Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

_asi_

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.917
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

_asi_ tarafından postalanan herşey

  1. Mondros Mütârekesi imzalandığında Çankırı, Kastamonu vilayetine bağlı bir sancaktı. Gerek birinci dünya savaşı yıllarında gerekse milli mücadele döneminde savaşın doğrudan etkilerini yaşamadığı için, Çankırı’nın önemli bir yıkıma uğradığı söylenemez. Topraklarının verimsizliği ve ticaret yollarının dışında olması nedeniyle güçlü bir eşraftan yoksundu. İşsizlik yaygındı. Savaştan dönenlerin iş bulamaması, zaten yoksul olan halkı daha da yoksullaştırmıştır. Bu nedenle savaşı izleyen yıllarda eşkıyalık olayları oldukça artmıştı. Aynı dönemde, Merzifon’daki Amerikan Koleji merkezli olan ve Anadolu’nun kuzeydoğusunda bir Rum Pontus Devleti kurmayı amaçlayan örgüt Çankırı’da gizli çalışmalar yürütüyordu. Örgütün zaman zaman silahlı saldırılar yapması, dikkatlerin Çankırı üzerinde yoğunlaşmasına yol açıyordu. Kuracakları devletin Çankırı’yı içine alacağını ileri süren Pontusçular’ın o günlerdeki en önemli eylemi Ilgaz Dağı Doruk mevkiindeki jandarma karakolunu basmaları ve Jandarmaları öldürmeleriydi. Çankırı halkının büyük tepkisine yol açan bu olaydan sonra, Müslüman halkla Ermeni ve Rumlar arasında ciddi sürtüşmeler baş gösterdi. Öte yandan Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması ve milletvekillerinin sürekli göz hapsinde tutulmaları nedeniyle İstanbul’da çalışma olanağı kalmamıştı. Bu yüzden 1920 Mart sonlarında Anadolu’ya göç başladı. Bu arada 12 Mart 1920’de Mustafa Kemal bir genelge yayınlayarak olağanüstü bir meclis toplanması gereğini dile getirdi. Bütün il ve sancaklarda temsilci seçimi yapılmasını istedi. Seçilecek temsilcilerden oluşacak bu meclise, daha önce İstanbul Meclis-i Mebusan’ında görev alan milletvekilleri de davetliydi. Bu davete uyan çok sayıda milletvekili ve aydın İstanbul’u terk etmeye başladı. Bu yolculuk esnasında başlıca yol izleniyordu. Bunlardan birincisi Adapazarı Geyve-Düzce Bolu üzerinden Ankara’ya ulaşan karayolu, ikincisi de Şile– İnebolu deniz karayoluydu. İnebolu’da karaya çıkan milletvekilleri at sırtında Kastamonu’ya gidiyor, oradan da Çankırı’ya geçip bir iki gün konakladıktan sonra, Ankara’ya ulaşıyorlardı. 13 Nisan 1920 de başlayan birinci Düzce- Bolu ayaklanması, kısa sürede bölgenin benzer toplumsal özelliklerine sahip ilçeleri olan Gerede, Beypazarı ve Safranbolu’ya yayıldı. Ayaklanmanın Ankara’yı da etkileyebilecek bir boyuta ulaşması üzerine Mustafa Kemal 24 Nisan da, Bursa’da bulunan 20 nci Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa’ya şu telgrafı çekti: “Ayaklanma, Safranbolu ve Çerkeş’e yayılmıştır. Karışıklığın Ankara’ya doğru geliştiği görülmektedir.Ankara’da faydalanılacak 700 kişi kadar kuvvet vardır. Oradan alacağınız azami kuvvetle Ankara’ya gelmeniz gerekmektedir. Yüksek cevaplarınızı makine başında, ivedi olarak beklemekteyiz.” Bu arada Genelkurmay Başkanı İsmet (İnönü) Bey de 25 Nisan da Çankırı’ya gelen 58 nci Alay Komutanı’na bir telgraf çekti. 58 nci Alay’ın hızla Çerkeş’e giderek ayaklanmayı bastırmasını istedi. Bunun üzerine 58 nci Alay Çerkeş’e yürüdü. Dört gün sonra 29 Nisan’da Kastamonu Valisi Cemal Bey, ayaklanmanın sonucuna ilişkin olarak Ankara’ya şu bilgiyi verdi: “Dışarıdan gelen bazı fesatçıların kışkırtmalarıyla Safranbolu’daki dükkanlar kapanmış, telgraf muhaberesi kesilmiş ve önceden oraya gönderilmiş olan jandarma takım komutanının vazifeden alıkonulmuş olduğu... Ayrıca, Çerkeş ve Safranbolu’ya gönderilen milli kuvvetlerin dün İlçelere olaysız girdiği ve her iki ilçede sıkıyönetim ilan edildiği...” Çerkeş’teki küçük çaplı ayaklanmayı bastırdıktan sonra, 58 nci Alay 5 Mayıs’ta, Binbaşı Vasfi Beyin komutasında Gerede’ye yürüdü. Ancak, burada yoğun bir ateşle karşılaşan birlikler dağılarak Çerkeş’e çekilmek zorunda kaldılar. Ertesi gün, bu kez Kızılcahamam Müfrezesi’nin düzenlediği bir saldırı Gerede önlerinde yine bozguna uğradı. Durumun yeniden kötüye gitmesi üzerine, başarısızlıkları komutanların becerisizliğinde gören Mustafa Kemal, Geyve’ye gelmiş bulunan Ali Fuat Paşa’ya yeni bir telgraf çekti ve acele önlem alınmasını istedi: “Ayaklanma durumunun önemini hakkıyla tahmin edeceğinize eminim. Kızılcahamam ve Çerkeş istikametlerinde, sonradan yeni bir şiddetle genişleyen ayaklanma Ankara’yı dışardan da tehdit edecek bir durum almıştır. Ankara, Keskin ve Haymana gibi civarı ile beraber; ancak maddi baskı altında kendisini gösteremeyen bir fesat yuvası bulunduğu muhakkak olduğundan, bugün Ankara, yani bütün milli varlık, tehlike altında sayılmak gerekir. Konya ayaklanması’nı da ayrıntılarıyla bilmektesiniz. Bundan dolayı, her şeyden önce, Ankara’da tam anlamıyla güvenlik sağlamak için, bu fesat alanını çevreleyen Safranbolu–Çerkeş–Kızılcahamam–Beypazarı– Mudurnu–Geyve hakkında savunmaya geçilmesi gerekmektedir.bir defa bu durum tespit edildikten sonra, ayaklanmanın yok edilmesi için esaslı tertipler düşünülebilir. Bundan dolayı Adapazarı’na taarruzdan vazgeçebilir. Sizin, Geyve’den ayrılmanızda bir sakınca yoksa, bütün bu işleri bizzat idare etmek üzere Ankara’ya şeref vermeniz uygun olur.” Mustafa Kemal’in bu telgrafı üzerine, Ali Fuat Paşa ayaklanmayı bastırmakla görevli birliklerin başına geçti; Çerkez Ethem güçlerinin de bu birliklere katılımıyla Düzce–Bolu Ayaklanması 1920 Mayıs sonlarında bastırıldı. Aynı yıl 19 Temmuz’da patlak veren İkinci Düzce Ayaklanması sırasında 58 nci Alay’a bağlı birliklerin Çerkeş’te bulunması nedeniyle, İlçede herhangi bir olay meydana gelmedi. Tersine buradaki birlikler Gerede Ayaklanması’nın bastırılmasında önemli bir rol oynadılar. Doğrudan işgal görmediği ve işgal bölgelerinden de oldukça uzak olduğu için, Çankırı’da işgale karşı örgütlenmeler, ancak, Mayıs 1920 den sonra gerçekleştirildi. Çankırı ve yöresi Milli Mücadele günlerinde, doğrudan işgale uğramamış olmasına karşı yoğun askeri etkinliklere sahne olmuştur. Bu dönemde Çankırı deniz yoluyla yapılan ulaşım ve taşıma işlerinde önem kazandı. Deniz yoluyla İnebolu Limanı’na gelen Osmanlı ordusu subay ve erleri, burada oluşturulan bir ulaştırma örgütünce önce Kastamonu’ya oradan da Çankırı yoluyla Ankara’ya Batı Cephesi’ne gönderiliyordu. İstanbul’da Kuvvayyı Milliye örgütünce gönderilen silah ve cephanelerin taşıma işi de aynı yolla yapılıyordu. Giderek, buradaki lojistik etkinlikler yoğunlaştırıldı ve 02 Şubat 1921 de Çankırı da bir Menzil Nokta Komutanlığı kuruldu. Ulaştırma ve taşıma işleri de bu komutanlık aracılığıyla yürütülmeye başlandı. Çankırı’daki lojistik etkinlikler, Sakarya Savaşı sırasında daha da büyük bir önem kazandı. Nitekim, 25 Ağustos 1921 de Çankırı’da bir hafta içinde 1.000 yataklık bir askeri hastane kuruldu. Çevre halkın yardımlarıyla donanımı tamamlanan hastanede, cepheden gelen yaralıların bakımı yapılıyordu. Çankırı’nın bu işe ön ayak olması öbür illerin halkını da harekete geçirdi ve kısa zamanda cephe gerisinde önemli bir lojistik ve sağlık hizmetleri ağı kuruldu. 05 Mart 1922 de ise, Çankırı’da oluşturulan bir “amele taburu” na yol ve köprüler onartıldı. Kışla ve menzil yapımlarında da kullanılan bu tabur, askerlik çağını geçirenlerden ve sakatlardan oluşuyordu. Tabur, Büyük Taarruzdan sonra dağıtıldı ATATÜRK ÇANKIRI'DA Atatürk 23 Ağustos 1925 günü sabahın erken saatlerinde yeni bir Anadolu gezisine çıkıyordu. İki otomobil hazırlanmıştı. Birine Atatürk, Kütahya Milletvekili Nuri (Conker) Rize Milletvekili Fuat (Bulca), ötekine Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik (Bıyıklıoğlu), Başyaver Rusuhi, Yaver Muzaffer (Kılıç), Muhafız Birliği Komutanı İsmail Hakkı (Tekçe), Özel Kalem’den Lütfi Bey bindiler. Yaverler ve İsmail Hakkı (Tekçe) nın dışında herkes sivil ve şapkalı idi. Bu gezinin özelliği de Kastamonu ve İnebolu’da Şapka Devrimini fiilen başlatmaktı. Yolda Kalecik’e uğradılar. Tüney Hanı’na geldikleri zaman Çankırı Valisi Cemil, Çankırı Milletvekillerinden Talat, Ziya ve Rifat beyler, Çankırı Belediye Başkanı ve daha başkaları Atatürk’ü karşıladılar. Öğleye doğru Çankırı’ya giriyorlardı. Çankırılıyı, başı açık, elindeki panama şapkasını selam duran askeri birliği, öğrencileri ve binlerce Çankırılıyı, başı açık, elindeki panama şapkasını sallayarak selamladı. Atatürk’ü şapkalı ya da başı açık görenler, başlarına el atıyor, fes, kalpak ne varsa çıkararak ellerine alıyor, Atatürk’ü başları açık selamlıyordu. Yolu üzerinde kurbanlar kesilir, toplar atılırken Atatürk doğruca Çankırı Belediyesi’ne geldi. Buzlu ayranlar içilirken hoşbeşler yapıldı. Atatürk o gün çok neşeliydi. Çankırı’da, Kastamonu gezisi dönüşünde bir gün kalacaktı. Hep birlikte Kurtuluş Kız Okulu’na geldiler. Öğle yemeği burada hazırlanmıştı. Yemekten sonra, saat 13.30’da hemen otomobillere bindiler. Kastamonu’ya uğurladılar. Kastamonu Dönüşü Yine Çankırı’da 31 Ağustos 1925 Pazartesi günü öğleden sonra saat 17.00’de tekrar Çankırı’ya giriyordu. İlk geldiği gün başını açan halk, şimdi bezden, keçeden diktikleri şapkalarla Atatürk’ü karşılıyordu. Binlerce karşılayıcı arasında başı fesli kalpaklı hemen hemen hiç kimse yoktu. Şapka bulamayan başı açıktı. Çiftçiler bir kağnı arabasını başaklar, kırmızı–beyaz kurdelelerle süslemiş, karşılamaya çıkmışlardı. Aşar vergisi kalktığı için Atatürk’e şükran duyguları sonsuzdu. Atatürk onlara: - Aşar kalktığı halde uygulamada sıkındı var diyorlar, doğru mu? diye sordu. - Hayır Paşam, çok memnunuz, diye karşılık verdiler. Atatürk’ün Kastamonu’daki “Şapka Gezisi” 23 Ağustos 1925 ten 31 Ağustos 1925 Pazartesi gününe kadar sürmüş, gezi her yönüyle başarılı olmuştu. Atatürk, vatandaşların coşkun gösterilerinden, şapkayı, en ufak bir tepki göstermeksizin hemen benimsemelerinden çok memnundu. Devrim Atatürk’ün bir işaretiyle kendiliğinden oluvermişti. Daha hiçbir emir verilmeden halk terzilerine harıl harıl şapka, kasket diktiriyor, bulamazsa başını açıyordu. Yeryüzünde hiçbir devrim, bu kadar içtenlikle, anlayışla, isteyerek ve bilerek yapılmamıştı. Halka şapkayı alıştıra alıştıra, önce memurlardan başlayarak giydirelim diyenler aldanıyordu. Halk, Kastamonu ve Çankırı gezisiyle birlikte, şapkayı çoktan giymişti. Yeter ki siz ona giyeceği şapkayı bulunuz. Hükümete geldikleri sırada bir İskilip Heyeti Atatürk’ü ille de İskilip’e götürmek istiyordu. Atatürk: (Sevgili İskiliplilere teşekkürlerimi ve selamlarımı götürünüz. Gezimi uzatmaya imkân kalmadı. Başka bir zamana...) dedi. Söz şapkadan, giyimden açılmıştı. Atatürk; - Kıyafeti, medenî bir şekle dönüştürmek için kanun falan gerekmez. Millet karar verir, yapar. Yalnız bir Diyanet İşleri Reisi, buna bağlı müftü, imam ve hatipler vardır. Bu sınıfa ait özel kıyafeti tanırız. Bu işlerle görevli olmayanların aynı kisveyi giymeleri doğru değildir. Bu gibilerini kimse tanımaz ve kabul etmez. dedi. Atatürk, Hükümet Konağında daire müdürleri ve memurlarını ayrı ayrı tanı***********, ellerini sıktı. Görevleri ile ilgili sorunlar sordu. Sağlık Müdürü’ne: - İlin sağlık durumu nasıldır? Derken, Tapu Müdüründen de tapu ve kadastro konusunda bilgiler alıyordu. Akşam olmuştu. Çankırı Ortaokulu üst katı Atatürk ve birlikte olduğu konuklar için hazırlanmış, dayanıp döşenmişti. Atatürk ortaokula geldiği sırada Tahsin Nahit (Uygur) bir hoş geldiniz konuşması yaptı. Atatürk bu konuşmaya şu karşılığı verdi: - Çok derin, çok samimî duygularınıza teşekkürler ederim. Beni çok sevdiğinizi, bana çok güvendiğinizi, işaret ettiğim hedeflere bütün varlığınızla yürüyeceğimizi söylüyorsunuz. Benim buna verebileceğim cevap şudur ki: Ben güven ve saygıya hak kazanacak başarılar göstermişsem, o da sizlerin yardımlarıyla olmuştur. Güveninize yürekten inanarak, millî görevimde muhtaç olduğum gücü ve yetkiyi sizden alıyor, sizde buluyorum. Bahtiyarlığımı Çankırı’nın sevgili halkının karşısında yüksek sesle ifade ediyorum. Sonradan, 1945 yılında, Çankırı’nın en büyük meydanında elinde şapka ile dikilen Atatürk Heykeli’nin kaidesinde yerini alan bu sözler, o akşam herkesi coşturmuştu. Fener Alayı ise Çankırı’ya, Çankırı’nın unutamayacağı bu mutlu geceye ayrı bir güzellik katıyordu. 1925 yılının 1 Eylül sabahı... Atatürk, Çankırı'dan Ankara'ya dönüyordu. (Atatürk Çankırı'da yazısı Mehmet Önder'in "Atatürk Yurt Gezileri" isimli kitaptan alındığı, 1998 yılı Çankırı İl Yıllığında belirtilmiştir.) Alıntı..
  2. _asi_

    Osmanlı dönemi Çankırı tarihi

    OSMANLI DÖNEMİ Çankırı yöresi 1417’den sonra Candaroğulları’ndan Kasım Bey’in yönetiminde Osmanlı Devleti’ne bağlı olmakla birlikte, Kastamonu ve Sinop yöresinde Candaroğulları’nın egemenliği sürüyordu. 1461’de Fatih Sultan Mehmed, Trabzon seferine giderken, askeri ve ekonomik önemi olan Sinop’ u elinde tutan ve Trabzon’ daki Pontus Devleti’yle de ilişkileri olan bu beyliği kesin olarak ortadan kaldırdı. Kasım Beyin 1464’ den sonra ölmesiyle Çankırı, Osmanlı yönetim düzeninde Anadolu Eyaleti’ ne bağlı bir sancak merkezi oldu. II. Beyazid’ in oğullarından Alemşah’ ın oğlu Osman Çelebi de, bir süre, Çankırı’da sancak beyi olarak bulundu. Ayrıca Çankırı doğuya yapılan seferlerde bir menzil yeri olarak belirlenmişti. XVI. yy’ ın ortalarında bozulmaya başlayan ekonomik yapı ile birlikte artan toplumsal devinimler Anadolu’ nun öbür kentleri gibi Çankırı’yı da etkilemiştir. XVI. yy’ın ikinci yarısında ortaya çıkan bir başka önemli sorun da besin maddelerinin darlığı olmuştur. Bu darlık nedeniyle özellikle 1574, 1575 ve 1576 yıllarında büyük sorunlar ortaya çıkmıştır. 1574’te Anadolu’ nun çeşitli kentlerine zahire mübaşirleri yollandı. Bunlar beylerbeyleri ve sancak beyleri ile birlikte zahire satın almakla görevlendirilmişlerdi. Halkın tohumluk ve yiyecek gereksiniminden fazlası o günkü fiyat üzerinden toplanacaktı. Ama bu yöntem etkili olmadı; genellikle halkın elindeki alınırken yörede etkili kişilerin zahirelerine dokunulmuyordu. Ayrıca rüşvet, önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştı. Bu dönemde toplumsal açıdan önemli bir olay da devlet görevlilerinin devlete karşı çıkarak, etkili oldukları yörelerde başına buyruk bir yönetim kurmalarıdır. Bunların başında tımarlı sipahiler geliyordu. Çankırı Sancağı’ na bağlı Kurşunlu Kazası’ndan baba oğul her ikisi de tımarlı sipahi olan Mehmed ve oğlu Murad adlı kişiler, tımarlı olmalarına karşın rüşvetle subaşı olmuşlardı. Bu kişiler eşkıya reisi İbrahim ile birlikte yasal olmayan bir biçimde halktan para topluyorlardı. Bu durum karşısında dayanma gücü kalmayan halk, durumu İstanbul’ a bildirmiş, ayrıca, öbür kazalardan da kurullar yollanmıştı. Verilen emirde sancak beyinin, Kurşunlu ve Çerkeş kadıları ile birlikte bu iki zorbayı denetlemesi istenmiştir. Yollanan emir gereği üç kadı ile Çankırı Sancakbeyi, Kurşunlu’da tımarlı sipahi Mehmed ve oğlu Murad’ı yargılamaya başladılar. Bu tür davalarda, çevreye “davası olan gelsin” denilerek haber vermek gelenkti. Bu haber üzerine kalabalık bir şikayetçi topluluğu Kurşunlu’ya geldi. Bu arada olayı duyan çevredeki tımarlı sipahiler de toplanmışlardı. Bunlar, davacılara saldırarak, mahkemeyi bastılarsa da büyük bir tepki ile karşılaşınca, Kurşunlu’ dan kaçarak canlarını kurtarabildiler. Sancakbeyi, bu durumda yargılamanın yapılamayacağını bildirerek oturumu terk etti. Halkın direnmesine karşılık, sipahileri tutan sancakbeyi kadıları da razı ederek davayı açtırmadı. Bunun üzerine İstanbul, bu önemli davanın görülmesi için Ankara ve Sivrihisar kadılarını görevlendirmek zorunda kaldı. Yine aynı yıllarda Kara Kader, Cafer, Kirmani ve Şah isimli eşkıyaların da Çorum ve Çankırı yöresinde yol kesip hırsızlık yaptıkları bilinmektedir. 1576’ da tüm Anadolu’yu etkileyen suhte (medrese öğrencisi) hareketleri, Çankırı ve dolaylarında da görüldü. Örneğin 3 Ramazan 973 (24 Mart 1566) tarihinde Amasya Beyi’ ne yazılan bir yazıda; “Kengırı sancağında bazı gurbet ve suhte taifesinin toplanarak adam öldürdükleri ve yağmacılık yaptıkları haber alındığından, bu gibilerin üzerine il erlerinin gönderilerek haklarından gelinmesi”, 21 Şevval 973 (11 Mayıs 1566) tarihli Lalaya ve Sultan Murad Lalasına yazılan diğer belgede de; “Bolu’ da ve Kastamonu’ da suhte, Kengırı’da da gurbet taifesinin toplanıp eşkıyalık yapmalarına mani olunması ve suçu sabit olanların cezalandırılması” istenmektedir. Bu olaylar sonucu halkın yöneticilerle olan ilişkilerinin gerginleştiği, halkın zaman zaman ayaklananları ve eşkıyayı yöneticilere karşı kullandığı bilinmektedir. Sonuçta ise yöneticiler kendilerini korumak amacıyla devriye birlikleri kurmuş, böylelikle halkla ilişkileri daha da gerginleşmişti. Anadolu’nun hemen her yerinden “selamlık”, “sekban akçesi” adı altında vergi toplandığına ilişkin haberler geliyordu. Tosya kadısı, Çankırı Sancakbeyinin kethüdası hakkında yolladığı bir şikayet mektubunda, kethüdanın sancakta görevli tımarlı sipahilerle düzeni sağlaması gerekirken paralarını alarak sipahilere izin verdiğini, bunların yerine iki yüz adam toplayarak, sancak halkına vergi saldığını bildiriyordu. XVII. yy’ın başlarında İzmit’te Çankırı ve Çorum’a dek uzanan sancaklarda, beylerin buyruğunda çalışan zorbaların, subaşı ve kethüda olarak, sekban bölükleriyle birlikte köyleri talan ettikleri yolunda İstanbul’a sürekli şikayetler geliyordu. 1603 yazında, Çankırı halkı adına İstanbul’a gönderilen bir arzda, sancakbeyinin halka iki kez vergi salarak, yirmişer kuruş topladığı, “yaylak harcı” olarak bir akçe yerine bir kırmızı (altın) aldığı, bunları her ay yandaşı subaşı ve sipahilere gönderdiği belirtiliyordu. Halk, sancakbeyinin denetlenmesini ve topladığı paraların hazine adına kendisinden geri alınmasını istemekteydi. İstanbul’dan Sancakbeyi’ne gönderilen yazıda yanlarında zorba (yeni sipahi) bulundurmamaları emredilerek, bunlara uyulması, sancağın elinden alınacağı bildiriliyordu. XVIII. yy’da, Çankırı, Anadolu Eyaletine bağlı bir sancak olma durumunu sürdürüyordu. Bu dönemde Çankırı Sancağı yönetiminde bir mütesellim bulunuyordu. Sancakların, sayıları gittikçe artan mütesellimlerce yönetilmesinde bu yerlerin arpalık olarak verilmesinin büyük ölçüde etkisi vardı. Sancaklar, arpalık olarak, genellikle vezirlere verilmekteydi. Bu sancaklara atanan paşalar genellikle yerel güçler ve zorbalarla anlaşamıyor, çoğu kez zorbalarca haksız olarak İstanbul’a şikayet ediliyorlardı. XVIII. yy başlarında bozulan ekonomik durum sonucu vergilerde önemli artışlar olmuştur. Örneğin “nüzul vergisi” 1712’da Çankırı’da hane başına 600 akçeye yükselmişti. Ayrıca, 30 akçe’de bunları toplamakla görevli mübâşirlere veriliyor ve vergi böylece 630 akçeye ulaşıyordu. Malikhâne olarak verilmiş köyleri ve mukataaları ellerinde tutanlar bu vergilerini devlete peşin olarak ödediklerinden, buralardan kendileri için vergi toplamaktaydılar. Bazı malikhane sahipleri vergilerin yeniden belirlenmesi ve yeni yerleşenlerin vergilendirilebilmesi için İstanbul’a başvurmaktaydı. Örneğin Çankırı’da Ali adlı bir malikhane sahibi, malikhanesine bağlı köylerde yeniden “haric ez defter” (defter dışı) kişilerin ortaya çıktığı, bunlardan çift vergisi alamadığı bildirerek, bunların deftere işlenmesi için tahrir yapılmasını istemişti. Bu istek olumlu karşılanarak tahrir yapılması için “emr-i şerif” çıkartılmıştı. XVIII. yy’ın ikinci yarısında devleti uğraştıran önemli sorunlardan birini de, bir türlü toprağa yerleştirilemeyen göçebe Türkmenler oluşturmuştur. Anadolu’daki sancaklara yazılan fermanlarda yol kesen eşkıyalarla birlikte Türkmenlerin de cezalandırılması istenmekteydi. Bu gruplar Çankırı ve dolaylarında etkili olmakta ve çevreye zarar vermekteydiler. Bu dönemde, özellikle vergi toplamada ve başka kamu işlerinin görülmesinde devlet görevlilerinin büyük yolsuzluklar yaptıkları, halktan yasalarda bulunmayan vergiler topladıkları anlaşılmaktadır. Örneğin, Çankırı halkı, vergi toplamakla görevli mutasarrıfı, görevinden ayrıldıktan sonra, İstanbul’a şikayet etmiştir. 1710’da yapılan bir şikayette, daha önce Çankırı Mutasarrıfı olan Bulad Paşa oğlu İsmail Paşa’nın sancaktaki bazı kazalardan haksız vergi aldığı bildirilmiş, durumun incelenmesi için Çankırı Kadısı’na bir ferman ve sadrazam mektubu yollamıştır. Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritesinin zayıflaması sonucu ortaya çıkan ayânlar, 1768 Osmanlı–Rus Savaşında devletin onlardan yardım istemek zorunda kalmasıyla daha da güçlenmiştir. Bunlar, bu dönemden sonra salt ayân olarak kalmamışlar, güçlerini artırmışlar. Bunlar bu dönemden sonra salt oğula geçen hanedanlar kurmuşlardır. Bu ailelerden biri Çankırı’yı da içine alan geniş bir alanda hüküm süren Çaparzâdeler’dir. Bu aile iki yüzyıla yakın egemenliğini sürdürmüştür. Bu dönemde aralarında Çankırı’da olmak üzere bir çok ayân hakkında sayısız şikayetler yapılmıştır. Çankırı’ya bağlı pek çok köyden, Mustafa Hatip oğlu Emrullah ve yardakçılarının yüz elli-iki yüz kuruş aldıkları ve halka eziyet ettikleri yolunda şikayetler olmuştur. Çeşitli köylerden gelenler ile şikayet edenler arasında yapılan duruşmada, şikayetlerin asılsız olduğu anlaşılmış ve durum Haziran 1802’da Çankırı Kadısınca bir mektupla İstanbul’a bildirilmiştir. Çankırı’nın Çaparzade Süleyman Beyin (1782-1813) bölgesi olması nedeniyle, Çankırı Sancağı’na bağlı Şabanözü’nde ayânlık iddia eden Hacı Ali oğlu Mehmed’in cezalandırılması görevi Süleyman Beye verilmiştir. Yapılan araştırmalar sonucu Mehmed hakkında yapılan şikayetlerin doğru olmadığı anlaşılmış ve Mehmed resmen ayan olmuştur. Çankırı ve çevresinde etkili olan Çaparzadeler önceleri yalnızca Bozok (Yozgat) Mütesellimi iken, daha sonra aile kısa sürede daha da büyüyerek gücünü arttırmıştır. Çaparzade Süleyman Bey döneminde devlet bu aileden sık sık yardım istemiştir. Devlet, kimi zaman ayânlardan birinin yolsuz bir davranışını önlemek için öbür ayânları kullanıyordu. Örneğin, Anadolu’da çeşitli sancaklardan buğday istemişti. Bu sancaklar arasında Çankırı da bulunuyordu. Çankırı da halk, ayândan bazı kişilerle anlaşarak, halkın sefer nedeniyle bir çok ödemede bulunduğunu belirtmiş ve zahireyi eksik vermişti. Bunun üzerine sancak mutasarrıfın vekili olan mütesellime, ayânların “sürgün ve kalebend” edilerek gereği gibi cezalandırmaları ve istenen buğdayın verilmesi emredilmiştir. Çankırı XIX. yy’da ana ulaşım yollarının dışında kalan bir yerleşim merkezi olduğundan fazla gelişmemiştir. Ekonomik yaşamda geleneksel üretimi biçimi sürmüş, buna bağlı olarak da önemli bir nüfus hareketliliği olmamıştır. Aynı dönemde Osmanlı merkezi yetkesinin zayıflaması, Kadıkıran isyanı ile Çankırı’ya da yansımıştır. Türkmen kökenli ve isminin de Kadıkıran Mehmet olduğu bilinen kişinin isyan hareketi, Osmanlı coğrafyasında diğer bir takım isyanların olduğu tarihle paralellik göstermektedir. Aynı zaman dilimi içerisinde Tepedelenli Ali Paşa’nın, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ve Yunan ayaklanmasının başlaması Osmanlı yönetimini güç durumda bırakmıştır. Kadıkıran Mehmet’in 3.000 kişi ile birlikte ayaklanması üzerine İbrahim Paşa, adamlarından Koca Arab’ı ayaklanmayı bastırmak üzere göndermiştir. Bu arada Kadıkıran, sıraya başvurarak affedilmesi ve bir il verilmesini talep etmişse de bu isteği reddedilerek hakkında idam fermanı çıkarılmıştır. Kuvvetlerinin sayısını 5.000’e çıkaran Kadıkıran ile Koca Arab’ın Çankırı’daki Dümeli ovasında karşılaştığı tahmin edilmektedir. Ayaklanma bastırılınca Kadıkıran Mehmet önce İran’a, oradan da Rusya’ya sığınmış, Rusların Tiflis elçisi de onu Erzurum’a, oradan da İstanbul’a göndermiştir. Kadıkıran Mehmet’in ayaklanma öncesinde ve sonrasında Çankırı Merkezi ile İl sınırları içerisinde oturduğu ve burayı merkez yaptığı tahmin edilmektedir. XIX. yy’ın ilk yarısında Çankırı Ankara Vilayetine bağlı iken, ikinci yarısında, yeni idarî ve mülkî yapılanmaya paralel olarak Kastamonu Vilâyetine bağlanmıştır. Bu dönemde Kastamonu vilâyetine Çankırı ile birlikte Sinop ve Bolu sancakları da bağlıydı. 1894 yılında Çankırı merkez kazaya Koçhisar (Ilgaz), Şabanözü ve Tuht (Yapraklı) nahiyeleri, Çerkeş kazasına da Karacaviran, Bayındır ve Ovacık nahiyeleri bağlıydı. Çankırı sancağına dönem dönem Kalecik ve İskilip kazalarının da bağlandığı bilinmektedir. 1899’da Çankırı merkezde askerî birlik olarak İkinci Kastamonu Fırkasının Üçüncü Kastamonu Livasına bağlı Altıncı Çankırı Alayı, Ilgaz’da Beşinci Kastamonu Alayına bağlı İkinci Koçhisar Taburu vardı. Subaylarının çoğunu Yunan ve Girit savaşları gazilerinin oluşturduğu söz konusu askeri birliklerin yanı sıra Çerkeş’te On İkinci Safranbolu Alanının İkinci Taburu bulunmaktaydı.
  3. BEYLİKLER DÖNEMİ Çankırı yöresinin II. Kıçılarslan’ın oğlu Muineddin Mesud’ca yönetildiği dönemde (1192-1203), Kastamonu’da fetihlere girişen Hüsameddin Çoban Bey, daha sonraları yörede babadan oğula geçen bir gemenlik kurmuştu. Çankırı Fatihi Emir Karatekin’in soyundan olan Hüsameddin Çoban Bey, I. Keykavus döneminde (1211-1219) Melik ülumera (Beylerbeyi) unvanı taşıyordu. Çoban Bey, I. Alaeddin Keykubad’ın tahta çıkışında (1219) Konya’ya giderek bağlılığını bildirmesi sonucu I. Alaeddin Keykubad da onun beylik belgesini yenilemişti. Yöredeki geniş Türkmen kitleleriyle birlikte Çoban Bey, bir uç beyi olarak, Bizanslarla sürekli savaştı ve 1223’te Kırım’a yapılan sefere de katıldı. Bu tarihten sonra kaynaklarda adına rastlanmayan Çoban Beyin öldüğü yer ve zaman bilinmemektedir. Yerine geçen oğlu Hüsameddin Alp Yürek’in de yaşamı ve beylik süresi üstüne bir şey bilinmiyor. Onun dönemi üstüne bilgilerimizin yokluğu, 1243 ten sonra Anadolu Selçukluları’nın Moğol egemenliğine girmesiyle de ilgilidir. Nitekim, 1258 tarihli bir belgeden yöre gelirinin Vezir Tuğrayi’ye verildiği anlaşılmaktadır. Candaroğulları Yönetimi İlhanlı tahtında Geyhatu, Anadolu seferinde II. Mesud’a yardım ederek Yavlak Arslan’ın ortadan kaldırılmasını sağlayan Şemseddin Yaman Candar’a bu hizmetine karşılık Eflani yöresini vermişti. Onun ölümünden sonra, yerine geçen oğlu Süleyman Paşa, 1309’da bir baskınla Kastamonu’yu ele geçirerek Mahmud Beyi öldürdü ve Çobanoğullarının yöredeki egemenliğine son verdi. 1341’den sonra ise oğlu İbrahim Bey’i Candaroğullarının başında görüyoruz. O da 1345’te ölünce yerine amcasının oğlu Adil Bey geçmiştir. 1361 de beylik tahtına Celaleddin Bayezid Bey çıkmıştır. Celaleddin BayezidBeyin dönemi Candaroğulları ile Osmanlılar arasında ilk ilişkilerin ve çatışmaların başladığı dönemdir. Bayezid Bey, ölümünden önce beyliği küçük oğlu İskender Bey’e bırakmak istiyordu. Buna karşı çıkan büyük oğlu Süleyman Paşa, kardeşi İskender Bey’i öldürdükten sonra Osmanlılara sığındı. I. Murad’ın desteğini sağlayan Süleyman Paşa, Osmanlı güçleriyle birlikte Kastamonu üzerine yürüdü ve 1384 yılında Kastamonu Osmanlıların eline geçti. Bunun sonucunda Bayezid Bey Sinop’a gitti ve böylelikle beylik ikiye ayrılmış oldu. Kısa bir süre sonra Süleyman Paşa Osmanlı baskısına karşı çıkarak beylikten ayrıldı. Ama halk onun yönetimini tuttuğundan, bu kez Osmanlılar yöreden çekildiler ve bu yerleri Bayezid Bey’e bırakmak istediler. Bunun üzerine Bayezid Bey, Süleyman Paşa’ya karşı harekete geçerek Kastamonu’yu aldı. Daha sonra yeniden Osmanlı’nın desteğini sağlayan Süleyman Paşa, babası Bayezid Bey’in de 1385 te ölmesiyle kesin olarak beyliğin yönetimini ele geçirdi. İlk önceleri Osmanlılarla dostça geçinen Süleyman Paşa sonraları, özellikle Kadı Burhaneddin Ahmed’le anlaşarak Osmanlılara karşı çıktı. Yıldırım Bayezid 1392’de Süleyman Paşa’yı yendikten sonra öldürüldü ve Candaroğulları Beyliği topraklarının büyük bir bölümünü Osmanlı topraklarına kattı. 1392’den sonra yalnızca Sinop yöresinde egemenliğini sürdüren Süleyman Paşanın kardeşi İsfendiyar Bey, 1402’de Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesiyle, Candaroğulları Beyliğinin eski topraklarını yeniden ele geçirdi. Hatta Timur yardımlarına karşılık, İsfendiyar Bey’e Çankırı’nın güneyindeki Kalecik’e değin uzanan toprakları verdi. İsfendiyar Bey Fetret Döneminde Osmanlı şehzadeleri arasında taht kavgasında dikkatli bir siyaset izleyerek yan tutmadı. 1423 yılında Çelebi Mehmet’in kesin olarak egemenliğini kurmasından sonra da Osmanlılara karşı sürekli bir dostluk siyaseti güttü. 1416 Eflak seferinde, oğlu Kasım bey komutasında bir birliği Çelebi Mehmed’e yardım için gönderdi. Ancak, sefer dönüşünde Kasım Bey, Çelebi Mehmed’den Çankırı, Kalecik, Tosya, Kastamonu ve Küre-i Nuhas (Küre) yöresinin kendisine verilmesini istedi. İsfendiyar Bey de Kastamonu ve Küre-i Nuhas (Küre) dışındaki yerleri Kasım Bey’e değil, Çelebi Mehmed’e bırakacağını bildirdi. Sonuçda Ilgaz Dağısınır olmak üzere güneyde kalan Çankırı, Kalecik ve Tosya yöresini alan Çelebi Mehmed, 1417 de buraları Kasım Bey’e verdi. Çelebi Mehmed’in 1421 de ölümü, İsfendiyar Bey’in harekete geçmesine neden oldu. Önce Kasım Bey’in üstüne yürüyerek Çankırı’yı ele geçirdi ise de II. Murad Çankırı’yı geri aldı. Bundan sonra Osmanlılarla Candaroğulları arasında kısa süreli birkaç savaş daha oldu. 1423 te varılan anlaşmadan sonra, ilişkiler genellikle dostça sürdü.
  4. 1071’de başlayan Anadolu’nun fethi, Süleyman şahın 1075’de İzniki alarak Anadolu Selçuklu Devletinin temellerini atmasıyla devam etmiş, aynı zamanda 1080’deki büyük Türkmen Göçü ile Anadolu’daki Türk nüfusu hızlı bir artış göstermiştir. Bu fetihleri efsanevi olarak anlatan Danişmendnameye göre, Çankırı’yı fetheden Emir Karatekin, Melih Danişmend Gazi ile Emir Artuk'un arkadaşlarındandır. Emir Karatekin, 1082’de Çankırı’yı aldıktan sonra Kastamonu ve Sinop’u topraklarına katarak egemenlik alanını genişletmiş ve gücünü sağlamlaştırmıştı. Danişmendname bu fethin Danişmendliler adına yapıldığını söylerse de, Bizans kaynaklarıyla öbür kaynaklar, Emir Karatekin’i Süleymanşah’a bağlı bir komutan olarak gösterir. Nitekim, büyük Selçuklu Sultanı Melihşah, başta Süleymanşah olmak üzere Anadolu’da kendisine karşı bağımsız bir güç oluşturan bu beylere karşı 1078’de Porsuk Bey, 1091’de Emir Bozan komutasında ordular gönderdi; Emir Karatekin’de bu ordularla çarpıştı ve savunmasını güçlendirmek için, Sinop yöresinden geri çekildi. Türbesi Çankırı’da olan Emir Karatekin’in hangi tarihte öldüğü kesin olarak bilinmiyor. Bilinen yörenin, I.Haçlı seferinin sonuna dek Türklerin elinde kaldığıdır.1097’de İznik’i ele geçiren Haçlı ordularının Eskişehir üzerinden güneye doğru yönelmeleri sonucu Çankırı, Haçlı işgalinden kurtulmuştur. Ancak, 1100de Danişmendli beyi Emir Gazi Gümüştekin’in Malatya önlerinde Antakya Haçlı Kontu Bohemond’u tutsak alarak Niksara götürmesi, bunun üzerine de 1101’de Roymond’de Toulouse komutasındaki bir haçlı ordusunun Bohemondu kurtarmak için harekete geçti. Ankara’yı da alarak yakıp yıkan bu ordu; Çankırı önlerine gelmiş, kenti çok iyi savunan güçler karşısında başarısızlığa uğrayınca yöreyi yağmalayarak Kastamonu’ya geçmiştir. Bu ordu Amasya yakınlarında I.Kılıç Arslan ve Emir Gazi Gümüştekin’in güçlerine yenildi. Haçlılara yardım eden Bizanslıların elinde kalan Çankırı yöresinin Emir Gazi Gümüştekin 1106’da yeniden fethetti. I.Haçlı Seferinin etkisinin azalmasından sonra, kendilerini toparlamaya başlayan Anadolu Selçukluları ile Danişmendliler, birbirleriyle sürekli bir savaşa başladılar. Ayrıca Danişmendliler arasında da taht kavgaları eksik olmuyordu. Bu durumda yararlanan Bizanslılar, daha önce bitirdikleri bir çok yeri geri almaya başladılar ve 1132’de Vali Alparslan yönetimindeki Çankırı’yı da ele geçirdiler. Bir yıl sonra 1133’de Emir Gazi Gümüştekin Çankırı’yı Bizans egemenliğinden kurtardı ve 1134’de de öldü. Bunun üzerine oğullarıyla Anadolu Selçuklu Sultanı I.Mesut arasında yeni bir savaşı başladı. Bu arada Bizans İmparatoru Ioannes, Kastamonu’da bozguna uğratan Bizans güçlerinin öcünü almak için, kendi komutasındaki bir orduyla Çankırı önlerine geldi. Çankırı’daki Türk valisi öldüğünden kenti savunan güçleri karısı komuta ediyordu. Bizans ilerlemesine karşı, I.Mesut’la Danişmendli tahtına egemen olan Melik Muhammed birleştiler. Bunun üzerine Ioannes, Marmara Bölgesine doğru çekilerek kışı burada geçirdi. 1135 baharında yeni güçlerle Çankırı ve Kastamonu’yu kuşattı. Zorlu savaşlar sonunda Çankırı Bizanslıların eline geçti. Kentteki Türkler tutsak alınarak İstanbul'a götürüldü. Ancak Ioannes’in çekilmesinden kısa bir süre sonra kent Türklerce geri alındı. I.Mesud, ölmeden önce (1155) eski Türk devlet geleneği gereğince ülkesini üç oğlu arasında bölüştürdü. II.Kılınç Arslan’ı Konya’da sultan ilan ederken, küçük oğlu Şahinşah’a Ankara, Çankırı ve Kastamonu yöresini verdi. Ancak, bu bölünme I.Mesud’un ölümünden hemen sonra taht kavgalarına yol açtı. Önce I.Mesud’un üçüncü oğlu Dolat öldürüldü. Sonra Şahinşah, Çankırı’da ayaklandı. Damatlarından Yağıbasan’da, II.Kılınç Arslan’ın sultanlığını tanımayarak Kayseri üzerine yürüdü. Uzun süren bu iç savaş sırasında Yağıbasan, Anadolu Selçuklu tahtına çıkarmak istediği Şahinşah’ın ve Bizans İmparatoru Manuel’in desteğini sağlayarak güçlendi ve 1162’de II.Kılıç Arslan’ı yendi. İstanbul’a giden II. Kılıç Arslan, Bizansla bir anlaşma yaparak, yeniden Anadolu’ya döndü ve yağıbasan’ın asıl merkezi olan Sivas’ı ele geçirdi. Bunun üzerine Yağıbasan, Şahinşah’la birleşmek için Çankırı’ya geldi ise de 1164’de burada öldü. Bu durum II. Kılıç Arslan’ın daha rahat hareket etmesini sağladı. Ankara ve Çankırı üzerine yürüyerek Şahinşah’ı yendi ve yöreyi egemenliği altına aldı. II. Kılıç Arslan da ölmeden önce (1192) ülkeyi 11 oğlu arasında bölüştürdü. Merkezi Ankara olmak üzere Çankırı, Kastamonu ve Eskişehir yöresini Muineddin Mesud’a verdi. Ancak, ülkenin bu 11 parçaya bölünüşü daha II. Kılıç Arslan’ın sağlığında kardeşler arasında taht kavgalarının başlamasına yol açtı. Ölümünden sonra bu kavga giderek büyüdü. Bütün bunlara karşın Muineddin Mesud, yöredeki Bizans topraklarında yeni fetihlere girişti. Daha sonra, aldığı bazı yerleri, 1196'da Konya tahtını ele geçiren II. Süleymanşah'a vermekle birlikte yöreyi egemenliğinde tuttu. Ancak, 1203'te Süleymanşah'ça öldürülünce, yöre doğrudan Konya tahtına bağlandı. Daha sonra I. Keykavus'un (1211-1219) 1214'te Sinop'u alması, yöreyi Karadeniz üstünden gelebilecek tehlikelere karşı daha güvenli bir duruma getirdi. Anadolu Selçukluları'nın en parlak dönemi olan Alaeddin Keykubad'ın saltanatı sırasında (1219-1237), Çankırı en dingin ve zengin dönemini yaşadı. I. Alaeddin Keykubad, alası Cemaleddin Ferruh'u kente vali atadı. II. Gıyaseddin Keyhusrev döneminde de (1237-1246) bir ölçüde süren bu durum sırasında Anadolu'nun Moğol akınlarına uğraması, Anadolu Selçukluları'nı büyük ölçüde sarstı. 1243 Kösedağ Savaşı'ndan sonra ülke bütünüyle Moğol egemenliği altına girdi. Bu dönemde Çankırı çeşitli baskılara uğradı. 1262'de II. Keykavus'un eski komutanlarından Ali Bahadır, Moğol egemenliğine karşı Ankara-Çankırı bölgesinde ayaklandı. Ama başarılı olamadı ve kaçmak zorunda kaldı. Moğollar'ın yöredeki egemenliğini temsil eden Sinop Beyi Muineddin Mehmed Pervane, 1293'te Çankırı'yı yağmaladı, her türlü para, mal, hayvan ve ürünü topladı.
  5. _asi_

