Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

_asi_

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.917
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

_asi_ tarafından postalanan herşey

  1. _asi_

    Gaziantep resimleri

  2. _asi_

    Eski Gaziantep Resimleri

  3. _asi_

    Gaziantep ve Baklava

    GAZİANTEP VE BAKLAVA Baklava İsmi Baklava kelimesinin kökeni belirsiz olup, TDK ve Sevan Nişanyan onu Türkçe kökenli bir kelime olarak ele almıştır. Buell (1999) "baklava" isminin Moğolca 'bağlamak, sarmak' anlamına gelen baγla sözcüğünün üstüne Türkçe fiil eki -v getirilerek türetilmiş olabileceğini belirtmiştir. Baklavanın Tarihçesi Bir çok ulusun mutfağında yer etmiş baklava bir çok ulus tarafından da sahiplenilir. Baklavanın gelişim tarihi tutulmadığından bu konu belirsiz olsada bulunan kanıtlar onun Orta Asya Türk kökenli bir tatlı olduğunu göstermektedir. Zamanla Topkapı Sarayı'nda bugünkü halini almıştır. Vrıonis (1971), Deipnosopiste'de belirtilen gastris, kopte, kopton veya koptoplakos gibi eski Yunan tatlılarını baklava olarak tanımlamıştır ve bunların Bizans tatlısı olduğunu iddia etmiştir. Ancak Perry (1994) bu tatlıların baklava olmadığını çünkü bu tatlıların hamur içermediğini göstermiştir. Bu tatlılar fındık ve balın karıştırılmasıyla yapılıyordu ve bugünkü pasteli veya helvaya benziyorlardı. Perry ayrıca ince ekmeğin (yufka) arasına malzemeler koyularak yapılan yemeklerin (örn. börek) Türk kökenli olduğunu ve bu tekniğin Orta Asya Türk kökenli olduğunu belirtmiştir. Ayrıyeten Osmanlı sultanları her yıl Ramazan'ın 15'inde yeniçerilere tepsiler halinde baklavalar sunuyorlardı ve bu törene Baklava alayı deniyordu. (Wasti 2005) Baklava'nın kökeninin Süryanilere dayandığı iddia edilse de bu iddiayı destekleyen bir kanıt bulunamamıştır. Claudia Roden ve Andrew Dalby Osmanlı döneminden önceki Yunan, Arap ve Doğu Roma(Bizans) kaynaklarında baklavadan bahsedilmediğini belirtmişlerdir. Baklava benzeri bir tatlıya dair ilk kayıtlar Çin Yuan hanedanlığı zamanındaki bir yemek kitabına (1330) dayanır. Tarif edilen tatlının ismi güllaçtır ve büyük ihtimalle bugün bildiğimiz güllacı kastetmektedir. Osmanlı'da Baklava Halk arasında çok sevilen baklavanın ünü zamanla Osmanlı Sarayı'na kadar uzanmış; bayram, düğün ve özel kutlama sofralarında mutlaka yer almıştır. Hatta baklava yapımı o kadar ciddiye alınmış ki, 17. yüzyıl sonlarında Saray'da baklava alayı oluşturulmuştur. Saray’da baklavanın önemi, konaklardaki gibi sadece zenginlik ve ince zevk alameti sayılmasından değil, aynı zamanda devlet törelerine girmiş olmasındandı. 17. yüzyılın sonlarında veya 18. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış olan baklava alayı geleneği, bunun en belirgin örneğidir. Ramazan ayının ortasında, padişahın askere iltifatı olarak, Saray’dan Yeniçeri Ocağı’na baklava giderdi. Her on askere bir sini baklava hazırlanır ve Saray mutfağı önünde dizilirdi. Silahtar Ağa, bir numaralı yeniçeri olan padişah adına ilk siniyi teslim aldıktan sonra, diğer sinilerin her birini ikişer asker nizami olarak yüklenirdi. Her bölüğün amirleri önde, baklava sinilerini taşıyanlar arkada, açılan kapılardan dışarı çıkarak kışlalara doğru yürüyüşe geçerlerdi. Dünyada Baklava Baklavanın çok sevildiği ve yaygın olarak yapıldığı bir yer ise, ABD'nin Teksas eyaletidir. Baklava dünyanın bu köşesine Çek Cumhuriyeti'nden gitmiştir. 19. yüzyılda, Teksas'a göç eden Çekler, beraberlerinde baklavayı da götürmüşler. Böylelikle Teksas Baklavası da literatüre girmiş. Ayrıca tüm Arap Yarımadası'nda, Kuzey Afrika ülkelerinde, Türk Cumhuriyetlerinde, Yunanistan, Arnavutluk, Makedonya, Hindistan, Afganistan ve Ermenistan'da sevilen tatlılar arasındadır. Gaziantep ve Baklava Baklava, Türk mutfağının en meşhur ve en beğenilen tatlılarından biridir. Özellikle çok ünlü olan Gaziantep baklavası, kırk kat yufka ile yapılır. Baklava Çeşitleri •Fıstıklı Baklava •Fıstıklı Kuru Baklava •Cevizli Baklava •Kaymaklı Baklava •Sütlü Nuriye Baklavası •Fıstıklı Şöbiyet •Fıstıklı Saray Sarması BAKLAVA YAPIMI Malzeme 1 kg. sert buğday unu 3 yumurta 10 gr. tuz 50 gr. nişasta 1 kg. sade yağ 500 gr. antepfıstığı içi 500 gr. süt 50 gr. irmik 750 gr. şeker 350 gr. su Tarifi Un tezgah üzerine daire şeklinde dökülerek ortası boş bırakılır. Üç yumurta tuz ile çırpılarak az miktarda su ilave edilir ve unla yoğrulur. Yoğurma sırasında hamurun üzerine hafif su serpilerek kulak memesi yumuşaklığına gelinceye kadar yoğrulur. Hamur fitil şeklinde uzatılarak iki parmak eninde kesilir (her biri yaklaşık 75-100 gr) el ile yassılaştırılır. Tekrar hafif nişasta serpilerek üst üste konur.(6-12 adet arası). Ve bu hamurlar açılır. Hamurlar oklavayla kenarından ortasına doğru inceltilir. Hamurun yarı çapı 25-30 cm. olunca elle nişasta serpilerek hamur üst üste getirilir. Baştaki işlem 3 defa tekrarlanır. Hamur eni 60 boyu 120-140 cm. kadar açılır. Açılan hamur baklava yapılacak tepsinin büyüklüğünde kesilir. Bunlar küçük oklavaya sarılır. İçinden en pürüzsüz olan iki tanesi yüzlük ve yüzlük altı olarak seçilir. Tepsiye ince bir kat yağ sürülür. Tepsi büyüklüğünde kesilen yufkadan oklava ile iki kat serilir. Bu işlem 12 veya 14 kat yufka serilene kadar devam eder. Daha önceden hazırlanmış krema halindeki kaymak tepsiye dökülüp bıçak ile iyice yayılır. Üzerine çekilmiş fıstık serpilir ve üstü açılan yufka ile döşenir. Üstüne yüzlük diye ayrılan hamurdan 10-12 kat serilir. Aralarına yağ atılır. Kenarları düzeltilir. Keskin dilim bıçağı ile mekik, muska ve parmak kare şeklinde kesilir, eritilmiş sıcak yağ üzerinde gezdirilir ve fırına verilir. Fırın 230-260 derecede olmalıdır. Fırında baklavalar sürekli yer değiştirerek sürekli çevrilir. Baklava 4-5 dk. sonra hazır olur. Daha sonra dilim halinde kesilen yerlerin arası bıçak ile açılır. Ateş üzerinde 2-3 dk. tutulur ve şeker verme işlemine başlanır. 1 kg. şeker 350 gr. su ile iyice kaynatılıp kıvam yapılır. Kepçeyle üzerine sıcak olarak yavaşça yedirilir. Oynatılmayarak soğuyuncaya kadar bekletilir ve servise hazır hale gelir. Kaymağın hazırlanması; 500 gr. süt ateş üzerinde kaynatılır. Sonra irmik yavaş yavaş boşaltılır ve devamlı karıştırılıp soğumaya bırakılır.
  4. _asi_

    Gaziantep ve Fıstık

    ANTEP FISTIĞI Antep Fıstığının Besin Değerleri 100 gr Yenilen Meyvede Protein %21 Yağ %51.6 Karbonhidrat %16.4 Kalori 600 Ayrıca Antepfıstığı P, K, Ca gibi mineraller yanında Vit-amin A, E ve B1 yönünden çok zengindir. Gaziantep'de Yetişen Antep Fıstığının Faydaları !!! * Günde 10-12 adet yenilen iç antepfıstığı,vücudun günlük yağ ihtiyacını karşılayabilmektedir. * 100 g antepfıstığı vücudun günlük protein,vitamin B1 ve fosfor ihtiyacının %35''ini karşılayabilmektedir. * Antepfıstığında kolestrol yoktur Kandaki kolesterol seviyesini düşürür. Kroner kalp hastalığının riskini azaltır. * Antep fıstığı protein yönünden 2 kat,fosfor yönünden 4 kat sığır etinden daha üstündür * Vitamin E,B ve C komplexince zengindir. * Antepfıstığı şeker hastalığında (Diabete Mellitus)kullanılabilir * 100 gr antepfıstığında 4.0 gr posa bulunur.Posa miktarı yönünden pirinç, patates ve buğday (0.3 gr) dan daha üstündür * İnce bağırsakta glikoz emilimini azaltır ve kan şekerinin yükselmesini önler. * Yapısındaki lipitlerin çoğunluğu monounsature yağ asiti içerdiğinden(35 g), kan şekerini yükseltme (Glisemik indx) yönünden buğdaydan daha az riske sahiptir * Kalp İçin Antep fıstığı kalp sağlığını korumada önemli bir ilaç vazifesi görür * Hastalıktan Sonra Antep fıstığı nekahet dönemlerinde de vücudumuzun dostudur. Bir terkip içinde veya tek başına tüketilen fıstık, nekahet dönemin rahat ve kısa sürmesini sağlar, bünyeyi dirençli hale getirir * Akciğer için iyi bir iltihap temizleyicidir. Göğsü yumuşatır, ağrılarını hafifletir, öksürüğün geçmesine yardımcı olur. Fıstık Nasıl Yenir - Taze Fıstık - Kuru Fıstık - Kavrulmus Fıstık Fıstık - Fos (yani boş) - Kırmızı Ben (Gevel) - Sualtı - Çıtlak: Ağzı Açık - Kuş Boku: En kaliteli fıstıktır. Hasat Zamanından 1 - 1.5 ay önce toplanır. Özellikle baklava ve katmer yapımında tercih edilir Antepfıstığı Pistacia cinsi içerisindeki 10 veya daha fazla sayıdaki türlerden sadece Pistacia vera L. (antepfıstığı) ticari alanda değere sahip olup, kuruyemiş olarak alınıp satılan ve meyveleri yenen bir ürün olarak kabul edilir. Antep fıstığının bütün türlerinin meyveleri kemik gibi çok sert kabukludur. Antep fıstığının dünya üzerinde iki vatanı vardır. Bunlardan biri Anadolu, Kafkasya, İran ve Türkmenistan'ın yüksek kısımlarını içine alan yakın doğu gen merkezi, diğeri de Orta Asya gen merkezidir. Antep fıstığının kültür formlarının gen merkezi ise Anadolu, İran, Suriye, Afganistan ve Filistin olduğu bildirilmektedir. Yurdumuz Antep fıstığı üretimi 1961 yılında 11 ilde gerçekleştirilirken, şu anda 55 ilde üretim yapılmaktadır. (Kuru,1986) 1951 yılında 5.527 milyon adet civarında bulunan ağaç varlığımız, 1985 yılı kayıtlarına göre 31 milyonu aşmıştır. Ağaç varlığındaki bu artışa paralel olarak meyve üretimi de büyük artış göstermiş, 1950 yılında 3.305 ton olan kavlak fıstık üretimimiz, 1985 yılında 35.000 tona ulaşmıştır. (DİE,1985) Güneydoğu Anadolu bölgesi Antep fıstığı üretimi bakımından Türkiye Antep fıstığı üretiminin %94.2 sini (32.986 ton) karşılar. Bölge üretiminin, %80.3'ü (26.498 ton) ve Türkiye üretimini %75.7 si yanlız Şanlıurfa ve Gaziantep illerimizden sağlanmaktadır. (DİE,1985)Antep fıstığı, memleketimizin önemli ihraç ürünlerinden biri olup, her yıl gerek yabanilerin (melengiç gibi) aşılanmalarıyla ve gerekse çöğürlerle tahsisine çalışılan plantasyonlarla gelecekte daha da geniş sahalar üzerinde ziraatı yapılıp çiftçimizin kalkınmasında olduğu gibi, döviz temininde de önemli rol oynayacaktır. Memleketimizde Antep fıstığı kültürünün gelişmesini zorunlu kılan çeşitli sebepler vardır. Anadolu, Antep fıstığının en önemli gen merkezlerinden birine dahildir. Hakkari ve Artvin'den Çanakkale'ye kadar aşılanmak suretiyle kültüre alınmaya elverişli anaçlar kesif şeritler halinde birbirlerini takip ederler. Antep fıstığı meyvesi fındık, badem ve yer fıstığı gibi yağlı meyvelerle mukayese edildiğinde; protein bakımından %22.6, karbonhidrat bakımından %15.6 ve kalori değeri bakımından 3250 ile birinci, %54.5 yağ oranı bakımından fındıktan sonra ikinci sırayı almaktadır. Bu kadar yüksek besin değeri ve çerez olarak her yerde aranılan bir meyve, ayrıca dünya kültürünün yayıldığı yerlerin sınırlı oluşu nedeniyle Antep fıstığı, iç ve dış pazarlarda hep alıcı bulabilir duruma gelmiştir. (Bilgen 1968)
  5. DOĞAL HAYATI KORUMA VE HAYVANAT BAHÇEMİZE Büyükşehir Belediyesi tarafından tanzim edilen “Burç Ormanı Doğal Hayatı Koruma ve Rekreasyon Projesi” Hayvanat Bahçesi Burç Ormanı içerisinde 1000 dönüm arazi üzerine tahsis edilmiştir. İçerisinde servis binası, kafeterya, akvaryum, kanatlılar için kafesler, maymun, kanguru, deve kuşu, atlar, deve, ceylan, geyik, dağ keçisi, dağ koyunu, karaca, Kamerun koyunu evleri tel örgüyle çevrilmiş doğal ortamının ve kışlık barınaklarının bulunmaktadır. Bu bahçenin misyonu havası, su kaynakları, denizleri orman ve toprakları ile her gün biraz daha kirlenen, kirlendikçe bitkisel ve hayvansal çeşitliliği tehdit altına giren ve bazı türlerin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğu dünyamızın bize ait coğrafyasında yaşayan insanlarımıza bu tehlikeleri anlatmak, doğa sevgisinin canlılığını ve sürekliliğini sağlamak ve eğitim çağındaki çocuklarımızın tabiat, biyoloji, zooloji derslerinin, işledikleri konuların ve aldıkları teorik bilgilerin adeta bir canlı laboratuarı olmaktır. BAHÇE BÖLÜMLERİ KUŞ KAFESİ İçinde yüzlerce türün bulunduğu kuş kafesi 400 m² alana sahip 30 m yüksekliğinde hayvanların yazın ve kışın içerisinde rahatlıkla uçabilecekleri şekilde dizayn edilmiştir. Tropik ortamda yaşayan kuşlar için kışın ısıtılan kapalı bölümler de mevcuttur. Kuş kafesinde 90 cins ve 929 adet hayvan bulunmaktadır. AKVARYUM Deniz ve tatlı su canlılarının bulunduğu akvaryum bölümü 1200 m² alana sahip ve 450 ton su kapasitelidir.3 adet deniz akvaryumu ve 18 adet tatlı su akvaryumu olmak üzere toplam 21 adet akvaryum bulunmaktadır. 74 tür ve 2700 adet balığımız mevcuttur. MAYMUN EVİ Maymun Evi-400m² kışlık,500m² yazlık alana sahip olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Bu bölümdeki hayvanların kışlık barınaklarında kalorifer sistemi kurludur. Toplamda değişik türlerde 8 cins ve 30 adet maymun bulunmaktadır. SÜRÜNGEN EVİ İçerisinde değişik türde Yılanların ve Timsahın bulunduğu Sürüngen evi–100 m² kışlık, 250 m² yazlık alana sahip olup Sürüngen evinde bulunan yılanlar ve timsahlar kışın alttan ısıtmalı bölümlerde muhafaza edilmektedir. ÇİFT TIRNAKLILAR Çift tırnaklı hayvanların bulunduğu bölümde her farklı tür hayvan için ayrılan 20–25–30 dönümlük alanlar etrafı şok telleri ile muhafaza edilmiştir. Bu bölümdeki hayvanlara doğal yaşam koşullarındaki uygun ortamları sağlanmıştır. Bu Bölümde Lama, Kızılgeyik, Beyazgeyik, Karaca, Kamerun Koyunu, Ceylan, Dağ Keçileri ve doğal ortama adapte olmuş diğer türlerimiz mevcuttur. TEK TIRNAKLILAR Zürafa, deve, zebra, kanguru, atlar, yak ve deve kuşları kışın kapalı alanda yazın ise her bir türün yaşam standartlarına uygun şekilde dizayn edilmiş doğal ortamına yakın yazlık alanda barınmaktadırlar. Bu alandaki hayvanlarımızın birçoğunun nesli tükenmekte ve bölgemize uzak olan türlerden oluşmaktadır. YIRTICILAR Yırtıcı hayvanlar bölümünde yazlık ve kışlık bölümler bulunmakla beraber kışlık bölümler kaloriferle ısıtılmaktadır. Aslan, kaplan, leopar, jaguar, puma, ayı, kurtlar, bu bölümdedir. YIRTICI KUŞLAR İçerisinde değişik türlerde yırtıcı kuşları barındıran Yırtıcı Kuş Kafesi–700 m² alana sahip olup her tür yırtıcı kuş için ayrı bölümlere ayrılmıştır. KÜMESLER Kümesler 400m² alan içerisinde değişik türlerdeki kümes hayvanlarının her bir türünü ve bir birleri ile aynı ortamda yaşaya bilen kümes hayvanlarını bulunduğu 10 ayrı kafeslerden oluşmaktadır.
  6. _asi_

    Yesemek Açık Hava Müzesi

    YESEMEK AÇIK HAVA MÜZESİ Yesemek Açık Hava Müzesi, Gaziantep ili, İslahiye ilçesinin 23 km güneydoğusunda, 1890 yılında, Zincirli Höyük'te kazılar yapan Alman bilim kurulu tarafından saptanan atölyede 1957-1961 yılları arasında Prof. U.Bahadır Alkım ve ekibince araştırma ve kazılar yapılmıştır. Ulaşım ve alanı Yesemek Taş ocağı ve Heykel Atölyesi, Gaziantep ili, İslahiye ilçesi'nin 23 km güneydoğusunda, bugünkü Yesemek köyünün güney bitişiğinde, Hazil dağının uzantısı olan "Karatepe"nin (Aslanlıtepe) batıya bakan yamaçlarında yer almaktadır. Yesemek köyünde yer alan bir taş ocağı ve heykeltıraşlık atölyesi olan Yesemek, dere yatağından başlayarak 90 m kadar yükselen, yaklaşık 300 x400m'lik bir alana yayılmıştır. Bu alanda, yapım ve işleme sürecinin değişik basamaklarındaki taslaklar halinde, 300'den fazla, bazalttan yapılmış heykel ve kabartmalı ortostat saptanmıştır. Otobüs ve otomobiller için geniş park alanı mevcuttur. Taş ocağının gereci Taşocağının yaslandığı "Karatepe", volkanik kökenli "bazalt" taşından oluşmuştur. Bazalt, işlenmesi oldukça güç bir taştır. Yesemek'in bulunuşu Yesemek'teki heykel atölyesi, İslahiye'nin kuzeyinde, Fevzipaşa bucağının yakınlarında yer alan Zincirli Höyük'te, bir Alman bilim kurulu adına 1888 yılında başlatılan arkeolojik kazıları yöneten Felix von Luschan tarafından ilk kez görülmüş ve kazı raporunda yayımlanmıştır. Yesemek'te yapılan çalışmalar İstanbul Üniversitesinden Prof. U. Bahadır Alkım başkanlığında bir ekip tarafından başlatılan Yesemek'teki arkeolojik araştırma süreci, 1957-1961 yılları arasında 5 kazı mevsimi kesintisiz sürmüştür. 1989 yılında, arkeolog İlhan Temizsoy'un başlattığı ve 1991 yılına değin süren ikinci dönem çalışmaları yapılmıştır. Tüm bu çalışmalarda, taş ocağındaki damarlardan taş çıkarma yöntemleri araştırılmış, bu alandaki eserlerden devrik ve çok eğik durumda olanları doğrultulmuş; kısmen toprak altında gömülü haldeki taslaklar toprak üzerine çıkartılıp görülür duruma getirilmiş, heykel taslakları üzerinde araştırma yapılmış; eserlerin düzenlenmesi, temizlenmesi, kırık olanların tamamlanması çalışmaları yapılmış; bu arada eserlerin çizimleri yapılıp, fotoğrafları çekilerek envanterleri yapılmıştır. Bunların dışında, yakın çevrede yüzey araştırmaları yapılmıştır. Taş ocağında taş çıkarma yöntemleri Blokların bazalt kayası sivrilerinden kesilerek çıkartılmasında kimi aşamaların olduğu saptanmıştır: • İlk aşamada, blok çıkartmaya uygun olan kayaların yüzeyleri balyoz, çekiç ya da taşçı kalemi ile düzleştirilmekteydi. • Yüzeyleri düzleştirilmiş olan damarlardan istenen biçimlerde blok çıkartmak için, kesilmek istenen bloğun büyüklüğü belirlenip, çevresine, içine ağaç yerleştirmek üzere oluklar açılıyordu. • Bu aşamada, açılmış olan olukların içine kesilmiş ağaçlar konuyor, bunlar su ile ıslatılıyor, ağacın şişmesi sonucu oluşan genişleme basıncının etkisi ile kaya çatlıyor ve giderek kayada bir yarık oluşuyordu. Daha sonra ağır çekiç ya da balyoz vuruşları ile yarık derinleştiriliyor ve bunun sonucunda istenilen kısım kayadan ayrılıyordu. Taş ocağında heykel taslağı bloklarının biçimlendirilmesi ve hazırlanması Ana kayadan kesilen düzensiz dikdörtgen prizması biçimindeki bloklar, taşçı kalemi ile yontularak, heykel taslakları yapılmak üzere istenen biçime getirilmekte ve daha sonra da heykel ustalarına bırakılmaktaydı. Heykel atölyesinde heykel taslağı bloklarının biçimlendirilmesi ve hazırlanması Buradaki çalışmalar, üç aşamada gerçekleştirilmiştir: • Taslakların kabaca biçimlendirilmesi, • Kimi ayrıntıların işlenmesine başlanmakta ve yer yer perdahlamaya geçilmekte, • Taslaktaki ayrıntılar üzerindeki çalışmalar biraz daha geliştirilmekte ve kısmen de olsa ince perdah yapılmaktadır. Sonuncu evreden sonra, taslağın gönderileceği yere giderken her hangi bir kopma ya da bozulma göz önünde tutularak, atölyede taslak üzerindeki çalışmalar durdurulmakta ve ayrıntılar, heykelin alacağı son durum için gerekli olan ince yontu işleri, eserin konacağı yerde yapılarak heykel tamamlanmaktadır. Yesemek atölyesinin sahipleri kimlerdi ve heykeller neresi için yapılıyordu? Yesemek'in, bölgedeki çok güçlü bir devletin egemenliği altında olduğu kesindir. Ancak, bugün için bu devletin hangisi olduğu bilinmemektedir. Bu eserlerin hepsinin, o devletin başkenti ve ona bağlı olan ikinci derecedeki kentler için yapılıyor olması büyük olasılıktır. Yesemek atölyesinde hangi tarihlerde ve ne kadar süre ile üretim yapılmıştı? Yesemek atölyesinde, yaklaşık olarak M.Ö.1250 ile M.Ö.8.yy arasında en az 5-6 yüzyıl süreyle, uzak ve yakın yerlerdeki iskan yerlerine taslak hazırlanmış; başka bir deyimle, üretim yapılmıştı. Buluntular Bugün, Yesemek'teki kazı çalışmaları sonucunda ortaya çıkmış eser sayısının 260/270 dolayında olduğu; toprak altında olup da henüz çıkartılmamış olası eserlerin de dikkate alınması durumunda ise eser sayısının 400'e yaklaşabileceği sanılmaktadır. Başlıca buluntulardan örnekler Aslan heykelleri: Özellikle sur kapılarına, karşılıklı ikişer tane konuluyordu. Kükreyen / hırlayan bu aslan betimlerinin, kenti koruyucu ve düşmanlarını korkutucu güçleri olduğuna inanılıyordu. Bu heykellerin, kentlerin hakimi olanlar -kral, prens vb- tarafından, güç sembolü gibi kullanıldığı da düşünülmelidir. Sfenks heykelleri: Sfenks, genellikle insan başlı, aslan gövdeli olarak betimlenen karışık yaratık. Efsanevi bir hayvan olup kökeni Eski Mısır'a dayanır. Mısır'da sfenksin, aslan postuna bürünmüş firavunu betimlediği düşünülmüştür. Erkek başlı, aslan gövdeli sfenks, zihinsel ve fiziksel gücün simgesel bir bileşimidir. yüzyıldan sonra da özellikle dişi sfenksler yapılmaya başlanmıştır. Sfenks, Anadolu sanatını da etkilemiştir. Hitit sanatında, Gaziantep'teki Zincirli ve Sakçagözü, Çorum'daki Alacahöyük, Boğazköy'de kent kapılarının her iki yanında sfenks heykelleri yer alır. Sfenks heykelleri de, kentlerin sur kapılarında, kapı koruyucu aslanlar gibi kullanılmışlardır. Dağ Tanrısı kabartmaları: Dağ Tanrıları, Hurri-Mitanni kökenli tanrılar olarak Hitit Tanrılar ailesine kabul edildiği anlaşılmaktadır. Hitit İmparatorluk dönemi Dağ Tanrıları'nın, Orta Anadolu'daki kimi dağların adlarını taşıdıkları bilinmektedir. Yesemek'te Dağ Tanrıları'nın çok sayıda ortostat üzerinde betimlenmesi, bölge Hurri-Mitanni ülkesi içinde olduğu için çok doğaldır ve Hitit İmparatorluk dönemindeki uygulamalara paralel olarak, buradaki tanrıların da önemli dağların, örneğin Amanos Dağlarının, Kurt dağlarının ve belki diğer kimi dağ ya da tepelerin tanrıları olarak, bu dağların adlarını taşıdıkları düşünülebilir. Savaş sahnesi kabartması: İki yassı parça üzerinde, büyük olasılıkla bir savaş sahnesi işlenmiştir. Aslında üç ayrı levha üzerinde betimlenmiş olan sahnenin son parçası kayıptır. Bir atın çektiği iki tekerlekli bir savaş arabası ile atın altında yere düşmüş ve olasılıkla ölmüş bir düşman askerini betimlemektedir. Atın önünde üç adet hayvan figürü de işlenmiştir. Arabalı savaş sahnesinin bulunamayan sol üst parçasında arabanın üst bölümü ile arabayı kullanan savaşçı(lar)nın betimi bulunuyor olmalıydı. Alçak kabartma olarak çalışılan bu kompozisyonda, gerek insan ve hayvan figürlerinde, gerekse araba betiminde, ayrıntılardan pek azı işlenmiştir. Karışık yaratık kabartması: Bu eserde, kollarını göğüs önünde kavuşturmuş, yüzü cepheden betimlenmiş bir figür sola doğru yürür durumda gösterilmiştir. Dizlere dek inen bir eteklik giymiş olan figürün gövdesi insan olmakla birlikte, yüksek kabartma yapılmış olan ve kısmen kırılmış olan "yüz"ün ayı ya da aslan başı olma olasılığı vardır.
  7. _asi_

