Zıplanacak içerik

bekir

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

bekir tarafından postalanan herşey

  1. Üç tane maddeyi soracağım... Birincisi: Cumhurbaşkanlığı seçimi için 367 kişinin meclise girmesinin şart koşulması İkincisi : Cumhurbaşkanının yargılanması Üçüncüsü: Anayasa Değişiklikleri Sayın Yamyam, İşletme Fakültesi okuduğunuzu belirtmiştiniz yanılmıyorsam... Hukukla ne kadar alakalı bir bölümdür tam olaraka bilmiyorum ama hukuki sorulara bigane kalmadığınızı biliyorum... Anayasayı açıp okuduğunuzda ne anlıyorsunuz...Bu üç maddeyle ilgili olarak... Hukukçuluk üstün bir kavramdır demiştim daha önce. Hukuk Fakültesini bitirmiş olmak hukukçu olmaya kafi değildir de demiştim. Hukukçuluk her ahval ve şerait içerisinde hukuku ve adaleti savunmaktır. Trajik olan kararlarda çıkan oylardır. 9/2 veya 8/3. Bu atanma şeklinden mi kaynaklanıyor yoksa hukukçuluk mantığından mı. Ben, samimiyet sorgulaması yapmayan bir adamım. Ancak; başka da birşey gelmiyor elimden. Lütfen, kalbinize danışın ve Anayasanın, şekil bakımından denetimle ilgili maddesini okuduktan sonra söyleyin... Şunlar söylenebilir. AKP'yi durdurmanın başka yolu yoktu onun için Hukuk askıya alınabilir veya kullanılabilinir. O zaman, en azından tutarlı davranılmış olunur. Ama, hem bariz bir şekilde hukuku çiğneyip hem de onun hukuki olduğunu belirtmek zulümdür... Saygılarla...
  2. Kimin güveni diye sorduğum soruyu anlamamışsınız...Kimin kime duyduğu güvendi soru...Kaosta olduğunu düşünen sizsiniz...Halktaki kin ve nefret duyguları sadece sizde uyanmıştır...Kendinizi halk yerine koyabiliyorsanız bizi de koymanızı rica ediyorum...Biz de bir kaos yok...Anayasayı ihlal etmişlerdir bu da kanunlara göre suçtur demişsiniz...Hangi ihlal...Yapılan her değişiklik Anayasa Mahkemesince iptal edildiğinde otomatik olarak anayasa ihlali mi oluyor... 82 Anayasa'sına hem onu yapan organ ve hem de metin olarak kısmen karşı çıktığım noktalar vardır. Ancak, Anayasa Mahkemesi bizzat bu anayasayı umursamayandır. Yani Anayasa Mahkemesi, kendisini bu anayasa ile bağlı görmemiştir. Yani Anayasa Mahkemesi, kendi kanunlarını getirmiştir... Anayasa Mahkemesi neye karşı direniyor. Anayasa Mahkemesi, siyasi bir kurum mudur? Anayasa Mahkemesi, Devlet adına mı karar veriyor. Bu Anayasa Mahkemesi, ve üç saçma kararı halka değilse kime şikayet etmek gerekiyor... ******** cümlesi de sinirlerime dokunmadı değil... Hukuku eğip, büküp, kanırtıp karar verenlere de birgün hukuk lazım olur. NOT: Küçük bir hata nedeniyle, karabekir/bekir yazımları karışmıştır. Bu metnin Karabekir tarafından yazıldığını bilmenizi isterim.
  3. Sanırım Hukukçulardan en fazla korkulan ve en fazla nefret edilen zaman sadece İstiklal Mahkemeleri zamanı değilmiş...Adnan Menderes asıldığında da insanların hukuka güveni sarsılmıştı ama hiç bu kadar bilinçli değildi halk...Hiç bu kadar öğrenemiyordu her şeyi... Şimdi ancak Hukuk Fakültesi öğrencilerinin bilmekle yükümlü olduğu bir denetimi "şekli"ni neredeyse tüm halk az-biraz öğrendi... Artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacak....
