli emeller ve iğfalât (aldatmalar) neticesi oluşan olayın büyütülmesi uygun olmadığından, isyanın ayrımcılıktan ziyade irticâî cehalet ve aldatma neticesi zemininde yayın yapılması için gereğinin yerine getirilmesi teklif olunmuştur….irticâi görünümü olduğu tespit ve malum olan hadisenin, basında Kürt meselesi şeklinde inhisar ettirilmesi gerçeğe mutabık olmadığı kadar siyaseten de sakıncalı olduğundan, keyfiyetin bu açıdan yayınlanması için Dışişleri Bakanlığına tevdiî münasib görülmüştür."

 

YABANCI PARMAĞI VAR MIYDI? Resmî tarihin daha sonraki yıllarda olaya kattığı ikinci ‘sos’, bu‘irticai’ kalkışmanın iç dinamiklerle değil dış ‘mihraklarla’ ilişkisi olduğudur. Peki, bu doğru mudur? Önce, İsmet İnönü’yü dinleyelim: “Şeyh Said İsyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır. Fakat, bundan şüphe edilmiş ve gerekli tahkikat yapılmıştır. Çünkü, İngilizlerin Musul hareketi esnasında ve daha sonra Nesturi ayaklanmasında olduğu gibi, hudutlarda ve dışarıda propagandayla, münasebetlerle Şeyh Sait İsyanı’nın patlamasına zahiren yardımcı oldukları intibaı mevcuttu.” (İnönü, Hatıralar, Cilt I, I, s. 202)

 

Gerçekten de, Azadi örgütü, Ermenilerden İngilizlere, Ruslardan Fransızlara kadar herkesten yardım almaya çalışmıştır. Dönemin tanıklarından Hesen Hişyar Serdî'nin anılarında dış destek arayışı ile ilgili çabalardan şöyle anlatılır: "… bazı üyeler, 'Suriye üzerinde Fransa ile ilişkiler kurmak gerektiğini,' önerdi. Bazıları ise, 'Biz Irak üzerinden İngilizlerle ilişki kuralım,' dedi. İçlerinden iki üye de, 'Sovyetler bize komşu ülkedir, onunla ilişkiye geçelim,' görüşünü ileri sürdü. Bu öneriyi ezici bir çoğunluk, 'Sovyetler dinsiz bir ülkedir. Bizim onlardan hiçbir beklentimiz olamaz,' diye bağırarak tepki ile karşıladı. Toplantıda Şeyh Sait bağdaş kurup oturmuş vaziyette sessizce dinliyordu. Tepkiler karşısında sessizliğini bozarak, 'Kimisi Fransa kimisi İngiltere dedi, hiç kimse de kızmadı. Ne zaman ki Rusya'nın bahsi geçti çoğunluk yerinden tepki ile sıçradı. Biz siyasi bir dost ve bizi destekleyecek birini arıyoruz. Sizin devletlerin dini ile ne alakanız olacak ki?" (Hesen Hişyar Serdî, Görüş ve Anılarım, Med Yayınları, İstanbul 1994, s. 194.)

 

EMNİYETİN TUZAĞI MI? Metin Toker Şeyh Said ve İsyanı adlı kitabında İstanbul Emniyeti’nin, Nizamettin Bey adlı bir zabıta görevlisine İngiltere Hariciye Nezareti” görevlisi Mr. Templeton süsü vererek, 1924’ten 1925 Mart ayına kadar Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyit Abdülkadir’in yakını Palulu ‘Kör’ Said’le defalarca görüştürdükleri,ancak Seyit Abdülkadir Bey’in, Mr. Templeton’un getirdiği 80 bin liralık şahsi çeki kabul etmediği, ayrıca önceden kararlaştırılan anlaşma metnini imzalamadığını anlatır. (s. 131)

 

İngiliz arşivlerine dayanarak doktora çalışması yapan İhsan Şerif Kaymaz’a göre ise İngiliz rolüne ilişkin somut kanıt yoktur ancak Britanya Hükümeti’nin parmağı yoksa bile, Britanya’nın bölgedeki istihbarat görevlisi Dobbs’un işin içinde olması muhtemeldir. Çünkü Dobbs, isyan günlerinde alışılmadık bir suskunluk içerisindedir. Kaymaz haklı olarak, her zaman belgelerin değil, bazen suskunlukların da açıklayıcı olabileceğini düşünmektedir. (İ. Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, 2003,s.468-495)

 

Peki, isyan Musul sorununda kendisine yaramış olsa da, büyük bir Müslüman nüfusa sahip Britanya İmparatorluğu’nun Halifeliği geri getirmek isteyen bir ‘mürteci’ye destek vermesi mantıklı mıdır? Musul petrollerini kontrolüne almak isteyen Britanya’nın Sovyet yayılmacılığına karşı tampon olarak güçlü bir Türkiye’den yana olması gerekmez miydi soruları ortadadır. Dolayısıyla isyancıların İngiliz desteğini aramış olması, İngilizlerin destek verdiğinin kanıtı olamaz diyenler de haklıdır.

 

ULUSAL MI? Peki, isyanın gerçek mahiyeti neydi? O yıllarda ne üretim biçimi ve ilişkileri ne de bunların üzerinde yükselen üst yapı kurumları ‘ulusal’ nitelikte bir ayaklanmaya müsait değildi. Ancak ayaklanmayı planlayanlar ‘ulusal’ uyanış içinde olan kimselerdi. Buna karşılık halkı harekete geçiren söylemler dinseldi. Yine de ayaklanmaya katılım sınırlı kaldı çünkü, Zaza olmayan Kürtler, Zaza olup Alevi mezhebine dahil olanlar, Sünni olup Nakşibendi olmayanlar ayaklanmayı desteklememişti. Yani, ortada ‘ulusal’ bir bilinç yoktu. Şeyh Said İsyanı davasını gören Şark İstiklal Mahkemesi reisi Mazhar Müfit Bey ise şöyle demişti: “Kiminiz hasis şahsi menfaatlerinize bir zümreyi âlet, kiminiz ecnebi kışkırtması ve siyasî hırslarını rehber ederek, hepiniz bir noktaya, yani Müstakil Kürdistan teşkiline doğru yürüdünüz.” (B. Cemal, Şeyh Said İsyanı, s. 113’ten aktaran Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi, Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 137.)

 

AĞRI’NIN TEDAVİSİ ZİLAN DERESİ . İsyanın ardından ilan edilen 1925 Şark Islahat Planı uyarınca Cemilpaşazadeler, Bedirhaniler gibi bölgenin aristokratları, Saidi Nursi gibi dinsel liderleri sürgüne gönderildi. 1927’de ‘Bazı Şahısların Şark Mıntıkalarından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun’la sürgünün çapı daha da genişletildi. Aynı yıl, eski Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyeleri, Şeyh Sait’in, Bedirhan Bey ve Cemil Paşa’nın çocukları, Ermeni Taşnak komitesinin üyeleri, birbiriyle didişen aşiret reisleri gibi karışık bir grup, Lübnan’da Xoybun (Bağımsızlık) adlı bir örgüt kurdular. Böylece şehirli ve kırsal kökenli grupların veya bir zamanlar fail ve mağdur olarak karşı karşıya gelen Kürtlerin ve Ermenilerin zoraki evliliği ortaya çıktı. Xoybun (Hoybun) 1926-1930 arasında Yezidi, Sünni ve Alevi Kürt aşiretlerinden oluşan Celali konfederasyonunun Ağrı Dağı’na sığınmasıyla başlayan olaylara damgasını vuracaktı. Çeşitli dönemlerde İran, Irak ve Suriye’ye kaçmış olan Kürt aydınları, aristokratları, aşiret beyleri Ağrı’ya gelmişler, bunlara İran’daki Şikan aşireti de katılmış, eski bir Osmanlı askeri olan İhsan Nuri’nin yönetiminde dağda ‘Ağrı Cumhuriyeti’ diye bir yönetim kurup, Milletler Cemiyeti’ne bile başvurmuşlardı. Cumhuriyetin yeşil, sarı kırmızı bantların üstünde Ağrı Dağı motifli bir bayrağı bile vardı. (Naci Kutlay, “Cumhuriyet ve Kürtler”,Toplumsal Tarih, S. 160,Nisan 2007, s. 27-28)

 

Hükümet, isyancıları vazgeçirmek için 1928 yılında bir af çıkardı. İlginçtir, Erzurum Kongresi’ni düzenleyen VMHC’nin kurucularından Kürt kökenli Süleyman Nazif affa karşı çıktığı gibi “vaaz ve nasihat veya re’fet ve şefkat zamanı çoktan geçti, eline silah almış olan her asinin eli başıyla birlikte kesilmelidir” demişti.(Mehmet Bayrak, Kürdoloji Belgeleri II, Öz-Ge Yayınları, 2004, s. 291-292.) Bir süre sonra Nazif’in yöntemleri uygulandı, çünkü isyancılar dağdan inmişler ama İran’da yeniden örgütlenmeye başlamışlardı.