    Hasan Süzer Etnografya Müzesi

    HASAN SÜZER ETNOGRAFYA MÜZESİ Dar sokaklar, kesme taş duvarlar ve kiremitli kırma çatılı evleriyle Antep'in eski kent dokusunun en iyi görülebildiği, Bey Mahallesi Hanifioğlu Sokak'ta yer alan Antep evi, geçen asrın başlarında inşa edilmiştir. Daha sonra birkaç defa el değiştiren bina, 1985 yılında çok harap bir vaziyette iken işadamı merhum Hasan SÜZER tarafından satın alınmış, restorasyonu tamamlandıktan sonra "Hasan Süzer Etnoğrafya Müzesi" olarak kullanılmak şartıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağışlanmış ve Gaziantep Müzesi'nde bulunan Etnoğrafya bölümü bu binaya taşınarak Konak-Müze tarzında tanzim edilmiştir. Teşhirinde ziyaretçilere eski zamanlardaki Antep halkının ev yaşantısı ve etnoğrafik yapısı mankenlerle çarpıcı olarak sergilenmektedir. Üstü kiremitli kırma çatıyla örtülü olan bina ana kaya içine oyulmuş mahzen üzerine 3 kattan oluşmakta, ikisi ana yola, diğeri ara sokağa açılan üç giriş kapısı bulunmaktadır. Ön cephedeki işlemeli büyük kapıdan "hayat" adı verilen orta bahçeye, küçük kapıdan ise "selamlık" denilen bölüme geçilmektedir. Hayatın güneydoğu köşesinde; üst katında oturma odası, alt katında ocaklık ve tuvaletin yer aldığı iki katlı müstakil bir bina daha yer almaktadır. Bu bölüm evin hizmetkarları tarafından kullanılmıştır. Hayat, ince bir taş işçiliğinin eseri olan renkli taşlarla kaplanmıştır. Yumuşak kalker ana kayanın oyulmasıyla zemin katın altına yapılan Bodrumlar ; birinden diğerine geçilen iki ayrı mekandan ibaret olup, ikisi arasında yaklaşık 2 metre kot farkı mevcuttur. Bir zamanlar ev sahibinin develerinin barındığı mağara görünümündeki bodrum katta, pekmez ve zeytinyağı depolamaya yarayan küpler, erzak depolamaya yarayan bölümler ve su kuyusu bulunmaktadır. Zemin katta; sabahın ilk ışıklarının aydınlattığı İş Odasında ipek üzerine çeşitli çiçek desenleriyle gergef işleme, ahşap tezgahında çıkrık çevirme ve gergahta ipeği germe çalışmaları mankenlerle canlandırılmıştır. Günümüzde artık kullanımı sona ermekte olan Antep'in bazı el sanatları bu oda da sergilenmektedir. Kış güneşinden en fazla faydalanan evin güneye dönük odası, işlevine uygun şekilde, tandır odası olarak düzenlenmiştir. Bu oda da anne, baba ve iki çocuğuyla tandır etrafında sohbet etmesi mankenlerle canlandırılmıştır. Antep evlerinde eskiden, tandır olarak adlandırılan, odanın merkezinde, içinde közler olan gömme bir taş ocak üzerine konan bir kürsü ve onun üzerine örtülen geniş bir yorgandan oluşan ısınma sistemi mevcuttu. Aile fertleri közün sıcağıyla ısınan yorganı üzerlerine örterek ısınırdı. Anlatılan masallarla, hikayelerle ve yenilen kuruyemişlerle tandır keyfi bir başka olurdu. İş odasının bitişiğindeki ocaklık, sabah güneşinin ilk doğduğu mekanlardan biriydi. Eski antep yaşantısında güneşin ilk ışıklarına karışan güvercin sesleriyle uyanılır ve kahvaltı hazırlığı başlardı. Ocaklık kahvaltı ekmeğinin hazırlandığı yerdi. Bu odada, hamurun yoğrulması, ekmeğin açılması ve ateş üstündeki saça konulması mankenlerle anlatılmıştır. Ekmeğin kahvaltı sofrasına ulaşan safhalarını gösteren bu mankenlerin yanı başında, yayık yayan evin genç kızı görünümünde bir de manken mevcuttur. Birinci kata ev içinden ulaşılan merdivenin sağında hamam yer alır. Türk hamamı özelliklerini taşımakta olup, döşeme altından geçen buhar vasıtasıyla ısıtılması sağlanmıştır. Hamamda, kırmızı peştamallı elinde kesesiyle küçük kızını yıkayan anne mankenle canlandırılmıştır. Burada, banyoda kullanılan kurna, hamam tasları, kemik tarak ve sabunluk da teşhir edilmektedir. Avlunun doğusunda, bir kaç basamakla çıkılan elti odası yer alır. Bu oda, kardeş hanımlarının boş zamanlarını geçirdikleri bir mekandır. Evin yemek ve temizliği sonrasında eltiler bu odada nakış işler, sohbet eder ve içtikleri kahve sonrası fala bakarak hoş zamanlar geçirirlerdi. Ahşap kaplamalı, gömme dolaplı bu odada sedef işçiliğinin güzel bir örneği olan konsol teşhir edilmektedir. Birinci kata hem ocaklığın yanında hem de avludan merdivenlerle ulaşılırdı. Gelin ve kayın valide odalarının arasında sofa mevcuttur. Sofa da taş işçiliği ve boyalı tezyinatı çeken bir çeşme yer alır. Eskiden oda içinde kalmaktan sıkılan ev halkı bu sofaya çıkar temiz hava ve kırılan güneş ışıklarıyla rahatlar ve hayatın (avlu) hoş manzarasıyla rahatlardı. Sofadan, gelin odasına ulaşılır. Bu odada Antep'in geleneği olan çeyizler teşhir edilir. Nakış işi ağırlıklı çeyizlerde genel olarak Antep işi nakışlar kullanılmıştır. Ayrıca kız evinden çeyiz olarak getirilen yorgan, döşek ve yastıkları bu odada bulunur. Çeyiz hazırlamanın Antep geleneğinde önemli yeri vardır. Kız çocuğu daha bebekken anne ve anneannesi tarafından çeyizi de hazırlanamaya başlanır. Gelin odasının karşında kayınvalide odası bulunur. Antep evlerinde kayınvalide odası evin en büyük odası olup misafirler bu odada ağırlanırdı. Evin büyükleri bu odada otururken gelin ve kızlar hem evin büyüklerine hem de gelen misafirlere bu odada hizmet ederlerdi. Oda çepeçevre gömme dolap ve camekanlarla kaplanmıştır. Camekanlar da kahve takımı ve cam eşyalar bulunurdu. Sofadan iç merdivenle 2. kata ulaşılır. Solda mutfak yer alır. Raflarında bakırdan yapılmış tabaklar, kazanlar, tavalar ve taslar (kase) dizilidir. Yemek kültürünün Antep'te oldukça eski bir tarihi vardır. Yolların kesiştiği noktada yer alan Antep'te kültürlerin harmanlaşmasıyla oluşan geniş bir yemek çeşidi ve damak zevki de meydana gelmiştir. Bu sebeple oldukça lezzetli Antep yemekleri mevcuttur. Mutfağın bitişiğinde, Etnografya müzesine adını veren Hasan SÜZER ailesinin odası yer alır. Burada kendisini, anne ve babasını canlandıran mankenler bulunur. Bu odadan terasa geçişi sağlayan güvercinlik olarak adlandırılan camekanlı bölüm bulunmaktadır. Antepevlerinin çoğunda güvercinlikler yer alır. Ev mimarisinde güvercinlere bu denli özenle yer verilmesi Anteplilerin hayvan sevgisini göstermektedir. Mutfağın önünden geçilerek balkona ulaşılır. Balkona açılan ilk odada kurtuluş savaşında, Antep'e Gazi'lik ünvanını verilmesine vesile olan gazi ve şehitlerin resimleri bulunur. İkinci odada ise bu gazi ve şehitlerin Antep muhasarasında kullandığı malzemeler bulunmaktadır. Camekanlı odadan, güvercinliğin altından geçilerek terasa ulaşılır. Burada kırmızı çatılı, kesme taş duvarlı evlerin arasından fışkıran yeşillikleri seyrederek günün yorgunluğu atılırdı. Yazın sıcak akşamlarında terasın serinliğinde, yıldızların altında ve komşu evlerden yankılanan Antep türkülerini dinleyerek ailece vakit geçirilirdi.
  8. _asi_

    Gaziantep arkeoloji müzesi

    ARKEOLOJİ MÜZESİ Gaziantep ili, tarihi coğrafya bakımından Kuzey Suriye-Anadolu ve doğu-batı arasında kültürel, askeri ve ticari yollarının üzerinde ve kavşak noktasında yer aldığından, bölge bugünkü Türkiye'nin jeopolitik durumu gibi bir konuma sahiptir. Bu nedenle, tarihin hemen tüm çağlarının kültürlerini yaşamış olduğundan Gaziantep ili içindeki höyük sayısı da 250'den fazladır. Bilindiği gibi, höyükler, neolitik çağdan başlayarak aynı yerde yerleşilmesi sonucu maddesel birikimlerin yükselmesiyle oluşmuş kültür ve mimari katmanlarıdır ki bu katmanların her birisi bir köy, kasaba veya yerleşim birimidir. Anadolu'nun insana ait en eski buluntularından sayılan ve Dülük Paleolitik mağarasında bulunmuş olan taş aletlerle, 600 bin yıl öncesinden orta paleolitik devirden başlayarak gelişen kültür hayatında, özellikle Tunç çağlarında Antep ve çevresinde çok parlak ve kalabalık bir yerleşim olduğu görülmektedir. Bölgede Hurri, Hitit imparatorluk, Geç Hitit, Asur, Pers, Hellenistik ve Roma çağları da oldukça hareketli ve yoğun yaşanmış, Bizans ile birlikte İslami dönemler ve özellikle ortaçağdaki Haçlı seferleri sırasında jeopolitik konumundan dolayı bölge, çok önemli tarihi olaylara sahne olmuştur. Gaziantep Müzesi tarafından, katılımlı kazı ve kurtarma kazısı olarak yapılan ve sayısı 35'den fazla olan çalışmalardan ve diğer bilimsel kazılardan elde edilen buluntular müzeyi doldurmuştur. 1998 yılında Müze Müdürlüğü tarafından yapılan 11 arkeolojik kazıdan gelenlerle birlikte Gaziantep Müzesinde toplam 64 bin civarında eser bulunmaktadır. Gaziantep Müze Müdürlüğüne, Arkeoloji Müzesi, Etnografya Müzesi ve İslahiye ilçesindeki Yesemek Açık Hava Müzesi bağlıdır. Ayrıca Müze Müdürlüğü denetiminde tek yapı bazında 693 taşınmaz kültür varlığı ile 221 arkeolojik SİT alanı bulunmaktadır. Öteden beri etraftan toplanmış bazı eserlerin bir araya getirilmesiyle 1944 yılında, Sabahat Göğüş tarafından kurulmuş olan Gaziantep Müzesi, önce Nuri Mehmet Paşa Camiinde görev yapmış, 1969 yılında ise bugünkü binasına taşınmıştır. Arkeolojik bakımdan çok zengin olan bölgenin potansiyeli sebebiyle müzede kısa sürede genişleme ihtiyacı doğmuş, 1976 yılında başlatılan ek salon çalışmaları uzunca bir süre yarım kaldıktan sonra, mevcut binanın birkaç katı büyüklüğündeki yeni ek bina inşaatı sonuçlanma sürecine girmiştir. Bugünkü mevcut binada beş adet salon bulunmakta olup, genelde mütevazı olmakla birlikte yer yer de iddialı bir sergileme ile yukarıda sayılan tüm dönemler izleyiciye yansıtılmaktadır. Gaziantep Müzesinde, müzeyi bir tarih deposu görünümünden kurtarmak ve izleyicide sempati uyandırmak amacı ile sergilemede alışılmışın biraz dışına çıkılarak yenilik sayılabilecek denemeler yapılmıştır. A. Geçici Sergileme ve Nostalji Vitrinleri Girişteki ince uzun salonda, genellikle geçici veya periyodik olarak değişen konuları yansıtan sergileme yapılmaktadır. Resim ve karikatür meraklılarını müzeye çekmek için "Arkeoloji" konulu bir karikatür sergisi, tıp-eczacılık-kimya-kozmetik meraklılarına hitap eden "Antik Dönemde Tıp Aletleri" konulu iki vitrin, arkeoloji ve müzeler dünyasındaki son gelişmeleri içeren "Diğer Müzeler ve Arkeoloji Çalışmalardan Haberler" başlıklı bir pano ile çevredeki ören yerlerini tanıtan resimlerin sergilendiği üç adet blok pano yer almaktadır. Bu salondaki önemli bir bölüm de "Nostalji Vitrinleri"dir. Burada ülkemiz müzelerinde ilk kez olmak üzere, 1864 yılında bakır plaka üzerine çekilmiş ilk fotoğraflar ile 1910 yılındaki ilk modellerden başlayarak günümüze kadar gelen "Fotoğraf Makinalarının Tarihi Gelişimi" isimli 120 parçayı aşkın fotoğraf makinası ve aksesuarları koleksiyonu sergilenmektedir. Ayrıca yüzyılımızın başlarına ait ülkemizden, Gaziantep'ten ve dünyanın çeşitli şehirlerinden görüntülerin yer aldığı "Kartpostallarla Eskilerden Günümüze" isimli sergi ile eski radyolar, gramofonlar, telefon, yazı makinası, kollu dikiş makinası ve eski saatler ile benzeri eşyalar sergilenerek, izleyicilerin anılarıyla yakın geçmişi yaşamaları ve böylece müzeye yakınlık duymaları amaçlanmıştır. B. Kronolojik Salon Bu salonda, Anadolu ve Gaziantep'teki antik yerleşim yerleri ve kazı merkezleri büyük panolardaki haritalarda tanıtılmakta ve Gaziantep bölgesinin kronolojisi verilmektedir. Sergileme, birinci bölümde Tabiat Tarih vitrini ile başlamakta, özellikle Dülük ve Fırat kenarı paleolitik taş aletlerinin ve bunların kullanımına yönelik didaktik materyallerin yer aldığı vitrinlerle devam edilmektedir. Kalkolitik ve Tunç Çağları çeşitli dönemlerini yansıtan sergileme, demir çağındaki parlak medeniyetlerden Urartu vitrinleri ile son bulmaktadır. İkinci bölümde ise, Akamenid-Pers, Hellenistik ve Kommagene ile özellikle Roma döneminden kesitler sunan vitrinler yer almaktadır. Bu bölüm, Bizans ve İslami dönemlere ait süslü kaplar ile çeşitli kandillerin sergilenmesi ile sona ermektedir. Salonda ayrıca, "Belkıs-Zeugma kazı buluntuları" ve "Çağlar Boyu Çocuk Oyuncakları" vitrinleri yer almaktadır. Bu salondaki bir vitrinde, bir Mamut'un iskeletine ait kemikler ile içi doldurulmuş bir Krokodil de sergilenmektedir. C. Belkıs / Zeugma Salonu Koridor şeklindeki ince uzun salonda, Belkıs kazılarından elde edilen ve özellikle mezar heykeltraşlığını yansıtan heykel ve kabartmalar ile mozaik panolar yer almaktadır. (M.S. IV. yüzyılda mezar odalarının önündeki teraslara ve koridorlara konulan ve ölülere ait heykel ve kabartmaların oluşturduğu mezar heykeltraşlığı Zeugma nekropolüne özgü bir özelliktir). Burada ayrıca, 1960'lı yıllarda Amerika Birleşik Devletlerine kaçırılmış bir mozaik panonun çerçevesi ile Houston kentinde bulunan kayıp parçaların fotoğrafları da sunulmaktadır. D. Küçük Buluntular ve Sikke Salonu Yeni düzenlenmiş olan bu salonda modern müzecilik anlayışıyla, bir yanda tüm dönemleri içeren bronzdan, inançla ilgili insan ve hayvan heykelcikleri, kült eşyaları, figürinler, damga ve silindir mühürler, süs iğneleri, bilezik ve torklar ile fibulalar, yüzük taşları ve klasik döneme ait kil mühür baskıları ile altın ve gümüş ziynet eşyaları sergilenmektedir. Diğer yanda ise sikkenin basım ve devirlere göre belirlenen özellikleri ile zaman içindeki değerlerini belgeleyen bilgi panoları bulunmaktadır. Yanındaki vitrinlerde de Grek, Hellenistik, Roma ve Bizans devirleri ile Türk-İslam Dönemi ve Osmanlı çağına ait altın-gümüş ve bronz sikkeler ile Osmanlı dönemi nişanları izleyiciye sunulmaktadır. Belkıs Salonu ile sergi salonunu birleştiren koridordaki iki eski ahşap vitrinde ise, araştırmacı Sayın Akten Köylüoğlu'nun aslına uygun olarak eski ustalara bizzat yaptırıp Müzeye hediye ettiği "Eski Gaziantep'te Çocuk Oyuncakları" sergilenmekte ve izleyiciye nostaljik duygular yaşatılmaktadır. E. Sergi Salonu Bu salonda, gene Ülkemiz müzelerinde ilk kez olarak 60 panoyla izleyiciye sunulan "Roma Döneminde Bir "Şehrin Kuruluş Öyküsü" isimli, çizgi-resimlerden oluşan bir sergi yer almaktadır. Ayrıca, Kültür Bakanlığınca yaptırılıp tanıtım amacıyla birçok ülkeye gönderilen "Türk Mimarlık Eserleri" ve "Arkeolojik Kültür Varlıklarımız" ile "Yağmalanan Anadolu" isimli büyük boy fotoğrafların küçültülmüş kopyaları da sergilenmektedir. Müze Müdürlüğü'nün 1997-98 yıllarında baraj sahalarındaki Eski Tunç Çağı Nekropolündeki 312 mezarda yaptığı kazılardan elde edilen eserler görsel malzeme eşliğinde sergilenmektedir. Bir mezar, içinin tüm buluntuları ile orjinal olarak yeniden kurulmuştur. Ayrıca, Belkıs/Zeugma antik kentinde yapılan kazılarda bulunan devlet arşivinde yer alan 34.000'den fazla mühür baskısı da optik vitrinlerde ziyaretçiye sunulmaktadır. Üç büyük panoda ise bölgeden yurt dışına kaçırılan eserlerle, yurt dışında bulunup geri alınan eserler hakkında görsel olarak doküman ve bilgiler sunulmaktadır. F. Müze Bahçesi Müzenin ön bahçesinde, Hitit ve Geç Hitit dönemi cenaze ziyafetlerini betimleyen bazalttan kabartmalı steller yer almakta. Yan bahçesinde ise çoğunluğu Belkıs/Zeugma kökenli Roma dönemi erkeğini simgeleyen kartal, kadınını simgeleyen yün sepeti motifli mezar taşları sıralanmaktadır. Ayrıca dört adet Roma dönemi lahit de bahçeyi süslemektedir. Kazılardan yeni gelen büyük taş eserler ve mozaik panolar da yer darlığından dolayı ön bahçede yeni binanın tamamlanmasını beklemektedir. Ek bina tamamlandığında, özellikle bahçe teşhiri tamamen değişecek olup yepyeni dört salonda mozaik ve heykeltraşlık, Gaziantep Kültürü, Gaziantep'in el sanatları, zenaatkârlar çarşısı, ev ve konak yaşantısı, Barak kültürü, hayat hikayeleri ve eserleriyle Gaziantep'te yetişen ünlü kişiler, sözlü- yazılı ve belgesel kültür varlıklarıyla tam bir şehir müzesi olarak Gaziantep halk kültürü tüm yönleriyle ve modern müzecilik anlayışı içinde ziyaretçiye sunulacaktır.
  9. _asi_

    Anıt Mezarlar

    ANIT MEZARLAR HİSAR ANIT MEZARI Gaziantep ili, Araban ilçesi, Hisar Köyünde bulunmakta olan anıt mezar günümüze kadar sağlam olarak gelmiştir. Düzgün kesilmiş blok taşlardan inşa edilmiştir. Üç bölümden oluşmaktadir; Mezar odası, sütunlu podyum ve çatı kısmı. İçinde mezar odasının olduğu yüksek bir podyum üstünde, dört köşede silmeli paye sütunlar, bunun üstünde ise anıt tipi piramidal çatı mevcuttur. Tepe noktasında ise korint tipli bir sütun başlığı yer almıştır. Anıt mezar 10- 11 metre yüksekliktedir. Komutan veya yönetici anıt mezarı olmalıdır. M.S. 2-3. yüzyılda yapılmıştır. ELİF ANIT MEZARI Elif Anıt Mezarı, Araban İlçesi'nin Elif kasabasında dir. Antik dönemde Şugga olarak adlandırılan bu kasaba, Fırata parelel uzanan Zeugma-Samsat ve batıdan gelen Dülük yollarının kesişme noktasındadır. Kesme taştan inşa edilmiş olup, kare bir podyum üstünde yükselen gövde ve gövde üzerini çapraz tonozlu bir çatı örtmektedir. Gövdesinin iki tarafı kemerlidir. Korint tipli sütün başlıkları üzerinde yarim daire biçimli kemerler vardır. Böylece yapı estetik bir görünüm kazanmıştır. Podyumla gövde arasında kabartma Meduza başları kuşak halinde anıtı çepeçevre sarmaktadır. Elif Anıt Mezarı M.S 2-3. yüzyıla tarihlenmektedir. HASANOĞLU ANIT MEZARI Araban ilçesi Hasanoğlu Köyünde bulunmaktadır. Hasanoğlu Anıt Mezarı, kare planlı bir kaide üzerine kesme taştan inşa edilmiştir. Güney ve batı cephelerinin paye-sütun ve bunların üzerine oturan kemerlerindeki mimarisinden estetik ve itinalı yapıldığı anlaşılıyor. Kuzey ve doğu cephelerindeki duvarların tamamı, kaidenin ise yarıya kadar yıkılmış olduğu görülmektedir. Bu anıt mezarın da M.S 2-3.yüzyılda yapılmıştır.
  10. _asi_