  4. Üstünlük ancak takva iledir. İsmet ÖZEL, hele de 40 Hadis yazacak kadar islam konusunda belli bir ilerleme kaydetmiş bu adam üstünlüğün takva ile olduğunu bilmiyor mudur? Kafire karşı direnen müslümana Türk'tür diyor aynı zamanda bu adam. Yani mücahede...Kafire ise hakikatin üstünü örtendir diyor... İsmet ÖZEL, anlaşılma kaygısı gütmeyen bir adam. Hatta bir dönem; anlaşılmak için edebiyatı feda etmeyeceğini belirten bir adam. Dolayısıyla onun kurduğu cümleleri birçok geri plandaki cümleyle beraber değerlendirmezsek yanlış yapabiliriz... Ben, onun söylediklerinin belli bir ırkı ön plana çıkartmak olmadığını düşünüyorum. Yani O, kendi diliyle anlatmak istediklerini anlatmıştır ama siz onun dilinden anlamadığınız için onun dilinden anlamaya gayret eden birileri de başkalarına anlatmaktadır... Yani anlayanlar anlamayanlara anlatmaktadır... Bir ırkı, salt dünyaya geliş nedeniyle üstün görmek saflığın dik alasıdır. Herkesi Allah yarattığına göre, bunda kendimizin bir dahli olmadığına göre bir üstünlük iddiasında bulunmak gaflettir. Eğer sadece vücuda bakarak bir üstünlük iddiasında bulunulacak olsaydı sanırım zenciler bu iddiada bulunabilirlerdi ancak onların da yaşadıkları coğrafyaya baktığımızda üstünlükleri fena halde sorgulanır... İnsan bir ırka mensubiyeti dolayısıyla üstün olmaz. Ama; insanın mensup olduğu millet (ben; bir tarihte ırktan ayrılmış bir millet anlayışı olabilir mi demiştim) bir istiklal harbi vermişse durup birşeyleri de düşünmek lazım... Saygılar...
  5. Hadi, buyurun cenaze namazına... Ben ne diyorum, siz ne söylüyorsunuz. Bu yazıdan önce sorduklarınızla bunların ne alakası var. Ben Said Nursi ne yapmıştır ne yapmamıştır, psikolojik bozukluğu var mıdır yok mudur, müntesipleri Kur'an'ın Türkçesini okumuşlar mıdır okumamışlar mıdır onları mı söylemişim yukarda yoksa başka şeyi mi? Bir ton yargılama yapıldı hakkında elde tutulur bir veri bulunamadı. Yeni kurulan o irade; Said Nursi hakkında en ufak bir delil bulsaydı idam ederdi. Siz sordunuz niye kaçmadı diye. Ben de buna cevap verdim. Niye kaçsın diye; ondan sonra da saçma/garip ve bir o kadar da enteresan bir savunma yaptınız. Şaşırmadım dersem yeridir... Said Nursi'nin cemaatleşme anlayışına da değinmişsiniz ve Okuldayken Risale-i Nurları ezbere bilip de Kur'an-ı veya türkçesini okumadıklarını söylemişsiniz. Ben de Risale-i Nur'un; Kur'an dan daha fazla ellerinde olmasından nefret ediyorum. Ben de Risale-i Nur yeter başkasına gerek yok denilmesinden nefret ediyorum. Ama, ben bu camianın içinden söyleyen biri olarak; Kur'an okumadıklarını söyleyemiyorum. Mealini belki okumuyorlardır zira Risale-i Nur'u bir tefsir olarak görüyorlar. Tefsir varken meale gerek yoktur. Risaleleri ezbere bilmek de pek mümkün değildir. O bir külliyattır ve ben kelimeler konusunda hayli bir yol almış olmama rağmen herhangi bir cümlesini okuduğumda anlamıyorum. Yani, anlamadığınızı ezberlemek çok daha zordur. Koca bir külliyatın bir tek kitabını hadi diyelim ki bir tek Lahika'yı dahi ezberleyemeyebilir... Haa, yok ben mübalağa yaptım sadece o kadar çok Risale okuduklarını belirtmek için böyle dedim diyorsanız; bakın onda haklısınız. Söylediğiniz örnek onun cemaatleşme zihniyetiyle pek alakalı değil. Her ne ise, bir misafirim geldi söylenecek başka birşey olursa sonra söylerim umarım...