 

Alınan tedbirler hakkında bir fikir vermesi için 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinden okuyalım: "Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türkün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekatında imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur (.) Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekatına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa bizzat Ağrı'da tarama harekatına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkanı tasavvur edilemez."

 

Zilan Deresi cesetlerle dolunca İsmet Paşa noktayı koydu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Ödemiş'te bir konuşma yapan Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) ise lafı gevelemeyecekti: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930)

 

1933’te, Cumhuriyet’in 10. Yılı şerefine çıkarılan genel aftan, 1923’te Lozan Barış Antlaşması kapsamında yurt dışına sürülen 150’likler affedilip Türkiye’ye dönmelerine izin verilirken, sürgündeki Kürtlere bu hak tanınmamıştı. (Bayrak, s. 294)

 

DERSİM’İN TERBİYESİ ZOR. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” demişti. 1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) yöntemi açıkladı: “A. Bütün Dersimin hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye. B. Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çenberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersimden çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.” Erkânı Harbiye Reisi’ne verilen raporda ise açık konuşulmuştu: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Müsellah kuvvenin (silahlı kuvvetlerin) müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”(Dersim, Jandarma Genel Komutanlığı’nın Raporu, Kaynak Yayınları, 1998, s. 174 ve 184.)

 

Geçmiş tecrübelere bakarak devletin bu tavsiyeleri dinleyip dinlemediğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu konuya önümüzdeki haftalarda, 3 Ağustos 2008 tarihli ‘Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?’ başlıklı yazımı tekzip eden Sayın Nilüfer Bayar Gürsoy’un mektubuna cevap verirken değineceğim.

 

 

RIZA NUR İLE ZİYA GÖKALPNE KONUŞTU?

 

1921 Mayısı'nın son günleriydi. Samsun'dan yola çıkan yaylı bir arabada, iki önemli adam, Ankara'ya doğru ilerliyordu. Birisi, Rıza Nur'du, diğeri ise Malta'daki bir buçuk yıllık sürgün hayatından henüz yeni dönmüş olan Ziya Gökalp. Rıza Nur, yıllar sonra, yol arkadaşının vasıflarını överken suskunluğundan şöyle yakınacaktı: ‘Ziya, İttihatçılar'ın içinde yegane bir düşünür kafa ve âlim adamdı. Memleket ondan istifade etmeli. Vakıa on yıl muhasım (karşıt) saflarda bulunduk. Ama vatan işi başka. Kıymetli adamları iş başına koymalı. Yalnız pek az konuşuyor. Siz sormazsanız, hep somurtuyor. Laf ağzından damla damla çıkıyor. Yaylılarla beraber Ankara'ya gidiyoruz.’

 

İLMÎ TETKİKLER . Gökalp'in sözünü ettiği konulardan biri, yeni Türkiye'nin sosyolojik yapısıydı. Gökalp, savaş sonrasında Kürtler hakkında nasıl bir politika izlenmesi gerektiği sorusunu şimdiden araştırmak gerektiğini düşünüyordu. Rıza Nur'a bu amaçla bir "İlmi Araştırma Enstitüsü" kurmak gerektiğinden söz etti. Az ama öz konuşuyordu. Ankara'ya varmalarından bir süre sonra, Rıza Nur, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (yani Sağlık Bakanı) oldu. Ziya Gökalp'e ise, Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) içinde alt düzey bir görev verildi. Bu görevde fazla kalmayarak, sonbaharda memleketi olan Diyarbakır'a gitti.Kısa bir süre sonra Rıza Nur, "memleket ondan istifade etmeli" düşüncesiyle, Gökalp'e bir mektup yazdı ve doğudaki Kürt aşiretleri hakkında bir araştırma yapmasını rica etti. Rıza Nur, sonradan bunu şöyle anlatacaktı: "Sıhhiye vekili iken, isyanın da o vakit bu vekalete ait olmasından istifade ederek, Ziya Gökalp'e Kürtler'i tetkik ettirdim. Maksadım, bu gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra, Kürtler'e Türk olduklarını anlatmak için teşkilat yapıp faaliyete geçecektim. Bugün Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu bilirim. Yalnız onlara bunu bildirmek, öğretmek lazımdı."

 

Gökalp “Kürt Aşiretleri Hakkında Tetkikler” başlıklı araştırmasını yaptı ve Ankara hükümetine sundu. Bir sosyolog olarak konunun öneminin bilincinde olan Gökalp, 1924'teki erken ölümüne dek çeşitli dergilerde Kürtleri ele alan, Türklerle Kürtlerin kaynaşmışlığını ve ayrılmazlığını anlatan önemli makaleler kaleme aldı.

 

MODERNLEŞME FARKI . Gökalp, Türklerle Kürtler arasındaki temel farkı şöyle tarif ediyordu: "Türkler şehir medeniyetine daha istidatlı olduklarından şehirler Türklük merkezi halini almakla beraber, oralara gelen Kürtleri de Türkleştirmektedir. Köylerde ve çadırlarda yaşayan Türkmenler ise, sahra medeniyetinde daha kuvvetli bulunan Kürtlüğe temessül etmektedirler."

 

Bu durumda, Kürtleri hem Türklerle kaynaştırmak hem de modernleştirmek için yapılması gereken, onları göçebe ve dağlık yaşamdan yerleşik şehir yaşamına geçirmekti. Bu nedenle Gökalp, raporunda dağlık bölgelerde yaşayan Kürtlerin ovalara indirilmesini ve orada arazi sahibi kılınmalarını savunmuştu. Ancak bunlar yapılırken Kürtler ve Türkler arasında kardeşlik korunmalı, bunun için de ortak inançlar, değerler ve tarihsel birliktelik vurgulanmalıydı.

 

OKUNMAYAN RAPORLAR . Gökalp'in çalışması, dört kopya olarak çoğaltıldı. Birisi doğrudan Mustafa Kemal Paşa'ya gönderildi. Paşa raporu çok takdir etti. Hükümet, Gökalp'ten, araştırmayı genişletmesini istedi. Ancak hastaydı ve kendisine yardım edecek kimse de yoktu. Bu nedenle çalışma barış zamanına ertelendi. Fakat barıştan sonra da fazla yaşayamadı. Kürt konusundaki araştırmalarına devam edemedi, çok istediği “Türkiye içtimaiyatı” incelemelerini yapamadı, yoksulluk içinde vefat etti.

 

İleriki yıllarda, Ziya Gökalp’in değil Rıza Nur’un çizgisi egemen oldu. Zaten, Şevket Süreyya Aydemir'e göre Mustafa Kemal de, genel olarak, Ziya Gökalp’e “fazla bir meyil göstermemişti!”(Mustafa Akyol, Kürt sorunun yeniden düşünmek: Yanlış giden neydi? Bundan sonra nereye?, Doğan Kitap, 2006’dan kısaltılarak aktarılmıştır.)

