Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

_asi_

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.917
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

_asi_ tarafından postalanan herşey

  1. Sakarya (Atatürk Evi) Müzesi Sakarya Semerciler Mahallesi, Milli Egemenlik Caddesi’nde, İstasyon karşısında bulunan Sakarya Müzesi’nin bulunduğu bina, 1910–1915 yıllarında Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşı Baha Bey tarafından yaptırılmıştır. Sonraki yıllarda Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Milletvekili Hasan Cavit Bey tarafından satın alınmıştır. Atatürk 17 Haziran 1922’de bu evde annesi Zübeyde Hanım ile buluşmuş ve üç gün kalmıştır. Zemin kat ile birlikte üç katlı olan bu yapı 1967 depreminde büyük hasar görmüş, Kültür Bakanlığı tarafından 1983 yılında kamulaştırılmış ve aslına uygun olarak restore edilmiştir. Yeniden betonarme olarak yapılmış, dış cepheleri ahşap kaplanmıştır. Restorasyon sonrasında 1993 yılında Sakarya Müzesi olarak ziyarete açılmıştır. Müzenin zemin katında yönetim büroları, kalorifer dairesi bulunmaktadır. Birinci katta müdür odası ve 85 m2 genişliğinde bir sergi salonu, ikinci katta 50 kişilik bir konferans salonu bulunmaktadır. Müzenin arkeoloji ve etnografya seksiyonları bulunmaktadır. Arkeoloji seksiyonunda Prehistorik Çağ, Roma ve Bizans dönemlerine tarihlenen, yörede bulunmuş eserler sergilenmektedir. Bunların arasında yassı baltalar, pişmiş topraktan yapılmış kap kaçaklar, cam şişeler ve madeni eserler bulunmaktadır. Etnografya bölümünde ise Bursa, Konya, Tokat müzeleri ve Ankara Etnografya Müzesi’nden seçilerek buraya gönderilen Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi eserlerine yer verilmiştir. Etnoğrafik eserler arasında kesici ve ateşli silahlar, bakır eşyalar, çeşitli mühürler, el işlemeleri bulunmaktadır. Ayrıca Atatürk’e ait bazı eşyalar da burada bulunmaktadır. Müze bahçesinde Sakarya yöresinde bulunan Roma ve Bizans dönemi mimari parçaları, mezar taşları, sunaklar, kitabeler, steller, erzak küpleri sergilenmektedir.
  2. Sakarya Sivil Mimari Örnekleri Sakarya ve çevresinin doğası ve yaşam biçimleri sivil mimariyi de etkilemiştir. Ayrıca yörenin birinci deprem kuşağı içerisinde bulunması, zaman zaman meydana gelen depremler ve su taşkınlıkları da mimariyi etkileyen olaylardır. Bunun sonucu olarak da ahşap karkas tekniği yörede uygulanmış ve zararların en alt boyuta indirilmesine çalışılmaktadır. Taş temeller üzerine dikey ve yatay olarak ahşap taşıyıcılar kullanılmış, araları tuğla veya ker****le kapatılmıştır. Yapıların üzeri de yatay veya kırma çatılarla örtülmüştür. Osmanlı döneminde bu yöre akarsuların taşıdığı alüvyonlar yumuşak bir toprak örtüsü oluşturmuş, ayrıca yeraltı suları da zemin altı yumuşaklığına neden olmuştur. Ayrıca seller ve depremlerden ötürü Osmanlılar bölgeye önemli olarak yerleşmemişlerdir. Yalnızca düzeltilen alanlara küçük köy yerleşimlerinin dışına çıkılmamıştır. Nitekim XVII. Yüzyılda buraya gelen Kâtip Çelebi Cihannüma isimli eserinde “Ada Nahiyesi” isimli küçük bir uğrak yerinden söz etmiştir. Burası da bugünkü Adapazarı’nın ilk yerleşim yeridir. XIX. yüzyılda Charles Texier buradan küçük bir köy olarak söz etmiştir. Ayrıca A.de Moustier 1862 yılında buradan “Adaköy” isimli 10.000 nüfuslu bir şehir olarak söz etmiştir. Sakarya nehrinin doğu ve batı kolları arasında bulunan Tığcılar Köyü ve çevresinde pazarlar kurulduğundan ilk yerleşim olmuştur. Bunun yanı sıra Erenler Mahallesi’nde avlu içerisinde tek katlı ahşap çatılı, kiremit örtülü moloz taştan yapılmış eler bulunuyordu. Bu evlerin iç ve dış yüzleri samanlı çamur sıva ile örtülmüştü. Bu evlere toprak bir avludan girilmektedir. Çoğunlukla sofalar U biçiminde olup oturma ve yatak odaları ile mutfak bu sofanın sonunda bulunmaktadır. Avluda ise hayvanlar için ahırlar ve depolara yer verilmiştir. Günümüzde bu ilk yerleşimi gösteren evlerin yerini iki katlı betonarme evler almıştır. Sakarya’nın Adapazarı Tığcılar Mahallesi’ndeki evler ahşap veya ahşap karkaslı bağdadi sıvalı iki katlıdırlar. Bazı örneklerde üç katlı olanlar ile de karşılaşılmaktadır. Sakarya’da XIX. yüzyıldan sonra yapılmış evler çoğunlukla ahşap, bağdadi sıvalı iki ile üç katlı yapılardır. Bu yapıların sokak ile bağlantıları bulunmamaktadır. Dışa açılan pencerelerin tümü ahşap kafeslidir. Üst katlarda çardaklar (balkon) ve çıkmalar bulunmaktadır. Bunlar daha çok bahçeye ve avluya yöneliktir. Evlerin ana kapısından taş döşeli büyük bir sofaya geçilmektedir. Bu sofanın bir kenarında toprak bir fırın ile mutfak, diğer kenarında da odunluk, kömürlük gibi ve ambar gibi bölümlere yer verilmiştir. Sofadan birkaç basamakla üst kat sofasına çıkılır. Merdiven sonunda ikinci sofanın etrafında yatma ve oturma odaları, helâ bulunmaktadır. Odalarda Türk evlerinin geleneksel öğelerinden dolaplar, yüklükler ve sedirlere yer verilmiştir. Sakarya’nın İstasyon caddesinde daha çok şehrin zengin kesiminin oturduğu büyük evler bulunmaktadır. Bu evlerin zemin katları kesme taşlardan örülmüştür. Bunların bazılara taş bazıları da taş temeller üzerine ahşaplar. Evlerin ana girişleri evlerin ön yüzlerinde ve ortada bulunmaktadır. Giriş katlarında ortada bir sofa yanlarında birer oda bulunmaktadır. Üst katlar büyük bir sofanın çevresinde 4-5 yatak odası ile oturma odaları sıralanmıştır. Bu evlerde en üst kat daha çok konuklara ayrılmıştır. Evlerin odalarındaki döşeme ve tavanlara özen gösterilmiş ve bunların çoğu ahşap bezemelerle süslenmiştir. XIX.yüzyıldan sonra Ermenilerin yaşadığı Kömür Pazarı’nda bulunan evler genellikle üç katlı olup, ahşap veya ahşap karkastan yapılmışlardır. İstasyon Caddesi üzerindeki evlerle yapı üslubu bakımından büyük benzerlik göstermektedirler. Bu evlerin zemin katlarında ortada sofa ve bunun iki yanında oda ve mutfaklara yer verilmiştir. İkinci katta ise, yine ortada bir sofa bulunmakta olup, çevresine odalar sıralanmıştır. Bezeme olarak ahşap tavanlar ve dolap kapakları, ahşap işçiliğinin ortaya konduğu motiflerle bezenmiştir. Tavanlarda yağlı boya resimlere de yer verilmiştir. Sakarya’nın Çark Caddesi’nde ise daha çok bahçe içerisindeki konaklar bulunmaktadır. İstanbul konaklarının bir bakıma benzerleri olan bu yapılar harem ve selamlık olmak üzere iki ayrı bölümden meydana gelmiştir. Buradaki evler iki veya üç katlı olup, dışa taşkın üst katlarında oymalı çardakları ile dikkati çekmektedir. Çoğunlukla dış cepheler beyaz yağlı boya ile boyanmıştır. İçlerinde özenli bir işçilik uygulanmıştır. Yüksek tavanlar, ahşap bezemeli olduğu gibi yağlı boya motif ve resimlere de yer verilmiştir. Evlerin pencereleri ahşap kafeslidir. Kapılarında oymalar ve birbirlerinden farklı görünümde madeni tokmaklara ve kilitlere de rastlanmaktadır. Sakarya yöresinin Hendek, Geyve, Karasu ilçeleri ile Taraklı’da da kendine özgü yöre mimarisini yansıtan yapılarla karşılaşılmaktadır. Bu evler çoğunlukla bir yamaca yaslanmış iki katlı ahşap karkastan yapılmış olup, bağdadi sıvalıdır. Evlerin üst katları çıkmalarla dışarı taşırılmıştır. Buradaki konak tipi evler ise Türk sivil mimarisinin kendisine özgün örneklerini ortaya koymaktadır. Sakarya’nın ilçelerinden Taraklı XIX. yüzyıldan günümüze gelen evleri ile tanınmıştır. Taraklı’nın kentsel yerleşim dokusu bozulmamıştır. Günümüzde sit alanı ilan edilen ve koruma altına alınan ilçede 120 civarında ev bulunmaktadır. Yavuz Sultan Selim döneminde Sadrazamlık yapan Yunus Paşa’nın Taraklı’da bir cami yaptırmış olması yörenin önem kazanmasına neden olmuştur. Taraklı’da iki, üç ender olarak da dört katlı evlerden oluşan sivil mimarinin önemli yapıları bulunmaktadır. Bu evler arazi konumuna göre biçimlendirilmiş sokakların çevresinde, bahçeler içerisinde, birbirlerinin görünümlerini engellemeyecek şekilde yapılmışlardır. Dar ve dik sokakların çevresindeki bu evlere Arnavut kaldırımlı yokuş ve rampalardan çıkılmaktadır. Arazinin eğimli oluşu evlerin planlarını da etkilemiştir. Evlerin giriş katlarında depo ve kilerlere, hizmetçi odalarına, ocaklı fırınların bulunduğu mutfaklara yer verilmiştir. Evlerin üst katları dışa açılan geniş dikdörtgen pencerelerle aydınlatılmıştır. Bu pencerelerin bazılarına kafesler, kim geldi pencereleri, cumbalar ve vitraylar yerleştirilmiştir. Odalar ortadaki bir sofanın iki yanına sıralanmıştır. Taraklı evlerinin yapımında çoğunlukla ahşap yığma ve ahşap karkas teknikleri kullanılmıştır. Duvarlar içeriden ve dışarıdan çamur sıva ile sıvanmış, dışları beyaz badana ile boyanmıştır. Ayrıca geniş yüzeyli duvarlar, sıvaların çatlamaması için tahta mastarlarla bölünmüşlerdir. Bu mastarlar aynı zamanda süs ögesi olarak da kullanılmıştır. Evlerin içerisindeki odalarda dolap ve tavanlarda ahşap bezemelere yer verilmiştir.
  3. _asi_

    Sakarya Camileri

    Sakarya Camileri YUNUS PAŞA (Ulu Cami) CAMİSİ (Geyve) Sakarya ili Geyve ilçesinde bulunan Yunus Paşa Camisi Orhan Gazi döneminde (1324-1360) 1324 yılında yanındaki zaviye ile birlikte yapılmıştır. Cami kesme taştan kare planlı olarak yapılmıştır. İbadet mekânının üzeri pandantifli, kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür. Caminin önünde yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmış üç bölümlü, üzeri kasnaklı kubbeli bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Caminin mihrabı niş şeklinde olup, bir özellik taşımamaktadır. Caminin yanında kesme taş kaideli yuvarlak gövdeli, tek şerefeli minaresi bulunmaktadır. Ayrıca son cemaat yerinin önündeki avluda ahşap direklerin taşıdığı, ahşap çatılı mermer su haznesinden oluşmuş bir şadırvan vardır. SÜLEYMAN PAŞA CAMİSİ (Geyve) Sakarya Geyve ilçesinde bulunan Süleyman Bey Camisi XIV.yüzyılda Süleyman Bey tarafından yaptırılmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında yıkılmış ve yerine Cumhuriyetin ilanından sonra yeni bir cami yapılmıştır. Süleyman Bey Camisi’nin mimari yapısı bilinmemektedir. Ancak bugünkü caminin mimari yönden bir özelliği bulunmamaktadır. ŞEYH MÜSLİHİDDİN CAMİSİ (Kaynarca) Sakarya Kaynarca ilçesinde bulunan Şeyh Müslihiddin Camisi’nin yapım tarihi bilinmemektedir. Büyük olasılıkla Ahi teşkilatından Şeyh Müslihiddin tarafından XIV. yüzyılda yaptırılmıştır. Cami 1820 yılında yapılan onarımla özelliğini yitirmiş, dış cephesi tahta kaplanmıştır. Bu onarımı belirten bir kitabe yanındaki çeşmede bulunmaktadır. Caminin ilk yapımının moloz taş duvarlı, dikdörtgen planlı ve üst örtüsünün de çatı ile kaplanmış olduğu sanılmaktadır. Günümüze gelen yapı dikdörtgen planlı ve ampir üslubunda bir yapıdır. Mihrap ve minberi de ampir üslubunda bezenmiştir. Cami duvarlarında v tavanda da ampir ve barok karışım bir bezeme dikkati çekmektedir. Caminin yanındaki taş kaideli yuvarlak gövdeli ve tek şerefeli bir minaresi bulunmaktadır. ORHAN CAMİSİ (Adapazarı) Sakarya Adapazarı’nda bulunan Orhan Camisi, Orhan Gazi döneminde yapılmıştır. Ancak cami Sultan II. Abdülhamit döneminde bütünüyle yenilenmiş, orijinalliğinden uzaklaşmıştır. Günümüze gelen yapı XIX. yüzyıl üslubunda kesme taştan dikdörtgen planlı olup, üzeri çatı ile örtülmüştür. Son cemaat yeri ile ibadet mekânının üzerini aynı çatı örtmektedir. Giriş cephesinde altlı üstlü iki sıra halinde basık kemerli dörder pencere bulunmaktadır. Yan cephelerde de aynı şekilde dörder penceresi bulunmaktadır. Mihrap nişinin iki yanında da ikişer pencere vardır. Mihrap yuvarlak bir niş şeklinde olup barok üslupta kalem işleriyle bezenmiştir. Bitkisel motifler bezemede ağırlık kazanmıştır. Caminin yanındaki taş kaide üzerine yuvarlak gövdeli tek şerefeli bir minaresi vardır. Minare kaidesindeki kitabe Sultan II. Abdülhamit döneminde yenilendiğini göstermektedir.
  4. Sakarya Kaplıca ve İçmeleri Sakarya, kırık bir fay çizgisi üzerinde bulunduğundan termal kaynaklar bakımından oldukça zengindir. Bunların büyük bir kısmında turistik tesisler yapılmıştır. Sakarya’daki başlıca termal kaynakları Kuzuluk Kaplıcaları ile Taraklı İçmeleridir. KUZULUK KAPLICALARI (Akyazı) Sakarya’nın Akyazı ilçesi Kuzuluk Beldesi’ndeki bu kaplıca 100 m.lik yükseltisi olan bir tepededir. Çevresinde çok sayıda kaynaklar ve meşe ormanları bulunmaktadır. Saniyede 21 litre su akıtma kapasitesine sahip olan kaplıcanın sıcaklığı 85 ºC dir. Kaplıcanın suyu mide, karaciğer, safra kesesi, damar sertliği, şeker hastalığı, böbrek rahatsızlıkları, romatizma, siyatik, lumbago, egzama ve sedef hastalıklarına iyi gelmektedir. Kuzuluk Kaplıcası çevresinde Kuzuluk ve Kovuk Maden suları bulunmaktadır. Bunların yanı sıra da soğuk ve gazlı sular da kaynamaktadır. 1996 yılında inşası tamamlanarak faaliyete geçen Kuzuluk Evleri, Kuzuluk Beldesi’nde bulunan tek kür merkezidir. Merkezde, toplu kullanıma sunulan 250 kişilik lokanta, 250 kişilik eğlence merkezi, kafeterya, alış-veriş merkezi, 20 araçlık go-cart araç pisti bulunmaktadır. ÇÖKEK KAPLICASI (Akyazı) Sakarya ili, Akyazı ilçesi Kuzuluk Beldesinde bulunan Çökek Kaplıcasında toplam 9 kuyu bulunmaktadır. Bunlardan 4’ü su, 5’i ise çamur banyosu amaçlı olarak kullanılmaktadır. Kaplıca suyu, romatizma, siyatik ve kaşıntılara iyi gelmektedir. ACISU İÇMESİ (Geyve) Sakarya ili Geyve İlçesi’nin 5 km güneydoğusunda, Ahibaba Köyü’nde bulunan Acısu içmesi tadından ötürü halk arasında Acısu olarak isimlendirilmiştir. Su sıcaklığı 26 ºC olup, mide ve bağırsak hastalıklarına iyi gelmektedir. Suyun çevresi, içinden akan dere ve doğal çevresi ile mesire ve dinlenme yeri olarak kullanılmaktadır. ILICAK KÖYÜ GAZLISUYU (Geyve) Sakarya ili Geyve ilçesinin 15 km güneydoğusunda, Geyve-Taraklı yolunun 13. kilometresinden sonra gelen Ilıcak Köyü içinde yer almaktadır. Mineral yönünden çok zengin ve şifalı olan kaplıca suyu bromür ve iyodür içermektedir. Suyun ortalama sıcaklığı 26 ºC dir. KİL HAMAMI KAPLICALARI (Taraklı) Sakarya ili Taraklı İlçesi, Hacıyakuplar Köyü’nde bulunan kaplıca, Taraklı’ya 7 km, Adapazarı’na 55 km, İstanbul’a ise 185 km uzaklıktadır. Kaplıca bir dere içinde ve çam ormanları arasındadır. Tesislerin bahçesinde eski kaplıca binası da bulunmakta ancak kullanılmamaktadır. Kaplıcanın suyu kalsiyum, sülfat, sodyum, hidrokarbonat, magnezyum, klorür, potasyum, alüminyum, nitrat ve demir içermektedir. Taraklı’nın1987 yılında ilçe olmasından sonra inşaat halindeki kaplıca hamamı, ilçe kaymakamlığına devredilmiş, inşaatı tamamlandıktan sonra, İl Özel İdare Müdürlüğü’nce de kiraya verilmiştir. TARAKLI İÇMELERİ (Taraklı) Sakarya ili, Taraklı ilçesinde Geyve-Taraklı yolu üzerindeki bu içmenin suyunun mide ve deri hastalıklarına yararlı olduğu bilinmektedir. Yakınında Acısu Kaplıcası bulunmaktadır.
  5. _asi_