  6. Kaç gündür Hüseyin Üzdü veya Üzer diye yazayım diyordum yazmamıştım. Nuh Gönültaş, yazdı ve beni bu dertten kurtardı...Yazısının "Görmeyeceksiniz tabi" kısmı geleceği kati olarak tespit etme çabası olduğu için katılamıyorum bir de ordan hareketle sizin ahlakınız nerede diye sorulmasına katıl/a/mıyorum. Ama başkaca birçok yerine katılıyorum...
  7. Kelepçeleri düşer miymiş bilmiyorum. Ama her kaçışın bir kurtuluş olmadığını biliyorum. Kendi vatanınızda nereye kaçacaksınız suçsuzluğunuzu bilerek nereyeyi geçtim niye kaçacaksınız... Said Nursi'nin çok sayıda talebesi vardı bu onu çok güçlü bir hale getiriyordu ama o asla bir kalkışmaya/ayaklanmaya/kaçmaya yeltenmedi. İnsanlar kaçma ihtimalleri/şansları/olanakları vardır diye kaçmazlar. Cevap verecekseniz sadece bu yazdıklarıma vermenizi rica ediyorum. Herhangi bir kodlama dolayımında değil... Saygılar...
  8. Yukardakiler bir alıntıdan ibarettir ve biyoloji konusunda bilgim hayli kıt. Cüretimi mazur görün. Birkaç soru soracağım yukardaki mesajınızla ilgili. Denklem hakkında hiçbir fikrim yok. Enerjinin üretimi sırasında etil alkol ortaya çıkıyor demişsiniz. Yani etil alkolun ortaya çıkması için mayalanma onun içinde maya bakterileri şart. Her mayalanma sonucunda mı etil alkol ortaya çıkıyor yoksa etil alkol mayalanmaya belli şeylerin eklenmesiyle mi çıkar. Evvela mayalanmayı maya bakterileri sağlıyor demişsiniz sonra ise kolada mayalanmayı etil alkol sağlıyor demişsiniz. Cümle herhalde maya bakterilerinin belli şartlarda sağladığı etil alkol kolada mayalanmayı sağlıyor mu acaba. Ekmeği mayalayabiliriz. Ancak, ekmek mayalanırken acaba ortaya çıkan etil alkol müdür yoksa bu farmantasyon dediğiniz şey neticesinde etil alkol ortaya çıkmıyor mudur... İlk sorumuz şu olsun; bütün mayalanmalar sonunda etil alkol mü ortaya çıkar? Cüretimi mazur görünüz. Bilgisizlikten sayınız...Biyolojiden hiç anlamam... Saygılar...