    Çankırı adının kaynağı

    Çankırı’ya MÖ. Ankara ve çevrecinde oturan ve bir aralık burasını merkez yapan Galatlar zamanında "Gangrea" adını verilmiştir Bu isim bu güne kadar insanların dilinde değişikliğe uğrayarak gelmiştir. Önceleri "Cancari", daha sonra Garacalla paracı üzerinde "Gangaris” diye kullanılan Çankırı adını temsil eden bu kelimenin Paflagonya dilinde: "Keçili Bol Ülke" olarak geçtiğini, bu adın tiftik keçisinin yetiştirilmesine uygun oluşu ve kedilerin otlamasına elverişli bitki örtüsüne sahip bulunuşu sebebiyle, adı geçen toplumun çobanları tarafından bu adın verildiği ileri sürülmekledir, Fakat İslami Ansiklopedisi’nde ve Hacı Şeyhoğlu Hasan Efendinin eserlerinde "Ganpara" ve "Gangra" adları ile geçtiği bilinmektedir. Bazı kaynaklar. Romalılar devrinde bu adın verildiğini iddia etmekle ve yine bu dönemde "Ganpara" olarak söylendiği görülmekledir. Bazı batılı kaynaklarda "Can cara" ve "Han Cara” olarak geçmektedir. Roma imparatoru Septimus Severius’un adına basılan paralarda Çankırı'ya; “Tanrılar Ocağı" adı verilmiştir. Roma dilinde Çankırı, "Gangra" ve “Germanikapolis" diye adlandırıldığı bilinmekledir. Kalesinin sağlamlığı ile anıldığı bir dönemde, Selçuklular zamanında Emir Karatekin tarafından fethedilmesiyle "Kangırı" adını alan şehrin ismi. Osmanlı imparatorluğu döneminde "Kangırı", "Gangra". "Kengeri". "Kangri" olarak geçmektedir.Halk arasında bugün dahi Çangırı" biçiminde söylenmekte ve Cumhuriyetin ilk yıllarında "Kangri" şeklinin Çankırı şeklinde kabulü o zamanki Çankırı mebuslarından Ahmet Talat, Mehmet Rıfat ve Yusuf Ziya beylerin, 9 Nisan 1925 tarihinde TBMM ne verdikleri bir takrir üzerine, Hükümetçe yapılmıştır.
  6. _asi_

    Çankırı genel bilgileri

    Tarihi Çankırı'nın adı, Batılı kimi gezginler tarafından "Çangırı" ya da "Çengiri" biçiminde yazılmıştır. Kent eski Gangra adlı kentin yerinde kurulmuştur. Önceleri Paphlagonia'ya bağlıydı. Sonra Pontus devletine, ardından da Galatia'ya bağlandı. Galatia hükümdarı Deiotarus, Gangra'yı merkez yaptı. M.Ö. 25'te Roma imparatorluğunun topraklarına katılan yöre, Bizanslılar zamanında bir ara sürgün yeri idi. Kimi kaynaklarda anılan Germanikopolis kentinin Gangra olduğu sanılıyor. Emeviler zamanında İslam orduları birkaç kez saldırdılarsa da bu kaleyi ele geçiremediler. Çankırı ve çevresi, 1071 Malazgirt zaferinden sonra Danışmendoğullarınca ele geçirildi. Selçukluların Malatya'da tutsak edilip Niksar kalesine kapattıkları Antakya hükümdarı Bohemond'u kurtarmak için 1101'de İstanbul'dan yola çıkan Raymond de Toulouse komutasındaki Haçlı Ordusu Ankara'yı aldıktan sonra Çankırı'ya yöneldiyse de kaleye giremediler. Amasya yakınlarında Selçuklu ordusuyla karşı karşıya gelen Haçlı Ordusu, bozguna uğradı. 1134'te Bizans İmparatoru Ioannes Komnenos şiddetli çarpışmalardan sonra kaleyi ele geçirebildiyse de, o döndükten sonra Danışmendliler kenti geri aldılar. Daha sonra yöreye Selçuklular egemen oldular. I. Murad zamanında Çankırı ve çevresi Osmanlı topraklarına katıldı. Timur, 1402'de Çankırı'yı eski sahiplerine verdiyse de, 1439'da I. Mehmet geri aldı. Osmanlı döneminde yönetim bakımından anadolu eyaletine bağlı bir Livanın merkezi olan Çankırı, Cumhuriyetin ilanından önce Kastamonu vilayetine bağlı bir sancağın merkezi idi. Kurtuluş Savaşı sırasında İnebolu üzerinden İstanbul'dan Ankara'ya yapılan malzeme ve insan naklinde Çankırı önemli bir aracı merkez rolünü oynamıştır. Cumhuriyet döneminde il merkezi haline getirilmiştir. 19. yüzyılın sonunda yaklaşık 16 bin olduğu tahmin edilen nüfusunu, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında 10 binin altına düştüğü görüldü. (1927'de 8.847). Ancak 1940'da 10 bini yeniden aşabilen (10.235) nüfus 1970'te 25 bini geçti (26.124). 1990'da da 45.496'ya ulaştı. (Kengırı) kelimesinin (Çankırı) suretinde yazılması 11/ 4/ 1341 (1925 Miladi) tarihinde Çankırı Milletvekili A.Talat ONAY'ın öncülüğünde TBMM'ye verilen bir teklifle değiştirilmiştir. İlin merkezi olan Çankırı kenti, Kızılırmak'ın kolları Acıçay ile Tatlıçay'ın birleştiği yerde kurulmuştur. Deniz yüzeyinden 700-800 m. yüksekliktedir. Çankırı çok eskiden bir kale kentiydi. Kent, sonraları sırtını kaleye dayayarak, güneye doğru yayıldı. Günümüzde, Tatlıçay'ın her iki yakasına serpilmiş durumdadır. Kalenin eteklerindeki mahalleler, kentin çekirdeğini oluşturur. Bu mahalleler dar sokaklıdır. Kentin yeni kesimleri ise, daha modern görünüşlüdür. Coğrafi konumu Orta Anadolu'nun kuzeyinde, Kızılırmak ile Batı Karadeniz ana havzaları arasında yer alan Çankırı, 40° 30' ve 41º kuzey enlemleri ile 32° 30' ve 34º doğu boylamları arasında yer almaktadır. İlin komşuları batıda Bolu, kuzeybatıda Karabük, kuzeyde Kastamonu, doğuda Çorum ve güneyde Ankara ile Kırıkkale'dir. Denizden yüksekliği 750 metre olup, ülke topraklarının %o 94'lük bölümünü oluşturan toplam 7.388 Km²'lik bir alana sahiptir. İklimi, Bitki Örtüsü ve Yabani Hayat Çankırı'da genellikle İç Anadolu ya özgü iklim etkisi görünmektedir. Merkez,Ilgaz ve Yapraklı ilçelerinde kışlar serin, yazlar ılık geçerken, Çerkeş ilçesinde kışlar soğuk, yazlar ise serin geçmektedir. İlin en fazla yağış alan ilçesi, Yapraklı'dır. Yapraklı'da hemen hemen her mevsim yağış gözlemlenir. Merkezden, güneye doğru gidildikçe iklim ve bitki örtüsünde değişiklik ve zayıflama görünmektedir. Araştırmalar sonucu, il topraklarının 2-3 yüzyıl öncesine kadar bazı tuzlu bölgeler hariç, ormanlarla kaplı olduğu belirlenmiştir. Ne var ki, tarla açmak amacıyla yapılan bilinçsiz kesimler, hayvan otlatmak için ormanlardan yararlanılması, müdahale imkânı olmayan orman yangınları ve iklim değişiklikleri yüzünden, bu orman bölgelerinin büyük çoğunluğu yok olmuştur. İlin, bütün bu tahribattan sonra geriye kalan ormanları, Ilgaz ilçesi başta olmak üzere Elaman, Eğirova, Ovacık, Düvenlik, Ilısılık, Yapraklı, Sarıkaya, Karakaya ve Erikli Dağları ve çevresindedir.İldeki bitki örtüsünün üst florasını oluşturan iğne yapraklı ağaçlar, özellikle de karaçam, sarıçam, ardıç, meşe, ladin ve köknar gibi orman ağaçlarıyla ahlat ve kızılcık ağaçlarıdır. Bitki örtüsünün alt florasında ise hububat, yemlik ve yemeklik baklagiller ile ayrıkotu, devedikeni ve yumak gibi bitkiler bulunmaktadır. Ayrıca akarsular boyunca söğüt ve kavak ağaçları ile zengin meyve bahçelerine de rastlanmaktadır. İlde rastlanan başlıca av hayvanları, kurt, tilki, tavşan ve sincaptır. Uzun yıllar düzenli mücadele edilmediği için, yaban domuzu sayısından belirgin bir artış olmuştur. Fakat son yıllarda yapılan düzenli ve etkin mücadeleler nedeniyle, yaban domuzu sayısında belirgin bir azalma sağlanmıştır.Çankırı tuz fabrikası da büyük önem taşır. toprak yapısı ve sanayi Genellikle çıplak dağlarla kaplı olan Çankırı toprakları, şiddetli erozyon tehdidi altındadır. Bu yüzden il toprakları, tarımsal amaçla kullanılmamaktadır. Bu topraklar sadece hayvan otlatmada kullanılır. Çankırı ili sınırları içerisinde alüvyal, kolüvyal, kestane renkli, kahverengi orman ve kireçsiz kahverengi orman toprakları olmak üzere toplam beş tür toprak bulunmaktadır. Çankırı sanayi bakımından geri kalmış illerimizdendir.Un yem bitkileri ve askeri donatım fabrikaları vardır. Kültürü Çankırı’nın, Çankırılı’nın kültür yapısı, gelenek ve görenekleri, kültürel altyapıyı oluşturan folklorik öğeleri incelendiğinde büyük bir birikimin olduğu görülür. Bu birikimin temelinde uzun yıllar boyunca bu topraklarda yaşamış olan çeşitli milletlerin izleri vardır. Diğer taraftan asırlardır bu topraklarda yaşayan Türkler, kökleri anayurtları olan Orta Asya’ya uzanan bir takım adet ve ananelerini yaşatmayı ve gelecek kuşaklara bırakmayı başarabilmişlerdir. Türklerin Çankırı ve civarını fethetmesinden bugüne kadar geçen süreçte bölge işgale uğramamış, etnik yapısının temelini oluşturan ağırlıklı Türk nüfusta hiçbir değişiklik olmamış, ticaret yollarından ve limanlardan uzakta oluşu sebebiyle de bölge insanı çok kültürlülükten daha çok tek- kültürlü bir toplum olma özelliğini korumuştur. Çankırı, olanakların kısıtlı olmasına ve altyapı yetersizliğine rağmen kültürel etkinliklere sürekli sahne olan bir şehrimizdir. İl Kültür Müdürlüğü’nün öncülüğünde ve çeşitli kurumların katkılarıyla konser, tiyatro, gösteri, panel vb. etkinlikler düzenlenmekte, Çankırılılar'ın sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanmasına çalışılmaktadır. Bu çalışmalar doğrultusunda, 1998 yılında ilde 2 açık oturum, 14 toplantı, 7 gösteri, 5 konferans, 4 panel, 1 seminer, 3 sempozyum düz enlenmiş, 2 kurs ve 11 sergi açılmış, 13 tiyatro oyunu sahneye konmuş ve 3 konser gerçekleştirilmiştir. Çankırı’da kültür hareketlerinin bir merkezi de kütüphanelerdir. Halen il genelinde bulunan 10 kütüphane ile bir gezici kütüphane, okuyucularına başta ödünç kitap verme olmak üzere her türlü hizmeti sunmaktadır. 100. yıl Kültür Merkezi’nde bulunan Çankırı İl Halk Kütüphanesi ise 40.000’e yaklaşan kitap koleksiyonu ile hem Çankırılı kitapseverlere, hem de öğrencilere geniş olanaklar sunmaktadır. Kütüphanede bulunan 112 adet yazma eser ise koruma altına alınmış olup araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır. Merkezdeki kütüphane dışında Eldivan, Şabanözü, Atkaracalar, Bayramören, Çerkeş, Kurşunlu, Ilgaz, Orta, Korgun, Kurşunlu ve Yapraklı kütüphanelerinde de okuyucular kitapla buluşmaktadır. Mutfağı Çankırı yöresinde geleneksel beslenme biçimi etkinliğini sürdürmektedir. Yöre insanının beslenme alışkanlıklarında Orta Anadolu özellikleri görülür. Beslenmenin temelinde buğday ve buğday ürünleri bulunmaktadır. Tarhana, bulgur, keşkek, yarma, erişte vb. yiyecekleri ev ekonomisi çerçevesinde yöre halkı kendisi üretir. Anadolu'nun pek çok yerinde olduğu gibi kimi yiyecek maddeleri kurutulmak, salamura yapılmak, turşu kurularak ve diğer bazı usûllerle kışa hazırlanır. Kıyma, kavurma, sucuk gibi et ürünleri, kurutulmuş fasulye, patlıcan, biber gibi sebzeler, konserveler, değişik meyvelerden reçeller bunlar arasındadır. Hamura çeşitli maddeler katılarak sacda, yağda, fırında ve tencerede pişirilerek çok sayıda yemek yapılmaktadır. Tava çöreği, yazma çöreği, bükme, gözleme, cızlama, tatar böreği, iri hamur, mantı, pıhtı, çullama bunların başlıcalarıdır. Tarhana, toyga, şaştımaşı, tutmaç, yarma, dene, cümcük gibi çorbalarda ana madde buğday ürünleridir. Yaş ve kuru sebzeler beslenmede ikinci sırayı alır. Hayvani besin tüketimi sınırlıdır. Kentsel alanlarda hazır yiyecekleri kullanma alışkanlıkları gelişmekle birlikte evde hazırlanan geleneksel yiyeceklerin ucuza gelmesi ile dağıtım ağının hazır yiyecekleri bütün yerleşme birimlerine ulaştıracak düzeyde olmaması da durumu etkilemektedir.
  7. _asi_

    Çanakkale savaşı resimleri

    DÜŞMANA BOĞAZI DAR EDEN TÜRK TABYALARI KİLİTBAHİRDEN TABYALAR TÜRK SİPERLERİ DÜŞMAN GEMİLERİNİ BATIRAN TÜRK TOPLARI ÇANAKKALEDE SİPER KAZMADA KULLANILAN ALETLER ÇANAKKALE SAVAŞINDA KULLANILAN SİLAH VE MERMİLER SAVAŞTA KULLANILAN SÜNGÜLER VE SİLAHLAR KAFASINA MERMİ SAPLANMIŞ BİR ŞEHİT KAFATASI SAVAŞTA KULLANILMIŞ TÜFEK ÇANAKKALE SAVAŞINDA KULLANILMIŞ BİR TELSİZ KILIÇLAR
  8. _asi_

    Çanakkale resimleri

    Çanakkale Cumhuriyet Meydanı Çanakkale Saat Külesi ÇİMENLİK KALESİ SİPERLER NUSRAT MAYIN GEMİSİ KİLİTBAHİR KALESİ
  9. _asi_

    Çanakkale resimleri

  10. _asi_

    Çanakkale resimleri

    ÇANAKKALE GENEL GÖRÜNÜM 57. ALAY ŞEHİTLİĞİ ATATÜRK ZAFER ANITI AYNALI ÇARŞI ÇANAKKALE BOĞAZI ÇANAKKALE ŞEHİTLER ABİDESİ MEHMETÇİĞE SAYGI ANITI ŞAHİNDERE ARIBURNU
  11. _asi_

    Çanakkale Savaşı

    İKİNCİ ANAFARTALAR SAVAŞI Gelibolu Yarımadası’na asker çıkartıldığı 25 Nisan tarihinden itibaren beş aya yakın bir zaman geçmesine karşın müttefik kuvvetler Osmanlı kuvvetleri karşısında kesin bir sonuç elde edememişlerdi. General Hamilton, artık Gelibolu’daki müttefik kuvvetleri cephe komutanı durumundaki General F. Stopford’dan sonuç getirecek bir girişimde bulunmasını istemektedir. Ancak Stopford, birliklerin dağınık olduğu, muharebe güçlerinin kalmadığı gerekçeleriyle bir girişimde bulunmaktan kaçınıyor ve zaman istiyordu. Bunun üzerine General Hamilton, İngiliz Savaş bakanı Lord Kitchener’in onayını aldıktan sonra General Stopford’u görevden almıştır. Hemen ardından Seddülbahir Cephesi’ndeki İngiliz 29. Tümeni Anafartalar Cephesi’ne aktarıldı. Mısır’da bulunan 5.000 kişilik bir tümen de aynı cepheye getirildi. Bu şekilde içerden ve dışardan takviye edilen Anafartalar Cephesi’ndeki kuvvetlerle genel bir taarruz planlandı. Müttefik taarruzu, Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal’in sorumluluk bölgesinde, 12. ve 7. Tümenlerin mevzilerine yönelmiştir. Bu kuvvetler 21 Ağustos 1915 sabahı İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepelerine genel bir taarruza geçtiler. Aynı anda Anzak Kolordusu’na bağlı bir tugay da Bomba Tepe’ye taarruz etmiştir. İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepeleri’ne yönelik taarruz aynı gün, kesin bir başarısızlıkla son bulmuştur. Bomba Tepe’deki çatışmalar ise 29 Ağustos tarihine kadar sürmüş tepe, Osmanlı savunmasının elinde kalmıştır. Tahliye İkinci Anafartalar Savaşı’ndan sonraki aylar Gelibolu’da siper savaşları şeklinde sürmüştür. İki tarafın da taarruz gücü kalmamıştı. Müttefikler açısından bu dönem bir kararsızlık dönemidir. Onca kayıptan sonra Gelibolu’yu tahliye etmek kolay verilecek bir karar değildir. Taarruz için de General Ian Hamilton’un değerlendirmelerine göre en az ellibin askerlik bir takviye gerekmektedir. Ancak 14 Ekim 1915 günü Bulgaristan, İttifak Devletleri safında savaşa girerek Sırbistan’a saldırmıştır. Bu gelişme müttefiklerin Çanakkale seferinin varoluş nedenlerinden birinin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Çünkü bu sefere kalkışılmasının nedenlerinden biri de Balkan ülkelerinin İtilaf Devletleri safında savaşa girmesini teşvik etmekti. Üstelik Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu ile Müttefik olması, Almanya ile Osmanlı Devleti arasında kara bağlantısını, dolayısıyla savaş malzemesi nakliyatını büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. Nitekim 29 Ekim 1915’de İstanbul’la Almanya arasındaki demiryolu hattı İttifak Devletleri’nin kontrolüne geçmiştir. Bu demiryolu bağlantısının ilk en acı belirtisi de Avusturya’dan gönderilen ve cephede 15 Kasım 1915 tarihinde ateşe başlayan 240 mm.lik top bataryasıdır. Bu tarihten üç gün sonra General Ian Hamilton görevden alınarak yerine General Charles Monro atanmıştır. Monro cephede yaptığı incelemelerin ardından 3 Kasım 1915’te İngiliz Yüksek Savunma Konseyi’ne cephe hakkındaki görüşünü, “Gelibolu tahliye edilmelidir” şeklinde bildirmiştir. Bu kolay alınacak bir karar değildir. 6 Kasım 1915 günü İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener Gelibolu’ya gelmiştir. 15 Kasım’da Lord Kitchener’in kararı Seddülbahir Cephesi dışındaki diğer iki cephedeki askerlerin tahliye edilmesi yönündedir. Ertesi gün 16 Kasım’da Müttefiklerin Selanik Cephesi de General Monro’ya bağlanmıştır. General Birdwood, General Monro’ya bağlı olmak üzere Çanakkale Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı’na atanmıştır. Kesin karar 7 Aralık 1915 tarihinde verilmiştir. Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri’ndeki Müttefik kuvvetler, Selanik Cephesi’ne kaydırılmış, Seddülbahir Cephesi’ndeki kuvvetler ise yerlerinde kalmışlardır. Tahliye işlemleri 10 Aralık 1915 tarihinde başladı. Gizlilik sağlanması amacıyla tahliye sadece geceleri yapılmıştır. Bir grup asker gündüzleri sahile çıkarılıyor, cepheye doğru yürüyüşe geçiyorlardı, bu askerler geceleyin tahliye ediliyor ertesi gün yine sahile çıkarılıyordu. Sahile indirilen boş cephane sandıkları katırlarla siperlere taşınıyordu. Son birlikler, postallarının üstüne çorap giyerek siperlerinden ayrılıp sahile yürüdüler, iskeleye battaniyeler serilmişti. 19 Aralık 1915 akşamı son asker de cepheden ayrılmıştır. 20 Aralık 1915 sabahı götürülemeyen malzeme sahilde ateşe verilmiş, Osmanlı siperleri altına kadar uzanan tünellerde toplam bir ton kadar dinamit ateşlenmişti. Anafartalar ve Arıburnu Cephelerinin tahliyesinin hemen ardından Lord Kitchener’in, Seddülbahir Cephesi’ndeki birliklerin yerinde kalması yönündeki kararı, “ne amaçla kalması” açısından sorgulanmaya başlanacaktır. Sonuçta, 27 Aralık 1915 tarihinde bu bölgenin de boşaltılmasına karar verilir. Kuşkusuz bu hatalı bir gecikmeydi. 20 Aralık’tan itibaren Osmanlı tarafı, hiç olmazsa Seddülbahir Cephesi’ndeki Müttefik askeri varlığını elden kaçırmamak için mevcut kuvvetleri güney hattına kaydırmaya başlamıştır. Özellikle 240 mm.lik ve daha sonra gelen 150 mm.lik top bataryaları Seddülbahir Cephesi’nde konuşlanıp ateşe başlamışlardı. Yine de büyük bir ustalıkla sürdürülen tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı, saat 03:20’de tamamlanmıştır. Otuzaltıbin asker, dörtbin nakliye hayvanı –gemilere alınamayan yüzlerce at, kuzeyde olduğu gibi, öldürülmüştü- 127 top ve ikibin ton ikmal malzemesinden taşınabilenler, gemilere yüklenmişti. Taşınamayan malzeme ise yine kuzeyde olduğu gibi sahilde büyük yığınlar halinde ateşe verilmişti. Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinin ertesinde, 6 Kasım 1918’de İngilizler Gelibolu’yu işgal ederek Merkez Tahkimatı’na el koymuşlardır. Mareşal Liman Von Sanders, 25 Nisan akşamından itibaren diğer bölgelerdeki Osmanlı birliklerini Arıburnu ve Seddülbahir Cephelerine kaydırmaya başlamıştı. 28 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir Cephesi’nde de tüm Müttefik askeri karaya çıkartılmıştı ve ileri hareketleri Osmanlı birlikleri tarafından durdurulmuştu. General Sir Ian Hamilton’un elindeki tüm kuvvet budur ve ihtiyatı da yoktur. Osmanlı ise diğer bölgelerden kaydırdıkları kuvvetlerce takviye edilmektedirler. Her geçen gün, Hamilton’un harekâtı başarıyla sonuçlandırma olanağını sınırlamaktadır. Gerek İngiliz gerek Fransız üst rütbeli subayları, Batı cephesinden kuvvet aktarılmasına karşı çıkmaktadırlar. Gelibolu harekât alanına, ikinci öncelik verilmektedir. Ancak Lord Kitchener Gelibolu’daki birlikleri takviye etmeye karar vermiştir. Mısır’daki 42. Tümen 28 Nisan da gemilere bindirilmeye başlandı. Fransızlar da 30 Nisan da General Bailloud komutasındaki 156. Tümen’i, Doğu Sefer Kolordusu’nun 2. Tümen’i olarak Gelibolu’ya gönderme kararı almıştır. Oysa Alman Amiral Von Tripitz daha gerçekçi değerlendirmelerde bulunmakta, “Çanakkale Boğazı düşecek olursa savaş aleyhimize sonuçlanmış olacaktır” demektedir. SAVAŞIN SONUÇLARI İngiltere ve Fransa ile Osmanlı ve Alman orduları arasında geçen ve iki taraftan toplam 500,000'den fazla insanın "kaybına" (ölüm, firar, esir, sakatlanma ve hastalıklar) neden olan savaşın ardından İtilaf Devletleri Çanakkale Boğazı'nı geçememiş, İstanbul'u işgal edememiştir. Pek çok tarihçi, Rusya'da zorda kalan çarlık rejimi devrilmesinde ve I. Dünya Savaşı 2 yıl uzamasında bu olayın önemli payı olduğu görüşündedirler. Çanakkale Savaşı, müttefikleriyle Rusya'nın irtibatını önlemiş, bu arada Lenin ve yandaşları Bolşeviklerin Ekim Devrimi ile Rusya savaş dışı kalmıştır. Bu durum ihtilal Rusyası ile müttefiklerini birbirinden ayırmıştır. Sovyet Rusya Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara hükûmetine belirli ölçüde lojistik destek sağlamıştır. Bu savaşlar, İngiliz ve Fransız kuvvetlerini Gelibolu Yarımadası'na bağlamış, Almanya ve müttefiklerinin yükleri hafiflemiştir. Savaşta, çok sayıda eğitilmiş insan kaybedilmesi nedeniyle cumhuriyet döneminde eğitilmiş insan sıkıntısı çekilmiştir. Karşılıklı olarak çok büyük insan ve malzeme zayiatı verilmiştir. Mustafa Kemal bu savaşta Conkbayırı Anafartalar ve Arıburnun'da görev yapmıştır. Çıkartmanın ilk günü Conkbayırı'ndaki müdahalesi ve savaşın son aşamalarında üstlendiği görevler, Mustafa Kemal'in askeri yeteneklerini ortaya çıkarmış "Anafartalar Kahramanı" olarak tanınmasını sağlamıştır. Bu durum daha sonraları Mustafa Kemal'in milli liderliğini ortaya çıkarmıştır Ölü ve Yaralı Bilançosu Ölen Yaralı Toplam Avusturalya 8.709 19.441 28.150 Yeni Zelanda 2.701 4.852 7.553 Birleşik Krallık 21.255 52.230 73.485 Fransa 10.000 (Tahmini) 17.000 27.000 Hindistan 1.358 3.421 4.779 İtilaf 44.072 97.037 141.109 Osmanlı 45974 174.634 251.000 SAVAŞIN SONRASI VE ETKİLERİ Toplumsal Etkileri Çanakkale Savaşı, ilgili bütün ulusları derinden etkilemiştir. Avustralya ve Yeni Zelanda'da Anzak Günü adıyla her yıl düzenli bir seremoni tekrarlanır. Ayrıca Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar o gün toplanarak Gelibolu Yarımadası'ndaki Anzakların (ANZAC: Australian and New Zealand Army Corps) çıkartma yaptıkları Anzak Koyu'na gelerek atalarının savaştıkları bu yeri ziyaret ederler. Çanakkale Savaşı, en çok İtilaf Devletlerinin altındaki sömürgeleri özellikle de Avustralya ve Yeni Zelanda'yı etkilemiştir. Bu savaştan önce bu iki ülkenin vatandaşları Britanya İmparatorluğu'nun yenilmez üstünlüğünden emindiler ve böyle bir imparatorluğun onları askeri seferlere çağrısından büyük onur duymuşlardı. Bir propaganda posterinde yer alan Anzak üniforması giymiş bir çocuğun "Baba, Büyük Savaş'ta sen ne yaptın?" sorusu onları şüphesiz etkilemiştir. Ancak Çanakkale Savaşı onların bu büyük güvenini derinden sarsmıştır. Anzaklar için Çanakkale Savaşı'nın önemi çok büyüktür, Çanakkale'den ayrılan Anzaklar savaşın başka cephelerinde savaşmaya gönderilmişler ve gittikleri her yeri Çanakkale'de yaşadıklarıyla karşılaştırmışlardır. Ülkelerine döndüklerinde kahraman gibi saygı görmüşler ve gözlerindeki Britanya İmparatorluğu'nun sonsuz gücü büyük bir yara almıştır. 1 Ocak 1901'de Avustralya Federasyonu kurulmuş, Avustralyalılar on yıllık bir süreçte seçme ve seçilme ile temsil edilme haklarını elde etmişlerdir. Böylece Britanya İmparatorluğu'nun altında bir Avustralya Devleti doğmuştur. Günümüz Avustralya tarihi böyle anlatsa da bu ülkenin gerçek psikolojik bağımsızlığı Gelibolu olarak görülür. Her yıl çıkartmanın yıldönümü olarak 25 Nisan'da Anzak Günü adıyla anma törenleri düzenlenir ve o gün Avustralya ile Yeni Zelanda'da ulusal tatildir. Avustralya şu ana kadar resmi olarak sadece bir düşman kumandanını tanımıştır. Campbell'e yapılan bir anıtıyla bu kişi Mustafa Kemal Atatürk'tür. Yeni Zelanda için de bu durum aynıdır. Yeni Zelandalılar Wellington'un Tarakina Koyu'na Atatürk Memorial (NZ) adında bir anıt dikmişlerdir. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1934 Anzak Kutlamaları sebebiyle gönderdiği mesaj ülkeler arası dostluğu pekiştirmiştir: "Bu Memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır." Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra İngiliz ve Fransız donanmalarının geri püskürtüldüğü 18 Mart, Çanakkale Şehitlerini Anma Günü olarak ilan edilmiştir. Dünyada ise bu savaş, askeri beceriksizlik ve felaket sembolü olarak sayılmıştır. Eric Bolge tarafından yazılan savaş karşıtı şarkısı "And The Band Played Waltzing Matilda" bu savaşla ilgilidir.
  12. _asi_