    Sakarya Köprüleri

    Sakarya Köprüleri BEŞ KÖPRÜ (Iustinianus) (Sapanca) Sakarya Adapazarı-Arifiye Demir yolunun üzerinden geçtiği köprü Bizans döneminde İmparator İustunuanus döneminde, 558-560 yıllarında, Sapanca Gölünün sularını Sakarya Nehrine boşaltan Çark deresi (Melas) üzerinde yapılmıştır. Aynı bölgedeki beş Bizans köprüsünden ötürü Beş Köprü ismiyle tanınmıştır. Kitabesi günümüze gelememiştir. Yapıldığı dönemde altıdan geçen akarsu kurumuş ve köprü toprak üzerinde kalmıştır. Kesme taştan yapılan köprü 430.00 m. uzunluğundadır. Dokuz kemerden meydana gelen köprünün kemer açıklıkları 6.50 m.dir. Yalnızca en büyük orta kemerin uzunluğu 23 m.dir. ALİ FUAT PAŞA KÖPRÜSÜ (Geyve-Göynük) Sakarya ili Geyve-Göynük yolu üzerinde bulunan bu köprü, tam okunamamakla beraber kitabesinden öğrenildiğine göre, Sultan II. Beyazıt tarafından 1495 yılında yaptırılmıştır. Kitabesinin arkasında dikdörtgen bir mermere de kabartma olarak “Şifa-ül Kulub Lika-ül Mahbub” yazılıdır. Bunun altında da köprüyü yapan mimarlardan Abdullah oğlu Murat’ın ismi yazılıdır. Kitabelerin çevresi çiçek motifleriyle bezenmiştir. Köprü beyaz kesme taştan, sivri kemerli 15 gözden meydana gelmiştir. Bu gözlerden 5 tanesi suyun içerisinde diğer 10 göz ise seviyeyi düzenlemek için toprak üzerindedir. Köprünün uzunluğu 196.50m. eni 5.50 m dir. En büyük kemer açıklığı ise 12.50 m.dir. Kemerlerin etrafında ikinci ve daha ince bir kemer yapılmıştır. Köprünün 5. ve 6. gözleri arasında yuvarlak kemerli bir boşaltma gözü bulunmaktadır. Ayrıca tempan duvarları ile korkulukları taş bloklardan meydana gelmiştir. Köprünün Geyve girişindeki gözlerinden 1. ve 4. gözleri yıkılmış, buraya çelik kafeslerden kirişler yapılmıştır. Köprü günümüzde kullanılmaktadır. KÜÇÜK KÖPRÜ(Merkez) Sakarya ili, Adapazarı-İstanbul’da, Çark Suyu üzerinde bulunan bu köprüyü C.Texier Roma Köprüsü olarak tanımlamıştır. Çark Suyunu Kilis Suyu olarak tanımlayan C.Texier “Bu su Romalılardan kalma tek kemerli bir köprünün altından geçer. Oradan güneye döner. Buradan az bir mesafede kırmızı tebeşirden bir tepeyi aşınca Beş Köprüye gelir” demektedir. Köprü işçilik ve kullanılan malzeme bakından yakınındaki Sangarius Köprüsüne benzemektedir. Köprünün yapımında kalker türü bir taş kullanılmıştır. Köprünün kemer açıklığı 10.00 m.dir. Köprünün iki uçtaki dayanak ayakları yıkılmıştır. Tabliyesi büyük ölçüde blok taşlardan yapılmıştır. Günümüze nispeten iyi bir durumda gelebilmiştir. SANGARİUS KÖPRÜSÜ (Merkez) Sakarya ilinde, Sakarya Nehri’nin kollarından Çark Suyu üzerindeki Sangarius Köprüsü Bizans Döneminde VI.yüzyılda İmparator Iustinianus tarafından yaptırılmıştır. Bu köprüden Bizans tarihçilerinden Procopius’da “ İmparator Iustinianus halkın Sagaris dediği nehrin üzerinde bir köprü yaptırmayı uygun buldu. Tanrı her işinde olduğu gibi bu işte de ona yardım edecektir.” diye söz etmiştir. Köprü, Sakarya-Ankara karayolunun yakınındadır. Kesme taştan yapılmış olup, uzunluğu 336.50 m. genişliği de 10.00 m.dir. Köprünün yüksekliği 9.90 m.dir ve 12 gözden meydana gelmiştir. Günümüze orijinal olarak gelen köprü taş kaplama sistemiyle yapılmıştır. Ancak korkulukları günümüze ulaşamamıştır. Kemer ayakları her iki yönde de dışarı doğru çıkıntılıdır. Ayrıca ayaklar güneyde yarım silindirik, kuzeyde de üçgen mahmuzlarla takviye edilmiştir. Köprünün bir ve dördüncü kemerlerinin kilit taşları üzerinde daire içerisinde haç motiflerine yer verilmiştir. Yedinci kemerin kilit taşında ise tılsım amaçlı bir mask görülmektedir. Köprü çevresinde Bizans dönemine ait bazı yapı kalıntıları dikkati çekmektedir. KARAAPTİLER KÖPRÜSÜ (Merkez) Sakarya ili Sangarius Köprüsü yakınındaki, Karaaptiler Köyü yakınında Çark Suyu üzerinde bulunan bu köprünün yalnızca ayakları günümüze gelebilmiştir. Bizans döneminde yapıldığı sanılan köprü ile ilgili bir bilgiye kaynaklarda rastlanamamıştır. UZUNKÖPRÜ (Tavuklar) (Merkez) Sakarya, Adapazarı-İstanbul yolu üzerinde bulunan bu köprü Bizans Döneminde VI.yüzyılda yapılmıştır. Büyük olasılıkla İmparator İustinianus dönemine aittir.
  6. SAKARYA YEREL ETKİNLİKLER Yerel Etkinlikler Sakarya’da yöresel nitelikteki festival ve kutlamalar da yaygındır. Yörenin mahalli nitelikteki başlıca kutlama günleri şunlardır: Etkinliğin Adı: Tarihi : 1. Ali Fuat Cebesoy’u Anma Töreni 10 Ocak 2. Sapanca Belediyesi Geleneksel Aşure Günü 10 Muharrem 3. Kaynarca’nın Kurtuluş Şenlikleri İle Dartılı Keşkek ve Tav. Kültür Sanat Festivali 03 Mayıs 4. Sakarya Üniversitesi Bahar Şenlikleri Mayıs’ın İlk Haftası 5. Sakarya Uluslararası Halk Oyunları Festivali 16-21 Mayıs 6. Adapazarı Tiyatro Günleri 22-29 Mayıs 7. Taraklı Geleneksel Hıdırlık Pilav Şenliği 04-06 Haziran 8. Geyve-Kiraz Festivali Haziran’ın İkinci Haftası 9. Karapürçek-Akbalık Yağlı Güreşleri 16-19 Haziran 10. Çiğdem Yaylası Şenlikleri 20 Haziran 11. Dikmen Yaylası Şenlikleri/Hendek 20 Haziran 12. Adapazarı’nın Düşman İşgalinden Kurtuluşu 21-23 Haziran 13. Fotomaraton Fotoğraf Yarışması 06-22 Haziran 14. Sapanca’nın Düşman İşgalinden Kurtuluşu 22 Haziran 15. Uluslararası Sapanca Şiir Akşamları 24-25 Haziran 16. Yeşilyurt Yaylası Şenlikleri/Hendek 27 Haziran 17. Denizcilik ve Kabotaj Bayramı/Karasu 01 Temmuz 18. Uluslararası Kültür Turizm Fındık Festivali/Karasu 09-11 Temmuz 19. Sapanca Soğucak Yayla Şenlikleri 25 Temmuz 20. Ferizli Kültür ve Sanat Festivali 24-26 Temmuz 21. Söğütlü Geleneksel Tarım-Hayvancılık ve Süt Festivali 23-25 Temmuz 22. Geleneksel Sünnet Şöleni ve Selman Dede’yi Anma Etkinlikleri 03-04 Temmuz 23. Sapanca Belediyesi Sünnet Şöleni 11 Temmuz 24. Şeyhler Köyü Hacet Bayramı 01 Ağustos 25. Sapanca-Kırkpınar Yaz Festivali Ağustos’un İlk Haftası 26. Sakarya/Kocaali Turizm Kültür ve Fındık Festivali 06-08 Ağustos 27. Adapazarı Sünnet Şöleni 13 Ağustos 28. Sakarbaba Etkinlikleri/Sakarya 17-22 Ağustos 29. Kaynarca Belediyesi Kültür ve Sanat Şöleni 21-28 Ağustos 30. Pamukova-Karakucak Güreşleri 8 Eylül 31. Pamukova Panayırı 10-12 Eylül 32. Taraklı Hayvan ve Emtia Panayırı 28-30 Eylül 33. Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Kitap Fuarı
  7. SAKARYA EL SANATLARI İnsanoğlunun çağlar boyunca izlediği gelişim süreci incelendiğinde, ortaya çıkan, el sanatlarının hep bir ihtiyacı karşılamak üzere üretildiği sonucuna varılır. Anadolu topraklarında üretilen el sanatları için de bu durum geçerlidir. Anadolu insanı, yün, pamuk, tiftik, keten gibi hammaddelerden barınağını (çadırını), dolabını (çuvalını), yaygısını, bebeğini taşıyacağı malzemeyi (çarpana) dokumuştur ve dokuduğunu kesip dikerek giysisini yapmıştır. Ahşap, maden, cam, deri, toprak, kemik ve boynuz gibi maddeleri de beceriyle şekillendirip mutfak araçlarını, tarım ve hayvancılıkta kullanacağı aletleri, mobilyasını ve süslerini tasarlayıp üreterek ve ürettiğini kullanarak yaşamını sürdüre gelmiştir. Bir ulusun kültür değerlerini en iyi yansıtan öğeler olan el sanatları, asırlar boyu toplumların sanat anlayışlarını ve yaşam tarzlarını aktarmada etkin bir rol oynamıştır. Aynı zamanda eğitim, bilim, teknik ve diğer alanlardaki gelişme düzeyi ile el sanatlarındaki gelişim düzeyi paralellik gösterir. İnsan topluluklarının ürettikleri ürünlerin el sanatları içinde değerlendirilebilmesi için; estetik değerler taşıması, o topluluğun duygu ve düşüncelerini yansıtabilmesi, maddi karşılığı olmadan üretilmiş olması, eser halinde ortaya çıkışından sonra çevresinde bir takım gelenek ve görenekler meydana getirmiş olması gerekir. Anadolu birçok uygarlığa beşiklik ettiği ve bu uygarlıkların kültür varlıklarını yeni bir sentez içinde sürdürerek her köşesinde yaşatmakta ve bu nedenle Anadolu el sanatlarının kökleri çok eskilere gitmektedir. KAŞIKÇILIK Taraklı İlçesi’nde yüzyıllardan bu yana sürdürülen çok yaygın geleneksel bir el sanatıdır. İlçenin Alballar, Kemaller, Esenyurt ve Uğurlu köylerinde yaşatılan bu gelenek, bugün halen onlarca “Kaşık Evi/Kaşık Odası”nda sürdürülmektedir. Bu köylerimizde özellikle kış aylarında yoğun bir üretim yapılmaktadır. İkiyüze yakın aktif ustası ile kaşıkçılık, ilin en yaygın geleneksel el sanatları arasındadır. Daha önceki yıllarda Taraklı İlçe merkezi ve tüm köyler kaşık, kepçe, yaba, maşa, semer ve tarak işleriyle uğraşırken, son zamanlarda ham madde bulmak zorlaşınca bu işleri meslek edinen köylerin dışında uğraşan insan sayısı oldukça azalmıştır. Kaşıklar, özel olarak inşa edilmiş kaşık evlerinde/odalarında yapılır. “Kaşık Evi/Odası”, kaşık yapımı için evlerin bitişiğine, 1,5 metre yüksekliğinde ve 3 m² genişliğinde kaşık odaları yapılır. Bu kaşık odasında 3 kaşık ustası birlikte çalışır. Kaşık ustaları haftanın 6 günü çalışıp yalnızca cumartesi günü dinlenirler. Kaşık yapımında çeşitli bıçak ve keskiler kullanılır. Kaşıklar kepçe, yemek kaşığı ve mama kaşığı olarak üç boyda imal edilir. Kaşık imal aşamaları şöyledir: * Birinci safha: Ağaç iki kaşık boyunda tomsak halinde kesilir. Tomsak halindeki ağaç nacakla taslak haline getirilip kaşık formuna sokulur. Bu işe “taslama” denir. * İkinci safha: Nacakla baş ve sap kısımları düzeltilir. Bu safhaya “iğinnek” denir. * Üçüncü safha: Kaşık yapımı için özel olarak yapılmış “kaşık tezi” üzerinde keserle ağız kısmının içi oyulur. Bu işleme “keserlek” denir. * Dördüncü safha: Özel olarak yapılmış bıçakla sapı ve arkası düzeltilir. * Beşinci safha: Kaşığın içi “iğdi” denen özel bıçakla keser izleri düzeltilip, inceltilir. Bu safhaya “yalaklama” denir. * Altıncı safha: Törpü ile kaşığın dışı düzeltilerek bıçak izleri kaybedilir. * Yedinci safha: Bu aşamada kaşık zımparalanıp, yün veya keçe ile perdahlanır. Bu aşamadan sonra kaşık kullanıma hazırdır. Kaşık yapımında şimşir ve kayın ağacı kullanılır. Şimşir ağacından yapılan kaşık diğer ağaçların kaşıklarına göre daha değerlidir. Kaşık odalarında, kaşığın yanında kepçe, şekerlik, çerezlik ve çeşitli hayvan figürleri (at, deve, kartal, fil) de yapılır. Yani çeyiz sandığı, sehpa, telefonluk, resim çerçevesi, tepsi, rahle (sini), mihale (altlık), abajur, ekmek sepeti, peçetelik vb. ev, kullanım ve süs eşyası, bu geleneksel sanatçılarının ürünleri arasında yer almaktadır. AĞAÇ İŞLERİ OYMACILIĞI Barınma gereğinden doğan mimari, bölgelerin coğrafi koşullarına göre biçimlenmiş, çeşitlenmiştir. Buna bağlı olarak gelişen Ahşap işçiliği Anadolu'da Selçuklu döneminde gelişip, kendine özgü bir niteliğe ulaşmıştır. Selçuklu ve Beylikler dönemi ağaç eserler daha çok mihrap, cami kapısı, dolap kapakları gibi mimari elemanlar olup üstün işçilik içermişlerdir. Osmanlı döneminde sadeleşerek daha çok sehpa, kavukluk, yazı takımı, çekmece, sandık, kaşık, taht, kayık, rahle, Kur'an muhafazası gibi gündelik kullanım eşyaları ve pencere, dolap kapağı, kiriş, konsol, tavan, mihrap, minber, sanduka gibi mimari eserlerde uygulanmıştır. Ağaç işçiliğinde kullanılan malzeme daha çok ceviz, elma, armut, sedir, abanoz ve gül ağacıdır. Kakma, boyama, kabartma-oyma, kafes, kaplama, yakma gibi tekniklerle işlenen ahşap eşyalar günümüzde de kullanılmaktadır. Bu teknikler İlimizde halen devam eden hammaddesine göre değer kazanan baston ve asaların kullanımı yüzyıllar boyunca sürmüş, 19. yüzyılda iyice yaygınlaşmıştır. Müzik aleti olarak “Kemençe”, Akyazı İlçesi-Altındere Beldesi’nde, “Davul” ise Geyve ilçesinde yapılmaktadır. Bu aletler ağaç, bitki ve hayvanların; deri, bağırsak, kıl, kemik ve boynuzlarından yararlanılarak yapılmaktadır. Akyazı İlçemizde ağaç işlerinde geçme tekniği kullanılır. Geçme; diğer adıyla Kündekari, sekizgen, baklava, yıldız ve benzeri geometrik şekillerin bir çatma tekniği ile birbiriyle bağlanmasıyla oluşturulur. Ağaç parçaları oluklu ağaç kirişleri ile iç içe geçirilerek bağlanır. Bunları bağlamak için çivi veya tutkal kullanılmaz. Malzeme olarak en çok ceviz, armut, çınar, ıhlamur ve meşe ağacının kullanılır. MAKET TARİHİ TARAKLI EVLERİ Yörede yer alan sekseni aşkın koruma altına alınmış, Osmanlı Dönemi Türk Mimarisi’nin en güzel örnekleri olan evlerin, son dönemde maketleri Sıtkı ve Naim BULUNTEKİN kardeşlerce üretilmektedir. Taraklı olan Mustafa TURAN ve kızı Yasemin TURAN tarafından da bu evler üretilmektedir. TARAKÇILIK Taraklı’nın geleneksel el sanatlarından olan “tarakçılık” günümüzde 80-90 yıl öncesine kadar Taraklı Çarşısı’nda 2-3 dükkanda yapılmaktaymış. Tarakçı Mehmet ve Tarakçı Ahmet bu sanatın 80-90 yıl öncesinin tanınmış ustalarıdır. Yörede yaşayan yaşlılar, tarak kullanma alışkanlığının saçta kepeklenmeyi, dökülmeyi, bitlenmeyi önlediğini söylemektedir. Yörede tarak; Şimşir, Gürgen, Armut ve iyi cins Ceviz ağacından yapılırmış. Şimşir ağacı beyaz renk, sert ve dayanıklı olduğundan daha çok tercih edilmektedir. Şimşir aynı zamanda tespihçiler tarafından tespih yapımında da kullanılmaktadır. BASTONCULUK Tamamen el emeği göz nuru olan ve başta Taraklı, Akyazı ilçeleri ve Kayalar Memduhiye Köyü’nde olmak üzere yaşatılan bastonculuk, özellikle Akyazı’da yapılan geçme ağaçlı ve çok motifli baston çeşitleri ile Kayalar Memduhiye Köyü’nde biçim ve işleme zenginliği bakımından nitelikli bir biçimde baston üretimi yapılmaktadır. Hammadesinin tamamı ya da büyük bir bölümü ağaçtan imal edilen bu bastonlarda Yılan baş, Kurtbaş, atbaşı, Balıkbaşı,Kartal başı ve Arslan başı gibi motifler yer almaktadır. Baston ve asaların sap kısımları; gümüş, altın, kemik, sedef gibi malzemelerden, gövde kısımları ise gül, kiraz, abanoz, kızılcık, bambu, kamış vb. ağaçlardan yapılmaktadır. Günümüzde değişik biçim ve malzemeden yapılmış, sapları ve gövdesinde boya, metal işlemeli motifler, elle tutulan bölümünde birçok farklı materyal kullanılan değişik amaç için bastonlar yapılmaktadır. Bastonlara, yerli ve yabancı turistlerin özel bir ilgi göstermesi el sanatlarına olan ilginin yurtdışına da sıçraması Baston Ustalarını özel siparişler hazırlanma yoluna sevk etmiştir. İlimizde de baston yapımı, gelenek ve göreneklerine bağlı olmakla birlikte zamanın gerektirdiği tüm yeniliklere açık ve bu yeniliklere çok kısa zamanda uyum sağlayabilen bir yapıya dönüşmüştür. Ağaç, bu ustaların elinde ağaç olmaktan çıkmakta, bir hanım parmağına dolanan iplik misali, her defasında “bir benzeri daha olmayan“ bastonlar üretilmektedir. Bu bastonlar el sanatları ustalarının işine olan sevgi ve saygısını simgelemektedir. Sakarya Kayalar Memduhiye’deki Nihat ÇAKINER yörede yaşayan en önemli baston ustasıdır. SEMERCİLİK Sakarya'da 30-40 yıl öncesine kadar “At” ve “Eşek” gibi hayvanların binek ve yük taşıyıcı olarak önemli bir yeri vardı. Tarlalardaki ürünler eşeklerle ile kente getirilirdi. Tarlada el ile biçilen buğday sapları, diğer ürünler eşeğin üzerinde toparlanıp bağlanarak harman yerine getirilirdi. Önceden şehir içerisinde her çeşit yük taşımacılığı da “Eşeklerle” ya da “At Arabaları” ile yapılırdı. Günümüzde taşımacılığın motorlu araçlarla yapılması, yani traktörlerle kente ulaştırılması neticesinde at ve eşek gibi hayvanlar önemini yitirmiş, dolayısıyla “Semercilik” zenaatı 3-5 dükkan dışında hemen hemen terkedilmiştir. Bu sanat günümüzde Geyve, Taraklı ve Pamukova’daki 2-3 dükkanda yaşatılmaktadır. Yük ve binek hayvanı olarak kullanılan at, eşek ve katır gibi hayvanların taşıyacaklar yükün hayvanın sırtına zarar vermemesi için ağaç iskelet üzerine deri ile keçe arası kamış otları ile doldurulup sarılarak dikilen semer çok özen isteyen bir sanat dalıdır. Dengesiz yapılmış bir semer hayvanın sırtının yaralanmasına neden olur. Taraklı, Geyve ve Pamukova ilçelerinde eski geleneksel anlayışla (usta-çırak ilişkisiyle) yetişmiş birkaç usta tarafından halen sürdürülen semer yapımı; günümüzde turistik amaç kapsamında minyatür biçimde de üretilmektedir. SÜPÜRGECİLİK 93 Harbi sırasında (1877-1878 yıllarında), başta Balkanlar ve Rumeli’nden gelen Muhacirler (göçmenler) tarafından yöreye taşınmış bir geleneksel el sanatıdır. Süpürge gelişen teknoloji karşısında temizlik aracı olarak önemini yitirmekte olup geleneksel bir sanat ürünü olarak değerini korumaktadır. Nişan ve düğün geleneklerinde aynalı veya süslü süpürge diye de anılan çeşidiyle birlikte farklı ebatlarda ve aksesuarlarla üretilen süpürgeler, Türkiye’nin dört bir yanında rağbet görmektedir. 1957’de Süpürgeciler Borsası’nın ilde faaliyete geçmesi ile birlikte daha örgütlü bir yapıya kavuşmuştur. Günümüzde hem geleneksel, hem de modern araç ve gereçlerle üretimi yapılmaktadır. Geçmişte küçük dükkanlarda süpürge üreten esnafı bugün, daha modern bir üretim tekniğiyle belli alanlarda (Eski garajlar ve Ticaret Borsası içindeki bölgede) üretim yapmaktadır. Geleneksel süpürge üretiminde; tarladan toplanan süpürge telleri süpürge yapımına uygun uzunlukta kesilir.Tohumları ve yaprakları ayıklanıp demetler haline getirilerek üretici tarafından Borsada satışa çıkarılır. Üreticinin belirlediği fiyatlar üzerinden açık arttırma ile süpürge yapımcıları tarafından satın alınan süpürge telleri, yumuşak olması ve kükürtün kolay ıslanması için su ile ıslatılır. Islatılan teller küçük kapalı ve bir ocağı bulunan penceresiz bir odaya konarak kükürtle ağartılır. Ağartılan bu süpürge telleri "ayıklayıcı" diye anılan kişi tarafından bıçakla ayıklanır. Kalın, dolgun ve etli olanlar tepelik, ince ve cılız tellerde işlik olarak ayrılır. Kısa, kırık, koyu renkte düzgün olmayan teller ayıklanarak küçük el süpürgeleri ve top süpürge yapımında kullanılır. Teller "sarıcı" larca (taslakçı) temizlenir. 4-9, ya da daha çoğu bir araya getirilip, yavru demetler yapılır. Bunların ikisi birleştirilir, pamuk ipliğiyle bağlanarak, süpürge taslağı oluşturulur. "Bağlayıcı"larca (tepeci) bu taslağın sapına 4-5 tel yerleştirilerek, tepelik yapılır. "Ayakcak" denilen ayak mengenesinden yararlanılarak sap, üç ya da daha çok yerinden galvanize telle bağlanır. Süpürge taslağına "el mengenesi" (falaka) yardımıyla süpürge biçimi verilir. Tokmakla vurularak bu biçim pekiştirilir. Üç ya da daha çok yerinden çuvaldızla dikilir. Evlenme geleneklerinde önemli yer tutan ve sapına kabara denilen iri başlı özel bir çivi çakıldığında kullanan bayanın kız olduğunun göstergesi; evin kapısı dışına asıldığında ise burada evlenecek çağda kız bulunduğunu belirten simge olan ve aynalı şekliyle evlenen kızın çeyiz eşyaları arasında vazgeçilemez konumdaki süpürge, yukarıda sözü edilen işlemlerden sonra kullanıma sunulmak üzere satışa çıkarılır. Sakarya’ya üretilen farklı ebat ve özellikteki süpürgeler yurt içi ve dışında alıcı bulmaktadır. ÇÖMLEKÇİLİK Yörede Roma ve Bizanslılar, dönemi kalıntılarda çok sayıda çömlek bulunmuştur. Ancak Çömlekçilik sanatı Adapazarı’na 93 Harbi’nde (1877-1878 yıllarında) gelen Muhacirler tarafından getirilmiş ve yerleştirilmiştir. Sakarya Poyrazlar Gölü çevresinde toprak, çömlek ve tuğla yapımına çok elverişlidir. Çömlek imalinde kullanılan “Cimil” çamurun Poyralar Gölü ve çevresinde bulunuşu, Adapazarı’ndaki tek çömlek atölyesinin de Karasu-Kaynarca yol ayrımında Dağdibi Mahallesi’nde (Köyü’nde) olmasında etkili olmuştur. Yılın 8 ayı faaliyet gösteren bu atölyede, "Aralık, Ocak, Şubat, Mart" aylarında çalışmazlar. Nedeni ise, kışın çömlek üretiminin yapılamamasıdır. Yapılışı ve Çeşitleri:Çevreden alınan çamur, çamur yalağına koyulur. Buradan çıkarılarak, silindirden geçirilir ve yabancı maddelerden arıtılır. Daha sonra çırak alır ustanın önünde topaç yapar ve usta çamura işler. İşlenen çamurun hava Şartlarına göre bekleme süresi ortalama 20 gündür. Daha sonra fırına istif olunur. 3 gün 3 gece odunla yanar. Ayar deliklerinden bakılarak, pişip pişmediği kontrol edilir. Piştikten sonra kapıları açılır, 2 gün soğumaya bırakılır ve ocak boşaltılır. Bu esnada ıskartalar sağlamlarından ayrılır. Normal de bir fırında 1500-2000 parça malzeme çıkar. Hasbi ULUÇ ve Süleyman KURTANOĞLU ilerlemiş yaşlarına rağmen çömlekçilik yapmaktadırlar. Karasu-Kaynarca yolu üzerinde Dağdibi Mahallesi’nde kendilerine ait atölyede saksı, ibrik testi, şamdanlık, bakraç, biblo, şekerlik, küp vb. çömlek çeşitlerini üretmektedirler. Hasbi ULUÇ’un oğlu Muharrem ULUÇ ve torunu Ümit ULUÇ’ta bu atölyede çalışıp, çömlekçiliğin son temsilcileri olarak aynı atölyede bu sanatı yaşatmaktadırlar. İŞLEMELER Dokuma sanatı ile çok kaynaşmış olan işleme, kumaşın ve nakış ipliğinin cinsine göre çeşitlenir. Bu işlemeler teknik bakımdan bir yüzlü veya iki yüzlü olmak üzere iki gruba ayrılır. Her iki teknikte de kumaş dikdörtgen biçimindeki ayaklı gergef veya çember biçimindeki kasnağa gerilerek işleme yapılabilir. Bir yüzlü olanlar, “hesap işi” adını alır. Pesend, mürver iğnesi, müşabbak, susma, ciğer deldi, kesme, verev iğne gibi yedi türde yapılır. Bunların yanı sıra, göçlerin etkisini yansıtan Astragan, Rumen, Girit ve Slav gibi iğne örneklerini de Sakarya işlemelerinde görmekteyiz. Hesap işi; motifler, seyrek dokunmuş kumaşların atkı ve çözgüleri sayılarak işlendiği için bu adı almıştır. İki yüzlü işlemelerde ise işlenecek bezemelerin desenleri dokumalara çizilerek yapılır. Bu türde renkli ipliklerle yapılanlara anavata, kasnak, kanaviçe, sırmalarla yapılanlara da dival adı verilir. Türk el işlemeleri; işlendikleri yer ve bölgelere göre de adlandırılırlar. Saray, çarşı, ev işi, Sakarya işleri gibi. İşlemeler, mendil, peçete, başörtüsü (çevre), havlu, seccade, terlik, yatak örtüsü, Kur’an kılıfı, kuşak, peşkir ile kadın ve erkek giysilerinin çeşitli yerlerinde kullanılır. Çevreler; işlemeler arasında önemli bir yer tutmaktadır. Sırma ile işlenmiş mendil anlamına gelen çevreler, büyük kare biçiminde olup, dört kenarı işli, köşelerinde ise ayrıca birer motif bulunan, oya veya nakışlarla süslü parçalardır. Çevrelerin mendil olarak kullanılanlarına “Yağlık” adı verilir. İnce işlerde çok renkli nakışlarda kumaşın rengi olarak genellikle beyaz tercih edilir. İşlemede kullanılan renkler ise kırmızı, yeşil, mavi, sarı ve beyaz’dır. Bu renklerin yanı sıra altın ve gümüş teller de kullanılır. Geometrik desenler, hayvan figürleri, stilize edilmiş bitkisel formlar işleme sanatında genellikle desen olarak kullanılmıştır. Anadolu’nun bir çok yerinde genç kızlar ve kadınlar, kasnaklarındaki bezlere sevgilerini, özlemlerini, isteklerini dokuyarak, bunları motif ve renklerle anlatırlar. Örneğin; selvilerle bezenmiş bir çevre hasretinden ölmeyi düşünen bir aşığı, sevgilisine sarı bir çevre gönderen aşık ise sararıp solduğunu anlatır. Sakarya işlemeleri, günlük ihtiyacı karşılayan en küçüğünden en büyüğüne kadar her türlü eşyaya uygulanabilir. Anadolu insanının duygu, düşünce ve yaşam biçimini yansıtmasının yanı sıra estetik beğenisini de işlemelerle göz önüne serer. El sanatlarımızın zarif örneklerinden olan oyalar; süslemek, süslenmek amacından başka taşıdıkları anlamlarla bir iletişim aracı olarak da kullanılmaktadır. Günümüzde Anadolu'da tığ, iğne, mekik, firkete/filkete gibi araçlarla yapılan oyaların ya bordür ya da bir motif olarak tasarlanmış olanları, kullanılan araç doğrultusunda ve tekniklerine göre değişik adlar almaktadır. Bunlar; iğne, tığ, mekik, firkete/filkete, koza, yün, mum, boncuk ve kumaş artığı olarak sıralanabilir. İlimizde işlemeler eski önemini kaybederek çeyiz sandıklarında varlığını korumaya çalışmaktadır. Geleneksel kıyafetlerle birlikte kullanılan oyalarımızın yanı sıra takılarda dikkat çekici aksesuarlardandır. Anadolu'da yaşamış tüm uygarlıklar değerli ve yarı değerli taşlarla metalle birlikte veya ayrı işleyerek sanatsal nitelikli eserler üretmişlerdir. Eskiden beri sürdürülen el işlemeciliği, yöre kadınlarının becerilerini, beğenilerini yansıtır. Günümüzde yemeniler, yağlıklar, kefiyeler, çevreler, para, tütün ve saat keseleri bunların özgün örnekleridir. Keseler, pembe başta olmak üzere sarı, yeşil, al ve ak işlemlidir. Yer yer krem, bej ve gri kullanılmıştır. Çevre, bindallı, yağlık, kefiye vb. eşyada altın ve gümüş ipliklerle çeşitli motifler işlenmiştir. Yazmalar; pamuklu kumaşlar üzerine boya, fırça ve tahta kalıpla çizilerek veya basılarak yapılan bir el sanatı dalıdır. Genellikle ıhlamur ağacından oyulan kalıplar kullanılır.Kalıpların ıhlamur ağacından yapılmasının nedeni ise; bu ağacın yumuşak, dayanıklı, boyayı emici özelliğe sahip olmasındandır. Kumaş üzerine beş ayrı teknikle uygulanır: 1) El İşi 2) Kalem İşi 3) Baskı İşi 4) Daldırma İşi 5) Kara Kalem İşi. Yazmalarda en fazla dört renk kullanılır. Bu renklerden beyaz; saflığı, kırmızı; kan ve suçu, yeşil; ümit ve ilkbaharı, siyah da matemi ifade eder. Yaşlılar ve dullar genellikle az çiçekli, içi boş ve siyah yazma, gençler ise açık renkli ve çok çiçekli yazmaları tercih ederler. Kaynanasından hoşnut olmayan gelinin derdini anlatmak için “kaynana yumruğu” motifli yazma taktığının söylenmesi yazmaların da bir iletişim aracı olarak kullanıldığına işaret eder. Yazmalarda; geometrik şekiller, geyik, insan gibi figürlü bezemeler, sütun, kazan kulbu gibi nesneli bezemeler vardır. Oyalar; ince örgüler sınıfında yer alan kumaşlara kenar süsü olarak işlenen, süslemek ve süslenmek ihtiyacı ile yapılan el sanatlarımızın zarif örneklerindendir. Oyalar değişik şekillerde sınıflandırılabilir; a) Oya yapımında kullanılan aletlere göre; iğne oyası, tığ oyası, mekik oyası, firkete oyası Kullanılan malzemeye göre; boncuk oyası, koza oyası, mum oyası, yün oyası, deniz kabuğu gibi. c) Kullanıldıkları alana göre; mendil oyası, yazma oyası, çamaşır oyası, kese oyası ve sehpa örtüsü gibi. İğne oyacılığı; ipek böcekçiliğinin olduğu yerlerde gelişmiş ve ana malzeme olarak ipek iplik kullanılır. Bütün iğne oyalarında başlangıç aynıdır. Oyalanacak kumaşın kenarı önce “zürafa” adı verilen düğümlerle çevrilir. Bu işlemden sonra eşit aralıklarla asıl motifin yapımına geçilir. Sırasıyla, önce kök, sonra yaprak ve ana motifin yapılmasıyla iğne oyaları tamamlanır. İğne oyalarında motiflerin dik durmasını sağlamak amacı ile at kılı, misina, saç kullanıldığı gibi, yumurta akı, şekerli su veya jelatinle de kolalanabilir. İğne oyacılığı, genellikle danenin çevresini süsleyen bir sanat olarak gelişmiştir. Oyaları biçimlerine göre beşe ayrılır. Bunlar gül, menekşe, zambak, papatya, karanfil, haşhaş gibi çiçeklere benzeyen oyalar, ıtır, şeftali, söğüt, karanfil yapraklarına benzeyen yaprak motifli oyalar, Gönül Dolabı, Mecnun Yuvası, Yar Yare Küstü gibi soyut adlı oyalar, Süreyya, Diba gibi özel yaşamları bilinenlere yakıştırılan oyalar ve Kaynana Oyası, Elti Küstü, Ana Güldüren, Malak Sattıran gibi övgü, yergi niteliği taşıyan oyalardır. Oyalar da renklerine ve motiflerine göre çeşitli anlamlar taşımaktadır. Örneğin; yeşilin değişik tonlarıyla işlenen bir oya, gelinin yeni evinden ve eşinden memnun olduğunun, sarı ile işlenen oya ise mutsuzluğun ve bezginliğin ifadesidir. Nikah töreninden bir gün sonra okutulan geleneksel Mevlüt’te kayınvalideye takılan “Çakır Dikeni” isimli oya, gelinin kayınvalideye bana diken gibi batma mesajını iletir. Başına “biber” motifli oya bağlayan gelin ise “aramız biber gibi acı” demektedir. Evlenecek kızların çeyizine konulmak üzere hazırlanan bu geleneksel el işleri; bugün geçim kaynağı olarak da üretilmektedir. Özellikle Ferizli, Hendek, Kaynarca, Akyazı, Geyve ve Adapazarı Merkez ilçe ve köylerinde el işleri yapılmaktadır. Bu alanda isim yapmış olanları: Akız PEHLİVAN, Zekiye TANYEL, Sevcan UMAY, Semra CİHANKER, Mine TUNÇ, Netiye YAVUZ, Gürcü ADAĞ, Yıldız YAVUZ, Canan YAVUZ, Hanife YAVUZ, Aysel ÖZKIRCAN, Bahar BAKIR, Sevcan BAKIR, Döndü YAVUZ, Filiz YAMAN, Tülay KILIÇ, Neşe MEŞE, Derya ADAĞ. ÇORAP VE ELDİVENLER Geleneksel giysilerimizin içinde çorap ve eldivenin önemli bir yeri vardır. Çoraplardaki renkler ve motifler, Anadolu insanının duygu ve düşüncelerini dışa vurmada kullandıkları ögelerdir. Çoraplar ve eldivenler 5 şiş yardımıyla örülür. Şişlerden 4’ü ilmikleri tutmaya yararken 5’i şişle örme işlemi gerçekleştirilir. Çoraplarda kullanılan malzemelerin kendine özgü özellikleri vardır. Tiftik, örgüde inceliği sağlarken, yün çoraplar boyandığı renklerle desenleri daha alımlı gösterir. Bitki, hayvan, insan figürleri geometrik şekiller ile yazı ve simgeler çoraplardaki motifleri oluşturur. Kullanılan her motifin yöredeki kişiler tarafından algılanan bir anlamı vardır. Örneğin; “eli belinde” motifi analık ve doğurganlığı, “küpe” motifi evlenme isteğini, “köstek” bağlılığı, “yıldız” mutluluğu, “akrep” düşmanlığı simgeler. Çorap ve eldivenlerde motifler konu olarak mitoloji, doğa olayları, aile yaşamı gibi geniş bir yelpaze sunar. Örneğin; “akıtmalı çorap” taki pembe çizgiler örenin kız çocuğu sayısını, siyah çizgiler erkek çocuğu sayısını verir. Eğer kız çocuklarından evli olan varsa pembe çizgilerin yanına bir siyah çizgi eklenir. Kadınların, erkeklerin, evlilerin, dulların, bekarların, genç ve yaşlıların çoraplarındaki motifler ve dolayısıyla verdiği mesajlar farklıdır. Örneğin; köylerde bekar erkekler “Küçük Ağa” motifli çorapları, evliler “Büyük Ağa” motifli çorapları giyerler. Aşık Kirpiği, Fincan Göbeği, İnce Tütün, Dallı, Abani adlı motifler arasında “Dallı”yı gelinler, “Abani”yi damatlar giyer. Bu çoraplar altın ve gümüş tellerle işlenir. Ayrıca çoraplar, Ak, Kara, Alaca, Kınalı, Nakışlı, Buruncaklı, Tüylü olarak gruplandırılabilir. Çorapta kullanılan malzeme istenirse boyanır. Boyamada ceviz kabuğu, soğan, asma, ayva ve yaprağı, patlıcan kabuğu gibi maddeler kullanılır. Bazı yörelerde çorap üzerine çeşitli adet ve inanışlar da vardır. Örneğin; beyazı çok olan bir çift çorabın hediye edilmesi hayra, siyahı çok olan bir çift çorabın hediye edilmesi şerre yorumlanırken, dul bir kadının erkek çorabı giymesi evlenmek istediğini anlatır. Kaybolan çorap teki o evdeki evli ya da nişanlıların ayrılık habercisi iken uzakta çalışan eşe gönderilen çorapla gebelik ya da yeni doğan çocuğun cinsiyeti bildirilebilir
  8. Sakarya Halk Oyunları ve Kıyafetleri Sakarya Halk Oyunları ve Kıyafetleri Halk oyunları ve müziğinde göçlerin etkisinde çeşitlilik izlemektedir. Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu, Trakya ve Ege Bölgeleriyle Kuzey Kafkaslardan gelen topluluklar farklı oyun ve müzikler sergilemektedirler. Kemençe eşliğinde oynanan ve doğu Karadeniz bölgesi oyunu olan horon, Çerkez ve Abaza topluluklarının Armonika eşliğinde kızlı-erkekli Kafkas oyunları, Geyve ve Taraklı ilçesinde, davul, klarnet ve keman eşliğinde karşılama gibi kadın ve erkeklerce Zeybek oynanır. Ancak yörede oynanan halk oyunlarını iki ana grupta incelemek mümkündür: 1. Sakarya yöresi halk oyunları 2. Göçmen halk oyunları ve dansları (Yurt içi ve yurt dışında göçle gelenler nüfus oranları ve etkinliklerine göre sıralanmıştır.) a. Karadeniz Oyunları (Trabzon-Akçaabat, Artvin yöreleri ağırlıklı oynanmaktadır.) b. Kafkas Oyunları ve Dansları (Gürcü, Abhaz ve Çerkes oyunları ve dansları) c. Balkan ve Rumeli Oyunları ile Dansları (Üsküp ile Trakya ağırlıklı) d. Doğu Anadolu Oyunları (Erzurum ve Sivas ağırlıklı) Halk Oyunları Yörede Manavlar tarafından oynanan oyunlardan Karşılama 9/8’lik, Zeybek 9/4’lük ölçülerde olup, diğer oyunlar 2/4’lük ölçülerdedir. Oyun adları; 1. Konak Getirme 2. Var Gel (Vama-Gelme) 3. Meşeli 4. Genç Osman 5. İnce Hava 6. Geyve-Taraklı Çiftetellisi 7. Öptürmem 8. Geyve-Taraklı Zeybeği 9. Korudere Zeybeği 10. Herayi/Ferayi 11. Geyve-Taraklı Kasabı 12. Taraklı Karşılaması 13. Bilecik Karşılaması 14. Argat Sallaması 15. Allı Yazma 16. Karagözlüm 17. Kocakarı Kocaadam 18. Gelin Bindirme 19. Gelin İndirme 20. Kadın Karşılaması (A Meleğim) 21. Domine/Dominik 22. Nirinam 23. Pamukova Zeybeği’dir. Yöre oyunlarında kadın ve erkekler birbirlerinden farklı yerlerde ve ayrı olarak oynarlar. Yani kadın ve erkeğin aynı oyunda birlikte yer alması ya da aynı yerde bile oyunları sergilemesi yörede halen hoş karşılanmamaktadır. “Konak Getirme” ve “Geyve-Taraklı Kasabı” oyunları düz sıralı, “Karşılama” (A Meleğim) oyunu karşı karşıya, “Karagözlüm”, “İnce Hava”, “Geyve-Taraklı Zeybeği”, “Geyve-Taraklı Çiftetellisi”, “Kocakarı Kocaadam” ve “Genç Osman” oyunları daire halinde oynanmaktadır. Ayrıca “Konak Getirme” oyunu el ele tutuşarak; “Karagözlüm” oyunu da daire halinde oynanırken, sözlü kısmına gelindiğinde kollar omuza atılır ve müziğin ritmine uygun olarak sağa-sola ayaklarda yaylanarak sallanma yapılmaktadır. “Geyve-Taraklı Kasabı”nda omuzlardan tutularak tek sıra halinde oynanır. Yörede oynanan oyunlarda komut verilmemekte ve istenilen sayıda kişi ile oyunlar oynanmaktadır. Yöre oyunları, evlenme geleneği ve düğün orijinli bir özellik arz etmektedir. “Karşılama” (A Meleğim), kadınların kendi aralarında kına gecelerinde oynanmaktadır. “Konak Getirme”, düğüne gelen konakların misafir olarak inecekleri eve, oradan da düğün evine gelirken yolda oynadıkları oyundur. “Gelin Bindirme” oyunu seyirlik bir yapıda gerçekleştirilir ve düğün sırasında bir kez çalınan gelinin baba evinden ayrılışını anlatan hüzünlü müziği ve düğün merasimini içermektedir. “Gelin İndirme” oyununda ise, gelinin damat evine geldiğinde getirilen taşıttan (eskiden öküz arabası, günümüzde otomobilden) inip eve girişine kadar çalınan ve seyirlik bir özellik arz eden yapıda gerçekleştirilmektedir. Bu iki oyun da figürsel özelliklerden çok, merasimsel yapıdır. “Öptürmem” oyunu sözlü ve yörede kadınlar arasında eğlenme ve şakalaşma amacıyla oynanan manili bir oyundur. “İnce Hava” erkekler arasında sarhoş taklidinin yapıldığı bir oyun biçimidir. Yani alkol alıp sarhoş olan kimsenin müzik eşliğinde taklit edilmesidir. Bu oyunların dışında kalan halk oyunları yine başta düğün olmak üzere, eğlencelerde istendiği kadar ve değişimli olarak oynanmaktadır. Tüm oyunlarda kaşık kullanılmaktadır. Ancak oyunları kimileri kaşıksızda oynamaktadır. Erkek Giyisileri İçe Giyilen Kıyafetler ve Aksesuarlar: Beyaz veya açık mavi ya da boyuna çizgili el dokumasından (Kandıra veya Şile bezinden) yapılan, boyu kalça hizasında olan üzeri işlemesiz, uzun kollu ve kolları düğmesiz, hakim yakalı önünde yukarıdan aşağıya değişik renklerden 40 adet düğmesi bulunan “Kırkdüğme Göynek/Gömlek” içe giyiliyor. Üste Giyilen Kıyafetler ve Aksesuarlar: Gömlek üzerine önü kapalı, koyu kahverengi/siyah depme [mevsimine göre “şayak” (Kaba dokunmuş, dayanıklı yünden dövme yoluyla elde edilen kumaş) veya “keçe” (Yapağı ya da keçi kılın dokunmadan, yalnızca dövülmesi ile elde edilen kaba kumaş)] kumaştan yapılan önden 6 düğmeli, üstünde kösteğin ve çevrenin konulduğu cepleri bulunan “Yelek” veyahut yelek yerine bordo ya da mor renkli ince keçe/kadife kumaştan, boyu kuşaktan 4 parmak yukarıda, sim işlemeli önü açık ve kolu omuzdan düz olarak inen “Kartalkanat”/“Cepken”/“Salta” giyiliyor. Boyuna renkli, kenarları “payetli”(İşlemede kullanılan küçük pırıltılı pul) yemeni veya yazmadan “Çember” veya çok bükümlü iplikle dokunmuş ince kumaştan “Krep” ya da “Çevre” bağlanır. Çevreler (sırma işlemeli/yöre motifli mendil) 35 x 35 cm. ya da 40 x 40 cm. ebatlarında olup, yazın sıcakta başa, serin havalarda boyuna bağlanıyor. Yelek üstünde iki adet zincirden oluşan “Köstek” (daha önceleri kısa kılıç, yakın dönemde de saatin takıldığı zincir) takılıyor. Bele ise pamuklu veya yünden turuncu, koyu yeşil, gül kurusu renklerden oluşan çizgili, kare biçiminde el dokuması “Kuşak” sarılıyor. Üçgen şeklinde katlandıktan sonra bir karış genişliğinde kalıncaya kadar katlanan kuşağın ucu sol tarafa sıkıca tutturulup, diğer ucu sağ taraftan çevrilerek bele sarılı kısmın üst tarafına sıkıştırılır. Eskiden dört okka ağırlığında köseleden yapılmış ve yaklaşık 5 kilo ağırlığında “Silahlık” ve üzerinde “Kama” ve “Silah” takıyorlarmış.Kuşağın üzerine, 30 x 90 cm. boyunda dikdörtgen biçiminde Kandıra/Şile bezinden dokunan, üzerine yöre motifleri ve uç kısımlarına ise kanaviçe işlenmiş ve sol ayak üzerinden aşağıya doğru sarkıtılan “Yağlık”; kimi zamanda kuşağın üzerine sağ ayak tarafından veya kuşak ortalanarak ya tek olarak ya da işlemeli “Mendil”/“Çevre” birlikte takılır. Koyu kahverengi/siyah depme kumaştan yapılan, üstü biraz bol, paçaları dizden aşağısı ayağa kadar dar ve alt kısmı düğmeli “Külot Pantolon” giyiliyor. Yöre oyunlarının çoğunda erkekler şimşir ağacından yapılan “Kaşık”lar iki elle çalınıyor. Başa Giyilenler/Takılanlar ve Aksesuarlar: Baş kısmına ipekli ve saçaklı “Kefiye” ya da basma parçalarından dikilmiş “Takke” (günümüzde “Hacı Kefiyesi” ve “Fes” de) giyiliyor. Eskiden yöre insanları kadifeden ya da keçeden uzun sıfır kalıp “Fes” ve fesin üzerinde yarım arşına yakın (yaklaşık 30-35 cm.) boyunda omuzlarına kadar inen kalın bir püskül takılıyorlarmış. Başa giyilen kefiye ya da fes üzerine renkli ince katlanan “Poşu” veya “Krep” sarılıyor. Sarıldıktan sonra uçları sağa doğru aşağıya gelecek biçimde sarkıtılıyor. Ayağa Giyilenler ve Aksesuarlar: Ayağa yünden el örgüsü beyaz, üzeri ve yanları nakışlı “Yün Çorap” giyiliyor. Yün çorabın üzerine tabaklanmamış küçük baş hayvan derisinden yapılan ve deliklerine geçirilen şeritlerle sıkıca bağlanan ayak giyeceği olarak “Çarık” ya da yüzü yumuşak deriden yapılan, ucu oval ve topukları iki parmak yükseklikte olan çoğunlukla siyah renkli hafif ayakkabı olarak “Yemeni” giyiliyor. Kadın Giyisileri İçe Giyilen Kıyafetler ve Aksesuarlar: Sarı ya da beyaz el dokumasından (Kandıra veya Şile bezinden) veya satenden yapılan, boyu kalça hizasında olan üzeri işlemesiz, uzun kollu ve kolları düğmesiz, dik yakalı yalnızca boyun kısmı yaklaşık beş parmak kadar aşağıya doğru açık düğmesiz “Göynek/Gömlek” içe giyiliyor. Üste Giyilen Kıyafetler ve Aksesuarlar: Gömlek üzerine önü açık, kolsuz bordo ya da mor renkli kadife kumaştan, boyu kuşağa kadar olan, çoğunlukla minare, alem motiften sim işlemeli “Yelek”/“Cepken”/“Sarka” giyiliyor. Yörede kadınlar üstlerine cepken/yelek yerine, kimi zaman kadifeden yapılan ve üzeri simle işlenen “Üçetek” veya varlıklı ailelerin kadınları/kızları kadife ve ağır işlemeleriyle “Bindallı” giyebiliyorlar. Boyuna yine kırmızı kurdele üzerine takılı altınlardan oluşan “Gerdanlık” takılıyor. Bele iş yaparken yük taşımada kullanılan ve keçi kılından dokunan, üzeri işlemeli ve uçları püsküllü “Kılkuyruk” bağlanıyor. Üçetek veya entari şeklinde elbiseler giyildiğinde, bele önceleri gümüş, sonraları sarı saçtan yapılan “Kemer” takılıyor. Ancak kılkuyruk kemer görevini de gördüğünden ayrıca bele kemer takmayanlarda olabiliyor. Kemerin veya kılkuyruğun ön yüzü üzerine, 40x90 cm. boyunda dikdörtgen biçiminde Kandıra/Şile bezinden dokunan üzerine yöre motifleri ve uç kısımları ise kanaviçeden işlenmiş “Önlük” ortalanarak takılır. Kemerin veya kılkuyruğun bel tarafına, 40x40 cm. boyunda dikdörtgen biçiminde pamuklu bezden dokunan desenli “Dokuma” ortalanarak takılır. Pamuk veya ipekle karışık pamuktan dokunmuş kutnu kumaştan, geniş, tek ağlı ve ağı aşağıda, paçaları dar bir şalvar olarak yapılan “Zıpka”/“Zıbka” giyiliyor. Yöre oyunlarının çoğunda şimşir ağacından yapılan “Kaşık”lar iki elle çalınıyor. Başa Giyilenler/Takılanlar ve Aksesuarlar: Evli ya da bekar köy kadınları baş kısmına, üstü sargılı ve altınlı fes biçiminde “Kofik/Kofi/Kofu” giyiliyor. Kofinin üzerine arkaya doğru uzanan kırmızı/mavi/beyaz renkte “Grep Örtme” veya kenarları oyalı ve payetli, kırmızı, mavi, beyaz renkte “Yemeni” yüz kısmına sarkmayacak ve uzun kısmı arkaya gelecek biçimde örtülüyor. Gerp örtmeyi/Yemeniyi de fes üzerine bağlamak için, üç parmak kalınlığında, kenarları payetli ve kuşak biçiminde beyaz/mor/kırmızı renkte “Sıktırma”/“Çember” bağlarlar. Kofinin alına gelen kısmı üzerine dizilen küçük 7-9 adet altın para dizisinden oluşan “Tura” dikiliyor. Ayrıca başa şakaklardan sarkan saç lülesi “Zülüf” takılıyor. Ayağa Giyilenler ve Aksesuarlar: Ayağa yünden el örgüsü beyaz, üzeri ve yanları nakışlı, renkli işlemeli “Yün Çorap” giyiliyor. Yün çorabın üzerine tabaklanmamış küçük baş hayvan derisinden yapılan ve deliklerine geçirilen şeritlerle sıkıca bağlanan ayak giyeceği olarak “Çarık” ya da yüzü yumuşak deriden yapılan, ucu oval ve topukları iki parmak yükseklikte olan çoğunlukla kırmızı renkli hafif ayakkabı olarak “Yemeni” giyiliyor. Sakarya’da “Manav, Kafkas” etkisindeki kadın giyimi ve Karadeniz’e özgü çizgilerle bezeli geleneksel halk giysileri yerini çağdaş giysilere bırakmıştır. Halk Oyunlarında Kullanılan Çalgılar Halk oyunlarını icra eden elemanların hiçbiri, icra ettikleri oyun müziklerini notaya bakarak veya notadan öğrenerek çalmamaktadırlar. Yörede halk oyunlarının müzikleri, usta-çırak ilişkisi ile kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır. Düğün ve eğlencelerde üç veya dört çalgı eşliğinde müzik yapılmaktadır. Bu çalgılar: • Cümbüş • Klarnet • Davul • Darbuka • Ud • Keman’dır. “Klarnet”, “cümbüş”, “keman” ve “ritm” (“davul” veya “darbuka”) ana sazlardır. Zaman zaman “ritm” olarak “davul” veya “darbuka” ayrı ayrı çalınmaktadır. Halk oyunları veya müzikli eğlencelerde her zaman “keman” yer almamaktadır. “Keman”ın da yer aldığı dörtlü takıma yörede “İnce Takım” denmektedir. 21 Nisan 1982 tarihinde Geyve Halk Eğitimi Merkezi yöre müziğinde kullanılan “Klarnet”, “cümbüş”, “keman” ve “ritm” (“davul” veya “darbuka”) için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tescil başvurusu yapmış. Yapılan araştırma ve incelemelerden sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Başkanlığı’nın 12 Mayıs 1983 tarih ve 380.1/983 sayılı yazı ile yörede kullanılan çalgılar/müzik aletleri resmen tescil edilmiştir.
  9. GELENEK VE GÖRENEKLER Evlenme Gelenekleri Sakarya’da evlenme geleneklerinin büyük bir bölümü unutulmakta, hatta yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır. Aile biçimi, kuruluşu ve aile içi ilişkilerdeki geleneksel uygulamalar kültürel yapıyı oluşturmaktadır. Günümüz koşullarında geçmişe ait bazı gelenek ve uygulamalar, topluluk üyelerinin bir bölümü tarafından bugün onaylanmasa da, geçmiş dönemin dayanışma, yardımlaşma ve her şeyden önemlisi bir kültüre ait geçiş dönemi uygulamalarını ortaya koyması açısından büyük önem taşımaktadır. Yaşayış açısından, mütevazı bir anlayışa sahip Manavların (yerli-yerleşik Türklerde) gündelik hayatlarında kullandıkları kılık kıyafetleri abartıdan uzaktır. Daha önceleri erkekler, ketenden yapılan ve paçalarına doğru daralan koyu renkli (siyah/koyu kahverengi) pantolon, yünden örülmüş yine koyu rengin hakim olduğu kazak ve yelek, ayaklarına da lastik ayakkabı, soğuk havalarda aba denilen ceket giyiyorlardı. Erkeklerden bazıları rahat giyimli geniş olan avlu pantolon tercih ederken, Cumhuriyet’in ilânından sonra şapkayı giymeyi benimsediler. Aynı dönemlerde bazı gençler başlarına çevre bağlamakta, bazıları ise yakışıklı görünmek için perçem bırakıp başı açık dolaşırlardı. Kadınlar ve kızlar ise, başlarına oyalı çember bağlarlar; ancak saçlarını tam kapatmazlar, uzun saçlı olanlar ise saçlarını sırtlarından aşağı örerek omuzlarından aşağısının görünmesini sağlarlardı. Gelinler ise dantelli beyaz örtme örtünürler ve saçlarını göstermezlerdi. Böylece evli kadınla bekar kızlar kıyafetleri ile ayrılmış olurdu. Yaşlı kadınlar ketenden yapılmış çözme örtmeler ve yazma denilen siyah örtüleri kullanırlardı. Kız İsteme ve Söz Kesme Görücü usulü evliliklerde, evlenecek gençlerin düşünceleri önemsenmemekte, genelde erkek tarafından kadınlar, isteyecekleri kızı düğün ve bayram gibi cemiyetlerde görür, beğenirlerdi. Evin büyüğü ve reisi olan erkeğe durumu anlatır ve evlenecek olan gence durum söylerlerdi. Bu duruma gencin itirazı söz konusu değildir. Karar verilir ve kız tarafının bir yakınıyla kızın ailesine dünürlüğe gitmek için teklifte bulunulur, kızı ilk isteme işi böylece başlamış olurdu. Gençler birbirlerini çeşitli düğün ve cemiyetlerde uzaktan görme fırsatı bulurlardı. Belirlenen günün akşamı erkeğin anne ve babası kız tarafına yakın bir kişiyi de yanlarına alarak karşı tarafın nabzını yoklamaya giderler. Kahveler içildikten sonra Allah’ın emriyle Peygamberin gavliyle diyerek söze başlanır ve kız istenir. İlk gidişlerde kız misafirlere kesinlikle gösterilmez. Kız tarafının vermeye niyetleri yoksa bir bahane uydurarak “Nasibinizi başka yerden arayın" der ve noktayı koyar. Erkek tarafı da bu kapıdan vazgeçip başka yerden aramaya başlar. Bunun tersi olarak kız verilmek isteniyorsa, “Balta ağacı bir vuruşta kesmez” diyerek “Siz bizi sormuşsunuz; öğrenmiş ve beğenmişsiniz, biz de sizi soralım, öğrenelim” der, açık kapı bırakırlar. İkinci gidiş bir hafta sonradır. Erkek tarafı genelde şalvarlık elbiselik veya havlu gibi bir hediye alır kız evine giderdi. Kahveler içildikten sonra yine aynı ağızla söz açılır. Kız tarafından çevre istenir. Her iki taraf da işe razı olduğu için gelin adayı gelir, misafirlerin elini öper, erkek tarafı hediyeyi verir; çevreyi alır. Buna “Söz Kesme” veya “Küçük Nişan” denir. Artık söz kesilmiş kız verilmiştir. Dünürlüğe gitme ve kız evindeki görüşmeler genelde cuma ve İzmit akşamları yapılırdı. (Eskiden pazartesi günü İzmit ilinin pazar kurulduğu için pazar gününün akşamına “İzmit akşamı” denir. Perşembe gününün akşamına da “Cuma akşamı” denir ve haftanın bu iki akşamı uğurlu sayılır.) Söz kesildikten birkaç ay geçtikten sonra erkek tarafı tekrar bir akşam kız evine giderek kız tarafının şartlarını -genelde alınacak ziynet eşyaları ve çeyizleri- konuşurlar, “Nişan Değişimi” denilen akşamı tespit ederler. Nişan ise günümüzdeki gibi çok kalabalık bir grupla ve salt eğlenceye dayalı yapılmamaktaydı. Nişan için, erkek tarafı birinci derece yakınlarını alıp, belirlenen akşamda kız tarafına gider. Giderken kız tarafına vereceği nişanlık hediyeleri götürürlerdi. O gün için götürülenler: iç çamaşırı, giyecek eşyalar, kıza takılacak yüzük ve küpelerdir. Kız evi de birinci derece yakınlarını toplar, evde erkek tarafını beklerdi. Kız tarafı da hazırladığı nişanlıkları -kızın kendi evinde yaptığı işlemeleri- bohçalarlardı. Kız tarafı ile erkek tarafı bohçaladıkları eşyaları karşılıklı değişmelerine “Nişan Değişimi” veya “Büyük Nişan” denir. Böylece nişanlanma işi bitmiş olur. Nişan değişiminin ertesi akşamı kız tarafından gelen çeyizler, erkek tarafının evinde bir köşede sergilenir. Bunları görmeye gelen kız ve kadınlar aralarında “nişan eğlencesi” yaparlar. Kız tarafında da erkek tarafından gelen çeyizler sergilenir, kadınlar ve kızın kız arkadaşları görmeye gelirler. Ancak orada eğlence yapılmaz. Nişan eğlencesinde bazı kadınlar tef çalıp şarkı ve türkü söylerler. Bazıları da yöresel oyunlar oynarlar. Bu eğenceler de kesinlikle erkek olmaz. Bazı gençler muziplik olsun diye oyun oynayan kızların eğlence yaptıkları yere doğru acı biber yakarak tütsü yaparlar. Nişanlılık dönemi Ramazan Bayramı’na rastlarsa, erkek tarafından kız tarafına bayramlıklar gider. Şayet Kurban Bayramı olursa kız adına kesilecek kurban erkek tarafından götürülür. Kesilecek kurbanı erkek tarafı çok özen göstererek seçer ve kurbanın başına ve sırtına kına yakar, gelin telleri ile süsler. Düğün Söyleşme Akşamı” ve Resmi Nikah Büyük nişandan belli bir süre sonra kız ve erkek tarafı çarşı veya pazarda birbirlerini gördüklerinde, artık düğünün tespit zamanının geldiğini hatırlatarak bunun için bir akşam belirlerler. Erkek tarafı belirlenen akşamda kız evine gider, sonra nikah pazarlıkları yapılır. Nikah pazarlıklarında bazı kız babaları masraf için “Avıllık” (Ağırlık) denilen bir miktar para alırlardı. Resmi nikahın (halk arasında mamele’nin) günü belirlenir. Ayrıca nikah günü alış-verişte ne alınacağı konuşulur. Alış-verişte gelinin annesine, kız kardeşlerine ve yengesine şalvarlık ve mintanlık; babasına aba; erkek kardeşlerine bir ya da iki kat takım elbise; teyze ve halalarına mintanlık, eniştelerine şapka alınması kararlaştırılır. Resmi nikahın yapıldığı gün kızın yakınlarına alınan çeşitli eşyalara “dürü toka” denir. Ayrıca geline takılacak altın ve bilezikler ve yorgan yapmak üzere kırk okka yünde o gün alınır. Geline çeyiz hazırlanırken yorgan kaplayan kadınların başı bütün (Evli çocuk sahibi ve boşanmamış) olması şarttır. Resmi nikah düğünden en az on beş gün önce yapılır. Bu nikah işi muhtar tarafından ilan edilir, bu ilan halkın toplandığı yerlere asılır, buna “askı süresi” denir. Nikahtan önce gelin ve damada, evlenmeye engelleri yok, diye sağlık raporu alınır. Belirlenen gün her iki taraf çarşıda buluşurlar ve damat ile gelin ilk defa burada yakından birbirlerini görme fırsatı bulurlar. Nikah için resim çekilir, düğün söyleşme akşamı belirlenen dürülerin hepsi alınır. Yine aynı gün geline alınacak olan altınların tamamı alınır. Nüfusta veya muhtarlıkta resmi nikah (mamele) yaptırılır. Artık iki aile hısım ve akraba olmuştur. Her iki tarafın katılımı ile birlikte bir yemek yenilerek bu durum başlatılır. Her iki taraf evlerine döndüğünde özellikle kız tarafı evinde dürülerine bakar ve değerlendirirler. Düğün Hazırlıkları ve Davetler Düğün için her iki taraf kendi hazırlıklarına başlar, kız tarafı davet için “kına ekmeği” denilen küçük köy ekmekleri yapar. Bunlarla dost ve akrabalarını kınaya davet eder. Ayrıca yakın mahallelere el ilanı göndererek kız evine davet eder. Erkek tarafında ise düğün hazırlıkları daha yoğun ve hareketli olur. Damadın ailesinin yakın akrabaları ne gibi hazırlıklar yapıldığını öğrenmek için ziyarete gidenlere de halk diliyle “düğün hodulu” denir. Düğüne bir hafta kala bütün komşular bir akşam düğün evinde toplanırlar. (Damadın evine artık düğün evi denir.) Her birinin gidecekleri yerler belirlenir ve çeşitli köy ve mahalleleri davet etmek için iş bölümü yapılır. Düğüne davet genelde mumlarla bazen de kibritle yapılır. Davet edilen ailelere birer tane mum veya kibrit verilir. Davet işi bittikten sonra düğün günü beklenmeye başlanır. Düğün Cuma günü akşamı başlar ve Cumartesi, Pazar, Pazartesi devam eder. Düğünde çalan bir davul ve bir klarnete “takım” denir. Düğüne ne kadar takım çalgı gelirse düğün o kadar zevkli olur. Düğün sahibinin kariyeri de çalgıların takım sayısı ile değerlendirilir. Çalgı işini ise: Adapazarı’nda Şeker Mahallesi ve Çamyolu Köyü; Kaynarca’da Sarıköy ve Dağağzı Köyleri; Taraklı’da İğdelik Köyü’nde yaşayan Çingeneler/Romanlar ve Abdallar yaparlar. Çengi denilen kadın kılığındaki erkek oyuncuya az da olsa düğünlerde rastlanılırdı.
  10. _asi_