  9. Sayın Efendi Türkler; İsmet ÖZEL, orjinal bir yazardır. Edebiyat Zatürresi geçirmiş filan demeden önce ne demek istediğini anlamak gerekiyor. İsmet ÖZEL, günümüzde en fazla okunan en az anlaşılan yazardır belki. Bunda yazılarının şiirsel imgelerle dolu olması önem arzediyor. Ben, belki 10'larca kitabıyla beraber Gerçek Hayat Dergisinde 100'den fazla yazısını okumuşumdur. İlk defa o dergide Türklük tanımını ortaya koydu. Bu tanım, bir ırk değildi. Birçok okuru onun faşitliğinden dem vurup arkasında gitmekten vazgeçti. Yaklaşık 4-5 yıldır geliştirdiği bir Türk tanımı var. Yukardaki sözler bugünle alakalı değil. Bu Türklük tanımını istiklal savaşına dayandırıyor. Cihada dayandırıyor. Cihad kafire karşı yapılandır. Kafir; Allah'ın varlığını yok sayandır. Yani, hakikatin üstünü örten. Bugün batıya karşı alternatif olabilecek yalnız Müslüman Türkler vardır diyor. Arap Müslümanlardan batının korkmasına bir gerek olmadığını, onların da batıya karşı bir direnç noktası oluşturamayacağını söylüyor. Yine aynı söylem dolayımında; Müslüman olmayan Türklerin, Batıya bir alternatif olamayacakları gibi onların medeniyetleri içerisinde eriyeceklerini; onlara karşı duramayacaklarını söylüyor. Bu topraklarda Müslümanlar olduğu için burası Türkiye oldu. Pekiyi Arap devletlerinde müslümanlar yok muydu. Vardı ama onlar her daim yenilgiyi kabul edip manda altına girdiler. Bunu yapmayan sadece Türklerdir dedi. Başka bir devletin/ırkın boyunduruğu altına girmeyi zull addeden sadece Türklerdir. Müslümanlık Türklerle en büyük coğrafyalara yayılmıştır. Yani; Müslüman Türk olduğumuzu hatırlarsak; Batının karşısında durabiliriz. İstiklal Savaşındaki ruh hatırlanmalıdır. Göz yumulmasından filan bahsetmişsiniz. Gözünü açtığınızda ne olacak. Neyle suçlayacaksınız. Lütfen biraz izan...Hem anlamayıp hem de suçlarsanız hayli garip bir durum ortaya çıkar...
  10. Efendi Türkler, yazıyı buraya alıntıladığın için teşekkürler... Keşke, sorular ile cevapları farklı renklerde gösterseydin. Biraz zor oldu okumak... İsmet Özel, görkemli kaybedenlerden biridir. Yaranmak meselesi değil. Kimseye yaranamadı diyemiyorum. Anlaşılamamak da bir mesele oldu. Onu anlamaya muvaffak olanlar gittiği yoldan gitmeyi reddetti. Yani kendini ortada kalmış hisseden, doğruyu söylediğini düşünen ama doğruya itibar edilmediğini gören bu adam aynı zamanda kaybetmekte olduğunun da bilincinde... Şu noktada söyleyecekleri gittikçe anlamsızlaşacak... Ama, Ateist Türk olmaz sözünden önce başka bir sözü vardı. Kafirle çatışmayı göze alan müslümana Türk denir demesi yok mu? Ve ardından kafirin gerçeğin/hakikatin üstünü örten olarak tarifi...