    Çanakkale Savaşı

    ARIBURNU CEPHESİ Arıburnu Cephesi’nde 25 Nisan 1915 sabahı çıkartma yapan Anzak Kolordusu örtü kuvvetleri, sahildeki Osmanlı gözetleme postalarını atarak bir köprübaşı oluşturmuşlardır. Sahile çıkan örtü kuvveti üç koldan sırtlara ilerlemiştir. Sırtlardaki Osmanlı direnişi, ileri harekâtı yeryer engelliyor, genel olarak geciktiriyordu ama sahili tehdit edecek bir harekât gösteremiyordu. Buna karşın sırtlarda yer yer süren çatışmalarda Anzak kayıplar artmakta, sahile yağan takviye talepleri karşısında çıkan tüm birlikler derhal ateş hattına gönderilmektedir, sahilde ihtiyat tutulamamaktadır. Anzak mevzilerine taarruza girişmiştir. Bu taarruzla Anzak birlikleri sırtın batı yamaçlarına çekilmişlerdir. Ordu ihtiyatındaki 19. Tümen komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal çıkartma başladığı sıralarda 57. Alay ve bir topçu bataryasıyla Conk Bayırı’na hareket etmişti. Karargahta, 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa’ya (Albay Mehmet Esat Bülkat Bey’e) kararını anlatmıştır. Esat Paşa, bu kararı onaylamış, Albay Halil Sami Bey’in 27. Alay’ını da yarbayın komutası altına vermiştir. Esasen 19. Tümen, ordu ihtiyatıdır, ancak Mareşal Sanders’le halen temas kurulamamış olması nedeniyle Esat Paşa harekâtın yapılması için çekimser kalmış,bunun üzerine Yarbay Mustafa Kemal Bey kendi inisiyatifini kullanarak tümenini ileri harekâta dahil olmak üzere Kılıçbayır yönüne intikal ettirmiştir.Taarruzun 5. Ordu Komutanı Mareşal Sanders'in Yarbay Mustafa Kemal Bey'in öngörülerinden,kendiliğinden hareket etmesinden ve 19.Tümen'in bu harekâta katılmasından haberi olmamıştır. Bu arada Kılıçbayır yönüne sevk edilen Avustralya birlikleri, bölgeye ulaşır ulaşmaz muharebeye sürülmektedir. Çünkü Osmanlıların sırtlardan aşağı akıp cephe hattını kırmaları an meselesi olarak görünmektedir. 19. Tümen’e bağlı dört alayın bölgeye intikali ardından Osmanlı Arıburnu Kuvvetleri Yarbay Mustafa Kemal Bey emriyle saat 15:30 dolaylarında yeniden bu kez toplu olarak taarruza geçmişlerdir. General Hamilton anılarında şöyle anlatır. “Gebe dağlar Osmanlı doğurmakta devam ediyor. Bizim mevzilerimizin en yüksek ve en merkezi yerine birbirini kovalayan dalgalar halinde yükleniyorlar.” Bu taarruzun sonucunda Kılıçbayır’ın iki yanından gelişen Osmanlı taarruzları karşısında Kılıçbayır ve hemen güneybatısındaki Cesaret tepe kesin olarak Osmanlıların eline geçmiştir. Düztepe’nin alınması, Osmanlı birliklerine Kılıçbayır üstünden Anzak sahiline geniş bir taarruz hattı açmıştı ama, Osmanlıların zaten ellerindeki az bir kuvvetle yaptıkları bu taarruzu sürdürecek kuvvetleri yoktur. Anzak cephesindeki bu gedik, savaş boyunca kalmıştır. Harekâtın ilk gününde karaya çıkartılan asker sayısı 15.000’dir. Yaklaşık 2.000’i ölü olmak üzere kayıplar 3.500’dür. .[22][kaynak belirtilmeli] Gece yarısına doğru Anzak Kolordusu Komutanı Birdwood, emrindeki her iki tümen komutanın da tahliyeden yana olduklarını, kendisinin de bu görüşü paylaştığını General Hamilton’a bildirmiştir. Anzak ordusu gün boyu süren çatışmalardan dolayı bitkindir, moral düşüktür, birlikler halen dağınıktır. Gün boyu süren Osmanlı taarruzları, Anzak cephesinin kuzey batı kesimindeki sırtta (Kılıçbayır) bir gedik oluşturmuştu. Bu gedik, Ancak çıkartma bölgesi için ağır bir tehdit oluşturmaktaydı. Gece boyu takviye alan Osmanlı kuvvetlerinin etkin bir topçu desteğiyle sabah girişecekleri bir karşı taarruza kesin gözüyle bakılmaktadır. Ordunun bu haliyle bu saldırıyı göğüsleyemeyeceğinden, sahilde imha edileceğinden korkulmaktadır. Amiral Thursby ise tahliyenin çok fazla kayba neden olacağını, pozisyonu korumanın daha iyi olacağı görüşündedir. General Hamilton, sahilde kalınarak direnilmesine karar vermiştir Takviye olarak bölgeye gönderilen İngiliz 9. Kolordusu’nun Suvla Koyu’na çıkartma yaptığı 5-6 Ağustos gecesi, bir Anzak tümeni gece yürüyüşüne geçmiştir. Hedefleri, Kocaçimen Tepesi – Besim Tepe – Conk Bayırı hattıdır. Sarı Bayır Harekâtı olarak bilinen harekâtta Anzak birlikleri sırtlara kadar yaklaşabilmiş ama sırtları alamamıştır. Muharebelerin yoğunluğu Conk Bayırı bölgesinde olmuş, Conk Bayırı Muharebesi 9 Ağustos 1915 tarihine kadar sürmüştür. Kurmay Albay Mustafa Kemal’in 10 Ağustos sabahı başlattığı taarruz ile Anzak kuvvetleri sırtlardan çekilmek zorunda kalmışlardır. Suvla Koyu’nda İngiliz 9. Kolordusu’nun ikinci genel taarruzuyla aynı gün 21 Ağustos’da Anzak birliklerinin sonuçsuz Bomba Tepe taarruzu, Çanakkale Savaşı’nın son muharebesi olmuştur. Taarruzun sonunda 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa'da Yarbay Mustafa Kemal Yarbay Mustafa Kemal Bey'in komuta yeteneğini takdir ederek 19. Tümen'in bu hareketini 5.Ordu Komutanı Mareşal Sanders'e bildirmiştir.Mareşal Liman Von Sanders genel durumu inceleyerek 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey'in sıradan bir kurmay olmadığına müşahade etmiştir.Yarbay Mustafa Kemal Bey'in bu öngörüsü ve taarruzun başarıya ulaşmasındaki payı Osmanlı Ordusunda başarılı bir kurmay olarak anılmasını sağlayacak,Mustafa Kemal Bey'in askeri dehasının ortaya çıktığı bir savaş olacaktır. ANAFARTALAR CEPHESİ Çanakkale Savaşı'nın üçüncü cephesi olan Anafartalar Cephesi, 6 Ağustos 1915 tarihindeki Suvla Koyu civarında Müttefik kuvvetlerle yapılan çıkartma harekâtıyla başlamış ve hemen ertesinde Arıburnu Cephesi kuvvetleriyle birleşmiştir. Çıkartma amacı ve planı Gelibolu Yarımadası’na yapılan Müttefik çıkartmalarının başladığı 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Ağustos ayına kadarki dört aylık süre içinde Seddülbahir ve Arıburnu Cepheleri’nde ilerleme sağlayamayan Hamilton, üçüncü bir cephe açma yolunu seçmiştir. Burada amaç, sert direnme gösteren her iki cephedeki Osmanlı kuvvetlerinin geri hattına çıkarak kuşatmaktır. Hamilton, üçüncü cepheyi küçük ve büyük Kemikli burunları arasındaki Suvla kumsalına İngiliz 9. Kolordusu’nu çıkartarak açmıştır. İngiliz 9. Kolordusu, 1915 yılının Mayıs ayı sonlarında Avrupa’daki cephelerden çekilerek gönderilen takviye kuvvetleridir. O tarihe kadar Limni ve Gökçeada’da toplanmaktaydı. 6-7 Ağustos gecesi gerçekleştirilen çıkartma ile bu birlikler Kocaçimentepe – Conkbayırı hattından Çanakkale Boğazı’na ulaşacak ve savunmadaki Osmanlı kuvvetlerini çembere almış olacaktır. Esasen bu plan Mayıs 1915 ayında Anzak Kolordusu kurmay heyetinin öne sürdüğü plandır. Arıburnu’na 25 Nisan 1915 sabahı çıkartılan Anzak kuvvetleri, gün sonuna dek, sert Osmanlı direnişi sonucu belirlenen hedeflere ulaşamamıştı. Dahası, çıkartmanın hemen ardından başlayan Osmanlı karşı taarruzları, Anzak birliklerinin sahilde dar bir alanda sıkışmalarına neden olmuştu. Çıkartma günü akşamı, Anzak Kolordusu’nun iki tümen komutanı da çıkartmanın başarısız olduğu, sahilde tutunmanın olanağının kalmadığı gerekçesiyle, birliklerinin tahliyesinden yanadırlar. Aynı gece Anzak Kolordusu komutanı General William Birdwood bu görüşü Müttefik Kuvvetleri genel komutanı General Sır Ian Hamilton’a iletmiştir. General Hamilton, sahilde kalınarak mevzilerin savunulması emrini vermiştir. Tüm bu gelişmelerin sonucunda Anzak Kolordusu kurmay heyeti, çıkartma bölgelerinin hemen kuzeyinde, takviye kuvvetlerce bir çıkarma yapılması planını gündeme getirmişlerdir. Çanakkale Savaşı'nın başladığı tarihlerden itibaren Müttefik komutanlar, Osmanlı'nın, İç Hatlar Avantajından da yararlanarak yedek kuvvetlerini hızla harekât bölgesine taşıyabildiklerini ve Müttefik ileri harekâtını durdurabildiklerini gözlemlemişlerdi. Bu kez, Osmanlı'nın dikkatini, dolayısıyla yedek kuvvetlerini çıkartma bölgesi dışında bölgelere kaydırmalarını sağlayacak operasyonlar planladılar. Bunlardan ikli Seddülbahir Cephesi'nde girişilen göstermelik bir taarruzdur. Bölgedeki İngiliz kuvvetleri 6 Ağustos 1915 günü, saat 15:50 dolaylarında Osmanlı mevzilerine karşı taarruza geçmişlerdir. Kirte Bağları Muharebesi olarak bilinen bu operasyon, Osmanlı ihtiyat kuvvetlerini, yarımadanın güneyine çekmeyi amaçlamaktaydı. Aynı amaçla ortaya konulan bir başka operasyon ise Anzak çıkartma bölgesinin kuzey bölümünden yapılması planlanan ileri harekâttır. Aslında bu taarruz planı, sadece Osmanlı'nın dikkatini başka yöne çekme amacını içermemekteydi. Esasen operasyon fikri, Gelibolu Yarımadasının en yüksek arazisi olan Conkbayırı – Kocaçimentepe – Besimtepe hattında Osmanlı savunmasının zayıf olduğu tesbitine dayanmaktadır. Gece saatlerinde derin vadilerden yapılacak bir yürüyüşle bu tepelerin ele geçirilmesinin, Gelibolu Yarımadasındaki Osmanlı savunmasının çökmesi sonucu doğuracağı hesaplanmaktadır. Gerçekten de derin kuru dere yataklarının ve sarp kayalıkların araziyi böldüğü, yer yer sık fundalıklarla kaplı bu arazi, askeri bir harekât için uygun olmadığı gerekçesiyle zayıf kuvvetlerle tutulmuştu. Bu operasyonla hem Osmanlı'nın ihtiyatların asıl çıkartma bölgesi dışına çekmek, hem de bu kilit bölgede stratejik bir pozisyon elde etmek amaçlanmaktadır. Bu harekât devamında yaşanan çatışmalar, Conk Bayırı Muharebesi olarak bilinir. Çıkartma İngiltere’den gönderilen üç takviye tümeni 10., 11., 13. ve 53. tümenlerdir. Bu tümenlerden 53. Tümen, ihtiyat olarak Mondros’ta kalacak, diğer üç tümen sahile çıkacaktır. 13. Tümen ve 10. Tümen’in bir tugayı, 3 Ağustos 1915 akşamı Anzak sahillerine çıkartılacak, 11. Tümen ise 6 Ağustos 1915 akşamı Suvla kumsalına çıkartılacaktır. 10. Tümen’in diğer iki taburu da hemen ardından sahile indirilecektir. Suvla Çıkartmasına İngiltere’den intikal eden 9. Kolordu komutanı General Fredirck Stophord’un komuta etmesine karar verilmiştir. Çıkartma 6 Ağustos 1915 gecesi saat 21:30’da başlamıştır. Saat 22:00 olduğunda kumsala dört tabur gücünde asker, hiç kayıp vermeden çıkartılmıştır. Her ne kadar çıkartma bölgesinin güney ve kuzey bölgelerinde Osmanlı gözetleme postaları ateş açmışlarsa da yoğun karşı ateşle geri çekilmişlerdi. Bölgedeki Osmanlı savunması Alman Yarbay Wilmer komutasındaki toplam üçbin mevcutlu üç taburdur ve kıyıdan 1,5 km. kadar içeride mevzilenmiştir. Karaya ilk indirilen tümen, General Hammersley komutasındaki 11. Tümen’dir. General Hamilton’un planına göre 10. Tümen’in karaya çıkmasına üç saat sonra, yani saat 00:30’da başlanacaktır. Ancak General Hammersley’in askerlerinin sahilde siper kazmaya başlamaları, ileri harekata girişmemeleri sonucu 10. Tümen’in kıyıya çıkartılması gecikmiş, ancak gün ağarırken başlanabilmişti. Çıkartmanın daha ilk saatlerinde General Hamilton’un harekat planı aksamaktadır. Oysa generallerine, harekâtın başarı şansının hıza bağlı olduğunu, Osmanlı takviyeleri cepheye ulaşmadan önce ilk gün hedeflerinin ele geçirilmesinin zorunlu olduğunu anlatmıştı. İngiliz 10. Tümen’inin kumsala çıkması başladıktan sonra, saat 06:00 dolaylarında General Hammersley, güneydeki Mestantepe ve kuzeydeki Kireçtepe yönünde ikişer taburu taarruza kaldırmıştır. Mestantepe’yi, Binbaşı Tahsin Bey emrindeki Bursa Jandarma Taburu ile Yüzbaşı Şevki (Doğan) Bey emrindeki 2. Tabur savunmaktaydı. Akşam üstü saatlerinde, yaklaşık 12 saat boyunca Mestantepe’yi savunan ve toplam savaşçı mevcudu ikibin olan bu iki birlik, ortaya çıkan kuşatılma tehlikesi karşısında geri çekilmişlerdir. Aynı saatlerde Suvla kumsalındaki İngiliz birliklerinin toplam mevcudu 27.000’i bulmuştu. Çıkartmanın ilk gününde, her iki tepe eteklerindeki çatışmalarda İngiliz kayıpları 100 subay ve 1.600 erattır ve kazanç, Mestantepe’nin ele geçirilmesidir. Bu bölgeyi savunan Osmanlı birliklerinin mevcudu da zaten İngiliz kayıpları kadardır. Yarbay Wilmer’in makineli tüfeği ve seri atışlı topları yoktur, savunmayı ağır silahlarla destekleyememiştir. Varolan toplar da ele geçmemesi için geri alınmak zorunda kalınmıştır ve etkin olarak kullanılamamıştır. 7 Ağustos’da Osmanlı savunması, Yarbay Wilmer komutasındaki birliklere herhangi bir takviye göndermemişlerdir. Osmanlı kuvvetlerinin bölgedeki tüm ihtiyatları, Conk Bayırı, Kocaçimentepe ve Kanlısırt çatışmalarına sevk etmek durumunda kalmışlardı. 7 Ağustos Müttefikler tarafından yapılan bu çıkartma operasyonu, Gelibolu Yarımadası’ndaki (Seddülbahir ve Arıburnu) üçüncü çıkartma olduğu halde pek çok düzensizlik yaşanmıştır. Sahile topların çıkarılamaması, çıkarılan birliklerin düzenli bir şekilde ilerleyerek sahide yer açamamaları, bu yüzden pek çok gerekli malzemenin indirilememesi, çıkartma operasyonunu önemli ölçüde zorlaştırmıştır. Sahil, daha önceki iki deneyimde olduğu gibi yine sıkışık hale gelmiş, gerekli malzemenin çıkarılacağı alan sağlanamamıştır. Özellikle su sorunu ciddi bir problem oluşturmaktadır. Bazı su tankerlerinin Osmanlı tarafından açıkan topçu ateşiyle batırılmasıyla, sahildeki müttefik askerine yeterince içme suyu çıkarılamamaktadır. Yaşanan su sıkıntısının en belirgin nedeni ise, ileri çıkmış kıtaların malzeme yönünden sürekli olarak ikmal edilememeleri idi. Bu iş için kullanılacak katırların büyük bir bölümü 7 Ağustos gecesine kadar sahile atılamamıştır. Oysa her üç çıkartma öncesinde de Mısır pazarlarında, su taşımaya elverişli ne varsa toplanmış, gemilere yüklenmişti. Özellikle kıtaların su gereksiniminin sağlanması konusunda çıkartma operasyonu oldukça başarısızdır. Çıkartma bölgesinin kuzey kesiminde pek çok asker, Ağustos güneşi altında susuzluktan çıldıracak dereceye gelmişlerdi. Buna karşın çıkartma bölgesinin güney kesiminde, kuyular bulunması sayesinde fazlaca sorun yaşanmadı. 8 Ağustos Sabahın erken saatlerinde iki İngiliz, bir Yeni Zelanda taburunun giriştiği taarruzla Conk Bayırı'nın batı yamaçları Müttefikler tarafından işgal edilmiştir. Ancak bu ileri hâreket, doğuya bakan sırta ve zirveye ulaşamamıştır. Kocaçimen Tepesi - Düztepe hattındaki Osmanlı birliklerinin komutanı Yarbay Cemil (Conk) Bey'in kıt'a kaydırmalarıyla giriştiği karşı taarruzlar Müttefikleri mevzilerinden sökememiştir. Güney Grup Komutanı (Seddül Bahir Cephesi) Vehip Paşa'nın gönderdiği 8. Tümen Komutanı Kurmay Albay Ali Rıza (Sedes) Bey komutasında gece saatlerinde karşı taarruzda bulunmuş ancak Müttefikler yine mevzilerinde tutunabilmişlerdir. I. ANAFARTALAR SAVAŞI Arıburnu Cephesi'nden 6 Ağustos 1915 gecesi Anzak Kolordusu'nun başlattığı (Sarı Bayır Harekâtı) taarruz ve Suvla Koyu'na yapılan çıkartmaların ardından Osmanlı 5. Ordusu komutanı Mareşal Liman von Sanders, Saros Grup Komutanı Albay Fevzi Bey’e, emrindeki 7. ve 12. tümenlerle Anafartalar bölgesine hareket etme emri vermiştir. Albay Fevzi Bey, Kocaçimen Tepesi – Düztepe hattındaki Osmanlı kuvvetleri komutanı Yarbay Cemil (Conk) Bey’i ve Yarbay Wilmer’i onun komutası altına alacak ve 8 Ağustos günü taarruza geçecektir. Ancak söz konusu tümenlerin bölgeye ulaşması 8 Ağustos akşam saatlerinde ancak gerçekleşebilmişti. Albay Fevzi Bey, her iki tümen komutanının görüşlerini aldıktan sonra 9 Ağustos sabahı taarruz etmeye karar vermiştir. Her üç Osmanlı komutanı da daha önceki çarpışmalarda uzun bir yürüyüşün hemen ardından, dinlenmeden, hele hele gece karanlığında girişilen taarruzların hem sonuç getirmediğini hem de askerin kırılmasına yol açtığını bilmektedirler. Mareşal Sanders, emrine uymadığını öğrenir öğrenmez 8 Ağustos akşamı Albay Fevzi Bey’i görevden almıştır. Aynı gece saat 21:45’de Kuzey Grup Komutanı Esat Paşa’ya telefonla, emrindeki 19. Tümen Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey’in Anafartalar Grup Komutanlığı’na atandığı bildirilmiştir. Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey'e verilen emir, bölgeye ulaşır ulaşmaz taarruz etmektir. Ertesi sabah şafak vaktinde Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey taarruza başladığında İngiliz 9. Kolordusu'nun iki tümeni de aynı sıralarda taarruz için ilerlemekteydi. Osmanlı taarruzu, önlerindeki İngiliz kollarını atarak ilerlemiş, öğleden hemen sonra İngiliz 9. Kolordusu komutanı General Stopford, ihtiyatta tuttuğu tümeni ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı ancak başarabilmişti. 10 Ağustos Kocaçimen Tepesi – Conk Bayırı Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey, Anafartalar Grup Komutanlığı’na atandığında bir harekât planı yapmıştır. Buna göre 9 Ağustos günü Kocaçimen Tepesi – Conk Bayırı hattında savunmada kalacak, Anafartalar kesiminde taarruz edecektir. İzleyen 10 Ağustos günü ise Anafartalar kesiminde savunmada kalarak Kocaçimen Tepesi – Conk Bayırı hattında taarruz edecektir. I. Anafartalar Savaşı muharebelerinin sonlanmasından hemen sonra ikinci günkü planını yürütmek üzere karargâhıyla birlikte Conk Bayırı’na hareket etmiştir. Hava karardıktan sonra bölgeye ulaşıp, 8. Tümen komutanı Albay Ali Rıza (Sedes) Bey ve 9. Tümen komutanı Yarbay Cemil (Conk) Bey’e, sabah erken saatlerde taarruz emri vermiştir. Conk Bayırı’nda 10 Ağustos sabahı saat 04:30’da Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey, 8. Tümen’in ilk hat siperlerinden ileri yürümüş, kırbacıyla taarruz emrini vermiştir. Bu işaret üzerine başlayan süngü taarruzu bir anda İngiliz siperlerine girmiştir. Kısa süreli bir boğuşmanın ardından iki İngiliz taburundan sağ kalanlar düzensiz bir biçimde geri çekilmişlerdir. Çekilen İngiliz eratı izleyen Osmanlı 23. Alayı, Ağıl kesiminde General Baldwin’in tugayı ile çarpışmıştır. Çanakkale Savaşının en kanlı çatışmalarından biri olan bu boğuşmalar saatlerce sürmüş, General Baldwin ve kurmay başkanı bu çatışmalarda ölmüştür. Seddülbahir Cephesi komutanı Vehip Paşa’nın, kendi cephesini zayıflatmak riskine karşın gönderdiği iki alaydan 28. Alay, Şahin Sırtı yamaçlarına kadar ilerlemiş, Müttefik deniz ve kara topçusunun yaylım ateşi nedeniyle daha ileri çıkamamıştır. Besim Tepe bölgesinde taarruz eden Osmanlı 9. Tümeni Müttefik kuvvetleri geri atmıştır. Her iki taarruzda Müttefik cephe hattı 500 – 1.000 metre geri atılmıştır. Müttefik kuvvetler başkomutanı General Sır Ian Hamilton, İngiliz Genel Kurmayı’na gönderdiği bir raporda bu Osmanlı taarruzu hakkında “ilahi bir hücum” diye söz etmektedir. Time gazetesi muhabirlerinden Ashmead Barlette, bir makalesinde “Bu savaş, devler ülkesinde bir devler savaşıydı” demektedir. 10 Ağustos muharebelerinde 14. Alay komutanı Binbaşı İ. Hakkı Bey şehit olmuş, 23. Alay komutanı Yarbay Recai Bey ve 24. Alay komutanı Binbaşı Nuri Bey yaralanmıştır. Aynı gün bir şarapnel parçası Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey’in sol göğsüne çarpmıştır. Sol göğüs cebindeki saat, şarapneli karşılamış ve Kurmay Albayı mutlak bir ölümden kurtarmıştır. Anzak 2. Tümeni, 6 Ağustos 1915 sabahı, Sarı Bayır Harekâtı olarak bilinen taarruzlarıyla Conk Bayırı ve Besim Tepe’ye taarruz etmişlerdi. Takviye İngiliz kıt’alarıyla sürdürülen bu taarruzlar 10 Ağustos’taki bu Osmanlı taarruzu ile tümüyle geri atılmış olmaktadır. Anafartalar Conk Bayırı’nda Osmanlı taarruzunun başlamasında yarım saat önce, saat 04:00’de Müttefik kara ve deniz topçusunun yoğun ateşi Anafartalar bölgesindeki Osmanlı 7. ve 12. Tümenlerin mevzilerini hedef almıştır. Bir saat devam eden bombardımanın ardından İngiliz kuvvetleri taarruza geçmiştir. Taarruz, 8-9 Ağustos gecesi sahile çıkan, General Linley komutasındaki 53. Tümen tarafından gerçekleştirilmiştir. Taarruz, Yusufçuk Tepe ve daha kuzeydeki Küçük Anafartalar Tepesi yönündedir. Her iki mevzii iki Osmanlı taburu savunmaktadır. Yoğun topçu ateşleri ardından dört kez yenilenen taarruzlar gün boyu sürmüş olup Osmanlı savunması mevzilerini korumayı başarmıştır. Akşam saatlerine doğru General Hamilton, taarruzun durdurulmasını ve birliklerin bulundukları hatlarda mevzi almasını emretmiştir. Muharebeleri sahilden izleyen General Hamilton, Conk Bayırı’ndaki Osmanlı taarruzunu, akşam saatlerinde Gökçeada’daki karargâhına döndükten sonra öğrenebilmiştir. Daha sonraki yıllarda yayımlanan anılarında General Hamilton 10 Ağustos muharebeleri hakkında şunları yazmıştır. “Savaşta Türk askerleri İngilizler için o gün bir afet oldular. Önlerinde durmaya yeltenenleri öldürüp yere serdiler. Conk Bayırı Tepesini temizledikten sonra, kovanından çıkan arı sürüleri gibi, güç halde yakalarını kesin bir ölümden sıyırabilen öteki kollar üzerine saldırdılar… Osmanlı, birbiri ardınca Allah Allah haykırışlarıyla, gerçekten pek yiğitçe saldırdılar ve savaştılar. Birim erlerimiz de ırkımıza has olan sebat ve metanet ile dövüştüler ve oldukları yerde canlarını verdiler.” 10 Ağustos - 21 Ağustos Tekketepe Muharebesi Son muharebeler sonunda Arıburnu Cephesi'nde Anzak kuvvetleri eski hatlarına çekilmiş, Anafartalar Cephesi'nde ise Suvla Ovası'nın sahil bandından kalmışlardı. Özellikle bu bölgede, hakim sırtlardaki Osmanlı mevzilerinin ateşi altında kalmakta idiler. Müttefik kuvvetler üst komutanı General Sır Ian Hamilton, bu sırtların en azından kuzey kesimini oluşturan Tekketepe yükseltilerinin bir an önce ele geçirilmesinin gerekliliğini bilmektedir. Bu amaçla sahile yeni çıkartılmış olan 54. Tümen ile bu sırtlara taarruz kararı vermiştir. Bu tümenin bir taburunca 12 Ağustos 1915 tarihinde girişilen, Tekketepe Muharebesi olarak bilinen taarruz, Osmanlı savunması önünde ağır kayba uğrayarak geri çekilmiştir. Kireçtepe İngiliz taarruzu Anafartalar Cephesi'nin kuzey yarısını tutan Osmanlı 12. Tümen mevzilerine yönelen Tekketepe taarruzunun başarısızlığı üzerine General Hamilton, taarruzu daha kuzeye kaydırarak 12. Tümen'i sağ yandan çevirmeyi amaçlayan bir taarruz planlamıştır. Bu taarruz Kireçtepe ve Kireçtepe sırtlarının işgal edilmesini amaçlamaktadır. Böylece 12. Tümen kanat kırarak Tekketepe'den çekilmek zorunda kalacak, savaşarak alınamayan bu yükselti, İngiliz kuvvetlerinin eline düşecektir. Kireçtepe sırtları, Suvla Koyu'na çıkartma yapıldığı 6 Ağustos 1915 tarihinden itibaren Yüzbaşı Kadri Bey komutasındaki Gelibolu Jandarma Taburu tarafından tutulmaktadır. Arazi kayalık olduğu için siper kazılamamakta, asker doğal çıkıntıları siper alarak döğüşmektedir. Çıkartmanın ilk iki günü içinde Yüzbaşı Kadri Bey, İngiliz 10. Tümeni'nin donanma topçusu desteğinde giriştiği saldırılar sonucu, Karakol Dağı ve Sivritepe'yi boşaltarak daha gerideki bir hatta çekilmişti. Üç tugaydan oluşan İngiliz birlikleri 15 Ağustos 1915 günü öğle saatlerinde donanma ve kara topçusunun kayalık araziye düşen bombardımanı ardından taarruza geçmiştir. Ağır kayıplara Yüzbaşı Kadri Bey'in ağır şekilde yaralanması da eklenince tabur geri çekilmiş, Kanlıtepe - Havantepe hattında yeniden mevzi almıştır. Akşam saat 20:30'da, yeniden düzenlenen 5. Tümen komutanı Yarbay Wilmer'le birlikte bir taburluk takviye kuvveti gelince Osmanlı tarafı Arslantepe'ye taarruza geçmişlerdir. Sabaha kadar süren çatışmaların ardından saat 08:00'da bölgeye ulaşan bir Osmanlı taburu ile taarruzlar yenilenmiş, İngiliz birlikleri Arslantepe'den çekilmişlerdir. Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey, 16 Ağustos sabahı 5. Tümen karargâhına gelerek harekâtı bizzat yönetmiştir. Mustafa Kemal, telefonla 9. Tümen'in ön hatlarda görevli olmayan tüm unsurlarıyla Kireçtepe'ye hareket etmeleri emri vermiştir. 16 Ağustos sabah saatlerinde tüm müttefik kuvvetleri eski hatlarına çekilmiştir. Müttefik kayıpları ölü ve yaralı olarak 2.000 kadardır. Osmanlı tarafının kayıpları ise 1.696'dır. General Hamilton, İngiliz 9. Kolordusu komutanı General F. Stopford'u ve iki tabur komutanını görevden almıştır. General Stopford'un yerine Seddülbahir Cephesi'ndeki İngiliz 29. Tümen komutanı De Lisle atanmıştır. Bir tümen komutanı istifa etmiş, bir tümen komutanı ise 23 Ağustos'da Kitchener tarafından görevden alınmıştır.
  13. _asi_