    Sakarya halk edebiyatı

    EFSANELER Doğmuş Bir Güzel Şehir: Sakarya (Adapazarı) Sakarya ilimiz, adını Sakarya nehrinden alır. İçbatı Anadolu yaylalarından doğan Sakarya, Pamukova güneyinde il sınırlarına girer, çeşitli ırmaklarla beslenerek Karasu yakınlarında Karadeniz'e dökülür. Yüz yıl öncesine kadar Sakarya, Uzunköprü yakınlarında iki kola ayrılarak küçük bir ada meydana getiriyordu. Üzerinde de bir köy kurulmuştu. Adaköyü derlerdi. Derken bu köy, çevre esnafının toplandığı bir Pazar yeri oldu. İşte "Adapazarı" böyle doğdu. Son elli yıl içinde hızla gelişti, bir ticaret ve sanayi şehri olarak büyüdü. 1954 yılında, Sakarya ili kuruldu ve merkez olarak da Adapazarı seçildi. Aslında, bölgenin tarihi çok eskilere gider. Bir zamanların Bitinya Krallığının, daha sonra Romalılar ve Bizanslıların elinde bulunan Sakarya, Selçuklu ordularının, zaman zaman nal seslerini dinlemiş, Osmanlı devletinin ilk kuruluş yıllarındaysa, ilk fetih destanları bu bölgede yazılmıştı. Tarihçiler, Sakarya adının "Sangarius" tan geldiğini, bu adın da eski Frikya bölgesinde Sakarya'nın doğduğu yer olan "Sangia" şehrinden alındığını yazarlar. Bu şehir, Eskişehir sınırları içindeki Çifteler ilçesinin 3 kilometre güney doğusundaydı. Bu gün de burada kaynayan ve küçük bir göl haline gelen yer altı suları, Sakarya'nın kaynağı olarak bilinir. Ana Tanrıça Mitolojiye göre, Friklerin Ana Tanrıçası Kibele'nin kocası Atis'i, Sakarya nehrinin kızı Nana doğurmuştu. Nana, Sakarya'nın güzellikte eşsiz kutsal perilerinden biriydi. Bahar geldi mi Sakarya nehri açılıp saçılıyor, su perileri, yeşeren toprakların dallarında, çiçeklerinde, güzel kokularla tabiata kucak açıyorlardı. Nana, böyle bir bahar günü, çiçekli bir badem ağacına 'şık olmuş, beyaz bir badem içini bağrına basarak gebe kalmış, sonunda Atis, ya da Temmuz'u doğurmuştu. Temmuz ayı, adını buradan almaktaydı. Ana Tanrıça Kibele'nin şehri, bugün Sivrihisar'ın on iki kilometre güney doğusundaki Pessinus olarak bilinir. Bugün, bu şehrin yerinde arkeolojik kazılar yapılmakta ve Kibele tapınağı meydana çıkarılmaktadır.Eskiçağ Anadolu efsanelerine göre, Kibele aynı zamanda hayat ve bereketin tanrıçasıydı, tabiatın anası sayılıyordu. İlkbaharda kız, yazın çeşitli ürünleri doğuran ana oluyordu. Kibele'ye ay tanrıçası gözüyle de bakılıyor, ay hilâl şeklindeyken kızı, dolunayken gebe kadını temsil ediyordu. Sakarya da Anadolu tapınağının damarında dolaşan, ona can veren, güç kazandıran kan misali bir hayat kaynağıydı. Bundan dolayı Sakarya nehri yüzyıllar boyu kutsal sayılmış, susuz, bağrıyanık Anadolu toprağını sulamış, geniş ovaları, yaylaları kıvrım kıvrım dolaşarak Karadeniz'e kavuşmuştur. Sapanca'nın Efsanesi Sapanca gölünün bir efsanesi var, dilden düşmez. Yeri gelmişken bir de biz anlatalım: Bir zamanlar Sapanca gölünün yerinde, verimli topraklar, bu toprakların üzerinde de zengin, varlıklı bir kasaba varmış. Kasaba halkı zenginmiş, varlıklıymış ama, gözlerini dünya malı bürümüş, bencillik ve cimrilik ruhlarını karartmış. Bir gün, Adapazarı'nın güneyindeki Erenler tepesinde oturan, gözünü dünyaya kapamış, gönlünü aşk ve sevgiyle doldurmuş erenlerden bir eren, bu kasabaya inmiş. Selam vermiş, selamını almamışlar, konuk olmak istemiş, kimse "buyurun" dememiş, hangi kapıyı çaldıysa yüzüne kapanmış, bu fakir, fakat gönlü zengin dervişe bir bardak içecek su bile vermemişler. Derviş gönlü bu, bir kırıldı mı onarılmaz, onarılsa da faydası olmaz. Akşama değin yorgun-argın, aç-susuz kasabayı terk ederken, ötelerde küçük bir kulübeden sızan mum ışığına doğru yönelmiş, bir de bu kapıyı çalayım, belki bir gönül yoldaşı bulurum diye düşünmüş. Bu, kasaba halkına sapan yaparak geçimini sağlayan fakir bir sapancının iş yeriymiş. Kapıyı çalmış, az sonra sapancı güler yüzle konuğuna açmış kapıyı: -Buyurun, hoş geldin, safa geldin. Ocaktan tencereyi şimdi indirdim. Bir konuk göndermesi için Tanrı'ya niyaz ediyordum, demiş.Derviş memnun, baş köşeye oturmuş. Sapancı sofrayı kurmuş, nesi var, nesi yoksa dervişin önüne getirmiş. Yemekten sonra, içi talaş dolu yatağını sermiş, konuğunu yatırmış. Sabah, erkenden kalkmışlar. Derviş, Sapancı'dan izin istemiş, Sapancı da onu karşıdaki tepelere kadar uğurlamış. Dönüşünde bir de ne görsün. Kasabanın yerinde koca bir göl var. Ne ev-bark kalmış, ne tarla-tapan. Koca göl, hepsini bir anda yutuvermiş. Kendisinden başka hayatta kimsecikler yok. Dervişin ahı tutmuş, kırılan bir gönül, bir kasabaya mal olmuş. O günden sonra, bu koca göle Sapanca adını vermişler. Adapazarı'nın Erenler Tepesi, aynı zamanda Ağaç Baba'nın yattığı yerdir. Ağaç Baba, bahar geldi mi, ormana iner, boş tarlalara fidan diker, ağaç yetiştirirmiş. Ağaç Baba'nın diktiği fidanları koparan, ya da yetiştirdiği ağaçları kesenlerin elleri kurur, bu yüzden kimse ormanlara el süremezmiş. Ölürken, Ağaç Baba'nın vasiyeti şu olmuş: - Benden sonra, çocuklarınızın mutlu, topraklarınızın verimli olmasını istiyorsanız ağaçlarıma dokunmayın. Benim hayır duamı almak, dünya ve ahiretinizi ma'mur etmek istiyorsanız ağaç dikiniz. Ağaç Baba öleli, yıllar, yüzyıllar olmuş. Ama ölmeyen, halk arasında yaşayan bir vasiyeti var. Bu vasiyeti yalnız Sakarya için değil, tüm Anadolu için kabullenmek gerek. Sakarya'da efsane üstüne efsane... Bitmez tükenmez Anadolu, ondan bir parça Sakarya... Sessiz, fakat derin. Şairin dediği gibi: Hani bir nehir var ya, Sessiz sessiz akar ya! Bir adı Anadolu Bir adı da Sakarya... İçine dönük, derin Kaynağı perilerin Mavi, yeşil gözlerin Yürekleri yakar ya! Kutsal sütünü nehir Toprak anaya verir, Doğmuş bir güzel şehir Adı Adapazar ya! BİLMECELER Derlenen bilmecelerde duyarlı bir doğa ve çevre gözlemlemesi görülür. Bir kaç örnek: Herkes görür Allah görmez (DÜŞ) Biri demiş vah belim Biri demiş vah başım Biri demiş dünyalar benim (ÇİVİ,TAHTA, KİREMİT) Çat çatan ağacı Çat patan ağacı Kırmızı lale Klaptan ağacı (GERGEF) Dağdan gelir tatarina Ben onu tutarina Kulakları yusa yusa Gözleri tombalisa (TAVŞAN) Esne oğlum esne Bülbül kafeste Yem yer su içmez Bir acaip nesne (İPEK BÖCEĞİ) Kanadı var kuş değil Boynuzu var koç değil (KELEBEK) Altı tahta üstü tahta İçinde bir kara softa (KAPLUMBAĞA)
  11. _asi_

    Sakarya mutfağı

    SAKARYA YEMEKLERİ SIZBAL (Sakarya) Malzemeler: 500 gr. yoğurt 2 veya 3 adet yumurta 1 çorba kaşığı kadar pırpılcıka* Bir demet (5-6 sap) taze kişniş İstenirse birkaç tane taze soğan Yapılışı: Yumurtalar katı kıvamda haşlanır.Yoğurt bir kaseye konup içine 1 kaşık acıka ilave edilerek pürüzsüz bir şekle gelinceye kadar karıştırılır.Kişnişler yıkanıp ince ince doğranır ve sızbala katılır.Haşlanmış yumurtalar da en son kaseye oturtulur ve Abaza pastası ile birlikte servis edilir. Not: pırpılcıka; Abazaların kurutulmuş kırmızı biber ile yaptıkları,salçaya benzeyen ve içinde birçok baharat, sarımsak ve tuzu barındıran bir madde. ABAZA PASTASI (Sakarya) Malzemeler: 500gr. mısır unu 1/2 litre kaynamış su Yapılışı: Teflon bir tencerede su kaynatılır.Mısır unu elekten geçirilerek kaynayan suya dökülür ve hızlıca karıştırılmaya başlanır.Suyu tamamen içine çeken hamur devamlı alt-üst edilerek pişirilir.Şekillendirilerek soğuması için bir tabağa alınır. Püf noktaları: Abaza pastasına tuz konulmaz. Özelliği Abaza veya Çerkez peynirinin dilim dilim üzerine dizilerek yenmesidir. ALİŞKA (Sakarya) Malzemeler: 1 adet orta boy soğan 3 adet orta boy patates 3 çorba kaşıgı katı yağ 1 çorba kaşığı domates salçası 6 su bardağı su 2 çay kaşığı kuru nane 100 gr. Kıyma 1 çorba kaşığı toz kırmızı biber Hazırlanışı: Soğanları ince ince kıyın. Patatesleri soyup, 2 cm.'lik küpler biçiminde doğrayın. Yağı bir tencerede eritin. Yağ kızınca soğanları içinde pembeleşinceye kadar kavurun. Kıymayı da katın., rengi dönünceye kadar kavurmayı sürdürün. Salçayı ve kırmızı biberi ekleyin. Patatesleri katıp, 3-4 dakika karıştırarak biraz renk aldırın. Suyunu ve tuzunu da ekleyip, bir taşım kaynatın. Köpüğünü alarak, orta ateşte yaklaşık 15 dakika pişmeye bırakın. Bu arada unu su ile karıştırarak sulu fakat koyu kıvamlı bir hamur hazırlayın. Bir çorba kaşığıyla hamurdan alın. Başka bir kaşık yardımıyla hamurdan küçük parçalar sıyırıp, çorbaya akıtın. Bütün hamur bitinceye kadar bu işlemi tekrarlayın. Hamurları kattıktan sonra çorbayı 10 dakika daha pişirin. Nanesini serpip karıştırın ve ateşten alın. Sıcak olarak servis yapın. DARTILI KEŞKEK (Sakarya) Süt (dartı yapmak için) 6-7 Litre Tavuk 1 Adet Aşurelik Buğday 1/2 Kilogram Soğan 1 Baş Orta Boy Tuz 1-2 Tatlı Kaşığı Su 1,5 Litre (6 Su Bardağı) Tereyağı 2 Yemek Kaşığı Karabiber Çay Kaşığının Ucuyla Kırmızı Biber Çay Kaşığının Ucuyla Yurdumuzun birçok yöresinde yapılan Keşkeğin, Sakarya yemek kültüründe ayrı bir yeri bulunmaktadır ilde özellikle düğünlerde yapılan özel günlerin vazgeçilmez yemeği olan keşkek ağır, hatırlı misafirlere yapılan özel bir yemektir. Herkesin yapamadığı keşkek, yemek olarak ayrı bir ustalık ve maharet gerektirmesi nedeniylede oldukça önemlidir. DARTI: Süt kaynatılmadan bir süre bekletilir. Daha sonra üzerinde oluşan yağlı tabaka alınarak bir tencerede biriktirilir. Tencere içindeki hafif yağlı tabaka ocakta (hafif ateşte) kırmızılaşıncaya kadar kaynatılır. Pırtık pırtık bir şekil alınca ateşten alınır. Bir kap içine boşaltılarak donması beklenir. Yağlı bölüm üste, tortu altta kalacak biçimde donan malzeme; kahvaltılarda ve makarnalarda sos olarak kullanılan dartı özellikle keşkek yapımında tüketilir. KEŞKEK: Kılçıklı sivri beyaz (döğme-dövülerek kabuğu çıkarılmış buğday-/aşurelik) buğdaydan yapılır. Keşkek yapılmadan bir gün önce buğday akşamdan yıkanarak ıslanır ve biraz kabarması sağlanır. Ertesi gün ise, hazırlanan tavuk iyice yumuşayıncaya yaklaşık 1,5 saat kadar suda haşlanır. Tavuk haşlandıktan sonra bir kepçeyle tencereden alınır. Diğer tarafta akşamdan hazırlanan buğday tavuk suyuna atılır, 1-2 kez tahta bir kaşıkla çevrilerek ocakta kaynatılır. Suyu az ise üzerini 1 parmak örtecek kadar su ilave edilir ve yeterince tuz konur. Ilınmış olan tavuk kemiklerinden ayıklanır, ince ince didiklenir ve küçük parçalar halinde, kaynatılan buğdayın içine katılır. Kaynatılan malzeme tahta kaşıkla ezilerek buğdayla etin birbirine yedirilmesi sağlanır. Koyulaştığı zaman servis tabağına alınır. Diğer tarafta bir tavanın içinde tereyağı kavrulur. İçine hazırlanan dartı, kırmızı ve kara biber konur. Hazırlanan keşkeğin içine üzerine dökülerek sıcak servis yapılır. Keşkek yemek olarak cemiyetlerde (düğünlerde, sünnetlerde vb. toplantılarda) mutlaka pişirilir ve konuklara ikram edilir. Yöre halkı “düğüne gidiyoruz” yerine “keşkek yemeğe gidiyoruz” sözünü yaygın biçimde kullanmaktadır. Yine yörede genç kız ve delikanlılara; “ne zaman evleniyorsun?” anlamında, “senin keşkeğini ne zaman yiyeceğiz” biçiminde takılırlar. ADAPAZARI ISLAMA KÖFTE (Sakarya) Malzemeler: 1/2 kg. dana kıyma 1 kuru soğan Kurutulmuş ekmek içi Köfte baharı Tuz Islama malzemesi: İnce dilimlenmiş bayat ekmek Kemik suyu Kırmızı biber Sıvıyağ Süslemek için: 2 domates 2 yeşil biber Köfte malzemesi ile istediğiniz büyüklüklerde köfte hazırlayın. Diğer tarafta kemik suyu hazırlayın. İçine biraz sıvıyağ ve rengi kırmızı olacak şekilde toz kırmızı biber ve tuz ekleyin. Bayat ekmekleri bu suya batırıp bekletmeden alın. Köfteleri ve ekmekleri ızgarada pişirin. Domates ve biberleri de pişirdikten sonra en alta ekmekleri üzerine köfteleri ve en üstüne de domates biberleri koyarak sıcak servis yapın. Hem bayat ekmekler değerlenmiş olacak, hem de bereketli bir yemek ortaya çıkacak. BALKABAKLI EKMEK (Sakarya) 1 çorba kaşığı tozşeker, 3,5 su bardağı un, 1 paket kabartma tozu, 1 su bardağı süt, 250 gram balkabağı, tuz Derin bir kaba tozşekeri, unu, kabartma tozunu, tuzu ve 1 su bardağı sütü alın. Kabağı haşlayıp ezin. Malzemeyi ilave edin. Yoğurarak hamur yapın. 1 parmak kalınlığında açın. Yuvarlak kalıplarla kesin. Yağlanmış fırın tepsisine dizin, önceden ısıtılmış 180 dereceli fırında üzeri kızarana dek pişirin. Üzerine un eleyip, servis yapın.
  12. Sakarya nin Coğrafi Konumu Marmara Bölgesi’nin kuzeydoğu bölümünde yer alan Sakarya 29,57,53 doğu meridyenleri ve 40, 17, 41, 13 kuzey paralelleri arasında yer almıştır. Sakarya İli doğudan Bolu, Düzce güneyden Bilecik, batıdan Kocaeli, kuzeyden ise Karadeniz ile çevrilidir. İlin yüzölçümü 4817 km2, il merkezinin yüksekliği ise ortalama 31 metredir. İlin merkezi olan Adapazarı, Akova adı ile anılan düzlükte, Sakarya havzasının aşağı kısmındadır. Doğudan Çamdağı, güney ve güneydoğudan Samanlı dağları, kuzeyden Karadeniz ile sınırlanan Sakarya ilinin batıdan belirgin bir doğal sınırı yoktur. Sakarya vadisinin Kocaeli platosu ve İzmit Körfezi'nin doğusunda da süren çöküntü alanı, ilin bu bölümüne girer. Kendi adı ile anılan ovanın güneybatı kenarında kurulmuş olup tarihi İstanbul-Anadolu yolunun Sakarya ırmağını aştığı noktada bir köprübaşı ve kavşak noktası konumuna sahiptir. İstanbul’dan gelen tarihi kervan yolu Sakarya Irmağı’nı aştıktan sonra Adapazarı Ovası’na gelince o zamanlar ova bataklık ve sıtma yuvası olduğundan doğrudan doğruya geçmeyip ikiye ayrılırdı. Bir kol ovanın kuzeyinden dolaşarak Bolu üzerinden gider asıl önemli kol ise güneye yönelerek Geyve-Taraklı-Göynük üzerinden geçerdi. Marmara Bölgesi’nin Kuzeydoğu bölümünde yeralan Sakarya İli ; 29º, 57’ - 30º, 53’ Doğu Meridyenleri, 40º, 17’ - 41º, 13’ Kuzey paralelleri arasında yer alır. Sakarya ili, adı ile anılan ovanın güneybatı kenarında kurulmuş olup, tarihi İstanbul – Anadolu Yolu’nun Sakarya Irmağı’nı aştığı noktada bir köprübaşı ve kavşak noktası konumuna sahiptir. İl alanı yönetsel açıdan doğudan Düzce İli ve Bolu Dağı, Güneyden Bilecik’in; Gölpazarı ve Osmaneli, batıdan Kocaeli’nin; Kandıra, Merkez ve Gölcük ilçeleri, kuzeyden ise Karadeniz ile çevrilidir. Sakarya İlinin merkezi olan Adapazarı, Akova adı ile anılan düzlükte Sakarya havzasının aşağı kısmındadır. Doğudan Çamdağı, güney ve güneydoğudan Samanlı Dağları, kuzeyden Karadeniz ile sınırlanan Sakarya İlinin batıdan belirgin bir doğal sınırı bulunmamaktadır. Sakarya Vadisi’nin Kocaeli Platosu ve İzmit Körfezi’nin doğusundan geçen çöküntü alanı, ilin bu bölümüne girer. Sakarya’da yeryüzü şekilleri içerisinde platolar ağırlıklı durumdadır. İl alanın yüzde 43’ünü oluşturan platolar, yer yer ormanlarla kaplıdır. İlin en önemli platosu batıdan İl topraklarına girerek Sakarya Vadisine dek sokulan Kocaeli Platosudur. Sakarya’da Kocaeli Platosu dışında kalan platolar genellikle Samanlı Dağlarıyla Çamdağı kütlesinin Hendek, Akyazı, Sapanca’ya doğru uzanan kesimlerinde dizilmiş durumdadır. Sakarya Yüzey Şekilleri İl alanı, güneyden kuzeye doğru uzanarak Kocaeli peneplenini yani, yarı ovalarının doğusunda Karadeniz'e açılır. Üçüncü zamanın sonları ile dördüncü zamanın başlarında oluşmuştur. Bu jeolojik zamanda ortaya çıkan kıvrılma ve kırılma hareketleri nedeniyle Trakya'nın güneye, Kocaeli Yarımadası'nın kuzeye doğru farklı yönlerde çarpılmasına neden olmuştur. Çarpılmanın etkisi Sakarya ilinde daha güçlü olmuş ve il alanı Karadeniz'e doğru eğim kazanmıştır. Sakarya Irmağının İç batı Anadolu platolarından taşıdığı maddeler il alanında yığılarak alüvyal ve kolüvyal ovalar oluşturmuştur. Yüzey şekillerinin başlıca öğesini "Adapazarı Ovası" oluşturur. Elips biçimli olan ova, doğuya ve güneydoğuya doğru bir körfez gibi sokulur. Batıya doğru Sapanca Gölü'nü içine alan ve İzmit Körfezi'nin doğusundaki ova ile birleşen oluk biçimindeki bir çukurda uzanır. Güneydoğu yönünde ise, Samanlı dağlarının dik yamaçlarına dayanır. Sakarya ırmağı, Geyve Boğazı aracılığı ile bu dağlar arısından ovaya çıkar. İlde platolar önemli bir yer tutar. Dağlar ilin güney yarısında yoğunlaşır, öbür kesimler büyüklü küçüklü taban topraklarla kaplıdır. Kuzey Anadolu sistemine bağlı dağlar, il alanına yakın kesimlerde alçak platolara dönüşerek doğu-batı yönünde uzanır. İlin orta ve batı kesimleri Kocaeli platosunun uzantısı durumundadır. Yer yer görülen düşük yükseltili tepeler dışında genellikle alçak ve düz bir yapıdadır. İl topraklarının yeryüzü şekillerine göre dağılım yüzdeleri: Dağlar %34 Platolar %44 Ovalar %22 şeklindedir. Sakarya daki Dağlar İldeki tek düzenli sıradağ, Samanlı Dağları’dır. Bolu’nun güneyinde düzenli ve Yüksek sıradağlar oluşturan Köroğlu dağlarının batı uzantısı olan Samanlı Dağları, İl’de Hendek, Akyazı ve Sapanca Gölü’nün güneyde kalan kısmını bütünüyle kaplar. Samanlı Dağları, batıya doğru uzanarak İzmit Körfeziyle Gemlik Körfezi arasını doldurur. Dağlar, kuzeyde Adapazarı Ovası’na , Güneyde de Pamukova’ya doğru alçalarak sokulur. Samanlı Dağları pek yüksek değildir. İl alanında başlıca doruklar; Sakarya Ovası’nın doğu ucunda yer alan 1543 m yükseltili Keremali Dağı ile güneydeki 1467 m yükseltili Karadağ’dır. Böylece Keremali Dağı İl’in en yüksek noktasıdır. Hendek ile Karadeniz arasında pek yüksek olmayan bir kabarıklık oluşturan Çamdağı, Zonguldak ve Bolu İl alanlarından batıya doğru sokulan Akçakoca ve Bolu dağlarının uzantısı durumundadır. Düzce çöküntü alanında birden kesintiye uğrayan Akçakoca ve Bolu Dağları çöküntü alanının batısında yeniden şekillenerek tek tek tepecikler şeklinde Sakarya topraklarında belirir. Çam Dağı’nın rakımı 880 metredir. Bu yükselti doğuya doğru artar ve Fındıklıtepe’de 900 metreye ulaşır. Buna karşılık kuzey yönünde hızla azalarak Keltepe’de 550 metreye Sivritepe’de 239 metre ve Uzunçarşı Tepe’de de 237 metreye düşer. Sakarya İlinde bunların dışında önemli doruk yotur. Kuzey Batı ve Batı’da Kocaeli platosu çok sayıda tepe versada bunların yüksekliği 250 metreyi aşmaz. Sakarya daki Platolar Sakarya’da Yeryüzü şekillerinde platolar ağırlıklı durumdadır. İl alanının %44,3 ‘ünü oluşturan platolar yer yer ormanlarla kaplıdır. İl’in en önemli platosu Batı sınırlarından girerek Sakarya Vadi’sine dek sokulan Kocaeli Platosu’dur. Sakarya’da Kocaeli Platosu dışında kalan platolar genellikle Samanlı dağlarıyla Çam Dağı kütlesinin Hendek, Akyazı ve Sapanca’ya doğru uzanan kesimlerinde dizilmişlerdir. Başlıcaları ; Hendek-Akyazı arasında kalan Çiğdem, Turnalı ve Gındıra Platoları, Keremali Platosu Akyazı’nın kuzeyinde Acele ve Karagöl, Geyve yöresinde Katırözü , Soğucak, Çataldağ, Çataltepe ve Ziyarettepe Platoları’dır. Sakarya daki Vadiler Aşağı Sakarya havzasında kalan İl alanındaki Vadiler önemli yeryüzü şekilleridir.Vadi tabanlarının yükseltileri genellikle düşük olduğundan akarsuların akış hızı azalmakta , bu nedenle de taşıdıkları maddeler, vadi tabanlarına yığılmaktadır. İl’deki en önemli vadi Sakarya Vadisidir, Türkiye’nin de önemli vadilerindendir.İç Ege Platoları üzerinde yükselen Emir ve Türkmen Dağlarından başlayan çeşitli kollardan oluşan Sakarya Vadisi, bölgede, doğudan batıya geniş bir yay çizer. Bu arada Porsuk ve Ankara Çayı Vadileri ile birleşir. Cambaz Boğazı’ndan sonra genişlemeye başlayan vadinin tabanında Pamukova oluşmuştur. Pamukova’dan sonra vadi yeniden daralır ve Geyve Boğazı adıyla anılan yerde, uzun ve derin bir oluğa dönüşür. Birden genişleyerek İl’in en büyük ovası olan Akova’yı oluşturur. Daha sonra Karadeniz’e doğru yönelen Sakarya Vadisi, batıdan ve doğudan çok sayıda yan vadilerle birleşerek Karasu yakınlarında Karadeniz’e açılır. Sakarya daki Ovalar Akova İl’in en büyük ovasıdır. Bir adı da “Adapazarı Ovası”dır. Aşağı Sakarya Vadisi’nde Sapanca gölü ile Adapazarı’nın doğusunda yer alır. Doğuda Keremali Dağı’nın eteklerine dek uzanan Akova, Marmara Bölgesi’nin En büyük ovalarından biridir. Pamukova Aşağı Sakarya Vadisi’nin Akova’dan sonra ikinci büyük tarım alanı, Pamukova’dır. İl topraklarında hızla genişleyen Sakarya Vadisi’nde alüvyonların birikmesiyle oluşmuş verimli bir ovadır. Pamukova, Adapazarı Ovası’na göre daha yüksek olduğundan, Sakarya Irmağı, burada daha hızlı akar. Irmak derinden aktığı için yatağı değişmemektedir. Taban suyu Akova’ya göre daha düşüktür. Söğütlü Ovası Akova’nın kuzeyinde yer alan Söğütlü Ovası İl’in en çukur tarım alanıdır. Taban Suyunun yer yer yüzeye çıkması ve Sakarya Taşkınları nedeniyle ovanın bazı kısımları sazlık ve bataklık durumundadır. Söğütlü Ovası’nda toprakların tarıma elverişli duruma getirilmesi amacıyla yoğun drenaj çalışmaları yapılmıştır. Bu çalışmalarla ovanın kimi yerinde taban suyunun düzeyi düşürülmüş bataklıkların bir bölümü kurutulmuştur. Sakarya İli’nde bu büyük ovalardan başka Sakarya Vadisi ile bu vadinin tabanlarında kimi küçüklü büyüklü tarım alanları vardır. Bu alanlar alüvyal toprakla kaplı olduklarından verimleri yüksektir. Sakarya´daki Göller Sakarya İli, göller bakımından da Türkiye’nin en zengin göllerinin bulunduğu bölgelerden birisidir. Göllerin suları genellikle tatlı olup, turistik bakımdan zengin potansiyele sahiptir. Göller genellikle içme suyu kaynağı olup, tarım alanı sulamacılığında da kullanılmaktadır. Başlıca göllerimiz: Sapanca Gölü (42 km²), Poyrazlar Gölü (25 hektar), Taşkısığı Gölü (90 hektar), Acarlar Gölü (1.562 hektar), Küçük Akgöl (20 hektar), Büyük Akgöl (190 hektar) dır. Sapanca Gölü İzmit Körfezi’nin doğusunda vaktiyle Marmara Denizi’nin bir parçası iken yığılmalar sonucunda oluşan Sapanca Gölü’nün doğu-batı yönünde uzunluğu 17km. en geniş yeri ise, 6km.’ye ulaşır. Deniz seviyesinden yüksekliği 30 metre kadar olan gölün en derin yeri 61 metredir. Yüzölçümü 42 km2 olan Sapanca Gölü, kabaca elips biçimindedir. Evliya Çelebi Sapanca Gölü’nü şöyle anlatır: “Sapanca Gölünün çevresi 24 mildir. Dört çevresinde kasaba gibi 76 köy vardır. Cümle halkı bu haliç’in suyundan içtiklerinden yüzlerinin rengi kırmızıdır. Ürünleri çok ise de bağları yoktur. Bahçeleri hadden aşkındır. Bu gölün kenarında bir tür kavun ve karpuz olur ki, ancak ikisini bir eşek çekebilir. Bu göl içinde 80 pare(parça) kayık ve çırnaklar (tahıl kayığı) vardır ki, köyden adam, kereste ve eşya götürürler. Bu gölde bulunan yetmiş seksen çeşit balıktan avlayıp kar ederler. Alabalığı, Sazan balığı, turna balığı gibi tatlı su balıkları gayet lezzetli olur. Gölün derinliği ekseri yerlerinde yirmi kulaçtır. Suyu gayet saf ve berraktır. Kıyısında olan köylerin kadınları elbise yıkadıklarında asla sabun sürmezler. Bu gölün doğusunda iki saat uzaklıktan Sakarya nehri geçer. Kocaeli’nde İrva kasabası kenarında Karadeniz’e dökülür. Sakarya azıcık bir himmet ile bu göle akıtılabilir. Bu göl, İzmit Körfezi’ne üç saat kadar yakın olduğundan ayağı İzmit Tuzlası önünde deryaya karışır. Hatta, bir asırda bu gölü İzmit Körfezi’ne katmak için yüzbinlerce kazma ve çapalı ırgat toplattırılmış ise de İzmit halkının buna birçok hazineler ve Nuh Ömrü gerektirir diye gevşeklik göstermesi işin tamamlanmasına engel olmuş. Ama Sakarya Nehri bu gölde, İzmit körfezine karıştırılsa Bolu’ya kadar beş konaklık yer mamür olurdu. İstanbul gemileri ta Bolu’ya yetişir ve İstanbul’da bir tahta üç akçeye, bir kantar odun beş akçeye olup hayratı büyük olurdu. Poyrazlar Gölü Adapazarı’nın kuzeydoğusunda Sakarya Irmağı’nın yakınındaki 60 hektarlık bu göle, yanındaki Poyrazlar Köyü nedeniyle bu ad verilmiştir. Gölün başka bir adı da Teke Gölü’dür. Sakarya Irmağı’nın eski yatağında oluşan Poyrazlar Gölü, iki sırt arasında uzanmakta olup, Sakarya Irmağı taştığında fazla suları Kapaklı Boğazı’ndan göle boşalmaktadır. Genel olarak bu şekilde beslenen Poyrazlar Gölü, oldukça derin olup yalnızca güney kıyıları sığ ve sazlıktır. Kuzey ucunda bir ayakla fazla suları Sakarya Irmağı’na boşalır. Başta sazan olmak üzere çeşitli tatlı su balıkları bulunan göl, son yıllarda piknik alanları ile gitgide turistik bir önem kazanmaya başlamıştır. Sakarya İklim Özellikleri Sakarya ili, iklim özellikleri açısından Marmara ve Karadeniz Bölgesi iklim özelliklerini taşımaktadır. İl, yağışlı ve rutubetli bir havaya ve ılıman bir iklime sahiptir. Kışlar bol yağışlı ve ılık, yazlar ise sıcaktır. Rüzgarlar genel olarak kuzeydoğudan poyraz, kuzeybatıdan da karayel olarak eser. Zaman zaman güneyden esen lodos, özellikle Adapazarı Ovasında sıcaklığın artmasına yol açmaktadır. Meteorolojik gözlemlere bakıldığında İlimiz bol yağış alan ve nem oranı yüksek bir yapıya sahip. Yıllık yağış ortalaması 1.016 mm., sıcaklık ortalaması 14.4 ve nisbi nem % 73.9’dur.
  13. _asi_