 

Ziya Gökalp'in raporunu, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in İçişleri Bakanlığı'na raporu (1926), Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı'nın raporu (1926), Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören'in raporu (1931), Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın raporu (1931), Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay'ın raporu (1931), Başbakan İsmet İnönü'nün raporu (1935), Umumi müfettiş Abidin Özmen'in ‘Şark Meselesi’ raporu (1936), İktisat Vekili Celal Bayar'ın ‘Şark Raporu’ (1936), eski Vali ve Mülkiye Müfettişi Ahmet Hasip Koylan’ın raporu (1939 ?), Maliye müfettişi Burhan Ulutan'ın raporu (1947), 27 Mayısçıların raporu (1961) izledi.

  • 1 ay sonra...
Gönderi tarihi:

Bilenler vardır ama ben yinede açma gereği duydum.

Yıl 1966: Urfa'dan Ankara'ya diğer üniversite öğrencilerinden farklı olarak Tapu ve Kadastro öğrenimi için bir genç, Türkiye Cumhuriyeti'nin ana karargahına teşrif eder. Ankara'da ilk etkilendiği yer; Ulus'taki Atatürk'ün dev heykeli olur. Bu genç yıllarca namazını kılarken bile kendisiyle bir hesaplaşma içinde olur. Aşırı sağ çevrelerin verdiği milliyetçi ve dindar konferanslarını takip eden bu genci diğer öğrencilerden ayıran bir özelik daha vardır: Daha çok insiyatif sahibi olmak !.. Ve o yıllarda sola karşı politik bilinci yetkin unsurları yetiştirmek Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin müdavimi olur. Bu derneğin üyelerini ideolojik temelde eğiten Refik Korkut ve Necip Fazıl Kısakürek'in konferanslarını takip eder ve büyük ilgi duyar.

 

Bu genç, Abdullah Öcalan'dan başkası değildi..

 

Ankara Yüksek Öğrenim Derneği Yönetim Kurulu'na girdiğinde, yakın

arkadaşı Baki Karer'le, Kürtler'in bir ulus olduğunu, sömürge halinde

yaşadıklarını ve haklarını almak için bağımsız bir örgütlenmeye

gitmeleri gerektiğini savunmaya başladı.

 

Ankara'nın Dikmen semtinde bir evde toplanmaya, kendi

içlerinde tartışıp yeni bir örgüt kurmanın hesaplarını yapmaya başlayan

Öcalan ve yandaşları, faaliyetlerini Güneydoğu'ya taşımaya karar verdi.

 

İlk dönemlerde kendilerini Ulusal Kurtuluş Ordusu (UKO) diye

adlandırdılar. Diyarbakır'ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde, Kasım

1978'de yapılan bir toplantıda örgütün kuruluşu tamamlandı. Marksist -

Leninist temellere dayalı bir Kürdistan devletini silahlı mücadele

yoluyla kurmayı hedefleyen örgüte Partiye Karkeren Kürdistan (Kürdistan

İşçi Partisi) adı verildi ve Genel Sekreterlik görevine Abdullah Öcalan

getirildi. Aynı yıl Öcalan, Kesire Yıldırım'la evlendi.

 

PKK'nın lideri Abdullah Öcalan'ın yanı sıra yönetici kademesinde eşi

Kesire Yıldırım, Mehmet Hayri Durmuş, Cemil Bayık, Baki Karer, Duran

Kalkan, Ali Haydar Kaytan, Ali Gündüz, Resul Altınok, Sakine Polat,

Seyfettin Zuğulu, Suphi Karakuş, Mehmet Şener, Ferzande Tağaç, Mehmet

Duran, Karslı Abbas, Antepli Faruk, Şahin Dönmez, Mazlum Doğan ve

Hüseyin Tokgüler vardı.

 

PKK başlangıçta bölgede varlığını kabul ettirebilmek için

diğer örgütlerle mücadeleye girişti. Özellikle Kürdistan Ulusal

Kurtuluşçuları (KUK) adıyla bilinen örgüt üyeleri, PKK'nın hedefi oldu.

12 Eylül 1980'e kadar süren süreçte, PKK güvenlik güçlerine ve

bölgedeki diğer örgütlere karşı yüzlerce silahlı eylem gerçekleştirdi.

 

Abdullah Öcalan, 7 Temmuz 1979'da Türkiye'den ayrılarak

Suriye'ye geçti, ardından Lübnan'a giderek Suriye denetimindeki Bekaa

Vadisi'ne yerleşti. 12 Eylül'den sonra yurt dışına çıkan merkez komite

üyeleriyle militanlar da Bekaa'ya giderek Türkiye'de yapacakları

silahlı ve kanlı eylemlerin hazırlıklarına başlandı. 20 Ağustos

1982'deki PKK 2. Kongresi'nde Hakkari, Van ve Siirt'te silahlı mücadele

kararı alındı. Alınan karar doğrultusunda PKK, 1984'te ilk ses getiren

eylemini yaptı ve 15 Ağustos gecesi Eruh ve Şemdinli ilçelerini bastı.

 

1985 yılında ERNK (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) adı

altında cephe oluşturan örgüt, eylemlerinde köy baskınlarına ağırlık

verip, köy korucularına yönelik sistemli bir saldırı kampanyası

başlattı. Ardından toplu katliamlar geldi ve 1986'da Mardin'in Pınarcık

köyüne yapılan baskında kadın ve çocukların da aralarında bulunduğu 30

kişi öldürüldü.

 

Güneydoğu'yu kendisine mekan edinen ve burada örgütün ihtiyaçlarını

karşılamak için altyapı oluşturan PKK, Şırnak, Siirt ve Kuzey Irak'ın

Türkiye sınırına yakın kesimlerinde, dağlık bölgelerde yeraltı

sığınakları, askeri kamplar, tüneller ve hastaneler inşa etti.

 

Kent merkezlerinde başlatılması düşünülen ayaklanmaların ilk

denemesi ise 1992 Nevruz kutlamalarında Cizre'de gerçekleştirildi. Dört

kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylardan sonra ilçede sokağa çıkma yasağı

ilan edildi.

 

PKK, 1993'ten itibaren siyasi faaliyetlere ağırlık vermeye

başladı. Bu dönemde meslek kuruluşları, demokratik kitle örgütleri ve

sendikalara sızmak için çaba gösterildi. Almanya'da Kürdistan Ulusal

Meclisi'nin temelleri atıldı, PKK'ya bağlı bir meclis oluşturuldu.

 

DEP'in kapatılmasından sonra yurtdışına çıkan bazı milletvekilleri

aracılığıyla 12 Nisan 1995'te Hollanda'nın Lahey kentinde sözde

"Sürgündeki Kürdistan Parlemantosu" kuruldu. Ancak Türk

temsilciliklerine yönelik saldırılar ve örgütten ayrılanlara karşı

girişilen şiddet eylemleri nedeniyle, Almanya başta olmak üzere bazı

Avrupa ülkelerinin tepkisini çekmeye başladı. Önce Almanya sonra diğer

ülkelerin faaliyetlerini yasadışı ilan etmesiyle PKK Avrupa'daki gücünü

yitirdi.

 

Örgüte en son darbe, 1998 yılında "Parmaksız Zeki" kod adlı

PKK'nın ikinci adamı Şemdin Sakık'ın kopuşuyla gerçekleşti. Örgütten

kaçan Sakık'ı Öcalan Barzani'den istedi. Ancak Şemdin Sakık, aynı

tarihlerde bir operasyon sonucu yakalandı ve Türkiye'ye getirildi.