    Kargamış antik kenti

    K A R G A M I Ş A N T İ K K E N T İ Konumu ve yüz ölçümü Kargamış antik kenti, Gaziantep ilinin Kargamış ilçesinin merkezinde, Fırat ırmağı ile Türkiye-Suriye sınırının kesiştiği yerde, Fırat ırmağının batı kıyısında yer almakta olup bir bölümü de Suriye topraklarında kalmaktadır. Kargamış antik kentinin Türkiye ve Suriye'de bulunan topraklarının, toplam 900x900 m boyutlarında olduğu sanılmaktadır. Kargamış'ın haritadaki yeri Araştırmalar 16. yüzyıl: Kargamış kenti kalıntıları ilk kez 16. yy'da, Doğu'yla ticaret yapan bir İngiliz şirketinin Halep temsilcisi olan Henry Maundrell tarafından fark edilmiştir. 18. yüzyıl: Halep'teki İngiliz konsolosu Alexander Drummund kentin planını yapmıştır. 19. yüzyıl: 19. yy'ın sonlarında, bölgede, İngiltere'deki British Museum adına George Smith ve konsolos W.H.Skene araştırmalar yapmışlardır. 1879: Bölgeyi gezen general Herbert Chermside, kentin bir haritasını yapmıştır. 1900: Kentteki hiyeroglif yazıtlar, 1900'de Messerschmidt tarafından Corpus Inscriptum Hittiticarum adlı yapıtta incelenmiştir. Kazılar Kargamış'ta, 1878-81 yılları arasında Halep İngiliz elçisi P. Henderson başkanlığında; 1911-12 yıllarında David G.Hogarth, R. Campbell Thompson ve C. Leonard Woolley yönetiminde; 1914 yılında C. Leonard Woolley ve T.E.Lawrence; 1920 yılında C. Leonard Woolley başkanlığında British Museum adına kazı çalışmaları yapılmıştır. Kazı sonuçları, British Museum'un yayımladığı Carchemish adlı üç ciltlik yapıtla arkeoloji dünyasına duyurulmuştur. Kargamış'ta bugün Kargamış antik kenti, bugün askeri yasak bölgede kalmakta olup herhangi bir arkeolojik kazı çalışması yapılmamaktadır. Araştırma ve kazı sonuçları Tarihçesi: Araştırmalara göre, Kargamış antik kenti, Neolitik Çağ'dan (İ.Ö. 8000-5500) Geç Hitit Çağının sonuna dek (İ.Ö. 700) kesintisiz bir yerleşme görmüştür. Kargamış, Anadolu'dan Mezopotamya'ya ve Mısır'a uzanan yolların önemli bir noktasında yer alıyordu. Eski ve Orta Tunç Çağında Kargamış (M.Ö. 3000-1700): Kargamış krallıklarıyla ilgili elde edilen belgelerden buranın tarihi hakkında bilgi sahibi olunmuştur. Çivi yazılı belgelerden, Kargamış kentinin adına ilk kez Mari belgelerinde rastlanmıştır. Bu verilerden, Hammurabi döneminde (İ.Ö. 1792-1750), Kargamış'ın Mari'ye bağlı bir kent olduğu anlaşılmaktadır. İ.Ö. 1750 tarihinde, Kargamış'ta Ablahanda adlı bir kralın hüküm sürdüğü bilinmektedir. Bu dönemde Kargamış, yazılı belgelerden anlaşılacağı üzere Suriye-Irak sınırında, Fırat ırmağı kenarında yer alan ve yaklaşık olarak 25000 adet çivi yazılı tablet arşivi olan Mari'ye bağlı bir kenttir. Hititler çağında Kargamış (M.Ö. 1650-1200): Hitit devletinin Eski Krallık döneminde (İ.Ö.1660-1460), İ.Ö. 1650'li yıllarda, Hitit kralı 1.Hattuşili (İ.Ö.1660-1630), Kargamış ve çevresindeki kentleri alarak kuzey Suriye yolunun güvenliğini sağladı. Hitit kralı 1. Murşili (İ.Ö. 1630-1600) Babil'e giderken Kargamış'ı da zaptetmiştir. Daha sonra Mitannilerin (İ.Ö.1460-1340) egemenliği altına giren kent, Hitit kralı 1. Şuppiluliuma döneminde (İ.Ö.1380-1345) yeniden Hititlere bağlandı. Hitit devletinin Büyük Krallık zamanında (İ.Ö.1460-1190) kuzey Suriye'nin belki de en önemli merkezi sayılabilecek olan Kargamış, bu dönem boyunca Hitit kral ailesinden olan vasal krallar tarafından yönetiliyordu ve bağlı olduğu siyasal güce askeri ve ekonomik yönden büyük katkılar sağlıyordu. Hitit imparatorluğunun İ.Ö. 12. yy'ın başlarında yıkılmasından sonra kent, Geç Hitit Krallıklarından birinin merkezi oldu. Geç Hitit Çağında Kargamış (M.Ö. 1200-700): Kargamış bu dönemde, Kuzey Mezopotamya'da yer alan Asur devleti ile karşı karşıyadır.Yazılı belgelere göre, Kargamış kenti, K. Mezopotamya'daki Asurluların karşısında 10. yy boyunca bağımsızlığını korumuştur. Kargamış krallığı, M.Ö. 876-717 tarihleri arasında ise Asurlularla sorun yaşamış ve Asur devletine haraç vermişlerdir. M.Ö. 717'de ise Asur güçleri tarafından yakılıp yıkılarak Asur topraklarına katılmıştır. Bu dönemde, gerek Asur yazılı kaynaklarından, gerekse Kargamış'taki hiyeroglif yazılı yazıtlardan, kimi Kargamış krallarının adlarını öğrenebiliyoruz. Bunlar: İ.Ö. 1100 yılındaki İniteşup'tan sonra, İ.Ö. 970-900 yıllarında Ura-Tarhundas, Suhi, Astuwatimanzas, 2. Suhi, Katuwas, Sangara (İ.Ö. 870-848), Astiruwas, Yariris ve oğlu Kamanis ile İ.Ö. 738-717 yılları arasında hüküm süren Pisiris'tir. Kentin yapısı: Dış kent, iç kent ve kale olmak üzere üç kesimden oluşan Kargamış, dikdörtgen bir yerleşim planına oturmaktadır. Kargamış kenti, taş temel üstüne kerpic duvarlı surlarla çevrilidir. Dış sur, çift duvar tekniğindedir. Üçü iç surda, ikisi dış surda olmak üzere beş kent kapısı vardır. Kule, burç ve poternlerle güçlendirilmiş olan bu savunma sistemi, Hitit imparatorluk ve Geç Hitit dönemlerinde yapılmıştır. Taş temelli, kerpic duvarlı ve dikdörtgen planlı evlere taş döşeli bir ön avludan girilmektedir. Fırtına Tanrısı Teşup'a ait bir tapınak ile bit-hilani tipi yapı, kentin anıtsal kalıntılarıdır. Sanat eserleri: Geç Hitit döneminin önemli yontu okullarından bir sayılan Kargamış siyah bazalt ya da kireçtaşından kabartma orthostatlarıyla ünlüdür. Hititlerin yanı sıra Asurluların kültür ve biçem özelliklerini yansıtan bu orthostatlar, kent kapıları ve kutsal yapıların temel üstü ilk taş dizileri olarak kullanılmışlardır. Kabartmalarda Tanrıça Kubaba ve onun için yapılan törenler, çeşitli kral sahneleri (tahta oturma vb), savaş arabaları, Asur ordularına karşı kazanılan zafer konusu, öteki tanrı ve tanrıçalarla karışık yaratıklar ve koruyucu hayvanlar betimlenmiştir. Ayrıca Hiyeroglif yazıtlı steller de bulunmuştur. Bulunan kabartmaların çoğunluğu, Geç Hitit dönemine aittir. Kabartmalar, M.Ö. 1. bin yıl başlarındaki yaşam biçimine, giysilerine ve kültürüne ışık tutmaktadır. Aslanlı kaide üzerinde oturan kral heykeli Kral Katuvas (Pisiris)'ın hiyeroglif yazıtlı kabartması Kazılardan çıkartılan eserlerin bulundukları yerler: Kazılardan çıkartılan eserlerden kimileri İngiltere'deki British Museum, Almanya'daki Berlin Müzesi, Türkiye'deki Ankara Anadolu Uygarlıkları Müzesi, Adana Müzesi, Gaziantep Müzesinde yer alırken, bilimsel yayınlarda geçen kimilerinin de hangi ülkede ve müzede oldukları bilinmiyor.
  11. _asi_

    Zincirli Höyük

    ZİNCİRLİ HÖYÜK Eski adları, yeri, halkın kökeni Eski adları Asurca Sam'al ve Aramca Bit Gabbar olan kent, bugünkü adını, Gaziantep'in İslahiye ilçesine bağlı Fevzipaşa bucağındaki tren istasyonu yakınındaki köyden ve içindeki höyükten almaktadır. Halkın büyük bir kesiminin Arami kökenli olduğu, kimi krallarının Hitit-Luvi adları taşımasına karşın, kimilerinin Arami adları kullandıkları, yazıtlardan anlaşılmaktadır. Ülkenin bir adı da Ya'idi olarak geçmektedir. Zincirli Höyük'ün genel görünümü Yapılan kazılar Zincirli Höyük'te 1888-1902 arasında, Alman araştırmacılar Karl Humann, Robert Koldewey ve Felix von Luschan tarafından kazılar yapılmıştır. Kazılardan çıkan eserlerin günümüzde bulunduğu yerler ve höyükte bugünkü durum Bulunan eserler, İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nde ve Berlin Müzesi'nde sergilenmektedir. Bugün Zincirli'de, bu eski kazıların izleri dışında görülebilen bir kalıntı yoktur. Zincirli Höyük'ün önemli bir bölümünün üzerinde bugün modern Zincirli köyü yerleşmesi bulunmaktadır. Kamulaştırma çalışması yapılarak köyün höyük alanı dışında başka bir yere taşınması planlanmaktadır. Bu çalışmalar şu anda sürmektedir. Kentin tarihçesi Hitit İmparatorluğu'nun yaklaşık M.Ö. 1200'lerde yıkılmasından sonra Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye'de kurulan, Hitit etki alanlarında ortaya çıktıkları ve bir bakıma bu kültürün mirasını sürdürdükleri için komşularınca ''Hititli'' olarak nitelendirildiklerinden, arkeoloji literatüründe genellikle Geç Hitit Devletleri adı altında toplanan kent krallıklarından biridir. Zincirli höyük, İlk Tunç Çağı'ndan (M.Ö. 3000) Roma dönemine (yaklaşık 2000 yıl önce) dek yerleşim görmüştür. Zincirli'nin tarihi, öncelikle Asur kaynaklarından, yapılan kazılarda Sam'al kentinde ortaya çıkarılan Fenikece ve Aramca yazıtlardan ve bu kentin yakınlarındaki Gerçin'de bulunmuş bir stelden elde edilen bilgilerden öğrenilmektedir. İyi bilinen Asur kronolojisiyle koşutluk gösterdiği yerlerde bu bilgiler kesin bir tarihsel çerçeveye oturtulabilmekte, ötekilerse yaklaşık olarak değerlendirilmektedir. Sam'al kentinde, yaklaşık M.Ö. 900-700 arasında egemen olan krallar arasında Kilamuwa ve Bar-Rakib 'in kentte geniş çaplı bayındırlık eylemlerinde bulundukları anlaşılmaktadır. Kentin, bütün tarihi boyunca Asur yanlısı ya da bağlaşığı (müttefiki) bir politika izlediği ve ancak böylelikle varlığını sürdürebildiği yazıtlardan anlaşılmaktadır. Kentin yapısı Kentin planı: Kent, Eski Doğu'nun pek çok yerleşiminde görülen oval ya da daire biçimli kent planı kavramına uygun olarak, tam çember biçimli bir savunma duvarı içinde kurulmuştur. Sam'al kalesi Savunma sistemi: Sam'al surları, çapı 720 m olan bir alanı çevirir. Savunmanın güçlü olmasını sağlamak amacıyla surlar, iç içe iki çember halinde, 7.30 m aralıklı çift kale bedeni olarak yapılmıştır. Her iki çember, birbirinden eşit aralıklarda bulunan kulelerle sağlamlaştırılmıştır. Ayrıca, Sam'al kralının da oturduğu akropolis (içkale), surla çevrilmiştir. Akropolis 'in tek girişi, hemen hemen kuzey-güney ekseni üzerinde ve kentin güney kapısı karşısındadır. Bu bölümde savunma olanaklarını artırmak için 50 m kadar içeriye doğu-batı doğrultusunda uzanan bir iç sur daha yapılmıştır. Akropolis 'in gerek iç, gerek dış suru da belirli aralıklarla yerleştirilmiş kulelerle güçlendirilmiştir. Kentin kapıları: Güney, batı ve kuzeydoğuda yer alan kent kapıları da birbirine eşit uzaklıkta yapılmıştır. Kapı yapıları da, çift kale bedenine uygun olarak ikişer tanedir. Özellikle güney kapısının dış surdaki bölümü, savaş durumunda içeri girişi zorlaştıracak bir plan göstermektedir. Kentin yapıları: Akropolis 'teki yapıların en büyük özelliği '' hilani” yapısı adı verilen bir plana uygun olmalarıdır. İmparatorluk Dönemi tapınak mimarlığında kullanılan ve hilammar adındaki sütunlu avlu girişiyle ad ve tasarım yönünden benzerlik gösterdiği anlaşılan bu tür, uzun kenarına açılmış sütunlu bir girişi olan dikdörtgen bir ana salon ve arkasındaki birkaç ikincil odadan oluşmaktaydı. Özellikle Kuzey Suriye'de bu dönem yapılarına sıklıkla uygulanan bu plan genişletilmeye uygun olmadığından, Sam'al kentindeki örneklerde de görüldüğü gibi, bir avlu çevresine birkaç hilani yapılarak daha fazla mekanlı yapı kompleksleri elde edilmiştir. Zincirli'de saraylardan biri, üç adet hilani 'nin revaklı bir avluyla birleştirilmesinden oluşmuştur. Ayrıca, burada bağımsız bir hilani türü yapı daha ortaya çıkarılmıştır. Yukarı Saray olarak nitelendirilen bir başka büyük yapıdaysa gene dikdörtgen biçimli büyük salonlar bulunmasına karşın genel planı hilani değildir. Sanat eserleri: Zincirli'de bulunmuş heykeller M.Ö. 9.-7.yy'lar arasındaki plastik sanatın güzel örneklerini oluşturur. Örnekler: Bir çift aslanı dizginleyen insan figürleriyle bezenmiş heykel kaidesi ve üstünde tam plastik olarak işlenmiş kral heykeli Rakib'i tahtında otururken Kral Bar-gösteren kabartma Kralın karşısında, elinde ve koltuğunun altında tuttuğu yazı gereçleriyle bir yazman yer almaktadır
  12. _asi_

    Emine Göğüş Mutfak Müzesi

    EMİNE GÖĞÜŞ MUTFAK MÜZESİ Gaziantep Kalesi'nin güneyinde bulunan Göğüş Konağı, tarihi dokunun içerisinde yer almaktadır. 1905 yılında yapıldığı bilinen konak, Kethüaczade Göğüş İbrahim Efendi Konağı olarak adlandırılmaktaydı. Gaziantep'in önemli şahsiyetlerinden biri olan, 13 yıl boyunca bakanlık ve milletvekilliği yapan Ali İhsan Göğüş tarafından 2005 yılında Gaziantep Büyükşehir Belediyesi'ne tahsis edilmiştir. Müzede Gaziantep'in geleneksel mutfak kültürü tanıtılacaktır. Bu kapsamda mutfak malzemeleri olan kab-kacaklar özel vitrinlerde sergilenecektir. Antep mutfak kültürünün önemli bir örneği olan yuvarlama yemeğinin yapılması, kış gecelerinde eskiden tandır başında bastık, sucuk, ceviz vb yenilmesi ve içecek kültürünün tanıtılması amacıyla kahve-mırra pişirilmesi ve içilmesi konuları, Antep yöresine özgü kıyafetler giymiş mankenler yardımıyla canlandırılacaktır
  13. _asi_

    Gaziantep Anıtları

    ANITLAR 14 ŞEHİT ANITI 14 Şehit Anıtı, Milli Mücadele döneminde Antep'i işgal eden Fransız askerleri tarafından, Dokurcum Değirmeni'nde şehit edilen küçük yaşlardaki 14 çocuğun anısına yaptırılmıştır. 28 Mart 1920 Şahin Bey'in şehit olduğu gün, aynı tepenin eteğinde bir acı olay daha yaşandı. Şahin Bey ve çetelerine yiyecek getiren 14 genç çocuk Dokurcum Değirmeni'nde saklandı. Şahin Bey ve çetelerini şehit eden düşman kuvvetleri Gaziantep'e doğru ilerlerken bir grup Fransız askeri Dokurcum Değirmeni'ne geldi, 14 genci dışarı çıkardı, değirmenin önündeki dik kayaların önüne dizdi, ellerini birbirine bağladı. Silahsız 14 genci önce silahla taradılar sonra da süngülediler. Ne esir aldılar ne de sorguladılar. ATATÜRK HEYKELİ ŞAHİN BEY ANITI ŞEHİTLER ABİDESİ
  14. _asi_