    Sakarya Genel Bilgi

    Sakarya Genel Bilgi Marmara Bölgesi’nin kuzeydoğu bölümünde, kendi adı ile anılan ovanın güneybatı kenarında yer alan Sakarya, doğusunda Bolu’nun Göynük, Mudurnu, Düzce ve Akçakoca ilçeleri, güneyinde Bilecik’in Gölpazarı ve Osmaneli ilçeleri, batısında Kocaeli’nin Kandıra, Merkez ve Gölcük İlçeleri, kuzeyinde de Karadeniz ile çevrilidir. Sakarya, Tarihi İstanbul - Anadolu yolunun Sakarya Irmağı’nı aştığı noktada bir köprü başı ve kavşak noktası konumuna sahiptir. İl toprakları güneydeki Göynük Suyu vadisinden başlayarak Karadeniz’e kadar uzanmaktadır. İlin doğu ve güney kesimleri diğerlerinden daha yüksek ve engebelidir. Doğusunda Çam Dağı (990 m.), Elmacık Dağı; güneyinde Kapıorman Dağı (1.467 m.), güneydoğusunda Samanlı Dağları, kuzeyinde de Karadeniz ilin doğal sınırını oluşturmaktadır. Samanlı Dağı il topraklarında Keremali Dağı’nda 1.543 m.ye ulaşır. İlin Merkezi olan Adapazarı Akova adıyla anılan düzlükte, Sakarya Havzası’nın aşağı kısmındadır. İl toprakları içerisinde Adapazarı Ovası (Akova), Pamukova (Akhisar Ovası), tektonik kökenli düzlük alanlardır. Geyve Boğazı aynı zamanda bu iki ovayı birbirine bağlamaktadır. Akarsuların taşıdığı alüvyonlardan oluşan bu ovalar ilin tarım alanlarıdır. İl topraklarını 159 km. uzunluktaki Sakarya Nehri ile ona karışan Mudurnu Çayı, Göynük Suyu ve Sapanca Gölü’nün ayağını oluşturan Çark Suyu sulamaktadır. Sapanca, Taşkısığı, Poyrazlar, Akgöl, Küçük Akgöl, Küçük Boğaz, Gökçeören ve Acarlar Gölü ilin başlıca gölleridir. Yüzölçümü 4.817 km2 olan ilin 2000 Yılı Genel Nüfus Sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 756.168’dir. Adapazarı Ovasının bulunduğu alan kırık fay hattı üzerinde olduğundan, tarih boyunca çeşitli depremlere sahne olmuştur. Sakarya ili doğal bitki örtüsü bakımından oldukça zengindir. Kuzey Anadolu kıyı dağlarının uzantısı olan dağlar gür ormanlarla kaplıdır. Bu ormanlarda gürgen, meşe, kayın, kızılçam ve karaçam ağaçları bulunmaktadır. İlin iklimi hem Marmara Bölgesi iklimi hem de Karadeniz iklimi özelliklerini taşır. Kışlar bol yağışlı ve az soğuk, yazlar ise sıcak geçer. Sakarya’nın ekonomisi tarım, hayvancılık, sanayii, ormancılık ve balıkçılığa dayalıdır. Yetiştirilen başlıca tarımsal ürünler; mısır, şeker pancarı, patates, buğday, arpa, soğan, ayçiçeği, fındık, meyve ve sebzedir. Özellikle üzüm, elma, domates, armut, karpuz, kavun, kiraz, dolmalık biber, lahana, ayva, sakız kabağı, taze fasulye, erik, şeftali ve ceviz yetiştirilir. Hayvancılıkta büyük ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği yanında tavukçuluk ve ipekböcekçiliği, su kenarlarında balıkçılık yapılmaktadır. Ormancılık geçim kaynakları arasında gelmektedir. İlde kamuya ait sanayii kuruluşları vardır. Devlet Demir Yolları İşletmesine bağlı Türkiye Vagon sanayii, Türkiye Zirai Donatım Kurumuna bağlı Ziraat Aletleri ve Makinesi Fabrikaları, Tarım Fabrikaları ve Ekipman işletmesi, Traktör Fabrikası başlıcalarıdır. Ayrıca kamu ve özel kesime ait un, unlu ürünler, süt ve süt ürünleri, patates işlemesi, şeker, yem, bitkisel yağ, kemik unu, asit, lastik, bakır tel, kireç, tuğla-kiremit fabrikaları da bulunmaktadır. Bunlara ek olarak da küçük sanayii işletmeleri de bulunmaktadır. Sakarya yer altı kaynakları yönünden zengin değildir. Yalnızca Karasu’da demir, tuğla-kiremit hammaddesi, Sapanca’da da talk yatakları bulunmaktadır. Turizm ilin ekonomisine katkıda bulunmaktadır. Sapanca Gölü kıyıları, Karasu ve Kocaali Plajları, Hasan Dağı, Pozyrazlar Gölü Orman İçi Dinlenme Yerleri, Acarlar Gölü kıyısındaki Av Koruma ve Üretme alanları, çevredeki tarihi anıtlar ve Türk evi örnekleri turizm açısından önem taşımaktadır. Antik Çağlarda Bithynia Bölgesinin sınırları içerisinde kalan Sakarya yöresinde MÖ.1200 yıllarında Yunanistan’dan Anadolu’ya yönelik kavimler göçü sırasında Bebrikler’in bu yörede yaşadığı tarihi kaynaklardan öğrenilmektedir. MÖ.900’de Bithynia’lılar bu bölgeye yerleşmişlerdir. MÖ.VII.yüzyılda yöre Friglerin, ardından Lydialıların egemenliğine girmiştir. VI.yüzyıl ortalarında tüm Anadolu ile birlikte burası da Perslerin Satraplık merkezlerinden biri olmuştur. Bu durum 334’te Büyük İskender’in Persleri yenmesine kadar sürmüştür. Bundan sonra Makedonya Krallığı yönetimi altına giren Sakarya bölgesi, İskender’in ölümünden sonra Seleukosların hakimiyeti altına girmiştir. MÖ.III.yüzyılda başlayan Bithynia Krallığının egemenliği MÖ.I.yüzyıldaki Roma yönetimine kadar sürmüştür. Bizanslıların Optimation Theması’nın sınırları içerisindeki Sakarya bölgesi zaman zaman Arap istilalarına uğramıştır. XI.yüzyılın sonlarında Selçuklulardan Artuk Bey’in buradaki Bizanslıları yenmesi ile yöre Selçukluların eline geçmişse de 1072’de yeniden Bizanslılar yöreye hakim olmuşlardır. Bunun ardından 1097’de Haçlıların, Danişmendlilerin, Anadolu Selçuklularının ve İznik’te merkezi kurulan Nicaia İmparatorluğunun yönetimine girmiştir. Konuralp ve Akçakoca tarafından 1324’te Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı döneminde bir köy niteliğindeki Adapazarı’nda kurulan Pazar yerinden ötürü ilk ismi Adanın Pazarı anlamında Adaköy idi. Sonradan bu isim Adapazarı şekline dönüşmüştür. 1837 yılında Kocaeli Sancağına bağlı bir ilçe olmuştur. İlk belediye örgütü 1852 yılında kurulmuş, 1899’da Arifiye’ye demiryolu ile bağlanmıştır. XIX.yüzyılda Kırım, Kafkasya ve Rumeli’de kaybedilen topraklardan ötürü, oralarda yaşayan halkın bir kısmı buraya yerleştirilmiştir. Müstakil İzmit Mutasarrıflığının yönetimindeki yöre Kurtuluş Savaşı sırasında önemli direniş hareketlerine merkez olmuştur. Özellikle önemli bir geçit olan Geyve Boğazı’ndan ötürü de yöre önem kazanmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında 10 Mayıs 1920’de Ahmet Aznavur ve Kuvay-ı İnzibatiye kuvvetlerinin eline geçmiş, 23 Mayıs 1920’de Çerkez Ethem’in Kuvay-ı Seyyare birlikleri tarafından geri alınmıştır. Milli Mücadele sırasında burada başlayan ayaklanmalar General Ali Fuat Cebesoy tarafından bastırılmıştır. 27 Mayıs 1921’de Yunan işgaline uğramış, 21 Haziran 1921’de işgale son verilmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra Kocaeli’ne bağlı olarak yönetilmiş, 1954 yılında Sakarya ismi ile il merkezi olmuştur. İlde günümüze gelebilen tarihi eserler arasında; Tersiye Tümülüsü başta olmak üzere yöredeki tümülüsler, Harmantepe, Seyifler, Kurtköy, Çobankale, Paşalar, Mekece, Adliye ve Söğütlü kaleleri, Sapanca’daki Iustinianus Köprüsü, Orhangazi Camisi, Geyve’de Ulu Cami (Yunus Paşa Camisi) (1324), Orhangazi Zaviyesi, Elvan Bey İmareti (XV.yüzyıl), Kaynarca’da Şeyh Muslihittin Camisi (XIV.yüzyıl), Vezirhan'da Vezirhanı bulunmaktadır. Ayrıca Atatürk Evi,Atatürk Anıtı, Taraklı Evleri ve il sınırları içerisindeki çeşitli yerleşim alanlarındaki Türk evleri vardır.
  14. Sakarya'nın Tarihi M.Ö. Xll. Brigler adı verilen toplulukla başlar. M.Ö Vll. Bithynialılar hakimiyetinde, M.Ö 547-46 Lidya prenslikleri Vll.yy-560 Justinianos köprüsünün Bizans İmparatoru 1. Justinianos tarafından Sakarya (Sangarios) ırmağı üzerine yapımı Xl.yy. Sakaryayı ortadan ikiye bölen Sakarya Nehri,. Selçuklu ve Bizanslıları hudut kaleleri ile (Seyifler, Harmantepe, Domuztepede, Tersiye Tepeleri, K.Mahmudiye, Adiye, Kurtköy, Çobankale, Paşalar, Mekece) muhafaza kontrol kuleleri şeklinde birbirinden ayırıyordu 1071 Selçuklu dönemi 1313 Geyve-Mekece-Akhisar (Pamukova) ve yöresindeki kalelerin Osmanlılar tarafından ele geçirilişi 1323 Umurhan Beyliğinin bağlı Akyazının Konuralp tarafından fethi. 1324 Sapanca Gölünün batısında bulunan Ayan Köyünü zapteden ve Osmanlı tarafından izmit yöresine görevlendirilen Akçakocanın Sapanca Gölü ile bugünkü Adapazarı yöresini Osmanlı Beyliğine kazandırması XlX,yy. Kırım Savaşı, Şeyh Şamil olayı ve Osmanlı-Rus savaşı sonucunda bölgede mülteci akımı olmuştur. XlV.yy. İlk yarısında yarısında yöre Konuralp tarafından ele geçirilerek günümüzde kentin mahallelerinden biri olan "Tığcılar Karyesi (köyü)" adıyla kurulması, Adapazarı,Söğütlüde birleşen Sakarya Nehri ile Sapanca Gölünün gideyeni Çarksuyu arasında bir adayı andırdığı ve bir Pazar yeri olarak kurulduğundan,adını buradan almıştır. Adapazarı; coğrafi konumunun yerleşmeye uygun olmaması sebebiyle, ülkemizde kuruluşu yeni olan şehirler arasında yer almaktadır. Bölgede önceleri Bitinyalıların, ardından Bizanslıların yaşadıkları bilinmektedir. Nitekim bölgenin en önemli tarihi eseri olan Beşköprü’yü Bizans İmparatoru II. Jüstinyanus’un inşa ettiği kayıtlarda mevcuttur. Öte yandan ilim adamlarının yaptıkları araştırmalara göre, Sakarya Nehri’nin birkaç asır öncesine kadar biri şehrin doğu yakasından geçen bugünkü yatağından, diğeri Beşköprü’nün altından olmak üzere iki farklı koldan aktığı tespit edilmiştir. Nitekim 1324’de Orhan Gazi zamanında Bizanslılardan fethedilen yerleşim birimine “Ada Karyesi” (Adaköy) adının verilmesi, söz konusu bilgileri doğrulamaktadır. Halen mevcudiyetini koruyan Orhan Camii, deprem ve yangınlarla mimarisi değişse de, Osmanlı fethinin en önemli ayak izlerini taşımaktadır. Başta Gubarizadeler, Arapzadeler, Abasıyanıkzadeler ve Rençberzadeler olmak üzere 12 aile tarafından kurulan köy, bölgede ziraatın canlanması üzerine pazarıyla ilgi çekmiş, ardından nüfus artmağa başlamış 16. Yüzyılda “Ada Nahiyesi”ne dönüşmüş, 18. yüzyılda Kocaeli vilayetine bağlı “Ada Kazası” adını almıştır. 19. yüzyılda bölgenin zirai ve ticari yapısına göre şekillenen yerleşim; Semerciler; Tığcılar; Hasırcılar; Papuçcular ve Çıracılar adını taşıyan merkez mahalleler kurulmuş ve ilçe Sakarya Nehri’nin iki kolu arasında kurulan pazarıyla, gerçek bir “Adapazarı” hüviyetine dönüşmüştür. 1868 yılında “Adapazarı Belediyesi” adıyla belediye teşkilatı kurulan ilçe, 93 Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrasında, bilhassa Kafkasya ve Balkanlar’dan yoğun göçe maruz kalmış ve bir nevi “Der Saadet” (huzur yurdu) hüviyeti kazanmıştır. 19. asrın ikinci yarısında ilçede, gayri müslim unsurların (Rum ve Ermeni cemaatlerinin) önemli bir ticari gelişme gösterdikleri Uzunçarşı ve Orta Camii civarındaki dükkanlarda ticaret yaptıkları, Kömürpazarı, Karaağaçdibi ve Tuzla Mahallelerinde ikamet ettikleri gözlenmiştir. I. Cihan Harbi neticesinde işgal kuvvetlerinin Anadolu’ya üşüştükleri dönemde; 3 kez Yunan ve onların işbirlikçisi yerli çetelerin işgaline maruz kalan Adapazarı ilçesi; bir kısmında Çerkez Ethem Kuvvetleri, diğerlerinde Halit Molla liderliğindeki Mahalli Milis Kuvvetleri sayesinde, gayri müslim unsurlardan temizlenerek 21 Haziran 1921’de düşman işgalinden kurtarılmıştır. “Akova” adıyla bilinen ve ülkenin en verimli ovasında ziraat ağırlıklı bir gelişme gösteren Adapazarı’na, 1940 ve 1950’lerde bilhassa Karadeniz sahillerinden Bulgaristan ve Yunanistan’dan yoğun göçler olmuş; Şeker Fabrikası, Ziraat Aletleri Fabrikası ve Vagon Fabrikası gibi tarımsal sanayinin gelişmesi ise, köyden kente göçü daha da hızlandırmıştır. Uzun yıllar Kocaeli’ye bağlı bir ilçe olarak yaşayan Adapazarı, TBMM’de 17 Haziran 1954 tarihinde kabul edilen bir yasa ile “Sakarya” adıyla vilayet haline gelmiştir. Sakarya ilinin merkez ilçesi ise Adapazarı’dır. 17 Ağustos 1999 tarihinde yaşanan deprem Adapazarı’nda da büyük hasara yol açmıştır. Resmi kayıtlara göre 3.988 insanımız hayatını kaybetmiş 5.180 kişi de yaralanmıştır. Sakarya ili içinde 81.702 konut ve işyeri çeşitli düzeylerde hasar görmüştür. Bunlardan 29.701’i yıkık ve ağır hasarlı, 22.157’si orta hasarlı geriye kalan 29.844’ü ise hafif hasarlı olarak kayda geçmiştir. 17 Ağustos 1999 Depremiyle; konutların çoğu oturulamaz hale gelmiş, halkın önemli bir kısmının geçici de olsa yakın ilçelerde ve köylerde ikamet etmesine neden olmuş ve böylece şehir nüfusunda azalma görülmüştür. 6Mart 2000 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 593 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile “Adapazarı Belediyesi” Büyükşehir statüsüne kavuşmuştur. 22 Ekim 2000 tarihindeki nüfus sayımıyla ilgili İl Planlama Müdürlüğü’nün kesin olmayan sonuçlarına göre Adapazarı merkez nüfusu 160.757, Büyükşehir nüfusu ise 309.150 olarak saptanmıştır. Bugün Adapazarı; farklı kültürlerdeki insanların depreme rağmen yeniden huzur ve sükun içinde yaşadığı geleneksel hayat tarzını korurken, diğer yandan ticari ve sanayi yönünden hızla gelişerek, yeşili bol, havası temiz, doğa güzelliklerinden fazlasıyla payını almış yaşanabilir bir Anadolu şehri olma yolundadır.
  15. _asi_

    Tekirdağ resimleri

  16. _asi_

    Tekirdağ - Namık Kemal

    NAMIK KEMAL Büyük vatan şairi Namık Kemal 1840 yılında 21 Aralık pazartesi günü (1256 yılı şevval ayı Pazartesi günü) sabaha karşı Tekirdağ'da doğdu. Babası müneccimbaşı Mustafa Asım Bey, annesi Fatma Zehra Hanımdır. Tekirdağ'ın Camii Vasat (Orta Cami) mahallesi Hükümet caddesi üzerinde pembe boyalı, geniş bahçe üzerindeki bir bodrum ve üzerinde iki katlı evde, Namık Kemal'in dedesi Tekirdağ (Tekfurdağ) sancağı muhassılı (mâli işlerle ilgili vali yardımcısı) Abdüllâtif Bey ile anne annesi Mahmude Hanım oturuyorlardı. Adını Muhammed Kemal (Mehmet Kemal) koyan Tokatlı Hafız Ali Rıza Efendi, bina civarındaki Perşembe Tekkesi şeyhi idi. Devrin şairlerinden Tekirdağ'lı Arif Efendi: “Erdi şeref bu dehre Muhammed Kemal ile” mısrasını yazarak ona tarih düşürmüştü. Dedesi Abdüllâtif Bey'in 4 yıl sonra, Tırhala'ya tayin edilmesi üzerine, Kemal ve ailesi ayni cadde üzerinde eski belediye binası bahçesinin bulunduğu yerdeki ahşap konağa taşındılar. Konak yıkıldıktan sonra bahçe köşesine İttihat Terakki milletvekili Mehmet şeref (Aykut) tarafından bir anıt dikildi. İki yıl bu konakta kalan Mehmet Kemal, dedesinin Afyonkarahisar sancağına mutasarrıf tayin edilmesi sonucu ailece Afyona taşındılar. 1857'de İstanbul'a gelen Namık Kemal, divan geleneğine bağlı şairlerle ( Leskofçalı Galip, Yenişehirli Avni vb.) dost oldu. 1863'te Tercüme Odası'na girdi. Orada Şinasi ile tanıştı. Fransızcasını ilerletti. Şinasi’nin etkisiyle Batı Edebiyatını öğrenmeye yöneldi. Tasvi-ri Efkar'da yazmaya koyuldu. 1865'te Şinasi Paris'e gidince, gazetenin yönetimini üzerine aldı. Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne girdi. Şark meselesi'yle ilgili yazılarından ötürü gazete kapatıldı. 1867'de Ziya Paşa'yla Paris'e kaçtı. Oradan Londra'ya geçti. 1868' de Hürriyet Gazetesini çıkardı. İki yıl sonra İstanbul'a döndü. Üç arkadaşıyla İbret gazetesini kurdu. Gazete “ Garaz Maraz “ başlıklı yazısı dolayısıyla dört ay kapatıldı. Namık Kemal Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Dönünce yayıma devam etti. Bu sırada oynanan Vatan Yahut Silistre'yi halk coşkuyla karşıladı. Bununla ilgili olarak İbret'te yayımlanan yazı dolayısıyla hükümet ihtarda bulundu. Ertesi sayıda gazetede buna cevap verildi. Bunun üzerine Namık Kemal 1873'te Kıbrıs'a sürüldü. 38 ay Magosa Kalesinde hapis yattı. Birçok eserini orada yazdı. 1876'da Abdülaziz tahttan indirilince, salıverildi. İstanbul'a gelince şura'yı Devlet'te görevlendirildi. Kanun-ı Esasi Encümeni'nde çalıştı. Abdülhamit'e sunulan bir jurnal yüzünden tutuklandı, beş buçuk ay içeride kaldı. Beraat ettiyse de kurtulamadı. 1877'de Midilli Adasına sürüldü. Ardından 1879'da oranın mutasarrıflığına atandı. Daha sonra da 1884'de Rodos ve 1887'de Sakız mutasarrıflığına verildi. 2 Aralık 1888'de Sakız'da öldü. Mezarı Gelibolu, Bolayır'dadır. MEHMET NAMIK KEMAL'İN SOYU Baba soyu: Konyalı Bekir ağa, Topal Osman Paşa ( I.Sultan Mahmut zamanında ıran hükümdarı Nadir şah ile yapılan savaşta şehit düşmüştür ), Kaptan-I Derya (Bahriye nazırı) olan Ratip Ahmet Paşa, üçüncü Sultan Selim han'ın Baş Mabeyincisi şemsettin Bey, tarih ve nücüm (yıldız falı) ilmi bilginlerinden Mustafa Asım Bey'dir. Mustafa Asım Bey babasıdır. Anne Soyu: Anne tarafından dedesi Abdüllâtif Bey, bugün sınırlarımız dışında kalan Koniçe'de doğmuştur. Anneannesi Mahmude Hanım olup, annesi Zehra hanımdır. AFYON'DA GEÇEN GÜNLER Mehmet Kemal, Afyon müftüsü Buharalı Hacı Velid Efendi'den Arapça ve Farsça dersler aldı. Afyon Mevlevi Tekkesi Neyzenbaşı Coşkun Dede'den tarikat usullerini öğrendi. I.şevval 1264 (31 Ağustos 1848) de annesi Fatma Zehra Hanımı kaybetti. Annesi, Afyon Mevlevi Dergahı bahçesine gömüldü. 1291 (1895 ) yılında çıkan yangında sandukası yandı. Halen mevcut olan kabir taşında; “Abdüllâtif Efendinin duhteri guzini…. ıle başlayıp Cennete bula Zehra hanım beka-yı râ'na 1264 yazıları bulunmaktadır. Afyon muhassıllığından Kütahya'ya tayin olan Abdüllâtif Efendi görevi sona erince ailece İstanbul'a gelmiş ve kendine ait Zeyrek Fil Yokuşu’ndaki eve yerleşmiştir. Kemal ilk olarak Bayezid rüştiyesine sonra Valide mektebine (Dar'ül Maarif) devam eder. Hocası Şakir Efendi’dir. Kemal, evde babasından özel olarak, Arapça ve Farsça lisanını öğrenmektedir. Bu arada dedesi, Kıbrıs’a Kaymakam, oradan Mîr-ı Miran yani Beylerbeyi rütbesiyle Lâzistan sancağına tayin olur. Rütbesi paşalığa yükselmiştir. NAMIK KEMAL KARS'TA Dedesinin Kars'a mutasarrıf olarak tayini çıkınca, Kemal'de Kars'a gider. Kars'ta kalınan bir buçuk yıl zarfında, yaşlı şeyh Karslı şair ve müderris Vaizzade Şeyid Mehmet Hamid Efendi'den tasarruf ilmini, divan edebiyatını öğrendi. Vahdet-ı Vücud felsefesini ve Mıhiddin Arabi'yi, Mevlâna'yı inceleme fırsatını buldu. Kara Veli Ağa adındaki kır serdarından avcılık, atıcılık, cirit oyunu dersleri aldı. 1854 yılları Osmanlı devletinin birçok cephelerde savaştığı yıllardı. Oltaniçe, Çitane, Silistre ve Kırım savaşları birbirini takip etti. Sivastopol’un topa tutulması ile heyecanlandı. Balıkova, Elmalı, Gözleve'den gelen zafer haberleriyle sevindi. Karsta görevi sona dedesi ile İstanbul'a döndü. Babası Mustafa Asım Bey'den tarih şuurunu ve kitap sevgisini kazandı. On ay sonra babasının Bulgaristan Filibe Malmüdürü, dedesinin Sofya Kaymakamı oluşu ile Sofya'ya gitti. Evlerine misafir olarak gelen şair Binbaşı Eşref Bey, Kemal'in yazdığı şiirleri okuduktan sonra bir mahlâsname düzenleyerek Namık adını taktı. Bundan sonra Namık Kemal olarak anılmaya başlandı. EVLENİŞİ 1856'da 16 yaşında iken, Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendinin güzelliği ile meşhur 14 yaşındaki kızı Nesibe hanım ile evlendi. Bu evlilikten; Feride, Ulviye adli iki kız ve Ali Ekrem adında bir erkek çocukları dünyaya geldi. İLK MEMURİYETİ Sofya'da biraz Fransızca öğrenen Kemal; ailece İstanbul'a dönüşünden sonra ilk görevine stajyer olarak 1857 de başladı. Çalıştığı yer Bâb-ı Ali tercime odasıydı. 1858 de büyükannesi Mahmude Hanımı kaybeden Kemal, 1859 da dedesi Abdüllâtif Paşa'yı kaybetti. Bu arada ikinci evliliğini Dürriye Hanımla yapan babasının yeni evine Koca Mustafa Paşa'ya taşındılar. Namık Kemal'i bundan sonra Emtia Gümrüğünde gene tercüme odasında, Encümen-i şuara'da, Şinasi’nin çıkardığı Tasvir-i Efkâr gazetesinde, Yeni Osmanlılar Cemiyetinde, gitmediği Erzurum Vali Yardımcılığında, Paris'te, Londra'da görüyoruz. Gittiği yerlerde ailesine, dostlarına mektuplar ve gazetelere makaleler yazan Namık Kemal, edebiyatı siyasi ve milli ülküsüne vasıta yapmakta, vatan ve milletin bir hürriyet rejimi içinde yaşaması fikrini savunmaktadır. “Hürriyetsiz yaşamaktansa ölmek daha iyidir”. Medeniyet, terakki en çok kullandığı kelimelerdir. Bankacılık ve özel teşebbüs fikrini savunan Kemal, Türkiye'de meşruti bir idarenin kurulmasını, idari ve sosyal reformların gerçekleşmesini istiyordu. Viyana üzerinden İstanbul'a önen Kemal, İbret Gazetesini çıkardıktan sonra Gelibolu Mutasarrıfı oldu.(26 Eylül 1872) Gelibolu Mutasarrıfı’na 1914 yılında yanan üç katlı bir ev tahsis edilmişti. Namık Kemal, Gelibolu Mektuplarını bu konakta yazdı. Rumeli fatihi Gazi Süleyman paşa'nın Bolayırdaki kabrini ziyaret etti. Ebuzziya Tevfik Bey'e burada gömülmesini vasiyet etti. Beş ay kadar Gelibolu'da kalan Namık Kemal, Gelibolu'nun su davasını halletti. Bazı sorunlara eğildi. Yahudi Meşatlığında olan bir olay bahane edilerek İstanbul'a tayin edildi. Piyes çalışmalarına başladı. 9 Nisan 1873'te Padişah Abdülaziz tarafından, Kıbrıs’a gönderildi. Bazı eserlerini orada tamamladı. 19 Nisan 1876 da İstanbul'a döndü. NAMIK KEMAL TEKRAR İSTANBUL'DA Namık Kemal'i bundan sonra 18 Eylül 1876 da Şurâ-i Devlet üyesi olarak Kânun-i Esasi Heyeti'ne dahil olduğunu görüyoruz. Hediye-i Askeriye Derneğinde, Sırbistan ve Karadağ'da çarpışan asker ve ailelerine yardım derneklerinde görev alan Namık Kemal, yayınlanan bir yazısı üzerine, Padişah Abdülhamid'e verilen jurnal sonucu mahkemede yargılandı. Davadan beraat eden Kemal, Hazine-i Hassa'dan 50 sarı lira aylık verilmek suretiyle Midilli adasına gönderildi. NAMIK KEMAL'İN MİDİLLİ GÜNLERİ Midilli’den dostlarına Osmanlı devletinin tutması icap eden yolu gösteren mektuplar yazdı. Damadı Rifat Bey'e yazdığı mektuplar neşredildi. II. Abdülhamid'in iradesiyle iki buçuk yıl sonra Midilli Mutasarrıfı oldu. 18 Aralık 1879 dan itibaren yaptığı görev sonucu yabancıların yaptığı kaçakçılıkları önledi. Hazine gelirini arttırdı. Midilli de 20 Türk ilkokulu açtı. Türk'lerin hayat seviyesini yükseltti. Adalarda yaşayan Türk ahalisinin sorunlarını dile getiren bir rapor hazırlayıp Bâb-ı Âli'ye sundu. Midillide yabancı balıkçıların menfaatine set çekmesi ve kaçakçılığı önlemesi, İtalyanların hoşuna gitmedi, yerli Rumlar ile menfaatleri zedelenen eşraf ve kaçakçılar imza toplayarak Kemal'i şikayet ettiler. Midillide 7 yıl 4 ay kalan Kemal, 15 Ekim 1884 te Rodos Mutasarrıfı oldu. Sultan Abdülhamit tarafından Bâlâ rütbesi nişanını alan Kemal Rodos'ta gene padişahın imtiyaz madalyasıyla onurlandırıldı. Rodos adasında Türk ilk ve ortaokullarını açtı eğitime ve öğrenime önem veren Kemal, burada bazı eserlerini yazarak İstanbul'da neşretti. Rodos'ta başarılı geçen 3 yıl sonunda Sakız Adası Mutasarrıfı oldu. SAKIZ ADASI VE ÖLÜMÜ Namık kemal Aralık 1887 de Sakız'da göreve başladı. Havası kuru olan adada rahatsızlandı. Aslen Rum fakat iyi bir hekim olan dostu Dr. Ornştayn tedavi etti. Ölümüne yakın bir zamanda oğlu Ali Ekrem'e verdiği imzalı fotoğrafta şu şiiri yazdı; Namus ile irfanı yetişmez mi mükâfat, İkbal yolu gerçi Kemal'in kapanıktır. Çok ak göremezsende sakalında, Elminnetüllillah yüzü ak, alnı açıktır. 2 Aralık 1888 pazar günü ikindi vakti ölen Namık Kemal, Sakız adasında bir cami-i şerifin haziresinde gömüldü ise de arkadaşı Ebüzziya Tevfik Bey'in saraya yaptığı müracaat sonucu kabir açılmış ve kurşunlanan tabut, Eser-i Nüzhet isimli vapurla Sakız adasından Gelibolu'ya getirilmiştir. Gelibolu'da Rumeli Fatihi Gazi Süleyman Paşa'nın Bolayır'daki kabri yanına törenle gömülmüştür. Namık Kemal'in kabrinin projesi şair Tevfik Fikret tarafından çizilmiş, kubbeli olarak inşa edilen mezarın masrafları ise Sultan Abdülhamid tarafından ödenmiştir. 1912 depreminde sütunlar zedelendiği için halen mermer kaplı bir kabirde bulunmaktadır. Kabir taşında fatiha ile birlikte merhumun aşağıdaki beyti yazılıdır. “Ölürsem görmeden millette ümmid ettiğim feyzi, Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun.” FİKİRLERİ, SANATI, YAZILARI, ŞİİRLERİ Namık Kemal, Vatan, Millet, Hürriyet, İstiklal kelimelerini fikir hayatımıza, edebiyatımıza sokan, bunları bir sistem halinde ifade eden ilk düşünürümüzdür. O şuurlu bir vatanseverdir. “Osmanlı milleti” veya sadece “millet” derken, yalnız “Türk”'ü düşünüyordu. İmparatorluğun karışık durumu “Türk” kelimesini her zaman açıkça söylemek imkânını vermiyordu. Milli davalar üzerinde konuşurken, “Osmanlı” yerine “Türk”ü kullanmış ve böylelikle hangi millet için çalıştığını ve hangi millete mensup olmakla övündüğünü açıkça meydana koymuştur. Namık Kemal'in en büyük hizmeti, Vatan aşkını, Milliyet duygusunu, Hürriyet sevgisini şiire sokmasıdır. Bir konu hakkında şahsi fikirlerini beyan eden ilk yazarımız, Namık Kemal'dir. Mir'at, Tasvir-i Efkâr, Muhbir, Basiret, Diyojen, İbret, Hadika, İttihat, Sadakat, Vakit, Muharrir, Mecmua-i Ebuzziya gibi çeşitli gazete ve dergilerde yazdı. Tasvir-i Efkar, Hürriyet ve İbret gazetelerinde sahip ve yazardı. Londra'da 1868 yılında çıkardığı Hürriyet Gazetesinin 1 nolu nüshasında: “HÜRRİYET (Yeni Osmanlılar) HUBB-ÜL-VATAN MİN-EL İMAN (Vatan sevgisi imandandır). Herkesin vatanı ki, mensup olduğu cemiyetin meskenidir. Dünyada her şeyden ziyade muhabbetine mazhar olmasun mu? Vatan o mün'im kerimdir ki hanedan-ı atıfetine gelenler, aç, aciz, çıplak gelir, sayesinde beslenir, sayesinde giyinir, hayatından, hürriyetinden sayesinde istifade eder…Lâyıkmıdır ki vatanını bedeninden aziz tutmasın? Ya Osmanlılar bu mukaddes vazifeyi herkesten ziyade yerine getirmeye çalışmasın ki, Vatan denilen ilâhi nimet onların kılıçlarının hakkıdır. Bu uğurda şehid olan ecdadımızın kemikleri topraktan çıkarılsa mülkün her sahrasında nice ehramlar ve hürriyetimizi düşman taarruzundan muhafaza edebilecek kadar istihkâmlar yapılabiliyor. Bir kere tarihlere ibretle bakılsın. NE BÜYÜK DEVLET İDİK.NE AZAMETLİ ÜMMET İDİK…. Türk'ler o millet değilmidir ki? Medreselerinde FARABİLER; İBN-I SİNALAR GAZALİLER, ZEMAHŞERİLER ÇIKIP HÜNERLERİNİ İLİMLERİNİ KABUL ETTİRMİŞLERDİR……CİHAN İTİBARINI BULMUŞ BİR MEMLEKET, MAARİFİN EN SADELERİNE BAKIP MUCİZELER GÖRMÜŞ GİBİ HAYRAN OLUYOR……..” Vatan makalesinde: “Beşiktekiler beşiğini, çocuklar eğlendiği yeri, gençler geçimlerini sağladıkları yerleri, ihtiyarlar her şeyden ellerini çekerek rahat ettikleri köşelerini, evlâtlar annelerini, baba ailesini ne duygularla severse, insan da vatanını o türlü duygularla sever”…… Bu duygular ise, sırf sebebsiz bir tabii meyilden gelmez. İnsan vatanını sever; çünkü tabiatın bize en parlak hediyesi olan bakışlarımız, daha gözlerimizin ilk açılışında, vatan toprağına yönelir. İnsan vatanını sever; çünkü vücudunun maddesi vatanın bir parçasıdır. İnsan vatanını sever; çünkü hürriyeti, rahatı, hakkı, menfaati vatanın sayesindedir. İnsan vatanını sever; çünkü vatanın çocukları arasında dil ve menfaat birliği, bir gönül yakınlığı ve fikir kardeşliği vardır. Namık Kemal, dağılmakta olan imparatorluğu kurtarmak istemiştir. Ona göre; Osmanlı (Türk) bayrağı altında yaşayanların hepsi tek millettir. Irk, dil, din ayrılıkları bir devlet çatısı altında birleşmeye engel değildir. Aynı vatanda, ortak menfaatler içinde eşit haklarla yaşayan insanlar bir millet oluşturur. İktisadi görüşlerinde ise; Vergi adaleti sağlanmalı, gümrük serbestisi ve kapütülasyonlar kalkmalıdır. İktisadi kalkınma ancak çok çalışarak, üretim artışı yapılarak sağlanabilir. Topyekün kalkınmayı sağlamak için eğitime önem verilmelidir. Kadınlar okutulmalı ve meslek öğrenip iş hayatına atılmalıdır. Milli bir iktisâdi politikamız olmalı, yerli tüccar ve sanayici zümresi oluşmalıdır, yerli bankalar kurulmalı, yeni okullar açılarak son teknolojiyi öğrenmiş gençler yetiştirilmelidir. Osmanlı ticaret ve sanayiini engelleyen 1838 anlaşmaları iptal edilmelidir. 1850’li yıllar sonrasında artan borçlarımızı işaret ederek, borçlanmamız sonunda siyasi bağımsızlığımızın kaybolacağını makalelerinde dile getirmiştir. Tanzimatçılar borçlarını ödeyemez duruma düşünce yeniden borç almalarını eleştirmiştir. Namık Kemal, ülkenin tabii gelir kaynakları olan sanayi ve ticaret üzerinde durmuştur. Ona göre; Ziraat, sanayi, ticaret milli servetin üç kaynağıdır. Halkın büyük bir kısmı geri teknoloji ile ziraat ve ticaret yapmaktadır. Sanayimizin teknolojisi eskimiştir. İmparatorlukta can ve mal güvenliğini tehdit eden iç isyanlar sebebiyle ziraatla uğraşacak pek az genç insan kalmıştır. Gittikçe ağırlaşan vergiler yüzünden geçim sıkıntısına düşen köylüler yeni geçim kaynakları aramak üzere topraklarını terketmek zorunda kalmışlardır. Çiftçilerimizi tefecilerin elinden kurtarmak için uzun vadeli ucuz kredi sağlanmalıdır. Yerli ticaret baltalanmış, esnaflık yok olmuş, dükkanlar kapanmış, tezgâh ve dükkan sahipleri devlet kapısına girmeye başlamışlardır. Edebiyatı, siyasi ve milli düşüncelerine vasıta yapan Namık Kemal, milletin hürriyet rejimi içinde yaşaması fikrini savunuyordu. Medeniyet ve terakki en çok kullandığı kelimelerdi. Bankacılık ve özel teşebbüs fikrini savunan Kemal, Türkiye’de meşruti bir idarenin kurulup sosyal reformların gerçekleşmesini istiyor ve çalıştığı gazetelerde bu fikri işliyordu. Midilli adasında Vali olarak görevli olduğu esnada, Padişah Abdülhamid’e yazdığı yazıda; Midillide birkaç ilkokul ve ortaokul vardır. Okullar harap, öğretmen sıkıntısı vardır. Türk vakıflarına ait binalar kullanılmaz durumdadır. Midilli’nin her köyünde ilkokullar açılması, buralara öğretmen gönderilmesi, Ortaokullarda askeri okul eğitimi verilmesi, yatılı sınıfların açılması, deniz kaptanı yetiştirecek denizcilik okulu açılması icab etmektedir. Zeytinciliğin ihyası için çiftçi himaye edilerek, tefeci elinden kurtarılmalı, banka şubeleri açılarak zeytinden alınan vergi azaltılmalıdır. Gümrükte vergi usulleri ticarete engel olmaktadır. Adli ve dahili teşkilât ele alınmalı yeniden yapılanmalıdır. Midillide toplanan vergiler orada harcanmalı ve kaçakçılık önlenmelidir. Rodos adasında okul ve cami azdır. Halk fikirce yükselmemiş, din terbiyesi almamıştır. İki yerde okul açılmış üçüncü köyde ne okul ne cami vardır. Rodos'un elden çıkmaması için siyasi ve kültürel bakımdan kuvvetlendirilmesi gerekir. NAMIK KEMAL VE TÜRK DİLİ Namık Kemal'e göre Türk şairi olmak için Türk olmak yeterli değildir. Aynı zamanda Türk'çe yazmış olmak şarttır. Yunan, Arap, İran edebiyatı karşısında bir Osmanlı değil, Türk edebiyatı vardır. Milliyet kültür demektir, tarihimizin uzun bir devresi içinde milli kültürümüzü, sanatımızı ve dilimizi ihmal ettiğimizi söyleyerek, bu husustaki düşüncelerini şöyle açıklar: “Dil ve kültür, milli bağı kuvvetlendiren en büyük iki güçtür. Halk diline girerek Türkçeleşmemiş ne kadar yabancı kelime varsa, dilimizden kesinlikle atılmalıdır. Konuşma ve yazı dili, milli dilimiz Türkçe'nin yapısına göre oluşturulmalı, edebiyatımız ve dilimiz üzerindeki acem dili ve edebiyatının tesiri süratle kaldırılmalıdır.” Harf meselesi üzerinde de duran Namık Kemal, o yıllarda kullandığımız harflerin Arap harfi olduğunu belirterek, halbuki biz Türk'üz bizim kendimize göre bir harfimiz olmalıdır der. NAMIK KEMAL VE MUSTAFA KEMAL Namık Kemal'in eserleri ve fikirleri yönünden en çok tesir ettiği kişilerin başında, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk gelir. Mustafa Kemal'in, Namık Kemal'i tanıması ve fikirlerini benimsemesi Manastır askeri lisesinde öğrenci iken yakın arkadaşı Ömer Naci sayesinde olmuştur. Ömer Naci’nin, Mustafa Kemal'e okuması için verdiği kitaptaki şiirde Namık Kemal imzalı şu mısralar vardır: Vücudun kim hamîr-i mâyesi hâk-i vatandandır. Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr-ü mihnetten. (Vücudun mayasının hamuru, vatan toprağındandır; onun için, vatan yolunda eziyet ve sıkıntılarla toprak olursa, bunda üzülecek ne var.) Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini, Yoğ imiş kurtaracak baht-ı kara maderini. (Düşman, vatanın bağrına hançerini dayadı; ama kara talihli bir ana olan bu vatanı kurtaracak kimse yok imiş) diye inleyen vatan şairine, 24 Aralık 1919 da Kırşehir Gençler Derneğindeki ve daha sonra 13 Ocak 1921 de Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden seslenen Gazi Mustafa Kemal Paşa; Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini Bulunur, kurtaracak bahtı kara mâderini. Mısraları ile cevap vermiştir. Atatürk'e tesir eden başka bir eserde Namık Kemal'in Vatan yahut Silistre piyesi ve piyeste geçen şarkı sözleridir. Yâre nişandır tenine erlerin Mevt ise son rütbesidir askerin…. Mısraları okunurken Mustafa Kemale söylediği sözde yatmaktadır. “NAMIK KEMAL BENİM DUYGULARIMIN BABASIDIR” (Bu söz Atatürk tarafından şöyle ifade edilmiştir:” Benim bedenimin babası Ali Rıza Efendi, Duygularımın babası Namık Kemal, Fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp'tir der.” Sözleri, Atatürk'ün değer verdiği: Vatan, Milliyet, Hürriyet, Medeniyet, Aile, Hukuk gibi kavramlar üzerinde yaptığı çalışmaların bir zamanlar Namık Kemal'in üzerinde durduğu fikirler olduğu açıkça görülmektedir. NAMIK KEMAL'İN ESERLERİ Divan, İntibah, Sergüzeşti Ali Bey, Cezmi, Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Gülnihal, Celâleddin Harzemşah, Kara Belâ, Evrak-ı Perişan, Tercüme-i Hâl-i Emir Nevruz, Bârika-i Zafer, Devr-i İstila, Kanije, Silistre Muhasarası, İslam Tarihi, Osmanlı Tarihi Mukaddimesi, Osmanlı tarihi (üç cilt), Tahrib-i Harabat, Takip, İrfan Paşa'ya Mektup, Mukaddeme-i Celâl, Ernest Rönan'a cevap, Cümle-i Müntahabe-i Kemal, Müntahabat-ı Tasvir-i Efkâr, Ahmet Mithat'a Mektup, Bahar-ı Daniş, Rüya, Hürriyet, İbret, Tasvir-i Efkâr ve diğer gazete koleksiyonu. TEKİRDAĞ'DA NAMIK KEMAL ADINI TAŞIYAN YERLER Namık Kemal Derneği Namık Kemal Evi Namık Kemal Parkı Namık Kemal Heykeli 1949 yılında Heykeltraş Ali Hadi Bora tarafından yapılarak, Tekirdağ Belediyesi tarafından dikilmiştir. Namık Kemal Anadolu Lisesi Namık Kemal İlköğretim Okulu Namık Kemal Heykeli Sahil parkında Namık Kemal Bölge Tiyatrosu Tekirdağ Belediyesi bünyesinde Namık Kemal Caddesi Namık Kemal anıtı 1908 yılında Edirne (Tekfurdağ) Milletvekili Mehmet şeref Aykut tarafından yaptırılmıştır. Namık Kemal İlk Halk Kütüphanesi Namık Kemal Üniversitesi Namık Kemal Stadyumu Namık Kemal Vergi Dairesi Namık Kemal Ormanı Tekirdağ-Muratlı yolu üzerinde Namık Kemal Viyadüğü Edirne-İstanbul çevre yolu üzerinde Namık Kemal Bölge Tiyatrosu
  17. _asi_