Not:Alıtıdır

Gönderi tarihi:

Devam edelim.

abdullah öcalan ve eserleri

*

 

22.02.1987 günü Şırnak-Uludere-Taşdelen köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 14 vatandaşımız katledilmiş, 6 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

20.06.1987 günü Mardin-Ömerli-Pınarcık köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 245 vatandaşımız katledilmiş, 4 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

08.07.1987 Şırnak-İdil-Pençenek köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 16 vatandaşımız katledilmiş, 6 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

18.08.1987 Siirt-Eruh-Kılıçkaya köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 23 vatandaşımız katledilmiş, 1 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

10.10.1987 günü Şırnak-Meşeiçi köyü Çobandere mezrasına yapılan silahlı saldırıda (13) vatandaşımızı katletmiştir.

 

29.03.1988 Siirt-Eruh-Yağızoymak köyü civarında koyun otlatan çobanlardan (9)'u teröristler tarafından boğularak katledilmiştir.

 

07.05.1988 günü Şırnak-Merkez-Dereler köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 16 vatandaşımız katledilmiş, 1 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

02.05.1988 günü Hakkari-Uludere-Ortabağ köyüne yapılan silahlı saldırıda (6) vatandaşımız katledilmiştir.

 

08.05.1988 günü Mardin, Nusaybin, Taşköy Balminin mezrasına saldıran teröristlerce (7)'si çocuk olmak üzere toplam (10) vatandaşımız katledilmiş, (3) vatandaşımızda yaralanmıştır.

 

24.11.1989 günü Hakkari-Yüksekova İkiyaka köyü Aşağımolla Yasin Mahallesine yapılan silahlı saldırıda (28) vatandaşımız katledilmiş, (2) vatandaşımız da yaralanmıştır.

10.06.1990 günü Şırnak-Güçlükonak-Çevrimli köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 23 vatandaşımız katledilmiş, 6 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

22.07.1991 günü Mardin-Midyat bölgesinde teröristlerce sivil araçlara yapılan saldırı sonucunda 19 vatandaşımız katledilmiş, 5 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

25.12.1991 günü İstanbul-Bakırköy İstanbul Caddesi üzerinde terör örgütü KADEK lehine sloganlar atarak kanunsuz gösteri yürüyüşü yapan (40-50) kişilik bir grup Egebank, Kit, Arçelik, Emlak Bankası, Çetinkaya Mağazalarına molotof kokteyl atmış, Çetinkaya Mağazası'nda çıkan yangın sonucu (3) erkek, (1) çocuk, (7) kadın toplam (11) vatandaşımız hayatını kaybetmiş, (14) vatandaşımız yaralanmış, olayla ilgili olarak (47) kişi yakalanmıştır.Yukarı

 

21.03.1992 günü Şırnak-Cizre ilçe merkezinde toplanan bir grup, KADEK lehinde slogan atarak yürüyüşe geçtiği sırada Cizre'nin Güneydoğusundaki Saklan deresi istikametinden 1000-1500 kişilik KADEK bayraklı bir grupta Cizre ilçesine doğru yürüyüşe geçmiş, ilçe merkezinde topluluk içerisinden Güvenlik Kuvvetlerine ateş açılmış, çıkan olayda (13) vatandaşımız katledilmiş, (26) sivil de yaralanmıştır.

20.10.1992 günü Bingöl-Solhan bölgesinde teröristlerce sivil araçlara yapılan saldırı sonucunda 19 vatandaşımız katledilmiş, 6 vatandaşımız ise yaralanmıştır. 22.10.1992 günü Tunceli-Malazgirt-Dedebağ köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 12 vatandaşımız katledilmiş, 4 vatandaşımız ise yaralanmıştır. 05.07.1993 günü Erzincan-Kemaliye-Başbağlar köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 33 vatandaşımız katledilmiş, 3 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

18.07.1993 günü Van-Bahçesaray-Sündüzlü yaylasına yapılan silahlı saldırı sonucunda 24 vatandaşımız katledilmiş, 1 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

04.08.1993 günü Bitlis-Mutki bölgesinde sivil araca yapılan saldırı sonucunda 15 vatandaşımız katledilmiş, 13 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

04.10.1993 günü Mardin-Midyat bölgesinde sivil araca yapılan silahlı saldırı sonucunda 26 vatandaşımız katledilmiş, 3 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

04.10.1993 günü Siirt-Şirvan-Deltepe köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 33 vatandaşımız katledilmiş, 10 vatandaşımız ise yaralanmıştır. 21.10.1993 günü Sirit-Baykan-Derince köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 24 vatandaşımız katledilmiş, 7 vatandaşımız ise yaralanmıştır. 25.10.1993 günü Erzurum-Çat bölgesinde sivil araca yapılan silahlı saldırı sonucunda 32 vatandaşımız katledilmiş, 8 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

21.01.1994 günü Mardin-Savur-Ormancık köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 16 vatandaşımız katledilmiş, 4 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

12.02.1994 günü İstanbul-Tuzla istasyonunda tren beklerken çöp bidonuna KADEK terör örgütü mensuplarınca yerleştirilen bombanın patlaması sonucu (5) askeri öğrenci hayatını kaybetmiş, (16) askeri öğrenci ve (11) er yaralanmıştır.

01.01.1995 günü Diyarbakır-Kulp-Hamzalı köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 18 vatandaşımız katledilmiş, 9 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

04.05.1995 günü İstanbul, Küçükçekmece Cennet Mahallesi, Hürriyet Caddesi üzerinde bulunan Nazlı Giyim Mağazasına kimliği teröristlerce molotof kokteyl atılmış, çıkan yangında (3) vatandaşımız ölmüş, (1) kişi de yaralanmıştır.

 

22.06.1996 günü Diyarbakır-Elazığ karayolu üzerinde bulunan Altındağ dinlenme tesislerine teröristler tarafından yapılan silahlı saldırı sonucu, (1) Uzman Çavuş, (1) Polis Memuru şehit olmuş, (6) vatandaşımız hayatını kaybetmiş, (1) Polis Memuru ile (11) vatandaşımız yaralanmıştır.Yukarı

 

08.11.1996 günü Hakkari-Çukurca bölgesinde sivil araca yapılan silahlı saldırı sonucunda 17 vatandaşımız katledilmiş, 11 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

15.12.1997 günü Mardin-Dargeçit bölgesinde sivil araca yapılan silahlı saldırı sonucunda 12 vatandaşımız katledilmiş, 13 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

09.07.1998 günü İstanbul-Eminönü-tarihi Mısır Çarsında bulunan ÜNLÜOĞLU büfesine teröristlerce konulan bombanın infilak etmesi sonucu (7) vatandaşımız hayatını kaybetmiş, (3) Alman, (3) Fransız, (2) Norveç ve (2) de Irak olmak üzere toplam (10) yabancı uyruklu ile (111) vatandaşımız yaralanmıştır.

 

13.03.1999 günü 16.30 sıralarında İstanbul-Kadıköy-Fahrettin Kerim Gökay Caddesinde bulunan İbrahim TAŞLI�ya ait 5 katlı Mavi Çarşı işhanına bir grup terörist tarafından molotof kokteyli atılması sonucu çıkan yangından ve duman zehirlenmelerinden dolayı (10)'u Kadın, (2)'si Erkek, (1) hastanede olmak üzere toplam (13) vatandaşımız hayatını kaybetmiş, (2)�si kadın (5) vatandaşımız da yaralanmıştır. Olayın failleri güvenlik güçlerinin yaptığı operasyonlar sonucunda yakalanmıştır.

*

 

01.07.1999 günü saat 21.40 sıralarında Elazığ-Merkez-Yenimahalle-Muharrem Çorbacıoğlu Sokakta bulunan Poyraz Kıraathanesine, KADEK terör örgütü mensuplarınca yapılan silahlı saldırı sonucu (4) vatandaşımız ölmüş, (5) vatandaşımız yaralanmış, olayda yaralanan (1) Polis Memuru daha sonra 07.07.1999 günü şehit olmuştur. Olayda (1)�i kadın (2) terörist ise ölü olarak ele geçirilmiştir. Teröristlere ait (2) uzun namlulu silah ve (1) bomba (4) şarjör, (58) mermi ele geçirilmiştir.