    Zeugma Mozaikleri 2

    MOZAİKLERİN ÖYKÜSÜ YAŞAYAN ZEUGMA İLLÜSTRASYONU M.S. 2. yüzyılda en görkemli günlerini yaşayan Zeugma, Roma İmparatorluğu'nun en büyük 4 kentinden biriydi. 4.Lejyon bölgesi karargahının bulunması nedeniyle yüksek rütbeli subayların ikamet ettiği, stratejik avantajları nedeniyle zengin tüccarların yaşadığı Zeugma gerçekten de görkemli bir kentti.Ne var ki daha sonraları savaşlar ve doğal afetlerle (yangın, heyelan vs.) bu görkemli kent yok oldu ve kalıntıları da toprak altında kaldı. Zeugma Antik Kenti'nde kazılar başlayıncaya kadar bu gizemli kent gün ışığı görmedi.Kazılarla ortaya çıkan muhteşem eserler grafik sanatçılarına da ilham kaynağı oldu. Fransız Le Figaro Dergisi'nin grafikerleri de A Bölgesi kazıları sırasında çektikleri fotoğrafa mozaikleri foto montaj metoduyla ekleyerek bizleri 1800 yıl öncesine götürmeyi başarmış. Ortaya çıkan muhteşem illüstrasyon Zeugma'nın 1800 yıl önceki ihtişamlı günlerini en güzel şekilde anlatıyor. Şu anda Birecik Barajı'nın suları altında kalan A Bölgesi, çıkarılan buluntular açısından en zengin kazı bölgesiydi.Bu bölgeden çıkarılan mozaikler şu anda Gaziantep Müzesi'nde sergilenmektedir. FIRAT NEHRİ’NİN KRALI AKHELOOS Fırat’ın bolluk ve bereketi diğer bir Zeugma mozaiğine daha konu olmuştur. Fırat Nehri’nin kralı olan Akheloos’un başı yemişler ve meyveler saçan bereket boynuzuyla birlikte betimlenmiştir. Akheloos kanat biçiminde bıyıklıdır. Saçına çiçekler takılmış. Alın üstü çift bereket boynuzuyla taçlandırılmış. Fırat çevresinde yetişen üzüm, armut, incir, nar, yenidünya, ayçiçeği gibi meyvelerin resimleri bu mozaikte bereket boynuzu ve dallarla çevrilerek resmedilmiştir. Akheleoos Helen teogonisinde yer alan en eski çiftlerden olan Okeanos ile Tethys’in her biri ırmak tanrısı olan 3 bin oğlunun en büyüğüydü.Akheloos ise ilgili değişik efsaneler mevcuttur. Bu efsanelerden birine göre ; Aitolia’da Kalydon Kralı Oineus’un komşusu olan Akheloos , kralın kızı Deianeria’ya evlenme teklifi eder. Ancak ırmak tanrısı olarak Akheloos’un metamorfoz yeteneği vardı; istediği şekle girebilmekteydi.Kimi zaman boğa, kimi zaman ejderha vs. olabiliyordu. Bu yetenek, böylesine rahatsız edici bir kocayla evlenmeyi düşünmeyen Deianeria’yı korkuttu. Herakles, Oineus’un sarayına kendini takdim edip kızı Deineria’ya evlenme teklif edince güzel kız da bu teklifi hemen kabul etti. Bununla birlikte Herakles, yerinin alınmasına kolay kolay razı olmayan Akheloos yüzünden kızı elde etmek için zorluk çekti. İki talip arasında kıyasıya bir çatışma oldu. Akheloos bütün yeteneklerini, Herakles de bütün gücünü kullandı.Mücadele sırasında Akheloos boğaya dönüştü.Herakles O’nun boynuzlarından birini kopardı.Bunun üzerine Akheloos kendini yenik sayarak teslim oldu.Deineria’yla evlenme hakkını Herakles’e bıraktı ama kırılan boynuzunu geri istedi. Herakles bu boynuza karşılıtk, Zeus’un sütannesi keçi Amaltheia’nın bol çiçekler ve meyvalar saçan, bir boynuzunu ona hediye etti. Bazı yazarlar bu harika boynuzun Akheloos’un kendi boynuçu olduğunu da ileri sürerler. Günümüzde Akheloos Irmağı Astropotamo adını taşımaktadır ve Patras Körfezi’nin girişinde Yunan Denizi’ne dökülür. BEREKET TANRISI DEMETER Fırat ile ilgili tanrıları batı bitişiğinde kare sığ bir havuz içinde buğday başakları ve çiçeklerle taçlandırılmış, sol omuzu üzerinde bereket boynuzu olan Toprak ve ürün tanrısı olan Demeter büstünün olduğu mozaik yer alır. Burada mozaik ustası önce suyu Fırat Nehir tanrılarının olduğu havuzdan geçirip sonra bolluk ve bereket tanrıçası Demeter’in olduğu havuza ileterek Fırat’ın çevresine sundğu bolluk ve bereketi tasvir edip, ürün ve üretem denklemini kurmuştur. Ayrıca, Demeter büstü sırasıyla sekizgen kuşak, sekizgen dalga kuşağı, doksan derece döndürülerek iç içe geçirilen iki eşkenar dörtgen ve bu dörtgenlerin sekiz köşesi aralarında sekiz balta betimi bulunan bezeklerin merkezindedir. Sekiz sayısının geometrik bezeklerle verildiği bu kompozisyon köşeleri ışkın süren bitkisel bezekli kare içine yerleştirilen dairevi bir kuşakla çevrilir. Bu panodaki sekiz sayısı Demeter’in kızı Persophone ile ilişkili olmalıdır. Çünkü Zeus Persophone’nin yılın üçte ikisini (sekiz ay) yani çiçek açma ve meyve zamanını, annesi Demeter’in geri kalan üçte birini yani kışı da kocası Hades’in yanında geçirmesi kararlaştırmıştır. Demeter tapımında da (efsanesinde) Persephone’den ayrılmaz. Bu anne kıza “ilk tanrıça” da denir. Bu sebeplerle anne kız Belkıs/ Zeugma mozaiklerinde de birbirinden ayrılmamış olup, burada Persophone sekiz sayısı kuralına göre yerleştirilen geometrik bezeklerle temsil edilmiştir. FIRAT'IN GENÇ NEHİR TANRISI Gövdesinin üstü çıplak genç nehir tanrısı dirseğini bir podyuma dayamış halde çimlerin üstünde hafif yan yatmaktadır. Sol üst köşede üçgen alınlıklı ve iki yanı avlu duvarlı bir bina resmi mevcuttur. Bu genç nehir tanrısı Fırat Nehrine su sağlayan bir çayı (Merzimen) simgeliyor olmalıdır. Bu mozaik havuzlu koridorun taban mozaiğidir. SU PERİSİ Fırat'ın tanrısı Euphrates’in sağında bir su perisi çimlerin üstüne sol dirseğini dayamış hafif yan yatmış vaziyette tasvir edlimiştir. Su perisinin dirseğinin altından pınar akmaktadır. Bu da Fırat’ı besleyen çaylara su sağlayan pınarları simgeliyor olmalıdır. FIRAT NEHRİ TANRISI EUPHRATES Fırat Nehrinin tanrısı Euphrates Zeugma’da sekizgen sığ bir havuzun taban mozaiğine işlenmiştir. Bu mozaikte Euphrates bir divan üzerine hafi yatar vaziyettedir. Dirseğinin altındaki testiden fırat akmakta ve suyla buluşan topraktan yeşillikler fışkırmaktadır. Sol elinde bir dal tutar. Gövdesinin üstü çıplak . Ayak ucunda bir ağaç mevcuttur. Bu mozaik Belkıs/ Zeugma Mezarlıküstü mevkiinde 2000 yılında kurtarma kazısında Roma villasının havuzlu koridorunda Fırat Nehri tanrılarıyla birlikte gün ışığına çıkarılmıştır. Bu koridorda iki sığ havuz yer alır. Efsaneye göre Fırat Nehri’ne adını veren Euphrates’in Aksurtas adında bir oğlu vardı.Bu delikanlı bir gün annesinin yanında uyuyordu.Euphrates bir gün karısının yanında uyuyan öz oğlunu yabancı bir erkek zannederek öldürür.Euphrates sonra bu acı hatasını farkeder ve kendisini Medos ırmağına atarak ölür.O günden beri Medos ırmağının adı Euphrates (Fırat) olarak söylenir. PARTHENOPE Sirenlerden biridir. Mezarı Napoli’de gösteriliyordu. Kız kardeşleriyle birlikte kendini denize attı; dalgalar cesedini Napoli sahillerine sürükledi. Napoli sahillerinde O’nun için bir anıt dikildi. Efsanenin başka bir versiyonuna göre , Parthenope aslınen Phrygia’lı bir genç kızdı.Metokhos’a aşık oldu, ama evvelce etmiş olduğu beraket yeminini O’nun uğruna bozmayı da içine sindiremiyordu.Parthenope tutkusundan dolayı kendini cezalandırdı. Saçlarını kesti gönüllü olarak Campania’ya sürgüne gitti,. Campania’da kendini Dionysos’a adadı buna çok kızan Aphroditha O’Nu kuş vücutlu kadın baaşlı deniz ifriti olan Siren’e dönüştürdü. METİOKHOS Aslen Phrygia'lı bir delikanlı.Metiokhos kendisi gibi Phrygia'lı olan Parthenope ile olan ölümsüz aşkları ile ünlüdür.Metiokhos, bakire kalmaya yemin etmiş Parthenope adındaki genç bir kıza aşıktı. Parthenope de onu seviyordu, ama ettiği büyük yemini de bozmak istemiyordu. Saçlarını kesti ve kendini sürgün etti. Campania’ya gitti ve orada kendini Şarap Tanrısı Dionysos’a adadı.( İtalya’nın Napoli kenti grekçe Parthenope adını bu efsaneden almıştır.).Ancak cismani aşka yüz çevirenleri Aphrodithe asla affetmezdi.Bu yüzden onu kuş vücutlu kadın başlı deniz ifriti olarak tanımlanan Siren’e çevirdi. ÖLÜMSÜZ AŞIKLAR GAZİANTEP MÜZESİNDE BİRLEŞTİ Fırat Nehri kıyısında bulunan ve bir bölümü, GAP kapsamında inşa edilen Birecik Barajı gölü altında kalacak olan Belkıs Zeugma antik kentinden 36 yıl önce kaçırılan mozaiğin, ABD`den getirilen 2 figürü, müzedeki parçasına monte edildi. Mozaiğin, kaçırıldığı ABD`den 19 Haziran`da getirilen 2 figürü, Kültür Bakanlığı uzmanlarınca yapılan çalışmalarla 1993 yılında Belkıs Zeugma antik kentinde bulunan ve getirildiği Gaziantep Arkeoloji Müzesi`nde boş kalan ve büyük bir soru işareti konularak muhafaza edilen yerlerine monte edilerek, sergiye hazır hale getirildi. Kültür Bakanlığı`nın uzun zaman alan ve ısrarlı girişimler sonucu getirilen aşk kahramanları Partenope ve Metiox`un mozaiğinin, Kültür Bakanı İstemihan Talay`ın da katılımı ile önümüzdeki günlerde düzenlenecek törenle ziyarete açılması planlanıyor. MOZAİĞİN GETİRİLİŞ ÖYKÜSÜ Gaziantep Arkeoloji Müzesi ve Avustralya Üniversitesi`nden Prof. Dr. David Kennedy tarafından 1993 yılında Belkıs Zeugma antik kentinde yapılan kurtarma kazısı sırasında, Kelekağzı mevkiinin doğusundaki tepede ulaşılan ilk Roma villasının taban mozaik döşemesinin bir bölümünün kaçakçılar tarafından kaçırıldığı belirlendi. Mozaiğin, sökülen kısmına (?) işareti konularak sergilenen bölümündeki harflerden yola çıkılarak yapılan inceleme sonrası, yurtdışına götürülen resimlerin, ölümsüz 2 aşık Partenope ile Metiox`a ait olduğu anlaşıldı. Yöre sakinlerinin ifadelerine göre, mozaik tabanının bordür içindeki 2 figüre ait torso kısımların, 1964 yılında çalındığı ortaya çıkarıldı. KANADALI ARKEOLOGUN DUYARLILIĞI Mozaiğin kaçırılan bölümünün nerede olduğu araştırılırken, hiç beklenmedik bir yerden gelen bilgi, dikkatleri ABD`nin Houston kentindeki Rice Üniversitesi Menil Collection`a çekti. Menil Collection`da sergilenen 2 mozaik parçasının Türkiye menşeli olabileceğini düşünen Kanadalı mozaik uzmanı Sheila Campbell, fotoğrafını çekerek Kültür Bakanlığı`na gönderdi ve Partenope ve Metiox`un yıllar süren ayrılığını sona erdirecek süreci başlattı. Campbell`in gönderdiği fotoğrafları inceleyen Gaziantep Müzesi uzmanları, Menil Collection`da sergilenen mozaiklerin, Belkıs Zeugma`dan kaçırılan mozaikler olduğunu saptadı ve durumu Bakanlığa bildirdi. Bu konuda hazırlanan ve bilimsel verilerden oluşan dosyayı, zamanın Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü Prof. Dr. Engin Özgen tarafından götürüldüğü ABD`de, Menil Collection Bilim Direktörü Bernard Davezac inceledi. 1997`de Gaziantep`e gelen ve müzedeki parça ile getirdiği fotoğrafları karşılaştıran Davezac, kendilerindeki mozaiğin, Belkıs Zeugma mozaiğinin parçası olduğunu kabul etti. Menil Collection Müdürü Paul Wınker ve Davezac`ın, mozaiğin verilmesi için, ``sizdeki parçayı bize verin, birleştirip restore edelim, bir süre sergiledikten sonra bütünüyle iade edelim`` önerisi Türkiye tarafından kabul edilmedi ve dönüş süreci başladı. DÖNÜŞ Belkıs Zeugma`dan kaçırılan mozaik, Houston`a giden Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü arkeologlarından Esra Akça tarafından teslim alınarak, 19 Haziran`da Türkiye`ye getirildi. Gaziantep`e 2 sandık içerisinde getirilen mozaikler, toprağına, müzede bulunan parçasına kavuştu. Bir aşk hikayesinin 2 kahramanı olan Partenope ve Metiox, uzun yıllar sonra da olsa, hayat alanlarına döndüler. Arkeoloji çevreleri, Kanadalı mozaik uzmanı Sheila Campbell ve Menil Collection yöneticilerinin tutumunu, ``akademik dürüstlük, disiplin ve meslek etiği`` açısından, örnek gösterilecek ve takdir edilecek bir hareket olarak değerlendiriyorlar. Bu arada, ABD`den getirilen mozaiklerin canlı renkleri ve temizliği, restorasyonun kalitesi ve tekniği açısından Türkiye`de kalan bölümünden belirgin farklılık göstermesi, dikkatleri çekiyor. AŞK (EROS) VE RUH (PSYKHE) Eros annesi Aphrodite gibi dünyaya güzellik ve neşe getirir, insanların gönüllerini aşk ateşi ile yakar, insanların mutluluklarını yada sonlarını hazırlardı. Sırtında bir çift kanadı vardı. Bu kanatlarla uçarak dünyayı dolaşır geçtiği yerlere çiçek kokuları saçardı. Eros'un elinde her zaman okları olurdu. Bu oklarla insanları kalplerinden vurur onları birbirlerine aşık ederdi. Ve bir gün kendiside bir güzele aşık oldu. Psykhe (Ruh) bir kralın üç kızının en güzeli idi. Gerçekten o kadar güzel, o kadar alımlıydı ki görenler onu Aphrodite sanıyorlar ona tapınıyorlardı. Aphrodite bir ölümlü ile karıştırılmaktan hiç hoşlanmamıştı. Bu yüzden bir gün oğlu Eros'u yanına çağırdı ve onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık ederek cezalandırmasını istedi. Eros annesinin isteğini yerine getirmek için hemen yola koyuldu. Psykhe'yi bulduğunda, çok gururlu olan ve kimseye aşık olmamakla övünen bu genç kızı, dünyanın en çirkin, en kötü erkeğine aşık etmeye niyetliydi ancak kalbini nişan alarak oku atmak üzereyken Psykhe'nin güzelliği aklını başından aldı. Onu başkasına aşık etmek isterken kendisi aşık olmuştu. Psykhe'yi alıp sihirli bir saraya götürdü. Bu saray uyuyan bir ormanın ortasında kurulmuş, muhteşem fakat ıssız bir saraydı. Kanatlı güzel delikanlı gece karanlık düştükten sonra kendini göstermeden saraya giriyor ve sevdiği ile buluşuyordu. Sihirli sarayda bir insanın isteyebileceği her şey vardı. Fakat Psykhe'nin tek istediği kendisini deliler gibi seven bu delikanlının yüzünü görmekti. Fakat Eros bunu kabul etmiyordu, gece hep karanlıkta geliyor ve güneş doğmadan da gidiyordu, akşamları sarayda ateş yada mum yakılmasını yasaklamıştı. Psykhe ne kadar yalvrsa da fayda etmedi."Aşkımızın sırrını kalbinde taşıdığın sürece mutlu olacaksın" dedi Eros "Beni görmeyi aklından bile geçirme, kim olduğumu yada kimin oğlu olduğumu öğrenme, bilmeden tanımadan beni körü körüne sev..senden gizlenen şeyleri öğrenmeye çalışarak mutlu olma fırsatnı elinden kaçırma."Ve Psykhe de bunu kabul etmiş..Eros'u görmeden kim olduğunu bilmeden körü körüne sevmişti. Birlikte çok mutluydular ancak Psykhe'nin kızkardeşleri onların bu mutluluğunu kıskandılar...Bir gün kardeşlerini ziyarete geldiklerinde ona sevdiği delikanlının dünyanın en çirkin en ********* en vahşi görünüşlü adamı olduğunu söylediler. Eğer güzel bir delikenlı olsaydı, sevdiğinden yüzünü gizlemezdi, seni böyle ıssız bir sarayda tutmzdı dediler. Ve ona gece sevdiği gelmeden önce yanan bir lambanın üzerine vazoyu ters çevirip koymasını söylediler. Böylece Eros uyuduktan sonra vazoyu kaldırıp aydınlıkta onun yüzünü görebilecekti.Psykhe merakına engel olamayarak kardeşlerinin dediklerini yaptı. Yanan lambayı bir vazonun altına gizleyerek sevdiğini beklemeye başladı. Eros her şeyden habersiz saraya dönmüş , kendini sevdiği kadının kollarının arasına bırakmıştı. Kısa sürede uykuya daldı.Psykhe , Eros uyuyunca gürültü yapmadan yavaşça yataktan kalktı ve ters çevirdiği vazoyu alarak lambayı eline aldı, yatağa yaklaştığında gördükleri karşısında hayrete düştü. Çirkin ve ********* bir erkek görmeyi beklerken genç ve çok yakışıklı bir erkekle karşılaşmıştı. Eros'un yakışıklılığı dünyada ki başka hiç bir erkekle kıyaslanamadı. Yüzü tarif edilemeyecek kadar güzel bu delikalıyı görünce Psykhe'nin ona duyduğu aşk daha da arttı..Sevdiğini alnından öpmek için eğildiğinde, elindeki tabağı düz tutamadığından içinde fitil bulunan lambanın kızgın yağından bir damla Eros'un çıplak omuzuna damladı. Eros duyduğu acıyla sıçrayarak uyandı. Sevgilisinin kendisini dinlemeyip yüzünü görmek için ona oyun oynadığını anlayınca hemen kanatlarını açıp uçarak oradan uzaklaştı. Eros'un gitmesiyle Psykhe için yaptığı büyülü sarayda bozuldu. Psykhe üzüntüden ne yapacağını bilmez olmuştu. Hatası yüzünden dünyada her şeyden çok sevdiği kişiyi kaybetmenin acısıyla yollara düştü.Sevdiğini tekrar bulma ümidiyle tüm dünyayı dolaştı, sayısız yerler gezdi am bir türlü Eros'un izine rastlayamadı. Nihayet dolaşmaktan bitkin bir halde Aphrodite'in sarayının kapısını çaldı. Onun kendisine acıyıp oğlunun yerini söyleyebileceğini düşünmüştü, ancak Aphrodite ona yardım etmek bir yana onu bir köle olarak çalıştırmaya başladı. Zavallı Psykhe sevdiğine ulaşabilmek için buna da razı oldu ve tek kelime dahi etmeden kendisine emredilen her şeyi yaptı. Eros için her türlü acıya katlanmaya razı oldu. Nihayet bir gün Eros'un yanan omzu iyileşti ve kendisine bu kadar yürekten bağlı olan sevgilisinin kaderini değiştirmek için Olympos'a gitti. Zeus'un ayaklarına kapanıp Psykhe'nin kurtarılması ve kendisine eş olarak verilmesi için yalvardı. Zeus onun tüm isteklerini kabul ederek Hermes'e Psykhe'nin Olympos'a getirilmesini emretti.Psykhe, tanrılar katına getirildi ve orada hayatta her şeyden daha çok sevdiği erkekle evlenerek çok mutlu bir hayat sürdü. AKRATOS Gaziantep Müzesinin 1998 yılında Belkıs/Zeugma Kelekağzı mevkiinde yaptığı kurtarma kazısında gün ışığına çıkarılmıştır. Akratos ve Euphrosyne klineye oturmuş, Akratos geyik başlı içki kabından (Riton) Euphrosyne'nin kadehini doldurmaktadır. Solda iri içki kabı krater yer alır. Euphrosyne sevinç neşe anlamına gelir, göze hoş olanı simgeleyen, parlaklık, ısıltı, güzellik anlamına gelen üç güzellerden biridir. Zeus ile Eurynome'nin kızıdır. Akratos ise kadınlar karşısında aciz erkeği betimleyen bir tanrıdır. EUROPA Europa Suriyeli çok güzel bir kızdı. Öyleki parlak teni göz alıcı bakışı ile dillere destan olmuştu. Eğlenceyi ve gezmeyi çok severdi. Sabahtan akşama kadar tüm vaktini kırlarda deniz kıyısında arkadaşları ile birlikte gezerek geçirirdi. Gene böyle bir gün, deniz kenarındaki bahçelerden birinde arkadaşları ile çiçek toplarken Zeus Europa'yı gördü. Onun güzelliği baş tanrının aklını başından almıştı. Karısı Hera'nın haberi olmadan güzel Suriyeliye yaklaşabilmek için altın rengi bir boğa şekline girdi ve kızların çiçek topladıkları bahçenin etrafında gezinmeye başladı. Kızlar boğadan korkmak bir yana onu çok sevimli bulmuşlardı, ona yaklaşarak sevmeye başladılar. Güzel Europa ona yaklaştığı anda boğa yere yatarak kızın ayaklarına kapandı. Europa boğanın sırtını okşayarak yavaşça üzerine oturdu.Tam arkadaşlarıda ona katılacakken boğa birden ayaklandı ve ve sırtında Europa ile denize doğru koşmaya başladı. Deniz kenarına vardığında azgın dalgaların hepsi sakinleşmiş durulmuştu. Boğa dalgaları yararak, denizde kumlu bir ovada koşuyormuş gibi hızla oradan uzaklaştı. Bir süre sonra kıyıya vardıklarında Zeus genç kızı bir çınarın gölgesine bıraktı ve boğa şeklinden sıyrılarak tekrar tanrı şekline döndü ve ona kendisini tanıttı. Horalar aceleyle Zeus ve Europa için bir yatak hazırladılar. Bu birleşmenin yapıldığı yere gölge saldığı için o günden beri çınar ağacı yapraklarını hiç dökmez. Kirid kralı Minos bu birlikteliğin sonucunda doğmuştur. PERSEUS VE ANDROMEDE Dedesi Akrisios’un zulmünden Zeus’un yardımıyla kaçmayı başaran Perseus ve annesi Danae , Seriphos Kralı Polydektes’in yanına sığındı. Genc ve kudreti dillere destan Perseus kısa zamanda Kralın öz oğlu gibi olurken, annesi Danae de Polydektes’in aklını başından almıştı ve Kral O’nunla evlenmek istiyordu. Ancak Polydektes , Perseus’un gençliğinin verdiği tez kanlılıkla bir aksilik yapacağını düşünüyor ve oğlu Perseus’u ortadan kaldırmak istiyordu. Aradan epey bir zaman geçti. Kral memleketinin en tanınmış ve güzel kızlarından Hippodameia ile evleneceği haberini etrafa yaydı. Ve adete göre şenlikler sırasında herkes Krala hediye vermek durumundaydı. Perseus , Kral’ın hediye olarak ne istediğini sordu. Kral atlardan hoşlandığını söyledi. Perseus daha şerefli bir hediye sunmak istediğini ve O’na Medusa’nın başını getirebileceğini söyledi. Kral ilk anda bu teklifi yanıtsız bırakınca Perseus da her kes gibi hediye olarak bir at getirdi. Ancak Kral bu hediyeyi kabul etmedi. -Madem bana söz verdin, Medusa’nın başını getirmelisin, dedi. Amacı bu imkansız görevi vererek Perseus’u başından savmak ve gönlünü kaptırdığı genç annesi Danae’yi metres yapmaktı. Medusa gerçekten de yenilmez ve çok korkunç bir yaratıktı. Kocaman ve ********* suratında yassı bir burun ve iki geniş kulak, ağzında yaban domuzlarını andıran uzun dişler, yanık tenli alnının üzerinde saç yerine kıvrım kıvrım zehir saçan yılanlar vardı. Tunç kollarla mücehhez bu acuze kadının sesi vahşi hayvanları andırır , dehşet saçan gözlerine bakanlar hemen taş kesilirdi. Perseus verdiği bu büyük sözü tutmak zorunda olduğunu anlayınca düşünceye daldı. Yanına gelen Hermes, Zeka tanrıçası Athena’nın yardımıyla bu işi başarabileceğini söyledi. Athena’dan aldığı cin fikirlerle ihtiyar Grai’lardan bir çift kanatlı sandal, bir heybe bir de başına takanı görünmez yapan eğreti saç almayı başardı. Kanatlı sandalları iki ayağına bağlayan, kendisini görünmez yapan takma saçı başına takan ve heybeyi sırtına alan Perseus, Medusa’nın bulunduğu yere doğru yola çıktı. Üç ********* kız kardeşleri yani Gorgon’ları uyur halde buldu. Fani olan Medusa’ya yaklaştı. Kendisine bakıp taşlaştırmasın diye arkasını dönüp kılıcını Medusa’nın başına savurdu. Kopan kafasını heybesine koydu. Medusa’nın yere dökülen kanlarından kanatlı at Pegasus doğdu. Perseus uçarak oradan uzaklaştı. Yolda heybeden damlayan Medusa’nın kanlarından , bugün dünyanın her tarafında görülen zehirli yılanlar doğdu. Perseus akşamüzeri şark ülkesine doğru yaklaştığında yeni bir macera ile karşılaştı. O’nun ulaştığı Memlekette Kepheus adında bir Kral hüküm sürüyordu. Kepheus’un karısı Kassiepeia gururuna kapılarak kendisinin Nereid’lerden daha güzel olduğunu düşündü. Kızlarının küçümsenmesine hiddetlenen Tanrı Posseidon Kepheus’un yurduna karşı konulmaz bir deniz canavarını musallat etti. Tanrılara danışan Kral Kepheus , bu afetten kurtulmasının tek yolunun güzel kızı Andromede’yi bu deniz canavarına kurban etmek olduğunu öğrendi. Perseus , Habeşistan’a geldiği zaman Andromede’yi koca bir kayaya bağlı olarak buldu. Olayın içyüzünü öğrendikten sonra bu dünyalar güzeli kıza aşık oldu. Tam o sırada korkun deniz canavarı ortaya çıktı. Kocaman ağzını kayalara bağlı olan Andromede’yi yutmak için açarak geldiği sırada Perseus bir ok gibi fırladı ve ucu demirli mızrağını canavarın göğsüne sapladı. Perseus Andromede’nin bağlarını çözdü. Babası Kral Kepheus’a götürerek evlenmek istediğini söyledi. Beladan kurtulan Kral da bu teklifi kabul etti. Muhteşem bir düğünle evlenen çift daha sonra Medusa’nın kesik başını da alarak Seriphos adasına doğru yola koyuldular. Fakat Seriphos Kralı Polydektes ,Perseus’un yokluğundan faydalanarak annesi Danae’ye sahip olmak istemiş, buna karşı koyan Danae de bir mabede sığınmak zorunda kalmıştı. İşte tam bu sırada ve olanlardan habersiz Kral Polydektes’in huzuruna çıkan Perseus, Medusa’nın başını getirdiğini söyledi. Fakat kalbi kinle dolu olan Kral Polydektes, Perseus’a yalan söylediğini ve zaferinden şüphe ettiğini söyledi. Kralın bu tavrına sinirlenen Perseus Medusa’nın başını heybeden çıkararak Kralâ uzattı. Polydektes Medusa’nın kesik başını görür görmez tahtının üzerinde taş kesildi. DANEA MOZAİĞİ Argos Kralı Akrisios’un Danea adında bir kızı vardı. Bir oğlu olmasını isteyen Agros Kralı Danea tapınağına başvurduğunda Danea’nın bir erkek çocuğu doğuracağını ama torununun kendisini öldüreceği bildirilir. Telaşa kapılan Argos Kralı kızının herhangi bir erkekle ilişki kurmasını önlemek için çepeçevre tunç örülü bir odaya kapatır. Ama Danea’ya gönül veren Zeus altın yağmuru halinde çatıdan aralığından akarak Danea’yı hamile bırakır. Danea bu ilişkiden oğlu Perseus’u doğurur. Olup bitene akıl sır erdiremeyen Akrisios kızıyla torununu bir sandığa kapatarak denize atar. Danea ve oğlu Perseus Seriphos adasında karaya çıkarlar. Zeugma’dan çıkan mozaikte işte bu karaya çıkış anı tasvir edilmektedir. Taban mozaiği, iki balıkçının açtığı sandığın içinden Danea ile oğlu Perseus’un çıkışını anlatıyor. Tam karşılarında bulunan kral Polydektes ise iki elini bebek Perseus’a doğru uzatarak yardım etmek istiyor.
  15. _asi_