    Tekirdağ-Türk tarihi

    TEKİRDAĞ İLİNİN TÜRKLEŞMESİ Padişah I.Murat, fethettiği toprakları Malkara ve Şarköy’den başlayarak Ahi büyüklerini Malkara civarına, Türkmen ve Yörükleri Şarköy, Tekirdağ, Hayrabolu ve Çorlu yöresine yerleştirmeye başladı. Karasiden başlayarak Tokat, Sivas, Kayseri, Kütahya ve Ermenek’ten gelen Türkler ilimizin ilk Türk sahipleri oldu. I.Murat bu göçmenlerin Rumeliye geçirilmesi için Ceneviz gemicilerine 1363 yılında altmış bin altın vermişti. Tekirdağ Osmanlı Türk şehri olarak gelişti. Kasaba toprakları Gazi Murat Beyden sonra Hekim Baş’lara arpalık olarak verildi. En büyük Yörük Beyleri Tekirdağ, Vize, Hayrabolu ve Çorlu’da otururdu. Beyler kendilerine şartlı olarak verilen bu çiftliklerde atlı ve yaya asker beslerdi. Çiftliklerde kurulan Müsellim Ocakları, yeniçeri teşkilatı ve Sipahi teşkilatları gelişince, yörükler ve onlardan kurulmuş sipahi ocakları geri hizmete alındılar. Devletin donanma, kale, köprü, yol, derbent, resmi yapı onarımı, su yolları işlerinde bazı vergilerden muaf tutularak çalıştılar. Zamanla bu teşkilatlar kaldırıldı. “Evlad-ı Fatihan” adı altında II.Murat zamanına kadar geldi. Evliya Çelebi Tekirdağ için “Topkeşen Yörük beylerinin tahtgahı’dır” der. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devrinde çok sayıda Türk boyları Tekirdağ ili topraklarına yerleştiklerinden, bugünkü köy ve çiftlik adlarımız arasında Oğuzlara, Avşarlara, Danişmentlilere, Dulkadirlere, Bozoklulara, Karamanlılara, Saruhanlılara, Aydın ve Karesi Oğullarına, Suriye ve İran Yörüklerine ait olanları çoktur. Örneğin; Karaman Oğullarından; Şerefli, Davutlu Oğuzlardan; Kayı, Kınık, Karaevli ve Yazır Danişmentlilerden; Kaşıkçı Saruhanlılardan; Doğucalı, Deliler, Karahalil, Kuyucu İran Yörüklerinden; Bayramşah, Kazancı Fetih sırasında Tekirdağ’ın bulunduğu yer bir çiftlik arazisi durumundaydı. Barbaros’ta bulunan kent o zamana kadar etrafı surlarla çevrili idi. Osmanlılar’ın Trakya’yı fethi sırasında Tekirdağ toprakları üs olarak kullanılmıştır. I.Murat, 1366’da Gelibolu’daki Ahi Reislerinden Ahi Mustafa’yı Malkara’ya yerleştirdi. 1373’te Bizanslılar, Vize yöresini yağmaladılar. Bunun üzerine I.Murat, hemen Gelibolu’ya geçerek güçlerini Malkara’da topladı. Burasını üs durumuna getirdi. Lalaşahin Paşa’yı İpsala yolundaki Firecik Kalesini almakla görevlendirdi. Kendisi de Çatalca yöresine doğru yürüyünce Bizans imparatoru barış istemek durumunda kaldı. Bundan sonra Tekirdağ ve yöresi uzunca bir zaman barış içinde yaşadı. TEKİRDAĞ’DA YÜRÜKLER Tekirdağ ve Vize başta olmak üzere Hayrabolu, Malkara, Çorlu önemli Yürük merkezleriydi. Yürükler’den istenen görevleri yoluna koymak ve başlarında bulunmak yürük beylerine düşmekteydi. Yürükler’in devlete karşı sürekli yükümlülüğü vardı. Devlet de onlara yer vermiş ve vergilerden muaf tutulmuştu. II.Mehmet (Fatih ) döneminde Yürükler üzerine ilk kanunname çıkarıldı ve Yürük ocakları kuruldu. Yerleşik ve özel statüye bağlı Yürükler’e Müsellem dendi. Müsellem ocakları, yürükler’den kurulmuştu ve başlangıçta atlı savaşcı bir sınıftı. Daha sonraları yavaş yavaş geri hizmete alındı. Yürük ocaklarıyla aynı görevleri yerine getirmeye başladı. Müsellemler köy ve çiftliklerin kendilerine ayrılmış topraklarında, başta at olmak üzere, hayvancılık ve çiftçilik yaparak, vergi ödemeden geçinirlerdi. Bunda başka Müsellem çiftlikleri alınıp satılamaz ve tapuya bağlanamazdı. Bu çiftlikler başkaları işlerse, vergisini Müsellemler alırdı. Savaşlara her ocaktan iki nöbetli gider, bunların masraflarını geri kalan yamaklar karşılardı. Çiftlikler, Müsellemler’ce ortaklaşa işlenir ve yıllık gelir aralarında paylaştırılırdı. Savaşa gitmeyene bu pay verilmez ve bunların payına, devlet adına, mevkufat emini denilen görevli el koyardı. Yürükler’in görevleri barış ve savaşta değişirdi. Savaşta, yol açmak, hendek ve siper kazmak, top çekmek gülle ve ağırlık taşımak, askere zahire ulaştırmak, köprüleri, kara ve su yollarını korumak ve onarmak, maden ocaklarında, tersanelerde çalışmak, gemilere gereç ve kereste taşımak, köprü, su yolu yapmak ve onarmak başlıca görevleriydi. İşlek yolların, güvenlik açısından önemli yerlerinde nöbet tutmak gibi bir görevleri de vardı. Buna derbentçilik adı verilirdi. Derbentin çevresindeki köylerden bu işe istekli bulunmazsa ya da derbent çok önemliyse, koruma Müsellemlere verilirdi. Yürükler, barış dönemindeki çalışmalırıyla, devletin askeri ve ekonomik gücünü arttırırlardı. Savaştaki barışın temeli olan geri hizmetler, yürük ocaklarınca, masrafsız ve kolayca sağlanıyordu. Osmanlılar, bu yüzden Yürük oacaklarını yaşatmaya büyük özen göstermişlerdir. Kimi zaman işlerin iyi yürümesi için, Türk Yürükler’in arasına Müslüman olmuş ya da olmamış Hiristiyanlar’ın, Anadolu’dan gelme bekarların girmesine de izin veriliyordu. Yürük ocakları donanma hizmeti için kıyılarada, yol, köprü, menzil yapma, zahire toplama için anayolların üzerinde, maden işletmelerinin yakınlarında konar göçerlerdi. Bu nedenle Yürükler Tekirdağ, Çorlu, hayrabolu, Malkara yörelerinde toplanmışlardı Genellikle bir Yürük ocağı 24 kişiden oluşurdu. Bunların içinde 1 kişi eşkinci seçilirdi. Yürük ocaklarının yönetim ve denetim işlerini subaşılar, yürük beyleri, zaimler, seraskerler, alaybeyleri ve kadılar görürdü. Çeribaşı, eşkincileri toplamak, göndermek ileri uğraşırdı. Çeribaşının zeameti vardı. Yürükler’in özel işleri çeribaşlarca görülür, devlet işlerini subaşı Yürükbeyi, serasker, alaybeyi, sancakbeyi ve kadı üstlenirdi. Serasker, Yürükler’in içinden, divanca atanırdı. Yürükler’in görevi, ağır ve sürekliyidi. Angarya sayılabilecek işlerin savaş ve barışta sürüp gitmesi ve giderek artması, Yürükler arasında genel bir hoşnutsuzluğa yol açtı. Yürük kanunnamesinin sıkı hükümlerine karşın, Yürükler toprağa bağlanmaya, işten kaçmaya başladılar. Bu durum 1691’e değin 1 yüzyıl sürdü. II. Viyana kuşatmasından sonra başlayan bozgunun önlenmesi için Osmanlı Devleti, bazı önlemler alma youna gitti. Bu önlemlerden birisi de Yürükler’in “Evlad-ı Fatihan” adı altında yeniden örgütlenmeleriydi. Bu dönemde Tekirdağ’dan ancak 150 kişi “Evladı Fatihan”a kaydedilebilmişti. OSMANLI DEVRİNİN ÖNEMLİ OLAYLARI Osmanlı Devrinde bu bölgede cereyan eden önemli olaylar sıralanacak olursa; Düzmece Mustafa olayı, Yavuz-Beyazıt çatışşması, şeyhülislam Feyzullah Efendi olayı gibileri sayılabilir. BÜYÜK KARIŞTIRAN’DA BABA-OĞUL İKİ PADİŞAHIN SAVAŞI Padişah II.Beyazıt’ın tutumunu beğenmeyen ve kardeşi şehzade Ahmed’in Padişah yapılmak istendiğini anlayan şehzade Yavuz Selim, kayınpederi olan Kırım Hanından aldığı Tatar askerleri ile Edirneye gelmiş ve babası II.Beyazıt ile Büyükkarıştıran’da karşılaşarak savaşmıştı (1511). Selim Ağustos ayında yapılan bu savaşı kaybetti. Yanındaki çoğu Tatar olan kırk bin kadar kuvvet dağıldı. Buradan İğneadaya kaçarak bir gemi ile Kırım’a döndü. Yavuz çoktan beri göremediği babasının elini öpmek için geldiğini bildirmişti. Fakat şehzade Ahmed’i tutanlar, araba içinde bulunan padişaha örtüyü kaldırarak “Elinizi öpmeye gelen oğlunuzun kuvvetini görün, mürettep ve müsellah askerlerle oğul babayı böyle mi ziyaret eder” diyerek baba-oğul savaşını körüklemişlerdir. Fakat sonra olaylar Yavuz’dan yana gelişerek babasının yerine padişah oldu (1512). Baba– oğul iki padişahın ölümleri: Yerine Yavuz Selim’i geçirmek zorunda kalan II.Beyazıt kendi dileği ile Dimetoka’ya giderken 1512 Nisanında Çorlu’da ansızın öldü. Ölüm sebebi kesin olarak belli değildir. Yavuz Selim’in ölümüne gelince; bu büyük padişah 1520 Ağustosunda İstanbul’dan Edirne’ye gidiyordu, sırtında iki omuzu arasında, bir çıban çıkmıştı. Çok ızdırap veren bu çıbanın tedavisi çin Çorlu’da kırk gün kaldı. Fakat durumu gittikçe kötüleşiyordu. Karargahı Sırtköy’de idi. Öleceğini anlayınca büyük devlet adamlarını başına topladı ve oğlu Süleyman’ı çağıttı. Sırtköy’de 21 Eylül 1520 tarihinde 54 yaşında iken can verdi. Ölümü, Şehzade Süleyman İstanbul’a gelip padişahlığını ilan edinceye kadar gizli tutuldu. Ünlü sadrazamlardan Köprülü Fazıl Paşa’da 1687’de buraya yakın Karabiber Çiftliğinde ölmüştür. Nizam-ı Cedid Olayları: III.selim zamanında Malkara’da çıkan eşkiya olaylarını bastıran, Nizam-ı Cedit askeri oldu. Rumeli olaylarını bastırmak için Padişah Nizam-i Cedid’i Rumeli’ye geçirmeyi uygun buldu. Nüfuzlarının iyice kırılacağını anlayan Rumeli derebeyleri memnun olmadılar. Padişah fermanını okuyan Tekirdağ Kadısı, yeniçeriler tarafından öldürüldü. Bu ayaklanma Çorlu, Silivri, Edirne dolaylarına yayıldı. Kadı Abdurrahman Paşa, Nizam-ı Cedid askeri ile bu ayaklanmaları bastırdı. Buna rağmen padişahın Nizam-ı Cedid’in geri dönmesini istemesi, gericilik olaylarının gelişmesine yol açtı. Sürgünler: Başta Malkara ve Tekirdağ olmak üzere, Tekirdağ ili Osmanlı İmparatorluğu devrinde, sayılı sürgün yerlerinden biri idi. Saray’daki Ayas Paşa Caminin avlusu Giraylar Kabristanı haline gelmişti. Malkara’da da benzer paşalar mezarlığı vardı. Malkara’ya sürülenlerden en tanınmış olanları Hadım Süleyman Paşa, Koca Sinan Paşa, Sofu Mehmet Paşa, Boynu Yaralı Mehmet Paşa, Melek Ahmet Paşa, Siyavuş Paşa, IV.Murat’ın sadrazamlarından Halil Paşa. Bunlardan bazıları zamanla sürgünden kurtulmuşlar, bazıları da saraydan gönderilen cellatlar tarafından boğulmuşlar, bazıları da ecelleri ile ölmüşlerdir. Tekirdağ’a sürülenler arasında: Yeniçeri ağası Mehmet Sait Ağa, yeniçeri ağası Salih Paşa, sadrazam Tevfik Ali Paşa, Abdülmecit’in ilk sadrazamı Hüsrev Paşa, Tekirdağ’lı Zahire Nazırı Mustafa Paşa, Hamami Mehmet Paşa, II.Mahmut zamanında Sadrazam Esseyd Ali Paşa vardır. Macar Prensi ve bağlıları da İstanbul’dan Avusturya devletinin baskısı üzerine uzaklaştırılmış olduklarından bir bakıma sürgün sayılabilirler. MACAR PRENSİ RAKOCZİ FERENÇ II: Macaristan’ın bağımsızlığı için Avusturya İmparatorluğu ile çarpışan (1703-1711) Erdel Kralı, Macaristan Prensi Rakoczi II.Ordusu mağlup olunca ilk olarak Polonya, sonra İngiltere ve Fransa’ya yerleşti. Kendisine destek vermek için Çorlulu Ali Paşa’nın sadrazamlığı esnasında padişah Sultan Ahmet (II.Ahmet) tarafından Türkiye’ye davet edildi. Kendisini Fransa’dan getirmek üzere birlik ve kalyon tahsis edildi. Daveti kabul eden Rakoczi Ferenç II. generalleri ve bağlıları ile birlikte 1718’de Gelibolu’ya geldi. Gelibolu’da erkan ve Tatar Hanı tarafından karşılanan Rakoczi emrine tahsis edilen arabalarla beraber Edirne’ye gitti. Baltacı Mehmet Paşa tarafından karşılanan Rakoczi, Sultan II.Ahmed tarafından kabul edildi. Osmanlı-Avusturya hükümetlerinin Pasarofça nantlaşmasını imzalamasından sonra (1718), Rakoczi ve beraberindekiler İstanbul’a gittiler. Avusturya elçisinin şikayeti üzerine 1720 yılında maiyeti ve bir bölük koruması ile Ereğli üzerinden iki kalyonla Tekirdağ’a gönderilen Rakoczi hükümdar muamelesi gördü. Türk hükümetinin kiraladığı 23 adet evde misafir olarak kaldılar. Rakoczi günlerini misafir kabul etmek, yemekler vermek, ava gitmek, osmanlı hükümetine ikaz edici mektuplar yazmak ve ibadetle geçirdi. Yanında Macar ediplerinden Mikes Kelemen de vardı. Şimdi mülkiyeti Macar Hükümetine ait olan tarihi eve yerleşti. Rakoczi’nin 15 yıl yaşadığı ev halen müzedir. 8 Nisan 1735’te vefat etti. Rakoczi’nin iç organları Tekirdağ’da Rum mezarlığına, külleri İstanbul’da saint Lazor kilisesinde toprağa verildi. 1906’da gelen bir heyet küllerini doğum yeri olan Kosice (Kassua) şehrine merasimle götürdü. Şehrimizde bir çeşmesi, Müzesi (Evi) ve 23.8.1994 günü özgürlük parkında dikilen bir anıtı olan Rakoczi Ferenç Türkiye-Macaristan dostluk bağlarının bir köprüsüdür. MİKES KELEMEN Macar Edibi, Erdel’de (Zagon) 1690 Ağustos’unda doğmuştur. Babası Avusturyalılar tarafından öldürülmüş, Mikes Kolozsuar Cizvit kolejinde okumuş ve bu okulun tesiri ile katolik olmuştur. 1707 yılında 17 yaşında iken Kral II. Rakoczi’nin yanına verilmiştir. Rakoczi’ye çok büyük sevgi ve sadakatla bağlanmıştır. Avusturya’ya karşı yapılan savaştan sonra Rakoczi ile beraber Polonya’ya,İ ngiltere’ye, Fransa’ya gitmiş ve nihayet Tekirdağ’a yerleşmiştir. Geldiği 1725’ten öldüğü 1761’e kadar 36 yıl Tekirdağ’da yaşamıştır. Tekirdağ’daki ömrü okuyup yazmakla geçmiştir. Mikes Kelemen Macar edebiyatının ünlü simalarından biridir. 13 eseri Macar Milli Müzesindedir. En ünlü ve önemli eseri ise “TÜRKİYE MEKTUPLARI” dır. Bu Türkiye’den meçhul bir teyzeye yazılmış 207 mektuptan oluşur. Eser 18.asırdaki Türk toplumsal yaşayışını, törenleri, adetleri, folkloru çok güzel canlandırmaktadır. Bu eser Milli Tarihimiz ve Tekirdağ Tarihi bakımından çok önemlidir. 28 Mayıs 1720 tarihli Mektubu: “Biz artık burada ev bark sahibi olduk, rahata kavuştuk. Tekirdağ’ı çok sevdim ama Zagon’u unutamıyorum. Doğrusu ablacığım, biz burada pek güzel, ferahlık bir yerde bulunuyoruz. Şehir epeyce büyük ve oldukça güzel, deniz kıyısında hoş ve gönül açan bir yamacın üstünde. Avrupa’nın tam kıyısında sayılırız. Buradan İstanbul’a atla iki günde rahat gidilir, denizden de bir günlük yol. Herhalde Bey için hiçbir tarafta bundan iyi yer bulamazlardı. İnsan ne tarafa giderse her yanı güzel kırlar, fakat boş arazi değil, çünkü burada toprağı mükemmel işliyorlar. Köylere yakın olan kırlar boş olmadığı gibi, şehrin etrafındaki topraklar da bakımlı bahçeler gibi gayet iyi işlenmiştir. Hele şu sırada insan tarlalara, bağlara, ve sebze bahçelerine bakmakla doyamıyor. Sırtlarda o kadar çok bağ var ki, başka yerde ancak bir vilayette bu kadarı bulunur. Bunlara çok da iyi bakıyorlar. Bağlarda pek çok meyve ağacı var, öyle ki insan buralarını meyve bahçesi sanır. Yalnız burada bağlara bizde olduğu gibi sırık dikmiyorlar, bu yüzden asmaların çubukları yerlere sarkmakta ve yapraklar bağın toprağını örtmektedir. Yaz yağmurunun az düştüğü bu sıcak yerde ise buna ihtiyaç vardır. Çünkü bu suretle toprak yaş kalır ve omcalarda kurumaz. Burada sebze bahçesi de pek çok; bunlar buranın adetine göre iyi işlenmiş ama bizimkilere benzemez. Sonra pamuk ekimi de burada her yerden fazladır ve bunun ticareti de geniş ölçüdedir. Pamuk Torda vilayetinde yetişebilir, fakat bizim inişli yokuşlu toprağımızda gerekli sıcaklığı bulamaz. Burada kadınların bütün yıl işleri pamuğu ekmek, toplamak, satmak ve dokumaktan ibarettir. Mayısta ekiyor, ekimde topluyorlar. Herhalde pamuk çok iş istiyor, fakat buralı kadınların zaten dışarda başka işleri olmadığından onunla uğraşmaya vakit buluyorlar. Şehre gelince; uzunlamasına büyümüş olan bu şehre burada güzel denebilir ve içinde güzel evler çok, fakat bunlar hiç de güzel görünmüyorlar çünkü Türkler karıları dışarıyı görmesinler diye sokak tarafına pencere koymuyorlar. Kıskançlık ne iyi şey. Şehrin çok geniş bir pazarı var. Tavuk, kaz gibi kümes hayvanlarının her çeşidi ile meyve, sebze burada ucuz; biz gelmeden önce daha ucuzmuş. Biz her ne kadar biraz pahalılığa sebep olduksa da buraya sukunet getirdiğimiz muhakkak, çünkü buralılar söylüyorlar.” KIRIM GİRAYLARI Cengiz Han’ın soyundan gelen Kırım Hanları türlü sebeplerle görevlerinden uzaklaştırıldıkları zaman büyük suçları yoksa, çoğu Saray dolaylarındaki köy ve çiftliklerde oturtulurdu. Bu durum III.Selim devrine kadar sürdü. Bunların bazıları Çorlu, Hayrabolu ve Malkara’da ikamet etmişlerdi. Saray ilçesinde yaşayıp vefat eden Kırım Hanlarından II.Devlet Giray Han (Öl:1725), II.Fetih Giray Han (Öl:1746), İslam Giray Sultan (Öl:1742), III.Selim Giray Han (Öl:1785), IV.Devlet Giray Han (Öl:1780), Şahbaz Giray Han (Öl:1792) olup kabirleri Saray Ayaz Paşa Camii avlusunda bulunmaktadır. PADİŞAH ZİYARETLERİ Tekirdağ Osmanlı İmparatorluğu devrinde devlet merkezi olan Edirne-İstanbul gibi iki önemli şehrin arasındave sefer yolları üzerinde oluşu nedeniyle hemen bütün padişahların geçit ve uğrak yeri olmuştur. Tarihi olaylarla ilgili bölümlerde belirtilenlerden başka, önemli ziyaretler: I.Murat (Hüdavendigar) fetihler nedeniyle (1357-363) yıllarına Barbaros, Tekirdağ ve Çorlu’ya gelmiştir. 1613’te I.Ahmet Edirne’den Malkara yoluyla Gelibolu’ya gitmiş, İstanbul’a dönüşüde Tekirdağ’ın Balabanlı Köyü, İnecik Bucağı, Umurca Çiftliği üzerinden olmuştur. Padişah IV.Mehmet (Avcı) 1671’de Girit’i alan Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’yı karşılamak üzere Tekirdağ’a gelmiştir. Padişah II.Mahmut Tekirdağ’a devletin ilk buharlı gemisi Swift ile ilk kez 28 Ocak 1830 da gelmiş ve bir gece kalarak dönmüştür. İkinci kez 1831 yılında Şeref Resan adlı gemi ile Tekirdağ limanına uğrayarak Gelibolu’ya gitmiştir. RUS AKINI VE İŞGALİ Balkanlardaki milliyetçilik hareketlerinin etkisiyle Mora isyanının meydana geldiği sıralarda Tekirdağ İlinden çok sayıda asker toplanarak kara ve deniz yollarıyla Yunanistan’a gönderilmiştir. Mora isyanından sonra Rus savaşı sonunda ise 1829’da Ruslar Edirne’yi alarak Tekirdağ’a kadar akıncılar gönderdiler. Edirne anlaşmasıyla çekildiler. 1876 Osmanlı-Rus savaşında ise ordularımız yenilince, 20 Ocak 1878’de Edirne’yi, 31 Ocak 1878’de Tekirdağ’ı işgal ettiler. 3 Mart 1878’de Ayastefanos antlaşmasıyla çekildiler. BALKAN SAVAŞI VE BULGAR İSTİLASI Balkan savaşında ordularımız 15-21 Ekim 1912 tarihli Lüleburgaz savaşında yenilince Bulgarlar Çatalca’ya kadar ilerlediler. Şarköy ilçesinin bazı bölgelerinden başka bütün Tekirdağ ili toprakları işgal edildi. Bulgar ordusu Türk kuvvetleri tarafından Çatalca’da durduruldu. Ordumuz Şarköy ve Mürefte dolayında harekata giriştiyse de Bolayır’ın yardımına koşmak zorunda kaldığından 1913’te Şarköy ilçesi de düştü. İttihatçıların 23 Ocak’ta yaptıkları hükümet darbesinden sonra topladıkları gönüllü ve akıncı birlikleriyle Kuşçu Başı Eşref Bey’in komutasında 13 Temmuz 1913 sabahı Marmara Ereğlisi ve Tekirdağ’a başarılı çıkarma yapıldı. Tekirdağ karadan ve denizden çevrildi. Bulgarlar ve Ermenilerle şiddetli sokak çarpışmaları yapıldı. Birliklerimiz başarılı oldular. Eşref Bey Muratlı’yı aldıktan sonra Çorlu’da bulunan Enver Paşa kuvvetleriyle birleşti. Böylece Tekirdağ Bulgar işgalinden kurtulmuş oldu. I.DÜNYA SAVAŞINDA TEKİRDAĞ Tekirdağ I.Dünya Savaşında özellikle Çanakkale cephesinde önemli rol oynamıştır. Savaşın başında Sofya Ateşemiliteri olan Kaymakam Mustafa Kemal Bey Tekirdağ’da 19.Tümeni kurmakla görevlendirildi. 2 Şubat 1915’te Tekirdağ’a gelen Mustafa Kemal’in çok sıkı çalışmalarıyla 25 günde hazırlanan 19.Tümen 25 Şubat 1915’te Maydos’a geçti. Tekirdağ Çanakkale savaşlarında büyük kahramanlıklar yaratan 19.Tümenin kurulduğu şehir olarak tarihte şerefli bir yer almıştır. ÇANAKKALE SAVAŞLARI VE TEKİRDAĞ “Tekirdağ, Çanakkale Savaşları sırasında, limanı, hastanesi ve iskelesi oluşu sebebiyle önemli bir merkez oldu. Savaş sırasında binlerce yaralı ufak tonajlı vapurlarla taşınıp, demir iskeleden kolordu ve memleket hastanelerine (devlet hastanesi) getirilip tedavi edildi. Rüstem Paşa Camii önündeki Cemâat-ı İslamiye binası yaralıların taşındığı diğer bir bina idi. Kolordu merkezi hastane haline getirilmiş geniş bahçesine çadırlar kurulmuştur. Ameliyatlarda malzeme noksanlığı yaşanıyordu. Tekirdağ’lı kadınlar gönüllü hemşire olarak tedavi hizmetlerinde çalışıtılar. Evlerinden getirdikleri yatak, yorgan ve çarşafı sargı bezi olarak kullanıyorlardı. Şehitler, memleket hastanesi bahçesi (halen yurt binasıdır), Namazgâh Mezarlığı kumluk semtinden başlayarak, İmam Hatip Lisesine kadar ve Muratlı Caddesi yolu üzerine kadar büyük bir alana gömülüyordu. Namazgâh Mezarlığında 10 bine yakın Çanakkale şehidi yatmaktadır. MONDROS MÜTAREKESİNDEN SONRA TEKİRDAĞ 1919 yılında Yunan birliklerinin Trakya’yı işgal etmeleri ile cesaretlenen Trakya Rumları, Trakya’nın Yunanistan’a katılmasını sağlamak amacıyla Trakya komitesini kurdular. Teşkil ettikleri çetelerle köyleri basarak, yolları keserek, halka büyük ölçüde zarar verdiler. 16 Mart 1920 günü İstanbul’un işgal edildiği sırada, bir İngiliz savaş gemisi Tekirdağ’a gelerek bir direniş olduğunda şehri topa tutmakla tehdit etti. Buna rağmen Trakya’daki Türk kolordusu silah depolarına el koyarak, Trakya’nın savunulması için düzen aldı. Ne var ki bu güzel davranışa karşı Tekirdağ mutasarrıfı ve tümen komutanının padişah tarafını tutmaları, halkı ikili anlayışa sürükledi. Bu olaylar üzerine Trakya ve Paşaeli Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Lüleburgaz’da bir kongre topladı. Tekirdağ delegelerinin de katıldığı bu toplantıda Trakya’nın elbirliğiyle savunulması kararlaştırıldı. İstanbul ile ilişki kesilerek, Anadolu’ya bağlanıldı. Fransız ve İngiliz delegeleri arasında SanRemo’da yapılan anlaşmaya göre, Trakya’nın Yunanlılar’a verileceği haberi, bütün Trakya Türkler’i üzerinde büyük bir tepki yarattı. Bu defa aynı dernek yine Tekirdağ delegelerinin katılması ile 9-14 Mayıs 1920 günleri arasında Edirne’de bir kongre daha topladı. Trakya’nın elbirliğiyle düşmana karşı savunulması kararlaştırıldı. MÜTAREKEDEN SONRA AZINLIKLAR VE TÜRKLER’İN DURUMU ERMENİLER: Şehirde bulunan Ermeniler, İttihat ve Terakki hükümetinden çekinerek, Suriye ve Güney Anadolu’ya gitmişlerdi. Bıraktıkları mal ve mülkler komisyonlarca açık arttırma ile satıldı. Mütarekeden sonra Ermeniler şehre dönerek mal ve mülklerini geri istediler. Bu durum, Türkler’le Ermeniler arasında anlaşmazlık çıkmasına sebep oldu. Konuya İtilaf Devletleri el koydu. Bundan yüz bulan Ermeniler, Türkler’e zulüm etmeye başladılar. Bazı Ermeniler’in malları iade edildi. Kazım Karabekir’in Tekirdağ’a gelişi ile Ermeniler sindiler. RUMLAR: Trakya’nın Yunanistan’a katılması inancında bulunduklarından büyük sevinç içindeydiler. İstanbul-Edirne demiryolu muhafızlığı onlara verilmişti. Gizli çalışmalarla işgale hazırlanıyor, Yunan Kızılhaçı ile işbirliği yapıyorlardı. Yerli Rumlar’a Yunanlılar, elbise, bayrak ve cephane gönderiyorlardı. YUNAN İŞGALİ: Yunanlılar Trakya’nın batı ve güneyine saldırmak üzere hazırlığa giriştiler. Batı Trakya’dan Meriç boylarına yığınak yaptılar. İngiliz ve Yunan savaş gemilerinin desteğinde, Tekirdağ kıyılarına Mazarakis komutasında çıkartma yapmaya karar verdiler. Trakya cephesi komutanlığına da Zimvrakakis getirildi. Türk Birliklerinin Genel Komutanı Cafer Tayyar Bey’di. Trakya Kolordusunun er sayısı 17 bin civarında idi. Malkara’da 60.Tümen’in Topçu Alayı, Şarköy ve Yeniköy’de 185.Piyade Alayının bazı birlikleri, Çatalca,Çerkezköy, Muratlı, Hayrabolu, Çorlu ve Tekirdağ’da 55.Tümen bulunuyordu. Bu tümenin 168.Piyade Alayı Çatalca ve Çorlu’da, 170.Piyade Alayı Hayrabolu ve Malkara’da, 171.Piyade Alayı ile 55.Tümene bağlı Dağ Topçu Taburu Tekirdağ sırtlarında yer almışlardı. Yunan saldırısına karşı biri Edirne-Keşan-Malkara-Tekirdağ, öteki Tekirdağ-Çorlu-Çerkezköy olmak üzere batıya ve güneye karşı iki savunma hattı kurulmuştu. Türk cephesinin Istrancalar ve Bulgaristan tarafları güvenli idi. Boğazların İtilaf devletleri tarafından işgali ve Marmara’da düşman gemilerinin bulunması, Trakya’nın Anadolu ile ilişkisini kesmiş ve savunmasını zorlaştırmıştı. 20 Temmuz 1920 günü Yunanlılar, Sultanköy, M.Ereğlisi, Değirmenaltı ve Tekirdağ dolaylarına çıkarma yaparak Çorlu ve Tekirdağ üzerine yürüdüler. İşgal olayını, İngiliz zırhlısıyla Yunan Kralı’nın bindiği Averof ve Kılkış zırhlıları ile iki Yunan torpido muhribi koruyordu. Çıkartmaya 171.Alay karşı koyduysa da şehirdeki Rum ve Ermeniler’in içerden savaşa katılmaları sonunda birliklerimiz gerilediler. Askerler dağıldı. Büyükkarıştıran’a doğru çekildiler. Tekirdağ işgal edilerek Yunan Kralı Aleksandr karaya çıktı. Yunanlılar Tekirdağ’ı kendilerine katılmış farzettiklerinden önceleri halka iyi davrandılar. Anadolu’da Yunan kuvveti kırılmaya başlayınca, onbinlerce Rum, Tekirdağ’a kaçtı. 1922’de Tekirdağ, işgalinin en acı günlerini yaşadı. Bu durum Mudanya Mütarekesine kadar sürdü. TEKİRDAĞ’IN KURTULUŞU Kurtuluşu gerçekleşen kasabalarda emniyet görevini jandarma birlikleri, mülki görevleri kaymakam, nahiye müdürü, vali veya vekili, nüfus memuru, iskan memuru, mal memuru veya defterdar ile varsa memuru vs. yükleniyordu. İdare T.B.M.Meclisi hükümetine bağlıydı. İstanbul hükümeti fiili olarak ortadan kalkmıştı. 13 Kasım 1922 günü sabah namazı vakti Tekirdağ’ına devir teslim töreni için bir araba hazırlanmış ve Tümen komutanı Salih (Omurtak), jandarma müfettişi Cemil Cahit Bey (Orgeneral Cemil Cahit Toydemir), Trakya Paşaeli Cemiyeti temsilcisi şakir (Yorulmaz) Bey, o zaman üsteğmendi, Tekirdağ Paşaeli Cemiyeti temsilcisi Av.Hüseyin Rahmi Bey (Rahmi Ertin) Tekirdağ’ına doğru yola çıkmışlardı. Üç gün önce ise; Yunanlılar ve Ermeniler, yerli Rumlar 10 Kasım’dan itibaren Tekirdağ’ını terketmeye başlamışlardı. Bunlardan bir kısmı trenle Muratlı üzerinden, bir kısmı arabayla Malkara, Keşan istikametinden, bir kısmı ise demir iskeleye yanaşan gemilere eşyalarını alıp gidiyorlardı. Karayolu ile gidenler, Türk’lerden bazı arabalar ve hayvanat gaspetmişlerdi. Türk gençlerinden kurulu düzensiz çetelerde bunları geri almaya çalışıyorlardı. Yunanlıların işledikleri suç sayısını azaltmak için İngiliz ve İtalyanlar beraberce devriye geziyorlardı. 12 Kasım gecesi yerli milislerden Paşa Halid’ın Osman, Ermeni ve Rumların çoğunlukta bulunduğu Peştemalcı Caddesi köşe kahvesine bir Türk bayrağı asmış ve halkın galeyanına sebep olmuştu. İngilizlerin ısrarına rağmen Paşa Halid’ın Osman bayrağımızı indirmiyordu. İngilizler Osman’ı müftüye şikayet ettiler. Müftü Peştemalcıya geldi; “-Oğlum Osman, heyecanını anlıyorum. Bak kurtuluşumuza bir akşam kaldı rica ediyorum. Sabırlı ol evladım.” diyerek rica, minnet bayrağı indirdi. İngilizler uzaklaşınca, daha evvel hiçbir Türk’ün giremediği bu mahalleye ilk olarak bayrağımız girmiş oldu. Kasabada mülki idareyi tesis edecek zevat daha önce başka vasıtalarla gelmişlerdi. Tekirdağ içinden ve köylerinden gelen vatandaşılarımız sabahın erken saatlerinde Muratlı Caddesi üzerindeki Namazgah’a doğru çıkıyorlardı. (Namazğah halen İmam Hatip Lisesi ve Polis lojmanlarının bulunduğu sahadır) Muratlı caddesinde bugün şehitlik merdivenleri olan yerde zafer takları kurulmuştu. Tak çiçeklerle süslenmişti. Kat kat davullar, klarnetler çalıyor, halk kurtarıcılarını bekliyordu. Kasabanın her tarafı Türk bayraklarıyla donatılmıştı. Hava soğuk ve rüzgarlı idi. Topluluk mevcudu 5000 kişiyi geçmişti. Bando ve Mızıka takımı zafer marşları çalıyordu. Takı zaferin arkasında bir fayton içinde siyahlar giyinmiş ve yüzü örtülü bir küçük Türk kızı vardı. Derken silah sesleri duyulmaya başladı. Temsili Türk birlikleri geliyor ve Yunan askerlerini teslim alıyorlardı. Bu sembolik savaş sahnesinden sonra kurtarıcı asker, İstanbul’dan gelen heyetle beraber Zafer Takı önüne geldiler. Kalabalık arasından bir ses yükseldi. “-Geliyorlar!..” Salih Omurtak ve arkadaşları otomobillerinden indiler, kurdela ve kurbanlar kesildi. Salih Omurtak; “-Tekirdağ’lılar geçmiş olsun” diyerek, sulh kızının siyah örtüsünü kaldırdı. Bando mızıka takımı; “Ankaranın taşına bak, ankara için için, gözlerimin yaşına bak, hep ağlıyor İzmir için, Yunan Türk’e köle oldu şu feleğin işine bak, Kemal Paşa Yemin etti, Atina’yı almak için” şarkısını binlerce Tekirdağ’lının eşliğinde söylerken, Salih Omurtak, Cemil Cahit bey ve arkadaşları önde, askerler ve mülki erkan arkada onları takip eden Tekirdağ okulları ve halkı konvoyu korteje eşlik ediyorlardı. Topluluk hükümet önüne geldi. Jandarma Yüzbaşı Arif Bey, Türk bayrağını çekerken 2 yıl 3 ay 24 gün süren Yunan esareti sona ermişti. Askeri birliklerin bir kısmı da aynı saatlerde demir iskeleye yanaşan bir gemiyle geldiler. Burada merasimle karşılanan birliklerin kumandanı Jandarma yüzbaı Nihat Bey, Tekirdağ Belediye binasına Türk bayrağını çekti. Kurtuluş gecesi fener alayları düzenlendi. Çorlu 1 Kasım, Malkara ve Hayrabolu 14 Kasım, Muratlı 2 Kasım, Çerkezköy, Saray ve Marmara Ereğlisi 30 Ekim, Şarköy 17 Kasım tarihlerinde Yunan işgalinden kurtuldular.
  18. _asi_