ALINTI

Hepsini yazamayız tabikide bunlar bir kısmı

Şimdi birileri çıkıp yine savunucak

Gönderi tarihi:
Devam edelim.

abdullah öcalan ve eserleri

*

 

22.02.1987 günü Şırnak-Uludere-Taşdelen köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 14 vatandaşımız katledilmiş, 6 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

.

.

 

 

Turk Medya'sindan alinti haberler. Kim inanir ki buna?

Bizler siralayalim mi TSK'nin ve devletin yaptiklarini...

Yakilan 6700 Kurt koyunu...

Oldurulen 17 bin Kurt insanini...

Cezaevlerinde iskencelere maruz kalan milyonlari?

Kemikleri kirilan cocuklarimizi...

Van'da Muglali adinda bir komutanin nasil 33 Kurdu vahsice oldurttukten sonra suclu bulundugunu, ve cezaevinde oldugunu ama yine de isminin bir kislaya verildigini!

 

Bos propaganda yerine yapici yorum da bulunun lutfen!

 

Sizin devlet tekelindeki gazeteleriniz ne zaman hangi konuyu GERCEKLERIYLE yazdi ki bu listelediklerinize inanalim. Bakin attigim "6 askerin oldugu mayini kim dosemis" iletisine? Iste gercek cikti ortaya degil mi?

 

 

 

Diyarbakirli...

Gönderi tarihi:

KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNE MAHKUM OLAN KÜRT SORUNU!..

Kürtler, Kürt Sorununun DTP veya PKK’ya Mal Edilmesinden Rahatsız!..

Kürt Siyasetçilerinin Kıblesi İmralı-Kandil Değil, Kürtler Olmalı!..

 

 

 

Tüm çağrılara rağmen, dağlardaki silahlı kadrolarını yurt dışına çekmemekte direnen ve “eylemsizlik kararı” almasına rağmen “meşru savunma” adı altında uzaktan kumandalı mayınlarla can almaya devam eden PKK ve siyasi uzantısı DTP, Kürt sorununun çözümü konusunda kıblelerini Kürtler yerine, yine İmralı’ya yönelttiler. DTP’liler için kendilerini seçerek Meclis’e gönderen Kürtlerin ne düşündüğü değil, İmralı sakininin Ağustos ayında açıklayacağını söylediği “yol haritası”(?) daha önemli. Onun için DTP sessizliğe gömüldü…

 

 

 

Peki, Kürtler ne düşünüyor? Bu sorunun cevabı ile ilgili düşüncelerimi söylemeden önce, sizlere bölgeyi gezen bir dostumun gönderdiği e-posta’dan söz etmeyi düşünüyorum;

 

 

“Diyarbakır ve Batman'daki izlenimlerimi sıcağı sıcağına size aktarmak istiyorum. Birer konuşma yapmak üzere gittiğim her iki şehrimizde karşılaştığım insanların özellikle Kürt sorununa yaklaşımlarında dikkat çeken ve üzerinde durulması gereken bir yan vardı. O da, Kürt sorununun DTP veya PKK'ya mal edilmesine karşı duyulan rahatsızlık.

 

 

Bölgede PKK’nın önemli bir sempatizan kitlesinin varlığı kuşkusuz. Ancak Kürt sorununun bütün çerçevesinin DTP tarafından çizilmesi bölgedeki diğer unsurlarda giderek daha büyük rahatsızlık veriyor. Rahatsızlığın önemli bir kaynağı da, sorunların çözümünde kendini giderek bir muhatap olarak kabul ettirdiği düşünülen DTP'nin bunu PKK'nın silahlı terörü sayesinde başardığını lanse etmeye çalışmasıdır.

 

 

Sonuçta DTP'nin şu veya bu yolla bölgedeki başka unsurları çözümde denklem dışına itmesinin bir strateji olduğu düşünülüyor.

 

 

DTP de devletin Kürt sorununun çözümüne ilişkin yaptığı veya yapacağı bütün açılımları dağdakilerin fedakârca mücadeleleri sayesinde elde edilmiş kazanımlar olarak telkin eden propagandayı çalıştırmaktan geri durmuyor. Bu durum, Kürt açılımının önünde kazasız belasız aşılması zor mayınlı bir alan yaratmakta, bir yandan da PKK'nın askeri vesayetini daha da pekiştirmektedir. Bunu yaparken hedefinin Kürt sorununun çözümü olmaktan çıkıp giderek politik kârının kontrolü güvenceye alınmış bir Kürt milliyetçiliği olduğunu da daha fazla belli ediyor.

 

 

Aslında bu saatten sonra toplumun önemli unsurlarının da olumlu katılımlarının açıkça ortaya çıkmasıyla çözüm yoluna girmiş olan sorunun ısrarla ‘Kürt sorunu’ olarak nitelenmesinin de bir karşılığı kalmıyor. Çünkü sorun artık gerçekten de bir ‘Kürt sorunu’ değil bir ‘Kürt milliyetçiliği sorunu’na dönüşmeye yüz tutuyor.

 

 

Bütün gerekçelerini Kürtlüğü inkâr eden bir Türk milliyetçiliğine bağlayan bir Kürt milliyetçiliğinin ne sorunun çözümüne bir katkısı olacağı ne de Kürtlere bir fayda sağlamayacağı çok açık. Ayrıca kendi “öteki”sini kötülükte adım adım, ama kötü bir biçimde taklit etmekten öte bir anlamı olmuyor.

 

 

Son seçimlerde bölgede başka partilere nazaran almış olduğu oy oranlarının, DTP'nin kendini Kürt sorununun tek muhatabı gibi sunmasını bir ölçüde kolaylaştırdığına kuşku yok.

 

 

Hem Diyarbakır hem Batman'da insanların siyasal bilinç düzeyinin yüksekliği ilk anda göze çarpıyor. O kadar ki, bu siyasallık düzeyi ancak çok yüksek demokrasilerde hayal edilecek cinsten bir şey gibi geliyor. Katılımda bulunanların çoğunun siyasal sistemden memnuniyetsizliklerini ifade ediyor olmaları ise bu durumla ilginç bir tezat oluşturuyor tabi.

Türkiye gerçekten de çok ilginç potansiyelleri olan bir ülke. Demokratik kurallar içinde soruna demokratik süreç içerisinde çözüm arayanlara inanmak giderek zorlaşıyor.”

 

 

 

Değerli dostumun düşüncelerini aynen paylaşıyor ve birkaç ilave yapmak istiyorum.

 

 

Evet, barıştan, kardeşlikten, insan haklarından, demokrasiden sürekli söz edip Türkiye’nin üniter devlet yapısı içinde Kürtlere eşit haklar verilmesini isteyenlerin sözcüsü olduğunu iddia eden, ancak Kandil’in sözcülüğünü yapmaktan öteye gidemeyen DTP’liler, uluslararası toplum tarafından terör örgütü olarak kabul edilen PKK’lı teröristlere “gerilla”, yargılanarak ömür boyu hapse mahkum edilen İmralı sakinine “Sayın” diyerek ve bu şahsı soruna çare olarak göstererek, aslında gerçek niyet ve samimiyetlerini ortaya koyuyorlar.