    Çanakkale Savaşı

    Çanakkale Savaşı Çanakkale Savaşı, I. Dünya Savaşı sırasında 1915-1916 yılları arasında Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir. İtilaf Devletleri; Osmanlı Devleti'nin başkenti konumundaki İstanbul'u alarak boğazların kontrolünü ele geçirmek, Rusya'yla güvenli bir tarımsal ve askeri ticaret yolu açmak, Alman müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletlerini zayıflatmak amaçları ile ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı'na girmişlerdir. Ancak saldırıları başarısız olmuştur ve iki tarafın da çok ağır kayıplar vermesiyle İtilaf Devletleri geri çekilmişlerdir. ÇANAKKALE SAVAŞININ NEDENLERİ Osmanlı Devleti 2 Ağustos 1914 tarihinde Alman İmparatorluğu ile, İttifak Devletleri safında yer almak üzere bir antlaşma imzalamıştı. Ancak bu antlaşma, savaş hazırlıkları henüz başlamadığı için gizli tutulmuştu. Osmanlı Devleti'ni bu antlaşmanın hemen ertesinde seferberlik hazırlıklarına başlamıştı. Aynı zamanda Osmanlı Devleti, "silahlı tarafsızlık"ını ilan etmiştir. Akdeniz’de Kraliyet Donanması önünden çekilen Alman Goeben muharebe gemisi ve Breslau ağır kruvazörünin Amiral Sukon komutasında 10 Ağustos 1914 günü Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a gelmeleri büyük bir gerginlik yaratmıştı, çünkü Osmanlı Devleti, Boğazlar Antlaşması gereği boğazları tüm savaş gemilerine kapalı tutmak durumundaydı. Alman Donanması’na bağlı bu gemilerin Boğazdan geçişine izin vermek savaş nedeni sayılacaktı. Ancak Osmanlı Devleti, bu gemilerin Almanya’dan satın alındığını açıklayarak gerginliği ertelemiştir. Sözkonusu gemiler 16 Ağustos 1914 tarihinde Yavuz ve Midilli adlarıyla Osmanlı Donanması’na katılmışlardı. Bu gemilerdeki Alman mürettebat, Osmanlı Donanması’na ait subay ve erat üniformaları giyerek gemilerdeki görevlerini sürdürmüşler, Amiral Souchon ise Osmanlı Donanması Komutanlığı’na getirilmişti. Böylece Almanya, yakın gelecekte Rus limanlarına karşı kullanılmak için iki büyük silahını Akdeniz'den geçirerek Karadeniz'in hemen yakınına atmış olmaktadır. Bu silahlar Ekim 1914 ayında hem Rus limanlarını vurmak için, hem de Osmanlı Devleti'ni bir oldu bittiye getirerek savaşın içine çekmekte kullanılacaktır. YAVUZ VE MİDİLLİ OLAYI Yavuz ve Midilli’nin de içinde bulunduğu bir Osmanlı filosunun Amiral Souchon komutasında 27 Ekim 1914 günü Karadeniz kıyılarındaki Rus limanlarını bombalamaları ardından hem Rusya İmparatorluğu hem de Birleşik Krallık, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir. Batı Cephesi’nde 1914 yılının Eylül ayı sonlarında Alman orduları, Fransız-İngiliz savunmasını yaramamışlar, tüm Batı Cephesi’nde cepheler kilitlenmişti. Bu durum Almanya açısından Batı Cephesi’ndeki savaşın kısa sürede bitmeyeceği anlamına geliyordu. Oysa Alman savaş planı (Schlieffen Planı), ilk adımda Batı Cephesi’nde kısa sürede Fransız-İngiliz kuvvetlerinin yenilgiye uğratılması, ikinci adımda ise tüm kuvvetlerin Doğu’ya kaydırılarak Rusya’nın savaş dışı bırakılması esasına dayanıyordu. Schlieffen Planındaki bu sapma ardından Almanya, önce Rusya’yı savaş dışı bırakmak, Doğu’da serbest kalan kuvvetleri ile Batı Cephesi’ne yeniden yüklenmek istemişti. Osmanlı 3. Ordu'sunun Kafkasya bölgesindeki Kasım – 1914 ayı başlarındaki taarruzları bu planın hazırlık aşamalarından biriydi. İZLEYEN GELİŞMELER Avrupa cephelerindeki bu gelişmeler, İngiltere ve Fransa’yı müttefikleri Rusya’yı desteklemek zorunda bırakmıştı. Zaten Rusya, Almanya üzerinde yeterince güçlü bir baskı yapamamaktaydı. Kısıtlı endüstriyel kapasitesi dolayısıyla İngiliz ve Fransız desteğine gerek duyuyordu. Fransa ve İngiltere’nin bu desteği sağlaması için, herhangi bir Avrupa haritasından da görüleceği gibi, olası dört yol vardır. Kuzey ulaşım hatlarından ikisi olanaksızdır. Kuzey Buz Denizi, yılın çok büyük bölümünde donmuş olduğundan deniz ulaşımına olanak vermemektedir, Baltık Denizi ise Alman Donanması’nın denetimindedir. Orta ulaşım yolu olan Avrupa karayolu ise Alman denetimindedir. Olası dördüncü yol ise Osmanlı Devleti’nin denetiminde bulunan Çanakkale ve İstanbul boğazlarının oluşturduğu denizyoludur. Çok yakın geçmişte, Balkan Savaşı’nda, Trablusgarp Savaşı’nda ve Sarıkamış Harekâtı’nda ağır yenilgiler almış olan Osmanlı Devleti’nin askeri gücü, İtilaf Devletleri’nce zaten yetersiz olarak değerlendirilmektedir. Avrupalılarca "hasta adam" olarak görülen yaşlı Osmanlı Devleti'nin boğazlardaki bir saldırıyı kaldıramayacağı düşünülmektedir. Eğer Boğazlar askeri olarak kontrol altına alınabilirse, Rusya’nın desteklenmesi olanaklıdır. Gerçekten de Rusya, Kasım ayı başlarında müttefiklerinden Çanakkale Boğazı’na göstermelik de olsa bir saldırı yapılmasını istemiştir. Böylece Kafkasya’da Osmanlı ordusunun baskısı hafifleyecektir. Öte yandan Rusya direnmeyi sürdürecek olursa, Almanya’nın Batı Cephesi’nde yeni bir taarruza kalkışma olanağı da pek yoktur. Bu tesbit, özellikle İngiliz yüksek komutanlığının, Batı Cephesi’ndeki kuvvetlerin bir bölümünün burada atıl tutulup tutulmadığının sorgulanmasına yol açmıştır.Ayrıca İngiliz Donanması da yeterince etkili kullanılmamaktadır. Böylece Batı Cephesi’nden alınacak bir kısım kuvvetle donanmanın işbirliği ile daha etkili ve sonuç alıcı bir harekâta girişilmesi yolları aranmaya başlandı. Sonuçta Boğazlar’a yönelik bir operasyon planı üzerinde tartışılmaya başlanmıştır. Rusya ile bağlantının bu şekilde, Boğazlar’ın kontrolünün sağlanarak sonuçlandırılması, Osmanlı Devleti’nin başkenti olan İstanbul’un da işgalini kaçınılmaz olarak gerektirmektedir. İkisi, aynı anda gerçekleşecek sonuçlardır. Çanakkale Boğazı’ndan geçilerek İstanbul’un işgalinin İtilaf Devletleri açısından diğer stratejik sonuçları şunlardır. Osmanlı Devleti savaş dışı bırakılmış olmakla, Almanya savaşın başlarında bir müttefikini kaybetmiş olacaktır. Osmanlının tehdidinde olan Süveyş Kanalı, dolayısıyla İngiltere’nin Uzakdoğu ulaşım yolunun güven altına alınması sağlanmış olacaktır. Osmanlı Devleti’nin savaş dışı bırakılması, ve müslüman ülkeler nezdinde İtilaf Devletleri lehine oluşturacağı kazanımlar açısından da önem arz etmektedir. Müslüman ülkelerin gerek Orta Doğu’da gerekse de Uzak Doğu’da İngiliz hakimiyetine karşı dirence zayıflamış olacaktır. Balkan devletleri, hemen doğudaki Osmanlı Devleti’nin çökmesi ve bunu İtilaf Devletleri’nin başarması üzerine, doğal olarak İtilaf Devletleri safında savaşa katılmaları yönünde etken olacaktır. Çünkü Osmanlı Devleti’nin yıkılması, Balkan devletlerinin bölgedeki hesaplarına ulaşabilmeleri yönündeki en önemli engeli ortadan kaldırmış olacak ve bu durum, İtilaf devletlerinin bir hediyesi sayılacaktır. Rusya ile Karadeniz üzerinden deniz ulaşımının açılması özellikle önemlidir. Osmanlı Devleti'nin Boğazları her türlü deniz trafiğine kapatması sonucu, Rusya ile İngiltere ve Fransa arasındaki ticari ilişkiler de durma noktasına gelmiştir. Pek çok ticari gemi, Karadeniz'deki Rus limanlarında beklemektedir, Avrupa'da buğday fiyatları yükselirken ucuz Rus buğdayı ithal edilememekte, muazzam ticari karlardan mahrum kalınmaktadır. Kısacası Boğazların kapanması, İngiliz ve Fransız firmaları için büyük kar kaybı getirmektedir. SAVAŞIN AŞAMALARI DENİZ MUHAREBELERİ 19 Şubat günü, güçlü Fransız kuvvetleri ile İngiliz Queen Elizabeth savaş gemisinin Osmanlı sahil bataryalarını bombalayarak ilk Çanakkale saldırısı başlatılmış oldu. İtilaf devletleri, kısa bir aranın ardından bir sonraki saldırıyı 18 Mart'ta gerçekleştirmişlerdir. Hedef, Çanakkale Boğazı'nın sadece 1 mil genişliğindeki en dar noktasıdır. Amiral de Robeck komutasındaki aşağı yukarı en az 16 savaş gemilik dev donanma Çanakkale'yi geçmeye kalkmıştır. Ancak her gemi Nusret Mayın Gemisi adlı Osmanlı mayın gemisinin boğazın Asya tarafına yerleştirdiği deniz mayınları tarafından hasar almıştır. Bazı balıkçılar, İngilizler tarafından mayın toplama işiyle görevlendirilmiştir; ama Osmanlı ordusunun açtığı top atışlarıyla korkarak kaçmışlar, mayınlara dokunulmamıştır. Yerinde kalmış bu mayınlar İngiliz Ocean, Irresistible ve Fransız Bouvet adlı üç zırhlıyı batırmıştır. Ayrıca İngiliz Inflexible ve Fransız savaş gemileri Suffren ve Gaulois çok ağır bir şekilde hasar almıştır. Sonuç olarak, 18 Mart 1915'te, deniz mayınları ve kıyılardaki Osmanlı topçu bataryalarının isabetli atışları denizden geçişin mümkün olmayacağını göstermiş, İtilaf Devletleri Gelibolu Yarımadası'na asker çıkararak Boğaz topçu bataryalarını etkisiz hale getirmeyi hedeflemiştir. Gelibolu Yarımadasında Müttefik[kaynak belirtilmeli] çıkartmaları yarımadanın güney bölümündeki altı kumsala, iki cephede yapılmıştır. Seddülbahir Cephesi’ne Britanya 29. Tümeni ile Fransız Kolordusu (Fransız Doğu Sefer Kuvveti) çıkartma yaparken Arıburnu Cephesi’nde ise Anzaklar Kolordusu çıkartma yapmıştır. Bu beş tümene ek olarak bir hafta içinde İskenderiye'den getirilecek olan Hint Tugayı, muhtemelen Seddülbahir Cephesi'nde kullanılmak üzere ordu ihtiyatını oluşturacaktı. KARA MUHAREBELERİ İngiliz-Fransız Birleşik Donanması'nın 18 Mart 1915 tarihinde Çanakkale Boğazı’nı geçme ve İstanbul’u işgal girişiminin başarısız kalması üzerine bir kara harekâtıyla İstanbul’un işgali yönünde yeni bir savaş planı oluşturulmuştur. Esasen 1 Mart 1915 tarihinde Yunanistan Hükûmeti, Gelibolu Yarımadasının işgal edilerek bu yolla İstanbul üzerine yürünmesi şeklindeki bir savaş planını İngiliz yetkililere iletmiş ve bu operasyon için üç tümen tahsis edebileceğini bildirmişti. Ancak İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener, o tarihlerde bir kara harekâtına kuvvet ayırmak yerine Çanakkale Boğazı’ndaki Osmanlı kıyı topçusunu deniz topçusu ile imha ederek bu denizyolunu açmayı ve doğrudan İstanbul’a bir çıkartma yapmayı uygun bulmuştu. Dahası Çarlık Rusyası da bu operasyona Yunan birliklerinin katılmasına kesinlikle karşı çıkmıştır. Ancak bölgedeki incelemelerinin sonucunda Lord Kitchener’e 5 Mart 1915 tarihinde bir rapor sunan General William Birdwood, bu raporunda bir deniz harekâtının başarı şansı olmadığını, deniz harekâtının Gelibolu Yarımadası’na yapılacak bir çıkartma harekâtıyla desteklenmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu rapor üzerine Lord Kitchener, 10 Mart 1915 tarihinde seçkin bir birlik olan İngiliz 29. Tümeni’nin Gelibolu Yarımadasına yapılacak bir çıkartma ile görevlendirdiğini bildirmiştir. Gelibolu’daki çıkartma için tertiplenen Akdeniz Sefer Kuvveti’nin komutanlığına da General Sir Ian Hamilton atanmıştır. PLANLAR VE KUVVETLER İtilaf tarafı General Hamilton emrine verilen kuvvetler ve savaşçı mevcutları şöyledir. Anzak Kolordusu 25.700 Britanya 29. Tümeni 17.000 Fransa 1. Tümeni 16.700 Britanya Kraliyet Deniz Tümeni 10.800 Anzak Tugayı 4.800 Böylece harekât için 75 bin kişilik bir kuvvet oluşturulmuştur. General Hamilton, Gelibolu Yarımadasındaki çeşitli çıkarma alanlarına kuvvet çıkartarak yarımadanın denetimini, böylece Osmanlı kıyı topçusunu etkisiz hale getirmeyi amaçlamıştır. Bunun için iki ana çıkartma bölgesi belirlenmiştir. Bunlardan biri, yarımadanın en güney ucu olan ve Seddülbahir olarak bilinen bölge, diğeri ise daha kuzeydeki Kabatepe-Küçük Arıburnu arasındaki kumsaldır. Bu iki çıkartma bölgesinden Seddülbahir’e ağırlık verilmiştir. Seddülbahir bölgesine ağırlık verilmesi üç taraftan da donanma topçu ateşiyle desteklenebilir bir bölge olmasındandı. General Hamilton Seddülbahir Cephesi çıkartmaları için Seddülbahir bölgesinde beş ayrı kumsal belirlemişti. Sığırini (Morto) koyu – Hisarlık Burnu Ertuğrul Koyu Tekekoyu İkizkoyu Zığındere Bu kumsallar için iki İngiliz, bir Fransız tümeni ile bir Hint tugayı tahsis etmiştir. Arıburnu Çıkartması için ise iki tümenden oluşan Anzak Kolordusu tahsis edilmiştir. Seddülbahir Cephesi’ne çıkarılan birliklerin hedefi, Gelibolu Yarımadası’nın güney bölgesinin taktik derinliğindeki Alçıtepe bloğu’nun ele geçirilmesidir. Bu birliklerin ileri harekâtı derinlikte birleşerek Kirte Köyü hattından Alçıtepe bloğu ele geçirilecek, Arıburnu Cephesi’ne çıkan birlikler ise Conkbayırı-Kocaçimentepe hattından Maltepe bölgesinin ele geçirilmesiyle Seddülbahir Cephesi’nin Osmanlı kuvvetlerince takviyesi önlenecektir. Alçıtepe, ilk günün hedefi olarak belirlenmiştir, Seddülbahir’den 10 km. ve Zığındere’den 5 km. mesafededir. Arıburnu Cephesi kuvvetlerine verilen taktik hedef ise Kocaçimen tepe üzerinden Eceabat'ta sahile ulaşarak Seddülbahir Cephesi'ndeki Osmanlı kuvvetlerinin geri bağlantısını kesmektir. İttifak tarafı Deniz harekâtının başarısızlığı ardından (18 Mart 1915) bir kara harekâtına girişileceği ve bu harekâtın Gelibolu Yarımadası’nı hedef alacağını öngörüsü, mantık gereği olarak bile neredeyse kesinlik kazanmıştır. Kaldı ki 1915 yılının Nisan ayı başlarından itibaren Hamilton’un kuvvetleri Mısır’da toplanmaya başladığında bölgedeki Osmanlı istihbaratı, birliklerin mevcutları, komutanları, silah ve donanımları hakkında ayrıntılı bilgiler edinmeye başlamıştır. 14 Aralık 1914 tarihinde 42 kişilik bir subay gurubuyla İstanbul’a gelen ve Enver Paşa tarafından 1. Ordu Komutanlığı’na atanmış olan Alman Danışma Kurulu Başkanı Mareşal Liman Von Sanders, yeni teşkil edilen ve bölgeyi savunmakla görevli 5. Ordu komutanlığına 24 Mart 1915 tarihinde atanmıştır. Dolayısıyla bölgenin savunmasından sorumlu olan 3. Kolordu da Mareşalin emrine girmiştir. 5. Ordu’nun bir Alman mareşali komutasına verilmesi, Almanya ile Osmanlı Devleti arasında yapılmış olan antlaşmanın gereği olarak Almanya tarafından talep edilmişti. Mareşal Sanders’in savunma planı, Hamilton’un taarruz planıyla örtüşmemektedir. Mareşal Sanders, çıkartmaların Saros Körfezi kıyılarına yapılacağını hesaplamaktadır ve 5. Ordu’nun ana kuvvetlerini bu bölgede toplamıştır. Saros Körfezi, Gelibolu Yarımadası’nın en dar bölgesidir. Buradan yapılacak bir çıkartmanın, yarımadayı savunan Osmanlı birliklerinin geri çekilme ve kara ikmal hattını kesmesi olasıdır. Ayrıca Mareşal Sanders’in savunma planı, elindeki kuvvetlerin önemli bir bölümünü geride, yedekte tutarak çıkartma kuvvetlerine ileri harekâtları sırasında taarruz etmeyi öngören, savunma ağırlıklı, temkinli bir plandır. Osmanlı komutanları ise, çıkartmadan sonra, çıkartma kuvvetlerinin sahillerde elde edecekleri köprübaşlarıyla yoğun olarak takviye alacaklarını, gerekli tahkimatı yapacakları, dolayısıyla bu tahkimatlardan sökülüp atılmalarının çok güç olacağını düşünmektedirler. Onlara göre etkin bir savunma, hemen sahilde, daha çıkartma harekâtı sırasında yapılmalı, karşı tarafın kıyıda bir köprübaşı oluşturması önlenmelidir. 5. Ordu, üç tümenli 3. Kolordu ve iki tümenli 15. Kolordulardan oluşmaktadır. Ayrıca ordu karargahına bağlı 19. Tümen, 1. Süvari Tugayı, bir piyade alayı ve dört Jandarma taburu bulunmaktadır. Toplam savaşçı sayısı 84 bindir. Bu kolorduların bünyesindeki tümenler ve komutanları şöyledir. 3. Kolordu. Komutanı Esat Paşa 5. Tümen. Saros bölgesi. Komutanı Yarbay Hasan Basri Bey. 7. Tümen. Bolayır bölgesi. Komutanı Albay Halil Bey. 9. Tümen. Gelibolu Yarımadası’nın güney bölümü. Seddülbahir ve Arıburnu Cepheleri. Komutanı Albay Halil Sami Bey. 15. Kolordu. Komutanı General Weber 3. Tümen. Kumkale bölgesi. Komutanı Albay Nicolai. 11. Tümen. Beşige bölgesi. Komutanı Albay Refet Bey. 19. Tümen. Eceabat bölgesi. Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey. Gelibolu Yarımadası’ndaki Osmanlı savunma kuvvetlerinin, Çanakkale Savaşları süresince, kara ve deniz olmak üzere iki ana ikmal hattı vardır. Kara ikmal hattı, İstanbul’dan bölgeye en yakın olan Uzunköprü’ye kadar yaklaşık 250 km.lik bir demiryolu hattı ve devamında 165 km.lik bir stabilize yoldur. Osmanlı tarafına yeterli motorlu nakliye aracı olmadığından, personel bu yolu yaya olarak geçmek durumundadır. Her türlü ikmal malzemesi de öküz ya da at arabalarıyla taşınacaktır. Ayrıca bu yolun bir bölümü gündüz saatlerinde Saros Körfezi’ndeki Birleşik Donanma’nın ateşi altına alınabilmektedir. Bu nedenle yolun bu bölümü ancak günün karanlık saatlerinde geçilebilmektedir. Deniz ikmal hattı ise Marmara Denizi’nden geçen 150 deniz millik bir hattır. Kara ikmal hattına oranla çok daha kısa sürede geçilebilen bu ikmal hattı, Birleşik Donanma’nın suüstü gemileri yönünden tehdit altında değildir. Ancak denizaltı faaliyetlerinin tehdidine açıktır. Nitekim 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Marmara’da en az bir denizaltı faaliyet halinde bulunmuştur. Mayıs 1915 ortalarından itibaren ise deniz ikmal yolu, artan denizaltı faaliyetleri yüzünden bütünüyle kullanım dışı kalmış, ikmal ve takviye kara ulaşım hattına bağımlı olmuştur. ÇIKARTMALAR Kalıcı olarak asker çıkartılan kumsallar, Seddülbahir bölgesindeki beş kumsalla Kabatepe kuzeyine çıkarılan Anzak Kolordusu çıkartma bölgesidir. General Sir Ian Hamilton, asıl çıkartmalar dışında iki farklı biçimde yanıltıcı operasyonlar planlamıştı. Göstermelik çıkartmalar yapıldığı gibi, çıkartma yapılacak izlenimi uyandırmak üzere sadece deniz topçusunun hazırlık ateşi açılan hedefler de belirlenmişti. 25 Nisan sabahı Saros Körfezi açıklarına gelen Birleşik Donanma’ya bağlı savaş gemileri (Caanopus hafif zırhlısı, Dartmouth ve Doris Kruvazörleri ile iki destroyer Bolayır sırtlarını top ateşine tutmuşlardır. Gün boyu süren bu ateşin ardından havanın kararmasına çok az bir süre kalan içleri asker dolu sekiz büyük filika sahile doğru hareket ettiler. Sahile ulaşmadan hava kararmıştı ve karanlıktan yararlanarak gemilere döndüler. Donanma ateşi ve geceye doğru yapılan bu manevra, Osmanlı tarafına bu bölgede gece boyunca çıkartma yapılacağı izlenimi vermiş, bu bölgedeki kuvvetlerini kaydırmaları en azından 24 saat engellenmişti. Esasen planlanan harekât bu kadardı. Fakat gece yarısından sonra gönüllü bir İngiliz Yüzbaşı, sahile iki km. kadar yaklaşan bir filikadan sahile kadar yüzmüş, üç ayrı noktada aydınlatma fişeği ateşleyerek geri dönmüştür. SEDDÜLBAHİR CEPHESİ Seddülbahir Cephesi'ndeki İngiliz ve Fransız birliklerinin ilk hedefi Kirte Köyü ve hemen kuzeyindeki Alçıtepe olmuştur. Birinci Kirte Muharebesi Bu hedeflerin ele geçirilmesi için ilk müttefik taarruzu olan Birinci Kirte Muharebesi, 28 Nisan 1915 sabahı başlamıştır. Taarruzun sol kanadında iki İngiliz tugayı, sağ kanadında ise beş Fransız taburu taarruza katılmıştır. Osmanlı savunması İngiliz taarruzları karşısında tutunurken Fransız kesiminde yarılma noktasına gelmiştir. Cephe komutanı Albay Halil Sami Bey, hatların geri çekilmesi emri vermişken, iki bölüklük bir kuvvet, donanma topçusunun ateşinde bir gedik bularak hatları takviye etmiştir. Bunun üzerine geri çekilme emri derhal geri alınmıştır. Öğleden sonra Yarbay Sabri Bey, iki taburluk bir kuvvetle karşı taarruza geçerek müttefik cephesini kırmıştır. Gün sonunda, müttefikler taarruz çıkış hatlarına geri çekilmişlerdir. Osmanlı kayıpları 2.380, müttefik kayıpları ise 3.000'dir. İkinci Kirte Muharebesi Müttefik kuvvetlerin ikinci taarruzu, 6 Mayıs 1915 sabahı başlayan İkinci Kirte Muharebesi'dir. 8 Mayıs'a kadar süren çatışmalarda Müttefik kuvvetlerin "bağlantı noktası", en soldan taarruz edecek olan bir İngiliz tugayıdır. Bu tugay, ilk günkü taarruzunda yoğun bir ateşle karşılaşmış ve ilerleyememiştir. Taarruz hattı, en sol kenardan başlayan bu engelle, en sağa kadar durmak zorunda kalmıştır. Sol uç, ilerleyemeyince diğer birlikler de planlanan ileri harekâta girişememişlerdir. Osmanlı ateşinin en yoğun olduğu rapor edilen tepe, donanma ve sahildeki top bataryaları tarafından hallaç pamuğu gibi atıldığı halde, Osmanlı tarafının ateş gücünde bir değişiklik olmamıştır. Balonlarla yapılan hava keşfi de Osmanlı mevzilerinin yerini saptayamamıştır. İkinci gün merkez kesimden, üçüncü gün tekrar sol kanattan yapılan taarruzlar da aynı ateşle kaşılaşarak durmuştur. Üç günlük muharebelerin sonunda müttefik kuvvetler, en fazla 500 metre ilerleme sağlayabilmişlerdi. Müttefik kaybı 6.500, Osmanlı kaybı ise 2.000'dir. Üçüncü Kirte Muharebesi Müttefik kuvvetlerin üçüncü taarruzu, 4 Haziran 1915 tarihli Üçüncü Kirte Muharebesi’dir. Donanma topçusunun üç yönden, kara topçusunun ise cepheden geliştirdiği hazırlık ateşi ardından başlayan savaşta, Osmanlı cephesinin sol kanadından taarruz eden Fransız birlikleri yer yer Osmanlı siperlerine girmişlerdir. Yarbay Selahattin Adil komutasındaki Osmanlı 12. Tümeni’nin karşı taarruzluyla bu siperlerden çekilmişlerdir. Sağ kanatta ise İngiliz birlikleri Osmanlı siperlerine girmiştir. İkinci Topçu Bataryası komutanı Teğmen Arif Tanyeri’nin, 150 askeriyle ileri çıkıp cepheyi tutmasıyla Osmanlı hatlarının kırılması önlenmiştir. Osmanlı cephesi, Kirte Köyü’ne bir kilometre mesafede sabitlenmiştir. İzleyen 5 Haziran günü Osmanlı 9. Tümeni’nin saldırısı başarılı olmamış, akşam saatlerinde Arıburnu Cephesi’nden kaydırılan Yarbay Hasan Askeri komutasındaki Osmanlı 2. Tümeni'nin taarruzu ise birkaç yüz metre ilerlemiştir. 6 Haziran günü ise küçük çaplı çatışmalarla geçmiştir. Üçüncü Kirte Muharebesi’nde müttefik kayıpları 7.500, Osmanlı kayıpları ise 4.500 yaralı, 4.500 ölüdür. Her üç taarruzun başarısız olması üzerine cephe komutanları, İngiliz komutan H. Weston ve Fransız komutan Gouraund, tüm cephe hattında değil de, daha sınırlı bir hattan taarruzu gerekli görmüşlerdir. Böylece gerek piyade, gerekse de topçu unsurları daha dar bir cephede kuvvet merkezi (siklet merkezi) oluşturulacaktı. Planın ilk operasyonu, cephenin en sağ (doğu) bölgesi olan Kerevizdere’de uygulamaya konulmuştur. 18 Haziran’da başlayan topçu ateşi üç gün boyunca sürdürülmüştür. 21 Haziran günü Fransız birliklerinin taarruzuyla başlayan Birinci Kerevizdere Muharebesi’nde Fransız birlikleri, hedefleri olan tepeyi ele geçirmeyi başarmıştır. Muharebelerde Fransız kayıpları 2.500, Osmanlı kayıpları ise 6.000 kişidir. Zığındere Muharebesi Bir sonraki Zığındere Harekâtı, bu kez cephenin sol kanadından taarruzu öngörmektedir. Zığındere ile sahil arasındaki Zığın sırtı boyunca üç tugayla ve Zığındere’nin karşı yamaçlarından iki tugayla taarruz etmektir. Zığın sırtı Albay Refet Bey’in komutasındaki Osmanlı 11. Tümeni’in savunma bölgesidir. Zığındere ile Kanlıdere arasındaki bölge ise Albay Halil Bey’in Osmanlı 7. Tümen’i tarafından savunulmaktadır. Her iki tümen de tek tugaylıdır. Deniz ve kara topçusunun 26 Haziran’da başlayan bombardımanı üç gün sürmüştür. 28 Haziran’da iki saatlik hazırlık ateşi ardından başlayan taarruz, sağ kesimde Osmanlı siperlerinin tümünde başarılı olmuştur. Bombardıman sonrasında Osmanlı ön hat siperlerinde sağ kalanların tümü yaralı subay ve erattır. 800 metre mesafedeki Kirte Köyü’ne yapılan ileri hareket, topçu ateşiyle durdurulmuş, hemen ardından Osmanlı karşı taarruzları başlamıştır. siperler 30 Haziran 1915 günü sabahına kadar birçok kez el değiştirmiş, sonunda İngilizlerde kalmıştır. Zığın sırtının kuzeyinden 1 Temmuz 1915 günü iki kez yenilenen Osmanlı taarruzu, yoğun topçu ateşi altında etkisiz kalmıştır. 5 Temmuz 1915 tarihinde Albay Hasan Basri Bey’in Osmanlı 5. Tümen’inin Zığın sırtına ve Albay Nicolai’nin komutasındaki Osmanlı 3. Tümen’inin Zığındere’nin doğu yamaçlarına giriştikleri taarruz ise sonuç alamamıştı. Her iki kanattan yapılan taarruzların ardından bu kez cephenin merkez bölümünde taarruza geçilmiştir. Üç saat süren ve 60.000 bin top mermisinin kullanıldığı hazırlık ateşi ardından 12 Temmuz 1915 sabahı başlayan İkinci Kerevizdere Muharebesi iki gün sürmüştür. Hazırlık ateşi ardından başlayan İngiliz taarruzu, hiçbir savunmacının sağ kalmadığı ilk hat siperlerini almış, ikinci hat siperlerinde ise ağır kayba uğrayarak geri çekilmiştir. Öğleden sonra yedekteki İngiliz tugayının giriştiği saldırı, üçüncü hat siperlerine girmişse de Osmanlı karşı taarruzlarıyla yeniden eski konumuna çekilmiştir. İkinci girişilen İngiliz taarruzu, Osmanlı topçusunun ateşiyle geri çekilmiştir. Savaş sonunda cephenin en sol yanındaki birkaç siper parçası işgal edilebilmiş, sağ kesimde ise Fransız birlikleri Osmanlı siperlerinde tutunmayı başarmışlardır. İki günlük muharebelerin sonucunda müttefik kayıpları 5.800, Osmanlı kayıpları ise 9.700’dür. Bu muharebeler sonunda Seddülbahir Cephesi’nde Osmanlı kuvvetlerini atarak ilerlemenin olanaksız olduğu ortaya çıkmıştı. Müttefik kuvvetler komutanı General Hamilton, takviye kuvvetlerle Suvla Koyu’nda bir çıkartma yapmayı planlamıştır. Bu çıkartma harekâtının, Anzak Kolordusu komutanı General W. Birdwood’un önerdiği Sarı Bayır Harekâtı ile aynı tarihte uygulanmasına karar verilmiştir. Ayrıca Osmanlı savunmasının dikkatini yarımadanın güney ucuna çekmek için Seddülbahir Cephesi’nde yanıltıcı bir taarruz planlanmıştı. Kirte Bağları Muharebesi olarak bilinen bu taarruz, 6 Ağustos sabahı İngiliz birliklerinin taarruzuyla başlamıştır. İngilizler, ilk hat siperlerine girmiş, ancak karşı taarruzla geri atılmışlardır. Taarruzun ikinci günü girişilen İngiliz taarruzları, Kirte Köyü’nün güney batısındaki bir bağ alanının bir bölümünde tutunabilmiştir. Sınırlı hedeflere yönelik, üstelik de bir yanıltma operasyonu olan İngiliz taarruzunun bu denli kayba rağmen başarısız olması üzerine General Sır Ian Hamilton, Seddülbahir Cephesi'nde hiçbir askeri harekâta girişilmemesi emrini vermiştir.
  14. _asi_

    Assos

    Assos adının helen dilinde her hangi bir anlamı yoktur. İlkçağ assos kentinin görkemli kalıntıları,Çanakkale İli Ayavacık İlçesine bağlı Behram Köyü ile iç içedir. Behram adı ise Bizans egemenliği zamanında o yöreyi yönetmiş olan Makhram adlı bir komutanın adından gelir. Antik kent sönmüş bir volkanın denize bakan yamacında yer almaktadır ve 238 m. Yüksekliktedir. M.Ö. 2000 yıllarında Lelegler tarafından kurulan bu eski kent, M.Ö. 8. Yüzyılda Midilli Adasından gelen İonlar tarafından ele geçirilmiştir. Ünlü filozof Aristo M.Ö. 348 yılında ilk felsefe okulunun burada kurmuştur. Tepede M.Ö. 6. Yüzyılda kurulan ünlü Athena tapınağı kentin en değerli kalıntılarındandır. Kenti kuşatan surlar antik çağdan günümüze kadar çok iyi korunmuş örneklerdendir. Assos'un günümüze ulaşan kalıntılarından biri de liman olup, bu küçük limanın mendireği ve rıhtımı halen kullanılmaktadır Troas Bölgesi’nin güney kıyısında yer alan Assos kenti, denizden yaklaşık 238 m. yüksekliğindeki andezit bir kayalık bir tepe üzerine kurulmuştur. Bu alandaki, hemen hemen bütün yapıların inşasında volkanik bir taş türü olan andezit taşın kullanılmıştır. Kuzeyde Satnioeis (Tuzla Çayı) İda Dağı’nın batı yamaçlarından doğarak Lekton (Baba Burnu) ve Aleksandreia Troas (Dalyan) şehirleri arasından denize dökülür. Homeros İlyada destanında güney Troas’ta yaşayan Anadolu’nun yerli halklarından biri olan Leleglerin denizcilik ve korsanlıklarla ünlü olduklarından aktarır. Pedasos Troia savaşı sırasında Pedasos Akhilleus tarafından yıkılmıştır. Romalı coğrafyacı Strabon da Leleglerin Assos civarındaki bölgeye sahip olduklarını belirtir. Ancak Pedasos’un Assos olup olmadığı tartışmayaaçıktır. Arkeolojik verilere göre İ.Ö. 7. yüzyıldan itibaren Assos’a 10 km. uzaktaki Lesbos’dan (Midilli) Aiolisli göçmenler kente yerleşmeye başlar. Bu yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan Assos halkı 20 km doğuda Gargara kentini kurdular. İ.Ö. 560’ta Lydia kralı kontrolüne geçen Assos Troas Bölgesinin en güçlü ve en önemli şehirlerinden biridir. Lydia krallığının önemli gelir kaynakları arasında Assos kontrolündeki Atarneus ve Pergamon arasında bulunan maden olarak gösterilir. İ.Ö. 548 yılında Lydia krallığı Perslerin tarafından yıkıldı ve Anadolu toprakların Pers hakimiyetine geçti. Troas bölgesi (Çanakkale İli) Hellespontos Phrygia’sı satraplığına bağlandı. Salamis, Plateia ve Mykale’de Perslerin Yunanlar tarafından yenilmesinden sonra, Persler, Anadolu’nun Ege sahil şeridindeki topraklarda eski güçlerini yitirmeye başladılar. Peloponnesos savaşları ve sonrasında da Troas Bölgesi tam anlamıyla Perslerin eline geçmedi. İ.Ö. 387 yılındaki Altalkidas barışından sonra bir çok kent yeniden Perslere bırakıldı. Persli satrap Ariobarzanes’un Pers kralına karşı ayaklanması üzerine Assos İ.Ö. 365 yılında diğer satraplardan Mausolos ve Autophradates tarafından kuşatılmış ancak ele kent geçirilmemiştir. Bu olayın hemen ardından banker Euboulos, Atarneus ve Assos şehirlerinin yöneticisi olarak bağımsızlığını ilan etti. Euboulos’un ölümünden sonra, Euboulos’un kölesi “Hadım” Hermias bu şehirler üzerinde hakimiyet kurmayı başardı. Hermias, Bithynialı bir köledir ve kendisinin doğal yetenekleri, ustası olan Eubulos tarafından oldukça derin bir şekilde etkilenmiştir. Bu yüzden kendisi üniversite eğitimi için Atina’ya Platon ve Aristoteles’den ders almak için gönderilmiştir. Platon’un öğrencisi Hermeias, dostları Ksenokrates’i ve Aristoteles’i Assos’a davet etti ve Aristotales Hermias’ın kız kardeşi veya evlatlığı olan Pythias ile evlendi. Aristoteles Assos’ta üç yıl (İ.Ö 347-345) yaşadı ve dersler verdi. Ancak İ.Ö.345 yılına Pers generalinin görüşmeye çağırdığı Hermias tutuklanarak Pers ülkesinin başkentinde çarmıha gerildi. Persli komutan Hermias’ın mührünü kullanarak yazdığı mektup ile Assos’un Perslerin eline geçmesini sağladı. Bu olay yüzünden Aristoteles Assos’tan ayrılmak zorunda kalır. Biga yakınındaki Granikos ırmağı kıyısında İ.Ö. 334 yılında B. İskender tarafından Perslerin yenilmesi ile Pers hakimiyeti son buldu. Ve Assos yeniden özgürlüğüne kavuştu. İskender’in ölümünden sonra, Assos ilk olarak Seleukos Krallığı daha sonra uzunca bir süre Bergama krallığı topraklarına dahil olan Assos, İ.Ö. 133 yılında 3. Attalos’un vasiyeti üzerine Roma imparatorluğunun egemenliği altına girdi. Romalı yazar Plinius Roma döneminde Assos’un Apollonia olarak isimlendirildiğini ve yerel taştan üretilen lahitlerinin çok ünlü olduğundan söz eder. Assos’un erken tarihlerde itibaren Hıristiyanlaşmaya başladığı görülür. Aziz Paulos Aleksandreia Troas’dan (Dalyan) Lesbos’a (Midilli Adası) doğru yaptıkları seyahat sırasında şehri ziyaret etmiştir. 1080 yılında Selçuklu Sultanı Süleyman bütün Troas şehirlerini ele geçirdi. Daha sonra I. haçlı seferi sırasında, Hermit Peter komutasındaki askerler bölgeden geçti. Bu olaylardan kaynaklanan karışıklığı fırsat bilen Aleksius tüm Troas bölgesini ele geçirdi (İ.S.1097). Selçuklular da Menderes nehri kıyılarına kadar geri çekilmek zorunda kaldılar. 1306 Bizanslı komutan Machron yönetimindeki Assos’u kuşatan Türkler başarı elde edemezler. Ancak 14. yüzyılın başında Troas bölgesinin tamamı Osmanlı İmparatorluğunun eline geçer. 18. yüzyılda bir çok gezgin tarafından ziyaret edilmiştir. Gezgin ve araştırmacıların ifadelerine göre kentteki bir çok yapı onların zamanında çok iyi korunmuş halde ayakta durmaktaydı. Tapınağa ait bazı bloklar 1838 yılında Sultan II. Mahut tarafından Fransız arkeolog Raoul-Rochette, hediyesi olarak verilir ve Louvre Müzesi’ne götürülür. Amerikan Arkeoloji Enstitüsü 1881 yılında Osmanlı Devleti’inden Assos’ta kazı yapma iznini aldı. J. T. Clarke, F.H. Bacon kazı çalışmalarını 1883 yılına kadar sürdürdü. Kazı sonunda çıkan eserlerin 3/2’si Osmanlı Devletine 3/1’i ise Amerikan kazi heyetine verilir. Tam yüz yıllık bir aradan sonra Assos kazı çalışmaları 1981 yılından Prof.Dr. Ü. Serdaroğlu tarafından başlatılarak ve 2005 yılında ölümüne kadar devam edilir. 2006 yılında itibaren arkeolojik kazılar Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi adına Doç.Dr. N. Arslan tarafından yürütülmektedir. Assos’taki kalıntılar arasında Akropolisdeki Athena Tapınağı, Bizans surları, Hüdavendigar Cami, akropolisin eteklerinde Arkaik devirden günümüze kadar iyi korunmuş antik yol ve iki kenarındaki mezarlar, şehir sur duvarları, Gymnasion, Agora, Stoa, Bouleuterion, tiyatro ve kilise sayılabilir. Assos’un konutlarının yer aldığı bölümde henüz kapsamlı bir çalışma yapılmamıştır. Kazı çalışmaları Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın maddi desteği ile sürdürülmektedir. Günümüzde Behramkale- Behramköy adını taşıyan Assos, ilk iskan edildiği M.Ö. 2000 ‘li yıllardan günümüze kadar birçok değişiklik geçirerek yaşamını kesintisiz sürdüren bir yerleşim yeridir. Assos’un ilk sakinlerinin kimler olduğu tam olarak bilinmemektedir.Kentin İlk Tunç Çağı’ndan beri iskan edildiği bilinmektedir. En eski adının Pedasos olduğu ve Assos adının ondan geldiği de ileri sürülmektedir. Fakat Strabon, bir Leleg kenti olan Pedasos’un kendi çağında terk edilmiş olduğunu, artık var olmadığını söyler. Bu nedenle iskanı kesintisiz devam eden Assos ile Pedasos olasılıkla aynı yer değildir. Önce Thrakilı Mysialılar’ın yerleştiği Güney Troas, M.Ö. 7. yüzyılda Lesbos üzerinden gelen Aioller tarafından iskan edildi. M.Ö. 560 tarihinde Lydialılar’ın eline geçtiği sırada, Edremit Körfezi kuzeyindeki en güçlü ve en önemli kent Assos idi.M.Ö. 546’dan sonra Batı Anadolu’daki Pers egemenliği döneminde kent, satraplık sınırları içinde kaldı. Böylece gerek kentin, gerek Troas’ın tabi olduğu güç değişmiştir. M.Ö. 5. yüzyılda Atina kentinin liderliğinin güçlenmesi ve ardından deniz birliğinin kuruluşu, Kuzeybatı Anadolu kent devletlerinin ve özellikle kıyı kentlerinin bu birliğe katılmasını sağladı. Assos kurucu üyeler arasındaydı. M.Ö. 334 tarihindeki Granikos Çayı kenarında yapılan savaşta B. İskender’in Persleri yenilgiye uğratması ile tüm bölge Pers hakimiyetinden çıkmıştır. M.Ö. 241 yılında Bergama egemenlik alanına giren Assos, M.Ö. 133’te, III. Attalos’un vasiyeti ile Bergama krallığı Roma’ya geçince, bu kaderi paylaşmıştır. Assos’un kent olarak asıl gelişmesi Roma yönetimi dönemidir. Assos en erken Hristiyanlığı kabul eden Batı Anadolu kentlerinden biridir. Bunda en büyük etken St. Paul ve St. Lukas’ın kenti ziyaretleridir. 1288’de I. Osman’ın Lemnos’taki yengisinden sonra, Osmanlı baskısı 1330’da kesin bir egemenliğe dönüştü ve bölge sürekli olarak Türkler’in yönetimine girdi. Kent kuzeyde ve güneyde sarp ve kayalık olan koni biçiminde bir tepe üzerinde ve eteklerinde kurulmuştur. Denizden 236 m. yükseklikteki kayalık tepeyi güçlü surlar çevirmektedir. 3200 m. uzunluktaki surlar güneyde denize bakan yarın üzerinde zayıftır. Doğuda ise bir vadiyle ayrılan kayalık üzerinde güneye iner ve yarlarda sona erer. Kentin batısındaki surlarda biri ana giriş olmak üzere 6 kapı bulunmaktadır. Assos surlarında kuleler genelde dört köşelidir. Assos’un bugün ayakta duran surlarının büyük kısmı M.Ö. 4. yüzyılda yapılmıştır. ATHENA TAPINAĞI Assos’un en önemli eseri, akropolün en yüksek düzlüğünde M.Ö.530 tarihlerinde inşa edilen Athena Tapınağı’dır. Yapı mimarlık tarihi açısından oldukça önemlidir. Önce Anadolu’daki ilk ve tek arkaik çağ Dor mimari örneğidir. Bunun yanı sıra Dor mimari üslubuna kabartmalı friz ve süsleme elemanları ile İon mimari öğelerinin katıldığı ilk örnektir. Akropoliste Athena Tapınağı çevresinde yapılan çalışmalarda hem kuzey hem de güney kenarda tapınağın stylobat’ını çevreleyen ve onu orta avlu gibi kullanan bir dizi konutun varlığı ortaya çıkarılmıştır. Ms 6.yy’a ait tek katlı bu konutlar kentin küçüldüğü ve artan korsan saldırıları nedeni ile surlar içine çekilip akropolisi bir iç kale gibi savunmaya hazırladığı bir evreye aittir. AGORA (Pazar yeri,çarşı ) Agora, gymnasion ve tiyatro tapınağın yer aldığı akropolün güney eteklerindeki teraslar üzerine inşa edilmiştir. Agoranın kuzeyinde iki katlı, Dor düzeninde bir stoa bulunmaktadır. Agoranın resmi yapıları, doğu kısmındaki dar alanda toplanmıştır. Burada bir bouleterion, hemen onun önünde konuşmacılar için bir bema, diğer bazı yapılar heykeller ve diğer küçük yazıtlı anıtlar yer almaktaydı. Agora ile büyük batı kapısı arasında gymnasium kalıntıları yer alır. Assos gymnasiumu hellenistik dönemde yapılmış bir eserdir. BOULEUTERİON (Meclis) Bouleuterion (meclis binası), şehir yaşamı ile ilgili önemli kararları veren kent meclisinin toplandığı yapı anlamına gelir.Assos Antik Kentinin Şehir Mecisi Bouleuteiron Agora’nın doğusunda olup kürsü, heykeller, ve küçük anıtsal yapılardan oluşuyordu GYMNASİUM Gymnasium gençlerin bedensel ve toplumsal eğitim aldıkları, çoğunlukla spor yapılan bina olup bir şehirde agora kadar önemlidir. Asos'ta gymnasium İÖ II yüzyılda yapılmıştır. Agora ile batı kapısı arasındadır. Dört yanı Dorik üsluptaki sütunlarla çevrili, taş döşeli bir avlu biçimindedir. 32X40 m ölçülerindedir. Girişteki yarım daire şeklindeki basamaklar,bir çok tarihi eserde olduğu gibi günümüze ne yazıkki ulaşamamıştır. Kuzeydoğusunda Bizans döneminden kalan bir kilise ile güneybatısında da bir sarnıç bulunmaktadır TİYATRO Agoranın batı kapısından aşağı inen taş yol önce hamamlara oradan da tiyatroyaulaşmaktadır. Yüzünü denize ve lesbos adasına dönmüş olan tiyatro, Kent merkezinin güneyinde doğal bir kaya oyuğuna inşa edilmiştir. Yapım tekniği ve plan özellikleri açısından Bir roma çağı tiyatrosudur. Yapım tekniği ve plan özellikleri bakımından bir Roma Çağı tiyatrosudur. Büyük bir olasılıkla daha eskisinin yerine yapılmıştır. Kaveası iki diazoma ve 26 oturma sırasından oluşmaktadır. Parados duvarlarında her iki tarafta da beşik tonozlu birer mekan vardır. Bu iki odanın bilet ve kitap satışı ya da görevliler için yapıldığı düşünülmektedir. Büyük olmayan skene zamanla genişletilmiştir. 19.14 m genişliği vardır ve iki katlıdır. Sahne yapısı üç odaya bölünmüş;odalar birbirine kapılarla bağlanmıştır.Cephede, klasik tiyatro plan düzeninde çoğunlukla görüldüğü gibi, ortadaki daha geniş ve yüksek olmak üzere toplam üç kapı vardır. Küçük kapılardan biri exodos, diğeri eisodostur, ortadaki ise saraya giriş ve çıkışı simgeler.Oyuncuların yer aldığı platform (proskene) 2.5 m genişliğindedir ve bu alanı önde 12 adet yarım sütun taşımaktadır. Koro ve müzisyenlerin bulunduğu orkestra yeri 20.5 m çapındadır ve bu düzlüğü, oturma yerlerinden taş korkuluk ayırmaktadır. 5000 seyirci kapasiteli Assos tiyatrosu, deprem sonucu kaymış ve büyük ölçüde harap olmuş, sonraki yüzyıllarda da taş ocağı olarak kullanılarak taşlarının çoğu sökülüp götürülmüştür. STOA Yağmur ve güneşten korunmak amacıyla yapılan,daha çok agoralarda bulunan stoalar;önü sütunlu, üstü örtülü galeriler(revak) olup, uzunlamasına yapılmıs bir duvar buna paralel bir veya birkaç sütun dizisi ve bunları örten bir çatıdan oluşurlar genelde.Dinsel törenlerde, siyasi ve felsefi toplantılarda, ticari ve kültürel etkinliklerde kullanılırlar.Felsefi Stoa Okulu, duvarları resimlerle süslü sütunların oluşturduğu bir yerde kurulduğu için, "Sütunlu galeri" anlamına gelen Stoa adını almıştır.Asos'ta stoalar;biri Agora'nın kuzeyinde, öbürü de güneyindedir. Kuzeydekinin İÖ III yüzyılın sonunda ya da II yüzyılın başında yapıldığı sanılmaktadır.İki katlı, Dorik üsluptadır. Alt katta, sütunların arası dörtgen panolarla süslenmiştir. İkinci katın duvarında, tavanı oluşturan ağaç kütüklerin yerleştiği delikler görülebilmektedir.Aynı dönemden olan güney stoa, üç katlı olup;orta katta 13 dükkan bulunuyordu. Alt katta ise sarnıç ve 13 hamam yer almaktaydı. Nekropol Nekropol;"nekro" (ölüler) ve "polis" (sehir) kelimelerinden türetilmiş olup mezarlikları kapsar. Genellikle kent dışında,bazen de ana kapının hemen yakınında yer alırlar.Assos'tada böyle olup Assos Nekropoli Helenistik ve Roma dönemlerindendir. Nekropol'ün batı ve doğu kapılarını bağlayan yol boyunca, mezar ve anıtlar sıralanmıştı. Batı kapısının kuzeyinde, Publius Varius'un mezar kalıntıları bulunmaktadır. Nekropol tepenin eğimi nedeni ile batı kapısına giden yolun üst kenarında teraslara oturacak şekilde düzenlenmiştir. Eskiçağın kentlerinde mezarlıklar kentin dışında ve genellikle, ana yolun kenarlarında olurdu. Kente gelenin her biri bir anıt olan mezarları görsün, onları selamlasın diye. Kent içinde mezarlık görülmüş değildir. Tek tük rastlanılan mezar anıtları da kent meclisinin özel izni ile, kente olağan üstü katkısı olmuş kişilere verilmiş ayrıcalıktı. Assos’ta Roma Çağı nekropol mimarisinin kendine özgü bir üslubu ve zenginliği vardır. Çevresi duvarlı açık aile mezarları yanı sıra oldukça yüksek podium üzerinde büyük boyutlu lahitlerden ve yanlarında taş oturma sıralarından oluşan kompozisyonlar da vardır. M.S 2. Ve 3. yüzyıllarda beşik tonozlu tek ve çift odalı mezar anıtları da yapılmıştır Assos Roma Çağı’nda, Marmara denizindeki (Propontis) Marmara Adası (Prokonnessos) ile birlikte lahit imalat ve dış satımı ile ünlüdür. Ancak Assos’un lahitleri yerli andezittendir. O çağda Byzantion’a da satış yaptığı İstanbul’da bulunan ve bugün müzede olan örneklerden anlaşılmaktadır. Assos’un salt lahit satımı ile kalmadığı da söylenebilir. Uzun süre taş ocaklarından yarı işlenmiş taş da pazarlanmıştır. Bugün Venedik’te San Marko meydanında Assos’tan gitme İki büyük sütün vardır. MÖ 6. Ve 5. yüzyıl mezarlarına rastlanmıştır Roma Çağı katının altına inildiğinde MÖ 4. yüzyıldan 1. yüzyıla kadar tarihlenebilen lahit mezarlara ulaşılmıştır. Bu lahitler Roma Çağındakiler gibi değildir, daha basit yapılmıştır ve düz bir kapakla kapatıldıktan sonra üstleri toprakla örtülmüş, onun üzerine de gömülenin kimliğini açıklayıcı bir yazıt bulunan kare veya dikdörtgen prizma taş blok yerleştirilmiştir. Bu tabakanın altında bulunan parçalı taştan yapılma mezarlar ise kentin MÖ 5. yüzyıl dönemine aittir. Zengin mezar hediyesi veren bu dönem mezarları sayı olarak da çoktur. Daha alt sevi yelerde ise küp (Pithos) ve amphora içinde gömme geleneği görülmektedir. Küp içine gömmelerde ceset hoker vaziyetinde veya düz olarak uzatılmakta, yanına ölü hediyeleri konarak ağzı yassı bir taşla kapatılmaktadır. Batı Anadolu’da MÖ 6. yüzyılda çokça rastlanan yakarak (kremasyon) gömme geleneği Assos’da da görülmektedir. Bu uygulamada gömüleceği yerin yakınında hazırlanan çukur bir yere odunların istif edilişinden sonra cesedin üzerine yerleştirildiği ve yakıldığı anlaşılıyor. Bu sırada ateşe atılan ölü hediyeleri, koku kapları, kazı sırasında bulunmuştur. Ateş söndükten sonra kalanlar ve külleri urne adı verilen bir çömleğe konmakta idi, ki bu bir testi veya hydria olabilmektedir. Böylece hazırlanan kap açılan bir çukura dikine oturtulmakta ve ağzı ya bir tas veya skyphos, kyliks cinsinden içki kabı ya da yassı bir taşla örtülmekte başlarına da bir taş dikilmekte idi. Assos kazılarında bu türden çok urne gün ışığına çıkarıldı. Ortaya çıkarılan bu örnekler Çanakkale Müzesi’ndedir. Bu mezarlık buluntuları içinde en alt tabakada bulunanlar içinde MÖ 7. yüzyıl başlarına tarihlenebilenler vardır. Bu da kentin Erken Arkaik Çağ’da Aioller tarafından yeniden iskan edildiğine ilişkin söylentileri doğrulamaktadır. Nekropoldeki yeni araştırmaların ortaya koyduğu önemli sonuç, MÖ 7. yüzyıl başından başlayarak Roma Çağı’nın sonuna kadar kesiksiz bir iskanın varlığını kanıtlamasıdır. HÜDAVENDİGAR CAMİİ Camii, bir kubbe ve sütunlu bir giriş kapısını da içine alan dörtgen bir alan üzerinde inşa edilmiştir. Camiin, Osmanlı mimarisinin tipik bir örneği olduğunu söyleyebiliriz. Camiin mermer giriş kapısı, Carnelıus kilisesinin kapısıdır. Carnelius kilisesini tamir ettiren Skamandros hükümdarının kilise kapısına yazdırmış olduğu duaya dokunulmamış,sadece haç işaretinin iki kanadı kırılmıştır. Üzerinde haç işareti bulunan taşın bir camiin dekorasyonunda kullanılmış olması çok ilginç ve bir o kadar da etkileyicidir.XIV. yüzyılda, I.Murad döneminde, Assos yıkıntıları arasında yüksekçe bir yerde kurulmuş bir yapıdır. BEHRAMKALE KÖPRÜSÜ Ayvacık' tan Behramkale'ye giden yol üzerinde , Tuzla Çayı üzerine 14. yüzyılda inşa edilmiştir.Günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilen köprü inşaa edildiği günden bugüne üstünden insanları sevdiklerine kavuştururken,altından Ege'ye kavuşmak arzusuyla çağlayıp duran Tuzla Çayını seyre dalmıştır . Antik adı Satniceis olan Tuzla çayının güney ve kuzey yönlerinde uzanır.Behramkale köyüne bir km mesafededir.Kimin tarafından yaptırıldığı kesin olarak bilinmemektedir.Ancak Cami'i yaptıranın köprüyü de inşa ettirmiş olduğu tahmin edilmektedir.Köprünün orijinal ve en itinalı kısımları kemerleridir.Genel form, büyük kemer üzerinde en yüksek kısmı teşkil eder ve uçlara doğru alçalarak son bulur. Diğer bir özelliği de; Kemallı Asılhan Bey Camii ve Behramkale Camii duvar tekniğinin burada da görülmesidir. Köprünün, mimari form açısından Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yapılan köprülerin özelliklerini üzerinde taşıdığı görülmektedir.Köprü kullanılmamaktadır. ASSOS-İSKELE VEYA ANTİK LİMAN VE PALAMUT DEPOLARI Takriben 1950 ve 60 lı yılara kadar;Assos'un denizden içeriye doğru takriben 50 Km.lik arka bölgesinin büyük bir bölümü özel mülkiyet palamut ormanları ile kaplı idi.Su anda Assos-İskele veya Antik Liman adı ile anıla yerde kurutulmuş palamut meyveleri (palamut ve iğli)nin diş ülkelere sevk edilmek üzere depolandığı taş kagir depolar vardı.O yıllarda en ucuz ve enbol yapı malzemesi taş ,en ucuz yapı makinası insan olduğu için bütün yapılar taş gagir yapılırdı.Arka bölgede toplanıp depolanan palamutlar çuvallanarak Assos – İskele de açığa demirleyen büyük yük teknelerine küçük kayıklarla taşınarak yüklenir ve diş ülkelere sevkedilirdi.Bu dışsatım işinide İzmirde Nazlı Ailesi işletmeleri,İstanbulda ise mahalli ağızda Salamiyeler denen aileler yapardı.Oradaki taş kagir palamut depoları restore edilerek ve değiştirilerek bu gün otel motel olarak kullanılıyor. İzmirdeki Nazlı İşletmelerinin deposuda bu gün Nazlıhan Hotel olarak işletiliyor. Daha sonra vinil boya hammadesinin icadı ve kullanımının yaygınlaşması sı ile palamut ve iğli ekonomik değerini yitiridi.Acıklı sonuç; meyvesinin hiç bir ekonomik değeri olmayan palamut ağaçlarıda kesilip odun kömürü yapıldı.Zaten 6831 Sayıl Orman Kanununa görede Palamut meşesi orman ağacı değil. Ama şu anda kurutulmuş palamut meyvesi, yörede üretilen halı kilim ve sililerde(el dokuma) az miktardada olsa doğal boya maddesi olarak kullanılıyor. Bölgede az miktardada olsa palamut ağaçları mevcut, hatta bizim işlettiğimiz www.assos.org/terrace motelin bahçesindede var.Bölge insanı Palamut ağacına daha sevimli bakıyor.Dolayısıyle dahaönceki yıllardaki palamut ağacı katliamı artık yok. Bölgede doğup büyüyen o yıllarda genç veya yetişkin olan herkes palamut meşesinin yetişmesini,müstahsilin meyvasını toplanmasını,sergide meyvaların kurutulmasını,depoanmasını,çuvallanarak ;o zamanlar tek yük nakliye aracı olan develerle Assos-İskeleye sevk edilmesini,iskeledeki palamut depolarında depolanmasını çok iyi bilir.
  15. _asi_