    Tekirdağ - Tarihçesi

    FETİHLER UFKU TEKİRDAĞ Tekirdağ, Marmara Denizinin kuzey-batı kıyısında Trakya topraklarında yer alır. Coğrafi konumu sebebiyle stratejik önem taşıyan bir geçit bölgesidir. Şehir, kıyı çizgisinin doğu-batı doğrultusundan kuzey-güney doğrultusuna geçtiği yerde; yarım daire biçimli bir koy kenarında, kısmen vadi yamaçlarında kısmen de yalıyarlar üzerinde, birbirini izleyen basamaklar ile, doğu-batı ve kuzey kesimlere doğru, hızla yayılmış. bulunmaktadır. Tekirdağ, Türklerin eline geçtikten sonra (1357) Edirne’ye ve İstanbul’a yakınlığı yanında Avrupa’ya fetihlere giden ordunun sefer yolu üzerinde bulunması, önemini bir kat daha arttırmıştır. Yahya Kemal’in “Yol Düşüncesi” isimli şiirinde Tekirdağ’dan “FETİHLER UFKU TEKİRDAĞ” diye söz etmesi bu görüşten ileri gelir. Osmanlı İmparatorluğu’nun gün batımı günlerinde (1829, 1878, 1913, 1920) yıllarında Tekirdağ üst üste Rusların, Bulgarların ve Rumların işgali ile karşılaştı. Dolayısıyla İmparatorluğun son yüzyılında bir savunma alanı, sınır kesimi olarak Tekirdağ’ın özel bir yeri ve önemi oluştu. Tekirdağ tarihin ilk yıllarından itibaren güzel, koyu ve bereketli toprakları birçok milletin dikkatini çekmiştir. Dolayısıyla şehir (bölge) birçok akınlara ve medeniyetlere de sahne olmuştur. TEKİRDAĞ ADI NEREDEN GELMEKTEDİR? Tekirdağ’ın bilinen en eski adı M.Ö.5.Yüzyılda Heredot’un tarihi haritası üzerinde BİSANTHE olarak görülmektedir. Bu isim Anadolu’da Perslerin yenilgisine kadar hep aynı kalır. Bu tarihten sonra RHAEDESTUS (M.Ö.334-M.S.843) olarak kullanıldığı görülmektedir. Daha sonra RODOSTO adını alır. Şarlman imparatorluğunun 843’teki paylaşılmasını gösteren haritada üstte büyük harflerle Rodosto, altta kare içinde Rhaedestus yazılmıştır. Bu isim Bizans devrinin şehre verdiği isimdir. Bu isim zamanımıza kadar gelmiştir. Avrupalılar bugün bile Rodosto adını kullanmaktadırlar. Osmanlılar Tekirdağ’ı fethettikten sonra 1358 tarihinden itibaren RODOSCUK demişlerdir. Osmanlı tarihlerinde, fermanlarda, divan-ı hümayun vesikalarında, mezar taşlarında daima bu isim kullanılır. 1732 tarihinden sonra Rodoscuk bırakılıp TEKFURDAĞI adının kullanıldığını görüyoruz. Ancak, bu isim değişikliğinin kesin sebebi bilinmemekle birlikte Bizans derebeylerine “Tekfur” denildiğini biliyoruz. Cumhuriyet devrine kadar şehrimiz Türkler arasında Tekfurdağı adıyla anıldı ve yazıldı. Cumhuriyet devrinde Tekfurdağı TEKİRDAĞ’A çevrildi. TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERDE TEKİRDAĞ Tekirdağ tarihi Trakya ve Marmara bölgesinin tarihinden ayrı düşünülmemelidir. Anadolu ve Yakındoğu ile Avrupa arasındaki göç, istila, ticaret kültür alışverişi gibi her türlü ilişkinin Trakya üzerinden gerçekleşmesi bölgenin en önemli özelliğidir. Akdeniz ve Ege’den gelerek Karadeniz’e geçen ve buradan da büyük nehirlerle Orta ve Doğu Avrupa ile Asya’ya açılan ana deniz yolunun düğüm noktası üzerinde yer alması bölgenin ikinci önemli özelliğidir. Deniz ve kara yolları üzerindeki stratejik konumu nedeniyle uzak coğrafi bölgeler arasındaki kültür ilişkilerini aydınlatacak ip uçlarının Trakya bölgesinde olduğu kabul edilmiştir. Bunun yanı sıra ılımlı iklimi, tarım ve çiftçiliğe elverişli toprakları, bitki örtüsü, su ve kara hayvanlarının da zenginliği göz önüne alınırsa Trakya bölgesinin her dönemde insanların oturmasına çok uygun bir ortam oluşturduğu düşünülebilir. Türkiye Trakyasında Tarih öncesi dönemlere ait arkeolojik araştırmalar çok yenidir. 1970’li yıllardan sonra İstanbul Üniversitesi Prehistorya Ana Bilim Dalı öğretim üyelerinden Prof.Dr.Mehmet ÖZDOĞAN’IN oluşturduğu bir ekip Trakya’da tarih öncesi araştırmalara başlamıştı. Bu araştırmalardan sonra 1980’li yılların sonunda Edirne ve Tekirdağ’da yine bu ekip tarafından kısa süreli kurtarma kazılarına başlandı. 1990’dan sonra bu ekip ile birlikte Tekirdağ Müzesi de sistematik olarak Trakya’da Tarih öncesi dönemlere ait kazı ve araştırmalarını sürdürmektedir. Trakya’da Paleolitik (eski taş ) çağa ait yerleşme yeri olarak İstanbul yakınlarındaki Yarımburgaz Mağarası ve Trakya’nın Karadeniz kıyısında açık yerleşme yeri olarak Ağaçlı bölgesi bilinmektedir. Tekirdağ Müzesi Müdürlüğü’nün son yaptığı araştırmalarda Saray ilçesinde Ergene ve Galata derelerinin oluşturduğu Güneşkaya ve Güngörmez vadilerinde mağaralar tespit edilmiştir. Bu mağaraların üst kesiminde İ.Ö.5000-3000 yıllarına tarihlenen çanak çömlek parçaları bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla Yarımburgaz mağarasında olduğu gibi, yüzey tabakalarının altında Güneşkaya ve Güngörmez Mağaralarında Eski Taş devrinin üst tabakalarına (İ.Ö.200.000-10.000) rastlanabilir. Tekirdağ sahil şeridinde yapılan kazı ve araştırmalarda Neolitik dönemden (ilk toprağa yerleşme dönemi, insan toplumunun gelişmesinde bir devrim olarak kabul edilmektedir. İ.Ö.8000–5000) Kalkolitik çağ (Köy şeklindeki yerleşmelerin gelişimi, bakır ve madenciliğin başlaması. İ.Ö.5000-3000), İlk Tunç Çağına (Tunç’un ortaya çıkarak madenciliğin gelişmesi, beyliklerin oluşması) ait yerleşmeler bulunmuştur. Neolitik çağda Şarköy’de Burun Eren Çiftliği’nde, Burdur Hacılar’da bulunan malzemelerle çağdaş malzemeler ele geçmiştir. Aynı malzemeler İstanbul Üniversitesi tarafından Enez’de Hoca Çeşme mevkiinde yapılan kazılarda da ele geçmiştir. Bu buluntular o dönemlerdeki kültür ilişkilerinin ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Kalkolitik çağda önemli buluntu yeri Marmara Ereğlisi yakınlarındaki Kargaburun mevkii üzerindeki Toptepedir. 1963 yılında İngiliz Arkeoloji Enstitüsü müdürü tarafından yoldan geçerken tesadüfen bulunarak yayınlanıp bilim alemine duyurulmuştur. Ancak 1988 yılında ikinci konut inşaatlarının katliamına uğramıştır. 1989 yılında konutlardan arta kalan küçük bir alanda Prof.Dr.Mehmet ÖZDOĞAN tarafından yapılan kazıda Trakyanın en önemli eserleri ve kültür tabakasının ancak bir bölümü ortaya çıkarılabilmiştir. Bu kazıda bulunan ve çok önemli bir eser olan, İ.Ö.4300 yılına tarihlenen pişmiş topraktan yapılmış Ana Tanrıça Figürü Tekirdağ Müzesinde sergilenmektedir. Tekirdağ Müze Müdürlüğü ile İstanbul Üniversitesi’nin birlikte Gazioğlu Köyü’nün sahilinde yer alan Menekşe Çatağı’nda yapılan kazılarda alt tabakalarda Toptepe tabakalarıyla çağdaş kalıntılar ele geçmiştir. Menekşe Çatağı’nda elips şeklinde çit örme tekniğiyle yapılmış kulübeler ve kulübelerin içinde ocak ve fırınlar bulunmuştur. 1938 yıllarında Prof.Dr.Arif Müfit MANSEL Alpullu’da Toptepe malzemesi olan testiler ele geçirmişti. Kırklareli Aşağıpınar’da yapılan kazılarda da bu kültür tabakasının ortaya çıkması, Trakya’nın o dönemde Deniz sahilindeki kültürlerle iç kesimlerdeki kültürlerin ilişkilerini ortaya koymaktadır. İLK TUNÇ ÇAĞI VE ORTA TUNÇ ÇAĞINDA TEKİRDAĞ İlk Tunç çağında, Trakya’da Marmara denizi sahil kesimi boyunca yerleşmelerin uzandığı, son yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır. İstanbul ile Gelibolu Yarımadası arasında İlk Tunç Çağı’nın başlangıcında oldukça yoğun yerleşmeler vardır. Gelibolu Yarımadası’nda bu yerleşmeler daha da yoğundur. Troya’nın birinci katıyla çağdaş olan bu yerleşmeler İ.Ö.3000-2700 yılları arasına tarihlenmektedir. Tekirdağ Müzesi’nin İstanbul Üniversitesi Prehistorya Ana Bilim Dalı ile ortaklaşa olarak yaptığı Menekşe Çatağı kazılarında bu dönem kalıntılarına oldukça yoğun olarak rastlanmıştır. Menekşe çatağı İlk Tunç Çağı’nın ilk evrelerinde Troyanın 1. katıyla çok benzerlik göstermekle birlikte Balkan kültürlerinden Sveti Krilova kültürleri ile de ilişkiler tesbit edilmiştir. İlk Tunç Çağı’nın II. (İ.Ö.2700-2400) ve III.(İ.Ö.2400-2000) evrelerine Trakya da yoğun olarak rastlanmamakla birlikte yine Menekşe Çatağı kazılarında Troya’nın ve Anadolu’da bir çok yerleşmenin İlk Tunç Çağı’nın II.evresinde ortaya çıkan Depas türü (çift kulplu kupalar) kupa parçaları bulunmuştur. Tekirdağ sınırları içinde İlk Tunç Çağı’nın III.evresine ait yerleşmelere rastlanmamaktadır. Kırklareli’de Aşağıpınar Kanlıgeçit’te İstanbul Üniversitesi’nden Prof.Dr.Mehmet ÖZDOĞAN tarafından yapılan kazılarda İlk Tunç Çağı’nın II.evresi ve Orta Tunç Çağı’na geçiş evresinde tamamen İç Anadolu kültürlerine ait bir koloni yerleşmesi ortaya çıkarılmıştır. Anadolunun özgün mimari tipi olan Megaron tipi yapılar ile dini ve günlük kullanım eşyaları bu kazıda bulunmuştur. Bu kazı İlk Tunç Çağı’nın son evresinde Anadolu ile Trakya arasında ticari ve kültürel bir alış veriş olduğunu belgelemekle birlikte Anadolulu insanların Trakya toprakları üzerinde küçük koloni yerleşmelerini kurduklarını da kanıtlamaktadır. Orta Tunç Çağı’ndan, son Tunç Çağı’nın sonlarına kadar (İ.Ö.2000-1300) birkaç küçük keramik buluntusu dışında bulgulara rastlanmamıştır. Son Tunç Çağı’nın sonları ile İlk Demir Çağı’nda (İ.Ö.1400-1000) batıdan büyük bir göç dalgası gelmiştir. İzlerine Ergene ve Meriç Havzasında rastlanan bu göç dalgasından sonra karanlık bir dönem başlamaktadır. Antik kaynaklar ve yakın zamana kadar arkeolojik bulgular yetersiz kalmaktaysa da son dönemdeki Kırklarelideki Aşağıpınar kazılarında Orta Demir Çağına ait yoğun bir yerleşme ortaya çıkarılmıştır. Trakya’da son dönemlerde başlayan sistemli kazıların devam etmesiyle karanlık diye bilinen dönemler de yavaş yavaş aydınlatılabilecektir. Şarköy İğdebağları köyünden İstanbul arkeoloji müzesine götürülen Demir Çağı’na ait önemli bronz bir kolleksiyon ve Tekirdağ Müzesi’ne getirilen bronz bir kaç madenieser bu dönemde madenciliğin önemli bir rol oynadığını göstermektedir. Yalnız bu çağda Anadolu’da kurumlaşmış devletlerin (Hitit) varlığına karşılık Trakya’da Proto-Trak olarak tanımlanan ve toplumsal örgütlenme bakımından çok daha geri düzeyde toplulukların bulunması, anadolu ile Trakya’nın kültürleri arasındaki en önemli farktır. TRAKYA’YA İSMİNİ VEREN KAVİM “TRAKLAR” Trakyanın yerli halkımıdırlar, yoksa dışarıdan mı gelmişlerdir? Bu konuda kesin bir hüküm vermek bu günkü bilgilerle zordur. Önceki yıllarda Tekirdağ tarihini yazanlar İ.Ö.4000 ve 2000 yıllarında Trak akınlarından ve göçlerinden bahsetmektedirler. Bilindiği gibi Trakya’da o dönemlerle ilgili olarak yapılmış uzun araştırmalar ve arkeolojik kazılar olmadığı gibi, o dönemler hakkında da yazılı belgeler de yoktur. Daha önce de değinildiği gibi İ.Ö.14-13.Yüzyılda izlerine Ergene ve Meriç Havzası’nda rastlanan bir göç dalgası bulunmaktadır ki, bu göç eden toplum Proto Trak (Trak Öncüleri) olarak adlandırılmaktadır. Daha sonra tarihçiler, traklardan ayrı kabileler ve şehir krallıkları olarak yaşamış, hiçbir zaman bir birlik oluşturamamış toplumlar olarak bahsetmektedirler. Tarihçi Heredot; “Hintlilerden sonra en kalabalık olanlar Trakya’lılardır. Birtek adamın komutasında ya da tek iradeyle hareket etseler, hiç yenilmez ve bence, ulusların en güçlüsü ve en kalabalığı olurlardı” demektedir. Traklar için iş görmemek kibarlıktır. Toprakta çalışmak şerefsizlik ve aşağılıktır. Soylu yaşamak; Savaşa gitmek, başkalarını soymak ve at yetiştirmektir. Bu nedenle de paralı asker sıfatıyla denizci olarak donanmalarda, atlı olarak kara ordularında yer almışlardır. Homeros’un İlyada adlı destanında Trakyalılar için at besleyen, at yetiştiren gibi sıfatlar kullanmaktadır. Trak kralı Rhesos’un atları için: “Görmedim onun atları gibi güzel, iri atlar, giderler yel gibi, kardan beyazdırlar.” demektedir. Trakya’ya elçi giden kişilere atların armağan olarak verildiği yine Homeros’tan öğrenilmektedir. Ksenephon, “Anabasis” (onbinlerin dönüşü) adlı eserinde bir Trak kenti olan Perinthos (Marmara Ereğlisi) halkının orduya yetişmiş atlar verdiğini yazmaktadır. Tanrılar arasında en çok Dionyzos (Doğa Tanrısı olup, asma kütüğünü ve şarabı dünyaya yaymak için yarenleri Satyr ve Menadlarla tüm dünyayı dolaşırlar.), Artemis (Bolluğu ve bereketi simgeler. Hayvanların koruyucusu ve altın yaylıdır. Trakyada geyik üzerinde yay ve okuyla tasvir edilir.), Hermes’e (Doğa ve Bereket Tanrısıdır.) saygı gösterirler. Traklar en iyi olarak ölü gömme adetlerinden tanınmaktadır. Konunun başında Trakların tarih öncesi çağlardan beri Trakya’nın yerli kavimlerimi yoksa kuzeyden gelen bir kavimmi olduğunun kesin bilinmemekte olduğundan bahsedilmişti. Ancak kuzeyden geldikleri savı daha kuvvetli bir olasılıktır. Trakyada yoğun olarak görülen bazıları anıtsal nitelikli, bazıları irili ufaklı yığma tepelerin hepsi “tümülüs” denilen mezar tepeleridir. Trakya’da en erken tümülüs İ.Ö.1300 yılına tarihlenen Kırklareli’de bulunan Taşlıbayır Tümülüsüdür. Ayrıca Kırklareli ve Edirne civarında Dolmen adı verilen büyük iri taşların yanyana getirilerek ve sonra üzeri tekrar iri bir taşlarla örtülerek yapılan anıtsal mezar tipleri vardır. Bu mezar tiplerinin ilk örnekleri Traklara aittir. Dolmen tipi mezarlar daha sonra bırakılmakla beraber, tümülüs geleneği Roma döneminin sonuna kadar (İ.S.395) devam etmiştir. Anadolu’da Friglerle İ.Ö.8.yy. sonlarında 7.yy.başlarında ortaya çıktığı belirlenen tümülüsler Trakyada olduğu gibi tek tanrılı dinlerden Hıristiyanlığın egemen olduğu Roma dönemi sonuna kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu yüzden de bazı arkeologlar Traklarla Friglerin aynı kavim olduklarını, Trakyadaki Brig kabilesinin Anadolu’daki Frigler olduğunu iddia etmektedirler. Tarihçi Heredot Trakların ölü gömme adetlerinden şöyle bahseder: “Bir Trak öldüğünde ceset üç gün evde bekletilir. Bu arada kurbanlar kesilir, cenaze ziyafetleri düzenlenir. Ceset yakılır. Yahut yakılmadan mezarın içine konur. Ağıtlar yakılır, şaraplar içilir. silah oyunları ve spor müsabakaları düzenlenir. Mezarın üzerinde yığma tepe meydana getirilir.” Ayrıca Traklar iyi at yetiştiren kavimler olduğundan, atlarına çok önem vermekteydiler. Trakların öldüklerinde kendileri için tümülüsler yaptıkları gibi atları için de tümülüs yaptıkları yada kendileriyle birlikte atlarını da gömdükleri bilinmektedir. 1995 yılında Hayrabolu’nun Hacıllı köyünde Tek Höyük Tümülüsü’nde Tekirdağ Müzesi Müdürlüğü’nce yapılan kazılarda yukarıda belirtilen konuların büyük kısmı ortaya çıkarılmıştır. 9,5.m yüksekliğinde ki tümülüs yığmasında ortaya yakın yerinde yaklaşık 3x5m. boyutlarında 70 cm. derinlikte bir çukur açılarak ölü yakılmış ve külleriyle birlikte aynı yere gömülmüştür. Bu çukurun 3 m. kadar önünde de yuvarlak bir çukur bulunmaktaydı ki burada da Traklının atı yakılmıştı. At yakılan çukurun içinde, yenmiş hayvan kemikleri ile büyük testi parçaları bulunmuştu. Kemikleri bulunan hayvanlar dana, koyun, keçi ve tavuktu. Testilerle şaraplar içilmiş ve sonrada testiler kırılmıştı. Daha sonra da bu mezarın üzerine toprak yığılarak tümülüs oluşturulmuştu. Traklar çeşitli kabileler halinde yaşamışlar ve hiçbir zaman bir birlik oluşturamamışlardır. Türkiye Trakyasında yaşayan en önemli iki Trak kabilesi vardır. Bunlardan biri Ast’lar bir diğeri de Odyris’lerdir. Ast’lar Istranca Dağları’nın eteklerinde oturan büyük bir kabileydi. En önemli merkezlerinden biri Byzye kentiydi. Bu gün bu kent Kırklareli ilinin Vize ilçesidir. Odyris’ler Trakyada yaşayan en büyük ve en önemli kabiledir. Bugünkü Tekirdağ sahil kesimi ile İpsala sınır kapısının batısına kadar olan bölgede yaşamaktaydılar. İ.Ö.4.YY.da Odyrislerin kralı Kersepleptes idi. Bu yıllarda batıdan gelen bir Makedon saldırısı gündemdeydi. Makedonya kralı II.Philip, İ.Ö.352 yılında Tekirdağ’a kadar olan bütün Trakya’yı aldı. En son Karaevli Köyü’nün deniz sahilinde yer alan Heraion Teichos kentini de Odyrislerden aldı. Daha batıdaki Perinthos Kentini de kuşattıysa da alamadı. Perinthos kenti daha sonra II.Philip’in oğlu Büyük İskender tarafından zaptedildi. 1997-1998 yıllarında Karaevli Köyü’nün deniz kıyısında yer alan Harekattepe Tümülüsü’nde Tekirdağ Müze Müdürlüğü’nce yapılan kazılarda bir kral mezarı bulundu. Bu mezar içinde II.Philip dönemine ait gümüş bir sikke (madeni para) ele geçti. II.Philip döneminde bu bölgede Kersepleptes Krallık yapmaktaydı. Kersepleptes’in ölüm tarihi, philip döneminde ve İ.Ö.341’de olduğuna göre, bulunan Kral mezarı büyük bir olasılıkla Odyris kralı Kersepleptese aittir. İdareci kadroların makedon olmalarına karşılık, traklar onların egemenliği altında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak Romalılar döneminde İ.S.1. yüzyılda Romalılar Trakya’daki Trakları Romalılaştırmak için emekli asker ve subaylarını yerleştirdikleri bir çok kentler kurdular. Bu kentlerden bir taneside Malkara’nın Kermeyan Köyü’nün kenarında yer alan Apri ya da Apros’tur. Bu dönemden başlayarak Traklar her ne kadar eski adet ve göreneklerini bırakmasalar bile yavaş yavaş asimile olmuşlardır. İ.Ö.8.yy. ile 6.yy. arasında Ege adaları ile Marmara Denizi kıyıları ve Karadeniz kıyıları arasında büyük bir deniz ticareti başladı. Sisam, Samos ve Magaralılar Marmara ve Karadeniz kıyılarında ticarete dönük koloni kentleri kurmuşlardır. İl sınırları içinde ve Marmara Denizi’nin kuzeyinde kurulan en önemli kent Perinthostur (Bu günkü Marmara Ereğlisi). Diğer kentler: Heraion (Karaevli köyüaltı), Bysante (Barbaros), Ganos(Gaziköy), İstanbul il sınırları içindeki Seliymbria (Silivri), ve Çanakkale il sınırları içindeki Gallipolidir (Gelibolu). İ.Ö.547 yılında doğudan gelerek Anadolu’yu saran Pers istilasından Trakya da nasibini almıştır. Pers Kralı Dareus İ.Ö.514-513 yıllarında Tuna’nın kuzeyine kadar ilerlemiştir. Bu sırada Istrancaların batısında büyük su kaynaklarının bulunduğu alanda ordusunun kamp kurduğu bilinmektedir. Bu alan ya bu günkü Saray ilçesinin kuzeyindeki Ergene nehri su kaynaklarının bulunduğu alandır, yada Pınarhisar’ın Kaynarca köyü su kaynaklarının bulunduğu alandır. İ.Ö.476 yılında Persler Kimon tarafından yenilgiye uğratılarak Trakya’dan çekilmişlerdir. İ.Ö.352 yılında Makedonya Kralı II.Philip (İ.Ö.359-336 ) Batı Trakya üzerine yürüdü. Kypsela’dan (İpsala) Perinthos’a (Marmara Ereğlisi) kadar olan sahil bölgesi o dönemde Odyris Krallığı’nın hakimiyetindeydi. Odyris kralı da Kersepleptes’ti. Philip en son olarak Kersepleptes’i yenip Karaevli köyü altındaki Heraion Teichos Kentini almıştı. Perinthos kentini kuşattıysada kenti ele geçirmeye muvaffak olamadı. II.Philip’ten sonra yerine geçen ve Hindistana kadar sefer yapan oğlu Büyük İskender Perinthos’u ele geçirdi. Perinthosta darphane kurarak kendi adına para darp ettirdi. Roma dönemine kadar Trakya Makedonyalıların hakimiyetinde kalmıştır. İ.Ö.72 yılında Pontus (Samsun merkez olmak üzere orta Karadeniz Bölgesi) kralı Mithridatos batıyada saldırılarda bulunmuş, Trakya’yı eline geçirmek istediysede başarılı olamamıştır. ROMA DÖNEMİNDE TRAKYA İ.Ö.197-İ.S.395 Roma askeri müdahelesiyle İ.Ö.197 yılında Trak Kabileleri bağımsızlıklarını kazanırlar. İ.S.46 yılında Trak Krallarından Rhoemetalces III.ün kendi karısı tarafından öldürülmesinden sonra İmparator Cladius, Trakya’yı Romanın bir eyaleti olarak ilhak etmiş atlı sınıfından bir Procuratoru eyaletin idaresine atamıştır. İmparator Cladius Trakya’yı Romanize etmek amacıyla, Trakya’nın iç bölgelerinde emekli Roma askerlerinin yerleştirildiği iki Roma kolonisi kurmuştur. Bunlardan birisi bu gün Malkara yakınlarındaki Kermeyan Köyünün bulunduğu yerdeki Apri yada Apros adıyla anılan kenttir. Bir diğeri Bulgaristan topraklarında kalan Dealtum’dur. Bu konu Apri’de çıkan asker yazıtlarından anlaşılmaktadır. Roma İmparatoru Septimus Severus döneminde Bizantion’un (İstanbul) Roma’ya başkaldırmasından sonra Bizantionlularla Romalılar arasında yapılan savaşta, Perinthoslular Romalıların yanında yer almış ve Romalılar savaşı kazanmıştır. Romalıların izlediği politika sayesinde Traklar tamamen asimile olmuşlar ve Trakya tamamen Roma hakimiyetine girmiştir. Perinthos (Marmara Ereğlisi) bu dönemde eyalet merkezi olmuştur. BİZANS DÖNEMİNDE TRAKYA İ.S.395 – 1354 Roma İmparatorluğu’nun 395 yılında ikiye ayrılmasından sonra Trakya Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu’nun toprakları içerisinde kalmıştır. Bizans İmparatorluğu döneminde batıdan birçok akınlar yapılmıştır. Bunların en önemlileri: Hun akınları (378-559), Avarların akınları (587-626), Bizans İmparatorluğu’nun çöküş döneminde Haçlı seferleri sırasında Latinlerin Bizans’ı ele geçirmeleridir (1096-1261). Doğudan gelen akınların en önemlisi Arap akınlarıdır(673-718). Batıdan gelen akınlar Bizanslıların Trakya’da savunmaları amacıyla birçok kaleler yapmalarına sebep olmuştur. İl sınırları içinde bu kaleler şunlardır; Şarköy Yenice Köyü Cin Kalesi, Şarköy Elmalı Köyü Kalesi, Malkara Yenidibek Kalesi, Malkara Kermeyan Köyü Kalesi, Şarköy Beyoğlu Köyü Kalesi, Şarköy Uçmakdere Kartalkaya Kalesi, Naip Köyü Kalesi, Misinli Kalesi ve Çorlu Kalesidir. Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetlerinin Gelibolu üzerinden Trakya’ya geçmelerinden sonra, Bizans İmparatorluğu hem doğudan hem de batıdan kuşatılmış olup, 1453 senesinde Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethedilmesiyle tamamen tarih sahnesinden silinmişlerdir. OSMANLI DÖNEMİ VE TÜRKLERİN RUMELİ’YE GEÇİŞLERİ Malazgirt savaşından sonra Anadolu’da iyice yerleşen Selçuklular, boğazlara dayandılar. Anadolu Beylikleri döneminde özellikle Çanakkale Boğazı üzerinden Rumeliye yapılan akınlar sıklaştı. Trakya’nın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesi de bu akınların ardından oldu. Aynı zamanda Türkler bu akınlar esnasında bölgeyi iyice tanıdılar. Karasi, Aydın ve Osmanoğulları beylikleri, Tekirdağ’a başlıca yedi akın yaptılar. Süleyman Paşa komutasındaki Türkler 1354 yılında Rumeliye kesin olarak geçmeden önce Bizans İmparatorları ile Türkler arasında uzun süren samimi ya da çıkara dayanan ilişkiler görülmektedir. İlk olarak 1320’li yıllarda Bizans’taki taht kavgası sırasında güç durumda kalan Kantakuzenas, Aydınoğulları’na başvurarak yardım talep etti. Aydınoğlu Umur Bey donanmasıyla harekete geçerek Bulgarlar’ı Dimetoka’dan (Edirne) kovdu. 1344’te Latinlerin İzmir’i işgal etmeleri, Aydınoğullarını ve onlardan yardım uman Kantakuzenos’u zor durumda bıraktı. Kantakuzenos Umur Bey’in teklifiyle Orhan Bey’e başvurdu ve ondan aldığı yardım ile 1346’da Edirne’yi ele geçirdi. Yine 1349’da Sırplar Selanik’i kuşatınca Bizans İmparatoru tekrar Türklerden yardım istedi. Orhan Bey, Süleyman Paşa komutasındaki orduyu Rumeliye göndererek Selanik’in kurtarılmasını sağladı. 1348’de Çanakkale Boğazını aşan akıncılar bu kez Tekirdağ’da görünerek kıyı bölgelerini ele geçirdiler ve Vize’ye kadar yaklaştılar. Asıl imparator İannes ile egemenlik savaşını sürdüren Kantakuzenos zor duruımda kalınca yeniden Osmanlılara başvurdu. Yapacakları yardım karşılığında Gelibolu’da bir kaleyi armağan olarak vermeyi teklif etti. Bizanslılar 1352’de Gelibolu’da Çimbi Kalesini Osmanlılara teslim etti. Buraya yerleşen Süleymen Paşa kısa sürede durumunu sağlamlaştırdı. Bu arada Gelibolu Türkler tarafından ele geçirildi(1354). Süleyman Paşa beraberindeki Lalaşahin Paşa, Hacı İlbey, Evrenos, Gazi Fazıl ve Yakup Ece ile Trakya’nın fethine hazırlandı. Bu arada Bizans’ın Sırp, Bulgar ve Macarlarla anlaşarak saldırıya geçme ihtimalini göz önüne alan Süleyman Paşa çabuk davranarak Şarköy İlçemizin topraklarını ve o zamanki adı “Od Köklük” olan Balabancık’a ve Müstecablu’ya (Müstecep) uzanan yerleri alarak Tekirdağ’a kadar bu bölgeyi tamamen ele geçirdi. Bu arada Osmanlıları Rumeliye çıkartmakla, imparatorluğu büyük bir tehlike ile karşı karşıya bıraktığını anlayan Kantakuzenos Orhan Bey’e başvurarak Çimbi Kalesini kendisine satmasını ve birliklerini buradan çıkarmasını istedi. Orhan Bey Çimpe kalesini satabileceğini ancak fethedilen yerlerden çıkılmayacağını söyledi. Bizans merkezindeki karışıklıklardan yararlanan Süleyman Paşa fetih hareketlerini hızlandırarak; Malkara, Keşan, Hayrabolu, Tekirdağ (1357), ve Çorlu’yu (1358) ele geçirdi. Çorlu’nun alınmasıyla İstanbul-Edirne yolu kesilmiş oldu. Fakat 1357’de Süleyman Paşa ölünce fetih hareketleri duraklama gösterdi. Şehzade Murat en küçük duraklamanın bile Rumeli’deki tüm toprakların yitirilmesine sebep olacağını düşünüyordu. Süleyman Paşa’nın ölümünden sonra fethedilen yerler korunmamış ve kısa bir süre içinde Çorlu ve Tekirdağ yöresi Bizanslıların eline geçmiştir. Harekete geçen Osmanlılar 1359’da Çorlu’yu yeniden ele geçirdiler. Bundan sonraki hedef Edirne idi. Lüleburgaz alındıktan sonra Osmanlı ordusu Babaeski’ye yerleşti. Ordunun sol kanadını komuta eden Hacı İlbey Malkara, İpsala ve Dimetoka’yı (Edirne) aldı. Edirne’nin fethinden sonra (1361) yöre bütünüyle Türklerin eline geçti.
  19. _asi_