 

 

DTP'nin yerine getirdiği işlevin, geniş halk kitleleri tarafından bu açıdan çok ciddi olarak sorgulandığını görüyoruz. DPT'nin Meclis'teki varlığı demokrasi-temsil açısından ne kadar önemliyse, DTP'nin demokrasinin kurallarını sindirmiş olması ve şiddetle (terör örgütüyle) arasına mesafe koyması da o denli önemlidir. Bu açıdan DTP'nin büyük bir zaafı olduğu tartışma kaldırmayacak oranda ortadadır. Ancak her şeye rağmen DTP kapatılmamalı, DTP'nin üzerine gidilmemeli, DTP'yle diyalog kurulmalı ve sorunlar DTP'yle ilişki kurularak çözülmelidir diye düşünüyorum. Ama… Buna karşın DTP’nin de siyasete ve demokrasiye olacak inancı zedeleyecek her türlü adımdan kaçınması, kendisini PKK'nın meşrulaştırılmasına hasretmemesi, sistemle sistem dışındaymışcasına pazarlıkçı politik tutumunu değiştirmesi gerektiğini de üstüne basarak vurgulamak istiyorum. Bu tür politikalarla DTP bir sonuca ulaşamayacağı gibi, en vahimi demokrasiye ve temsile, siyasete olan inancı önemli ölçüde baltalamakta ve Kürt sorununun çözümünü geciktirmekte, hatta imkansız hale sokmaktadır.

 

 

Demokrasi, demokratlık ve demokrat gerektirir… Ancak bilmeliyiz ki demokrasi toplumsal güçlü bir irade ve inanca da ihtiyaç duyar. Eğer bu sorunun çözümünde yol almak istiyorsak, demokrasi türlü, farklı, kombine önlemlerin ortak dili olmalıdır. Asayiş tedbirleri, ekonomik tedbirler, hak ve özgürlük alanında yapılacak iyileştirmeler, kimlik sorununa yaklaşım, tüm bu farklı önlemlerin her birisi demokratik mantıkla iç içe olmalı, demokrasi fikri ve ilkeleri bu farklı yöntemleri birbirine bağlayan ana unsuru teşkil etmeli ve Türkiye’nin üniter devlet yapısına zarar verecek her türlü yaklaşımdan titizlikle kaçınılmalıdır. DTP ve Kürt siyaseti, silahlı bir örgütün elinde rehin durumunda olmaktan kurtulmadan, sorunun çözüm sürecinde ilerleyebilme olanağı da pek mümkün görülmüyor.

 

 

 

***********

  • 3 hafta sonra...
Gönderi tarihi:

Uğur Kaymaz davası kararına tepki

 

12 yaşındaki Uğur Kaymaz davasında, Yargıtay’ın yerel mahkemenin polisler hakkında verdiği ‘Meşru müdafa sınırları içinde’ kararını onaması Diyarbakır’da tepkilere neden olduİHD Genel Başkan Yardımcısı ve Diyarbakır Şube Başkanı Muharrem Erbey, Yargıtay’ın kararının hukuki bir skandal olduğunu öne sürürek, “Türkiye’nin hukuk devleti olmadığı ortaya çıkmıştır” dedi. Diyarbakır Barosu Genel Sekreteri Serhat Eren de, kararı okuduğunda dehşete düştüğünü belirterek, “Polislerin 12 yaşındaki çocuğu vurmasını meşru müdafa göstermek hukuk adına bir skandaldır, Türkiye’nin durumunu ortaya koymuştur” diye konuştu.

 

Yargıtay 1’inci Ceza Dairesi’nin, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babasını öldüren polisler hakkında Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği, ‘Beraat’ kararını onaması tepkilere neden oldu. İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkan Yardımcısı ve Diyarbakır Şube başkanı Muharrem Erbey, Yargıtay kararının ‘85 yıllık Türkiye Cumhuriyeti'nin özeti’ olduğunu söyledi. Yargıtay’ın daha önce de çok olumsuz kararlar verdiğini önü süren Erbey, “Bu çok önemli ve emsal olacak hukuki bir skandaldır. Türkiye’nin hukuk devleti olmadığı ortaya çıkmıştır. Türkiye, kanunlar devleti değildir. Türkiye’yi güvenlik perspektifi ile yönetenlerin yargıyı nasıl etkilediklerini ortaya koyan çok önemli bir karardır” dedi.

 

‘AİHM'DE TÜRKİYE'Yİ MAHKUM ETTİRİR’

 

İHD olarak uzun zamandır yargının siyasallaştığını, devleti koruma refleksi ile kararlar verdiğini söylediklerini belirten Erbey, şöyle konuştu:

 

“Uğur Kaymaz dosyası bir kez daha göstermiştir ki, yargı halen siyasal düşünmektedir. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, Kürt coğrafyasında, Kürtlerin yaşamış olduğu sorunlar karşısında yargı her zaman için ön yargılı davranmaktadır. Bu karar da ön yargıyı gösteren somut bir durumdur. Bu karar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’yi kesinlikle mahkum ettirecektir. Yargıtay, son zamanlarda taş atan çocuklarla ilgili de çok önemli yanlış kararlar verdi. Taş atan çocuklara 25 yıl ceza alması gibi sakandal diyebileceğimiz kararlara imza attı. Uğur Kaymaz dosyası da göstermiştir ki, artık insanların Yargıtay’a da mahkemelere de çok fazla güvenlerinin kalmadığı ortaya çıkmıştır. Yargıtay kendini taraf olarak görmemelidir. Ama Türkiye’de maalesef yargı, devletin yanında, devleti koruma iç güdüsüyle hareket etmektedir. Türkiye’de güvenlik güçlerinin işkence ve kötü muamele yapması, orantısız güç kullanması karşısında yargının tepkisiz kaldığını ortaya koyan bir karardır.”

 

‘YÜKSEK YARGI TARAFLI’

 

Diyarbakır Barosu Genel Sekreteri Serhat Eren de, Kaymaz davası ile ilgili kararı okuduğunda dehşete düştüğünü söyledi. Eren şöyle konuştu:

 

“Ayağında terlik ve kendi boyundan belki uzun bir silah ile ateş ettiği iddiasıyla öldürülen bir çocuğun, polisler tarafından öldürüldüğü hususunun Yargıtayca meşru müdafa olarak kabul edilmesi hukuk adına skandaldır. Yüksek yargının taraflı davrandığını, tarafsız olmadığını, bu karar ile bir kez daha görmüş olduk. Dolayısı ile bu karar, adelet adına, hukuk adına kabul edilebilecek, toplum vicdanında kabul görebilecek bir karar değildir.”

Gönderi tarihi:
Devam edelim.

abdullah öcalan ve eserleri

*

 

22.02.1987 günü Şırnak-Uludere-Taşdelen köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 14 vatandaşımız katledilmiş, 6 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

20.06.1987 günü Mardin-Ömerli-Pınarcık köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 245 vatandaşımız katledilmiş, 4 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

08.07.1987 Şırnak-İdil-Pençenek köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 16 vatandaşımız katledilmiş, 6 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

18.08.1987 Siirt-Eruh-Kılıçkaya köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 23 vatandaşımız katledilmiş, 1 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

10.10.1987 günü Şırnak-Meşeiçi köyü Çobandere mezrasına yapılan silahlı saldırıda (13) vatandaşımızı katletmiştir.

 

29.03.1988 Siirt-Eruh-Yağızoymak köyü civarında koyun otlatan çobanlardan (9)'u teröristler tarafından boğularak katledilmiştir.

 

07.05.1988 günü Şırnak-Merkez-Dereler köyüne yapılan silahlı saldırı sonucunda 16 vatandaşımız katledilmiş, 1 vatandaşımız ise yaralanmıştır.

 

02.05.1988 günü Hakkari-Uludere-Ortabağ köyüne yapılan silahlı saldırıda (6) vatandaşımız katledilmiştir.

 

08.05.1988 günü Mardin, Nusaybin, Taşköy Balminin mezrasına saldıran teröristlerce (7)'si çocuk olmak üzere toplam (10) vatandaşımız katledilmiş, (3) vatandaşımızda yaralanmıştır.