    Nusrat Mayın Gemisi

    NUSRAT MAYIN GEMİSİ Adı ye Tipi NUSRAT - Mayın Gemisi İnşaa Tarihi ve Yeri 1911-Kiel Almanya Tonajı 365 Ton Askerî Hizmete Girişi 1913 Boyu ve Eni 40m.-7.5m. Derinliği 3,4 m. Çektiği Sn 2 m. Silahları 1 Adet 7,5/40 Top 2 Adet 4,7 top, 2 mk. 5b. Mayın Kapasitesi 40 Adet Sürati 15 mil Terhis Târihi 1955 Gemi Komutanı Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey Mayın Grup Komutanı Yüzbaşı Hâfiz Nazmi Bey Mürettebat Sayısı 61 kişi Çanakkale Deniz Savaşları’na katılan ve bu savaşta önemli rol oynayan Nusrat Mayın Gemisinin 1982 yılında aynı ölçüde bir maketi yapılmış olup, gemi Çimenlik Kalesi’ndeki müzede bulunmaktadır. Bu gemiye ait bazı orijinal araç ve gereçler de maket geminin içerisine yerleştirilerek teşhir edilmiştir. Nusrat Mayın Gemisi deniz kuvvetlerince kadro dışı bırakılmış, belki de Çanakkale Savaşı’ndaki hizmetleri unutulmuş ve uzun yıllar yük gemisi olarak Mersin Limanında koyun taşımacılığı yapmıştır. Nusrat Mayın Gemisinin kendisi Tarsus Belediyesi tarafından satın alınarak kentin merkezinde bulunmaktadır. Nusrat Mayın Gemisi 1912 yılında Almanya’da Kiel’de yapılarak denize indirilmiştir. Gemi 370 grostonluk olup 40 m. boyunda, 7.40 m. eninde, 19 deniz mili de süratindedir. Dar alanlarda kolayca manevra yapabilme özelliğine sahip olmasının yanı sıra, 2 m. gibi az su çektiğinden dolayı da mayınlı alanların üzerinde güvenle dolaşabiliyordu. Çanakkale Savaşları sırasında, 7-8 Mart gecesi Gemi Komutanı Tophaneli Yzb. Hakkı ve Yzb. Nazmi (Akpınar ) beyler komutasında 7 subay ve 54 er, gemiye 26 adet mayın yüklemiş ve Karanlık Limandan gece hareket ederek, daha önce itilaf devletleri tarafından döşenmiş mayın hatlarının arasından geçerek Anadolu tarafındaki Akyarlar önünde taşıdıkları mayınları belirli aralıklarla denize dökmüşlerdir. Yzb. Hakkı Bey bu görev öncesi kalp krizi geçirmiş olmasına rağmen kendi isteği ile denize açılmıştır. Mayınları döşedikten sonra gece karanlığında İtilaf donanmasına ait devriye gemilerinden birisinin projektörü aynı anda karşı sahilden denizi tarayan bir başka projektörün ışığı ile birleşmiştir. Yzb.Hakkı Bey bu ışık karmaşasından faydalanarak tehlikeli bölgeden çıkmış ve Çanakkale’ye yönelmiştir. Yzb.Nazmi Bey tehlikenin geçtiği sırada “Geçmiş olsun Hakkı” diyerek arkadaşının omzuna vurmuş, bu anda da Yzb.Hakkı’nın heyecana dayanamayarak öldüğünü görmüştür. Yzb.Nazmi Bey daha sonra Bnb.lıktan emekli olmuş ve Deniz Yollarında 5 Mayıs 1940’ta öldüğü güne kadar kılavuz kaptanlık yapmıştır. Çanakkale Savaşları sırasında 18 Mart zaferini sağlayan en önemli etkenlerden birisi de boğaza döşenen mayınlardır. Bu mayınlara çarpan Bouvet,Ocean ve İrresistible batmış, Gaulois ve Inflexible isimli zırhlılar başta olmak üzere 10 gemi de ağır hasara uğramıştır. Ayrıca 1318 tonluk Turquoise denizaltısı ise topçu onbaşısı Müstecip’in attığı top ile savaş dışı kalmıştır. Savaş sonrasında İstanbul’a götürülen bu denizaltıya “Müstecip Onbaşı” adı verilmiştir. İtilaf Devletleri donanması Nusrat Mayın Gemisinin döktüğü mayınlar ve karadan da Çanakkale müstahkem mevkii komutanı Cevad Paşa’nın açtığı ateş sonucunda donanmanın %35’i saf dışı kalmış ve Çanakkale’den çekilmişlerdir. 1955 yılında "terhis edildikten" sonra, 1962 yılında satılarak şekli değiştirildi ve çeşitli deniz nakliyat şirketlerince "kuru yük gemisi" olarak kullanıldı. "Ekonomik ömrünü tamamladı" gerekçesiyle terk edildi ve 1990 yılı Nisan ayında Mersin Limanında battı. 1999 yılında Gönüllü kişilerce tekrar yüzdürüldü, "müze"olarak kullanılması için düzenlenen kampanyalara kimse ilgi göstermeyince "jilet" yapılmaya mahkûm edilmişti. Sonuç : 2003 yılında, Tarsustaki Çanakkale Parkında Müze olarak sergilenmeye başlamıştır.
  16. _asi_

    Truva kazıları

    TRUVA KAZILARI TRUVA MAKETİ PİTHOS BAHÇESİ TRUVA ANIT TAŞI TRUVA DOĞU DUVARI TRUVA SAVAŞININ YAPILDIĞI ALAN SAVUNMA DUVARI TABAKALAR KUYU KUTSAL ALAN KAYNAK MAĞARASI ODEON TRUVA MEŞESİ
  17. _asi_

    Truva (Troia)

    Truva'nın Kuruluş'una geçilmeden önce aşağıdaki hususların bilinmesinde fayda bulunmaktadır. Troia kazılarında 1995 yılında bulunan Luvi dilindeki Bronz mühür (Troia VII tabakasında (M.Ö. 12. yy) bulunmuştur. Çapı 2,3 cm'dir. Ön yüzde, Luvi dilindeki Hieroglif yazıtta bir katibin ismi, arka yüzde de karısının ismi yer almaktadır.) ve bronz tanrıça heykelciği , Truvalıların Luvi oldukları ve dini inançlarınında Anadolunun iç kesimlerinde yaşayanlarla aynı olduğunun en güçlü kanıtıdır. Diğer taraftan Bu buluntu, Troia'daki en eski yazılı belgedir ve Troia'nın Hititlerle olan ilişkilerine işaret etmektedir. Açıklama : Luvi dili:Anadolu’nun yerli halklarından biri olarak kabul edilen Luviler’in dili olup, Anadolu’nun en eski dillerinden biridir. Bu aynı zamanda, Hititler’in hiyeroglif yazılarında kullandıkları dildir.(Mısır ve Girit hiyeroglif yazısından farklı olan bu hiyeroglif yazısı daha çok mühürlerde ve kaya anıtları gibi büyük yazıtlarda kullanılmıştır.) 1462 yılında Midilli'yi kuşatmaya giden Sutan II. Mehmed, Truva'da durup Homeros'da adı geçen kahramanların mezarlarını aramış ve şöyle demiştir:'Tanrı, yıllar sonra olsa bile, bu kentin ve burada yaşayanların intikamını bana nasip etmiştir. Kimi iddialara göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul'un fethinden sonra Truva'ya giderek Truvalı kahramanların anısına kurban kesmiştir ve "Truvalıların öcünü aldım" demiştir Mustafa kemal Büyük Taarruzda yanındakilerin duyacağı şekilde Truva'nın intikamını aldım der. Truva' nın bir türk Türk Yurdu olabileceği hususunda görüşler bulunmaktadır. Gerek İlion , gerekse Truva (Troia) adları en az MÖ. 2000 yıldan , olasılıkla Luwi dilinden gelme yöre yada kent adlarının Helen ağzında az çok değiştirilmiş biçimleridir. Adların Helen destan inancına göre , yöre halkının Kralı Tros ile oğlu İlos'un adlarından gelme olduğu ünlü Homeros'un İlyada adlı destanında anlatılır. Bu çok önemli antik kentin yeri ve kalıntıları Çanakkale boğazı güney girişinde , İntepe Bucağı, Tevfikiye (Asarlık) köyü yakınında Hisarlık mevkiinde ovaya egemen bir tepecik üzerindedir. Yaklaşık M.Ö. 3000 yıllarında, Lelegler tarafından kurulmuştur. AÇIKLAMA : Eski Yunanlilar Karlar'i Leleg ve Plasglar'la birlikte Ege'nin en eski halki olarak gösterirler. Homeros' un destanlarinda Karlar ve Lelegler Asya kökenli olup, Truva Krali Priamos'un safinda harbe girmislerdir. Farklı dillerde, yazılış ve söyleniş biçimi olan Troia ismi, Türkçe'de "Troya", Fransızca okunuşu nedeniyle de, 19. yüzyıldan itibaren "Truva" olarak da bilinir. Homeros'un İliada destanında aynı yer için hem Troia hem de İlios ismi kullanılmıştır. İliada Destanı'nda 49 kez Troia, 106 kez İlios ismi geçmektedir. İliada'da "kutsal İlios" tanımlaması sıkça rastlanır. Daha az kullanılan Troia ise "sağlam duvarlarla çevrilmiş", "güçlü kuleli", "geniş caddeli", "rüzgarlı" tanımlamalarla birlikte anılmaktadır. Kent için kullanılmış iki isim de Homeros'tan çok daha eskiye dayanmaktadır. Destan eskilerden anlatıla gelerek Homeros'a kadar ulaşmıştır. Troia, Çanakkale Boğazı'nın Asya kıyısında, Karamenderes (Skamander) Nehri'nin Ege Denizi'ne döküldüğü deltaya yakın bir yerdedir. Burası, söz konusu çevre içindeki tarihöncesi yerleşmeler arasında en büyüğü ve en önemlisidir. Troia höyüğü, Karamenderes Nehri'nin (Skamendros) oluşturduğu alüvyonun ovasından yaklaşık 20-25m yükseklikteki bir platonun üstünde yer almaktadır. Üçgen biçimli plato, başlangıcı yaklaşık M.Ö. 3000‘e tarihlenen savunma sistemli bir yerleşme için stratejik bir konuma sahipti. O dönemlerde, deniz, höyüğün bulunduğu yükseltinin kuzeyine kadar ulaşmaktaydı. 2000 yıl süren Tunç Çağı'nda, yerleşmedeki kültür dolgusu 15 metreye ulaşır. Troia, iki kıta (Avrupa ve Asya) ve iki deniz (Ege ve Karadeniz) arasındaki stratejik konumu nedeniyle binlerce yıl yerleşim görmüş ve bu nedenle pek çok yıkım ve savaşa tanıklık etmiştir. Troia, Çanakkale Boğazı girişi yakınındaki Hisarlık mevkisindeki Tunç Çağından kalma kale ve kentle birlikte Troia Savaşı sonunda yok edilen Kral Priamos'un efsanevi kentinin ortak adıdır. Troia, ilios ya da Ilion olarak da anılıyordu. Truva, 1996 yılında “Tarihî Millî Park” ilan edilmiş ve 1998’de Unesco Dünya Miras Listesine dahil edilmiştir. TRUVA'NIN YERİ Bu çok önemli antik kentin yeri ve kalıntıları Çanakkale Boğazı güney girişinde , Erenköy (İntepe) Beldesi , Tevfikiye (Asarlık) köyü yakınında Hisarlık (eski Pergamos) mevkiinde ovaya egemen bir tepecik üzerindedir.Çanakkale İl merkezine 30 Km. mesafededir. TRUVA'NIN KURULUŞU Senmatros (semadirek) adasının kralı KORTİYOS 'un oğlu olan Dardanos , Hellespont'un Anadolu kıyısına gelerek Dardanos kentini kurar MÖ. 1537 yılında ölünce yerine oğlu ARİHTONYOS kıral olur. 75 yıl süren krallığından sonra kendine yeni bir kent kurar .Bu kent onun adı olan TROVA olarak ünlenir. Bu kalenin yöresine de TROVADA adı verilir. Anadolunun bir çok yerinden gelen halkla bu kent çabucak gelişir. TRO'nun oğlu İLOS zamanında ise bir şehir olarak büyür ve gelişir .Yörede ün ve önem kazanır. İLO'nun ölümü üzerine oğlu LAOMEDON (MÖ:1346) yılında Kral olur olmaz TRUVA'nın iç kalesini inşa ettirir .Bu kale İLİON-İLYON adı ile ünlenir. Özetleyecek olursak TRUVA'nın kurucuları Çanakkale İlinde ilk yerleşim yerini (Dardanos) kuran Dardanos'un çocukları ve torunlarıdır. TRUVA'NIN ORTAYA ÇIKARILIŞI Homeros'un İlyada'sında adı geçen ve yeri bilinmeyen Antik Kent Truva ,1870 yılında Alman arkeolog Heincrich Schliemann tarafından başlatılan kazılar sonucunda bulunmuştur.(ortaya çıkarılmıştır) TRUVA KÜLTÜR KATLARI (KATMANLARI) Tarih boyunca dokuz kez doğal afetler ve savaşlarla yıkılan Truva’yı dokuz katman halinde incelemek mümkündür. İlk Katman : Truva I, İ.Ö. 3000-2500 yıllarını kapsamaktadırÜst üste on tabakadan oluşan ve Erken Bronz Çağına tarihlenen bu ilk yerleşim, 90 m. çapında oldukça küçük bir alanı kaplamaktadır. Truva I’in Surları iyi korunmuştur. Güneydeki ana girişi iki kule desteklemekteydi. Kuzeydeki 102 Numaralı Ev, bu tabakanın en önemli buluntusu olarak kabul edilmektedir. 7,00x18,75 m. ölçülerindeki ev, ön odası ve büyük odasındaki ocağı ile “megaron” (dikdörtgen/kare iç mekân ile ön dehlize sahip, içinde ocak bulunan ahşap tavanlı yapı) tarzındadır; Antik Yunan tapınaklarına öncülük etmiş bu tipin bilinen ilk örneklerindendir. Mermer ya da kireç taşından şematik figürinler; koyu renk perdahlı kâseler kazıma tekniğinde basit geometrik motiflerle bezeli çömlekler ve üç ayaklı leğenler bulunmuştur. Truva I’in büyük bir yangınla son bulduğu anlaşılmıştır. İkinci Katman : İ.Ö. 2500-2200 yıllarına tarihlenen ikinci katman, Truva II ise, 7 yapı katından oluşur. 110 m.lik bir alanı kaplamasına karşın, Truva tarihinde büyük bir önem taşır. Üç ana döneminde yeni sur duvarları yapılmıştır. Anıtsal girişi büyük boyutlu megeronların mimarî cephe oluşturacak biçimde yan yana sıralanmasıyla yerleşim, kent plânlamacılığı açısından önemli bir aşamanın temsilcisi olmuştur. Bununla birlikte, Truva I kültürünün sürdürüldüğü söylenebilir. Kentin plânlama anlayışı, daha sonraki dönemlere ait Tiryns ve Atina gibi Antik Yunan şehirlerinde sürdürülmüştür. Bakır ve tunç aletlerin ve kapların yanı sıra, çok miktarda altın ve gümüş bulunmuştur. Truva II, bir istila sonucunda yıkılmıştır. Üçüncü Katman : Truva III-V katmanlarında, Truva’nın önceki parlak çağının yok olmaya başladığı öne sürülmektedir. Yaşam tarzının fazla değişmediği anlaşılan Truva III (İ.Ö. 2200- 2050), 4 yapı katından oluşmuştur. Bu döneme ait kalıntılar, Truva II’nin güneyindeki rampanın kuzeybatısında karşımıza çıkar ve genellikle, moloz taşlarla yapılmış bitişik küçük evler ve dar sokaklarla biçimlenmiştir. Sur duvarları da tümüyle taştandır. Küçük buluntularda, önemli bir yenilik görülmez. Yalnız kap biçimleri değişmiş; çan biçimli kâseler, maşrapalar, gaga ağızlı testiler ortaya çıkmıştır. Az sayıdaki çark yapımı kapların daha çok zenginler için imâl edildiği sanılmaktadır. Dördüncü Katman: Beş yapım evresinin görüldüğü ve Erken Tunç Çağının son yerleşmesini oluşturan Truva IV’te (İ.Ö. 2050-1900), 5 yapım evresi görülür. Sur duvarlarının bile bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bitişik düzendeki sıradan yapılar, batıdaki VIA’nın doğusunda yer almaktadır. Kil döşemeli taş temel üzerine ker****ten yapılmış evlerin avlularında, ilk kez olarak kubbeli fırınlar açığa çıkarılmıştır. Beşinci Katman: Erken Tunç Çağından Orta Tunç Çağına geçişi oluşturan Truva V’te (İ.Ö. 1900-1800) ise, 6 yapım evresi saptanmıştır. Yerleşimin, basit bir surla çevrildiği anlaşılmıştır. Evlerin mimarî özellikleri büyük ölçüde Truva IV’ü yinelemekle birlikte, duvarların daha özenli bir işçilik gösterdiği, daha düzgün ve büyük boyutlu mekânların yapıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca, kubbeli ocaklar ve arı kovanı biçimli fırınlar, sekiler olmak üzere iç mekândaki öğelerde artış görülmüştür. Tüm bu özellikler, yaşam tarzında bir gelişmenin olduğunu göstermektedir. Altıncı Katman: Truva VI (İ.Ö. 1800-1275), sekiz yapı katından ve üç ana dönemden oluşur. Bu evrede yapılan evler ve surlar yetkin bir işçiliğin ve zevkin ürünleridir. Günümüzde ayakta olan Sur Duvarları, beş kapıyla bağlanan altı bölümden oluşmaktadır. En iyi korunmuş olanı, kuzeydoğudaki 1. Bölümdür. Bu bölüm, anıtsal kulesiyle 18 m. uzunluğunda ve 8 m. genişliğindedir. Özgününde 9 m. yüksekliğindeki Kulenin, Akropolisin yanı sıra tüm platoya hakim bir Gözetleme Kulesi olduğu saptanmıştır. Kulenin ortasında, kayaya oyulmuş 8 m. derinliğindeki kuyuyu kuşatan bir Sarnıç bulunmaktadır. Güneyindeki, 41,50 m. uzunluğunda, 4,50 m. kalınlığında ve 4,00 m. yüksekliğindeki kısmı günümüze gelebilmiş 2. Bölüm de, kaliteli işçiliği ile dikkati çeker. Bu duvar, büyük ölçüde Roma dönemi surunun arkasında kalmıştır. Güneye kadar uzanan yaklaşık 90 m. uzunluğundaki 3. Bölüm, güneyde Roma dönemi Bouleterion’u ve Schliemann’ın yarığı ile kısmen tahrip olmuştur. Buna karşılık, doğu bölümü oldukça iyi durumdadır. Güneydeki 4. Bölüm, 121 m. uzunluğundadır. Truva VI’daki en önemli buluntulardan biri, 4. Bölümün yaklaşık 450 m. kuzeybatısındaki geniş hendektir. Özgün durumunu korumuş 5. Bölüm küçük taşlarla inşa edilmiştir ve teknik özellikleri açısından farklılık gösterir. Ayrıca, diğer bölümlerin yarısı kalınlığındadır. Kuzeyindeki 6. Bölümün yalnız alt kısmı açığa çıkarılmıştır; üstü Helenistik ve Roma dönemlerinde tahrip edilmiştir. Truva VI’nın sarayları ve diğer önemli yapıları tepenin üst kısmındadır. Akropolisteki yapılar Helenistik dönemde, Athena Tapınağı ile stoalar yapılırken ve Roma Döneminde genişletilirken tahrip olmuştur. Zarar görmeyen kısımlar da Schliemann tarafından yok edilmiştir. Bununla birlikte, kazılarda ortaya çıkarılan yapılar ilgi çekicidir. Truva VI, özenli bir işçilik gösteren surları, ustalıkla yapılmış kent plânlaması ve yapılarıyla, tüm antik dünyadaki çağdaşları arasında en güzel ve sıra dışı kentlerden biri olarak kabul edilmiştir. Bu dönem, Truvalıların yüksek düzeyde bir kültürel yaşantıyı gerçekleştirdikleri bir zaman dilimidir. Kentin altın çağı olan Truva VI, büyük bir depremle tahrip olmuştur. Yedinci Katman : Truva VIIa (İ.Ö. 1275-1240) yerleşimiyle ilgili olarak kazılarda ortaya çıkan buluntular, Truva’nın kültürel yaşamında bir kesintinin olmadığını göstermiştir. Nitekim, Truva VI’da bulunmuş Gri Minyan keramiklerinin VIIa’da da aynı kalitede ve bollukta olduğu belirtilmektedir. Hatta, Tan keramikleri de, daha önceki tabakada görülen yoğunluktadır. Bununla birlikte, Truva VI’ya ait işlenmemiş taşların kullanıldığı duvarlara da rastlanmıştır. Amerikan kazı heyetine göre, VIIa Priamus’un kentidir ve Homeros’un “İlyada”sında anlatılan Ilion da bu döneme aittir. Ancak E. Akurgal, bu tabakanın mimarî verileri çerçevesinde bu görüşe katılmanın pek mümkün olmadığını, VIIa’nın sakinlerinin sur duvarlarını ve harap evleri onardıklarını, ancak yaptıkları evlerin daha düşük kalitede olduğunu belirtir. Hatta, mimarî plânlama ve düzenleme anlayışı açısından kentin değişime uğradığını, Truva VIf-h’de gördüğümüz yüksek sanatsal ölçütlerin ve ayrıntısına kadar düşünülerek tasarlanmış kent plânlamasının da Truva VIIa’da görülmediğini ekler. Özellikle Truva VI’nın doğu ve güneydoğu kapıları arasındaki kesimde yer alan evlerin, farklı sosyal tabakalaşmanın varlığını gösteren, “megaron” tipinin uygulanmadığı düzensiz ve tamamlanmamış evler olduğunu, bunların VI. tabakadaki evlerle kıyaslanamayacağını vurgular. Kısa ömürlü Truva VIIa, Akalılar tarafından tahrip edilmiştir. AÇIKLAMA : Schliemann bulduğu her katmanı Troia I'den Troia IX'a kadar adlandırdılar. Sonraki arkeolojik çalışmalarda daha ince yöntemler kullanıldı. Mimari aşamalar daha ayrıntılı olarak belirlendi. Karışıklığa yol açmamak için de Troia VIIa, Troia VIIb şeklinde kodladılar. Daha ince farkların belirtilmesi gerekince de Troia VIIb1, Troia VIIb2 olarak ifade edildi. Truva VIIb1 (İ.Ö. 1240-1190) döneminde, Akaların tahribatından sonra Truvalıların kentlerine geri döndükleri, evlerini ve sur duvarlarını onardıkları kalıntılardan anlaşılmaktadır. Gri Minyan ve Tan keramiklerini üretmeyi sürdürmüşler, bunun sonucunda da önceki parlak kültürel yaşam pek kesintiye uğramamıştır. Bu dönemin kalıntıları kentin güneyinde görülmektedir. Truva VIIb2 (İ.Ö. 1190-1100) döneminde ise, Truva VI’dan beri ilk kez kültürel değişime tanık olunmaktadır. Bu dönemde, “düğmeli çanak-çömlek” ve benzeri keramikler görülmeye başlanmıştır. Bu döneme kadar yalnız Balkanlar’da karşımıza çıkan bu çömlekler grimsi renkleri, yüzeylerindeki boynuz benzeri çıkıntıları ve köşeli sapları ile ayırdedilirler. Yapım tekniklerinde de önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır; duvarların alt sıraları ortostatlarla (büyük boyutlu, bezemeli taşlar) desteklenmiştir. Bu verilerden, Truva VIIb2’de Balkan kökenli bir halkın yaşadığı anlaşılmaktadır. Yüzyıllardır işgallere karşı korumalı bir iç kale işleviyle kullanılmış Akropolisin ise, bu evrede eski önemini yitirdiği anlaşılmaktadır Sekizinci Katman : Truva VIII'de görülen Helenistik uygarlığın izleri İ.Ö. 7. yüzyıldan geriye gitmez. Kazılarda ortaya çıkarılan ve kazı heyetince “Yukarı Temenos” olarak adlandırılan ilk Helenistik yapı kentin güneybatısında yer alır. Bu duvar, ortasındaki sunak taşı ile birlikte Helenistik Döneme aittir. Temenos’un, Truva VI surlarının önündeki kaplamalı kuzeydoğu duvarı, Helenistik dönemin özenli rustik (yüzeyleri kaba pürüzlü taş bloklar) taş işçiliğinin kaliteli bir örneğidir. Ortadaki sunak taşının batısındaki ikinci sunak bu döneme değil, Romalılar zamanına aittir. Yukarı Temenos’un güneyindeki, “Aşağı Temenos” olarak adlandırılan kutsal alanda, Helenistik Döneme ait iki sunak taşı bulunmaktadır. Helenistik dönemde kentte inşa edilmiş en önemli yapı, kentin kuzeydoğusundaki Athena Tapınağı’dır. Bu yapıdan Homeros da söz etmektedir. Büyük İskender zamanına maledilen yapı, onun komutanlarından Lysimakhos zamanında (İ.Ö. 323-281) inşa edilmiştir. Dor düzenindeki tapınaktan günümüze yalnızca kazılmış bir çukur ve içindeki parçalar kalmıştır. Tapınağa ait parçaların bir bölümü Truva Müzesindedir. Dokuzuncu Katman: Truva IX’daki buluntular Roma dönemine aittir. Romalılar, Aphrodite’nin oğlu ve Truva Savaşı kahramanı Aeneas’ın ataları olduğuna inandıkları için, “Ilion” (Truva)’a büyük önem vermişlerdir. Roma İmparatoru Iulius Caesar (İ.Ö. 100-44) buraya adaklar sunmuştur; ancak somut planları hayata geçiren İmparator Augustus (İ.Ö. 63-İ.S. 14) olmuştur. Bu dönemde, Athena Tapınağı’nın temenosu genişletilmiş ve birçok yeni yapı inşa edilmiştir. Tapınak dört yandan, her biri 80 m. yüksekliğindeki sütunlarla kuşatılmıştır. Bu alandaki yapım etkinlikleri gerçekleştirilirken, Truva VI’nın en önemli yapıları ve Truva VII’nin evleri yıkılmıştır. Truva VI surunun güneybatı bölümü önünde yer alan ve onu kapatan Roma Sur Duvarları da bu dönemde yapılmıştır. Tapınağın güneyindeki Anıtsal Giriş de bu evreye aittir. Athena Tapınağı’nın güneydoğusu ile surlar arasında kalan alanda da birçok Roma yapısı inşa edilmiştir. Güneydeki Truva VI ana girişinin doğusunda inşa edilen ve yarısı surların üzerine yapılmış Bouleterion (Meclis Binası/Tiyatro B ) ile oturma sıralarının bir bölümü yine sur duvarları üzerine yapılmış Tiyatro C de Roma dönemine aittir. TROİA KAZILARI 1.Dönem Kazılar ( 1870-1890) Troia'da ilk kazılar Zengin bir amatör arkeolog olan Henrich Schliemann Homeros'un iliada Destanı'ndan yola çıkarak 1870 yılında Troia'yı bulmak için kazılara başladı. Amacı arkeolojik olmaktan çok defineciliğe yakındı. (Bazı arkeologlar ise Schliemann'ın o zamana kadar define avcılığından öteye gitmeyen kazıların aynı zamanda kayıp uygarlıklar bilgi de sağlayabileceğini gösterdiğini ve Kazılara yeni yöntemler getirdiğini ileri sürüyorlar.) Priamos'un efsanevi hazinesi arıyordu. Troia II evresinden kapı ve rampanın yanındaki bir çukurda gerçekten de bir hazine buldu. Sonradan uzmanların Priamos'un hazinesi olmadığı görüşüne vardıkları hazineyi kaçırdı. Hazine uzun süren bilinmezlik döneminden sonra Rusya'da Puşkin Müzesi'nde ortaya çıktı. Troia ile ilgili en popüler öykü de bu oldu. Troia başından beri büyük tartışmalara konu oldu; bilim çevrelerindeki tartışmalar günümüzde de sürüyor. 2.Dönem Kazılar ( 1893-1894) Büyük kamplaşmalara neden olan Troyia'da ilk bilimsel kazılar Schlieman'dan çok sonra Wilhelm Dörpfeld yönetiminde yapıldı. Anca bu kazılarda da "bir şeyler bulabilmek" için kent höyüğünün altı üstüne getirildi. 3.Dönem Kazılar ( 1932-1938) 1932-1938 yılları arasında Cari W, Blegan başkanlığında Amerikalıların yaptığı kazılarla Troia bilimsel yönden yeterli düzeyde incelenmeye başlandı. 4.Dönem Kazılar ( 1988-2005) Günümüzdede süren kazıları 1988'den 2005 yılına kadar Tübingen Üniversitesi adına Manfred Korfman yönetmiştir. Prof. Korfman Troia ile ve çevreyle öylesine bütünleşti ki, adına bir Türk ismi eklenerek Manfred "Osman" Korfmann oldu ve Türk vatandaşlığı almıştır.Prof. Korfmann'ın 2005 yılında vefat etmiştir. 5.Dönem Kazılar ( 2005-Devam ediyor) Prof. Korfmann'ın 2005 yılında vefatından sonra, Tübingen Üniversitesi, Prehistorya ve Protohistorya Bölümünden, Prof. Dr. Ernst Pernicka ve Dr. Peter Jablonka aynı ekiple kazıları sürdürmektedirler.Bir çok kez üst üste kurulan Troia Troia'nın arkeoloji ve tarih açısından en önemli yanlarından birisi kentin yıkılıp, yanıp yeniden aynı yerde kurulması. Genellikle bir kent yıkıldığında bir başka yere kurulur. Oysa Troia hep aynı yerde yeniden kurulmuş. Böylece insanlık tarihinin, kültürün, mimarinin 5 bin yılını izleme, öğrenme şansı veriyor. Troia I, II, III ve öncesi İ.Ö. 300-2500 yılında yaşamış. Bu evre kentin surlarla çevrildiği, Güneye bakan büyük konutlar (megaron) yapılmış. Surlar eğimli, temelleri taş ve üst kısımları ker****. Troia'nın çevresine Troas deniliyordu.Troas'ta Troia kurulmadan önce de yerleşim vardır. Kumtepe'nin üzerinde insan yerleşiminin ilk izleri bulundu. Bu izler 7000 yıl geriye gidiyor günümüzden. İ.Ö. 4800 tarihinde burada bir köy yerleşimi olduğu anlaşılıyor. Köyün sakinleri tarım yapıyor; meyve ağacı yetiştiriyor, balık avlıyor ve keramik üretiyorlardı. Dahası o zaman bakırı biliyorlardı. İ.Ö.4. bin yılın sonuna doğru yeni göçler geldi. Onlar da kurşun ve tunç kullanıyorlardı. Ayrıca sadece eti için değil yününden de yararlandıkları koyun beslemeyi geliştirmişlerdi. İşte İ.Ö.3000 yıllarında körfeze doğru uzanan yükseltinin sırtında yeni bir yerleşim kurdular. Bu I. Troia'nın çekirdeğiydi bu. Troialılar kentlerine gerçek bir kale yaptıklarında Piramitlerin yapımına 400 yıl vardı. Yerleşim daha başından bir surla çevrilmişti ki 1,0, 3000 yılının başlarında bu bölgede bir ilkti. Daha bir çok ilk vardı. Buğday arpa çeşitlen yanında bezelye, nohut, bakla gibi bir çok sebze türü yetiştiriyorlardı ve denizde bir çok tür balık avlıyorlardı. Tunçtan yapılmış aletler bulundu. Cam benzeri volkanik bir taş olan oksidiyenden çelik gibi keskin bıçaklar ele geçti.Gemiler yaptılar ve Kuzey Ege Marmara Denizi'ne kadar ticaretleri vardı. I.Ö. 3000 yılı ortalarında planlı büyük bir kent olduğu düşünülüyor. Büyüklüğü 90 bin metrekare olan bir kent ,Ege Bölgesi'nin en büyük kenti. Schliemann bulduğu her katmanı Troia l'den Troia IX'a kadar adlandırdılar. Sonraki arkeolojik çalışmalarda daha ince yöntemler kullanılıyordu elbette. Mimari aşamaları daha ayrıntılı olarak belirlediler. Bugüne kadar elliden fazla aşama belirlendi. Karışıklığa yol açmamak için de Troia Vlla, Troia Vllb şeklinde kodladılar. Daha ince farkların belirtilmesi gerekince de Troia Vllbl, Troia Vllb2 olarak ifade edildi. Troia II İ.Ö. 2500-2300, Troia III, IV V ise İ.Ö, 2300-1900 yıllarını kapsıyor. 2350 yılında çıkan bir yangın sarayları, yeni konutları, muhtemelen Troia l'in konutlarını da yok etti. İ.Ö. 1900 sıralarında işler yeniden düzelmeye başlamış. Kent sakinlerinin daha büyük ve daha güzel evlerde oturdukları anlaşılıyor. Bulunan Troia V konutlarından birisinin büyük odası 5m. X 1 Om. Büyüklüğünde. Yani 50 metrekarelik büyük bir salon. Ayrıca mobilya türünden eşyalar yapıyorlar ve yeni bir estetik anlayış geliştiriyorlardı. Beslenmede av eti lehine azalan sığır eti tüketimi bu dönemde yeniden yükseliyor ve % 50'yi buluyordu. Sonra arkeologların açıklayıcı bir bulguya sahip olmadıkları bir çöküş yaşanıyor. Dana önceden İ.Ö. 1750 yıllarında da zaten kentin büyük ölçüde terk edildiği anlaşılıyor Yüksek bir refah döneminden göçlere yol açacak bir çöküşün nedeni bilinemiyor. En azından şimdilik Savaşın yıkımından sonra Troia savaşta yenilip kent yıkıldıktan sonra kent halkı göçmedi. Yeni gelen göçmenlerle birlikte kenti yeniden yapılandırmaya giriştiler. Eski evler onarıldı, kale içinde yeni evler yapıldı. Böylece kale içinde sadece egemenlerin yaşamasına da son verilmiş oldu. Bugünkü izler Troia Vllbl'in de pek yoksul olmadığını gösteriyor. Buluntular bu dönemde İtalya, Yunanistan ve Balkanlar'dan göçmenler geldiğini ortaya koyuyor. Troia'daki en önemli buluntulardan biri olan tunç mühürü gösterir. Mühür, 1995 yılında Troia VII tabakasında (M.Ö. 12. yy) bulunmuştur. Çapı 2,3 cm'dir. Ön yüzde, Luvi dilindeki Hieroglif yazıtta bir katibin ismi, arka yüzde de karısının ismi yer almaktadır. Bu buluntu, Troia'daki en eski yazılı belgedir ve Troia'nın Hititlerle olan ilişkilerine işaret etmektedir. Tarih Boyunca Akhillus (Aşil) Lydia Kıralı Pers Kıralları Atinalı ve Spartalı Büyük yönetici ve Komutanlar Büyük İskender Bergama Kıralları Sezar Antoninis ve Kleopatra Roma İmparatorluğunun kurucusu Augustus, Bir çok Roma İmparatoru (Hadrianus, Caracalla, Büyük Konstantinus) Bizans İmparatorları ( Justinien, Heraklisu) Haçlı Seferleri sırasında Bazı Avrupa Kıralları Bizansı fetheden Fatih Sultan Mehmet Çanakkale Savaşları sırasında Mustafa Kemal Atatürk Troia'yı tarihi devirler içinde ziyaret etmişlerdir. TRUVA MİTOLOJİSİ Mitolojiye göre deniztanrıçası Thetis çok alımlı ve çok güzel bir tanrıçadır. Kronos'un oğlu , Gök Tanrıçası Hera'nın kardeşi ve kocası , Tanrıların babası ve kıralı Zeus ile Deniz tanrısı Poseidon bile Thetis ile evlenmeyi çok istemektedir. Masal bu ya kahinler Thetis'in doğuracağı erken çocuğun babasından daha güçlü ve akıllı olacağını söylemişlerdir. İşte bu sebeptendir ki tanrıların kralı Zeus ve Deniz Tanrısı Poseidon, O2nu , Aikos'un oğlu Teselya Kralı Peleus ile evlendirmeye karar verirler. Olympos'daki şölenlere benzer bir şölen kurulur. Pelion (Teselya) Dağında.Bütün tanrılar ve tanrıçalar bu evlilik törenine davet edilmişlerdir. Nekterın verdiği zevkle çalgılar çalınmakta ve şarkılar söylenmektedir. Ancaki Nifak tanrıçası Erins unutulmuştur. Bu görkemli şölene davet edilmeye... Davet edilmediğine çok kızan ve şölen yerine gizlice gelen Erins, üzerinde Tanrıların en güzeline yazılı bir altın elmayı şölen masasının üzerine geldiği gibi gizlice bırakır... Bir anda şölene katılanlar arasında huzursuzluk başlamıştır... Erins , adıyla mütenenasip bir olayı başlatmış ve nifak tohumlarının saçmıştır. İşte o nifak tohumlarıdır ki, yıllarca sürecek meşhur Troya savaşlarının başlamasına sebep olmuştur mitolojiye göre.. Şölendeki huzursuzluğun had dereceye ulaştığını gören göklerde gürleyen bulutları devşiren, şimşekler savuran ve de başının bir işmarı ile Olmpos Dağını titreten tanrıların kralı Zeus , olaya müdahale etmek ihtiyacının duyar ve gök tanrıçası Hera, Zeka Tanrıçası Athena ve aşk tanrıçası Afrodit arasında bu seçimin yapılmasına ve seçimi de Olympos Dağı'nın en uzak bir bölümünde oturan, gene kahinlere göre büyüdüğünde ülkesinin başına büyük bir felaket açacağı bilinen kurban edilmek üzere bir çobana teslim edilen ancak çobanın merhametiyle ölümden kurtulan bir ölümlü yapacaktır... Tanrıların babası Zeus böyle istemektedir... Bu ölümlü de, Troya Kralı Priamos'un oğlu Paris'tir. İda (Kaz) Dağı'nda her şeyden habersiz sürülerini otlatmakta olan Paris'in karşısına çıkan bu üç tanrıça O'na içlerinden hangisinin en güzel olduğunu sorarlar... Elmayı Paris'e teslim ederler. Paris için gerçekten çok zor bir seçimdir. Bu... Çünkü üç tanrıça da çok güzeldir. Paris kararsızlık içersinde iken Tanrıçalar onu' etkilemek için belki de tarihin ilk rüşvetini teklif ederler. Gök Tanrıçası Hera, Paris kendisini seçtiği taktirde Asya'nın en güçlü krallığını vaad eder. Zeka Tanrıçası Athena ise O'nu dünyanın en bilge kişisi yapacağını ..Ama Aşk tanrıçası Aftodit !in teklifi Paris için hepsinden daha cazibelidir.... Afrodit O'na dünyanın en güzel kadının vaad eder.. ve Paris , Dünyanın en güzel kadınına sahip olabilme uğruna tercihi Aşk Tanrıçası Afrodit için kullanarak , biraz evvel kendisine üç tanrıça tarafından teslim edilen altın elmayı Afrodit'e verir. Hera ve Athena , Paris'in kendilerini seçmediğine çok kızmışlardır. ve Paris'in yanından ayrılırken Ondan bunun intikamını çok acı şekilde alacaklarına yemin ederler. Günler geçer aradan, önce Paris asıl ailesinin yanına döner ve günlerden bir gün bir vesile ile evine gittiği Sparta Kralı Menelaus'un genç ve güzel karısı Helena ( Güzel Helen)'ya aşık olur. Ve aşk tanrıçası Afrodit'in yardımı ile O'nu Troya'ya kaçırır. Bununüzerine Menelaso'un kardeşi Agamemnon ordusu ile birlikte Troya'ya saldırır. Ve işte meşhur Troya savaşları başlamıştır artık...Nifak tanrıçası Erins'in Pelion Dağında saçtığı nifak tohumları sermiş ve Aka'lılarla Troyalıları karşı karşıya getirmiştir. Tarihin enkanlı savaşları cereyan etmeye başlamıştır. Yıllarca süren savaşlar sonucunda Akha'lılar , Troyalıları bir savaş hilesi yapmadan yenmenin mümkün olamayacağını düşünürler. Bunun üzerine içerisine Akha'lı savaşçıların saklandığı bir tahta atı Troya'nın surlarının dibine bırakarak geri çekilirler. Akha'lıların kaçtığına kanaat getiren troya2lılar tahta atı içeri alarak eğlenmeye başlarlar. Şölen sarhoşluğu içerisinde bulunan Troya'lı nöbetçiler , Tahta At'ın içerisinden çıkan Akha'lı savaşçılar tarafından öldürülür. Ve Troya kapıları Akha savaşçılarına açılır. Sonuçta Troya Akha'lılarca işgal edilmiş , Troya Kralı Priamos ve oğlu Paris, Thetis'in torunu Neoptelamos tarafından öldürülmüştür. Hera ve Athena ettikleri yemini tutmuş Paris'ten öçlerini almışlardır. Menelaos da karısı Helena'ya yeniden kavuşmuştur.
  18. _asi_