    Tekirdağ Müzeleri

    Tekirdağ Müzeleri TEKİRDAĞ MÜZESİ (Merkez) Tekirdağ il merkezinde, Vali Konağı Caddesi’nde bulunan Tekirdağ Müzesi yöreden toplanan eserlerle ilk defa Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü’ne ait Deniz Kulübü binasında 8 Mayıs 1967 tarihinde açılmıştır. Müze 1977 yılına kadar bu binada kalmıştır. Barbaros Caddesi üzerindeki eski Vali Konağı’nın müze yapılmak üzere Kültür Bakanlığı’na devredilmesinden sonra restorasyon çalışmaları tamamlanmış ve bu yapıda Tekirdağ Müzesi 28 Aralık 1992’de ziyarete açılmıştır. Müze, taş eserler, arkeolojik küçük eserler, etnografya bölümlerinden meydana gelmiştir. Ayrıca müzede Tekirdağ odası düzenlenmiş, açık teşhir alanlarında da mimari parçalar sergilenmiştir. Arkeolojik eserler bölümünde Trak, Yunan, Roma ve Bizans eserleri bir araya getirilmiştir. Müzenin Taş Eserler Bölümünde Perinthos (Marmara Ereğlisi), Heraion (Karaevlialtı), Byzante (Barbaros), Apri (Kermeyan) ören yerlerinde bulunan steller, heykeller ile Naip Tümülüsü buluntuları sergilenmektedir. Arkeoloji Küçük Eserler Bölümünde tarih öncesi çağlardan Bizans dönemine uzanan zaman sürecinde yapılmış amphora, Ana Tanrıça kapları, madeni heykelcikler, çeşitli kaplar, mızrak ve ok uçları, fibulalar, takılar ve sikkeler sergilenmektedir. Müzenin Etnografya bölümünde Osmanlı döneminde yapılmış pişmiş topraktan sırlı kaplar, ateşli ve kesici silahlar, gümüş takılar, Tekirdağ yöresine özgü çeşitli giysiler, hamam takımları, Karacakılavuz dokumaları ve eski Tekirdağ evlerinde görülen yatak odası sergilenmektedir. XIX. yüzyılda Tekirdağ evlerindeki odalar müzede canlandırılmıştır. Müze bahçesinde ise Helenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait mimari parçalar, lahitler, mezar taşları, kitabeler, sütunlar, büyük ölçüde heykeller, mil taşları ve çeşitli kabartmalar bir araya getirilmiştir. Ayrıca Osmanlı döneminde yapılmış Tekirdağ meydan çeşmesi ile bir de sebil yerinde monte edilerek sergilenmektedir. Müzenin bahçesinde bir de çay bahçesi bulunmaktadır. RAKOCZİ MÜZESİ Müzesi (Merkez) Macar Prensi II. Frenc Rakoczi, Ertuğrul Mahallesi Barbaros Caddesi üzerindeki 32 no.lu evde 1720-1735 yılları arasında 15 yıl yaşamıştır. Bu ev Macaristan Hükümeti tarafından 1932 yılında satın alınarak müzeye dönüştürülmüştür. Macaristan’daki Rakoczi ailesi XVII. yüzyıl başlarında en zengin toprak sahiplerindendi. Bu aileden üç kişi Osmanlıların himayesi altında Erdel tahtına geçmiştir. Frenc Rakoczi (1676–1735) Avusturyalılara karşı Macar ayaklanmasının başına geçmişti. Bu arada 1704’de Erdel Beyi seçilmiş, sonra da 1705 de hükümdar ilan edilmişti. Anca bu bağımsızlık savaşı başarısız olmuş, II. Frenc Rakoczi Polonya ve Fransa’da bir süre yaşadıktan sonra 1717’de Osmanlılara sığınmış ve ölümüne kadar Tekirdağ’da Sultan III. Ahmet’in onun için satın aldığı evde yaşamıştır. Racokzi Tekirdağ’da birbirine yakın 24 evde yaşamıştır. Sonradan bunlar birleştirilmiş ve bir konak görünümünü almıştır. Bu yapılardan günümüze gelebilen tek yapı konağın yemekhanesidir. Rakoczi’nin ölümünden sonra Macaristan’da Onun adına bir müze yapılması düşünülmüş, bunun için evin bezemeleri, iç donanımı Rakoczi’nin külleri ile birlikte götürülmüştür. Ancak I. Ve II.Dünya savaşı nedeniyle Macaristan’da bu müze fikri gerçekleşememiştir. Bunun üzerine Macaristan hükümeti Tekirdağ’daki yapıyı 1931–1932 yıllarında bir Macar mimar tarafından restore ettirmiş ve müze haline getirmiştir. Bundan sonra 1981–1982 yıllarında Tekirdağ’daki evin restorasyonu bir kez daha yaptırılmış, bu arada daha önceden sökülerek götürülen yemek salonunun kabartmalarının kopyaları hazırlanmış ve eski yerlerine yerleştirilmiştir. Müze girişindeki Türkçe ve Macarca kitabelerde evin ne maksatla restore edildiği yazılıdır. Ayrıca giriş holünde II.French Rakoczi’nin büyük boyda yağlı boya tablosu bulunmaktadır. Müzede II.Frenç Rokoczi’nin döneminde kullanılan eşyalar ile onun yaşamı ile ilgili belgeler müzede sergilenmektedir. İkinci katta da Rakoczi ile birlikte Macaristan bağımsızlık savaşına katılanların yağlı boya resimleri bulunmaktadır. Ayrıca bu ev eski bir Tekirdağ Osmanlı evinin özelliklerini taşımaktadır. NAMIK KEMAL EVİ Müzesi (Merkez) Tekirdağ’da, Orta Cami Mahallesi Namık Kemal Caddesi’ndeki XIX. yüzyıl Osmanlı evi aslına uygun biçimde Namık Kemal Derneği, İl Özel İdare, Tekirdağ Milli Eğitim Vakfı, Tekirdağ Belediyesi ve gönüllü kuruluşların ortak çalışmaları ile Namık Kemal Evi olarak üç katlı yapılarak düzenlenmiş ve 21 Aralık 1993’de ziyarete açılmıştır. Evin düzenlenmesinde araştırmacı Mehmet Serez’in de büyük katkıları olmuştur. Tekirdağ sivil Osmanlı yapılarından olan üç katlı bu ahşap evde Namık Kemal ile ilgili dokümanların yanı sıra yöreden toplanmış etnoğrafik eserler de sergilenmektedir. Geniş bahçe içerisindeki evin bodrum katında büyük panolarla donatılmış bir sergi salonu bulunmaktadır. Mermer döşeli zemin katın holünde Atatürk ve Namık Kemal’in portreleri bulunmaktadır. Ayrıca burada bir teşhir dolabı, Namık Kemal’in Bolayır’daki mezarının ve II.French Rakoczi’nin yağlı boya tablolarına yer verilmiştir. Sofadaki iki büyük panoda Namık Kemal’in ismini taşıyan yerler, basında çıkan haberler, belgeler, ailesine ait fotoğraflar ile Tekirdağ’ın eski resimlerine yer verilmiştir. XIX. yüzyıl ev ve el işleri, aydınlatma araçları kahve ve çay takımları da onları tamamlamaktadır. Sofanın sol kenarında Ahmet Yavuzkurt Tekirdağ Mutfağı odası görülmektedir. Burada davlumbaz, maltız, ocak, sergen, tel dolap, sinili Tekirdağ sofrası, gömme su kazanları, tırtıllı ve kapaklı bakır sahanlar, bakraç serisi, tahta kaşıklık, sürahi ve testiler, Ekmek pişirmeyi gösteren yağlı boya tablolar, yayıklar, bulgur taşları, nişasta ve hamur tekneleri, kahve dolapları, kahve tokmakları, baklava tepsileri, turşu kapları, yaprak basılan küpler, sepetler teşhir edilmektedir. Böylece bu bölümde Tekirdağ mutfağında kullanılan tüm eşyalar teşhir edilmektedir. Evin eski kiler odası dekore edilmiş, 19. Fırka ve Atatürk Odası olarak düzenlenmiştir. Burada Yarbay Mustafa Kemal'in 2 -20 Şubat 1915’de 19. Fırkayı (Tümen) kurduğu Redif Kışlası, Sahil Kışlası, Eski iskeleler, Gelibolu yarımadası savunmasında tümü şehit olan 57. Alay Şehitliği’nin, 19. Fırka kumandanlarının fotoğrafları, Harf İnkılâbı ile ilgili olarak 23 Ağustos 1928’de Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının, Tekirdağ seyahati ile ilgili fotoğraflar ve belgeler, 1936 Muratlı, Çorlu, 1937 Trakya Manevraları ile ilgili fotoğraflar T.B.M.M. Başkanı olarak Tekirdağ Türk Ocağına yolladığı yazılar görülmektedir. Marmara Bölgesi ve Piri Reis'in Dünya haritası da bu bölümde bulunmaktadır. Evin I. kata çıkan merdiven başında Namık Kema’in torunu ile resmi, bulunmaktadır. Tekirdağ Muratlı arasında Sırtköy’de rahatsızlanıp vefat eden Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, Anadolu fatihi Sultan Alparslan, Rumeli fatihi Şehzade Gazi Süleyman Paşa'nın salla boğazı geçişini gösteren tablolara da burada yer verilmiştir. Evin üst katı eski bir Tekirdağ evinin misafir odası olarak düzenlenmiştir. Burada alçak bir sedir, arka yastıkları, köşe yastıkları, kilimler, Selânik mangalı, ceviz konsol ve büyük aynası, gömme ahşap yatak odası dolapları, camla muhafaza edilen Tekirdağ'ın gelin kıyafetleri dallı ve bindallılar, buhurdanlık, yağlıklar, çeyiz bohçaları, çemberler, para keseleri teşhir edilmiştir. Mehmet Serez Tekirdağ Araştırmaları ve Basın Odasında; Tekirdağ’da doğan, görev yapmış olan ünlüler, Tekirdağ'da son 30 yılda çıkan gazete ve dergi koleksiyonları, tiyatro ve musiki sanatkârlarının eser ve resimleri bulunmaktadır. Gömme camekânda, Namık Kemal'in valilik yaptığı yerlerin, Gelibolu, Midilli, Rodos, Sakız adasının 1883 yılında çekilmiş fotoğrafları bulunmaktadır, Namık Kemal'in eserlerinin yer aldığı başka bir camekân ilgi çekmektedir. Salonda Namık Kemal, eski Tekirdağ konağı, Uzunköprü eski bir cadde tabloları ile el işi eserler vardır. Büyük bir camekân içinde çuha namazlık, Namık Kemal'in Londra'da çıkardığı Hürriyet Gazetesi'nden ilk makalesi, mektupları ve tercümeleri teşhir edilmektedir. Namık Kemal’e ayrılan odada ise Namık Kemal'in dedesi Tekfurdağ Mutasarrıfı Abdüllatif Bey ve 6 yaşında Namık Kemal, piyano, ayna, şairin öz geçmişi, soy kütüğü, adını koyan Tokatlı Ali Rıza Hafız’ın karakalem resmi, seccadeler ve Namık Kemal yağlı boya tablosuna yer verilmiştir. EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI ÖZEL MÜZESİ (Malkara) Tekirdağ ili Malkara ilçesinde Malkara Eğitim ve Kültür vakfı tarafından Kültür Sarayı içerisinde özel bir müze düzenlenmiştir. Bu özel müze 24 Kasım 1992 yılında hizmete açılmıştır. Müze içerisinde Malkara yöresinden toplanan arkeolojik ve etnografik 1837 eser sergilenmektedir.
  20. _asi_

    Tekirdağ Sivil Mimari Örnekleri

    Tekirdağ Sivil Mimari Örnekleri Tekirdağ sivil mimarisi Osmanlı kültürünü günümüze kadar taşımıştır. Bununla beraber Anadolu mimarisinden de doğa ve kültürünün etkisiyle ayrılan özellikleri bulunmaktadır. XX. yüzyılın ikinci yarısında başlayan yeni yapılaşmadan da büyük ölçüde etkilenmiş, eski geleneksel örneklerin yerini beton bloklar almıştır. Günümüzde Tekirdağ’ın eski konutları Ertuğrul, Yavuz, Orta Cami, Eski Cami, Hürriyet, Aydoğdu, Gündoğdu, Turgut ve Zafer mahallelerinde görülmektedir. Ne var ki, bu kültürel doku da her geçen gün biraz daha etkilenmekte, sit alanı olmalarına karşılık sivil mimari örnekleri gün geçtikçe azalmaktadır. Eski Tekirdağ evlerinin sokağa bakan cepheleri önem kazanmış ve bunların gösterişli olmalarına özen gösterilmiştir. Çoğunlukla sokakların iki kenarında sıralanan bu evler cumbaları, balkonları ve pencere parmaklıkları ile dikkati çekmektedir. Cephe düzeninde cumbanın ayrı bir önemi vardır. Tekirdağ’da değişik cumba tipleri uygulanmıştır. Bunlar tek çıkmalı, çift çıkmalı, kat çıkmalı, gönyeli çıkmalı ve köşe çıkmalı gibi gruplara ayrılmıştır. Tekirdağ’ın sivil mimarisi dini yapıların aksine ahşap ve kısmen de kâgirdir. Bu evler bezeme yönünden zengin görünümlü olup, bir kısmı da geniş bahçeler içerisinde yapılmışlardır. Kaynaklardan öğrenildiğine göre XVII. yüzyılda Tekirdağ’da on bir konak ve büyük evin var olduğu öğrenilmektedir. Bunların yanı sıra bazı saraylar olduğu da bilinmektedir. Bunların başında Hamamcı Paşa, Mazhar Mustafa Ağa, Yeniçeri Serdarı, Kethüda Yeri ve Çeribaşı sarayları geliyordu. Evliye Çelebi’nin sözünü ettiği bu saraylardan hiçbiri günümüze gelememiştir. Tekirdağ’da yapılanmasında şehrin deniz kenarında oluşu, coğrafi, ekonomik ve kültürel etkenler büyük rol oynamıştır. Eski Tekirdağ evlerinde yükseklikler birbirlerine uyumu biçimde, birbirlerinin manzaralarını kapatmayacak şekilde yapılmışlardır. Bu arada evler deniz kokusunun içerilere kadar girmesini sağlamak amacıyla denize dik olarak düzenlenmiştir. Tekirdağ’ın eski evleri bir veya iki katlı olarak ahşaptan yapılmışlardır. Duvarları ahşap çatkılı olup araları ker**** dolguludur. Dış cepheler yatay olarak ahşap kaplamalıdır. Temel ve zemin katlarda ise büyük ölçüde taştan yararlanılmıştır. Odalar büyük bir sofa veya taşlığın çevresinde sıralanmıştır. Büyük evler ve konaklar harem ve selamlık düzenindedir. Bu yapılar ya aynı yapı içerisinde ya da ayrı bloklar halinde düzenlenmiştir. Çatı katlarına evlerde ayrı bir yer verilmiştir. Bazı örneklerde ise çatı katları üzerleri örtülü balkon şeklindedir. Evlerin ön cephelerinde bulunan girişler de çift kanatlı, ağaç oyma bezemeli kapılar çoğunluktadır. Bu kapılar bir niş şeklinde içeriye çekilmişlerdir. Birinci kata mermer merdivenlerle dıştan çıkılmıştır. Bazı örneklerde ise çift taraflı merdivenler görülmektedir. Zemin katlar çoğunlukla taştandır ve bunların ayrı birer kapıları vardır. Zemin katlarda kiler, depo, ocak gibi evin gereksinimini sağlayan bölümler yer almaktadır. Bu kattan ikinci kata ahşap merdivenlerle çıkılmaktadır. İkinci katlar çoğunlukla ağaç direklerle desteklenen şahniş ve cumbalıdır. Evler dışa geniş ve bol pencerelerle açılmıştır. Bu pencerelerin çevresi ahşap oymalarla süslenmiştir. Üzerleri de öne ve arkaya doğru meyilli çatılarla ile örtülmüştür. Bazı örneklerde ise ika yana meyilli çatılar görülmektedir. Tekirdağ evlerinde kapılara, bunların üzerindeki madeni tokmaklara, dış merdivenlere, pencerelere, cumbalara, cumba desteklerine, balkonlara, saçaklara, çatılara ve üst örtüdeki kiremitlere büyük özen gösterilmiştir. Tekirdağ evlerinde sofalara önem verilmiş ve bunlar çok büyük tutulmuştur. Odaların kapılarının açıldığı sofalar ferah bir görünümdedir. Buradaki odalar birbirlerine geçmeli olmayıp hepsi ayrı ayrı sofaya açılmıştır. Böylece bu tür mimari Tekirdağ evlerini diğer yöre evlerinden ayırmaktadır. Sofalar dış ve iç sofalar olarak ikiye ayrılmıştır. Dış sofalar evin bir yüzünü veya bir köşesinde bulunmakta olup, odalar da bunun yanında sıralanmıştır. İç sofalar genellikle evin ortasından geçerek evi karşılıklı olarak ikiye bölerler. Odalar çok geniş ve çok pencerelidir. Zeminleri tahta döşemelidir. Bu odalar diğer Anadolu evlerinde olduğu gibi yatak odası, misafir odası, yemek odası gibi bölümlere ayrılmamıştır. Her oda hem oturma, hem yemek hem de yatak odası olarak kullanılmışlardır. Duvarlarda ise yüklükler bulunmaktadır. Evlerin pencerelerinde ince tahta çubuklardan yapılmış kafesler bulunmaktadır. İç merdivenler ahşaptan olup, parmaklıkları, küpeşteleri iyi bir ağaç işçiliği ile yapılmıştır. Tavan süslemelerinin Türk mimarisinde kendisine özgü bir yeri vardır. Tekirdağ evlerinin en görkemli yerlerinden birisi bu tavanlardır. Günümüze ulaşan eski Tekirdağ evlerinin tavanları çoğunlukla düz olmakla beraber, ortada ahşap madalyonların oluşturduğu tavan göbekleri ve çıtalarla da yüzey bölümlere ayrılmıştır. Tavan göbekleri ayrı bir yerde hazırlanarak buraya monte edilmiştir. Tekirdağ’da günümüze gelen evlerin başlıcaları bugün müze olarak kullanılan Rakoczi Evi, Mutasarrıf Selanikli Hüsnü Bey’in 1912–1913 yılında yaptırdığı Tekirdağ Hükümet Konağı, Muratlı Eski Hükümet Konağı, Çorlu Eski Belediye Binası, Ertuğrul Mahallesi Meserret Sokağı’nda Nüvit Arca Evi (XI. Yüzyıl), Konsatntin Evi, Namık Kemal Evi, Peştemalcı Caddesi’ndeki evler, Soğuk Kuyu Caddesi’ndeki evler, Barbaros Caddesi evleri, Büyük Avlu Sokağı’ndaki ev, Balıkçı Mahallesi’ndeki evler, Namık Kemal Caddesi’ndeki evler, Eski Bedesten Sokağı’ndaki evler, Yunus Bey Caddesi’ndeki ev, Fulya, Hamambayırı Sokağı’ndaki evler gelmektedir. Bu evler Kültür Bakanlığı, Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu tarafından tescil edilmiştir.
  21. _asi_

    Tekirdağ Anıtları

    Tekirdağ Anıtları KURTULUŞ ANITI (Merkez) Tekirdağ il merkezinde, Hükümet Konağı önündeki Kurtuluş Anıtı’nı şehrin işgalden kurutuluşu ve Atatürk’e minnettarlık duygusunu göstermek amacıyla devrin Vilayet Yazı İşleri Müdürü Niyazı Tayyip Bey yaptırmıştır. Anıt harf inkılâbı nedeniyle Gazhaneye sonra da Rüstem Paşa Camisi’nin avlusuna götürülmüştür. Anıtın Kitabesi Tekirdağ Müzesi’ndedir. Kitabe: “Büyük Gazi’ye Kemalinle Kemal buldu cihadı milletin elham Yaşar Namı Kemal'in tâ kıyamet kalb-i millette Büyüksün pek büyüksün bu cihanda aşikâr mutlak. Kemal-i şan-u şevketin parıldar res-i devlette Kurtuluş günü 1338 Niyazi Tayyib 13 Teşrin'-i sani.” NAMIK KEMAL HEYKELİ (Merkez) Tekirdağ il merkezinde Hükümet Binasının karşısındaki parkın içerisinde iki anıt bulunmaktadır. Anıt Namık Kemal (1840–1888) anısına 1949 yılında yaptırılmıştır. Namık Kemal’in heykeli mermer dikdörtgen, üzeri dışarı çıkıntılı silmeli kaide üzerine mermerden yapılmıştır. Burada Namık Kemal sağ eli göğsünde olup, sol elinde bir kitap tutmaktadır. Heykelin kaidesine Namık Kemal’in sözlerinden örnekler yazılmıştır: Ön yüzde: “Kemal’in feryadı vatanperverhanesinin tesiri beliği sayesinde vatan bugün kâmurandır. Senin ruhunda ey vatanın büyük evladı ebediyen şâdandır.” yazılıdır. Sol tarafta: “Kudret ettikte tealluk fıtratın ahkâmına Kahrı hak bir dev halketmiş esaret namına” Âlemin çökmüş o sıklet sinei ârâmına Dehşetinden inliyor her zerresi hâlâ dinleyin” Sağ tarafta. “Musırrım sabitim can verince halka hizmette Fedakârın kalur ezkârı daim kalb-i millette Denür bir gün gelürde saye-i feyz-i Hamiyette Kemal’in seng-i kabri kalmadıysa namı kalmıştır.” NAMIK KEMAL ANITI (Merkez) Tekirdağ il merkezinde, Belediye Binasının yanındaki anıtı Osmanlıların 1908 Meşrutiyetinde İttihat ve Terakki Partisi tarafından Edirne Mebusu Mehmet Şeref Aykut’un çabasıyla diktirilmiştir. Anıt dört köşe uzun bir sütun halindedir. Üzerine eski ve yeni Türkçe harflerle kitabe yerleştirilmiştir. Sütunun sol üst kısmında Namık Kemal’in bir beyti yazılıdır: “Ölürsem görmeden millete ümit ettiğim feyzi Yazılsın sengi kabrimde vatan mahzun, ben mahzun” Anıtın ön yüzünde de; “Hürriyet, Müsavat, Adalet, Uhuvvet 11 Temmuz 1324 (1906)” yazılıdır. HARF İNKİLABI HEYKELİ (Merkez) Tekirdağ İl merkezinde, Atatürk Bulvarı üzerinde bulunan bu anıt Cumhuriyetin 50. yılını kutlama programı çerçevesinde 26 Ekim 1973’de yaptırılmıştır. Anıt dikdörtgen mermer bir kaide üzerine oturtulmuştur. Ayrıca aşağıdan yukarıya doğru daralan bir mermer plakası ile fon oluşturulmuştur. Anıt bir park içerisinde bulunmaktadır. Anıtta Atatürk Başöğretmen olarak Tekirdağ’a harf inkılâbı nedeniyle gelişi sembolize edilmiştir. Burada Atatürk ayakta durmakta, karşısında da iki figüre harf öğretirken tasvir edilmiştir. ŞEHİT ÖĞRETMENLER ANITI (Merkez) Tekirdağ’a İstanbul yönünden girişte, yeşil bir alanın ortasında bulunan bu anıt terör örgütlerince şehit edilen öğretmenler anısına 1998 yılında yaptırılmıştır. Anıt dikdörtgen mermer bir kaide üzerinde bulunmaktadır. Anıtın üzerindeki figürün arkasına da aşağıdan yukarıya doğru hafifçe daralan mermer bir fon yapılmıştır. Anıtın üzerinde elinde meşale tutan kadın ve erkek öğretmenler sembolize edilmiştir. Ayrıca anıtta şehit edilen 160 civarında öğretmenin isimleri yazılıdır. HORA FENERİ (Şarköy) Tekirdağ Şarköy ilçesi, Hoşköy beldesinde bulunan bu deniz fenerini Fransızlar 1876 yılında yaptırmıştır. Deniz trafiğine yardımcı olmak üzere yapılan bu fener 96 kristalden meydana gelmiş ve kendi ekseni etrafında 360 derecelik bir dönüş yapmaktadır. Fener yuvarlak gövdeli olup, kesme taştan yapılmıştır. Üzerinde iki balkon ve üzeri kubbeli feneri bulunmaktadır. HÜRRİYET ABİDESİ (Merkez) Tekirdağ Eski Belediye binası bahçesinde bulunan bu anıt, Hürriyetin ilanı nedeniyle 1908’de Tekfurdağı (Tekirdağ) Mutasarrıfı Adanalı Ömer Ali tarafından h.1324 (1908) tarihinde Abide-i Hürriyet ismi ile yaptırılmıştır. Anıt mermerden dört köşe bir kaide üzerine sütun olarak oturtulmuştur. Kaidesinde; “Tekfurdağı Mutasarrıfı Adanalı Ömer Ali Bey’in bir hatıra-i kıymettarı olan bu abide-i mefharet hafıza-i tevkir amâlide ebediyen menkuş kalacaktır.1324 (1906)” yazılıdır.
  22. _asi_

    Tekirdağ Rüstem Paşa Külliyesi

    Tekirdağ Rüstem Paşa Külliyesi Tekirdağ Ertuğrul Mahallesi Mimar Sinan Caddesi’nde bulunan bu külliyeyi Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı ve damadı Rüstem Paşa Mimar Sinan’a yaptırmıştır. Kitabesinden öğrenildiğine göre yapım tarihi 1553’tür. Giriş kapısı üzerindeki ikinci bir kitabede de Sultan Abdülmecit tarafından da 1841 yılında onarıldığı yazılıdır. Külliye cami, medrese, bedesten, kervansaray, hamam, imaret ve kütüphaneden meydana gelmiştir. Günümüze bunlardan yalnızca cami ile bedesten iyi durumda gelebilmiş, diğerleri kısmen yıkılmış ve harap olmuştur. Cami: Cami geniş bir avlu içerisindedir. Düzgün kesme köfeki taşından kare planlı olarak yapılmıştır. Önünde çifte revaklı bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Kuzey yönündeki dış son cemaat yeri ahşap çatılıdır. Bu çatı 22 sütun üzerine oturtulmuştur. İç son cemaat yeri ise ortada haç tonozlu ve bunun iki yanında da ikişer kubbe ile örtülmüştür. Bu örtü sistemi ile ibadet mekânını örten kubbe üstten kurşun ile kaplanmıştır. Son cemaat yerinden camiye giriş kapısı stalaktitli olup, çevresi dikdörtgen bir bordür içerisine alınmıştır. Portalin iç yanlarına da stalaktitli birer mihrapçık yerleştirilmiştir. Giriş kapısının üzerinde stalaktitler arasında yapım kitabesi bulunmaktadır. Kitabe: “Rüstem-i düstur-ı Azam Hak rızasın kasd edüp Bu makamı eyledi manend-i gülzar-ı naim Lütf-ı nuru Zülcelal-in kalbine virüp ziya Kâbe-i sıdk-ı safada eylesün anı mukim Erişüp avn-ı Celil-i bi zeval-i lemyezel Çün tamam oldu bu cay-ı can feza-yı hoş nesim Safha maha utarit yazdı bir tarih-i hala Ecrini and eylesün bu camiin Lûtf-u Kadim. h.960 (1553).” Daha küçük olan onarım kitabesi ise portaldeki mihrapçıklardan sağdakinin üzerine konulmuştur. Bu portalin iki yanındaki dikdörtgen şekilde birer pencere de ibadet mekânına açılmaktadır. Bu pencerelerin yanlarında da stalaktitli çokgen mihrapçıklar bulunmaktadır. İbadet mekânının üzerini tromplu bir kubbe örtmektedir. Ayrıca köşelere, duvarlara bitişik olarak yerleştirilmiş payeler de kubbeyi taşımaktadır. Payelerle köşelerdeki L şeklindeki ayakların arası sivri kemerli birer niş şeklindedir. Kubbe payandalarından güneydekinin arasında mihrap bulunmaktadır. Buradaki ayaklarla mihrap arkasına takviye payandaları yerleştirilmiştir. İbadet mekânı yuvarlak kemerli alçı şebekeli pencerelerle aydınlatılmıştır. İbadet mekânının birbirine simetrik olan doğu ve batı cephelerinde altta dört, bunların ortadan ikisi üzerinde de ikişer olmak üzere altı penceresi vardır. Bu pencerelerden üst sıradakiler sivri kemerli ve alçı şebekelidir. Alt sıradakiler dikdörtgendir. İbadet mekânının içerisi ve kubbe beyaz badanalıdır. Kubbenin içerisi ince profillerle dilimlere ayrılmıştır. Kubbe kenarlarında ve ortasında Barok üslupta çiçek motifleri vardır. Caminin güney yönünde iki paye arasında bulunan mihrap yuvarlak bir niş şeklinde olup, XIX.yüzyılda yağlı boya ile boyanmıştır. Çevresinde profilli bir bordür ve üst kısmında da stalaktitli bir bölüm bulunmaktadır. Mihrap ile pencere arasına yerleştirilmiş olan minber mermerden ve oldukça sadedir. Yalnızca yan aynaları ile merdiven korkulukları geometrik motiflerle bezenmiştir. Caminin kuzeybatısındaki minare kare planlı yüksek bir kaide üzerinde olup, gövdesi çok yüzlü ve tek şerefelidir. Minarenin kapısı iç son cemaat yerinde, caminin köşe duvarının içerisindedir. Caminin önündeki şadırvan beş sütunun taşıdığı bir çatı ile örtülmüştür. Şadırvan düzgün olmamakla beraber on köşeli ve içeriden de beş sütunludur. Medrese: Rüstem Paşa yapı topluluğunun medresesi caminin doğusunda ve 30 m. uzağındadır. 1880 yılında harap olan bu yapının üzerine ahşap bir okul yapılmıştır. Osmanlı döneminde Rüştiye ve İdadi olarak kullanılan bu okul Cumhuriyet döneminde ilkokul olarak kullanılmıştır. Kütüphane: Cami ile medrese arasında bulunan kütüphane kesme taştan kare planlı olarak yapılmıştır. Kütüphane bir süre içerisine eklenen ocaktan ötürü aşhane olarak kullanılmıştır. Sonraki yıllarda restore edilmiştir. Hamam: Medresenin yanında bulunan hamam çifte hamam plan düzeninde olup, medresenin doğu duvarına bitişik olarak yapılmıştır. Hamam kadınlar ve erkekler bölümü ayrı ayrı soğukluk, ılıklık ve sıcaklıktan meydana gelmiştir. Planı hakkında tam bir tanımlama yapılamamaktadır. Günümüzde büyük bir bölümü yıkılmış, yalnızca taş ve tuğla duvarlarından bir bölüm ayaktadır. Hamam uzun süre depo olarak kullanılmıştır. Bedesten: Caminin yaklaşık 100 m. batısında bulunan bedesten kesme taştan ve tuğla hatıllı olarak dikdörtgen planda yapılmıştır. Bedestenin dört tarafına birer kapı açılmıştır. Bu kapılar dıştan yuvarlak, içten de sivri kemerlidir. Uzun cephelerde üçer, kısa cephelerde de ikişer penceresi bulunmaktadır. Bedestenin üzeri birbirlerine geniş ve yuvarlak kemerlerle bağlanmış iki büyük payenin taşıdığı kubbe ile örtülmüştür. Bu kubbelerdeki geçişler pandantiflerle sağlanmıştır. Bedesten Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yakın tarihlerde restore edilmiştir. Yapı topluluğunun kervansarayı ile imaretinin yeri bugün bilinmemektedir.
  23. _asi_