    Zeugma Mozaikleri 1

    MOZAİKLERİN ÖYKÜSÜ TRITON MOZAİĞİ Kaçakçılar tarafından bulunarak Amerika Birleşik Devletlerine kaçırılan bu mozaikte Amphytrite, Posseidon'dan olan çocuğu Triton'un üzerinde resmedilmiştir. Amphitrite dünyayı çepeçevre saran Deniz’in kraliçesi. Nereidler adı verilen Nereus ve Doris kızları grubuna girer.Kızkardeşlerinin korosunu o yönetiyordu. Amphitrite , bir gün Naksos adası yakınlarında kardeşleriyle dans ederken , Poseidon onu gördü ve kaçırdı.Poseidon’un onu uzun zamandır sevdiği ama genç kızın iffetine düşkünlüğünden onu reddettiği Okeanus’un derinliklerine, Hercules sütunlarının (Cebelitarık Boğazı) ötesinde gizlendiği anlatılır. Yunus balıkları tarafından bulunan Amhitrite, büyük bir kortejle Poseidon’a getirildi ve Poseidon Amphitrite ile evlendi. Amphitrite’nin Deniz tanrısının yanındaki rolü, Zeus’un yanında Hera’nın ya da Ölüler tanrısının yanında Persephone’nin rolüne eşittir. Amphitrite genellikle kalabalık bir deniz tanrıçaları kortejiyle çevrili olarak gösterilir. Poseidon ile Amphitrite’nin denizin altındaki muhteşem düğünlerinden sonra bir çocukları dünyaya geldi.Bu çocuğun yüzü hem tanrılara hem de insanlara benziyordu.Fakat deniz yosunları ile örtülü bulunan belinden aşağısı bir balık kuyruğu gibi uzanıyordu. Triton adı verilen bu çocuk doğar doğmaz annesine (Amphitrite) ve babasına (Poseidon) hizmet etmeye, onların buyruklarını iletmeye başladı.Büyük helezoni bir sedef kabuğu onun borusu idi.Kuvvetli nefesi ile üfürdüğü zaman, kudurmuş dalgaların sesine benzer sesler çıkarırdı. Poseidon ile Amphitrite’nin biricik oğulları olan Triton , vakit geçirmeden deniz kızları ile birleşerek bir çok çocuğun dünyaya gelmesine sebep oldu. O’nun çocuklarının da babası gibi yüzleri insanlara, vücutları balıklara benziyordu. Bütün nehirlerin ve denizlerin tanrısı olan Poseidon, yanında güzel karısı Amphitrite olduğu halde denizlerin derinliklerindeki muhteşem saraylarından çıkıp dolaşmaya başladıkları zaman bütün tritonlar, trampetlerini çalarak, borularını üfleyerek, dalgaların hiddetini yatıştırır, tanrının arabasının arkasından ve yanından yüzerek koşarlardı. DIONYSOS VE NIKE Anadolu kökenli şarap ve doğa tanrısı Dionysos , ve zafer tanrıçası Nike'nin bir arada görüldüğü bu mozaikte ; Dionysos , Nike tarafından idare edilen ve iki panter tarafından çekilen bir arabanın içinde görülmektedir. Panterlerin önünde ise dans ederek ilerleyen bir bakkha görülmektedir. Dionysos aynı zamanda kendi adında bir dinin de tanrısıdır. Bu dine mensup olanlar şarap içerek gizemli bir yolculuğa çıkıyor. İnsanın kendini aşması ve sırra erme gibi amaçlarla düzenlenen bu ayin benzeri törenleri yapan erkeklere Satirus, bayanlara da Bakkha denirdi. ANTOPE ve SATYROS MOZAİĞİ Antiope çok güzel bir kadındır. Antiope'nin dillere destan güzelliğini gören tanrıların tanrısı Zeus O'na aşık olur. Ve bir Satyros ( Dionysos dininde şarap içerek ayin eden erkeklere verilen isim ) kılığına girerek Antiope'ye yaklaşır. Antiope'nin gönlünü çalan Zeus 'un güzel kadından iki çocuğu olur. Ancak Zeus'un terketmesiyle güzel Antiope ortada kalır. Babasından korkup evden kaçan Antiopes daha sonra Sikyon Kralı Epopeus'la evlenir. POSSEIDON, OCEANUS ve TETHYS MOZAİĞİ Havuz zemini veya yemek odası tabanı olduğu tahmin edilen bu mozaikte denizlerin en önemli tanrıları tasvir edilmiştir. En üstte Hippocam adı verilen ön tarafı at, arkası balık olan yaratığın üzerinde Posseidon görülmektedir. Posseidon'un elinde üç dişli dirgen bulunuyor. Mozaiğin alt kısmında ise yine bir diğer deniz tanrısı Oceanos ve , denizlerde dişiliği sembolize eden Tethys resmedilmiştir. Mozaiğin diğer alanları çeşitli deniz yaratıkları ile süslenmiştir. DIONYSOS 'UN DÜĞÜNÜ Tasvir panosundaki on figür soldan sağa doğru; Ayakta duran ve kase ile içki içen bir erkek figürü- oturur durumda ve elinde meşale tutan bir Menad – sağa doğru yürüyen ve kaldırdığı kollarıyla elinde tuttuğu nesnenin ne olduğu( mozaiğin bu bölümde tahrip olması nedeniyle) anlaşılamayan giyimli bir kadın figürü tahtta oturan giyimli bir kadın ile çıplak torsosu etrafında dalgalanan bol kumaş kütleleri ile tasvir edilmiş, başının etrafı hareli bir erkek figürü hahtın hemen yanında çıplak küçük bir çocuk figürü sola doğru yürüyen giyimli iki kadın figürü (ki, soldakinin başı tahrip olmuş , sağdaki daha sağlam ve elinde içinde eşyalar bulunan kapağı açık bir kutu tutmaktadır. ) en sağda ise iki elinde de bir tür flüt tutan bir kadın ile , arkasında vücudunun üst bölümü çıplak, dağınık saçlı ve sakallı bir erkek figürü yer almaktadır. Merkezdeki grubu oluşturan çifttin yanında bir “ Çocuk Eros”un bulunması bunlara yönelik bir armağan kutusu taşıyan sağdaki iki kadın ile, kollarının hareketinde Ariadne’nin başına koymak üzere olasılıkla bir defne çelengi uzattığını veya baht-kader ağını örmek üzere ip eğirdiğini düşündüğümüz soldaki kadının varlığı, sahnenin merkezindeki bu çiftin Dionysos ile Ariadne birlikteliğini, başka bir deyişle düğününü yansıttığını akla getirmektedir Dionysos’un Ariadne’yi Naxos adasında bulmasından sonra gerçekleştirilen şenlikli evlenme törenleri, Dionysos konulu kompozisyonlarda oldukça sık betimlendiğinden , buradaki sahneyi de Thiasos’ dan çok Dionysos ile Ariadne’nin düğünü olarak yorumlamak daha uygun olsa gerektir. Sol baştaki Menad , bu evlilikten hoşnut olmayan , Dionysos’u yitirmek üzere olmanın huzursuzluğu ve küskünlüğünü yaşayan bir sevgili durumundadır. APHRODITHE'İN DOĞUŞU Roma’ da eski İtalya’nın tanrıçası Venüs’le özdeşleştirilen aşk tanrıçası. Doğuşu konusunda iki farklı tradisyon vardır: bazen Zeus’ la Dione’ nin kızı sayılır, bazen de Ouranos’ un kızı olarak kabul edilir. Buna göre, Ouranos’ un, Kronos tarafından kesilen cinsel organları denize düşmüş ve bu tanrıçayı (dalgalardan doğan kadın veya “Tanrının tohumlarından doğan kadın”) halk etmiştir. Aphrodite, denizden çıkar çıkmaz, Zephyroslar tarafından önce Kythira’ ya, sonra da Kıbrıs kıyılarına götürüldü. Orada Mevsimler tarafından karşılandı, giydirildi,süslendi ve ölümsüzler alemine götürüldü. Lukianos’ un anlattığı efsanede ise, Aphrodite’ nin önce Nereus tarafından büyütüldüğü söylenir. Daha sonra Platon iki ayrı değişik Aphrodite tasavvur etti:Ouranos’ dan doğan saf aşk tanrıçası Aphrodite Oirania; ve Dione’nin kızı, sıradan aşk tanrıçası Aphrodite Pandemos. Ama bu, geç döneme ait felsefi bir yorum olup, tanrıçaya ilişkin çok eski mitoslara yabancıdır. Aphrodite’ nin çevresinde, tutarlı bir anlatı oluşturmayan, ama tanrıçanın arada devreye girdiği çeşitli epizotları inceleyen değişik efsaneler meydana gelmiştir. Aphrodite , Lemnoslu topal tanrı Hephaistos’ la evlendirildi. Ama o, savaş tanrısı Ares’ i seviyordu. Homeros, bir sabat Güneş tarafından nasıl yakalandıklarını ve maceranın nasıl Hephaistos’ a bildirildiğini anlatır. Hephaistos; gizlice bir tuzak hazırlar: bu, yalnızca kendisinin çalıştıra bildiği sihirli bir ağdır. İki aşığın Aphrodite’ nin yatağında bir araya geldikleri bir gece, Hephaistos, ağı onların üzerine atar ve Olympos’ un bütün tanrılarını çağırır. Bu manzara onları çok büyük bir neşeye garkeder. Poseidon’ un ricası üzerine, Hephaistos ağı kaldırmaya razı olur, ama utanç içinde ki tanrıça Kıbrıs’ a, Ares’ de Trakya’ ya kaçarlar. Aphrodite’ nin aşklarından Eros ve Anteros, Deimos ve Phobos (Dehşet ve Korku), Harmonia (daha sonraları Thebai’ de Kadmos’ un karısı olmuştur) doğmuşlardır. Bazen, bu listeye bahçelerin koruyucusu Lampsakoslu tanrı Priapos’ da eklenir. Aphrodite bahçe tanrıçası olarak gösterilir; ama, bu daha çok Aphrodite’ nin İtalyan versiyonu olarak gösterilir. Aphrodite’ nin, aşkları Ares’ le sınırlı olarak kalmadı. Ağaca dönüşen Myra, Adonis’ i dünyaya getirdiği zaman, Aphrodite olağanüstü güzellikteki bu çocuğu aldıve onu Persophane’ ye emanet etti. Ama, Persophane çocuğu geri vermek istemedi. Olay Zeus’ un hakemliğine sunuldu, Zeus, delikanlının üçte birini Persophane’ yle, yılın üçte birini Aphrodite’ le, geri kalan üçte birini de istediğiyle geçirmesine karar verdi. Ne var ki Adonis yılın üçte birini Persophane’ yle, yılın üçte ikisini Aphrodite’ le geçiriyordu.Çok geçmeden bir yaban domuzu tarafından yaralanan Adonis belki de Ares’ in kıskançlığının kurbanı olarak öldü. Tanrıça, İda’ da Agkhises’ e gönül verdi ve ondan iki oğlu oldu: Aineias ve bazı tradisyonlara göre, Lyrnos. Aphrodite’ in, öfkeleri ve lanetleri ünlüydü. Ares’ in aşkını kabul ettiği için Eos’ u cezalandırmak amacıyla, onda Orinos’ a karşı dayanılmaz bir aşk uyandırdı. Yine, kendisini onurlandırmadıkları için, bütün Lemnos’ lu kadınlara, kocalarını Trakyalı tutsak kadınların yanına kaçırtacak kadar tahammül bir arız ederek, onları cezalandırdı. Lenmnos’ lu kadınlar, adadaki bütün erkekleri öldürdüler ve bir kadınlar topluluğu kurdular: Argonautlar gelip onları bir çocuk sahibi yapana kadar sürdü bu. Aphrodite, Paphos’ ta Kinyras’ ın kızlarını da, onları yabancılara fuhuş yapmaya zorlayarak, cezalandırdı. Aphrodite’ in lütfu da daha az tehlikeli değildi. Bir gün, Nifak tanrıçası ,Hera, Athena ve Aphrodite arasında en güzele karar vermek üzere ortaya bir elma koydu. Zeus, daha sonraları Paris adıyla tanınacak olan Aleksandros’ un üç tanrıçaya hakemlik etmesi için,Hermes’ e, onları Traos’ daki İda dağına çıkarmasını emretti. Üç tanrıça Aleksandros’ un önünde tartışmaya başladılar.;güzellikleriyle övünüyor ona armağan vaat ediyorlardı. Hera, ona evrenin krallığını,Athena savaşta yenilmezliği, Aphrodite ise Heleneyle evlenmeyi vaat ediyordu. Sonunda Aleksandros Aphrodite ‘ i seçti. Böylece, Aphrodite,Troya savaşının başlamasına neden oldu. Bütün savaş boyunca, Troyalılar’ dan özellikle de tüm savaş boyunca Paris’ ten himayesini eksik etmedi:Paris Menelaos’ la teke tek dövüştüğü ve neredeyse yenik düşeceği sırada, Paris’ i tehlikeden kurtardı ve böylece savaşın yeniden genellik kazanmasına yol açtı. Daha sonra, Diomedes tarafından az daha öldürülecek olan Aineias’ ı aynı şekilde korudu. Hata Diomedes, tanrıçayı yaraladı. Ne var ki Aphrodite’ nin koruması, Troya’ nın düşmesini ve Paris’ in ölmesini önleyemedi. Bununla birlikte Aphrodite, Troyalılar soyunu devam muhafaza edebildi. Onun sayesindedir ki Aineias, babası Agkhises ve oğlu İulius ile birlikte ve Troya Penatlarını da taşıyrak, alevler içindeki şehirden kaçabildi ve yeni bir yurt kurabileceği bir toprak arayıp bulabildi. Aphrodite-Venüs’ ün, Roma şehrinin koruyucu tanrıçası olarak kabul edilmesi bu yüzdendir. Venüs, ayrıca İulii ailesinin atası olarak kabul ediliyordu. Çünkü, İulii, İulius’ un ahfadındandı ve dolayısıyla tanrıçanın altsoyunu oluşturuyordu. Bu nedenledir ki, Sezar,ona Venüs Ana,Venüs Genitrix adıyla bir tapınak inşa ettirmiştir. Tanrıçanın en sevdiği hayvanlar güvercinlerdi. Arabasına güvercinler konulmuştu. Sevdiği bitkiler de gül ve nergisti. AKHILLEUS MOZAİĞİ Akhilleus'un Troya savaşına katılmasını istemeyen annesi ve babası O'nu Skyros adasına , Kral Lykomedes'in sarayına gönderir. Akhilleus burada kadın kıyafetleri giyerek sarayda yaşayan Lykomedes'in diğer kızlarının arasına karışır. Ancak ilerleyen günlerde Akhilleus'un Troya seferine katılmaması halinde Troya'nın alınamayacağı kehanetleri üzerine Odysseus O'nu aramaya başlar. Akhilleus'un savaşçı ruhunu çok iyi bilen Odysseus Kral Lykomedes'in sarayına akıllıca bir plan yaparak gider. Gezgin bir satıcı kılığında Lykomedes'in haremine girer. Kızların önüne birbirinden albenili kumaş ve kadın eşyaları ile birlikte birkaç silah koyar. Haremdeki bütün kadınlar takı ve kumaşlarla ilgilenirken , kadın kıyafetleri içindeki Akhilleus dayanamayarak kılıç ve kalkanı eline alır ve kullanmaya başlar. Odysseus'un planı tutmuştur ve Akhilleus'un gerçek kimliği ortaya çıkmıştır. Zeugma'dan çıkarılan mozaikte de işte bu an tasvir edilmektedir. OCEANOS ve TETHYS MOZAİĞİ Antik çağlarda Akdeniz haricindeki dünyadaki bütün açık denizlerin tanrısı olan Oceanos , denizdeki dişi unsuru sembolize eden Tethys ile birlikte yaşar. Dünyadaki bütün ırmakların ve nehirlerin Oceanos ve Tethys'ten meydana geldiğine inanılır. Zeugma'dan çıkarılan ve villalardan birinin havuz tabanı olduğu tahmin edilen bu mozaikte de Oceanos ve Tethys deniz canlılarıyla çevrelenmiş olarak betimlenmiştir. Mozaikte ayrıca yunuslara binen veya balık tutan Eroslara da rastlanmaktadır. DAIDALOS MOZAİĞİ Daidalos’un yaptığı işlerin resimlendiği taban mozaiği Belkıs’Zeugma kentinde, ikinci yerleşim terasında Gaziantep Müzesi başkanlığında Nantes Üniversitesiyle yapılan katılımlı 1999 yılı kurtarma kazısında gün ışığına çıkarılmıştır. Bu mozaik Roma villasına ait yemek odasının taban mozaiğidir. Anılan mozaikte altı figür mevcuttur. Soldan sağa: oturan Pasiphae, ayakta duran kızı Ariadne, Daidalos’la sohbet eden Tropos, ahşap yontan İkaros resimlenmiştir. Sağ alt köşede Minos boğasının kesik başına ok tutan Eros, sağ üst köşede ise Labyrinthos sarayı yer alır. Bu mozaikte dört mitolojik öykü anlatılmıştır. I. Minos boğasının öyküsü: Pasiphae Girit kralı Minos’un karısı, tanrı Helios’la Perseis’in kızıdır. Poseidon’un kurban edilsin diye Minos’a gönderdiği ak boğaya Pasiphae aşık olur ve bu boğayla birleşebilmek için Daidalos’a tahtadan bir inek heykeli yaptırır. Sanki canlıymış gibi duran bu heykelin içine girer ve gebe kalarak Minos boğasını doğurur. Minos boğası insan bedenli, boğa başlı bir canavarmış. Kral Minos bu korkunç yaratığı öldürmek ister, ana yüregi buna dayanamaz sonunda çözüm olarak bunun gün işiğina çıkamayacağı bir yere hapsedilmesinde birleşilir. Bunu saklamak için mimar Daidalos’a Labyrinthos sarayı yaptırılır. Minos boğasına da her yıl yedi delikanlı ve yedi genç kız kurban olarak verilirmiş (Erhat A. 1989, Mitoloji Sözlüğü, s.225-6., 260) Theseus Girit’e Minos boğasını öldürmeye geldiğinde Pasiphae’nin kızı Ariadne yiğidi görmüş ve görür görmez ona aşık olmuş. Minos boğasının bulunduğu bin bir dehlizli Labyrintos'da kaybolmaması için Daidalos'un fikriyle Ariadne Theseus'un eline bir yumak iplik vermiş. Theseus’da karışık ve karanlık dehlizlerde ilerledikce yumağı açıp ipliği yere bırakıyormuş. Canavarı öldürdükten sonra çıkış yolunu ona bu iplik göstermiş. Sonra da Ariadne’yi kaçırıp Naksos adasına varmışlar (Erhat A. 1989, s.59,312). Ariadne bu mozaikte annesinin baş ucunda ayakta durmaktadır. II. İlk uçan kişilerin öyküsü: Theseus’un Labyrinthosa girip çıkması için Ariadne’ye bir yumak iplik kullanması fikrini veren Daidalos’un Theseus’un başarısında parmağı olduğunu öğrenince kral Minos buna çok kızmış ve Daidalos'u oğlu İkaros’la birlikte kendi inşa ettikleri Labirantos’a kapatmış. Ama Daidalos oradan çıkma çaresini de bulmuş: kuşların pencerelere bıraktıkları tüyleri ve arı peteklerindeki balı kullanıp İkaros’la kendisine birer çift kanat yapmış, ikisi de böylece uçup gitmişler.İkaros dünyada ilk uçan adam olarak ün bırakmıştır. Daidalos uçmadan önce oğluna ne çok alçaktan uçmasını, nede fazla yükselip güneşin ışıklarına yakın gelmesini salık vermiş. Ne varki havalandıktan sonra İkaros babasının bu sözünü unutmuş, başarısından dolayı gurura kapılmış, ya da hava sarhoşluğuna tutularak yükseldikce yükselmiş, güneşin ışınlarına aldırmamış, giderek doğayı yenmek, özgürlüğe kavuşmak sevinciyle Helios’u hor görme suçunu da işlemiş. Güneş tanrı onun kanatlarını tutan balmumunu eritmiş, İkaros’da tepetaklak denize düşmüş ve boğulmuş. Ege’de Sisam adasının çevresindeki denize İkaros denizi denmiştir.(Erhat A. 1989, s.86, 166). III. Testerenin icad edilme öyküsü: Daidalos hem mimar, hem heykeltraş, hem de her türlü mekanik araçlar yapan ve Platon’un Menon adlı diologunda sözü geçen canlı heykelleri bile meydana getiren çok yönlü bir yaratıcıdır. Atinadaki işliğinde yegeni Talos ile birlikte çalışırmış. Ne varki günün birinde Talos ölü bir yilanın dişinden esinlenerek testereyi icad etmiş, bunu fena kıskanan Daidalos çırağını Akrapol’den aşağı atarak öldürmüş. Davaya bakan Areopagas mahkemesi de Daidalos’u sürgüne mahkum etmiş ( Erhat A. 1989, s.86,304). Bu mozaikte Daidalos'un elinde bir testere görmekteyiz. IV. Hırsız mimarın yakalanış öyküsü : Trophonios, heykeltraş ve mimardır. Boiotia kralı hazinesini saklamak için diger mimar olan Agamedes ile Trophonios’a sağlam bir yapı ısmarlamış. Para hırsına kapılan iki mimar da hazine odasını, bir taşını yerinden oynatıp kolayca çıkarabilecekleri biçimde yapmışlar. Geceleri buraya girer hazineden birşeyler araklarlarmış.Varlığının gün geçtikce eksildiğini gören Kral Girit’ten ünlü mimar Daidolos’u çağırmış. Bir tuzak kurmuşlar ve iki hırsızı tam yakalayacakken, Trophonios Agamedes’in kafasını keserek kaçmış(Erhat A. 1989,s. 13). Bu mozaikde de Boiotia şehrine gelmiş olan Daidalosun meslektaşı Trophonios ile sohbeti resimlenmiştir. Daidalos Trophonios’un hazineleri çalan kişi olduğunu henüz bilmemekte oğlu İkaros ile birlikte hırsızı yakalamak için tuzak hazırlamaktadır. GALATEIA MOZAİĞİ Etimolojik bakımdan süt beyazlığını çağrıştıran bu adı taşıyan iki kişi vardır efsanede. Birincisi, Nereus kızlarından biri ve bazı Sicilya halk efsanelerinde rol oynayan bir deniz kızı tanrıçasıdır. Sakin denizde yaşayan beyaz tenli genç kız Galateia’ ya canavar vücutlu Sicilyalı Kyklops Polyphemos vurgundu. Ama, genç kız bu aşka karşılık vermiyordu. Onun gönlü, bir Nympha ile tanrı Pan’ ın olan Akis’ teydi. Bir gün Galateia sevgilisinin göğsünde dinlenirken, Polyphemos onları gördü. Akis, kaçmaya çalıştıysa da Kyklops kocaman bir kaya parçasını fırlatarak onu ezdi. Galateia, Akis’ e annesi Nynmpha’ nın kimliğini vererek, onu suları berrak bir ırmak yaptı. Bazen Polyphemos’ la Galateia’ nın aşklarından üç kahraman doğduğu söylenir.: sırasıyla Galatlar’ a Keltler’ e ve İllyrialılar’ a adını veren Galas, Keltos ve İllyrius. Bu durumda, Galateia Efsanenin bir versiyonunda, Nereus kızıyla Polyphemos’ un aşklarının karşılıklı olduğu anlatılmış olabilir. Ama , bize bu konuda hiçbir tanıklık ulaşmamıştır. Öteki Galateia bir Giritli olup, Eurytios adlı birinin kızıdır. Bu Galateia, Phaistos şehrinde yaşayan ve iyi bir aileden gelmekle birlikte çok yoksul olan Lampros’ la evliydi. Galateia’ nın hamile kaldığını öğrenen Lampros, ona yalnızca erkek çocuk istediğini söyledi. Eğer kız çocuğu doğurursa, Galateia çocuğu terk etmek zorunda kalacaktı. Lampros, dağra sürüsünü güderken, Galateia bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Ama, onu terk etmeye gönlü razı olmadı. Kahinlerin öğüdü üzerine, Galateia, çocuğuna erkek giysileri giydirdi ve ona Leukippos adını taktı; olup bitenleri de Lampros’ dan sakladı. Ama, zaman geçtikçe Leukippos güzelleşti ve yalanı gizlemek imkansızlaştı. Galateia korkuya kapıldı ve Leto’ nun tapınağına giderek, tanrıçadan kızının cinsiyetini değiştirmesini istedi. Leto, Galateia’ nın yalvarmalarına dayanamayarak onun dilediğini kabul etti ve genç kız erkek oldu. SİLENOS MOZAİĞİ Silenos yaşlanmış Satyros'lara (Dionysos'un maiyetinin ayrılmaz parçası olan doğa daimonları ) verilen genel addır.Fakat aynı zamanda , Dionysos'u yetiştirmiş olan bir efsane kahramanına da mitolojide bu adın verildiği biliniyor. Silenos'un seceresine ilişkin çok değişik bilgiler mevcuttur.Silenos bazen Pan'ın ya da Hermes'in bin Nympha'dan olma oğlu olarak kabul edilir ; bazen de O'nun Ouranos'un Kronos tarafından kesilen erkekliğinden damlayan kanlardan doğduğu ileri sürülüyor.Bu silenos son derece bilge bir kişiydi, ama bilgeliğini insanlara ancak zor altında gösterirdi.Örneğin; bir keresinde Kral Midas tarafından derdest edilmiş ve ona bilgece sözler söylemişti.Vergilius da VI. Ecloga'sında aynı şekilde, çobanların Silenos'u şarkı söylemeye zorladıklarını tahayyül eder. Silenos'un Kentauros Pholos'un babası olduğu ve onu bir dişbudak ağacı Nymphasından dünyaya getirdiği ileri sürülüyordu.Başka bazı efsaneler O'nu Apollon Nomius'un (Arkhadia'lı Apollon) babası olarak da görürler. Silenos son derece çirkindi.Yassı burunlu, kalın dudaklı , boğa bakışlıydı.Çok kocaman bir karnı vardı.Genellikle bir eşeğin üzerinde ve çok sarhoş olduğundan, dengesini güçlükle koruyabilir bir halde tasvir ediliyordu. ÇİNGENE MOZAİĞİ (GAİA) Zeugma Kazılarının kamuoyunun henüz gündemine girmediği 1992 yılında çıkarılan bu mozaikteki kadın figürü gizemli bakışları ile Zeugma'nın simgesi haline geldi.İlk çıktığı yıllarda kimliği konusunda kesin bir tanımlama yapılamayan bu mozaiğe figüründeki kadın resminin çingene kızlarını andırması nedeniyle çingene adı verildi.Ancak bazı kaynaklar mozaikteki asma figürlerine dikkat çekerek , çingene olarak tasvir edilen kadının yer tanrısı GAİA olduğunu ileri sürmekte. Gaia mitolojide, içinden tanrı soylarının çıktığı ilk element olarak kabul edilmektedir.Gaia , Hesiodos'un Theogonia'sında büyük bir rol oynamasına karşılık, Homeros'un poemlerinde hiç görülmez. Hesiodos'a göre Gaia, Khaos'tan hemen sonra ikince olarak doğmuş, O'nun hemen ardından da Eros (aşk) gelmiştir.Gaia, hiç bir erkek element yardımı olmaksızın, çevresini saran Gök'u (Ouranos) ve Dağlar'ı, deniz unsurunuun kişileştirilmiş erkek şekli olan Pontos'u doğurdu.Gök'ün doğuşundan sonra , Gaia O'nunla birleşti ve böylece sahip olduğu çocuklar, artık basit elemanter güç olmaktan çıkarak, tam anlamıyla birer tanrı oldular.Önce altı titan: Okeanos, Koios, Krios, Hyperion, İapetus ve Kronos ile altı titanid: Theia, Reia, Themis, Mnemosyne, Phoibe ve Tehys doğdular.Bunlar dişi tanrısal varlıklardır.Bu kuşağın en genci Kronos'tur. Ardından Kyklopslar geldi:yıldırıma, şimşeğe ve gök gürültüsüne hükmeden tanrısal varlıklardı bunlar.Adları:Arges, Steropes ve Brontes di.Ve nihayet Ouranos'un aşklarından Kottos, Briareus ve Gyges adlı yüz kollu, devasa, şiddet yanlısı varlıklar olan Hekatogkheir'ler doğdu. "KAHVALTI SOFRASINDAKİLER Bu mozaik Fransız Arkeolog Catherine Abadie-Reynal yönetimindeki Fransız ekip tarafından 6 numaralı açmadaki villada ortaya çıkarıldı.Mozaik zengin bir biçimde dekore edilmiş bir evin muhtemelen triclinium yani yemek odasında bulundu. Çok yüksek kalitede olan bu parça mükemmele yakın bir derecede korunmuş vaziyette. Mozaik üç ana öğeden oluşuyor. Ana panoyu üç taraftan saran geometrik bordür yemek yiyenlerin oturdukları kanepelerin orijinal yerlerini gösteriyor. Çerçevede (aslan, panter vb.) vahşi hayvanlarla savaşan Eros’lar ayrıntılı ve canlı bir şekilde resmedilmiş; öte yandan çelenkli erkek ve kadın başları köşelerden ve eksenden gözlerini dikmiş onlara bakıyor. Son olarak, (1,75m x 1,50m) ebadındaki ortadaki çarpıcı pano güzel dokunmuş bir şeritle çerçevelenmiş ve batı tarafındaki kanepelere oturup yemek yiyenlerin karşısına gelecek şekilde yerleştirilmiş. Mozaiğin teması yemeğe gelen misafirler için bir ‘sohbet konusu’ görevi görmüş olmalı. Resimde mimari bir arka plan önünde 3 kadın ve 2 genç kız görülüyor. Kadınlardan ikisi mavi-yeşil kumaşlı bir kanepeye oturmuş; sohbet eder gibi birbirlerine dönmüşler. Önlerinde üzerinde metal bir kase olan yuvarlak, üç ayaklı bir masa var. Onlardan az ötede, masanın sağ tarafında yer alan üçüncü kadın, solium >adı verilen ve arkası içbükey, yüksekçe bir koltukta oturuyor. Bir tülle örtülmüş beyaz saçları oturan diğer iki kadından daha yaşlı olduğunu gösteriyor. Genç kızlardan biri ona bir kase uzatırken diğeri resmin sol tarafındaki kanepenin arkasında duruyor. Resmin üstündeki yazı Kadınların üzerinde tek bir sözcük olarak okunması gereken bir yazı görülüyor; Synaristosai, (ΣΥΝΑΡΙΣTΩΣΑΣ) yani ‘Kahvaltı Sofrasındakiler’. Bu sözcük M.Ö. 4. yüzyılda Menander tarafından yazılan bir Yunan komedyasının adına göndermede bulunuyor. Mozaikler arasında muhtemel iki fark hemen göze çarpıyor. Birincisi Napoli’deki Ulusal Arkeoloji Müzesi’nde saklanan, çok zarif teseraları olan ufak bir pano olup Pompeii’de Cicero’ya ait olduğu varsayılan bir villada ortaya çıkarılmış. ‘Büyücüler’ adıyla biliniyor. Daha sonra ve daha kaba bir tarzla yapılan ikincisi ise Yunanistan’a bağlı Lesbos Adasında, Menander’in evi olarak bilinen evde bulunan bir grup mozaiğe ait. Lesbos’taki evde bulunan panolar üstündeki yazılar Napoli’deki mozaik ile ilgili ilk yorumun değiştirilmesine yol açtı. Komedyanın başlığından ayrı olarak (ki bu iyelik eki almış bir sözcük olmasına karşın Zeugma’da bulunan ismin –i halindeydi) Lesbos mozaiğinde üç kadın karakterin isimleri yer almaktadır: ΦІΛΑΙΝΙΣ (Philainis), ΠΛΑΓΜΑΓΩΝ (Plagnaigon) ve ΠΥΕΙΑΣ (Pyeias). Karşılaştırma – Lesbos ve Pompeii Bu üç mozaiğin ana sahneleri birbirine çok benziyor. Hepsinde de üç kadın yuvarlak bir masa önünde oturmuş. Kaseler yemek temasını akla getiriyor. Hatta yaşlı kadının karakteriyle bağlantılı olan solium’un ayrıntıları, Menander mozaiğinin ortaya çıkarıldığı evde mevcut. Buna karşın belirtilmesi gereken bir fark var; Zeugma’da bulunan panoda iki genç uşak yer alırken diğerlerinde gene uşak olması muhtemel bir çocuk yer alıyor. Ya mozaik tasarımcıları komedyanın farklı versiyonlarından yararlandılar ya da daha küçük olan panolarda yer darlığı sorunu vardı. Menander’in evindeki ve Pompeii’deki evde olduğu gibi, üç kadın tiyatro maskesi takmış. Buna karşın, bu maskeler yüz şeklini kabalaştırmıyor; tam tersine, yüzdeki ayrıntılar son derece abartılı olup mozaik tasarımcısı, her kadının maskesi ve tuniği için aynı renk yelpazesini kullanmış. Bütün bu öğeler resme, Menander’in evinde ve Pompeii’deki evdeki panolarda yer alan kadınların çarpıtılmış yüz ifadelerinde olmayan bir doğallık ve asalet hissi veriyor. 2 genç kız maske takmıyorsa bunun sebebi hiç şüphesiz dilsizlerin Yunan komedyalarında maske kullanmamalarıdır. Menander’ın komedyaları Anadolu’daki klasik ikonografinin çok popüler bir teması olup Fırat’ta bir freske ilham kaynağı olmuştur. ‘Yapan Zosimos’ Ana panelin altında yer alan ikinci bir yazıdan mozaiğin yaratıcısının ismini öğreniyoruz: ΖΩΣΙΜΟΣ ΕΠΟΙΕΙ yani ‘Yapan Zosimos’. Aynı sanatçı, Zeugma’daki başka bir evde bulunan Afrodit mozaiğinin üstüne de ismini yazmıştı. Daha kapsamlı araştırmalar sonunda resim tarzlarını karşılaştırma ve daha ayrıntılı yorum yapma imkanımız olacak. YUNUSLU EROS MOZAİĞİ Packard Humanities Instuties'in sponsorluğunda gerçekleşen kurtarma kazıları sırasında ortaya çıkarılan bu mozaikte yunus balıkları üzerinde Aşk tanrısı Eros figürleri tasvir edilmekte.
  16. _asi_

    Zeugma (Belkıs Harabeleri)