    Kaleler

    KALELER ÇİMENLİK KALESİ (Kale-i Sultani) (merkez) Çanakkale’nin önemli kalelerinden olan bu kalenin ne zaman yapıldığı kesin olarak belirtecek bir belgeye rastlanmamakla beraber, XV.yüzyılın ortalarında Fatih Sultan Mehmet tarafından boğazı kontrol altına almak amacıyla yaptırıldığı sanılmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde, 1551’de kalenin burçları onarılmıştır. Çimenlik Kalesi karşısındaki Kilitbahir Kalesi ile birlikte Çanakkale Boğazı’nı kontrol altında tutan askeri strateji yönünden önemli bir savunma kalesidir. Batı kaynaklarında bu kaleden Anadolu veya Asya Hisarı olarak söz edilmektedir. Boğazın aşağı kesimlerinde sonradan yeni kaleler yapıldığından ötürü de bu kaleye Kalâ-i Sultaniye ismi verilmiştir. Kalenin iki tarafı denize, bir tarafı da karaya açılmaktadır. Dördüncü cephesini ise Kocaçay olarak isimlendirilen akarsu sınırlamaktadır. Kalenin yanındaki yerleşimde bir zamanlar çanak-çömlek imalathaneleri bulunuyordu. Kale-i Sultaniye’nin dışarıya açılan kapısı üzerinde 1.37x0.58 m. ölçüsünde iki satırlık Türkçe bir kitabesi bulunmakla beraber bu kitabenin tamamı tahrip edildiğinden okunamamıştır. Ekrem Hakkı Ayverdi bu kitabenin 1570-1571 tarihini taşıdığını ve yapının Kilitbahir Kalesi’ndeki 1541-1542 tarihli Kanuni kulesinin benzeri olduğunu ileri sürmektedir. Kitabenin son mısrasındaki 1570-1571 tarihi de okunabilmektedir. Bu da bu kapının bulunduğu bölümün Sultan II.Selim döneminde değişikliğe uğradığını kanıtlamaktadır. Çanakkale Boğazı’nın en dar yerinde olan kale, dış surlar ve iç kale olmak üzere iki ayrı bölümden oluşmuştur. Bunlardan dış surlar 110x160 m. ölçüsünde dikdörtgen planlı olup, duvarların kalınlığı 5-7 m. arasında değişmektedir. Kale girişinde 15.50 m. yüksekliğinde bir kule, bunun yanında da küçük bir cami bulunmaktadır. Ayrıca avlusunda da bir hamam vardır. Kalenin üzerinde 2 m. kalınlığında mazgallar bulunmaktadır. Buradaki kulelerin tümü duvarlardan dışarıya doğru taşkın olarak yapılmıştır. İçlerinde en önemlisi de sur duvarlarının ortasında 14 m. ye kadar yükselen, 15.50 m. çapındaki kuledir. İç kale Ahmedek olarak da isimlendirilir. 28.70x42.50 m. ölçüsünde 20 m. yüksekliğinde, 7 m. kalınlığında duvarları olan görkemli bir yapıdır. İç kale üç katlı ve bir de üst sofadan oluşmaktadır. Bunlardan birinci kat avludan 4 m. yüksekliktedir. Kuzey yönündeki basık kemerli bir kapıdan kalenin içerisine girilmektedir. İkinci katta 5 m. çapında, kubbeli on odası bulunmaktadır. Bu kalenin de duvarları 5 m. kalınlığındadır. XIX.yüzyılda terk edilen kalenin deniz tarafındaki dış duvarı ile burçları Sultan Abdülaziz döneminde 1863’te yıktırılmış ve buraya toprak tabyalar yaptırılmıştır. Özellikle eski mazgallar bozulmuş ve geniş alanlar toplar için oluşturulmuştur. I.Dünya Savaşı sırasında da büyük ölçüde tahrip edilmiş, ahşap katları sökülmüş, duvar taşları da çevredeki yapılarda kullanılmıştır. Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye isimli eserini burada yazdığı söylenmekte olup, günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. KİLİTBAHİR KALESİ (Eceabat) Osmanlı kale mimarisinin en görkemli eserlerinden olan Kilitbahir Kalesini Fatih Sultan Mehmet 1462 yılında yaptırmıştır. Kilitbahir Kalesi, deniz kilidi anlamına gelen bir sözcüktür. Bu kalenin yapımından sonra boğazın aşağı kesiminde yeni kaleler yapıldığından ötürü de Kilitbahir’e Eski Hisarlar ismi verilmiştir. Karşısındaki Kale-i Sultaniye ile arasındaki uzaklık 1.200-1.250 m.dir. Çanakkale Boğazı’nın kontrolü için yaptırılmış, daha sonra genişletilmiş ve buraya kulelerle tabyalar eklenmiştir. Bunların başında Sarıkule, Mecidiye ve Namazgah tabyaları gelmektedir. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman da 1551’de buraya giriş kapısı kulesi ile yeni bir sur daha eklemiştir. Kilitbahir Kalesinin çevresi bir taraftan deniz, diğer taraftan da geniş ve derin hendeklerle korunmaktadır. Kalenin hiçbir yerde karşılaşılmayan kendine özgü bir planı vardır. Ancak, nedense surların duvar kalınlıkları Çanakkale’deki diğer kalelerle ölçülemeyecek kadar zayıf tutulmuştur. Buna karşılık yonca planı şeklindeki üç avlulu iç kale çok daha kuvvetli, korunaklı bir yapıya sahiptir. İç kale yedi katlı olup, her katta değişik sayıda ve ölçüde hücreler bulunmaktadır. Duvarları oldukça düzgün moloz taşlardan yapılmış ve kalenin her yüzüne de pencere ve mazgallar açılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılan köşe kulesi oldukça iri kesme taşlardan yapılmış olup, üç kattan meydana gelmiştir. Üzeri kubbe ile örtülüdür. Giriş kapısı üzerine de bir yazıt konulmuştur. Ayrıca bu girişin kuzeyine 1893-1894 yıllarında kesme taştan mazgalsız bir de koruma duvarı eklenmiştir. Bu duvarın arasında da yer yer tuğla ve mermer parçalarına rastlanmaktadır. SEDDÜRBAHİR KALESİ(Eceabat) Seddülbahir Kalesini Sultan IV.Mehmet döneminde, Ferit Ahmet Paşa Mimar Mustafa Ağa’ya 1659’da yaptırmıştır. Bu kale günümüzde yıkık ve harap durumdadır. BOZCAADA KALESİ (Bozcaada) Bozcaada Kalesi, Bozcaada koyunun kuzey tarafında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. İlk yapılışına ait kitabesi günümüze gelememiştir. Kale XV.yüzyıl eseridir. Ancak sonraki yıllarda yapılan onarımlarla orijinalliğinden büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Köprülü Mehmet paşa’nın sadrazamlığı sırasında bir süre Venediklilerin eline geçen Bozcaada Osmanlılar tarafından yeniden ele geçirilince kale onarılmış ve genişletilmiştir. Randolp bu kalenin dikdörtgen şeklinde olduğunu ve 20 topunun bulunduğunu belirtmiştir. Yine kale içerisinde Osmanlı yerleşim alanı olduğu Randolp’tan öğrenilmektedir. Kalenin giriş kapısı üzerinde Sultan II.Mahmut tarafından yaptırılan onarıma ilişkin bir kitabe bulunmaktadır. “Yaptı bu kal’e-i mansurayı Sultan Mahmud Hak te’alâ ede a’dasın her dem makhûr Aynıyâ düşdü dedim mısra tarihi metin Oldu Bozcaada’nın kal’e ve şehri-ma’mûr” 1231 (1815) Kalenin deniz tarafındaki kapısı üzerinde de bir diğer yazıt bulunmaktadır. “Etdi bu hısn-ı hasini yeni baştan tecdid Han Mahmud şiyem dâd u dârâ tedbir Her gören eyledi tarihini Aynî Tahsin Buldu Bozcaada’nın suru ne zibâ ta’mir” 1231 (1815) Kale, günümüze iyi bir durumda ulaşan, bir iç kale ile bunun içerisindeki kule ve burçların takviye ettiği surla çevrilidir. Ayrıca sarnıcı, cephanelik, karargâh binaları ile sahile kadar uzanan dış surlar da bunları tamamlamıştır. Limandan 1.5 km. içeride 1842’de ikinci bir kale daha yaptırılmıştır. Yenikale ismiyle anılan bu yapının da yazıtı bulunmaktadır. Kale, şehirden iki yanı muntazam duvarlarla örülü geniş ve derin bir hendekle ayrılmıştır. Kale kapısı bu hendeğin üzerinde olup, bir köprü ile içeriye girilmektedir. Günümüzde sabit olan bu köprünün eskiden asma köprü olduğu bilinmektedir. İSKİTER KALESİ (Gökçeada) Çanakkale, Gökçeada, Yukarı Kaleköy’de bulunan İskiter Kalesi’nin yalnızca surlarının bir bölümü günümüze ulaşabilmiştir. Cenevizliler tarafından yapılan bu kale, Çınarlı Ovası’na hakim bir tepede olup, moloz taştan yapılmıştır. BABA KALE (Ayvacık) Babakale’ye ismini veren bu kalenin kitabesinden öğrenildiğine göre; Sultan II.Ahmet döneminde Cenevizli korsanlardan korunmak üzere Vezir Kaptan Mustafa Paşa tarafından 1725 yılında yaptırılmıştır. Hızr-ül Bahir (Tılsımlı Kale) olarak tanınan bu kalenin içerisine sonraki yıllarda Piri Reis’in gemicilerinden Latif Baba’nın türbesi yapılmış, bu yüzden de Baba Kale ismini almıştır. Baba Kale, dikdörtgen planlı bir yapı olup, dört burcu ve her burcunda da on tane top yeri bulunmaktadır. GELİBOLU KALESİ (Gelibolu) Bukalenin antik çağlarda yapıldığı sanılmaktadır. Bizans İmparatoru I.Iustinianus tarafından yeni baştan yapılırcasına onarılmıştır. Evliya Çelebi’den öğrenildiğine göre; dik ve kesik kayalar üzerinde altı köşeli bir kale idi. Kalenin 70 kulesi vardı. Ayrıca kale içerisinde 300 ev bulunuyordu. Topçubaşı, cebeci, kethûdabaşlarına ait konaklar da yine kalenin içerisinde idi. Su sarnıçları, cami ve hünkâr hazinesinin de bulunduğu bu kaleden yalnızca bir burç kalıntısı günümüze gelebilmiştir. KUMKALE KALESİ (merkez) ÇanakkaleBoğazı girişinde bulunan bu kale, Sultan IV.Murad zamanında yapılmıştır. Günümüzde Milli Savunma Bakanlığı’nca kullanılmaktadır. NARA KALESİ (merkez) Çanakkale'nin6 km. uzağında, Nara’da bulunan kalenin yapımına Sultan II.Selim zamanında, 1807’de başlanmış, Sultan II.Mahmut döneminde de tamamlanmıştır.Kalenin duvarlarının yapımında antik Abydos kentinin kalıntılarından getirilen taşlar kullanılmıştır.
  19. GELİBOLU YARIMADASI TARİHİ MİLLİ PARKI I.Dünya Savaşında, Gelibolu Yarımadasında hayatını kaybeden 500.000 askerin anısına, bu yarımada günümüzde Milli Park haline getirilerek, şehitlikler, anıtlar, Arıburnu'nun doğal güzelliği korunmak istenmiştir. Park etrafında arabayla dolaştığında bozulmamış kıyı ormanlarının, yeşil tepelerin, altın rengi kumsalların ve masmavi denizin huzur verdiği atmosferin, vatanlarını korumak için cesurca savaşıp şehit düşen Türk Askerleri için mükemmel bir dinlenme yeri sağladığı açıkça görülür. 18 Mart 1915'de İttifak Devletleri'nin Çanakkale sularına girişi engellenmiş ve gemilerinden bir çoğu, Nusret Gemisinin sulara döşediği mayınlardan dolayı batmıştır. İttifak Devletleri bu gerçeği gördüklerinde karadan harekatta bulunmayı denediler. Morto Koyu'nda Fransız ve İngilizler, Anzak Koyu'nda Avustralya, Yeni Zelanda ile Hint Birlikleri, Kemikli Burnu'ndan Kanada Birlikleri harekatta bulunmuşlardır. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Ordusu tüm cephelerde savaşı kazanmış ve 9 Ocak 1916 tarihinde İttifak Devletleri Gelibolu Yarımadası'ndan tamamen çıkartılmıştır. Ziyaretçiler, buranın özel ruhunu, Türk Ulusunun kalbini ve bu toprak parçasından gelen uyarıyı hissederler. Ağaç tepelerindeki rüzgar ve sonsuz denizin dalgaları bu savaşın kahramanlarına adeta şarkılar söylemektedir. Parkta yapacağınız herhangi bir tura Eceabat'tan başlamalısınız.Güneye giderseniz sırasıyla Kilitbahir, Alçıtepe, Morto Koyu'na ve buranın batısındaki bir tepenin üzerinde 42 m yüksekliğindeki Çanakkale Şehitler Abidesine ve burada şehit düşen Türk Askerleri onuruna yapılmış bir müzeye varabilirsiniz. Çanakkale Şehitleri Abidesi, Boğaza girilince hemen görülebilir. Türk Şehitlikleri, Fransız ve İngiliz şehitlikleri ve Seddülbahir Kalesi ile birlikte burada yer almaktadır. Kuzeye, Alçıtepe'ye geri döndüğünüzde Kabatepe'ye doğru yarımadanın kuzeybatı turunu yapmış olursunuz. Kabatepe'nin merkezinde Arıburnu, Conkbayırı ve Anafartalar muharebeleriyle ilgili bilgi alabilirsiniz. Kanlısırt, Conkbayırı ve Kemalyeri tepelerine doğru devam ederseniz Türk, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin şehitliklerini görebilirsiniz. Küçükkemikli Sahilinin, Anafartalar Ovasının ve Tuz Gölünün panoramik manzaralarını Conkbayırı'ndan izleyebilirsiniz. Conkbayırı Tepesinde, Mustafa Kemal Atatürk'ün çok büyük bir heykeli vardır. Atatürk, heykelin bulunduğu yerde göğüs cebinde taşıdığı bir cep saati sayesinde ölümden dönmüştür. Bigalı'da bugün müze olan Atatürk'ün karargah olarak kullandığı evi ziyaret edilebilir. Kıyıda Arıburnu ve Anafartalar Anıtları yer alır. Anzak Koyu'nda bölgenin en dokunaklı şehitliklerinden bir tanesi bulunmaktadır. Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusunun birleşimi ile oluşan birliklere "ANZAK" adı verilmektedir. "Anzak Şehitliği ve bölgenin kalbini çalan Atatürk'ün sözlerinin yazıldığı Arıburnu Anıtı, hüzünlü ziyaretlere sahne olmakta ve her yıl 25 Nisan'da Türk'lerin ve Dünyanın her yerinden gelen ziyaretçilerin katılımıyla ANZAK GÜNÜ kutlanmaktadır. ........Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık Bizim evlatlarımız olmuşlardır. Mustafa Kemal ATATÜRK 1934 Mehmetçiğin 93 yıl önce kahramanlık destanı yazdığı Gelibolu Yarımadası, hayata geçirilen projelerle Türkiye'de yakın tarihin yeniden canlandığı bir cazibe merkezi haline geldi. 50 milyon dolar bütçeli Uzun Devreli Gelişme Planı kapsamında yarımadada 4 yıldır devam eden projeler, kültür ve tarih turizminin incisi Gelibolu'yu adeta taçlandırdı. 33 bin hektar büyüklüğünde bir alana sahip olan ve binlerce şehit ile yabancı askerlerin mezarlarının bulunduğu Gelibolu Yarımadası, ''Yüz akı'' olarak değerlendirilen projeler sayesinde, Türkiye'nin en önemli turizm bölgeleri arasındaki yerini aldı. Vatan savunması için düşmana karşı göğüs göğüse bir mücadelenin verildiği Çanakkale Savaşları'ndan geriye, batık gemiler, toplar, siperler, kaleler, mezarlar ve savaşla ilgili yüzlerce malzeme kalırken, BM Milli Parklar ve Koruma Alanları listesinde olan yarımadadaki muharebe alanları, mezarlar, anıtlar ve savaşla ilgili kalıntılar, ''Tarihi sit alanı'' ve ''Kültürel varlık'' olarak tescil edildi. MİLLİ PARKIN PLANLAMA SÜRECİ Planın hazırlanmasına esas olarak 1994 yılında, ''Uluslararası Fikir ve Tasarım'' yarışması düzenlendi. 79'u yabancı 120 projenin katıldığı yarışmayı, Norveç'ten katılan ekibin projesi kazandı. Planı hazırlanma süreci, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinin 1998 tarihli yazısıyla 1999'da ODTÜ ile Çevre ve Orman Bakanlığı arasında imzalanan protokolle başladı. Bu süreç, 23 Aralık 2003'te tamamlanarak, ''Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı Uzun Devreli Gelişme Planı'' olarak uygulanmaya konuldu. Proje kapsamında, tarihi yarımadadaki gerçek şehitlikler düzenlendi, temsili şehitlikler yapıldı, Çanakkale Şehitler Abidesi güçlendirildi, otopark ve ulaşım sorunu çözüldü, muharebe alanları, Türk anıtları, kaleler, tabyalar, siperler aslına uygun restore edildi.
  20. _asi_

    Çanakkale anıtları

    KİREÇTEPE ANITI (Gelibolu) Gelibolu’da Anafartalar’dan Saros Körfezi’ne doğru giden yol üzerinde, Anafartalar’a 20 km. uzaklıkta, mermi kovanları ile çevrelenmiş, şehit mezarlarının yanında Kireçtepe Anıtı bulunmaktadır. Bu anıttaki taştan konkav kitabede; “ 6-8 Ağustos 1915’te Gelibolu ve Bursa Jandarma Taburlarının kahramanca çarpışan üç bölüğü,iki tugay gücüne ulaşan İngiliz kuvvetlerini Karakol Dağı ve Kireçtepe’de durdurup Anafartalar grubunun kuzey yanını korumuştur.” Yazılıdır. BÜYÜK KEMİKLİ ANITI (Gelibolu) Gelibolu’dan Kireçtepe’ye giden yolun yakınında Büyük Kemikli Anıtı bulunmaktadır. Bu anıtın kitabesinde: “ 1915 yılının 25 Nisan sabahı Arıburun’a, 6-7 Ağustos gecesinde Anafartalar limanına çıkan düşman kuvvetleri aylar süren muharebelerden sonra Gelibolui yarımadasındaki Türk savunmasının geçilemeyeceğini anlayarak 20 Aralıkta bu cepheleri boşalttı." Yazılıdır. NAMAZGAH ŞEHİTLİĞİ(Biga) Biga ilçesinin Hamdibey Mahallesi’nde 1915’te Biga’da 1.850 yataklı Harp Hastanesi’ne ağır yaralı olarak getirilirken şehit olan 173 subay ve erin mezarları bulunmaktadır. Şehitliğin etrafı alçak bir duvarla çevrili olup mezarların baş taşları Çanakkale Savaşı’ndaki askerlerin giydiği “kabalak” denilen şapkaları şeklinde yapılmıştır. Bu anıtta: “Bu makbere 1914 senesinde harpte tahur olan Harb-i Umuminin Çanakkale Savaş Meydanında yaralanmış ve nakil eyledikleri Biga Harp Hastahanesinde ve asıl karabı yezdan olmuş 173 er konmuştur. Zahir-Sen bugünkü hayat ve saadetini bu mübarek şehitlere medyunsun. Minnet borcunu unutma 1914 canları pahasına bizlere bu vatan topraklarını armağan eden kahraman şehitlerimizin ruhları şadolsun.” Yazılıdır. LONE PİNE ANIT VE MEZARLIĞI(Tek Çam Anıtı) (Gelibolu) Gelibolu Kanlısırt’ta, burada bulunan tek çam ağacından dolayı Tek Çam Anıtı isimi ile de adlandırılan bu şehitlik, yarımadanın en büyük Avustralya Anzak mezarlığı olup kilise şeklindedir. Bu anıta Tek Çam denilmesinin nedeni 6.Ağustos.1915’te bu sıtları ele geçiren Anzaklar bir tek çam ağacı ile karşılaşmışlardır. Tepeyi savunan Türkler siper hazırlamak ve gözetleme ile ateş sahasını daha iyi konuma getirebilmek için ağaçları kesmiş ve bir tek çam bırakmışlardır. Arıburnu Savaşları’na katılan bir askerin “Tek Çam” ismi ile bestelediği bir şarkı İngiliz askerleri tarafından çok sevilmiştir. Tek Çam Anıtında 4.228 Avustralya, 708 Yeni Zelanda askeri temsil edilmektedir. Mezarlıkta ise kimliği belirlenememiş 1.167 kişinin mezarı bulunmaktadır. Anıtın yüksekliği 16 m.dir. Savaşa katılan bütün subay ve erlerin isimleri, mezarları bulunamamış olanlar da dahil olmak üzere anıtın kaidesindeki mermer kitabede yazılıdır. HELLES ANITI (Gelibolu) Batı kaynaklarında Gelibolu Yarımadası’nın uç kısmına, bugünkü Seddülbahir bölgesine Hellespoint ismi geçmektedir. Grek mitolojisine göre Kral Athamas’ın kızı Helen altın post üzerinde Kafkasya’ya gitmek için boğazı geçerken düşüp boğulmuş ve bu yüzden de buraya Helespoint ismi verilmiştir. Çanakkale Boğazı’nın girişinde bulunan İngiliz anıtı bu nedenden ötürü Helles Anıtı ismini almıştır. Bu anıt İngilizlerin (18.905) Avustralyalı (248) Hintli (1.530) Gelibolu’da kaybettiği 20.763 askerini temsil etmektedir. İngilizlerin 29.Kraliyet Deniz Tümeninin karaya çıktığı Teke Koyu’na hakim Gözcü Baba Tepesi üzerindeki bu anıt 36 m. yüksekliğinde olup, iki kademeli bir kaide üzerine kesme taştan yapılmıştır. Anıtın projesini J.Burnet yapmıştır. Anıtın üzerinde bir de kitabe bulunmaktadır. YENİ ZELANDA ANITI VE ŞEHİTLİĞİ (Gelibolu) Gelibolu Conkbayırı’ndaki Yeni Zelanda (Anzak) Anıtı burada ölen 4.223 Avustralyalı, 709 Yeni Zelandalı askerin anısı için dikilmiştir. Çanakkale Savaşları’nın en şiddetli geçtiği bu yere 25 Nisan 1915’te Anzaklar çıkarma yapmış ve çevreyi ele geçirmişlerdir. Ancak kısa bir süre sonra Türkler buraya yeniden hakim olmuşlardır. Buradaki Türk siperleri 6 Ağustos 1915’te beş gün beş gece süren şiddetli bir bombardımanından sonra Anzak tugayının eline geçmiştir. Yeni Zelanda Anıtının önündeki kapıdan küçük bir şapele girilmektedir. Bu kapının üzerinde taş rölyef halinde büyük bir haç yapılmıştır. Anıt Lone Pine Anıtı gibi çan kulesi şeklinde kesme taştan çok köşeli bir anıttır. Çanakkale Savaşları’nın en şiddetli geçtiği bu yer bölgenin en büyük Anzak şehitliği olup, her yıl 24-25 Nisan günü Avustralya ve Yeni Zelandalılar tarafından ziyaret edilmekte ve törenler düzenlenmektedir. FRANSIZ ANIT VE MEZARLIĞI (Gelibolu) Gelibolu’da Hamzakoy’a karşı Morto Koyu’nun kuzeyindeki yamaçta Keşan Caddesi üzerinde Fransız Mezarlığı bulunmaktadır. Bu mezarlık geniş bir avlu ve avlu bitimindeki çan kulesi şeklindeki bir anıt ve Fransız şehitlerinin mezarlarından oluşmaktadır. Mezarlık 1854 Kırım Savaşı sırasında ölen Fransız askerleri için yapılmıştır.Mezarların metal haçları ortasındaki kare plaketlere ölenlerin isimleri yazılmıştır. Burada 3.236 mezar bulunmaktadır. Mezarlıktaki anıtın kaidesine Victor Hugo’nun bir mısraı yazılıdır: “Zafer ebedi Fransa’mıza Övgüler onun için ölenlere Şehitlere,kahramanlara,güçlülere Onlardan ilham alanlara Ve yaşadıkları gibi ölecek olanlara” Kırım Savaşı’nda Osmanlılar ile birlikte müttefik olan Fransız ve İngilizler Gelibolu’ya asker çıkarmış ve Trakya üzerinden Kırım’a gitmişlerdir. Mezarlığın alt bölümündeki küçük bir bina içerisinde savaşta ölmüş Fransız askerlerinin kemikleri bulunmaktadır. Fransız mezarlığı İstanbul Fransız Başkonsolosluğunun kontrolü altında bulunmaktadır. V.BEACH MEZARLIĞI (Gelibolu) Gelibolu Ertuğrul Koyu’ndaki yamacın önünde bulunan bu mezarlık, savaşta burada ölen İngiliz askerlerine aittir. İngilizler burada ölen askerleri için bu mezarlığı yaptırmış ve koya da V.Beac ismini vermişlerdir. Çanakkale savaşları sırasında karadan buraya geçemeyeceğini anlayan İngilizler Ertuğrul Koyu’na çıkartma yapmışlardır. İngilizler 26.Alayın 3.Taburunun direnişi ile karşılaşmışlar 48 saat boyunca 12 İngiliz taburu ve onları denizden destekleyen 10 savaş gemisine rağmen İngilizler yerlerinde kalarak ilerleyememişlerdir. LANCASHİRE LANDİNG MEZARLIĞI (Gelibolu) Gelibolu Teke Koyu’ndaki dere boyundan 500 m. içeride, Karacaoğlan Tepesi’nin doğu yamacında İngilizlerin Lancashire Landing Mezarlığı bulunmaktadır. PİNK FARM (Pembe Çiftlik) MEZARLIĞI(Gelibolu) Gelibolu Teke Koyu’ndan 500 m. içeride Pink Farm Mezarlığı bulunmaktadır. Çanakkale Savaşları’nda İngilizler Teke Koyu’na yaptıkları çıkarmada büyük bir direnişle karşılaşmışlardır. İngilizlerin 4 taburu burada 25 Nisan 1915 sabahı 26.Alayın 12.Bölüğü tarafından 48 saat boyunca durdurulmuştur. Bu çıkarma sırasında İngilizler de büyük kahramanlık göstermiş, altı İngiliz askerine “Victoria Cross” nişanı verilmiştir. İngilizlerin “W.Beach “ adını verdikleri bu yerde ölenler için bu mezarlık yaptırılmıştır. BABY 700 ANZAK ŞEHİTLİĞİ (Gelibolu) Kılıçbayırı tepesindedir. Beyaz kesme taştan alçak ve kademeli ,üzerinde haç olan bir küçük anıttır. Ön tarafındaki çimenlerin üzerindeki mermer plaketli mezarlarda şehitlerin isimleri ve doğum tarihleri yazılıdır. PİRİ BABA ANITI (Gelibolu) Gelibolu Ulu Cami yakınında Piri Baba’nın anıtı küçük bir bahçe içerisinde olup, dört köşe bir sütun şeklindedir. Bu sütunun ön tarafında Piri Baba’nın ismi, altında da “Ey Türk bu yiğitleri selamla. Gelibolu'nun fethinde bulunan ve canını devleti uğruna feda eden PİRİ BABA h.787 (1385) diğer yüzünde ise, Gelibolu'yu kurtaran, Canlarını veren TÜRK yiğitler burada yatıyor h.787 (1381)” yazılıdır. Ancak, anıtın ön ve arka yüzündeki bu tarihler birbirini tutmamaktadır. Bu taşlar buraya sonradan konulmuştur.
  21. _asi_