    Tekirdağ Cami ve Mescitleri

    Tekirdağ Cami ve Mescitleri ESKİ CAMİ(Merkez) Tekirdağ il merkezi, Ertuğrul Mahallesi’nde bulunan bu caminin yapım kitabesi günümüze gelemediğinden, yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Bugünkü yapı Zahire Nazırı Tekirdağlı Ahmet Ağa tarafından 1830–1831 yıllarında yaptırılmıştır. Caminin önündeki içerisinde şadırvanın da bulunduğu avlusu 1952 yılında yıktırılmış ve önü açılmıştır. Cami dikdörtgen planlı olup, kesme taştan iki katlı olarak yapılmıştır. İbadet mekânının üzeri düz ahşap tavanlı, dıştan da içbükey saçaklı, kiremitli bir çatı ile örtülmüştür. Caminin girişi yuvarlak kemerli olup, sade bir bordür ile çevrelenmiştir. Üzerinde “S” ve “C” kıvrımlarından oluşan dekoratif bir kemer bulunmaktadır. İki basamakla çıkılan giriş iki ince sütunlu bir sundurma ile örtülüdür. Bu sütunlar Barok üslupta olup, içten kubbemsi bir tonozla örtülüdür. Bunun da üzerinde kiremit çatı bulunmaktadır. İçerideki kubbemsi tonozun ortasına Barok üslupta kalem işleri yapılmıştır. Son cemaat yerinin doğusundaki bir merdivenle üst kata çıkılır. İbadet mekânına girişte de yine “S” ve “C” kıvrımlı dekoratif bir kemer bulunmaktadır. İbadet mekânının üzerini örten ahşap tavan Barok üslupta yağlı boya bezemelidir. Caminin içerisi altlı üstlü yuvarlak kemerli yirmi pencere ile aydınlatılmıştır. İbadet mekânının içerisindeki minare kaidesinin önündeki bir merdivenle ikinci kattaki kadınlar mahfiline çıkılmaktadır. Kadınlar mahfilinin ortasında yarım daire şeklinde dışarıya doğru çıkıntılı Barok bir müezzin mahfili bulunmaktadır. Bu bölüm de galeri şeklinde olup Barok bezeme ile süslenmiştir. Girişin karşısına gelen mihrap altı köşeli ve istiridye şeklinde bir motifle sonuçlanmaktadır. İki sütunçe arasına alınmış olan mihrap kıvrık dal ve çiçek motifleri ile bezenmiştir. Burada da “S” kıvrımlı konsollar dikkati çekmektedir. Caminin kuzeybatı köşesindeki minare kare kaideli olup, dışa çıkıntı oluşturacak şekilde içeriye alınmıştır. Çatı hizasına kadar ulaşan kaideden sonra düzgün kesme taştan minare gövdesi çok cepheli ve tek şerefelidir. Minare 1912 depreminde yıkılmış, Cumhuriyetin ilk yıllarında da yenilenmiştir. Caminin önünde girişe göre sağda olan şadırvan sekizgen planlıdır. Etrafını yine sekizgen ahşap bir yapı çevrelemiştir. Sekiz ahşap sütunun taşıdığı şadırvanın çatısı kiremit örtülüdür. Şadırvanı çepeçevre kuşatan kitabe frizinde şadırvanın Hacı İsa Bey tarafından 1836 yılında yaptırıldığı yazılıdır. İNECİK İMARET CAMİSİ (Merkez) Tekirdağ İnecik Bucak merkezinde bulunan bu cami, Antalya Mirlivası Hüseyin Bey tarafından 1498–1499 yıllarında yaptırılmıştır. Tekirdağ’da yapılan en eski camilerden biridir. Cami Erken Osmanlı mimarisinde görülen ters “T” planlı, zaviyeli camiler grubundandır. Kesme taştan yapılan caminin önünde üzeri kasnaklı kubbelerle örtülü beş bölümlü bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Son cemaat yeri iki duvar çıkıntısının uzantısının ortasında yuvarlak kemerlerle birbirlerine bağlanmış dört sütundan meydana gelmiştir. İbadet mekânının üzeri tromplu merkezi ve kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür. Caminin iç mekânındaki mihrap yuvarlak niş şeklinde olup oldukça sadedir. Yanındaki taş kaideli, yuvarlak gövdeli ve tek şerefeli minaresi Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yakın tarihlerde yenilenmiştir. Caminin yanında Antalya Mirlivası Hüseyin Bey’in kesme taştan, üzeri kubbe ile örtülü türbesi bulunmaktadır. KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN CAMİSİ (Çorlu) Tekirdağ ili Çorlu ilçesinde bulunan bu camiyi Kanuni Sultan Süleyman 1521 yılında yaptırmıştır. Mimarı Acem Ali’dir. Cami kesme taştan, kare planlı olarak yapılmıştır. Caminin önünde dört sütunun yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmış, üç bölümlü son cemaat yeri bulunmaktadır. Son cemaat yerinin üzeri üç kubbe ile örtülmüştür. Caminin kare planlı ibadet mekânının üzeri pandantifli, kasnaklı merkezi bir kubbe ile örtülüdür. Mihrap ve minberinde bezeme yönünden dikkati çeken bir özellik bulunmamaktadır. Yanında taş kaideli yuvarlak yivli gövdeli ve tek şerefeli minaresi bulunmaktadır. Minare şerefesinin altı mukarnaslıdır. Caminin avlusunda yuvarlak sütunların taşıdığı çatılı şadırvanı bulunmaktadır. GÜZELCE HASAN BEY (Ulu Cami) CAMİSİ (Hayrabolu) Tekirdağ ili Hayrabolu ilçe merkezinde, İlyas Mahallesi’nde bulunan bu camiyi Sultan II. Beyazıt’ın damadı Güzelce Hasan Bey yaptırmıştır. Caminin yapımına 1486 yılında başlanmış, 1499 yılında da ibadete açılmıştır. Cami kaynaklarda Ulu Cami ismi ile de geçmektedir. Cami kesme taştan kare planlı olarak yapılmıştır. Caminin önünde dört yuvarlak sütunun yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmasından oluşmuş üç bölümlü bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Son cemaat yerinin ortasındaki bölüm kubbe, iki yanındaki mekânlar ise tonozla örtülüdür. İbadet mekânının üzeri kasnaklı merkezi bir kubbe ile örtülmüştür. Kubbeye geçiş köşelerdeki birer trompla sağlanmıştır. Mihrap nişi yuvarlak olup, dışarıya taşkın değildir. İbadet mekânı altlı üstlü iki sıra halindeki pencereler ile aydınlatılmıştır. Caminin yanındaki minaresi taş kaideli, yuvarlak yivli gövdeli ve tek şerefelidir. Caminin yanında Güzelce Hasan Bey’in kesme taştan kubbeli türbesi bulunmaktadır. Cami Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce 2005 yılında restore edilmiştir. ÇELEBİ SULTAN MEHMET (Paşa) CAMİSİ (Hayrabolu) Tekirdağ ili Hayrabolu ilçesi Hisar Mahallesi’nde bulunan bu cami, kitabesinden öğrenildiğine göre Çelebi Sultan Mehmet tarafından 1419 yılında yaptırılmıştır. Caminin mimarı Çelebi Sultan Mehmet dönemi vezir ve mimarı olan Hacı İvaz Paşa’dır. Hacı İvaz Paşa aynı zamanda Bursa Yeşil Külliyesi’nin de mimarıdır. Cami İvaz Paşa’nın ismiyle de tanınmış olup, halk arasında Paşa Camisi olarak da anılmaktadır. Cami kesme taştan dikdörtgen planlı olup, üzeri ahşap çatı ile örtülmüştür. Duvar işlemelerinde kesme taşların arazına tuğla derzler yapılmıştır. Değişik zamanlarda onarım geçiren cami orijinalliğinden bütünüyle uzaklaşmıştır. İbadet mekânı iki sıra halinde pencerelerle aydınlatılmıştır. Mihrap niş şeklinde olup, bezeme yönünden bir özellik taşımamaktadır. Yanındaki minaresi taş kaide üzerine yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir. Caminin çatısı 2004 yılında çökmüş, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmıştır. ÖMER EFENDİ CAMİSİ (Hayrabolu) Tekirdağ ili Hayrabolu ilçesi, Kâhya Mahallesi’nde bulunan bu cami, Ömer Efendi isimli bir kişi tarafından 1404–1405 yıllarında yaptırılmıştır. Sonradan harap olan cami 1872 yılında halkın katkıları ile yenilenmiştir. Bundan sonraki dönemlerde yapılan onarımlarla özelliğini tamamen yitirmiştir. Bugünkü cami dikdörtgen planlı, kesme taştan yapılmış olup, üzeri ahşap çatı ile örtülüdür. Minare son cemaat yerinde olup, kalın yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir. ÇARŞI CAMİSİ (Hasip Bey Camisi) (Hayrabolu) Tekirdağ ili Hayrabolu ilçe merkezinde bulunan bu caminin yapımına Kethüdazâde Çorumlu Mustafa Bey başlamış, ölümü üzerine de torunu Mehmet Hasip Bey tarafından 1686-1687 yılında tamamlanmıştır. Cami dikdörtgen planlı, tek katlı ve ahşap çatılıdır. Yakın tarihlerde yapılan onarımlardan ötürü özelliğinden büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Yanında kare kaideli, yuvarlak yivli gövdeli, tek şerefeli minaresi bulunmaktadır. Caminin Çorumlu Mustafa Bey’in mezarının da bulunduğu avlusu önünden geçen yol nedeniyle kamulaştırılmış ve küçültülmüştür. GAZİ SÜLEYMAN PAŞA CAMİSİ (Malkara) Tekirdağ ili Malkara ilçesi, Cami Atik Mahallesi’nde bulunan bu cami Bizanslılar döneminde bir kilise olarak yapılmıştır. Osmanlıların Malkara’yı ele geçirmesinden sonra, 1365 yılında camiye çevrilmiştir. Bunu belirten kitabe batı yönündeki kapısı üzerindedir. Bu kitabeye göre; Yıldırım Beyazıt (1389–1402) zamanında Gazi Süleyman Paşa tarafından camiye dönüştürülmüştür. Kitabenin mealen anlamı şöyledir: “Bu, Allahü Tealanın evidir. Bu evi Arap ve Acemin Sultanı, Sultan Selahaddin, kişileri doğru yola sevk etmek üzere insanlar için inşa ettirdi. Bu öyle bir anıttır ki, gölgesinin altında hayvanlar nallanırdı. Sultan oğlu Sultan olan Beyazıd Han, Murat Han'ın oğlu, Murad Han Orhan Han'ın oğlu, Orhan Han Osman Han'ın oğludur. Allah mülklerinde daim kılsın. Devletin iktidarın ellerindeyken günler güzel geçiyor, isteyen istediği yere yerleşiyordu. Devlet adaletle mukimdi. Her hak sahibi hakkına sahipti. Burası Kilise üzerine bina edildi. Gafururrahıym olan Allah, kâmil müminleri ve kadın, erkek Müslümanları mağfiret buyursun. Bu camiinin inşa tarihi; Mübarek ve saygınlığı olan Receb ayının başlangıcında 758 (1356) yılında yapıldı.” Cami Sultan Abdülaziz (1861–1876) zamanında onarılmış, bazı ilaveler yapılmıştır. Sultan II. Abdülhamit de 1888–1889 yılında camiyi onarmış ve bunu belirten bir kitabeyi de kuzeydeki giriş kapısı üzerine yerleştirmiştir. Cami 1151 m2’lik bir alan üzerinde olup, cami bunun 284 m2’sini kapsamaktadır. Cami kesme taş ve tuğla hatıllı olarak dikdörtgen planlı yapılmıştır. Üzeri ahşap bir çatı ile örtülmüştür. İbadet mekânı ahşap sütunların desteklediği düz bir tavanla örtülüdür. Caminin minaresi kesme taştan dikdörtgen kaideli, yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir. Bu minare yapılış ve onarımından sonraki dönemlerde yenilenmiştir. GAZİ ÖMER BEY (Turhanoğlu Ömer Bey) CAMİSİ (Malkara) Tekirdağ Malkara ilçesi Gazi Bey Mahallesi’nde bulunan bu cami, Mora fatihi, Fatih Sultan Mehmet’in komutanlarından Turhanoğlu Ömer Bey tarafından 1493–1494 yıllarında yaptırılmıştır. Gazi Ömer Bey’in bu camiden başka, Malkara’da iki cami, üç mescit, bir kervansaray ve bir de dükkân yaptırdığı Malkara Kadılığı’ndaki bir arşiv belgesinden anlaşılmaktadır. Günümüze bunlardan yalnızca cami ve türbesi gelebilmiştir. Cami düzgün kesme taştan, kareye yakın dikdörtgen planlı olup, üzeri dört trompun desteklediği merkezi bir kubbe ile örtülüdür. Caminin önünde üç bölümlü bir son cemaat yeri bulunmakta olup, bunlardan ortadaki kubbeli, iki yandaki de tonozludur. İbadet mekânı altlı üstlü ikişer sıra pencerelerle aydınlatılmıştır. Mihrabı yuvarlak bir niş şeklindedir. Caminin batı yönündeki minaresinin şerefeye kadar olan kısmı orijinal, şerefeden sonraki kısmı da 1980’li yıllarda yenilenmiştir. Minare kesme taştan dikdörtgen kaide üzerine yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir. SADRAZAM CEDİT ALİ PAŞA CAMİSİ (Marmara Ereğlisi) Tekirdağ ili Marmara Ereğlisi’nde bulunan bu caminin kitabesi günümüze gelememiştir. Caminin XVII.yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Günümüze gelen cami, eskisinin yerine yakın tarihlerde yeniden yapılmıştır. Cami kesme taştan, dikdörtgen planlı olup, mimari özelliğini tümüyle yitirmiştir. Ön kısmına iki katlı dışa geniş pencerelerle açılan bir son cemaat yeri eklenmiştir. Yanındaki minaresi kesme taş kaideli, yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir. AYAZ PAŞA CAMİSİ (Saray) Tekirdağ ili Saray ilçesindeki bu cami Sadrazam Ayaz Paşa tarafından 1539 yılında yaptırılmıştır. Cami kesme taştan, kare planlı olarak yapılmış, üzeri kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür. Kubbeye geçiş köşedeki tromplar yardımı ile sağlanmıştır. Caminin önünde üzeri kubbeli üç bölümlü bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Mihrap yuvarlak bir niş şeklindedir. Minaresi taş kaideli, ince silindirik gövdeli ve tek şerefelidir. ORTA CAMİ (Merkez) Tekirdağ Orta Cami Mahallesi’nde, Hükümet Caddesi üzerinde bulunan bu camiyi, kitabesinden öğrenildiğine göre Kürkçü Sinan Bey yaptırmıştır. Bu cami 1854-1855 yıllarında temeline kadar yıktırılarak yeniden yaptırılmıştır. İlk caminin yapım tarihi konusunda bir bilgiye rastlanmamıştır. Cami moloz taştan dikdörtgen planlı olarak yapılmış, daha sonra buna kare planlı bir bölüm ve son cemaat yeri eklenmiştir. Kuzeydeki son cemaat yeri iki katlı olup, ahşap çatı ile örtülüdür. Caminin ibadet mekânı da ahşap, saçaklı kiremit bir çatı ile örtülüdür. Caminin kuzey cephesindeki giriş kapısı yuvarlak kemerli olup, etrafında sade profilli bir bordür bulunmaktadır. Bu girişin önünde iki ince sütunun taşıdığı, üzeri kiremit örtülü ahşap bir sundurma bulunmaktadır. Son cemaat yerindeki batı duvarına bitişik merdivenden üst kattaki kadınlar mahfiline çıkılmaktadır. Girişin karşısındaki “S” ve “C” kıvrımlı dekoratif kemerli geniş bir kapıdan ibadet mekânına girilmektedir. Bu kapı üzerinde yirmi satırlık talik yazılı yapım kitabesi bulunmaktadır. Girişin iki yanında yarım silindirik nişler halinde birer mihrapcık ile birer pencere bulunmaktadır. İbadet mekânı ince uzun ve yuvarlak kemerli her duvarda ikişer pencere ile aydınlatılmıştır. İbadet mekânını örten tavan Barok üslupta, yağlı boya motiflerle bezenmiştir. Buradaki iki madalyon yine barok üsluptadır. Kadınlar mahfili balkon şeklinde olup, ortasında dışarıya doğru yarım daire şeklinde çıkıntılı müezzin mahfiline yer verilmiştir. Bu bölüm de Barok üslupta bezemelerle süslenmiştir. Mihrap nişi iki pencerenin ortasında yarım silindirik şeklindedir. İki yanında silmeli köşe plastırları akantus yapraklı ve bezemelidir. Ayrıca buradaki geniş bir şerit mihrap nişinin içerisini dolaşmaktadır. Burada bir vazodan çıkan Barok üsluptaki kıvrık dal ve çiçek kompozisyonları görülmektedir. Caminin kuzeybatı köşesinde olan minarenin moloz taştan yapılmış kare kaidesi bulunmaktadır. Minare gövdesi oldukça ince silindirik görünümlü ve tek şerefelidir. Caminin kuzeyindeki geniş bir bahçe içerisine de mermerden sade bir şadırvan yapılmıştır. Şadırvan altı ahşap ayağın taşıdığı çatı ile örtülüdür. Bazı kaynaklarda caminin taş duvarlı bir avlu ile çevrili olduğu ve bu duvarların 1948’de yıkıldığı belirtilmektedir. HASAN EFENDİ CAMİSİ (Merkez) Tekirdağ Hasan Efendi Mahallesi’nde bulunan bu cami 1627 yılında Şer’iye Başkâtibi Hasan Efendi tarafından yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı ve moloz taştan yapılan caminin üzeri ahşap çatı ile örtülüdür. Değişik zamanlarda onarım geçirdiğinden özelliğini kısmen yitirmiş olup, mimari yönden herhangi bir özellik taşımamaktadır. Mihrap nişi yuvarlak olup, dikkat çeken bir bezemesi bulunmamaktadır. Minare kesme taş kaideli, yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir. Minarenin şerefeden yukarısı depremde yıkılmıştır. Caminin avlusunda Şer’iye Başkâtibi Hasan Efendi’nin mezarı bulunmaktadır. YUSUF AĞA CAMİSİ (Merkez) Tekirdağ Muratlı Caddesi üzerinde bulunan bu cami Yusuf Ağa tarafından 1760 yılında yaptırılmıştır. Cami dikdörtgen planlı, ahşap çatılı bir yapıdır. Ahşap olan minaresi sonraki yıllarda yenilenmiş ve kesme taştan, taş kaideli, yuvarlak gövdeli ve tek şerefeli olarak yapılmıştır. HACERZADE İBRAHİM BEY CAMİSİ (Malkara) Tekirdağ ili, Malkara ilçesi 14 Kasım Caddesi üzerinde, Hüseyin Köse İlköğretim Okulu’nun yanında bulunan bu camiyi Hacerzade İbrahim Bey 1406 yılında yaptırmıştır. Caminin mimarı bilinmemektedir. Balkan Savaşları sırasında ve depremlerle de büyük hasara uğramış, sonraki yıllarda restore edilmiştir. Son olarak 1971 tarihinde ibadete açılmıştır. Geçirdiği onarımlar ve değişiklikler nedeniyle orijinalliğinden uzaklaşmıştır. Cami düzgün kesme taştan, kare planlıdır. Cephesi mermer olarak yenilenmiştir. İbadet mekânının üzerini tromplu bir kubbe örtmektedir. Mihrap ve minberi orijinal değildir. Caminin kuzeybatı köşesinde bulunan minare şerefe altına kadar orijinaldir. Şerefe ve üst kısmı 1970 yılında yenilenmiştir. Sekizgen kaideli minarenin üç yüzü ibadet mekânının içerisinde kalmıştır. Yalnızca minarenin beş cephesi dışarıdan görülmektedir. Bu cephelerde Bursa kemerleri bezeme olarak taşa işlenmiştir. Gövde oluklu ve tek şerefelidir. CAMİ-İ KEBİR (Ulu Cami) (Şarköy) Tekirdağ ili Şarköy ilçesinde bulunan bu caminin yapım kitabesi günümüze gelememiştir. Kaynaklardan Malkara’yı ele geçiren Gazi Süleyman Paşa tarafından yaptırıldığı öğrenilmektedir. Cami XIV.yüzyılın ikinci yarısına tarihlendirilmektedir. Değişik zamanlarda yapılan onarımlar nedeni ile orijinalliğinden kısmen uzaklaşmıştır. GÜZELKÖY ESKİ CAMİ (Şarköy) Tekirdağ ili Şarköy ilçesi Güzelköy’ün batı yakasında bulunan bu caminin yapım tarihi bilinmemektedir. Bununla beraber XV.yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Caminin batısındaki bu döneme ait bir hamam kalıntısı da bunu kanıtlamaktadır. Cami 1912 depreminden sonra yeniden yapılmış, orijinal yapısından yalnızca minare kaidesi günümüze gelebilmiştir. Cami moloz taş ve çevreden toplanan devşirme parçalardan yapılmıştır. Doğu-batı yönünde dikdörtgen planlı olup, üzeri ahşap bir çatı ile örtülüdür. Giriş kuzey yönündedir. İbadet mekânının üzeri ahşap kirişlerle desteklenen bir tavanla örtülüdür. İbadet mekânının iki yanında kadınlar mahfili bulunmaktadır. Caminin orijinal yapısından günümüze gelen minare kaidesi bir sıra kesme taş, iki sıra tuğlanın alternatifli sıralanması ile oluşturulmuştur. Bunun üzerindeki gövde kısmı yörede Dere Taşı denilen taştan yapılmıştır. Çokgen olan minare kaidesi oldukça düzenli bir taş işçiliği göstermektedir. Caminin kuzeyinde üzeri kapalı bir şadırvan bulunmaktadır. Günümüze bu şadırvandan yalnızca mermer döşeme parçaları gelebilmiştir. Caminin doğusundaki bahçe içerisinde XIX.yüzyıla tarihlenen mezar taşları vardır.
  24. _asi_

    Tekirdağ Çeşmeleri

    Tekirdağ Çeşmeleri Tekirdağ’da akarsuların çok sayıda olmasından ötürü XIX. yüzyılın başlarından itibaren halkın yararlanabilmesi için caddelere, cami avlularına ve meydanlara çeşme ve şadırvanlar yapılmıştır. Ancak bu çeşmelerden 1945–1946 yılları arasında yol açılması nedeni ile birçoğu yıkılmıştır. Mahmut Sümer Tekirdağ’ın Eski Günleri isimli kitabında yok olan bu çeşmelerin 82 adet olduğu belirtmiştir. Tekirdağ çeşmeleri yerel çeşmeler, cami çeşmeleri, şadırvanlar, oda çeşmeleri ve sebiller olarak gruplara ayrılmaktadır. Günümüzde Tekirdağ il merkezinde, Meydan Şadırvanı, Çiftlikönü meydan Şadırvanı, Şehitler Anıt Çeşmesi, Hacı Çeşmesi, Sururi Ağa Çeşmesi, Meydan Çeşmesi, Şabanoğlu Ç:eşmesi, Rakoczi Çeşmesi, Yusuf Ağa Çeşmesi, Tavanlı Çeşme, Kuru Çeşme, Solak Çeşme ve Meydan Çeşmesi iyi bir durumdadır. MEYDAN ŞADIRVANI (Merkez) Tekirdağ il merkezinde, Muratlı Caddesi ile Kolordu Caddesi arasında bulunan bu çeşme Rüstem Paşa Hamamı’nın önünden 1948 yılında buraya nakledilmiştir. Çeşme dikdörtgen mermer bir duvar içerisinde beyaz mermerden sütun şeklindedir. Kitabesinden Ahmet Bey adına Cağalızade tarafından h.1103 (1691) yılında yaptırılmıştır. Kitabesi sülüs yazı ile yazılmıştır: “ Ruh-ı Ahmed Bey için yaptı bu dılcû çeşmeyi Ol Cağalı-zâde ıbrahim Bey Zat-ı hasen Lûlesi işrâb idüp atşâne der tarihini Gel gel iç mâ-ı hayât olsun bu ceyyid çeşmeden h.1103 (1691)” Çeşmenin iki yüzünde yuvarlak kemer içerisine musluklar yerleştirilmiştir. Bunun üzerindeki bölüm mukarnas dizili bir şeritten sonra dilimli bir kubbe ile sona ermektedir. SAHİL ŞADIRVANI (Merkez) Tekirdağ il merkezinde İskele Caddesi ile Londra asfaltı arasındaki yeşil alanda bulunan bu çeşme daha önce Havra yönünde iken, buradan sökülmüş bugünkü yerine yerleştirilmiştir. Kitabesinden öğrenildiğine göre çeşme h.1273 (1856) yılında yapılmıştır. Kitabe: “Zeki şâdırevandır ki revân bahşây-ı atşandır Zülâl-ı neş'esi âb-ı hayat ile birâderdir Dil-ı nâme-siyâhan gibi bünyâdı yıkılmışken Suyun buldurdu ol zat cün tenemkârene serverdir h.1273 (1856).” Çeşme beyaz mermerden, dikdörtgen bir mezar taşı görünümündedir. Musluğunun üzerinde kitabesi bulunmaktadır. Çeşme dilimli bir kavuk şeklindeki külahla sona ermektedir. ŞEHİTLER ANIT ÇEŞMESİ (Merkez) Tekirdağ il merkezinde, Tekirdağ’ın fethi sırasında şehit düşenler anısına Tekirdağ Belediyesi tarafından 1949 yılında yaptırılmıştır. Aynı zamanda bir anıt olan bu çeşmenin arkasında da şehitlere ait bir mezarlık bulunmaktadır. Yüksek mermer bir kaide üzerindeki bu çeşmeye Belediye tarafından bir kitabe yerleştirilmiştir. Kitabe: “Sayın Ziyaretçi. Burası Tekirdağ'ımızın fethinde kanını canını feda eden kahraman şehitler mezarıdır. Üstünde yaşadığın toprak onların armağanıdır. Bunların aziz ruhlarını taziz ediniz 1949 Tekirdağ Belediyesi.” TAVANLI ÇEŞME (Merkez) Tekirdağ il merkezi, Eski Cami Mahallesi Hastane Bayırı’nda bulunan bu çeşmeyi kitabesinden öğrenildiğine göre Mehmet Ağa isimli bir kişi tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Kitabesinden yapım tarihi okunamamıştır. Çeşme kesme taştan dikdörtgen biçimde yapılmıştır. Çeşmenin üzerini dışarıya çıkıntılı bir saçak çevirmektedir. Cephesinde üçgen şekilli bir niş, bunun içerisinde de kitabe ve musluk bulunmaktadır. Önüne büyük ölçüde bir yalak taşı yerleştirilmiştir. Çeşme çeşitli zamanlarda yapılan onarımlar nedeniyle özelliğinden tamamen uzaklaşmıştır. HÜSREV KETHÜDA ÇEŞMESİ (Malkara) Tekirdağ ili Malkara ilçesinde Cami-Atik Mahallesi’nde bulunan bu çeşmeyi kitabesinden öğrenildiğine göre; Hüsrev Kethüda h.971 (1564) yılında yaptırmıştır. Çeşme aynı zamanda bulunduğu yerden ötürü Cami-i Atik (Eski Cami) Çeşmesi olarak da tanınmaktadır. Çeşme arkasındaki bir evin duvarına dayalıdır. Kitabe: "Cümlelere mülk verir kam kar Hüsrev ü bal itikat namdar Sahib-ı hayrat Hüsrev Kethüda, Kim cihan kıldı serbeser ihya, Ehli diller cem olup tarihini Kim içerse, nuş-u canlar dediler. Sene 971 (1564).” Çeşme kesme köfeki taşından dikdörtgen olarak yapılmıştır. Ayna taşının bulunduğu bölüm kırık sivri kemerli bir niş içerisine alınmıştır. Nişin içerisine kitabe ve musluk yerleştirilmiştir. Önünde büyük bir yalak taşı bulunmaktadır. BAŞÇEŞME (Malkara) Tekirdağ ili Malkara ilçesinde, Camiatik Mahallesi Başçeşme Sokağı’nda bulunan bu çeşme kitabesinden öğrenildiğine göre; Ahmet Paşa tarafından h.953 (1546) yılında yaptırılmıştır. Değişik zamanlarda yapılan onarımlarla özelliğinden büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Bugün kesme taştan dikdörtgen planlıdır. Sivri kemerli bir niş içerisine musluk yerleştirilmiştir. Çeşmenin iki yanına duvar uzantıları eklenmiştir. Bunlar geç dönemde yapılmıştır. MERMER ÇEŞME (Malkara) Tekirdağ ili Malkara ilçesi Hüseyin Köse İlköğretim Okulu’nun yanında bulunan bu çeşme, Şahin yolu üzerinde iken sökülerek bugünkü yerine nakledilmiştir. Çeşme, kitabesinden öğrenildiğine göre, Hüsrev Kethüda tarafından h.979 (1572) yılında yaptırılmıştır. Evler arasına sıkışmış olan çeşme mermerden dikdörtgen planlı olup, üzeri çatı ile örtülüdür. Bu çatının silmelerinin bir kısmı günümüze gelememiştir. Sivri kemerli niş içerisinde kitabe, musluk ve yalak taşı bulunmaktadır. Günümüzde kullanılmamaktadır. HACI ÇEŞMESİ (Merkez) Tekirdağ il merkezi Aydoğdu Mahallesi, Hacı Çeşme Sokak ile Çarıkçızade Sokak ortasında bulunmaktadır. Kitabesinden öğrenildiğine göre Hacı Haseki Ağa tarafından h.1133 (1720) tarihinde yaptırılmıştır. Kitabesi: “Hacı Haseki Ağayı muhterem Bir böyle hayra kıldı muvaffak bî ıcra-yı ab-ı nabı mahallinde eyledi Yaptı bu aynı teşnelere bahş edüp safa Gösterdi çeşme hüsn-ı nazârla nizamını h.1133 (1720).” HACI MEHMET AĞA ÇEŞMESİ (Malkara) Tekirdağ ili Malkara ilçesinde, Hükümet Konağının yanında bulunan bu çeşme, kitabesinden öğrenildiğine göre Hacı Mehmet Ağa tarafından h.1147 (1735) tarihinde yaptırılmıştır. Çeşme kesme taştan dikdörtgen planlı olarak yapılmıştır. Sivri kemerli nişi içerisinde ayna taşı ve yalak taşı bulunmaktadır. FATİH CAMİ ÇEŞMESİ(Çorlu) Tekirdağ ili Çorlu ilçesinde Fatih Camisi’nin yanında bulunan bu çeşmenin kitabesi günümüzde okunamayacak kadar harap durumda olduğundan, yapım tarihi ve banisi kesinlik kazanamamıştır. Yanındaki Fatih Camisi’nin de kitabesi bulunmamaktadır. Çeşme klasik Osmanlı çeşme mimarisi üslubunda yapılmıştır. Düzgün kesme taştan yapılmış olan çeşme dikdörtgen planlı, sivri kemerli bir niş içerisinde ayna taşı yerleştirilmiştir. Ayrıca bir silme ile dış cephesi çevrelenmiştir. Çeşme günümüzde iyi bir durumdadır. ÇENGELLİKÖY MEYDAN ÇEŞMESİ Tekirdağ Çengelliköy Meydanı’nda bulunan bu çeşme, kitabesinden öğrenildiğine göre Selamizade Ali Efendi tarafından h.1190 (1776-1777) yaptırılmıştır. Çeşme moloz taştan yapılmış, üzeri düz bir silme ile sınırlandırılmıştır. Ayna taşı ve yalaktan meydana gelen çeşmenin üzerinde kitabesi bulunmaktadır. Ancak bu kitabenin bazı yerleri okunamamıştır. Yörede araştırma yapan İsmail Hakkı Kurtuluş’tan öğrendiğimiz kadarı ile çeşmenin kitabesi şöyledir: “Sahibu el hayrat ........el-derecad Selamizade Ali Efendi Sene 1190 (1776–1777)” Çeşme günümüzde harap bir durumdadır. GAZİKÖY ÇEŞMESİ (Şarköy) Tekirdağ ilçesi Gaziköy’de bulunan bu çeşme, kitabesinden öğrenildiğine göre Davud bin Abdullah tarafından h.992 (1584) yılında yaptırılmıştır. Çeşme kesme taştan, enine dikdörtgen plan düzeninde yapılmıştır. Ayna taşı sivri bir kemer içerisine alınmıştır. Aynataşının üzerine iki satırlık kitabe yerleştirilmiştir. Kitabe: “Sahibu’l hayrat Davud bin Abdullah Fi 5 Şaban Sene 992 (1584)” Çeşme günümüzde kullanılmaktadır. BARBAROS ÇEŞMESİ Tekirdağ, Barbaros’a giden yol üzerinde bulunan bu çeşme kitabesinden öğrenildiğine göre; Tüfengçizade Hacı İbiş Ağa tarafından Kerbela’da şehit olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in ruhu için yapılmıştır. Kitabesi; “Şad ola ruh-ı Hasan ile hem Hüseyini Kerbela Sahib el-hayrat tüfengçizade el-hac İbiş ağa” Çeşme mermer ve devşirme parçalardan dikdörtgen plan düzeninde yapılmıştır. Niş içerisindeki sivri kemerli ayna kısmı oldukça derindir. Nişin üst kısmına yakın yerlerde sağ ve solda bir vazodan çıkan çiçek motifleri görülmektedir. Kemerin üzerindeki bazı yazı izleri görülüyorsa da İ. Hakkı Kurtuluş bunların okunamayacak kadar bozuk olduğunu ileri sürmüştür. NAMAZGAH ÇEŞMESİ ( Keşan) Tekirdağ, Keşan ilçesi Erikli’ye 1.5 km. uzaklıkta bulunan bu çeşme bir namazgaha aittir. Kitabesinden öğrenildiğine göre Hz.Hasan ve Hz. Hüseyin ruhu için ismi bilinmeyen bir hayırsever tarafından h.1151 (1738–1739) da yaptırılmıştır. Kitabe: “Hüseyin ile Hasan ruhın bir ehli-i hayr kıldı şad Dedi tarihini anın yeni hatmeyleyüp üstad Zi pak tarh-ı icad-ı nev mübarek bad saadet bad Sene 1151 (1738–1789)” Çeşme ve namazgâh köfeki kesme taştan yapılmış, üzeri sıvanmıştır. Çeşmenin arkası namazgâhın mukarnaslı mihrap taşıdır. Bu çeşme-namazgâh ile ilgili bir araştırma yapmış olan İ.Hakkı Kurtuluş bununla ilgili olarak bölgenin en ilginç çeşmesidir dedikten sonra bu konuda görüşlerini şöyle açıklamaktadır; “Geç bir tarihte yapılmış olmasına rağmen, klasik bir üsluptadır. Namazgâh mihrabında kullanılan mukarnaslar da klasik görünümü tamamlamaktadır. Yerel çeşme özelliklerinden farklı olan namazgâhlı çeşme, buraya dışarıdan gelen bir usta tarafından yapılmış olmalıdır. Çeşme, bulunduğu güzergâh nedeniyle, büyük bir olasılıkla, ordugâh namazgâhı olarak kurulmuştur. Daha sonra, mevcut olan bu yol nedeniyle, buradan geçenlere hem su açısından, hem de dini yönden hizmet vermeye devam etmiştir.” RUMCA KİTABELİ GAZİKÖY ÇEŞMESİ (Şarköy) Tekirdağ ili Şarköy ilçesi Gaziköy’de deniz kenarındaki meydanda bulunan bu çeşmenin üzerinde dikdörtgen çerçeve içerisine alınmış kitabesi Rumca yazılıdır. Bu kitabeden öğrenildiğine göre; Georgios Tzefri isimli bir Rum tarafından 8 Ağustos 1878 tarihinde yaptırılmıştır. Kitabenin üzerine bir haç motifi yerleştirilmiştir. Rumca kitabenin Türkçe anlamı şöyledir: “Allah adına Bu çeşme, ben Allah’ın kulu Georgios Tzefri tarafından kendi paramla tekrar yaptırılmıştır. Sene 1878 8.Ağustos” Çeşme kesme taştan yapılmıştır. Dış çevresi kaval bir silme ile çerçeve içerisine alınmıştır. Kitabenin altından başlayan kıvrımlı kemerler ayna kısmını sınırlamıştır. Kütlevi köfeki taşı yontularak çeşme konumuna getirilmiştir. TEPEKÖY ÇEŞMESİ (Şarköy) Tekirdağ ili Şarköy ilçesi Tepeköy yerleşim alanı dışında bulunan çeşmenin kitabesi bulunmadığından yapım tarihi ve banisi bilinmemektedir. Yapı üslubuna dayanılarak XIX. yüzyılın ortalarında yapıldığı sanılmaktadır. Büyük olasılıkla da Gaziköy’de yaşayan Hıristiyan cemaati tarafından yapılmıştır. Çeşme düzgün kesme taştan yapılmış, su haznesinde taş ve tuğla karışık olarak kullanılmıştır. Farklı zamanlarda onarım gördüğünden orijinal kısmı yalnızca çeşmenin cephesinin yarısında görülmektedir. Çeşmenin üzerinde durulacak özelliği de suyun künklerle gelmeyip geniş bir alandan gelmesidir. Gelen su çeşmenin üzerindeki üç ağızdan dışarı akmaktadır.
  25. _asi_

    Tekirdağ Köprüleri

    Tekirdağ Köprüleri İNECİK KÖPRÜSÜ (Merkez) Tekirdağ il merkezinde, İnecik Bucağı’nda bulunan bu köprünün yapım tarihi bilinmemektedir. Bunu belirten bir kitabesi de günümüze gelememiştir. Yapı üslubundan XVII.yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Köprü kesme ve moloz taştan yapılmıştır. Ortada yuvarlak kemerli bir gözü bulunmaktadır. İki ucu toprak dolgusu altında kalmıştır. Burada da birer gözü bulunduğu sanılmaktadır. HACILAR KÖPRÜSÜ (Hayrabolu) Tekirdağ Hayrabolu ilçesinde, Hayrabolu Deresi üzerinde bulunan bu köprüyü Ataullah isimli bir kişi 1800’lü yıllarda yaptırmıştır. Bu köprü sonraki yıllarda yıkılmış, 1861 yılında yeniden yapılmıştır. İlk köprünün kitabesi günümüze gelememiştir. Köprü kesme taştan altı gözlü olarak yapılmıştır. Gözler yuvarlak kemerlidir. Köprü ayaklarında üçgen selyaranlar ve tahliye gözleri bulunmaktadır. Köprü günümüzde de kullanılmaktadır. YÖRGÜÇ KÖPRÜSÜ (Hayrabolu) Tekirdağ ili Hayrabolu ilçesi Yörgüç Köyü’nde bulunan bu köprünün kitabesi günümüze gelemediğinden yapım tarihi ve banisi bilinmemektedir. Yanında bulunan köyden ötürü Yörgüç Köprüsü ismi ile tanınmıştır. Büyük olasılıkla Mimar Sinan Döneminde, XVI. yüzyılda yapılmıştır. Köprü kesme taştan, yuvarlak üç gözlüdür. Bunlardan orta göz daha yüksek ve büyüktür. Bu nedenle de köprü iki yöne meyillidir. Günümüzde iyi bir durumdadır. ERGENE KÖPRÜSÜ I (Çorlu) Tekirdağ ili Çorlu ilçesinde, Ergene Nehri üzerinde bulunan bu köprünün kitabesi günümüze gelemediğinden yapım tarihi ve banisi bilinmemektedir. Bununla beraber yapı üslubundan XVI.yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Köprü kesme taştan üç gözlüdür. Gözler sivri kemerlidir. Günümüzde iyi bir durumdadır. ERGENE KÖPRÜSÜ II (Çorlu) Tekirdağ ili Çorlu ilçesinde Ergene Nehri üzerindeki bu köprünsün kitabesi günümüze gelememiştir. Bununla beraber yapı üslubundan Mimar Sinan döneminde, XVI. Yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Köprü kesme taştan beş gözlü olarak yapılmıştır. Gözler yuvarlak kemerlidir. Kemerlerin üzerinde bir korniş köprüyü boydan boya kat etmiş, üzerine de korkuluk yerleştirilmiştir. Köprünün ayaklarında selyaranlar, üzerlerinde de tahliye gözleri bulunmaktadır. Köprü günümüzde iyi durumda olup, halen kullanılmaktadır. KIRKGÖZ KÖPRÜSÜ (Çorlu) Tekirdağ ili Çorlu ilçesinde bulunan bu köprünün Romalılar döneminden kaldığı ileri sürülmektedir. XV. yüzyılda Osmanlılar tarafından onarılmış ve yenilenmiştir. Köprü kesme taştan, yuvarlak kemerlidir. MUSTAFA PAŞA KÖPRÜSÜ (Çorlu) Tekirdağ Çorlu-Lüleburgaz yolunda, Çorlu Suyu (Mustafa Paşa Suyu) üzerinde bulunan bu köprü ismini üzerinde bulunduğu sudan almıştır. Yapım tarihini belirten bir kitabe günümüze gelemediğinden banisi ve mimarı bilinmemektedir. Köprü düzgün kesme taştan, beş yuvarlak gözlü olarak yapılmıştır. Uzunluğu 58 m.dir. Memba tarafında ayaklarının üzerinde üçgen selyaranlar bulunmaktadır. Bu selyaranlar yukarıdaki hafifletme gözüne kadar yükselmektedir. Hafifletme gözü olmayan yerlerdeki selyaranlar da aynı yüksekliktedir. Köprü üzerinde iki adet hafifletme gözü vardır. Köprünün korniş taşı orta gözünde bulunuyorsa da diğer gözlerde devam etmediği görülmektedir. Korniş taşının üzerindeki korkuluklar farklılıklar gösterdiğinden orijinal olmadıkları anlaşılmaktadır. Baba taşları da orijinal olmayıp korkuluklarla aynı dönemde yapıldığı sanılmaktadır. Tekirdağ’da bu köprüler dışında Malkara’da Yenice Köprüsü, Merkez’de Naip I ve Naip II köprüleri ile Muratlı’da Muratlı Köprüsü bulunmaktadır.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.