    ZEUGMA Zeugma, Gaziantep İli, Nizip ilçesinin 10 km. doğusunda, Birecik Baraj gölünün kıyısında, yeni Belkıs köyünün yakınında yedi tepe üzerine kurulmuştur. “Köprü Başı” anlamına gelen Zeugma, Fırat nehrinin kolay geçilen bir noktasında yer aldığından, tarihin en eski çağlarından bu yana çok önemli bir geçit yeri olmuş ve tarih boyunca ticaret açısından olduğu kadar, askeri bakımından da her zaman önemini korumuştur. Zeugma’dan Strabon, Plinius ve bir çok antik yazar bahsetmiştir. Büyük İskender’in generallerinden Selevkos Nikator I, M.Ö. 300’de, İskender’in Fırat’ı geçtiği bu yerde, kendi adıyla Fırat’ın adını birleştirerek Selevkeia Euphrates ismiyle bir kent kurmuştur. Bu kentin karşısına da eşi Apameia’nın adıyla ikinci bir kent kurarak, bu ikiz kenti bir köprüyle birbirine bağlamıştır. Kommagane kralı Mitridates I. Kallinikos’un, Selevkos kralının kızı Leodike ile evlenmesiyle kent, çeyiz olarak Kommagane krallığına verilmiş. Leodike’nin oğlu Antiokos I, bu kentin geliriyle Nemrut dağındaki heykelleri yaptırmıştır. Yaklaşık 40 yıl Kommagene’nin dört büyük şehrinden biri olan kent, M.Ö. 64’de Roma İmparatorluğu’nun topraklarına katılarak, ismi geçit ve köprü anlamına gelen Zeugma olarak değiştirilmiştir. Roma döneminde kent en zengin dönemini yaşamıştır. M.S. 256 yılında Sasani kralı Şapur I, Zeugma’yı ele geçirerek yakıp yıkmış, daha sonra bir depremle de yerle bir olmuştur. Bu tarihten sonra Zeugma bir daha eski konumuna ulaşamamıştır. Zeugma 5. ve 6. yüzyıllarda Bizans egemenliği altına girmiştir. 7. yüzyılda ise Arap akınları neticesinde terk edilmiştir. Daha sonraları 9-12. yüzyıllar arasında İslami yerleşimi olarak varlığını sürdürmüş. 17. yüzyılda ise yanı başına Belkıs köyü kurulmuştur. Antakya’dan Çin’e uzanan İpek Yolu Zeugma’dan geçmekteydi. Uzak doğudan getirilen ipek, baharat ve değerli taşlar Zeugma gümrüğünden geçerek Zeugma agorasında tüccarlara pazarlanmıştır.Zeugma arşiv odasında ele geçen ve 100.000’in üzerindeki mühür baskıları Zeugma kentinin haberleşme ve ticaretteki önemini kanıtlamaktadır.Zeugma’da ele geçen mektuplar, noter belgeleri, para torbaları ve gümrük balyaları bu mühürlerle mühürlenmiştir. Buradan da Zeugma’nın önemli bir ticaret merkezi olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Zeugma Roma’nın doğu sınırındaki en son kentlerden biri olması nedeniyle, özel bir stratejik konumdaydı.Bu nedenle burada önce Anadolulu askerlerden oluşan ve “Sikitia (İskit) Lejyonu” adı verilen askeri birlik, sonraları ise 6 bin askerden oluşan “IV. Lejyon” konuşlandırılmıştır. Ticaretin yoğunluğu, askeri lejyonun ekonomiye katkısı dolayısıyla Zeugma kenti oldukça zenginleşmiştir. Bu zenginlikle birlikte Fırat manzaralı teraslara çok sayıda villa inşa edilmiştir. Zeugma’da, Fırat kıyısından küçük yükseltiler ve yamaçlarla 300m. yüksekliğe ulaşan akropol tepesinde tüccarların, komutanların villaları ve kentin koruyucusu Tykhe tapınağı bulunmaktadır. Çevresindeki ovalara hakim olan akropol ve buradaki yapılar, Zeugma’nın büyüklüğünü ve görkemini yansıtmaktadır. Bu tapınak Zeugma’nın kendi bastırdığı sikkeler üzerinde görülmektedir. Kentin kuzeyinde toprak altında; agora, odeon ve hamam gibi resmi binalar, batısında; tiyatro, askeri kamp, kuzey batısında; atölyeler, doğusunda ise villaların yer aldığı teraslar dikkati çekmektedir. Nekropol alanı kenti, güney ve batıdan, Fırat nehrine kadar uzanan alana yayılmıştır. Zeugma’nın suyu, kentin 10 km. batısındaki dağlardan 1.30m. yüksekliğinde 0.50m. genişliğinde su kanallarıyla getirilmiş, künkler ve benzeri su yollarıyla kente dağılımı yapılmıştır. Kazılar sonucunda evlerin içerisinde ikişer sarnıç olduğu da görülmüştür. Ayrıca su tahliye kanalları galeri biçimindeki atık su kanallarına bağlanmıştır. Zeugma’da ortaya çıkarılan evlerin ortasındaki sütunlu avluların etrafında odalar sıralanmıştır.Bu odaların aydınlatılması demir korkuluklu ve camlı geniş pencereler yardımıyla avludan sağlanmıştır. Evlerin tabanı mozaik, duvarlar fresklerle bezenmiş olup, odalar mobilya, heykel ve heykelciklerle donatılmıştır. Zeugma’lı mozaik ustaları Fırat nehrinden topladıkları nehir taşlarını 8-10 mm. ebadında kübik biçiminde keserek (tessera) bu mozaikleri yapmışlardır. Açık mavi, açık ve koyu yeşil, turuncu gibi renkte taşları doğa da bulamazlar ise bu renkleri cam tesseralarla elde etmişlerdir. Zeugma’ya Samsat gibi diğer şehirlerden de mozaik ustası gelerek çalıştığı saptanmıştır.Nitekim Samsatlı Zosimos ustanın Venüs’ün doğuşu ve Ziyafet sofrası adlı iki mozaiği bunu kanıtlamaktadır. Buradaki mozaiklerde mitolojik ve günlük yaşamdan seçilen konular işlenmiştir. Bu mozaikler Roma İmparatorluğunun en zengin olduğu, mozaik sanatının doruğu ulaştığı 2. ve 3. yüzyıllara tarihlendirilmektedir. Duvar resimlerinde ise tanrıça, insan, hayvan ve geometrik resimler kullanılmıştır. Bunun yanı sıra yontu sanatı da oldukça gelişmiştir. Böylece Zeugma’nın kendine özgü bir heykeltıraşlık ekolünü oluşturduğu anlaşılmaktadır. Burada bronz, kireç taşı ve mermerden heykeller; sert kalkerden de lahitler yapılmıştır. Erkekler için kartal, kadınlar için ise yün sepeti kabartmalı mezar stelleri yontulmuştur. Yüzük taşı oymacılığında da (gem, kameo) Zeugma’lı ustaların, çok başarılı oldukları günümüze gelen örneklerden anlaşılmaktadır. Antik dönemde varlıklı her kişinin bir yüzük mühürü bulunmaktaydı. Mühüründe sevdiği tanrının, tanrıçanın, hayvanın veya kişinin resmi bulunurdu. Bu figürler yaklaşık 3-7 mm. Ebadındadır. Zeugma’da ilk kazı, güney nekropolünde Gaziantep Müze Müdürlüğü tarafından 1987 yılında gerçekleştirilmiştir. Burada oda biçimli aile kaya mezarının ön terasına dizilmiş halde mezar sahiplerine ait heykeller bulunmuştur. Diğer kazı 1992 yılında yapılmış ve şarap tanrısı Dionysos ve eşi Ariadne’nin düğününün resimlendiği bir taban mozaiği ve villa, gün ışığına çıkarılmıştır. Bu alan seyir yeri yapılarak küçük bir müze olarak düzenlenmiştir. 1998 yılında, bu mozaiğin büyük kısmı çalınmıştır . 1999 ve 2000 yıllarında Poseidon ve Euphrates villaları gün ışığına çıkarılmıştır. Mozaikler bu villaların havuz, çeşme ve odalarının döşemelerinde yer almıştır. Bu mozaiklerde Akhileus, Venus’un doğuşu, Dionysos-Telete, Müsalar, Fırat tanrıları, Galatya, Dionysos-Ariadne, Satyros Antiope gibi mitolojik konulara ve geometrik desenlere yer verilmiştir. Fresk ve stüko tekniğinde yapılmış figürlü, bitkisel, geometrik duvar resimleri gün ışığına çıkarılmıştır. Çok sayıda sikkenin yanı sıra bronz ve pişmiş toprak heykelcik, kandil ve çömlekler bulunmuştur. Ünlü bronz Mars heykeli de bu buluntulardan bir tanesidir. Yapılan bu kurtarma kazılarında ele geçen mozaikler, freskler, mimari parçalar ve tüm buluntuların çizimleri yapılıp belgelendikten sonra Gaziantep Müzesine taşınmıştır. Kurtarma kazıları sonucunda ele geçen kalıntı ve buluntular Zeugma’nın önemli bir sanat ve kültür merkezi olduğunu ortaya koymuştur. Zeugma’nın su altında kalmayan büyük bölümünde de villalar, tiyatro, sütunlu caddeler, hamam, agora ve tapınak 3-4 m. toprağın altında olduğu sanılmaktadır.
  17. _asi_

    Rumkale

    RUMKALE Gaziantep İli, Yavuzeli İlçesi, Kasaba köyünün yakınında bulunan Rumkale; Gaziantep şehir merkezinden 62 km. Yavuzeli’nden ise 25 km. uzaklıkta, Merzimen Çayı’nın Fırat Nehri ile birleştiği yerde, dik kayalar üzerindedir. Rumkale’ye Kasaba köyünden ve Halfeti’den teknelerle kolaylıkla ulaşılmaktadır. Antik dönemden günümüze kadar Şitamrat, Kal-a Rhomayta, Hromklay, Ranculat, Kal-at el Rum, Kal-at el Müslimin, Kale-i Zerrin (Altın Kale) ve Rumkale gibi bir çok isimle adlandırılmıştır. Rumkale Fırat ve Merzimen kıyılarından itibaren dimdik yükselen sarp kayalıklarla çevrili yüksek bir tepe üstüne kurulmuştur. 1838 de Rumkaleyi ziyaret eden Moltke’ye “kayalığın nerede bittiğini, insan eserinin nerede başladığını söyleyebilmek çok zor” dedirtecek kadar doğayla uyumlu mimari özelliğe sahiptir. Kale iki beden halindedir. Birinci beden; kalenin doğu, kuzey ve batıda doğal kayalığın dik olarak yontulmasıyla, doğal sur meydana getirilerek oluşturulmuştur. İkinci beden ise bu doğal surun üstüne sert kalker kesme taşlarla sur duvarı olarak yapılmıştır. Kuzey ve doğu surlarında dikdörtgen planlı 7 burç ile kuzeyde çok sayıda mazgal pencere yer almaktadır. Kalenin güney yöndeki kayalık uzantısı 12. yüzyılda 30m. derinliğinde ve 20m. genişliğinde oyularak uçurum (hendek) haline getirilmiştir. Böylece, savunmaya yönelik olarak karayla kalenin direkt ilişkisi kesilmiştir. Kale 120m. genişliğinde ve 200m. uzunluğunda bir alanı kaplamaktadır. Rumkale bir zamanlar Halfeti (Şanlıurfa) ile Gaziantep arasında sınır oluşturan Fırat ırmağı kıyısında yer alırdı. Merzimen çayının suyu Rumkale dibinde, derin ve sarp vadi içinde akan Fırat nehrine karışırdı. Günümüzde üç yanı Baraj gölüyle çevrilmiş olup, yarım ada görünümündedir. Kalenin eteklerinde ise aşağı şehir bulunmaktaydı. Rumkale’nin doğu ve batıdan olmak üzere iki ana giriş kapısı mevcuttur. Doğu girişi Fırat nehriyle, batı girişi ise Merzimen çayı üzerine kurulmuştu. Bugün sadece ayaklarının kalıntısı mevcut olan köprü, kara ile irtibatı sağlamaktaydı. Buradan patika yolla kalenin giriş kapısına çıkılmaktadır. Batı cephesinde yol üzerine 20m. aralıklarla 4 tane kule şeklinde kapı yapılarak savunma açısından büyük kolaylık sağlanmıştır. Batı surlarda kuzeyden itibaren birinci kapı dikdörtgen planlıdır. Nöldeke birinci kapının olduğu yerde bir türbe ve bir iskele olduğundan bahsetmiştir. İkinci kapı kareye yakın dikdörtgen planlı yarım daire şeklindedir. Üçünçü kapı tahrip olmuştur. Dördüncü kapı kare planlı haç tonozludur. Beşinci kapı kalenin Fırat’a bakan doğu cephesindedir. Dikdörtgen biçimli bu kapı, içte biri yuvarlak, diğeri sivri kemerli iki niş içine alınmıştır. Kalede beden duvarları ve burçlardan başka, bugün görülebilen kalıntılar arasında Şair Aziz Nerses kilisesi, Barşavma manastırı, su sarnıçları ve su kuyusu sayılabilir. Kuyu basamaklarla Fırat nehrinin seviyesine kadar inen 8m. genişliğinde ve yaklaşık 75m. derinliğindedir. Fırat nehrinden su temin etmek için yapılmış olan bu kuyunun gizli bir geçit olduğu da rivayet edilmektedir. Kuyunun silindirik iç yüzünde kayanın oyulmasıyla helozonik bir merdiven meydana getirilmiştir. Bunlardan başka kale içinde işlevi tesbit edilemeyen çok sayıda yapı kalıntısı mevcuttur. Kaledeki yapıların bir çok bölümü ana kayanın oyulması ve düzleştirilmesiyle yapılmıştır. Surlarda ve burçlarda örgü malzemesi moloz taş, kaplama malzemesi olarak büyük boyutlu düzgün kesme taşlar, kemerlerde ise tuğla görünümü verilmiş kesme taşlar kullanılmıştır. Şair Aziz Nerses Kilisesi: Rumkalenin güneyinde yer alan hükümranlık kilisesini 1173’te Şair Aziz Nerses yaptırmıştır. 18. Yüzyılda Rumkale’yi ziyaret eden Richard Peacock bu yapıdan ”Gotik” tarzda küçük ama güzel bir kilise olarak bahsetmiştir. Doğu-batı doğrultusundaki kilise dikdörtgen planlı, üç nefli ve üç apsislidir. Batısında narteks yer alır. Sadece absisin doğu cephesinin bir bölümü toprak üstündedir. Doğu cephesinin ortasında silmeli çerçevenin iki yanında birbirine benzer kabartmalı levha bulunur. Sol levhada haç ve rumi süslemenin olduğu kabartmanın altında başlarını geriye çevirmiş karşılıklı duran iki aslan, sağ levhada ise iki palmet arasında başını sağa çevirmiş, kanatlarını açmış bir kartal kabartması vardır. Bu kilise İslami dönemde cami olarak kullanılmıştır. Barşavma manastırı : Kale içinde kuzeyde yer alır. 13. yüzyılda Yakubi azizi Barşavma kendi adına inşa ettirmiştir.Birbirine bitişik iki yapıdan bazı bölümler ayakta kalmıştır. Kuzey cephesini kaya kütlesi oluşturur. Kare planlı olan yapı haç tonozlarla örtülmüştür. Duvarlarda büyük taş bloklar halinde kesme taşlar, payelerde ve batı mekanın kapısında düzgün kesme taşlar, kemerlerde ve örtü sisteminde ise tuğla görünümü verilmiş kesme taşlar burada da kullanılmıştır. Yakınında bir de kuyu mevcuttur. Kalede toprak üstündeki yapılar 12-14. yüzyıllar arasına aittir. Bunlar içinde en eski yapının hendek olduğu ifade edilmektedir. Fırat nehri boyunca ele geçen çakmak taşından yapılmış aletler ve diğer kalıntılar, insan oğlunun Rumkale ve çevresinde yontma taş (Paleotik) döneminden beri yerleştiğini kanıtlamaktadır. Bu dönemden sonraki iskan yerlerini ise Fırat vadisinde Tunç çağından başlayıp Kalkolitik döneme kadar inen höyüklerle izlemekteyiz. Rum kale ve çevresiyle ilgili antik kaynaklardaki ilk bilgiye Asur Kralı III. Salmanazar’ın MÖ. 855’ te zaptettiği “Şitamrat” yerleşimiyle ulaşmaktayız. Bu yerin Rumkale olduğu ifade edilmektedir. Rumkale çevresi bölgedeki stratejik konumu sebebiyle Med, Pers, Helenistik ve Roma dönemlerinde de iskan görmüştür. Hz. İsanın havarilerinden Johannes (Yuhanna) ‘in Roma döneminde Rumkale’yi mesken yaparak kayadan oyma bir odada incilin nüshalarını çoğalttığı rivayet edilir. 11. yüzyılda Rumkale Hromgla’ adıyla önemli bir konumdadır. 1113 te III. Grigoris Rumkale’yi Joscelin’in dul karısından satın almış, katolikosluk (başpiskoposluk) makamını buraya yerleştirmiştir. Şair aziz Nerses mezheplerin birleştirilmesi nedeniyle imparator elçileri, Kayşum ve Yakubi baş patrikler ile Rum kale’de toplantılar yapmıştır. 13. yüzyılda Rumkale’de bir çok Yakubi’nin olması sebebiyle Yakubi Patriği II. Ignace, Rumkale’de bir kilise yaptırmıştır. Sonraları kaleyi patriklik makamı olarak seçmiştir. 1279 da kaleyi kuşatan Memluklular bu aşamada kaleyi zaptedememişlerdir. Ancak Memluklu sultanı Melik el-Eşref 1292 de Rumkale’yi tekrar kuşatmış olup, Rumkale’nin fethi gerçekleşmiştir. Sultanın emriyle Suriye naibi Sancar Suca tarafından tamir ettirilen Rumkale, Kal’at el Müslimin adını almıştır. Daha sonraları ise Kale-i Zerrin (Altın Kale) olarak adlandırılmıştır. Rumkale Memluklular zamanında yeniden uç kalesi olarak kullanılmışsa da, eski parlak dönemini bir daha yaşayamamıştır. 1516 da Osmanlıların eline geçen Rumkale, Halep Eyaleti’nin Birecik Sancağı’na bağlı bir kaza haline getirilmiştir. 17. yüzyılda Evliya çelebi, Rumkale’nin bir tepe üstünde sağlam bir kale olduğunu, dışarıda camii, hanı, hamamı ve küçük bir çarşısı bulunduğunu belirtir. Katip Çelebi de burasının bahce ve meyvelerinin bolluğunu vurgulamıştır. Rumkale; üç yanı zümrüt yeşili göl ve bunu çevreleyen dik, sarp kayalıklı tepelerle çevrili doğa ve insan harikası bir yerdir. Rumkale'ye ulaşım için iki güzergâh bulunmaktadır. Birinci güzergah, Gaziantep'in Yavuzeli ilçesinden doğuya doğru yaklaşık olarak 30 km. gidilince kasaba köyünün güney eteğindeki Rumkale'nin karşı kıyısına ulaşılır. Rumkale'ye geçmek için Kasaba köylülerine ait küçük balıkçı teknelerini ve Gaziantep Valiliğine ait tekneyi kullanmamız gerekmektedir. İkinci güzergah ise, Şanlıurfa'nın Halfeti ilçesi olup, ilçeden teknelerle kaleye ulaşım sağlanır. Her ne şekilde giderseniz hafızalarınızda yıllarca unutamayacağınız güzelliklerle birlikte geri dönersiniz.
  18. _asi_

    Gaziantep Tilmen Höyük

    TİLMEN HÖYÜK Tilmen Höyük, İslahiye İlçesinin l0 km. doğusunda, Karasu çayı kıyısında bulunmaktadır. Tilmen Höyük, İslahiye ve civarında sayıları 50’ yi geçen höyüklerin en büyüklerinden birisi olup, 21 m. yüksekliktedir. Surlar yer yer dörtgen şeklindeki kulelerle takviye edilmiştir. Höyüğe ait buluntular eski Mezopotamya ve Suriye kültürleri ile eski Anadolu kültürleri arasındaki bağı ve karşılıklı ilişkiyi göstermektedir. Tilmen Höyük ilk olarak 1958 yılında Prof. Dr. Bahadır ALKIM ve Asistanı Refik DURU tarafından tespit edilmiş ve arkeolojik kazılar 1972 yılına kadar aralıklarla devam etmiştir. Yapılan bu arkeolojik kazılar neticesinde höyüğün üzerinde kalın bir moloz tabakası altında anıtsal yapılar ortaya çıkartılmıştır. Bunlar arasındaki büyük bir yapının en erken evresi, planı ve ortostatlı duvarları ile Antakya yakınında Amik Ovası'ndaki Alalah höyüğünün 7. kat sarayına çok benzemektedir. Bu dönemde, Yamhad Krallığı’nın merkezinin Halap(Halep) olduğu ve Kral Yarım-Lim zamanında Alallah’ın bir süre bu krallığın başkenti olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bir Mari (Tel Hariri-Suriye) çivi yazılı belgede de, Yamhad'ın 20 krallıktan oluşan bir birlik olduğu yazılıdır. Bu bilgiye dayanarak Tilmen Höyükteki sarayın en erken evresinin Erken Tunç Çağı(M.Ö.2000) yani Alalalah’ın 7. tabakasıyla çağdaş olduğu ve Tilmen’in bu 20 krallıktan birinin merkezi, yani Yamhad krallığına bağlı bir prenslik olduğu düşünülmektedir. Yapılan kazılar sonucu buranın tarihinin M.Ö. 4000 yılında başladığı M.Ö III.bin yılının son döneminde büyük bir şehir olduğu ortaya çıkmıştır. En görkemli dönemini ise M.Ö. XVIII-XV. yüzyıllarında yaşamıştır. Bu dönemde Tilmen Halep Kralığı'nın yasal krallıklardan birinin vasali(beylik) idi. Tilmen Höyük, Anadolu’da bölgesinin Hattuşa’dan sonra en görkemli şehirlerden birisi olmuştur. Höyüğün kuzeydoğusunda 8 metre yüksekliğinde, 17 basamaklı ve rampayla çıkılan yuvarlak kuleler vardır. Şehir iç ve dış kaleden oluşmaktadır. Yani iki surla koruma altına alınmıştır. Kalenin surları büyük ve düzgün kesme taşlardan yapılmıştır. İnanılmaz büyüklükte ve tonlarca ağırlıktaki taşlarla yükselen surlar kentin görkemini gözler önüne sermektedir. Surlar kazamatlı duvar tekniğinde ve birbirine yaslanan masif bloklardan yapılmıştır. Kentin asıl giriş kapısı doğudadır ve iki yanı kapı aslanlarıyla korunmuştur. Bu kapının dışında biri kuzeybatıda, öteki güneybatıda yer alan iki ufak giriş daha vardır. Sarayın girişi de bu güzelliği bizlere kanıtlar niteliktedir. Yapılan kazılar sonucu höyükten pek çok araç-gereç, çanak-çömlek, takılar,mühürler, ortastat,ziynet ve süs eşyaları çıkarılmıştır. Günümüzde “Tilmen Höyük Onarım ve çevre Düzenlemesi Projesi” Prof. Dr. Refik Duru’nun bilimsel yetki ve sorumluluğuyla Gaziantep Müze Müdürlüğünün Kazı Başkanlığında devam etmektedir. Prof. Dr. Refik DURU yetki ve sorumluluğunda yapılan çalışmalar neticesinde mevcut tahribat giderilerek saray duvarları onarılmıştır. Ziyaretçilerin en kestirme yoldan, iç surdaki anıtsal merdivene ve tepedeki saraya giden yolların açılması sağlanmış, Höyüğün doğu yamacındaki surun iri taşlarla örülen bir bölümü tümüyle kapatan ağaçlar budanarak, sur rahatça görülebilir bir hale getirilmiştir. Sarayın içindeki yıkıntı tümüyle kaldırılarak yapı büyük ölçüde eski haline getirilmiştir. Ayrıca muhtemelen Kral ailesinin özel konutu olarak hizmet veren büyük yapı, Tapınak ve Saray mutfaklarının yıkılan duvarları, orjinal taşları yükseltilerek, onarılmıştır. 2004 yılında yapılan kazı çalışmaları neticesinde aşağı şehir diye isimlendirilen kısımda ikinci bir tapınak daha ortaya çıkartılmıştır. Yapılan kazılar sonucu höyükten pek çok araç-gereç, çanak-çömlek, takılar, mühürler, ortastat, ziynet ve süs eşyaları çıkarılmıştır. Tilmen'de kazı çalışmaları İtalyan kazı ekibi tarafından her yıl yapılmaktadır. Tilmen Höyük'e Gaziantep'in İslâhiye İlçesinden Yesemek'e doğru giden yolun yaklaşık 10.km. sinden sola doğru 1 km.lik asfalt bir yol ile ulaşılmaktadır.
  19. _asi_