    Çanakkale anıtları

    ÇANAKKALE ŞEHİTLER ABİDESİ VE YANINDAKİ ŞEHİTLİK (Eceabat) Gelibolu, Seddülbahir’in 3 km. kuzeydoğusunda, Morto Koyu’nun doğusunda denize hakim Eski Hisarlık Tepe’nin sırtında Ömer Kaptan tepe’si üzerinde yer alan bu anıt bütün Çanakkale Savaşları şehitlerinin anısına yapılmıştır. Bu anıt, Çanakkale Savaşları’nda şehit düşen 253.000 şehidi simgeleyen anıtların en görkemlisidir. Çanakkale şehitleri anısına ilk olarak anıtın yapılması için Alçıtepe düşünülmüş ve planlanmış, ancak arazinin bozukluğu ve denize uzak oluşundan ötürü bundan vazgeçilmiş ve bugünkü yerine yapılmıştır. İlk kez bu anıtın yapılması 1944’te kararlaştırılmış ve aynı yıl bir yarışma açılmıştır. Yarışmayı Y. Mimar Doğan Erginbaş ve Y.Mimar İsmail Utkualan’ın hazırladığı proje kazanmış, anıtın yapımına 19 Nisan 1954’te başlanmış ve 21 Ağustos 1960’ta tamamlanarak açılmıştır. Anıt 25.00x25.00 m. ölçüsünde bir kaide üzerine 41.70 m. yüksekliğinde dört ayak üzerine oturtulmuştur. Buradaki ayaklar 7.50x7.50 ölçüsünde, 10’ar m. aralıklı olup, girişte 30.00x30.00 m.lik bir onur holü bulunmaktadır. Anıtın ayakları üzerinde bulunan rölyefler Kültür Bakanlığı’nca yaptırılarak 27 Kasım 1999’da açılmıştır. Anıt, son derece güzel bir ışıklandırma sistemine sahiptir. Bahçesinde bulunan direk yekpare bronzdan olup 25 m. yüksekliğindedir. Bu direk ABD’de yaşayan Nazmi Celal (William Johnson) tarafından hediye edilmiştir. Anıtın tümü 625 km.lik bir alanı kaplamaktadır. Anıtın orta yerindeki taş blok burada şehit düşmüş askerlerin toplu mezarlarını sembolize etmektedir. Bunun üzerinde Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiirin ilk mısrasına yer verilmiştir. Ayrıca anıtın altında Çanakkale Savaşı eserlerinden oluşan bir müze açılmıştır. Bu müzede savaş alanı kroki ve haritaları ile savaşta kullanılmış mermiler, dürbünler, Anzaklara ait mektuplar, içki, ilaç, karavana kapları, sigara tabakaları ve bazı savaş araç ve gereçleri sergilenmektedir. Bunlar arasında her iki tarafın birbirlerine açtıkları ateş sırasında havada çarpışan mermiler ile kemiklere saplanmış mermi ve şarapnel parçaları bulunmaktadır. Çanakkale Şehitler Anıtı’nın yanında Mayıs 1992’de yapımı tamamlanmış bir şehitlik bulunmaktadır. Burada üstlerine ay yıldız konulmuş, isimleri tespit edilebilen 100 subay ve 398 erin isimleri yazılıdır. ALÇITEPE GARNİZON ANITI(Gelibolu) Gelibolu, Alçıtepe köyü girişindeki askeri birliğin içerisinde yer alan bu anıt, yukarıya doğru küçülen üç merdivenle çıkılan küçük bir platformun üzerindedir. Mermerden yapılmış olan anıtta kare çerçeve içerisinde bronzdan Atatürk’ün büstü ve onun altında Atatürk’ün şu sözleri yazılıdır: ”Vahdette ve emelde ısrar eden millet mağrur ve mütecaviz düşmanı gurur ve tecavüzünde nadim Kılar.” K.Atatürk MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK ANITI VE HARP KARARGAHI (Gelibolu) Gelibolu Alçıtepe Köyü’nün 2.70 km. doğusunda Mareşal Fevzi Çakmak Anıtı bulunmaktadır. Çanakkale Savaşları’nda 5.Kolordu komutanı olan Mareşal Fevzi Çakmak anısına 1941’de yapılmıştır. Pembe renkli mermerden kare bir kaide üzerinde yukarıya doğru daralan küçük bir sütunun üzerinde bir top mermisi dikine olarak yerleştirilmiştir. Bu anıtın 300 m. uzağında ise, Mareşal Fevzi Çakmak’ın savaş karargâhının yerini belirten bir anıt dikilmiştir. Bu anıt beyaz mermerden olup, beyaz mermerden kare bir kaide üzerinde ikinci bir kare kaide ve onun üzerinde de yukarıya doğru daralan bir dikili taş şeklindedir. Anıtın tümü alçak bir duvarla çevrilmiştir. SON OK ANITI (Gelibolu) Gelibolu, Alçıtepe Köyü’nün 500 m.batısında alçak bir duvarla çevrelenmiş bir alanın ortasına üç katlı beyaz mermerden bir anıt yapılmıştır. Kare kaide üzerinde yükselen dikdörtgen anıtın yan yüzleri şehit Mehmetçiklerin kanlarını sembolize etmek için kırmızı renge boyanmıştır. Anıtın üzerinde ay yıldız, altında dikdörtgen bir çerçeve içerisinde, elinde silahı ile Mehmetçik röliyefi bulunmaktadır. Bunun altındaki kitabede ise; “120 mm.lik Muhasara Bataryası bu mevziden düşmanı süngü hücumu ile attı ve III. Kirte (Alçıtepe) Zaferini sağladı. 7 Haziran 1915” yazılıdır. Anıtın iki yanına uçları yukarıya doğru olmak üzere iki top mermisi yerleştirilmiştir. NURİ YAMUT ANITI (Gelibolu) Alçıtepe Köyü’nün 2,5 km. batısında, Zığındere Vadisi’nin üstünde, Saroz Körfezi’ne hakim Silahendaz yamacında, 28 Haziran 1915 de Zığındere Savaşı’nda şehit düşen askerlerin anısına Gelibolu II. Kolordu Komutanı Nuri Yamut tarafından yaptırılmıştır. ONBAŞI SEYİT ANITI VE RUMELİ MECİDİYE BATARYASI (Gelibolu) Gelibolu, Kilitbahir yakınında Mecidiye Şehitliğinin karşısında bulunan alandaki bu anıt, Seyit Onbaşı’nın anısına yapılmıştır. Mermer bir kaide üzerine 275 kg.lık bir mermiyi taşıyan Seyit Onbaşı’nın bronz heykeli yerleştirilmiştir. Seyit Onbaşı Edremit’in Havran-Çamlık Köyü’nde 1889 yılında dünyaya gelmiş, 1909’da askere alınmıştır. Askerliğinin 6.yılında Gelibolu Mecidiye Bataryasında topçu eri iken Queen Elizabeth ve Ocean zırhlılarının açtığı ateş sonucu açılan çukura baş aşağı beline kadar gömülmüştür. Yanındaki sıhhiye eri Onu bacaklarından çekerek kurtarmıştır. O sırada bataryada bir tane top ve birkaç topçu eri hayatta kalmıştır. Gemilerin ateşi devam etmekte iken topun mermiyi kaldıracak olan metaforası (vinci) isabet aldığı için parçalanmıştır. Bunun üzerine Seyit Onbaşı, 276 kg.lık mermiyi arkadaşı Niğdeli Ali’nin yardımı ile sırtlamış ve bu şekilde topun altı basamağını çıkarak mermiyi topa sürmüş ve ateşlemiştir. Bu atışla Ocean’a isabet eden mermi gemiyi hareketsiz bırakmış ve bir süre sonra da Ocean batmıştır. Bundan sonra Türk Müstahkem Mevkileri Komutanı Miralay Cevad Bey (Alb.Cevat Çobanlı) eliyle Ona onbaşı rütbesini takmıştır. Seyit Onbaşı Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve yaralanmıştır. Savaştan sonra Havran’da bir yağ fabrikasında hamallık yaparken 50 yaşında zatürreeden ölmüştür. Bugün doğduğu köye, Havran’daki ilkokula ve bir sokağa Onun ismi verilmiştir. Havran’da top mermisini taşırken temsil edilen bir heykeli bulunmaktadır. Mecidiye Bataryasının bulunduğu yerde o günün anısına mermerden bir kaide üzerinde dikdörtgen şeklinde yukarı yükselen Mecidiye Anıtı bulunmaktadır. MEHMET ÇAVUŞ ANITI (Gelibolu) Gelibolu Arıburnu, Cesaret Tepe üzerinde; sayıca üstün Anzak kuvvetlerine karşı savunmasını gösteren ve onlara tepeyi vermeyen Mehmet Çavuş ve takımının anısına bir anıt yapılmıştır. Bu nedenle de bulundukları tepeye “Cesaret Tepe” ismi verilmiştir. Mehmet Çavuş’ın yakın dövüşte süngüsü kırılmış, taş ve yumrukla karşı koyarken de şehit düşmüştür. Mehmet Çavuş Anıtı kare bir kaide üzerine, 3.10 m. yüksekliğinde dört köşe bir sütundur. Kitabesindeki çapraz konmuş iki kılıcın üzerinde de Mehmet Çavuş’un ismi yazılıdır. KANLI SIRT ANITI (Gelibolu) Gelibolu Yarımadası’nın en dar yerinde, Kabatepe ile Conkbayırı arasında kalan kanlısırt’ın doğu ucunda Kanlısırt Anıtı bulunmaktadır. Buradaki Anzak ve Türk siperleri birbirlerine çok yakın olduklarından ötürü ölülerin siperden çıkartılıp gömülmesi olanaksızlaşmıştı. Bu nedenle de burada dökülen kanlardan ötürü Kanlısırt ismi verilmiştir. Anıt yarı konkav şekilde köfeki taşından levha halinde yapılmıştır. Bu anıtın üzerinde; “Anzak Kolordusu 6-7 Ağustos 1915’de Anafartalar bölgesine çıkartma yapan 9.İngiliz Kolordusunun hedefine ulaşmasını kolaylaştırmak amacıyla 19. ve 16. Tümenlerin savunduğu Arıburun cephesindeki Türk kuvvetlerini yerinde tutmak için taarruz etti. 16. Tümen birlikleri çok çetin geçen çarpışmalarda 1520 şehit,4750 yaralı vermesine rağmen kanlı sırtı kahramanca savundu” yazılıdır. Kanlısırt’ın bitiminde sağdaki İngiliz Mezarlığının kenarında bir kanal görülmektedir. Deniz tarafından çıkartma yapan askerlerin kazdıkları bu tünel fark edildiğinde patlatılarak düşmanın çıkışına mani olunmuştur MEHMETÇİĞE DERİN SAYGI ANITI (Gelibolu) Gelibolu’da Kanlısırt’a çıkan düzlükte kucağında yaralı İngiliz askerini taşıyan Mehmetçik’in mermer bir kaide üzerinde bronzdan yapılmış bir heykeli bulunmaktadır. Bu anıt 1995 yılında yapılmıştır. Çanakkale Savaşları’nda Kanlısırt’ta birbirlerine yakın siperlerde yoğun ateş devam ederken bir Anzak subayı kendi siperlerinin önüne yaralı olarak düşmüş ve acı içerisinde kıvranmaktadır. Ateş devam ettiğinden Anzaklar kendi subaylarına yardım edememişlerdir. Bu sırada Türk siperlerinden beyaz bir mendil sallanmış ve ateş kesilmiştir. Siperden çıkan bir Türk askeri yaralı Anzak subayına doğru giderek onu kucaklamış ve Anzak siperlerine bıraktıktan sonra tekrar yerine dönmüştür. Ardından ateş devam etmiştir. Bu olayın geçtiği anda sonradan Avustralya Genel Valisi olan Ütgm. Lord Casey de o siperlerde bulunuyordu. Lord Casey anılarında bu olayı şöyle anlatmıştır: “ Biz Çanakkale yarımadasından Türklerle savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek Kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık. Bütün Avustralyalılar Mehmetçiği kendi evlatları gibi sever onun mertliği vatan ve insan sevgisi siperlerdeki dayanılmaz heybeti ve cesareti bütün Anzaklıları hayran bırakan yurt sevgisi insanlığın örnek alacağı büyük hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla”. KABATEPE ARIBURNU SAHİL ANITI (Gelibolu) Conkbayırı’ndan, Kabatepe sahiline inildiğinde deniz tarafındaki küçük bir tepenin üzerinde mermerden, konkav şeklinde bir kitabe görülmektedir. Bu kitabede ; “ 27. Piyade Alayı’nın 8.Bölüğünden 1.Takım,25 Nisan günü sabaha karşı Arıburun kıyılarına çıkan Anzak Kolordusunun 1.500 kişilik ilk kademesine ağır kayıplar verdirerek kıyının dik yamaçlarına sığınmak zorunda bırakmıştır. İşte bu anıt o kahraman takımımızın anısına dikilmiştir . Tk. Komutanı Atğm. Muharremdir.” DAMAKÇILIK BAYIRI ANITI( Gelibolu ) Gelibolu’da Anzak Koyu ile Anafartalar arasındaki yamaçta mermer üzerine yazılmış bir yazıt bulunmaktadır. Bu kitabede; “ Anafartalar Grup K.Alb.Mustafa Kemal 7.Tümeni 9 Ağustos 1915 günü Damakçılık Bayırına taaruz ettirerek Anzak kolordusunun,9.İngiliz Kolordusu ile işbirliğini ve Kocaçimentepe yönünde belirecek tehlikeyi önledi.” YUSUFÇUK TEPE ANITLARI(Mestantepe) (Gelibolu) Gelibolu Conkbayırı’nın kuzeyinde Küçükanafartalar köyü yakınında 70 m.yüksekliğindeki Tusufçuk Tepe’de Yusufçuk Tepe Anıtları bulunmaktadır. Çanakkale Savaşları sırasında Anzaklar 9-10 ve 21 Ağustos 1915’te bu tepeyi almak için uğraşmışlar ancak, büyük bir direnişle karşılaşmışlardır. Burada yapılan savunma ile Büyükanafartalar yolu Anzaklara kapatılmıştır. Yusufçuk tepe’de yapılan bu savaş sonunda Anzaklar 5.300, Türkler de 2.600 kayıp vermişlerdir. Yakınında İngiliz mezarlığının bulunduğu bu tepede Conkbayırı’nda olduğu gibi konkav mermerden üç anıt bulunmaktadır. Bunlardan birincisinin üzerinde; “Arıburun cephesindeki Türk kuvvetlerini kuşatmak için 7 Ağustos 1915 günü Anafartalar limanına çıkan düşman kuvvetleri zayıf gözetleme birlikleri karşısında İsmailoğlu ve Yusufçuk tepelerine kadar ilerledilir.” İkinci anıttaki kitabede; Anafartalar Grubu Komutanı albay M. Kemal’in komutasındaki Türk kuvvetleri 9-12 Ağustos 1915’te, I.Anafartalar Muharebesi’nde düşman kuvvetlerini yenerek ,onları Kireçtepe ve Mestantepe hattına attı.” Üçüncü anıttaki kitabede; İki tarafın daha büyük kuvvetleriyle 21-22 Ağustos 1915 günü yapılan II. Anafartalar Muharebesi sonunda düşmanın Sivritepe ve Mestantepe hattında taarruz gücü kırıldı. Bu muharebelerde Türkler 8.155 şehit,düşman ise 19.850 kayıp verdi.” Yazılıdır.
  22. _asi_

    Çanakkale anıtları

    Dünya tarihini değiştiren Çanakkale Savaşı cesaretin kahramanlığa dönüştüğü ve eşi görülmemiş bir centilmenlik savaşıdır. Her iki tarafın birbirinden nefret etmeden, siperlerden birbirlerine su ve yiyecek atarak şehitlerinin de koyun-koyuna yattığı destansı bir savaştır. 18 Mart 1915 deki deniz harekatı ile başlayan Çanakkale Savaşı’nda İtilaf Devletleri boğazı geçemeyince 25 Nisan 1915’de Gelibolu Yarımadası’na asker çıkarmış ve sekiz buçuk ay sürecek olan kara savaşları başlamıştır. Bu savaşın sonunda müttefikler 43 bin şehit, 30 bin kayıp,72 bin yaralı verirken Türk ordusu da 55 bin şehit , 25 bin hastanede yaralı iken ölen,10 bin kayıp ve 100 bin yaralı vermiştir. Atatürk’ün bu savaş hakkında söylediği şu söz bu kayıpların daha sonra ülkemize ne gibi bir etkisi olduğunu anlatması bakımından çok önemlidir: “Biz Çanakkale’de bir Darülfünun gömdük”. 30 Kasım 1915’de Üsteğmen Ali Rıza ve Teğmen Orhan Bey karaya oturan bir kruvazörü bombalarken bir Fransız uçağını da makineli tüfekle düşürmüş ve “düşman uçağı düşüren ilk pilotlar” olarak tarihe geçmişlerdir. Müttefik kuvvetlerinden geride kalabilenler 20 Aralık 1915’de Anafartalar ve Arıburnu’nu , 9 Ocak1916’da Seddülbahir’i boşaltarak topraklarımızı terk etmişlerdir. Çanakkale’de müttefiklerin başarı sağlayamaması üzerine İngiltere’de hükümet düşmüş ve Deniz Kuvvetleri Bakanı olan Winston Churchill ve Amiral Fisher istifa etmek zorunda kalmıştır. General W.Birdword’un Çanakkale Savaşları için tarihe geçen şu sözleri birçok gerçeği ifade etmektedir: “ Türk askeri kadar vatanı için gözünü kırpmadan ölen,savaş anında müthiş cesaret ve fırtınalar yaratan,ateş kesildiği zaman onun kadar iyi yürekli,yumuşak kalpli,düşmanın yaralarını saran,sırtında taşı*********** onu ölümden kurtaran bir asker yeryüzünde görülmemiştir.” Gelibolu Yarımadası 1973 yılında Milli Park ilan edilmiştir. Gelibolu Milli Parkı’nın sınırları Gelibolu Yarımadası’nın Saroz Körfezinden Ece Limanına ve Çanakkale Boğazı’ndaki Akbaş İskelesi arasındadır. Bu bölgede Seddülbahir Köyü çevresindeki Tekke ve Hisarcık burunları, Ertuğrul, Morto, İkizkoyları, Alçıtepe, Kerevizdere, Zığındere ile kuzeydoğuda yer alan Arıburnu, Conkbayırı, Kocaçimen, Kanlısırt, Anafartalar ve Suvla koyları Çanakkale Savaşları’nın yapıldığı alanlardır. Bu nedenle bu bölgede her biri ayrı bir kahramanlık örneğini yansıtan şehitlikler bulunmaktadır. Bütün bu şehitliklerin anısına da Çanakkale Şehitler Abidesi dikilmiştir. Bu bölgede çeşitli yerlerde 37 Türk anıtı ve şehitliği, Fransız, İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya ait 33 anıt ve mezarlık bulunmaktadır. İLK ŞEHİTLER ANITI VE ŞEHİTLİĞİ (Gelibolu) Seddülbahir Kalesi önünde, Cephanelik Şehitliği adı ile de isimlendirilen İlk Şehitler Anıtı 3 Kasım 1914’de İtilaf Devletleri donanmasından 6 kruvazörün açtığı bombardıman sırasında bir bombanın kale içindeki cephaneliğe isabeti sonucu meydana gelen infilakta ölen 5’i subay 81’i er olmak üzere savaşta ilk canlarını veren 86 şehidimizin anısına 1986’da düzenlenmiştir. Seddülbahir Kalesi komutanı Yzb. Şevki, Komutan muavini Üstğm.Cevdet ile takım komutanları Üstğm.Rıza ile Tğm. Eşref burada yatmaktadırlar. Sekizgen mermer bir kaide üzerinde yukarıya doğru incelen mermerden anıtın arkasında kalede patlayan cephaneliği sembolize etmek için de yine mermerden bir kale burcu yapılmıştır. Bu anıt ve şehitliğin etrafı geniş bir duvar ile çevrelenmiş ve içerisi de çimlenmiştir. AKBAŞ ŞEHİTLİĞİ(Eceabat) Çanakkale, Eceabat ilçesi’nin Yalova Köyü girişinde bulunan bu anıt 7.tümenden şehit düşenlerin anısına 1945 yılında dikilmiştir. Şehitlikte, Şehit Binbaşı Ali Zeynel Abidin ve 18 asker elbiseleri ile gömülüdür. HAVUZLAR ŞEHİTLERİ(Gelibolu) Kerevizdere’de 21 Haziran 1915’te şehit düşen askerlerin anısına mermerden iki katlı bir kaide üzerine yukarıya doğru incelen, obelisk şeklinde bir anıt yapılmıştır. Çanakkale Şehitlerine Yardım Derneği tarafından 1961-1962 yıllarında yaptırılan anıtın çevresinde şehitlerin kemikleri toplanarak bir araya getirilmiş, anıtın üzerine de askerlerin isimleri yazılmıştır. İtilaf Devletleri komutanı General Hamilton 27 Nisan 1915’te başlattığı taarruzda kıyılara hakim olmuş ve tepeleri ele geçirmiştir. Bunu önlemek üzere karşı taarruzda altı bin kişi şehit olmuş, Fransızların kayıpları da 2.500’ü bulmuştur. ZIĞINDERE SARGI YERİ ŞEHİTLİĞİ (Gelibolu) Seddülbahir’e 4 km. uzaklıkta Zığındere Plaj Mevkii ile kuzeyindeki Sargıyeri Mevkii arasındaki uzun dere yatağı, Çanakkale Savaşları’nda en kanlı çatışmaların geçtiği bölgedir. Dere yatağının kısmen korunaklı olması dolayısıyla burası her iki taraf için de çok önemliydi. Bunun için birkaç metreyi ele geçirmek için binlerce asker burada hayatını kaybetmiştir. General Hamilton Zığındere’de başarıya ulaşamayınca 28 Haziran’da Zığındere’den taarruza başlamış, gemilerden açılan top atışları karşısında bölgede sıkışan orduya takviye olarak gönderilen 11. ve 6. tümenler ile taarruz güçlükle durdurulabilmiştir. Her iki tarafın da çok kayıp vermesine rağmen istenilen sonuç elde edilememiştir. Bu bölgedeki çatışmalar Seddülbahir bölgesindeki savaşların noktalandığı yerdir. Müttefik kuvvetleri geri çekilirken de en son bu bölgeyi boşaltmışlardır. Zıgındere’nin girişinde plajın hemen arkasında İngilizlerin su sıkıntısını karşılamak için açtıkları demir konstrüksiyonlu bir kuyu halen durmaktadır. Kuyunun bileziğinde bunu açan mühendislerin isimleri yazılıdır. Zıgındere ile Alçıtepe arasında, Alçıtepe’nin 1 km. batısında bulunan Sargı Yeri Şehitliği savaşın bitiminde yapılmıştır. Bu şehitlik 1995’de yenilenerek 30 Temmuz 1995’de açılmıştır. Seddülbahir bölgesindeki savaşlarda yaralanan askerler burada tedavi görürken, İngiliz donanmasının bombardıman ve saldırısına maruz kalarak şehit olmuşlar ve topluca buraya gömülmüşlerdir. 1995’deki düzenlemede toplu mezarlardan çıkarılan kemikler burada muntazam bir şekilde gömülmüş ve künyeleri olanların da isimleri üzerlerine yazılmıştır. Burada 60’ı subay olmak üzere 300 şehit gömülüdür. Şehitlikte normal insan boyutunda, mermer kaide üzerinde bronzdan, kucağındaki yaralı bir askeri kızgın güneşten korumak için elini yukarıya kaldırmış bir askeri gösteren anıt bulunmaktadır. 57. PİYADE ALAYI ŞEHİTLİĞİ (Gelibolu) Çanakkale Savaşı sırasında Avustralya ve Yeni Zelanda askerlerinin çıkartma yaptıkları Anzak Koyu ile Conk Bayırı arasındaki alan strateji yönünden son derece önemli idi. Bu yüzden buradaki savaşlarda her iki tarafta çok kayıp vermişlerdir. Siperlerin birbirlerine 5 m. kadar yaklaştığı bu yer savaşlar boyunca en fazla ateş altında kalan bölge idi. Karşılıklı bomba saldırıları ve süngü hücumları burada yoğunlaşmıştır. Mustafa Kemal’in komutasındaki 19.Tümen’in 57.Alay’ı müttefik çıkartmasının ilk gününden itibaren Anzak (Avustralian and New Zeland Army Corps kelimelerinin baş harflerinin birleştirilmesidir) askerlerinin Arıburnu cephesindeki ilerleyişini durdurup geri püskürtmüştür. Komutanları da dahil olmak üzere birkaç gazi haricinde bütün alayın komutan, subay ve erlerin şehit olduğu, Bomba Sırtı denilen bu yer Kültür Bakanlığı’nca 1992’de yeniden düzenlenmiştir. Burada yatan şehitlerin en küçüğü 9 yaşındaki Saka Çocuk’tur. Ayrıca 57.Alay’ın İstanbullu Rum Doktoru Yüzbaşı Dimitroyati, Alay İmamı Konyalı Hasan Fehmi Efendi ile beraber burada gömülüdür. Alay’ın komutanı Yarbay Manastırlı Hüseyin Avni Bey’in mezarı parmaklıkla çevrili küçük bir alanın ortasındadır. Mermerden yapılmış olan bu mezarın başındaki bir yazıtta kısaca savaş hakkında bilgiler verilmektedir. Mezarın ayakucu tarafında dikdörtgen bir kaide üzerinde mermerden yapılmış Alay Sancağı bulunmaktadır. Avustralya’nın Melburn Müzesi’nde sergilenen ve 57.Alaya ait olduğu iddia edilen bir Sancağın altındaki plakette şunlar yazılıdır: “ Bu Alay Sancağı Gelibolu savaş alanından getirtilmiştir,ama esir edilmemiştir. Türk Ordusu’nun geleneklerine göre bir alayın sancağı, alayın son eri ölmeden teslim edilemez. Bu sancak, sonuncu muhafızın da altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur. Kahramanlık timsali olarak karşınızda duran bu Türk Alayı Sancağını selamlamadan geçmeyin.” Şehitliğin giriş kapısının sağ tarafında yüksekçe bir kaide üzerinde bronzdan yapılmış heykelde ihtiyar bir gazi, bir kız çocuğunu elinden tutmuş içerideki mezarlara sanki bakıp konuşuyormuş gibi canlandırılmıştır. Bu heykelde tasvir edilen gazi Çanakkale’de savaşmış Hüseyin Kaçmaz isimli biri olup, elinden tuttuğu kız çocuğu de Eylül adındaki torunudur. Anıtın ve şehitliğin 1993’deki açılışında hayatta kalmış Anzac askerlerinden Jaen Ryan ile bu gazimiz üniformalarını değiştirirler. Ne yazık ki bir yıl sonra her iki gazi de ölmüştür. Bir söylenceye göre; Alay Komutanı Hüseyin Avni Bey aldığı hücum emrini yerine getirmek üzere son kalan taburu ile hücum hazırlıkları içinde bulunduğu gece kısa bir uyku sırasında Kanlısırt eteklerinde beyaz kümeler görür. Uyandığında Tabur komutanına bu rüyayı anlatır ve “Bunlar nedir evladım?” der. Tabur komutanının cevabı ise şöyledir: “ Komutanım o beyaz kümeler bu sabah gün doğmadan şehitlik mertebesine ermek için hücuma kalkacak Mehmetçiklerin iç çamaşırlarıdır. Her bir Mehmetçik şehit olabilmek için temiz çamaşırlarını giymiş salimen dönersek diye üzerlerinden çıkanları yıkayıp çalılıklar üzerine sermişlerdir.” Bu rüyanın ertesi günü ise alaydan hiç kimse sağ kalmamış, su taşıyan saka çocuğundan komutanına kadar hepsi şehit olmuştur. ARIBURNU ŞEHİTLİĞİ VE ANITI (Gelibolu) Gelibolu’daki şehitlik girişinin karşısına yüksek mermer bir platform üzerine Arıburun Şehitliği’nin anıtı yerleştirilmiştir.Yukarıya doğru küçülen üç katlı anıtın her cephesinde yuvarlak kemerli, üzeri sekizgen mermerden sivri bir külahla örtülüdür. Çanakkale Savaşları’nda Arıburnu bölgesinde yaşamını yitiren 608 şehidin anısına yapılan bu anıt ve şehitlik 12 Aralık 1992’de açılmıştır. Burada yapılan bir kazıda boynundaki künyesinden İngiliz Yzb.Wolters ile 57.Alay 6 bl.komutanı Erzincanlı üsteğmen Mustafa Asım Bey’in iskeletleri yan yana silahları ve mataraları ile birlikte bulunmuştur. Bu iki şehir şehitliğin içerisindeki anıtın önüne bulundukları şekilde gömülmüşlerdir. Bu iki şehidin aileleri bulunmuş ve 1993 yılı başında şehitlikte buluşturulmuştur. CONKBAYIRI ANIT VE MEZARLIĞI (Gelibolu) Çanakkale Savaşları sırasında 25 Nisan 1915 günü Anzak Koyu’na çıkartma yapan Anzaklar, kendisine çekilme emri verildiği halde bu emri dinlemeyen Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından Conkbayırı’nın güney eteklerinde durdurulmuştur. Atatürk, cephanesi biten ve geri çekilmeye başlayan askerleri durdurarak “Kurşununuz yoksa süngünüz var” sözünü burada söylemiştir. Daha sonra 57.Alayı 261 rakımlı bu tepeye doğru hücuma kaldırmıştır. Akşam saatlerinde de Anzakları dar sahil şeridinde sıkıştırmıştır. Atatürk bu emri vermeseydi Anzaklar yarımadaya hakim olup Conkbayırı-Kocatepe bölgesini ele geçirip Eceabat’a kadar inecek ve İstanbul yolunu açmış olacaklardı. Ertesi günü, 10 Ağustos 1915 sabahı bu bölgede tekrar büyük bir çarpışma olmuştur. Bu arada Conkbayırı’nın bazı kısımlarını işgal eden Anzak askerlerine karşı yeni bir saldırı yapılarak geri püskürtülmüşlerdir. Anzak kuvvetleri bu hamlelerinde başarılı olsalardı bu kez 25 Nisan’da ele geçiremedikleri Conkbayırı’nı alarak tabyaları arkadan kuşatacak ve Çanakkale Boğazı’na inerek İtilaf Devletleri donanmasına İstanbul yolunu açacaklardı. Conkbayırı Anıtı ve şehitliğinin bulunduğu tepede üçü yarım yuvarlak diğer ikisi de biraz daha ileride olmak üzere üzeri yazılı beş mermer anıt vardır. Bunlardan birincisinin üzerinde; “Mustafa Kemal Atatürk 25 Nisan 1915 sabahı Conkbayırı’na doğru ilerleyen düşmana karşı 57.Piyade Alayı ile taarruza başlarken “Ben size taarruzu emretmiyorum ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler başka komutanlar kaim olabilir” emri yazılıdır. Mustafa Kemal’in bu sözü üzerine harekete geçen askerler Anzakları Cesarettepe’ye kadar atmışlardır. Buradaki ikinci anıtta şu sözler yazılıdır. “10 Ağustos 1915 sabahı Türk karşı taaruzu siperler yakın olduğundan süngü hücumu ile başlamıştır. Düşman donanma topçusunun yoğun ateşi altında cehennemi bir hal alan Conkbayırı’ndaki muharebeler sırasında gözetleme yerinden bir an bile ayrılmayan Anafartalar Grup Komutanı Alb. Mustafa Kemalin bir şarapnel misketi ile parçalanan cep saati hayatını kurtarmış ve düşman bu taaruz sonunda Ağılderesi’ne kadar geri atılmıştır.” Üçüncü anıttaki yazıt ise şöyledir: “Düşman kuvvetlerinin,Gelibolu Yarımadasının en önemli bölgesi ve doruk noktası olan Conkbayırı’nı ele geçirerek Türk kuvvetlerini ikiye bölmek ve Çanakkale Boğazı’nı ele geçirmek amacı ile giriştikleri devamlı saldırıları kahraman Türk askerinin büyük cesaret ve gayretle yaptığı savunma karşısında başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu bölgede cereyan eden muharebelerde Türk ordusu 9200 şehit,düşman 12 000 kayıp vermiştir.” Şehitliğin yanındaki iki anıttan birincisinde; “Arıburun’daki düşman kuvvetleri, aldıkları takviyeler ile daha da güçlenmiş olarak 6 Agustos günü Conkbayırı’na doğru yeniden taarruza başlamışlardır. Gece gündüz aralıksız devam eden kanlı muharebeler sonunda iki taraf da ağır kayıplar vermiş ve Türk askeri,düşmanı 9 Ağustos 1915 akşamı Conkbayırı tepeler hattına 25 m.mesafede durdurmayı başarmıştır.” Diğer anıt üzerinde; “ 19 .Piyade Tümen K.Kur.Yarbay M.K.Atatürk 25 Nisan 1915 günü düşmanın Arıburun’a çıkartma yaptığını öğrenince kendi inisiyatifi ile 57. Piyade Alayını bölgeye sevk etmiş,bu arada kıyı örtmesi yapan,cephanesi bitmiş çok az sayıdaki ere yaptıkları süngü hücumu ile kazanılan zaman içinde yetişen alaya mevzi aldırarak,düşmanı Conkbayırı’na ulaşmadan durdurmayı başarmıştır” yazılıdır. ATATÜRK ANITI (Gelibolu) Gelibolu Conkbayırı’nın en tepe noktasında, Yeni Zelandalılar anıtının karşısında Atatürk Anıtı bulunmaktadır. Atatürk’ün heykeli iki katlı bir platformdan sonra yukarıya doğru hafif daralan oldukça yüksek bir kaide üzerindedir. Kaidede Atatürk’ün 1934’de söylediği şu sözler yazılıdır: “ Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar!Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler,Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen Analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.” Mustafa Kemal - 1934 Atatürk’ün bu sözleri Avustralya’nın Queensland şehrinde, başkanlığını Alan J. Campbell’in yaptığı komitenin yaptırttığı ve “Onur Çeşmeleri” adı verilen anıta, Türkçe ve İngilizce olarak madeni levha üzerine kazınıp konulmuştur. Onur Çeşmelerinin açılışı 1 Mart 1978’de Başbakan J.Bjelke Peersen tarafından yapılmıştır. ATATÜRK'ÜN SAATİNİN PARÇALANDIĞI YERİ SİMGELEYEN ANIT (Gelibolu) Çanakkale Savaşları sırasında, Conkbayırı’nda bir şarapnel parçası Atatürk’ün göğsündeki saate isabet ederek O’nu mutlak bir ölümden kurtarmıştır. Bu olayın geçtiği yerde, bunun anısına bir anıt yapılmış ve 25 Nisan 1993’te ziyarete açılmıştır. Emekli General Cemil Conk’un anlattığına göre; şiddetli top ateşi başladığında Atatürk birden elini göğsüne götürmüş, o sırada yanında bulunan Yarbay Servet Bey (Em.Tuğ.Gen. Servet Yurdatapan) kan sızıntısını görünce telaşlanmış bunun üzerine Atatürk elini dudaklarına götürerek sus işareti yaparak kimseyi telaşa vermemesini istemiştir. Akşama doğru Mareşal Liman von Sanders’e kendi kumandası altında yapılan süngü hücumu hakkında bilgi verirken; ”Bütün cephe üzerinde piyademiz, Conkbayırı’na tırmanmaya çalışan düşmana benim işaretimle süngü hücumuna geçti ve düşmanı denize kadar sürdü. Bu esnada benim göğsüme bir mermi parçası isabet etti. Saatim kırıldı. Bu saat benim canımı kurtardı. Müsaade ederseniz bugünkü muvaffakiyetin hâtırası olarak bu saati size takdim edeyim” diyerek parçalanmış saati Liman von Sanders’e vermiştir. O da ailesinin soyluluk armasını taşıyan kendi saatini Atatürk’e uzatmış ve bugünün hatırasına kabul etmesini istemiştir. Liman von Sanders emekli olduktan sonra Münih’de yaşamını sürdürmüştür. Bir müddet sonra Milli Savunma Bakanlığı Liman von Sanders’in ailesine bir mektup yazarak askeri müzeye konulmak üzere bu saatin iadesini rica etmişler, ancak aile eve giren bir hırsız tarafından bu saatin çalındığı yanıtını vermiştir. Anıt taştan yuvarlak güllelerin üst üste konulduğu bir platform üzerine yerleştirilmiştir. KEMAL YERİ ANITI VE ATATÜRK'ÜN GECELEDİĞİ YER(Gelibolu) Çanakkale Savaşları sırasında Conkbayırı’nın güneyinde Kocatepe Köyü ile Kanlısırt arasında kalan ve geniş bir bölgeyi kontrol altında tutabilen yeri Mustafa Kemal 19.Tümen komuta yeri olarak kullanmış ve Arıburnu Savaşları’nı buradan yönetmiştir. Atatürk’ün 10 Ağustos 1915 sabahı yapacağı taarruz öncesi gecelediği yer bir tabela ile belirtilmiştir. Selvi ağaçları arasında bulunan bu yer Conkbayırı ile Kemal Yeri arasındadır. Kemal Yeri Abıtı’na da 750 m. uzaklıktadır. Şevket Süreyya Aydemir’den öğrenildiğine göre; 10 Mayıs 1915’te buradaki bir çukurda harita üzerinde arazi incelemesi yapan Mustafa Kemal’e o zamanki 3.Kor.Kur.Bşk.Kur.Yb.Fahrettin Bey (sonradan Gnr.Fahrettin Altay) orada ne yaptığını sormuş, Mustafa Kemal de bölgeyi incelediğini ve bulunduğu yerin ismini araştırdığını söylemiştir. Bunun üzerine Fahrettin bey “Mademki bir isim bulamadın buranın ismi Kemal Yeri olsun” diyerek buraya tarihi ismi vermiştir. Kemal Yeri’ne 1982 yılında bir anıt yapılmış ve anıtın üzerine Atatürk’ün şu sözleri yazılmıştır: “ Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki,bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız benim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar yoksun kalmasına neden olacağını hepinize hatırlatırım” M.Kemal Atatürk . HASTANE BAYIRI ŞEHİTLİĞİ VE ANITI (Eceabat) Eceabat İskelesine 1 km. uzaklıkta Hastane Bayırında bulunan şehitlik, savaş sırasında burada kurulmuş olan seyyar hastaneye getirilen yaralılardan hayatlarını kaybedenlerin gömüldükleri yerdir. Etrafı alçak bir duvarla çevrili şehitliğin demir parmaklıklı kapısından içeriye girilince çimenler üzerinde üzerleri bayrak şeklinde yapılmış çoğunun adı bilinmeyen şehit mezarları vardır. Merdivenle çıkılan yüksek mermer bir platformun üzerindeki obelisk şeklindeki anıtın üst tarafında ay-yıldız bulunmaktadır. Obeliskin alt tarafındaki yazıtta şunlar yazılıdır: “Birinci Cihar Harbinde burada Tanrısına kavuşan ulu şehitlerimizin ruhuna el-fatiha 1331-1333 (1915-1917)” . 3 Kasım 1914’de Seddülbahir Batarya komutanlığı yapan Gazi Yzb.Şemsettin Çamoğlu da öldükten sonra kendi vasiyeti üzerine buraya gömülmüştür. HASAN - MEVSUF ANITI TOP BATARYASI VE ŞEHİTLİĞİ (Merkez) Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasında, Eski Çanakkale-İzmir yolu üzerindeki Kepez Köyü yakınlarında Hasan Mevsuf Anıtı ve Şehitliği bulunmaktadır. 18 Mart 1915’de buradaki denize hakim tepenin yamacında 2 tane 15’lik ve 3 tane de 5’lik topun bulunduğu topçu bataryasının kumandan ve erlerinin şehit oldukları bu yere yapılmış olan anıttır. Siyah mermer bir kaide üzerinde yukarıya doğru daralan, üzerine tunçtan bir top mermisi konmuş dört köşe bir anıttır. Bu anıtın üzerindeki yazıtta şunlar yazılıdır: “ 22 düşman harp gemisinin zorladığı Çanakkale Boğazı Türk azmi karşısında geçilemedi. O gün 18 Mart 1915, Türk zaferinin üstün başarısını bu topçu bataryası göstermiştir. Burada o gün yurdu için savaşırken şehitlik mertebesine yükselen batarya Komutanı Ütgm.Hasan ile Tk. K. Tğm.Mevsuf ve dört er yatmaktadır.” Batarya Komutanı Ütgm.Hasan Bey için 18 Mart 1915 sabahı, İstanbul’dan Çanakkale Müstahkem Mevkii komutanlığına bir kızının dünyaya geldiğini bildiren telgraf gelmiştir. Bu telgrafı alan Cevat Paşa bataryaya gelmiş ve Ütğm.Hasan’a :“Bir kızın dünyaya geldi. Allah bağışlasın, izinlisin” demiştir. Hasan Bey ise “Komutanım, vatan daha mukaddes, gidemem. İsmini Didar koysunlar” cevabını vermiş ve aynı gece bütün batarya ve Hasan Bey gemilerden atılan toplarla şehit olmuştur. Anıttan 150 m. kadar ileride denize hakim tepenin yamacındaki küçük şehitlikte burada şehit olan 6 subay ve erin mezarları bulunmaktadır. Etrafı alçak muntazam bir duvarla çevrili şehitliğin kapısına dört basamakla çıkılmakta olup, kapının iki tarafına madenden birer top mermisi yerleştirilmiştir. KUMKALE ŞEHİTLİĞİ(Merkez) Çanakkale/ İntepe yakınlarındaki Kumkale Şehitliği 25 Nisan 1915 sabahı Anadolu sahiline çıkan düşman kuvvetlerine karşı koyan ve 28-30 Nisan’da denizden açılan ateş sonucu hayatlarını kaybeden 14. batarya personeli için 1983’te yapılmıştır. Alçak bir duvarın çevrelediği şehitliğin içindeki temsili yapılmış mermer mezar taşlarında burada şehit olanların isimleri yazılıdır. GÖZETLEME TEPE ŞEHİTLİĞİ VE ANITI(Gelibolu) Behramlı’dan Saros Körfezi’ne doğru giderken Alçıtepe’den sonra Çam ağaçları içinde Saros Körfezi’ne hakim Gözetleme Tepesi denilen yerdedir. 1939’da yapılan üç katlı, yukarıya doğru katları küçülen beyaz renkte bir anıttır. Bunun yanında sanduka biçiminde isimleri bilinmeyen üç şehidin mezarları yan yanadır. YAHYA ÇAVUŞ ŞEHİTLİĞİ VE ANITI (Gelibolu) Ertuğrul Koyu’na hakim bir tepede bulunan Yahya Çavuş Şehitliği ve Anıtının bulunduğu yerde 25 Nisan 1915’te Ertuğrul Koyu’a çıkartma yapan İtilaf Kuvvetlerinin 3. Alayına karşı 26.Alay 3.Tb.10.Bölüğünün 21.Takımından olan, Ezineli Yahya Çavuş 63 askeri ile savaşmıştır. Sabah gün ağarmasından batımına kadar üç alaya karşı kahramanca dövüşerek şehit olmuşlardır. İngilizlerin Aytepe’yi ele geçirmelerinin ardından süngü hücumuna kalkan Yahya Çavuş ve askerleri burada İngiliz hücumunu geciktirmiş ve savaşın geleceği üzerinde büyük rol oynamıştır. Bu çatışmadan Yahya Çavuş ve birkaç askeri sağ çıkabilmiştir. Bu olayın anısına, Ertuğrul koyuna hakim bir tepede yapılan anıtta, mermer bir kaide üzerinde Yahya Çavuş iki yanında ellerinde bayrak ve tüfek tutan iki askerin arasında canlandırılmıştır. Mermer kaide üzerindeki plakette ise Yahya Çavuş’un adı yazılıdır.
  23. _asi_