 

24.11.1989 günü Hakkari-Yüksekova İkiyaka köyü Aşağımolla Yasin Mahallesine yapılan silahlı saldırıda (28) vatandaşımız katledilmiş, (2) vatandaşımız da ALINTI

Hepsini yazamayız tabikide bunlar bir kısmı

Şimdi birileri çıkıp yine savunucak

 

Bunlara rağmen yine aynı bölgelerde pkk'ya destek var.

 

Bu sonuç Ata sözümüzü nasılda haklı çıkartıyor.Yaptıkları propagandalarla o insanlar öyle kandırılımışki ,şimdi sorsanız o cinayetleri devlet işlemiş,pkk 'nın üstüne yıkmıştır diyeclerdir.

 

İlahi adaleti bekliyorum ve bu zihniyetteki insaları Allaha havele ediyorum !

Gönderi tarihi:

"Uzun zamandan beri kanayan yaramız olan “Kürt Sorunu” yine gündemin başına oturtulup tartışılmaya başlandı. Öncelikli sorun diye tanımlandı. Ama bu tür belirlemelerin yeni olmadığını iyi biliyoruz. Dönem dönem bazen başbakanlar, bazen cumhurbaşkanı bazen de genelkurmay başkanı tarafından dillendirildi. Her seferinde bu ve benzeri tespitler barışa dair umutları canlandırdı gözümüzde, yüreğimizde. Ama bu umudumuz güzel badem çiçekleri misali kısa ömürlü oldu her seferinde. Yine de her yeni söylemle belkilerde büyüttük yeni umutlarımızı, düşlerimizi. İnanmak istedik, dalgaların gerçekliğine sahip bu söylemlere. Belki de barışa, kardeşliğe duyduğumuz özlemdi bu umutlarımızın kaynağı. Çünkü uzun zamanlı savaşların, çatışmaların ve ölümlerin yarattığı derin, şiddetli acılardan öğrenip, düşlerimizde inşa ettiğimiz şeydi barış, kardeşlik tohumlarının atıldığı daha güzel bir dünya ideali. Cehennem dehşetinin masallarımızda yarattığı cennet idealiydi bizimkisi Sevgili Gökyüzü.

 

 

Barışa Dair Bir Deneme:

Ey kıvılcım, ey dudaklarımdaki gülümseme, aydınlığın imgesi. Sana sesleniyorum yüreğimin derinliğinden. Kalk ve göster gücünü insan bilincine. Göster evrene gücünü, var oluşunu göster.

Ey kıvılcım, ey güneşin doğuşundaki parıltı, mutluluğun imgesi. Sana sesleniyorum maviliğin içinden. Kalk ve yarat yeni aşkları, yeni tufanları.

Farklı renkleri yarat karanlığın göbeğinde. Yarat ki çat diye çatlasın karanlık göbeğinin orta yerinden.

Ey kıvılcım, ey bakışlardaki gözyaşı, hüzünlerin imgesi. Sana sesleniyorum ayrılığın içinden. Kalk ve anlat kendini. Yüreğini anlat. Anlat ki kanatlansın acılar, ayrılıklar bulutlansın. Anlat ki bebeklerin gözbebekleri gülsün. Tan vaktinde anneler ağlamasın, daima dualara durmasın, adaklar adamasın çocuklarının gelişine. Babalar görmesin çocuklarının soluşunu, çocuklar dedelerinden önce ölmesin. Anlat ki mevsimler değişsin. Badem çiçekleri açsın kadınların memeleri. Babalar alınlarının kıvrımlarında, nasırlı avuçlarında büyütsün bebeklerini. Büyütsün gözbebeklerinde yıldızları

Ey kıvılcım, ey benliğimdeki ateş, sevgimin imgesi. Sana sesleniyorum kalabalıkların içinden. Kalk ve dans et sonsuzluğun yüreğinde. Dans et ki Ehriman uyanmasın. Kahramanlar olmasın. Cellâtlar kafasını giyotine koysun. Karanlıklar karanlıklara gömülsün. Tanrı şeytanla barışsın. Dans et ki Kibele can bulsun. İntihar etmesin sonbaharda bütün yapraklar. Kumlara yağmur yağsın. Halepçe’de her çocuk bir tohum olsun. Çöller çiçek bahçeleriyle dolsun. Dans et ki iki insan birbirini sevsin. İki dünya, iki evren. Âşıklar dağları delsin. Zin Mem’e kavuşsun.

Ey kıvılcım, ey çocuksu dokunuş, masumiyetin imgesi. Sana sesleniyorum ölümlerin kokusu içinden. Kalk ve dönüştür yaşamı bahara, baharı sonsuzluğa… ***

“Kürt Sorununun” resmi makamlarca ifade edilmesinin hemen akabinde, sorun tartışma programlarının vazgeçilmez konusu haline dönüşüverir daima. Düşünsel olarak özünde birbirinden pek farkı olmayan sözde aydın, yazar, emekli asker, istihbarat elemanı, itirafçı ve Kürt hareketinin muhalifi bir Kürt, kurulan masanın etrafında sorunu tartışmaya başlar ekranlarda. Sorunu her defasında farklı bir devlet yetkilisinin dile getirmesine karşın, bu tür programlara her zaman aynı kişilerin çağrılmasına tanıklık ettik. Dolayısıyla sözde, sorunun tartışıldığı bu tür platformlar, kendini tekrar eden, ezberimizi bozmayan cümlelerin havada uçuştuğu programlara dönüşürdü her daim. Zamanla kimin ne söyleyeceğini ezberler hale geldik. Kendini tekrar etmekten öteye gidemeyen kısır cümlelerin avuçlarında boğulduk her defasında. Hiçbir zaman çözüme yönelik bilimsel, objektif, öngörülü ve cesur bir tarz yaratılmadı. Yaratmaya çalışanlara da ekranlarını kapattılar bu birileri. Bundan dolayı da her defasında dalga misali kıyıya varmadan eriyip denizlere karışıyordu bu belirlemeler. Marx’ın; “Tarihte bir olay iki kere tekerrür eder; ilki trajik, ikincisi komiktir” belirlemesi bu olsa gerek Sevgili Gökyüzü.

“Kürt Sorunu” öncelikli sorun olarak tekrar tanımlandı ülkemizin cumhurbaşkanı tarafından. Umudumun yeşermeye başladığı anda, Kürt siyasetçilerinin tutuklamalarını anımsadım birdenbire. Hala tüm hızıyla sürüyordu gözaltılar. Operasyonların çapı büyütülüyordu her geçen gün. Taş atan çocukların yaşları büyütülüp, yaşından büyük cezalara çarptırılıyordu. Bu sorunu ifade eden gazeteler kapatılıyordu birer birer. Terörle topyekûn mücadele için ‘Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’ kuruluyordu tüm hızıyla. Ama her seferinde bu böyle olmamış mıydı? Dönemin başbakanı tansu çillerin “Bask Modeli” önerisi, süleyman demirelin “Kürt Realitesini” tanıması, mesut yılmazın “Avrupa Birliği yolu Diyarbakır’dan geçer” belirlemesi, başbakan erdoğanın “Kürt Sorunu benim sorunumdur” demsinin ardından yaşadıklarımız buna benzer şeyler değil miydi? "

 

(Faysal Ceylan)

 

Gözaltına alınan,gülünç cezalara çarptırılan çocuklar ve UĞUR KAYMAZ için ADALET İSTİYORUZ!

Gönderi tarihi:
Turk Medya'sindan alinti haberler. Kim inanir ki buna?

.

.

.

Diyarbakirli...

 

TSK'nin görevi ülkenin ve milletin güvenligini saglamaktir,dagdaki teröristle o teröriste yataklik edenle savasir TSK. PKK bir terör örgütüdür. Türk devletinin zayif ruhlu siyasetcilerinin sayesinde hala yasamaktadir.

 

Türkiye de Kürt sorunu yoktur.Olmamistir.Türkiye'de Kürtcülerin ülkeyi bölme sorunu vardir ve bu soruna karsi Türk devleti mücadele vermektedir.