    Dülük Antik Kenti

    DÜLÜK (DOLICHES) Gaziantep'in 11 km. kuzeyindeki Dülük Köyü ve çevresi,insanlık tarihinin belli başlı tüm evlerine tanıklık etmiş,bunların izlerini günümüze ulaştırmıştır.30-40 bin yıl önce yaşamış insanların kullandığı taş aletler,Miras yeraltı tapınağı ,görkemli kaya mezarları,devası boyutta kaya bloklarının çıkarıldığı taş ocaklarıyla adeta bir açık hava müzesi gibidir.Anadolu'daki en eski yerleşim yerlerinden birisidir.Çevrede yapılan araştırmalarda Eski Taş Çağı insanlarının yaptığı çakmaktaşı aletler saptanmıştır.Bölgedeki kaliteli çakmak taşını işlemek için köy çevresindeki tepeler ve büyük mağara işlik olarak kullanılmıştır.Burada bulunan yontma taş aletler ve artıkları Dolikien (Dülük tipi)adıyla anılır. DÜLÜK MİTRAS TAPINAĞI Anadoluda bulunan ilk mitras yeraltı tapınağıdır.Bu tapınak iki salonludur ve tapınağın mihrabı konumundaki merkezi nişte Tauroktoni adı verilen boğa öldürme sahnesi kabartma halinde işlenmiştir.Tanrı Mitras bir boğayı öldürürken resmedilmiştir ve etrafında gezegenleri simgeleyen yıldızlar,takım yıldızları simgeleyen akrep,yılan,köpek gibi figürler vardır.I.yüzyılda Tarsus'tan yayılmaya başlayan Mitras kültü,III.yüzyılda İskoçya ve Büyük Sahra'ya kadar ulaşmıştır.Mitras ayinlerinde kurban edilen boğanın kanı içilir,hemde bu kanla yıkanılırdı.Böylece yok olan bir çağı simgeleyen boğanın temsil ettiği tanrının gücüne ve ölümsüzlüğüne kavuşulacağına inanılırdı. ADRES:Dülük'te Keber tepesinin güney eteğinde. DÜLÜK Dülük, Gaziantep ilinin 10 km kuzeyinde, Antik dönemde ise güney, kuzey, doğu ve batıdan uzanan ticaret yollarının kesiştiği kavşak noktasında yer almaktadır. Asurlular döneminde Mezopotamya’dan Kilikya’ya uzanan yolun; Helenistik ve Roma döneminde ise, Antakya ve Kilikya’dan Zeugma’ya uzanan ipek yolunun güzergahında bulunmaktaydı. Dülük’te Keber tepesinde yapılan bilimsel kazılarda Alt Paleotik döneme ait çakmaktaşı aletler ve bu aletlerin yapıldığı atölyeler bulunmuştur. Bu taş aletler özgün bir karakter kazandığından literatürde “Dülükien” olarak adlandırılmıştır. Bu dönemde barınma için kullanılan bir mağara (Şarklı Keper Mağarası) da ele geçmiştir. Bu kalıntılara dayanılarak Dülük M.Ö. 600.000 yıllarına tarihlenmekte olup, dünyanın en eski yerleşimlerinden biri olarak gösterilmektedir. Tarihte Doliche olarak bilinen kent Hititler’in baş tanrısı Teşup’un din merkezi olmuştur. Klasik dönemlerde de önemini koruyan Doliche ve baştanrısı Teşup; Roma döneminde de önemini koruyarak Jupiter Dolichenus diye anılmaya başlanmıştır. Bu inanç Romalı askerler sayesinde Avrupa içlerine, İngiltere’ye, Kuzey Afrika’ya kadar yayılmıştır. Dülük, antik kent ve kutsal alan olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Antik kent bugün Dülük köyünün kuzey bitişiğindeki Keber tepesi ve çevresinde toprak altındadır. Kutsal alan ise Dülük köyünün yaklaşık 3 km. kuzeyinde, sedir ve çam ağaçlarıyla kaplı, 1.020 rakımlı Dülük Baba tepesinde yer almaktadır. Dülük; Teşup, Zeus ve Jüpiter Dolikhenos inançlarının kült merkezidir. Burada Hitit imparatorluk döneminde (M.Ö. 2.bin) gök ve fırtına tanrısı Teşup’un tapınağı mevcuttu. Teşup sol elinde şimşek demetiyle, sağ elinde çift ağızlı baltayla boğa üstünde durur halde taş üzerine kabartmaları işlenmiş, bronz heykelcikleri yapılmıştır. Hellenistik ve Roma döneminde Teşup’un işlevi aynı, fakat sadece adı Zeus, ve Jüpiter olarak değişmiştir. Roma’lı askerler tarafından Jüpiter Dolikhenos kültü sevilip büyük saygı görmüştür. Kendilerine güç versin diye, Jüpiter Dolikhenos’un küçük heykelciklerini kolye olarak boyunlarına takan askerler, bu dini Roma’ya kadar yaymışlardır. Dülük’de Mitra inancı da mevcuttu. Dünya’da bilinen yer altına inşa edilen Mitras tapınaklarının (Mithraeum) en büyüğü, Dülük’te Keber tepesinin güney eteğinde bulunmuştur. Bu tapınak iki salonlu olup, yer altı tapınağının mihrabı konumundaki merkezi nişte Tauroktoni adı verilen boğa öldürme sahnesi kabartma halinde işlenmiştir. Tanrı Mitras, gezegenleri simgeleyen yıldızlar, takım yıldızlarını simgeleyen akrep, yılan, köpek vb. gibi figürlerin de eşliğinde bir boğayı öldürürken resmedilmiştir. Astrolojiye göre Yunan ve Roma döneminden önce ekinos boğada idi. M.Ö. 4000-3000 de gerçekleşen Boğa çağının sonu, boğa öldürme sahnesiyle ifade edilmiştir. Perseus takım yıldızının tam boğa üzerindeki konumu, boğayı Perseus’un öldürdüğü kavramını yaratmıştır. Bu sahnede Perseus’un yerine geçen Mitras boğanın gücünü yok etmekte, bahar ekinoksunu boğa burcundan çıkarıp, koç burcuna sokmaktadır. Bu sahne, Boğa çağınının sona erdiğini, yeni bir çağın başladığını simgelemektedir. Ayinleri gizli olan bu tapınım çoğu Roma ordusunun askerleriydi. Üyeleri arasında bürokratlar, tüccarlar ve köleler de bulunmaktaydı. M.S.1. yüzyılda Tarsus’dan yayılmaya başlayan Mitras kültü, 3. yüzyılda İskoçya ve Büyük Sahra’ya kadar ulaşmıştır. Mitras ayinlerinde kurban edilen boğanın kanıyla hem yıkanılır hem de içilirdi. Böylece yok olan bir çağı simgeleyen boğanın temsil ettiği tanrının güçüne ve ölümsüzlüğüne kavuşulacağına inanılırdı. Dülük Mitras tapınağı Gaziantep müzesi ile Almanya’dan Münster Üniversitesinin katılımlı kazıları sonucunda 1997 ve 1998 yıllarında ele geçmiştir. Anadolu’da bulunan Mitras yer altı tapınağının ilkidir. Bizans döneminde de Dülük kenti Hititlerden beri süregelen kutsal şehir konumunu başpiskoposlukla devam ettirmiştir. Bu dönemde “Telukh” adıyla bir eyalet merkezi olmuştur. İslami akınları neticesinde Dülük kenti oldukça tahrip olmuş. Başpiskoposluğun 7. yüzyılda Zeugma’ya taşınmasıyla birlikte ise dini merkez konumunu kaybetmiştir. Bu tarihten itibaren Gaziantep kalesi çevresinde kurulan yeni bir şehir olan “Ayıntap” Dülük kentinin yerini almaya başlamış ve günden güne küçülen Dülük, Ayıntap’a bağlı bir köy haline gelmiştir. Dülük kutsal alanı ise, evliya Dülükbaba’ (Davut Ejder) nın türbesiyle “kutsal alan” kimliğini günümüze kadar taşımıştır. Bugün Dülük’te geçmişin kanıtı olarak en eski yerleşim, Keber tepesinin güneyindeki prehistorik mağaradır. Ayrıca Keber tepesinin karşı sırtlarında Nekropol alanı vardır. Burada çok sayıda kayaya oyulmuş oda mezarları mevcuttur. Bu kaya mezarların bazısının ön odasına taş basamaklarla (Dramos) inilerek ulaşılmaktadır. Mezar içerisinde lahitler bulunmaktadır. Bazısında dini mitolojik konulu kabartmalar mevcuttur. Bunların birinde ruh anlamına gelen Psikhe’ye Hermes ölünün ruhunu yer altı dünyasına (Hades) götürmesi için yol göstermektedir. Bazı mezarlarda ise baktığını taşa çeviren Meduza başı kabartma olarak işlenmiştir. Antik dönemde de ölüm sonrası dirilme inancı vardı. Bu sebeple “ölünün evi” olarak bu mezarlar günlük yaşanılan ev biçiminde yapılmıştır. Nekropol ün doğusunda Mar-Slemun manastırına ait olduğu tahmin edilen iki kaya kilisesi de vardır. Ayrıca Dülük köyünün doğusunda antik taş ocakları mevcuttur. Dülük baba tepesinde, Jüpiter Dolikhenos tapınağının arşitrav parçaları ve taban döşemesine ait yassı blok taşlar az sayıda da olsa toprak üstüne yayılmıştır. Bu alanda Münster Üniversitesi tarafından kazı çalışmaları yapılmaktadır. Ayrıca burada Jüpiter Dolikhenos tapınağındaki görevlilere ait kaya mezarları mevcuttur. Taş basamaklarla inilen mezar girişlerinde dairevi biçimli kapak taşları, mezar içlerinde ise girlantlı lahitler mevcuttur. Bunların 17 adedi Gaziantep müzesi tarafından temizliği yapılarak ziyarete açılmıştır. Mühür baskılarını içeren Dülük arşivi kaçakcılar tarafından yağmalanmıştır. Çok sayıda mühür baskısı yurt dışına kaçırılmıştır. Mühür baskıları yüzük taşı ve mühürlerin kil çamuruna basılmasıyla yapılan mühür baskıları üzerinde tanrı, tanrıça, kişiler ve hayvanlar gibi çeşitli resimler mevcuttur. Resmi ve özel mektuplarda, belgelerde, para torbaları ve balya vb. nesnelerin mühürlenmesinde kullanılmış olup, mühürlenilen eşyanın güvenliğini sağlamıştır. Bu mühür baskılarından bir gurubu Gaziantep müzesinde teşhir edilmektedir. 600.000 yıl öncesinden günümüze uzanan Dülük köyü geleneksel kesme taştan evleri, camisi ve Musa Kazım türbesiyle yöreye özgü geleneksel tarihi mimari özelliğiyle de görülmeye değer yerlerin başında gelmektedir.. Dülük Antik Kenti, bugün Dülük köyünün kuzey bitişiğindeki Keber tepesi ve çevresinde yer almakta olup, ulaşım için Gaziantep - Yavuzeli istikametinde giderken Otoyol gişelerine ulaşmadan sol tarafta Beylerbeyi köyü içinden geçen yaklaşık 4 km'lik asfalt bir yolla ulaşılır. Köyün girişine geldiğinizde yön levhaları size yardımcı olacaktır. Çam ağaçlarıyla kaplı, 1.020 rakımlı Dülük Baba tepesinde yer alan Dülük Antik Kenti kutsal alanına ise, Gaziantep şehir merkezine yaklaşık 4 km uzaklıktaki Gaziantep - Adana yolu üzerindeki Dülük Ormanları içinden sağlanmaktadır. Ayrıca Dülük Ormanları içerisinde halkın piknik yapabileceği alanlarda mevcuttur.
  20. _asi_

    Gaziantep kalesi

    GAZİANTEP KALESİ Gaziantep Kalesi, Türkiye’de ayakta kalabilen kalelerin en güzel örneklerinden birisi olup, gerek ihtişamı ve heybetiyle, gerekse bir sır gibi gizlediği tarihiyle şehir merkezinde, Alleben Deresi’nin güney kenarında, yaklaşık 25-30 m. yükseklikte hemen herkesin dikkatini çeken bir tepe üzerindedir. Gaziantep Kalesinin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı hususunda kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte tarihi günümüzden 6000 yıl geçmişe, kalkolitik döneme kadar giden bir höyük üzerinde kurulduğu, M.S II-III yüzyıllarda ise kale ve çevresinde “Theban”isimli küçük bir kentin olduğu bilinmektedir. M.S. II-IV. yüzyıllarda Kalenin, ilk olarak Roma döneminde bir gözetleme kulesi olarak yapıldığı ve zaman içerisinde genişletildiği yapılan arkeolojik kazılar neticesinde anlaşılmıştır. Bugünkü biçimini ise “Kaleler Mimarı” olarak adlandırılan Bizans İmparatoru Justinyanus döneminde M.S. VI. (M.S 527-565) yüzyılda almıştır. Yine bu dönemde kale önemli bir onarım geçirmiş olup, onarım sırasında tesviyenin sağlanması için, güney bölüm kemerli ve tonozlu galerilerden oluşan substrüksiyon (temel) yapılarıyla donatılmış, bu galerilerle birbirine bağlanan kuleler inşaa edilmiş ve sur bedenleri batı, güney ve doğuya, tepenin sınırına kadar genişlemiştir. Kale bu haliyle çapı yaklaşık 100 m., çevresi 1200 m. olan gayrı muntazam dairesel bir şekle sahiptir. Kale bedenleri üzerinde 12 adet kule mevcuttur. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Kale’nin 36 burcundan bahsetmektedir. Günümüzde ise bunların yalnızca 12 tanesini görebilmekteyiz. Geri kalan 24 burcun ise kalenin dış surları üzerinde bulunduğu ve günümüz kadar gelemediği sanılmaktadır. Kale çevresinde, eni 30 m., derinliği ise 10 m. olan bir hendek bulunmakta ve kaleye geçiş ise köprü ile sağlanmaktaydı. Kale köprüsünü geçip, asıl kale kapısına ulaşmadan, sol tarafta ise halk tarafından İmam-ı Gazali Hazretlerinin Makamı olarak adlandırılan bir burç bulunmaktadır. Bizans dönemini takip eden yıllarda özellikle Memluklular, Dulkadiroğulları ve Osmanlılar ihtiyaca göre kaleyi zaman zaman onarmışlar ve buna dair de onarım kitabeleri koymuşlardır.Kale ikinci defa, 1481 yılında Mısır Sultanı Kayıtbay tarafından elden geçirilmiştir. Ana kapı üzerinde yer alan kitabeden, ana kapı ve kale köprüsünün iki yanındaki kulelerin, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1557 yılında yeniden yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Asıl kale kapısından girince, kalenin iç kesimlerine ve üstüne doğru açılan iki yol vardır. Sola açılan yoldan, kalenin üst kısmına ulaşılır. İç kesimlerine doğru devam eden yoldan ise; galeri, dehliz ve kale odalarına ulaşılır. Kalede ana kütle altında ise bir su kaynağı bulunmaktadır. 1989 yılından bu yana Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Gaziantep İl Özel İdare Müdürlüğü tarafından tahsis edilen ödenekler ile aralıklı yapılan kazı ve restorasyon çalışmaları ile kalenin çevresi belirlenmiş, koruma duvarı yapılmış, çıkış yolu islah edilerek, taş döşenmiş, yaklaşık 190 m. uzunluktaki galeri temizlenmiş, sur bedenleri onarılarak yükseltilmiş, ana kapılar aslına uygun olarak yapılmış ve diğer kapı girişleri, demir parmaklıklarla kapatılarak, tehlikeli durumdan kurtarılmıştır. Bu çalışmaların teknik aşamaları ise Gaziantep Arkeoloji Müzesi tarafından yürütülmüştür. Halen Gaziantep Arkeoloji Müzesi tarafından yürütülen arkeolojik kazılar sonucunda, Osmanlı dönemine ait bir hamam ile 2000 yılında yapılan kazılarda ise, bir camii ortaya çıkartılmıştır. Hamamın banyo, buhar odası ve buhar odası ve bacaları ortaya çıkarılmıştır. Buhar odasının köşesinde bulunan kanallar vasıtasıyla içeride buhar fazlalaşınca dışarıya verildiği sanılmaktadır. Hamam; mimari olarak pek gösterişli olmamakla birlikte teknik bakımdan üstün özellikler taşımaktadır. Cami ise Osmanlı mimarisi tarzında olup, dikdörtgen planlıdır. Caminin güney cephesinde yarım daire şeklinde mihrap,mihrabın sağında ve solunda ikişer adet kitap koyma bölümleri ve mihrabın sol tarafında güneyden dışarıya açılan bir kapı girişi ortaya çıkartılmıştır. Ayrıca mihrabın sağ tarafından kızaklı bir minberin de yeri bulunmuştur. Ayrıca 2002 yılından günümüze kadar devam eden kazı çalışmalarında ise Kale Hamamı’nın kuzeyinde, Kale Camisinin doğusunda ve güneyinde 5x5 metrelik açmalarla kazı çalışmaları sürdürülmektedir. Bu kazılarda çeşitli mimari yapı kalıntıları, çok sayıda Erken İslam, Bizans ve Osmanlı dönemine ait keramik parçaları, metal parçaları, mermi çekirdekleri, çoğunluğu Bizans dönemine ait çok bilezik parçaları ile pişmiş toprak kandiller, Bizans ve Osmanlı dönemine ait sikkeler, çok sayıda demir gülle, çakmaklı tüfek parçaları ve pişmiş topraktan yapılmış bazıları mühürlü pipo(lüle) parçaları ile bazı hayvan kemikleri ele geçmiştir. Kalenin etrafında ise hendek yeri tespit edilmiş olup, önümüzdeki günlerde ise Hendek kazılarına başlanılacaktır. Tüm bu yapılan ve yapılacak olan çalışmalarla Gaziantep Turizmine kazandırılan ve Gaziantep Turizmine bir güneş gibi doğan Gaziantep Kalesi bütün ihtişamıyla ziyaretçileri beklemekte ve şehir merkezinde Gaziantep Turizminin önemli cazibe merkezlerinden birisi haline gelmiştir. Gaziantep Kalesinin Yapılışına Dair Bir Efsane: Halk arasında yaygın olarak anlatılan efsaneye göre kaleyi zengin bir kadın yaptırıyormuş. Bir gün sokağa çıkmış ve yolda kalabalık insan topluluğunun bir cenaze götürüşüne rastlamış. Yanındaki uşağına dönerek “bu nedir” diye sormuş. Uşak ise; “Efendim insanlar bir gün gelir ölürler, ölülerini de böyle tabut içinde taşıyrak mezarlığa götürür ve toprağa gömerler. Gördüğünüz tabutun içinde dün bizim gibi canlı olan bir insan cesedi var……” der. Bunun üzerine zengin kadın uşağıyla beraber geri döner ve kaleyi yapan ustaları yanına çağırarak; “ bırakın kale yarım kalsın, ben ölümü hiç düşünmezdim….” der. İşte bu efsaneye göre Gaziantep Kalesinin tarihi eski çağlara kadar uzanıp gidiyor. Ancak bu halk arasında anlatılan efsanede kesin bir tarih yoktur. Gaziantep Kalesinin Adına İlişkin Bir Efsane: Esas adı Kala-i Füsus (Yüzük Kalesi) olan Gaziantep Kalesinin bu adı bir efsaneye dayanmaktadır. Bu efsaneye göre kaleyi, bölgenin sahibi olan bir kız yaptırıyormuş. Kalenin yapım masrafını karşılamak için çok kıymetli taşı olan yüzüğünü satmış. Bunun için kaleye, yüzük kalesi anlamında Kala-i Füsus adı verilmiştir. Kalenin tarihçesi: M.S. 2.-4. yy'larda Roma egemenliğinde kaldı. M.S. 4. yy-782 arası Bizans egemenliğinde kalır. 782 yılında Harunreşid Bizanslılardan geri alır. 1067 yılında Afşin Bey komutasındaki Türk ordusu Antep, Dülük ve Raban'ı almıştır. 1084 yılında Selçuklu ordusu başındaki Süleyman Şah Antakya'yı fethedince Halep ve Antep çevresine de hakim olmuştur. 1095-1270 (Birinci Haçlı Seferi) öncesinde, Bizans ile Ermeniler arasında el değiştirmiş ve bu sırada Philaterus'un toprakları arasında sayılmıştır. Antep Kalesi hakkında bilgi veren yazılı kaynaklarda, Haçlı seferleri döneminden başlayarak söz edildiği görülmektedir. 1150 yılında Antep, Bizans imparatoru Manuel Kommenos'a verilmiş. 1151 yılında, Anadolu Selçuklularının eline geçmiştir. 1155 yılında, Sultan Mesud'un ölümü üzerine Antep, Zengi Hükümdarı Nureddin'in eline geçmiş, kale surları lağımlanıp yakılmıştır. 1157 yılında Selçuklu Sultanı 2. Kılıç Arslan kenti kuşatmış ve surları tahrip ederek Antep'i almıştır. 1183 yılında Selahaddin-i Eyyubi, Diyarbakır'ı fethinden sonra Fırat'ı geçerek Antep'e gitmiş ve kenti Emir Kumartekin oğlu Nasuhiddin'den almıştır. 1218 yılında, Selçuklu Sultanı 1. İzzettin Keykavus'un ordusu Antep ve Tel Başir'i Selahaddin Eyyubi'nin oğlu ve Samsat Emiri Melik Afdal'dan teslim almış, ancak Selçukluların ayrılmasından sonra Melik Eşref Antep'i ele geçirmiştir. 1277 yılında Memluk Sultanı Baybars, Moğollar'a karşı düzenlediği sefer sırasında kenti ele geçirmiş, seferi Antep'ten başlatmıştır. Bu tarihten sonra Antep, Halep'in bir ili olmuş, Eyyubiler ve Memlukler tarafından Selçuklular ve Ermeniler'e karşı tampon bölge olarak kullanılmıştır. 1281 yılında Moğollar, Memluk ordusunu alt etmek üzer Antep ve çevresini ele geçirmişlerdir. 1390 yılında Suli Bey komutasındaki bir Dulkadirli ordusu Antep'i alarak kenti yağmalamış, kardeşi Osman Bey'i iç kaleyi almakla görevlendirmiş, ancak bunu başaramamışlardır. 1400 yılında Antep, Timur tarafından alınmış, kent büyük ölçüde yağmalanmış ve yakılıp yıkılmıştır. Daha sonraları Antep, Karakoyunlulardan Kara Yusuf'un ve zaman zaman Dulkadirlilerin yönetimine girmiştir. 1516 tarihindeki Merc-i Dabık zaferinden başlayarak Antep ve çevresi Osmanlı egemenliğine girmiştir. 17. ve 18. yy'larda Antep bölgesi, ayaklanmaların yoğun olarak yaşandığı bir bölge olduğundan, kale görevlilerinin kaleden uzaklaşmaları kesin olarak yasaklanmıştır. Bu dönemde kale, hem suçluların zaptedildiği bir zindan ve hem de kentin ileri gelenlerinin korunduğu bir şato niteliğindedir. 1839 yılında Antep, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın egemenliğine geçmiş ve bir süre elinde kalmıştır. Gaziantep Kalesi, son görevini kurtuluş savaşı sırasında yerine getirerek tarihsel gelişimini sonuçlandırmıştır. Gaziantep savunması içinde aktif olarak yer almamakla birlikte, kale ve çevresinde Fransızlara karşı cereyan eden çarpışmalarda Türk-İslam kimliğinin simgesi olarak özel ve önemli bir yeri vardır.
  21. _asi_