    Çanakkale ören yerleri

    ASSOS (Behramkale) Ayvacık ilçesinde yeralan Assos dört mevsim yerli ve yabancı turistleri konuk etmektedir. Akropol denizden 238 m. yüksekliğindedir. Athena Tapınağı M.Ö. 6ncı yüzyılda burada aynı yerde yapılmıştır. Biga yarımadası ve Edremit Körfezi'ni koruması özelliği yanında, eski ihtişamı nedeniyle bu Dorik tapınak restore edilmiştir. Tapınağın kalıntılarına vuran ay ışığını seyretmek için bir süre kalıp beklenebilir ya da sabah erkenden kalkıp güneş yavaş yavaş yükselirken şehrin yukarısından Edremit Körfezi'nin şahane görüntüsü izlenebilir ve böylece bu cennet köşesinin neden seçildiği anlaşılır. Tepelerden denize doğru agoralar, bir tiyatro ve bir de Jimnasyum yer almaktadır. Akropol'un kuzey köşesinden, hepsi de 14 üncü yüzyılda Osmanlı Sultanı I. Murat zamanında yapılan bir cami, bir köprü ve bir de kale görülür. Aşağısında ufak ve sevimli bir liman bulunmaktadır. Behramkale'nin 25 km. batısında, Gülpınar köyünde M.Ö. 2nci yüzyılda Apollon Smintheus Tapınağı'nın yapıldığı tarihi şehir Chryse yer almaktadır. Gülpınar'ın 15 km. batısında, işaretleri bulunmayan sivri kayalıklı bir sahil boyunca uzanan yolda, denize inen dik yamaçtaki hoş köy evleriyle, Babakale bulunmaktadır. BOZCAADA Çevresi 14 mil tutan Bozcaada, önemli bir turistik merkezdir. Etrafındaki irili ufaklı adacıklarla çevrili olan ada, Çanakkale Boğazı'na 15 mil, Limni'ye 30 mil, Midilli'ye 33 mil mesafededir. Ulaşımın sağlandığı Ezine ilçesi Geyikli beldesi Yükyeri Feribot İskelesine ise 3,4 mil uzaklıktadır. Adada Liman Koyu, Değirmenler Koyu, Poyraz Limanı, Çanak Limanı, Çapraz Limanı, Çanak Limanı, Kocatarla Limanı, Lagor Limanı, Ayana Limanı, Ayazma Koyu, Sulubahçe Koyu, Habbeli Koyu olmak üzere on iki adet cennet benzeri koyu vardır. Bu koylara Adadaki dalış merkezi tarafından koylarında dalış turları düzenlenmektedir. Bozcaada'ya yaklaşıldığında bir Venedik kalesi dikkat çeker. Venedik, Ceneviz ve Bizanslılar döneminde kullanılan kale, Çanakkale Boğazı'nın önemi nedeniyle Fatih Sultan Mehmet döneminde esaslı bir şekilde onarılmıştır.Adanın şarabı suyu kadar boldur; bir tur atıldığında birçok bağ ve şaraphaneler görülür. Adanın batısındaki yeldeğirmenleri adanın olduğu kadan çevrenin de önemli ölçüde elektrik enerjisini sağlamaktadır. Adada konaklamak için her talebe uygun otel ve pansiyon bulunmaktadır. GÖKÇEADA Türk adalarının en büyüklerinden biri olan Gökçeada körfezlerle çevrilidir. Farklı tonlardaki çam ve zeytin ağaçları ile kaplı tepelerinde yer yer kutsal pınarlar ve manastırlar bulunmaktadır. Buraya, Çanakkale ve Kabatepe'den tarifeli, muntazam araba vapuru seferleri yapılmaktadır. Gökçeada (Kuzu limanı), Çanakkale'den izlenen rotaya göre 32 mil, Gelibolu yarımadasındaki Kabatepe limanına 14 mil, Bozcaada'ya 33 mil, Ege denizinde bulunan Yunan adalarından Limni'ye 16 mil, Semadirek adasına 14 mil uzaklıktadır. Tatlı su kaynakları bakımından dünyanın en zengin adalarından biridir. Adanın koylarına dalış turları düzenlenmektedir. TRUVA İntepe Bucağı, Tevfikiye Köyü yakınında, Çanakkale'ye 30 km. uzaklıkta, Hisarlıktadır. Arkeolojik kazılar farklı zamanlardaki yerleşim mekanlarını, şehir surlarını, ev temellerini, bir tapınak ve tiyatroyu ortaya çıkarmıştır. Tahtadan sembolik bir at eski savaşı hatırlatmaktadır. Tarihi limanı Alexandria - Troas M.Ö. 3. yüzyılda yaptırılmıştı. St. Paul burayı iki kere ziyaret etmiş, ve üçüncü misyonerlik yolculuğuna, Assos'a yine buradan başlamıştır. DARDANOS Çanakkale'ye 11 km. uzaklıkta Kalabaklı Çayı kıyısında, Maltepe'dedir. Bu mezar anıtı, bir koridor, ön oda ve ana mezar odasında oluşmaktadır. İçinde bir çok iskeletle, altın takılar, bronz ve pişmiş topraktan gereçler, kandiller, gözyaşı şişleri, müzik araçları bulunmuştur. Mezarda Arkaik İyonik ve Roma dönemlerinden yapılar vardı. GÜLPINAR Ayvacık çevresinde kalıntıları bulunan antik eserlerden İlyada Destanı'nın birinci bölümünün geçtiği Apollon Smintheus Tapınağı, Gülpınar'da bulunmaktadır. Tapınak kalıntıları ve tapınaktan çıkan eserler buradaki müzede sergilenmektedir. Bölgede bulunan müzede Tapınağa ait rölyeflerde bu sahneleri görülebilmektedir. ZEUS ALTARI Küçükkuyu beldesine bağlı Adatepe Köyünün üst tarafında bulunan,ön tarafı diklemesine uçurum olan mağara, Zeus'un mağarası olarak bilinmektedir. ALEXANDREİA Dalyan Köyündedir. M.Ö 310'da 'Sgia' adlı küçük bir köyün yerine kurulmuştur. Güçlü ve zengin bir ticaret merkezi olarak gelişen kent Romalılar döneminde de önemini korumuştur. NEANDRİA Kayacı Köyü yakınında Çığrı Dağı'ndadır. Kenti çevreleyen surlar 3 m. Kalınlıkta ve 3200 m uzunluktadır. SESTOS Eceabat'a 4 km. uzaklıkta,Yalova köyündedir. Akbaş Limanı'nın güneyinde kurulmuştur. Fatih Sultan Mehmet Kilitbahir Kalesi'ni yaptırırken, Sestos kalesinin taşları kullanılmıştır. ÇANAKKALE - TROİA ÖRENYERİ Troia Örenyeri İzmirli ünlü ozan Homeros'un İlyada ve Odysseia destanlarının anayurdu, binlerce yıllık geçmişi olan Troas ve Troia kenti, Çanakkale İli, Tevfikiye Köyü yakınlarındadır. Burası, günümüzde Hisarlık adıyla bilinmektedir. İki kıta arasında ticaret yolu üzerinde yer alan bu yerleşme, tarihte birçok doğal afet ve savaşla karşılaşmıştır. Kent tarih boyunca 9 kez yıkılıp yeniden kurulmuştur. Günümüzden yaklaşık beşbin yıl önce kurulduğu düşünülen kent, yaklaşık 3500 yıl boyunca önemli bir yerleşim merkezi olmuştur. İlyada destanında anlatılanlardan yola çıkarak Homeros'un Troia'sını bulma girişimi, ilk kez 1868'de Heinrich Schliemann tarafından başlatılmıştır. Schliemann, Troia Kralı Priamos'un hazinesini bulmak amacıyla Hisarlık Höyüğü'nün ortasında 40 m. genişliğinde 17 m. derinliğinde bir yarma açıp, ana kayaya kadar inmiştir; ancak bu çalışma sırasında birçok tabakanın tahribine neden olmuştur. Bugün buraya "Schliemann Yarması" denmektedir. Aralıklı olarak yapılan kazılar 7 uzun kampanya halinde 1890 yılına kadar devam etmiş, 1893-94 yıllarındaki kazıları Wilhelm Dörpfeld yönetmiştir. 1932-38 yılları arasındaki çalışmaları ise Cintinati Üniversitesinden Carl Blegen başkanlığındaki ekip yürütmüştür. Tam elli yıllık bir aradan sonra kazı çalışmaları 1988 yılından itibaren Tübingen Üniversitesinden Prof. Dr. Manfred Korfmann başkanlığında, çok sayıda arkeologtan oluşan uluslar arası bir ekip tarafından yürütülmektedir. Jeofizik ve topografik çalışmaların yanı sıra restorasyon çalışmaları da yapılmaktadır. Avrupa tarihi ve edebiyatı için büyük önem taşıyan Troia Bölgesi, 1996 yılında sorumlu bakanlıkların onayı ile "Tarihî - Millî Park" ilan edilmiş ve Dünya Kültür Mirası Listesine alınmıştır. Yaptığı kazılarla Troia kentini efsaneden gerçeğe dönüştüren ve onu bütün dünyaya tanıtarak büyük bir ün kazanmış olan Schliemann, ilk kazılarda bulduğu eserleri Anadolu'nun dışına çıkarmakla kendi saygınlığına gölge düşürmüştür. Schliemann, "Priamos'un Hazinesi" olarak tanımladığı bu toplu buluntuyu büyük bir gizlilik içinde 1873 tarihinde Atina'ya ulaştırdıktan sonra kendisi de Troia'dan ayrılmıştır. Eserleri önce Yunanistan, İtalya, İngiltere gibi ülkelere vermeyi düşünmüş, ancak sonra bu düşüncesinden vazgeçmiş ve eseleri Almanya'nın Berlin kentine götürmüştür. 1940 yılına kadar Museum Für Vor-Und Frühgeschichte'de sergilenen eserler, II. Dünya Savaşı'ndan sonra ortadan kaybolmuş ve 1993 yılına kadar bunların nerede oldukları anlaşılamamıştır. Bunların diğer sanat eserleri ile birlikte savaş ganimeti olarak Rusya'ya götürüldüğü konusundaki tüm yazılı iddialara sessiz kalan Rusya, 1993'te sessizliğini bozmuş ve Kültür Bakanı Siderov Troia hazinesinin kendi ülkesinde olduğunu itiraf etmiştir. Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer alan Troia kentine ait bu buluntular, çok uzun zaman önce Anadolu'dan kaçırılmıştır. Oysa Unesco'nun "Her eski eser kendi yerinde kalmalıdır" ilkesi uyarınca, Troia Hazinesine ait eserler de bulunduğu yer olan Türkiye'de, Çanakkale'de olmalıdır. Tüm dünyanın ortak mirası olarak değerlendirdiğimiz zengin kültür hazinemizin yurt dışında da tanıtılması, Avrupa kültürünün en güçlü kökünün Anadolu'da olduğu gerçeğinin bir kez daha vurgulanması amacıyla, Türkiye ve Almanya kültürel ve bilimsel işbirliğinin bir ürünü olarak "Troia-Düşler ve Gerçek" adı altında bir sergi düzenlenmiştir. 17 Mart 2001 günü iki ülke Cumhurbaşkanları tarafından Stuttgart'ta açılışı gerçekleştirilen sergiyi 17 Haziran 2001 tarihine kadar 240.000 kişi ziyaret etmiş, 14 Temmuz - 14 Ekim 2001 tarihlerinde Braunschweig'ta da sergilenmesi sonucu, ziyaretçi sayısı 550.883'e ulaşmıştır. "Troia : Düşler ve Gerçek" sergisinin son teşhir mekanı olan Bonn'da açılışı, 15 Kasım 2001 günü T.C. Kültür Bakanı M. İstemihan Talay ile Federal Almanya Devlet Bakanı Prof. Dr. Julian Nida Rümelin tarafından gerçekleştirilmiştir. Sergi, Nisan 2002 tarihine kadar Bonn Federal Sergi Sarayı'nda ziyarete açık olacaktır. Bu sergi için Türkiye'deki 12 müzeden büyük bir titizlikle seçilen eserler Almanya'ya gönderilmiştir. Çanakkale, İstanbul Arkeoloji, Adana, Gaziantep, Denizli, Eskişehir, Afrodisias, Ankara Anadolu Medeniyetleri, Bursa, Topkapı Sarayı, Antalya ve Samsun Müzeleri'ne ait toplam 550 eserin yer aldığı sergide, Troia kazısının logosu olmuş bronz mühür ile Tanrıça heykelciği ilk kez yurt dışında sergilenmektedir. Ayrıca İ.Ö. 5. yüzyıldan başlayarak, eğitimde bir çeşit kutsal kitap gibi benimsenmiş Troia kentinin destanı İlyada da bu sergide yer almaktadır. "Troia: Düşler ve Gerçek" sergisinde Türkiye'nin yanı sıra Belçika, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Gürcistan, İtalya, Yugoslavya, Avusturya, İsviçre, İspanya, Vatikan, Çin Halk Cumhuriyeti ve Almanya'dan da eserler bulunmaktadır.
  24. _asi_

    Çanakkale yeryüzü şekilleri

    Çanakkale İli 25° 40’ - 27° 30’ doğu boylamları ve 39° 27’-40°45’ kuzey enlemleri arasındadır. Topraklarının büyük bir kısmıyla Marmara Bölgesinin Güney Marmara bölümüne, Edremit Körfezi kıyısındaki küçük bir alanı ise, Ege Bölgesine girer. Avrupa ve Asya’da toprakları bulunan Çanakkale Edirne, Tekirdağ ve Balıkesir İl sınırları ile çevrilidir. İl sınırlarına; Ege denizinde Türkiye’nin en büyük adası olan Gökçeada ile Bozcada ve Tavşan Adaları girer. ÇANAKKALE İLİNİN İKLİMİ : Adalar, Gelibolu Yarımadası, deniz kıyısındaki yerler dışında, iç kısımların denizden uzaklık ve deniz seviyesinden yükseklik gibi nedenlerle iklim niteliğinde bazı farklılaşmalar görülür. Bu farklılaşma yüksek kısımlarda yağışların daha çok buna karşılık iç kısımlarda karlı ve donlu günlerin daha fazla olması, sıcaklık farkının artması şeklindedir. Çanakkale ilinde Akdeniz ve Karadeniz geçiş iklimi özelliği gösterir. Genel karakteriyle Akdeniz iklimi özelliklerini yansıtır. Bunun yanında daha kuzeyde bulunması nedeniyle kışları ortalama sıcaklık daha düşüktür. Kuzey Rüzgarlarının ve soğuk dalgalarının Balkanlar üzerinden sarkması ve bunun önünde doğal engellerin bulunması nedeniyle ,yılın büyük bir kısmı rüzgarlı geçmektedir. kışları ortalama sıcaklık daha düşüktür. Minimum sıcaklık -4,2 °C ile Şubat ayı, Maksimum sıcaklık +35,8 ile Ağustos ayındadır. Yıllık sıcaklık ortalaması 14.7, ortalama nem oranı ise %72.6'dır. Egemen rüzgar kuzey rüzgarlarıdır. En çok, poyraz, yıldız, lodos, kıble eser. Yıllık ortalama yağış miktarı 662.8 m3 (Gökçeada) ile 854.9 m3 (Ayvacık) arasında değişmektedir. Yaz aylarında yağış miktarı oldukça düşüktür. Yağışların en fazla görüldüğü aylar Aralık, Ocak ve Şubat ayları'dır. Karla örtülü gün sayısı en fazla 8 gün kadardır. ÇANAKKALE İLİNİN BİTKİ ÖRTÜSÜ Doğal bitkiörtüsü olan Ormanlar İl topraklarının % 53'ünü oluşturmaktadır. Ormanlık alanı 533.936 Hektar olup bu miktarın ;471.820 hektarı Koru ormanı, 62.116 hektarı ise Baltalıktır. Ormanlı alanların yarısından fazlasını Kızılçam ve Meşe kaplar.İlimizdeki Ağaç türleri ;KIZILÇAM, KARAÇAM, FISTIK ÇAMI, SAHİL ÇAMI, GÖKNAR, SERVİ, ARDIÇ,MEŞE,KAYIN,KESTANE,DİŞBUDAK,KAVAK,ÇINAR'dır. ÇANAKKALE İLİNİN OVALARI İl topraklarının % 15'i ovalardan oluşmaktadır.Başlıca ovalar :Tuzla, Kösedere, Babadere, Biga,Bayramiç, Karabiga, Çan, Ezine, Batak, Kavak, Cumalı, Yalova, Kilye, Piren, Evreşe, Umurbey, Kumkale, Sarıçay ve Agonya ovasıdır.Bu ovaların tamamı akarsu ve yer altı suyu ile beslenmektedir ÇANAKKALE İLİNİN DAĞLARI VE TEPELERİ İl topraklarının % 44'ünü dağlar kapsar.İlin en yüksek kesimi Güneyde Balıkesir İl sınırında yükselen Kaz Dağındadır ( 1.765 metre) Vadilerle yarılmış yerey , buradan kuzey ve kuzey doğuya doğru açılır .Ağı dağı (989 m) Karadağ (749 m)Katran Dağı (1.111 m.) Ayvacık İlçesindeki; Kavak Dağı (562 m), dikili (776 m.), Bayramiç ilçesindeki Gedik (710 m.),Mekkare (710 m.), Kuşaklıca (553 m.) Dededağ (862 m.)Biga İlçesindeki Abdal Tepe (602 m.)Çan İlçesindeki Karadağ (749 M.),Dede Tepe (882 m.)Ağı Dağı 989 m.) Merkez İlçedeki Kayalıdağ (871 m.),Şap Dağı (737 m.)Laztepe (603 m.) Balaban (811 m.) Dumanlı ( 725 m.)Yenice İlçesindeki Tavşanoyna (1424 m.)Baldağ (888 m.)Sivri Tepe (606 m.) Sakar (913 m.) Kireç tepe (620 m.)Gelibolu ilçesindeki Koru dağı ( 725 m.) en yüksek tepeleridir. Ayvacık ilçemizde bulunan dağlar (Kazdağı, Kavakdağı , Dikili Dağı,, Pırnar dağı , Beşik Dağı , Sırıklık, Dağı Kozlu Dağı ve Ahmetler Dağı) denize dik olarak uzanmaktadır ÇANAKKALE İLİNDEKİ ADALAR GÖKÇEADA : Gelibolu yarımadasına 18 Km mesafede olup 289 Km 2’ lik yüz ölçümü ile en büyük adamızdır. Doğuda Kefalo burnu ile batıda Avlaka (ince) burnu arasında uzunluğu 30 Km.dir. Kuzeyden güneye eni ise 13 Km. kadardır.Dağlık bir yapıya sahip olan adada en yüksek yerler 672 m. İle Doruktepe ve 579 m. İle İlyas tepedir. Eski Adı İmroz (İmbroz)dur. 7 köyü vardır.Merkezi Çınarlı Köyü’dür. Farklı tonlardaki çam ve zeytin ağaçları ile kaplı tepelerinde yer yer kutsal pınarlar ve manastırlar bulunmaktadır. Buraya, Çanakkale ve Kabatepe'den tarifeli, muntazam araba vapuru seferleri yapılmaktadır. Gökçeada (Kuzu limanı), Çanakkale'den izlenen rotaya göre 32 mil, Gelibolu yarımadasındaki Kabatepe limanına 14 mil, Bozcaada'ya 33 mil, Ege denizinde bulunan Yunan adalarından Limni'ye 16 mil, Semadirek adasına 14 mil uzaklıktadır. Tatlı su kaynakları bakımından dünyanın en zengin adalarından biridir. Adanın koylarına dalış turları düzenlenmektedir. BOZCAADA : Türkiye'nin Gökçeada ve Marmara adasından sonra 3. büyük adası olup yaklaşık 39 Km'lik bir yüz ölçüme sahiptir. Anadolu'nun batı kıyılarından yaklaşık 6 Km. açıkta olup üçgen şeklindedir. En yüksek yeri olan Göztepe 191 m.dir. tek yerleşim merkezi olan Bozcada ilçesinin köyü yoktur. Çevresi 14 mil tutan Bozcaada, önemli bir turistik merkezdir. Etrafındaki irili ufaklı adacıklarla çevrili olan ada, Çanakkale Boğazı'na 15 mil, Limni'ye 30 mil, Midilli'ye 33 mil mesafededir. Ulaşımın sağlandığı Ezine ilçesi Geyikli beldesi Yükyeri Feribot İskelesine ise 3,4 mil uzaklıktadır. Adada Liman Koyu, Değirmenler Koyu, Poyraz Limanı, Çanak Limanı, Çapraz Limanı, Çanak Limanı, Kocatarla Limanı, Lagor Limanı, Ayana Limanı, Ayazma Koyu, Sulubahçe Koyu, Habbeli Koyu olmak üzere on iki adet cennet benzeri koyu vardır. Bu koylara Adadaki dalış merkezi tarafından koylarında dalış turları düzenlenmektedir. Bozcaada'ya yaklaşıldığında bir Venedik kalesi dikkat çeker. Venedik, Ceneviz ve Bizanslılar döneminde kullanılan kale, Çanakkale Boğazı'nın önemi nedeniyle Fatih Sultan Mehmet döneminde esaslı bir şekilde onarılmıştır. Adanın batısındaki yel değirmenleri adanın olduğu kadar çevrenin de önemli ölçüde elektrik enerjisini sağlamaktadır. Adada konaklamak için her talebe uygun otel ve pansiyon bulunmaktadır. TAVŞAN ADALARI : Çanakkale Boğazının güney ağzı ile Bozcada arasında kıyıdan yaklaşık 7 Km. açıkta yer alan 4 küçük adacık olup, toplam 1 Km'2 lik bir alan kaplarlar. En büyüğü, kuzeyde Tavşan Adası olup , daha küçük olan ve bu adanın güneyinde yer alan diğer üç adacık ise Presa adası, Orak Adası ve Yılan adası olarak tanınırlar. Üzerlerinde insan yaşamayan bu adalar düzlükler şeklinde uzanırlar ve en yüksek yeri 42 m.dir.Antik çağlarda " kalidne" olarak adlandırılan adalar, Osmanlılar zamanında Eşek adaları, Karayer adaları ve Mavriva Adaları gibi isimlerle anılmaktaydı. GELİBOLU YARIMADASI : Çanakkale Boğazı ile Saroz Körfezi arasında uzanan yarımadadır. Bolayır kıstağı ile Trakya'ya bağlanır. KD-GB doğrultulu bir eksen üzerinde , uzunluğu 90 Km olup genişliği ise 8-25 Km arasında değişir. Bolayır yakınındaki kıstakta ise 6 Km'ye iner. Yarımada fazla yüksek olmakla birlikte , kısa ve çok eğimli dereler ve sel yataklarıyla yarılmış engebeli bir görünüş sahiptir. En yüksek yeri 400 metre kadardır. Gelibolu ve Eceabat ilçeleri burada yer alır. BİGA YARIMADASI : Anadolu'da Marmara Bölgesinin güneybatısında olup yaklaşık 9500 Km2 lik bir alan kapsar. Doğu sınırının KD-GB yönünde uzanan Gönen Çayı vadisi oluşturur. Batıda Kumkale burnundan, doğuda Balıkesir İli Gönen İlçesine kadar genişliği 125 Km., kuzey doğuda Biga İlçesi Karabiga Beldesi , Güneybatıda Baba burnuna kadar uzunluğu yaklaşık 200 Km.dir. Biga yarımadası, vadilerle yarılmış tepelik bir görünüştedir. Çok büyük bir kısmı Çanakkale İl sınırları içinde kalmaktadır. ÇANAKKALE İLİNİN AKARSULARI Tuzla Çayı : Kaz Dağından Doğarak ayvacık İlçesinden geçtikten sonra Tuzla Köyünün 8 Km. batısından Ege Denizine dökülür. 52 Km. uzunluğundadır.Vadisi kumlu, kireçli ve killi bir toprağa sahiptir. Menderes Çayı : Kazdağı'ndan çıkar 110 Km.uzunluğundadır.Ezine hizasında genişler.Ezine'de Akçin Çayı ile birkeşir. Kumkale Ovasına girince yayılır ve akışı yavaşlar. Dümrek Çayı ile birleşerek Karanlık Limanda denize dökülür. Sarıçay (Koca çay): Uzunluğu 40 Km.dir.Kirazlı dağı, Aladağ ve Kayalı Dağlarından gelen derelerle beslenir. Çanakkale boğazına dökülür. Kocabaş Çayı : Tarihi adı Granikos Çayı olan Kocabaş çayı Kaz Dağından Doğar Biga ovasını sulayarak Karabiga'da denize dökülür.80 km Tarihi adı Granikos Çayı olan Kocabaş çayı Kaz Dağından Doğar Biga ovasını sulayarak Karabiga'da denize dökülür.80 km. uzunluğundadır. Mıhlı Çayı : Kazdağından çıkıp Edremit Körfezine dökülür. 12 km. uzunluğundadır. Kavak Çayı : Gelibolu yarımadasındadır. Evreşe Ovasını Sular. Saroz körfezine dökülür. 50 Km uzunluğundadır. Bergaz Çayı : Lapseki ilçesinin doğusunda olup 20 Km. uzunluktadır. Gürgen dağının kuzey yamaçlarından doğar Çanakkale boğazına dökülür. Umurbey Çayı: Dumanlı köyü yakınlarında Kaplan dağından çıkan Ulu dere ile Aptal,Şap Dağlar eteklerinden çıkan Harmancık ve Ağılcapınar adlarındaki derecikler birleşerek koru derecesi adını alırlar, Koru deresi ile Uludere Karaömerler köyüne bağlı damlalı obası yakınlarında birleşerek batı istikametinde akar.Umurbey Bucağı civarında Umurbey çayı adını alır.Umurbey ovasından Çanakkale Boğazına dökülür.Yağışlı havalarda çok bol su taşır. Bayramdare Çayı: Nusretiye yakınlarında gâvur tarla mevkiinde karanlık dere adı ile çıkar.Dumanlı Dağının denize bakan yamaçlarındaki kolları toplar.Batı istikametinden doğru akarak Adatepe ve Hacıömerler Köyleri yakınlarından geçerek Bayramdere ismini alır.Adatepe yakınlarında Marmara Denizine dökülür. Kemer Çayı: Dumanlı Dağlarının bir kısım sularıyla Çataltepe ve Nusretiye köyleri civarındaki tepelerin sularını toplayarak kavalı dere adı altında Doğandere Köyü istikametine doğru akar.Doğandere köyü civarında Doğandere ismini alır.Doğuya doğru akışına devam ederek Biga’ya bağlı kemer köyünde Kemer Çayı adıyla Marmara Denizine dökülür.
  25. _asi_

    Çanakkale coğrafi konumu

    Çanakkale İli; Türkiye’nin kuzeybatısında Anadolu’nun batı uzantılarından biri olan BigaYarımadası ile Balkan Yarımadasının Doğu Trakya Bölgesine bağlanmış Gelibolu Yarımadası toprakları üzerinde bulunan bir ildir. Çanakkale İli’nin büyük bir bölümü Marmara Bölgesi’nin Güney Marmara Bölümü’nde, Edremit Körfezi kıyısında küçük bir bölümü de Ege Bölgesi, Asıl Ege Bölümü’nde yer almaktadır. İl toprakları; Gelibolu Yarımadası’nda kuzeyden Korudağı, batıdan Saroz Körfezi ve Ege Denizi, Güneyden Ege Denizi, Kuzeyden Marmara Denizi ve Doğudan ise Kazdağları ve uzantıları ile çevrilidir. Bununla birlikte Çanakkale İli idari anlamda doğu ve güneydoğudan Balıkesir İli ve batıda Tekirdağ İli ile çevrilidir. Başka bir ifade ile Çanakkale İli, Anadolu’nun kuzey batısında Asya ve Avrupa kıtalarını birbirinden ayıran ve kendi adıyla anılan Çanakkale Boğazı’nın çevresinde yer almaktadır. İl sınırlarına; Ege Denizi’nde, Türkiye’nin en büyük adası olan Gökçeada (İmroz) (289 km²) ile Bozcaada (39 km²) ve Tavşan adaları da dahildir Çanakkale İli, Güney Marmara Bölümü’nün batısını teşkil eden Biga Yarımadası’nda yer almaktadır. Edremit Körfezi’nden başlayarak kuzeydoğudaki Erdek Körfezi’ne doğru çekilen hattın batısında kalan yaklaşık 10 bin km²’lik bölüme “Biga Yarımadası” denir. Yarımada bu adı, kuzeydoğusunda bulunan Biga ilçesinden almaktadır. Yarımadanın doğu sınırını Edremit kuzeyinden itibaren Gönen (Aisepos) Çayı oluşturur. Güneyde Edremit Körfezi, batıda Ege denizi, kuzeyde ise Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi yer alır. Kuzeydeki Marmara Denizi kıyısı ile güneydeki Ege Denizi kıyısı doğu-batı yönünde birbirine paralel uzanırken, doğu batıdaki sınırları kuzeydoğu-güneybatı yönündedir . Biga Yarımadası’nda seçilen başlıca morfolojik üniteler ise batı, kuzey ve güneyde irili ufaklı kıyı ovaları ve bunların gerisinde tepelikler, platolar ve iç kesimlerde yüksek dağlık alanlardır. Ancak orta kesimlerde platolar ve dağlık kütleler arasına sıkışmış tektonik depresyonlara sıkça rastlamak mümkündür. Edremit Körfezi’nin kuzeyinden başlayıp kuzeydoğu yönüne doğru uzanan kesiminde yüksekliği 1.700 m’yi aşan Kaz Dağları ve onun uzantıları yer alır. Bunlar doğudan batıya doğru Baba Dağı (1.767 m.), Gürgen Dağ (1.400 m.), Eybek Dağ (1.100 m.), Kocakatran Dağ (1.060 m.) ve Ağı Dağ (1.020 m.) ve Yenice depresyonu kuzeyindeki Karlık ve Armutçuk Dağları’ndan oluşmaktadır. Yarımadanın kuzeyi ile kuzeydoğusunda dağlık sahadan kıyı ovalarına geçiş ani olmayıp yükseklik yavaş yavaş azalır. Bu topografyanın oluşumunda Armutçuk Dağları’ndan başlayarak Marmara Denizi’ne doğru devam eden basamak şeklindeki listrik fayların rolü büyüktür. Fakat Edremit Körfezi’nde bu geçiş çok anidir. Kaz Dağı güneyinde kalan kesim Edremit Körfezi’ne doğru önce yavaş yavaş alçalır, daha sonra ise bir fay dikliği ile son bulur. İl topraklarının % 40’ını dağlar, % 41.2’sini alçak ve yüksek platolar ve % 14.8’ini de ovalar teşkil eder. Çanakkale İli sınırları içinde ovalar akarsu ağızlarında ve geniş tabanlı vadilerde görülür. Bu ovalardan Anadolu yakasında yer alanlar Ezine Ovası, Bayramiç Ovası, Karabiga ve Biga Ovaları, Ayvacık (Tuzla) Ovası, Yenice (Agonya) Ovası ve Umurbey Ovası iken, Gelibolu Yarımadası’nda yer alanlar Kavak, Cumali, Yalova ve Kilye ovalarıdır. Bu ovalar; Tuzla Çayı, Kara Menderes Çayı, Sarıçay, Bayramiç Deresi, Burgaz Çayı, Gönen Çayı ve Kavak Çayı tarafından sulanmaktadır. Çanakkale İli’nde konumu nedeniyle geçiş iklimi özellikleri hüküm sürmektedir. İl’deKaradeniz iklimi ile Akdeniz iklimi arasında geçiş özelliği gösteren Marmara iklimi görülmektedir. İl’de Küçükkuyu ve Ayvacık çevresinde Akdeniz iklimi, Biga çevresinde ise Karadeniz iklimi özellikleri hüküm sürmektedir. İl topraklarının % 54’ü ormanlarla örtülüdür. Akdeniz iklimine özgü bitki topluluğu olan makileri; defne, kocayemiş, mersin, pırnal meşesi, keklik ve delice ile çalılar teşkil eder. Kıyıdan 30-40 km kadar içeriye sokulan ve 600 m’ye dek yüksekliklerde görülebilen maki topluluğu, daha çok Gelibolu Yarımadası’nın güneyindeki Lapseki-Biga arasında ve ilin kıyılarından orman alanları sınırına değin görülür. Ormanlar genel olarak karışık topluluklar durumundadır. Koru tipi ormanlara daha çok Kaz Dağları üzerinde görülür. Kaz Dağları, Katran Dağı ve Gürgen Dağı çevrelerinde koru ormanları görülmektedir. İbreli ana ağaç türlerini başta Kazdağı köknarı olmak üzere karaçam, kızılçam ve bodur ardıç oluşturmaktadır. İntepe, Kirazlı, Kalkım ve Sazak dolaylarında alçak kesimlerde karaçam, kızılçam, köknar, meşe, kayın ve kestane gibi nevilerden oluşan karışık ormanlar görülürken, yükselti arttıkça karaçam, kızılçam ve köknar; daha yükseklerde de köknar ormanları görülür Çanakkale İli Türkiye’nin Anadolu ve Trakya toprakları, Asya ve Avrupa kıtaları arasında sınır oluşturur ve Karadeniz ve Akdeniz arasında iki doğal suyolunun birisi dahilinde yer alır. Fiziki coğrafya özellikleri ve coğrafi konumu açısından İstanbul Boğazı’yla benzer özelliklere sahip olmasına rağmen yerleşme, nüfus, ekonomik faaliyetler, turizm ve ulaşım bakımından büyük farklılıklar gösterir Asya ve Avrupa arasındaki etkileşimlerinçoğu ister göç, ister işgal, ticaret ya da kültürel ve düşünsel alışveriş olsun, Çanakkale İli ve çevresi üzerinden yapılmıştır. Çanakkale İli ve çevresi Helenistik, Roma ve Osmanlı dönemlerinde stratejik önemini korumuştur. Akdeniz Havzası’nın dünyanın başlıca ilgi odağı olduğu dönemlerde bile kolay aşılabilen Çanakkale Boğazı her zaman önemini korumuştur.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.