 

 

saygilarla

Gönderi tarihi:
TSK'nin görevi ülkenin ve milletin güvenligini saglamaktir,dagdaki teröristle o teröriste yataklik edenle savasir TSK. PKK bir terör örgütüdür. Türk devletinin zayif ruhlu siyasetcilerinin sayesinde hala yasamaktadir.

 

Türkiye de Kürt sorunu yoktur.Olmamistir.Türkiye'de Kürtcülerin ülkeyi bölme sorunu vardir ve bu soruna karsi Türk devleti mücadele vermektedir.

 

 

saygilarla

 

Her zaman ayni adimlar ve ayni nutuklar...

Sonucta binlerce olum ve husran.

Gönderi tarihi:

Çözüm ne...?

Çözüm adına yapılması gerenler ne...?

 

Kendi dillerince RADYO, TV ve GAZETE'leri bangır bangır yayında..

Şarkılarınıda özgürce çığırıyorlar dillerince, KASET ve CD'lerinide dinliyorlar..

 

Fakiriz dediler, YEŞİLKARTLARI ceplerine girdi.. Milyonlarca ton kömür dağıtılmakta.. Çocuk başına TÜRKİYE'nin hiç bir yerinde yapılmayan yardım bölgeye yapılmakta HER AY NAKİT OLARAK..

 

Çalışanların biriktirdikleri MİLYARLARCA DOLAR PARA bölgeye ve GAP'a yatırım olarak yollandı.. ( İşsizlik Fonu )

 

Bölgeden 10 lira vergi alamayan devlet.. 100 lira belediyelere para yollamakta..

 

İstanbulda Elektrik Faturanızı ödemezseniz 1 ay.. Hemen kesme ihbarnamesi gelir kapınıza.. Ama o bölgede Elektrik Faturası ödeyenler keriz yerine konulur.. Çünkü %80'i kaçaktır.. Hiçbirşey yapılamaz köye giremezler bir kere kurum yetkilileri..

 

İstanbulda benim çocuğum ile bölge insanının çocuğu aynı sırayı, Okulu ve öğretmeni paylaşır.. Aynı hakim karşısına çıkarız.. Aynı metroya biner, aynı kalabalık otobüslerde işimize gitmeye çalışırız..

 

Aynı sıkıntıları çekeriz hepimiz..

Yani ayrımcılık vs vs yoktur..

 

İyide verecek bir canımız kaldı.. Onuda Mehmetciğe kurşun.. Şehrime bomba atarak alıyorlar..

 

Çözüm diye Devletimizin ve Halkımızın YAPACAK NEYİ VAR..

Yada YAPMADIĞI NE VAR...?

 

Çözüm yolu TÜRK DEVLETİNDE veya TÜRK HALKINDA DEĞİL..

 

**********

ALINTIDIR.

Gönderi tarihi:
Çözüm ne...?

Çözüm adına yapılması gerenler ne...?

.

.

.

**********

ALINTIDIR.

Cözümden yana olmayanlar artik meseleyi bu boyutlara kadar tasidilar. Buradaki amac masumu suclu cikartmak, onuda yapmaya basladilar bile. Yillardan beri Kürt realitesi inkar edilmeseydi, dil yasagi olmasaydi, asimile politikalari uygulanmasaydi bir kisinin burnu dahi kanamadan tüm Kürt

kökenli vatandaslarimizi kazanmis olacaktik. Ama biz tersini tercih ettik, onlari yok saydik, inkar ettik ve böylece terör örgütlerinin olusmasinin tohumlarini sactik. Sonuc ise ortada, 40 bine yakin ölüm, 17 bine yakin faili mechul cinayetler, binlerce sehit ve gazi asker ve diger görevliler, binlerce yüregi yannan anneler, milyonlarca insanin bölgeden göc etmesi, issizlik, egitimsizlik vs.

Dolayisiyla simdi kimse burada kendisini sütten cikmis kasik gibi temiz ilan etmesin. Suclu devlet ve sorunu cözecek olanda gene devlet.

 

Devlet simdi kendi hatalarini ört bas etmek icin belirli kesimlerin yardimiyla yukaridaki aciklamalara benzerini yaptirmaktadir. Güya sözümona devlet masumdu da sadece hak isteyen Kürt vatandaslarimiz öcüydü.

Gönderi tarihi:
Çözüm ne...?

Çözüm adına yapılması gerenler ne...?

 

Kendi dillerince RADYO, TV ve GAZETE'leri bangır bangır yayında..

Şarkılarınıda özgürce çığırıyorlar dillerince, KASET ve CD'lerinide dinliyorlar..

 

Fakiriz dediler, YEŞİLKARTLARI ceplerine girdi.. Milyonlarca ton kömür dağıtılmakta.. Çocuk başına TÜRKİYE'nin hiç bir yerinde yapılmayan yardım bölgeye yapılmakta HER AY NAKİT OLARAK..

 

Çalışanların biriktirdikleri MİLYARLARCA DOLAR PARA bölgeye ve GAP'a yatırım olarak yollandı.. ( İşsizlik Fonu )

 

Bölgeden 10 lira vergi alamayan devlet.. 100 lira belediyelere para yollamakta..

 

İstanbulda Elektrik Faturanızı ödemezseniz 1 ay.. Hemen kesme ihbarnamesi gelir kapınıza.. Ama o bölgede Elektrik Faturası ödeyenler keriz yerine konulur.. Çünkü %80'i kaçaktır.. Hiçbirşey yapılamaz köye giremezler bir kere kurum yetkilileri..

 

İstanbulda benim çocuğum ile bölge insanının çocuğu aynı sırayı, Okulu ve öğretmeni paylaşır.. Aynı hakim karşısına çıkarız.. Aynı metroya biner, aynı kalabalık otobüslerde işimize gitmeye çalışırız..

 

Aynı sıkıntıları çekeriz hepimiz..

Yani ayrımcılık vs vs yoktur..

 

İyide verecek bir canımız kaldı.. Onuda Mehmetciğe kurşun.. Şehrime bomba atarak alıyorlar..

 

Çözüm diye Devletimizin ve Halkımızın YAPACAK NEYİ VAR..

Yada YAPMADIĞI NE VAR...?

 

Çözüm yolu TÜRK DEVLETİNDE veya TÜRK HALKINDA DEĞİL..

 

**********

ALINTIDIR.

 

Siz AB'nin Guney Dogu'ya yamaya calistigi bir suru yardimin devlet tarafindan bizzat engellendigini biliyormuydunuz Ilker Bey? Bu konuda Diyarbakir Buyuksehir belediyebaskani Beydemir'in RTE'ye defalarca resmi sikayette bulundugunu biliyormusunuz?

 

DTP belediyeleri elinde tutuyor diye, devletin yardim muslugunu kistigini biliyormusunuz?

 

Neden Elektrik, Su ve ppetrolun hepsi Guney Dogu'dan geliyorken Istanbul'a Izmir'e Ankara'ya dokuluyor asfaltlar? Neden 10-15 yil oncesine kadar Kurt koyleri elektriksizdi?

 

Bir de kalkmis "Devlet vergi almiyor" gibi ifadelerde bulunuyorsunuz cekinmeden! Devlet ne verdi ki vergi alsin bes kurusu olmayan Kurtlerden?

Aldigi vergi nereye gidiyor devletin?

 

Yahu ne yapti devlet koyleri yikip insanlari goc ettirmekten baska ne yapti o bolgelerde son zamanlarda soylesenize?

Gönderi tarihi:
Peki hiç düşündün mü? neden insanlar göç ettirildi.

 

Oh ne ala, Devlet yaptigi yanlis siyasetle, asimilasyon politikalariyla bir suru insani isyana tesvik etsin, sonra bunlarla basedebilmek icin koyleri atese verip insanlari zorlu goce tabii tutsun!

 

Vay be... Ne devlet!

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.