    Gaziantep Gezilecek Yerler

    GAZİANTEP MÜZESİ Gaziantep'te ilk müze 1944 yılında hizmete girdi.Daha sonra, Nuri Mehmet Paşa Cami'ne, 1969 yılında ise bugünkü Arkeoloji Müzesi'ne taşındı.2005'de Zeugma'da bulunan mozaik ve ferskleri teşhir etmek amacıyla hemen bitişiğinde yeni bir bina daha hizmete girdi.Bir galeri ile geçilen eski binada ise tarih öncesi çağlardan başlayıp İslam dönemine kadarki döneme ait eserler sergilenmektedir. HASAN SÜZER ETNOĞRAFYA MÜZESİ Müze binası,19.yüzyılın başlarında inşa edilmiş, kesme taş duvarları ve kiremitli kırma çatısı olan geleneksel bir Gaziantep evidir.1985'de restorasyonu tamamlandıktan sonra '' Hasan Süzer Etnoğrafya Müzesi'' olarak kullanılmak şartıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağışlandı.Gaziantep Müzesi'nde bulunan etnoğrafya bölümü bu binaya taşındı ve konak-müze olarak düzenlendi. DÜLÜK BÜYÜK MAĞARA VE ÇEVRESİ Anadolu'daki en eski yerleşim yerlerinden birisidir.Çevrede yapılan araştırmalarda Eski Taş Çağı insanlarının yaptığı çakmaktaşı aletler saptanmıştır.Bölgedeki kaliteli çakmak taşını işlemek için köy çevresindeki tepeler ve büyük mağara işlik olarak kullanılmıştır.Burada bulunan yontma taş aletler ve artıkları Dolikien (Dülük tipi)adıyla anılır. DÜLÜK Gaziantep'in 11 km. kuzeyindeki Dülük Köyü ve çevresi,insanlık tarihinin belli başlı tüm evlerine tanıklık etmiş,bunların izlerini günümüze ulaştırmıştır.30-40 bin yıl önce yaşamış insanların kullandığı taş aletler,Miras yeraltı tapınağı ,görkemli kaya mezarları,devası boyutta kaya bloklarının çıkarıldığı taş ocaklarıyla adeta bir açık hava müzesi gibidir. DÜLÜK MİTRAS TAPINAĞI Anadoluda bulunan ilk mitras yeraltı tapınağıdır.Bu tapınak iki salonludur ve tapınağın mihrabı konumundaki merkezi nişte Tauroktoni adı verilen boğa öldürme sahnesi kabartma halinde işlenmiştir.Tanrı Mitras bir boğayı öldürürken resmedilmiştir ve etrafında gezegenleri simgeleyen yıldızlar,takım yıldızları simgeleyen akrep,yılan,köpek gibi figürler vardır.I.yüzyılda Tarsus'tan yayılmaya başlayan Mitras kültü,III.yüzyılda İskoçya ve Büyük Sahra'ya kadar ulaşmıştır. Mitras ayinlerinde kurban edilen boğanın kanı içilir,hemde bu kanla yıkanılırdı.Böylece yok olan bir çağı simgeleyen boğanın temsil ettiği tanrının gücüne ve ölümsüzlüğüne kavuşulacağına inanılırdı. ADRES:Dülük'te Keber tepesinin güney eteğinde. DOLİKHE ANTİK KENTİ Hititlerden beri kutsal şehir konumunda olan Dolikhe,Bizans döneminde başpiskoposluğun 7. yüzyılda Zeugma'ya taşınmasıyla birlikte dinî merkez konumunu kaybetmiştir.Bu tarihten itibaren Gaziantep Kalesi çevresinde kurulan yeni bir şehir olan Ayıntap,Dülük kentinin yerini almaya başlamış ve sonunda Ayıntap'a bağlı bir köy haline gelmiştir.Dülük kutsal alanı ise,evliya Dülükbaba'nın (davut ejder) türbesiyle kutsal alan kimliğini günümüze kadar taşımıştır. DÜLÜK KAYA MEZARI Antik Dolikhe kentinin nekropolündeki oda mezarların en güzel örneklerinden biridir.Bir hol ve üç odadan oluşan mezar 3. yüzyıla aittir.Orta bölümdeki süslemelerden,aile ve grubun en önemli kişilerinin buralarda yer aldığı anlaşılır. DÜLÜK MEZARLIĞI Dülük köy yerleşimindeki kayalık kesim,antik kentin nekropolüdür.Kayanın sonsuzluğu düşüncesiyle yer altına veya yüzey kayasına oyulan birkaç odalı mezarlarındaki kemerli nişler gökyüzünü,yani ölümsüzlüğü temsil eder.Mezar odalarında mimari süslemeler ile dinsel semboler vardır.Nekropol,Hellenistik,Roma ve erken Bizans dönemlerinde M.Ö.4. ve 6. yüzyıllar arasında kullanılmıştır. DÜLÜK TAŞ OCAKLARI Taş ocaklarından önceleri Dolikhe antik kentinin önemli yapıları için taş alınmış daha sonraları Gaziantep şehrindeki kaleye ve diğer önemli binalara yapı taşı götürülmüştür.Bu ocaklar Osmanlı Dönemi'nin sonlarına kadarda kullanılmıştır.Derinleşen yüzeylerin üst kısımlarında ustalara ait işaretler ve dini sembolere de rastlanmaktadır. ŞEYH FEYTULLAH (ŞIH) CAMİ Halk arasında ''Aşağı Şeyh Cami '' olarak da adlandırılmaktadır. Gaziantep'teki en önemli kulliyenin camisidir. Cami ile külliyenin diğer yapıları arasındaki ilişki günümüzde kopmuş durumdadır.Külliyede, zaviye, hamam ve medrese vardır. Vakviye tarihine göre 1563'de yapılmıştır. Ortada sekizgen taş ayağa oturan ve yelpaze şeklinde açılan tonozlarla, askı kemerlere bağlanan bir örtü sisteminesahiptir.Bir örtü sistemi Şeyh Fetullah Cami'nden başka şimdiye kadar hiçbir camide görülmemiştir.Eser özgünhalini büyük ölçüde korur. ÖMERİYE CAMİ Caminin kitabesinde Halife Ömer zamanında yapıldığı ,1210,1785 ve 1850 yıllarına tarihlenen üç onarım geçirdiği yazılıdır.Gaziantep'teki en eski camilerdendir.Mihraba parelel iki nefli, dikdörtgen planlı, düzgün kesme taştan yapılmıştır.Kara taş ve kırmızı mermerden yapılan sivri görünümlü mihrabı dikkat çekicdir.Cami yapısının içinden yükselen minare , silndir gövdeli ve basıktır.Şerefesinin korkulukları taş işçiliğinin güzel örneklerini yansıtır. TAHTANİ (TAHTALI) CAMİ Ahşap olması nedeniyle halk tarafından Tahtalı Cami olarak da adlandırılmaktadır.1557 tarihinde yapıldıgı sanılmaktadır.Kırmızı mermerden, yarım daire biçimindeki mihrap oldukça ilginçtir.1804 yılında ve 1958-1960 yılları arasında onarım görmüştür. NURİ MEHMET PAŞA CAMİ Caminin kurucusu peygamber soyundan Hacı Osman oğlu Şeyh Ramazan efendidir.Yapı, cami ve kastelden oluşan bir külliyedir.1672yılında inşa edilen cami, bitişigindeki metreseyi yaptıran Ahmet Çelebi'nin adıyla anılmaktadır.Camide ahşab işçiliğini çok iyi yansıtan örnekler ve kadınlara ait bir bölüm vardır. ALAÜDDEVLE(ALİ DOLA) CAMİ Halk arasında Ali Dola Cami adıyla da bilinir. 1479-1515 tarihleri arasında DulKadiroğulları'ndan Alaüddevle Bozkurt Bey zamanında yapıldığı sanılmaktadır.Sadece minaresi orijinal olarak günümüze ulaşa bilen cami, 1901 yılında giriş yüzü siyah ve beyaz taşlardan tek kubbeli olarak tümüyle yeniden yapılmıştır. TEKKE CAMİ Resmi kayıtlarda adı Mevlevihane Cami olarak geçer.Hücreler, semahane, yönetim ve Mevlevi dervişlerinin oturma odaları, tuvaletler, havuzlar, küçük ve kısa minareden oluşan eserler topluluğudur.1638 yılında Mustafa Ağa adına bir Türkmen Ağası tarafından yapılmıştır.1901-1903 yıllarında çıkan büyük yangınlarla gelir getiren yapıları tamamiyle yanmıştır.Zamanın Mevlevi şeyhi ve vakfın mütevellisi olan Şeyh Mehmet Münip Efendi tarafından yanan yerler yeniden yaptırılmıştır. Caminin minaresi, altından geçen yol nedeniyle dikkat çekiçidir.Vakıflar Müdürlüğü tarafından onarılıp Mevlevi Müzesi haline getirilmiştir. ALİ NACAR CAMİ Yapım tarihine dair bir kitabe yoktur .İlk önemli onarımına ait kitabede 1816 tarihi görülmektedir.Ali adında bir marangoz tarafından yaptırıldığı bilinir.Müezzin mahfiline çıkan merdiven üzerinde 1213 Hicri tari,hi yazar.Gaziantep'in en büyük camilerindendir.Mihraba paralel iki nefli dikdörtgen planlıdır. Ahmet Çelebi Camisi (Merkez) Gaziantep Ulucanlar Mahallesi’nde bulunan Ahmet Çelebi Camisi’ni, kitabesinden öğrenildiğine göre Hacı Osman oğlu Şeyh Ramazan Efendi 1672 yılında yaptırmıştır. Caminin yanına Ahmet Çelebi sonraki yıllarda bir de medrese eklemiştir. Camiye Ahmet Çelebi isminin verilmesi yanındaki medrese yapılırken caminin de onarım görmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim caminin mihrap üzerindeki yazıtında da Hacı Osman oğlu Şeyh Ramazan Efendi’nin 1672’de bu camiyi yaptırdığı yazılıdır. KENDİRLİ KİLİSESİ Kilise, 1860 yılında Fransız misyonerler ve 3.Napolyon'un yardımı ile yapılmıştır.Katolik Ermeni kilisesidir.Dikdörtgen planlı olup geniş bir bahçe içerisinde siyah kesme taştan bir temel üzerine beyaz kesme taşlarla yapılmıştır.Üç basamakla &cc sı ahşap, üzeri üçgen alınlıklı, yanları sütun hayelidir.Tabanda kırmızı ve beyaz renk tonlarında mermerle yapılmış santranç tahtası motifli döşemeler dikkat çekicidir.Günümüzde toplantı salonu olarak kullanılmıştır. FEVKANİ KİLİSESİ Bizans Dönemi 'ne ait bir kilisedir.Bir süre han olarak kullanılan yapı bugün işlevsizdir. ARABAN KALESİ Yüksek ve üzeri oldukça düz olan tarih öncesi bir höyük üzerindedir.Kalenin gözle görünen kalıntıların hemen hepsi orta çağda yapılmış kale-şehirden kalanlardır.Araban, 11-12.yüzyıllarda Urfa Haçlı Konukluğu'na bağlı, o dönemde önemli bir merkez konumundaydı.Günümüzde eski önemini yitirmiş, küçük bir ilçe merkezi halindedir.Ortaçağ kalesinin planı ve detayları tam olarak bilinmez.Tepe üzerinde blok taşlarla inşa edilmiş, cami olarak kullanılmış büyük bir yapı vardır. BELEDİYE (ŞİRE) HANI Hanın üç cephesinde yer alan kitabelerden yapı hakkında bilgi edinmek mümkündür.Mimarı Kirkos olarak belirtilmiştir.Klasik Osmanlı han mimarisinin birçok özelliğini taşıyan eser, dikdörtgen planlıdır.Düzgün kesme taşla inşa edilmiştir ve kırma çatı kiremitle örtülüdür.Diger hanlardan ayıran özelliği üç cephesinde anıtsal taç kapıların yer almasıdır.Yakın zamanlarda restore edilmiştir. ESKİ MAARİF (YEMİŞ) HANI 19.yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır.Yapı,avluyasadece güney ve kuzeyden çevreler.Güney tarafı olan mekânlar tek katlı, kuzey tarafı ise iki katlı olarak inşa edilmiştir.Bu plan tipine diğer hanlarda rastlanmaz.Yakın zamanda restorasyonu tamamlanmıştır 1 VE 2 NO'LU KEMİKL BEDESTENLERİ 17.yüzyılın ikinci yarısında yapıldıkları düşünülmektedir.Bu iki bedesten yanyanadır.Her ikiside kapalı çarşı plan tipi olarak düzenlenmiştir.İki taraflı dükkanlar vardır ve dükkanlar arasındaki geçiş bölümü beşik tonozla örtülüdür.Yapıların girişi karataş ve keymik taşı kullanılarak iki renkli yapılmıştır.Günümüzde de bedesten işlevini sürdürürler. HİSAR ANIT MEZARI 10-11 metre yüksekliğindeki anıt mezar,yapımı tekniği ve biçim olarak 2.-3. yüzyılları işaret eder.Düzgün kesilmiş taş bloklarından inşa edilmiştir ve mezar odası ,kaide kısmı, sütunlu galeri ve piramidal çatı olmak üzere üç bölümden oluşur.Mezar odasının üzerinde yükselen dört köşede silmeli paye sütunlar,piramidal bir çatıyı taşır.Çatının ortasında korint düzeninde bir sütun başlığı vardır. TAHMİS KAHVESİ 1635 tarihli vakfiyesi ve Mevlevihane'nin semahane kapısının üzerindeki1638 tarihli Farsça kitabesinden,Ayıntap Sancak Beyi Türkmen Mustafa Ağabin yusuf tarafından yaptırıldığı anlaşılır.1901-1903 yılları arasındaçıkan yangında,bütün binalar yanınca Feyzullahoğlu Şeyh Mehmet MuhipEfendi tarafından onarılmıştır. Tahmis "kahve dövülen yer" anlamına gelir.Tahmis Kahvesi uzun yıllar "Lokuslu kahvehane","Tömbekici Kahvehanesi"olarak da anıldı.Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda,Halkevi'nden sonra bilinen en büyük salon olması nedeniyle,toplantısalonu olarak kullanıldı. KAVAKLIK KASRI(KIR KAHVESİ) Yaklaşık bir asırdan fazla bir süredir Gaziantepliler'e hizmet veren ve Kavaklık'ın simgesi haline gelen Kavaklık Kasrı,İsmail Fevzi Paşa tarafından 1897-1899 yılları arasında yaptırılmıştır.Ermeni bir usta tarafından inşa edilen taş bina çeşitli değişikliklere uğrayarak ve değişik hizmetler vererek günümüze kadar ayakta kalmıştır.Bugün piknik alanı ve lokal olarak hizmet vermektedir. BURÇ ORMANLARI GEZİ VE MESİRE ALANI 350 hektarlık çam ormanı ile kaplı Burç Ormanları Gazianteplilerin dinlenme,eğlenme,spor yapma,piknik yapma ihtiyaçlarını gidermek amacıyla gittikleri bir yerdir.Kentten kolaylıkla ulaşabildiği için piknik alanı olarak da kulanılmaktadır. DOĞAL ALANI KORUMA ALANI VE HAYVANAT BAHÇESİ Burç Ormanları'nda.Hayvanat Bahçesi çalışmalarına 1998 yılında başlamış,2002 yılında tamamlanmıştır.Şu anda Türkiye'nin en geniş alana sahip hayvanat bahçesidir.Toplamda 250 tür ve 4000 adet hayvanı barındırır. RUMKALE Kasaba Köyü yakınında eski bir kaledir.Birecik Barajı nedeniyle bir yarımada haline gelen kaleye kasaba köyünden ve Halfetiden teknelerle ulaşılabilir.Merzimen Çayı'nın Fırat Nehri'ne döküldüğü yerde,yüksek ve dik kayalar üzerinde kurulmuştur.Stratejik konumu nedeniyle Asurlular döneminden itibaren yerleşildiği sanılmaktadır.Önceleri Hromglia olan adı,Ermeniler tarafından Hromklay,Süryaniler tarafından Kala Rhomata ismiyle anılmış, 12.yüzyıl sonunda Memlukların eline geçtiğinde Kal-at el müslimin adı verimiştir.MercidabıkSavaşı'ndansonra Osmanlıların egemenliğine giren Rumkale,Halep eyaletinin Birecik Sancağına bağlı bir kaza hiline getirilmiştir.Havarilerden Johannes'in burada İncil'in müsveddelerini kopya ettiği rivayetedilir. DÜLÜKBABA ORMANLARI GEZİ VE MESİRE ALANI Gaziantep'in kuzey ve kuzeybatısını çevreleyen 40 kilometrekarelik alanı ile Türkiye'nin en büyük koruluklarından biridir.Dülükbaba Ormanları mesire alanı,karaçam ve sedir ağaçları ile kaplıdır.Günümüzde piknik alanı olarak kullanılmaktadır.Dülük Kaya Mezarlarıda buradadır.
  22. _asi_

    Gaziantep Evleri

    GAZİANTEP EVLERİ Gaziantep'in eski evleri kendilerine özgü bir mimariye sahiptir.Bu geleneksel evler havara veya keymıh adı verilen yumuşuk kalkerli taşlardan inşa edilrdi.Kentin eski semtlerinde mevcut olan bu evler genelde bir yada iki katlıdır;üç katlı olanlarada rastlanır.Kalın duvarlıdırlar.zemin katların altında kayaların içine oyulmuş mahsenler bulunur.Mahsenlerde pekmez ve zeytinyağı gibi yiyecekleri depolamak için özel bölümler vardır.Büyük dış kapıdan eve girildiğinde ilk olarak "hayat" denilen geniş bahçeli alan görülür. G.Hayatın değişik yerlerinde farklı amaçlar için kullanılan odalar yer alır.Evleri pencereleri sokak yerine avluya açılar.Pencerelerin üzerinde "kuş tağası" denilen küçük pencereler bulunur.Evin havalandırılmasında kullanılan bu pencereler odaların aydınlatılmasındada etkilidir.Bu tür özelliklere sahip geleneksel Antep evleri bugün şehir merkezlerinde,Eyüboğlu,Türktepe,Tepebaşı,Bostancı ve Kozluca mahallleri ile Şehreküstü semti ve Kale civarında bulunmaktadır. OCAKLIK Eski Antep evlerinde ekmek ocaklıkta hazırlanırdı.Ocaklar avlu içinde sabah güneşinin ilk ışıklarnını alacak bir konumda bulunurdu.Her sabah ocaklıkta hamur yoğurulur ve ekmek pişirilirdi.Böylece ev halkı günlük taze ekmek yemiş olurdu. MAHZEN (BODRUM KAT) Mahzenler evin altına oyularak yapılırdı.güneş almayan ve binanın altında olan bu bölümler yiyecekleri yazın sıcağında da korurdu. GELİN ODASI Gelin odası sofanın yanında bulunur.Kız evinden getirilen yorgan,döşek ve yastıklar bu odaya yerleştirilirdi.Ayrıca yöreye ait çeyizler de gelin odasında sergilenirdi. ÇEŞME Genellikle sofada yer alan çeşmeler ince taş işçiliği ürünü olurlar;üzerleri boyalı süslemelerle bezelidir.Yazın sıcak günlerinde sofaya çıkan ev halkı avlunun serinletici ortamındanda yararlanırdı. HAYAT (AVLU) Evin dışarıya açılan geniş bölümüdür.Avlunun çevresine yerleştirilmiş odaların pencereleri de bu açık alana bakar.Avlu yada hayatların kenarları çiçek veya ağaçlarla bezelidir.Bazı evlerin avlularının ortasına küçük havuzlarda yapılırdı
  23. _asi_

    Gaziantep Çeşme ve Kastelleri

    Gaziantep Çeşme ve Kastelleri Gaziantep’te içme suyu şebekesi kurulmadan önce şehrin su gereksinimi kanallardan sağlanıyordu. XIII.yüzyıldan itibaren kayalara oyulmuş olan kanallar ile şehre su getirilmiştir. Kaynaklardan öğrenildiğine göre Bedreddin el-Ayni’nin 1330 yılında Antep’ten Halep’e su taşınabilmesi için Kuveyk Kanalının yapımına nezaret ettiğini öğreniyoruz. Bugün bu kanalın izleri Oğuzeli ilçesinde görülmektedir. Gaziantep’te evlere, yapılara ve meydanlara ulaştırılan suların yanı sıra kuyu sisteminden de yararlanılmıştır. Nitekim günümüzdeki Gaziantep’in eski evlerinde bu tür kuyular bulunmaktadır. Şehre getirilen sular bazen dinsel yapılarda veya meydanlarda kastel denilen bir nevi depolama tesislerinde toplanıyordu. Bu kasteller 3-10 m. arasında değişen kayalara oyulmuş geniş bir mekanlardır. Havuz şeklindeki bu su toplama tesisinin çevresine oturma yerleri ve suyla ilgili başta hela olmak üzere çeşitli yapılarda yapılmıştır. Günümüzde Gaziantep camilerinden Esenbek Camisi’nde, Ahmet Çelebi Camisi, Şeyh Fethullah Camisi ve Pişirici Kasteli ile bazı küçük mescitlerde de bu tür su toplama havuzları bulunmaktadır. Gaziantep’te çeşmelere bir bakımdan kastel ismi yakıştırılmışsa da bu sözcük daha çok tesisler için kullanılmıştır. Günümüze Gaziantep’te bulunan çok az sayıdaki çeşme gelebilmiştir. Bunların başında Hüseyin Paşa Hamamı Çeşmesi (1828), Kumandan Çeşmesi (1915), Pazaryeri Çeşmesi (1920) gelmektedir. Bunların dışında kaynaklardan öğrenildiğine göre; yakın tarihlere kadar 15 civarında çeşme bulunmaktadır. Evliya Çelebi ise XVII.yüzyılda şehirde 70’e yakın çeşmenin var olduğunu belirtmiştir. Hüseyin Paşa Çeşmesi (Merkez) Gaziantep Gaziler Caddesi’nde Darendeli Hüseyin Paşa ile Antep nakib-ül-eşraf kaymakamlarından Hacı Ömer oğlu Hacı Mehmet’in 1747 yılında yaptırmış olduğu hamamın bitişiğindedir. Halk arasında bu çeşmeye Köse Mustafa ismi verilmiştir. Çeşme Gaziantep’in yöresel siyah ve beyaz taşlardan dikdörtgen tek yönlü olarak yapılmıştır. Ayna taşı dışında çeşme üzerinde herhangi bir bezemesi bulunmamaktadır. Pazaryeri Çeşmesi (Merkez) Gaziantep il merkezinde bulunan Pazaryeri Çeşmesi kitabesinden öğrenildiğine göre; 1920 yılında yapılmıştır. Düzgün köfeki taşından yapılmış olan bu çeşmenin üzerindeki hayvan kabartmaları daha eski bir çeşmeye ait olup, onun taşlarından 1920 yılında bu çeşme yapılmıştır. Kale Çeşmesi (Merkez) Gaziantep Kale Mahallesi’nde bulunan Kale Çeşmesi 1611 tarihinde yapılmıştır. Banisinin ismi bilinmemektedir. Çeşme dört ayak üzerinde kubbeli olup, kubbenin altında mermer su teknesi bulunmaktadır. Çeşme üzerinde herhangi bir bezeme bulunmamaktadır.
  24. _asi_

    Gaziantep Hamamları

    HAMAMLAR Gaziantep’te yapılmış hamamların çoğunun isimleri arşiv kayıtlarından öğrenilmektedir. Günümüze gelebilen hamamlar arasında İki Kapılı Hamam ile Eski Hamam XVI.yüzyılın ilk yarısı), Şeyh Fethullah Hamamı (XVI.yüzyıl), Paşa Hamamı (1560), Hüseyin Paşa Hamamı (1727), Naib ve Tabakhane hamamları orijinal şekliyle günümüze gelebilmiş örneklerdir. Tutlu Hamamı orijinal şeklinden uzaklaşmış ve depo olarak kullanılmıştır. Eyyubiler döneminde yapıldığı sanılan Kale Hamamı yıkılmış ve büyük bölümü toprak altında kalmıştır. Tişlaki (1536), Akyol hamamları (XVI.yüzyıl), Koca Nakip Hamamı (XVII.yüzyıl), Mücella, Piyale Paşa ve Tüffah hamamlarından herhangi bir kalıntı günümüze gelememiştir. Gaziantep hamamlarını diğer hamamlardan ayıran en büyük özellik ısı kaybının aza indirgenmesi ve soğuk iklim koşullarından ötürü yarıya kadar toprağa gömülmeleridir. Bu bakımdan Gaziantep hamamlarını uzaktan fark etmek biraz zordur. Bunun yanı sıra taş işçiliğinin meydana getirdiği süslemeleri ile de dikkat çekici örneklerdir. Çoğunlukla da hamamlarda eyvanlara ve köşe halvetlerine geniş yer verilmiştir. Eski Hamam (Merkez) Gaziantep Boyacı Mahallesi’nde bulunan Eski Hamam Boyacı Camisi ile birlikte, kesin olmamakla beraber XV.yüzyıl da yapılmıştır. Gaziantep’e özgü hamamlar gibi büyük bölümü toprak altında bulunmaktadır. Bu nedenle de Evliye Çelebi bu hamamdan Çukur Hamam olarak söz etmiştir. Kesme ve moloz taştan yapılmış, haç biçiminde dört eyvanlıdır. Soğukluk, sıcaklık ve halvet bölümlerinden meydana gelmiş olup, bölümlerin üzeri kubbe ile örtülüdür. Keyvan Hamamı (Merkez) Gaziantep Gaziler Caddesi’nde bulunan Keyvan Hamamı XV. Yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Banisi bilinmemektedir. Tek hamam plan düzeninde moloz taştan yapılmıştır. Planı diğer hamamlardan biraz daha farklıdır. Soyunmalık bölümü kare planlı, soğukluk dar ve uzun bir koridor görünümündedir. Sıcaklık ise yıldıza benzer plandadır. Hamamı oluşturan bölümlerin üzerleri ayrı ayrı kubbelerle örtülüdür. Bu hamam da yarısına kadar toprağa gömülü olarak yapılmıştır. Paşa Hamamı (Merkez) Gaziantep Kalealtı denilen semtte bulunan Paşa Hamamını XVI. yüzyılın ortalarında Lala Mustafa Paşa yaptırmıştır. Tek hamam plan düzeninde moloz ve yer yer kesme taştan yapılan hamam soyunmalık, soğukluk ve sıcaklık bölümlerinden meydana gelmiştir. Soyunmalık bölümünün üzeri düz damla, soğukluk ise üç ayrı kubbe ile örtülmüştür. Sıcaklık pandantifli bir kasnağın taşıdığı merkezi bir kubbe ile örtülmüştür. Sıcaklık yıldız biçiminde bir plan düzeninde olup, dördü açık dördü kapalı yerleri de yıldızın kolları arasındadır. Şıh Hamamı (Merkez) Gaziantep Kepenek ve Hamacı mahalleleri arasında bulunan Şıh Hamamı Abdülkerim oğlu Şeyh Fethullah tarafından 1550 yılında yaptırılmıştır. Hamam düzgün kesme taştan haç planlı tek hamam plan düzenindedir. Soyunmalık, soğukluk ve sıcaklık bölümlerinden meydana gelmiştir. Bu bölümler dikdörtgen bir plan düzeninde peş peşe sıralanmışlardır. Üzerleri ayrı ayrı kubbelerle örtülmüştür. Duvarlardan kubbelere geçiş Türk üçgenlerinin yardımıyla sağlanmıştır. Sıcaklık bölümünün etrafında sekiz köşeli iki halvet hücresi bulunmaktadır. Pazar Hamamı (Merkez) Gaziantep Kalealtı semtinde bulunan Pazar Hamamının ne zaman yapıldığı kesinlik kazanamamıştır. Evliya Çelebi bu hamamdan söz etmiştir. Buna dayanılarak hamamın XVII. Yüzyıldan önce yapılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Hamam düzgün kesme taştan haç planlı olarak yapılmıştır. Soyunmalık, soğukluk ve sıcaklık bölümlerinden meydana gelmiştir. Bölümlerin üzeri kubbelerle örtülüdür. Değişik zamanlarda yapılan onarımlar sonunda özelliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Naip Hamamı (Merkez) Gaziantep Tabakhane Deresi kıyısında Gaziantep Kalesinin de kuzeyinde bulunmaktadır. Hamam XVII.yüzyılın ikinci yarısında Hacı Mehmet oğlu Ramazan tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır. Naip Hamamı plan düzeni ile Şıh ve Hüseyin Paşa hamamlarına benzemektedir. Düzgün kesme taştan haç biçimli, eyvanlı ve tek hamam plan düzenindedir. Soyunmalık, soğukluk ve sıcaklık bölümleri dikdörtgen plan düzeninde peş peşe sıralanmışlardır. Bölümlerin üzerleri kubbelerle örtülüdür. Bunlardan soyunmalık bölümünün kubbesi diğerlerinden daha farklı ve görkemli yapılmıştır. Tabak Hamamı (Merkez) Gaziantep, Bostancı Mahallesi’nde bulunan Tabak Hamamın ne zaman yapıldığı kesinlik kazanamamıştır. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde ismi geçmesinden ötürü XVII. Yüzyıldan önce yapılmış olduğu düşünülmektedir. Hamam oldukça iri kesme taştan yapılmıştır. Soyunmalık soğuklu ve sıcaklık bölümlerinden meydana gelen hamam haç planlı ve eyvanlıdır. Bölümlerin üzerleri basık kubbelerle örtülmüştür. Hüseyin Paşa Hamamı (Merkez) Gaziantep Gaziler Caddesi’nde bulunan Hüseyin Paşa Hamamını Darendeli Hüseyin Paşa ile Antep Nakib-ül eşraf kaymakamlarından Hacı Ömer oğlu Hacı Mehmet 1747’de yaptırmıştır. Gaziantep’te orijinalliğini yitirmeden günümüze gelen bu hamam, halk arasında Çıkrıkçı Hamamı olarak da tanınmaktadır. Tek hamam plan düzenindeki hamam soyunmalık, soğukluk ve sıcaklık bölümlerinden meydana gelmiştir. Dikdörtgen plan düzenindeki bölümler art arda sıralanmışlardır. Soyunmalık bölümü pandantiflerin taşıdığı oldukça büyük, soğukluğun ise daha küçük birer kubbe ile üzerleri örtülmüştür. Sıcaklığın diğerlerinden çok daha farklı ve görkemli bir görünümü vardır. Yıldız biçiminde bir plan gösteren sıcaklılığın altı eyvanı, altı da halvet odası bulunmaktadır. Bu bölümlerden, orta bölüm mukarnaslı ve pandantifli büyük bir kubbe, onun dışında kalan bölümler de küçük kubbelerle örtülmüştür. Hüseyin Paşa Hamamının içten olduğu kadar dışarıdan da çok gösterişli ve yüksek bir görünümü bulunmaktadır.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.