  11. 5. Cüveyriye ile evlenmesi: Derginin düzmecesi: "Tutsaklar arasında... on üç yaşında nefes kesen bir kız. Âişe, bunu Peygamber görür de yine bir âyet gelir diye kaygılanır ve kızı çadırın yanından uzaklaştırır. Ne var ki korktuğu başına gelir, Peygamber kızı görür, "vahiy geldi, Cebrail bu kızı bana nikâhladı" der. Buhârî'nin anlattığına göre bu akıllı kız, Peygamber akrabasının tutsak olamayacağını söyler ve kabilesinden yediyüz kişiyi âzâd ettirir. Doğrusu: a) Bu olay ne bu şekilde, ne de başka şekilde Buhârî'nin işaret edilen yerinde yoktur.11 Burada yalnızca Cüveyriye'nin kabilesine baskın yapıldığı, birçok esir arasında Cüveyriye'nin de bulunduğu yazılıdır. Güvenilir kaynaklara göre olay şöyle cereyan etmiştir: Cüveyriye Benî-Mustalık kabilesinin reisinin kızıdır. Bu kabile müslümanlar aleyhine düşmanla birleşmiş ve savaşmıştır. Bir fırsatı düşünce, bir İslâm müfrezesi baskın düzenleyerek kabileyi yenmiş ve savaşçıları öldürmüş, geri kalanları esir almıştır. Hz. Peygamber (sav) esirleri savaşçılara paylaştırmış, Cüveyriye de iki gâzîye düşmüştür. Bunlar cariye üzerinde ortaklık istedikleri için satıp parasını paylaşmaya karar vermişlerdir. Cüveyriye bunun üzerine Hz. Peygamber'in (sav) huzuruna çıkmış, müslüman olduğunu bildirmiş ve ondan yardım istemiştir. Peygamberimiz (sav) de ricasını kabul ederek ona evlenme teklif etmiş, Cüveyriye bunu sevinçle kabul etmiştir. Haber yayılınca müslümanlar, Hz. Peygamber'e (sav) akraba sayılan insanların esir olarak kalmalarını istememiş hepsini serbest bırakmışlardır. Bunun üzerine gerek serbest kalan esirler ve gerekse kaçaklar gelip müslüman olmuşlardır.12 6. Safiyye ile evlenmesi: Derginin düzmecesi: "...Safiyye'nin güzelliği Peygamber'in yakınlarının dilinden düşmüyordu. O, ancak Peygamber'e lâyık olabilirdi. Safiyye tutsaklar arasında idi. Dihye adında bir genç onu aldı. Hadîslere göre Peygamber onları çağırtır ve der ki: Bu kadını Cebrâil bana nikâhladı, sen git başkasını al. Dihye de üzgün ayrılır, 'bu sırada sanki Uhud dağı üzerime çökmüştü' diye anlatır."13 Doğrusu: Bu kısım için verilen kaynaklara baktığımızda ne "Cebrâil'in nikâhlamasından, ne Dihye'nin üzerine Uhud dağının çöktüğünden, ne de Safiyye'nin güzelliğine vurulmaktan söz ediliyor! Buhârî'de yalnızca Hayber savaşından sonra bir yahûdî liderin kızı olan Safiyye'nin, esirlerin taksiminde Dihye'ye düştüğü, sonra Resûlullah'a (sav) geçtiği ve O'nun (sav) da Safiyye'yi âzâd ederek -bu âzâd bedelini mehir sayarak- onunla evlendiği" kaydedilmiştir.14 Müslim'in Sahih'inde olay bir parça daha aydınlanıyor: Hayber fethedilince esirler bir araya toplanmıştı. Dihye, Resûlullah'a (sav) gelerek bir câriye istedi. Resûlullah (sav) "bak, dilediğini al" dedi, o da Safiyye'yi beğenip aldı, bu sırada birisi Resûlullah'a (sav) gelerek "bu, Kurayza ve Nadîr yahudilerinin başkanı olan Huyeyy'in kızıdır, bunu cariye olarak ona vermeniz uygun değildir; kendinizin alması daha uygundur" dedi. Peygamberimiz (sav) bunun üzerine Dihye ile Safiyye'yi çağırdı, Dihye'ye "bir başka cariye al" dedi, Safiyye'yi ise hürriyetine kavuşturdu ve kendisine nikâhladı.15 Görüldüğü üzere, Safiyye'nin alınması, diğer birçok izdivaçlarında olduğu gibi, yeniden bir topluluğun gönlünü almak, onlara şeref bahşetmek ve müslümanlar adına kazanmak hikmetine bağlıdır. Böyle olmasaydı önceden onu eş veya cariye olarak alması için hiçbir engel mevcut değildi ve bu sebeple de alabilirdi. Dihye ise onu henüz seçmiş bulunuyordu, aralarında bir gönül veya vücut ilişkisi sözkonusu olmamıştı.16 7. Esmâ ve Kuteyle: Derginin uydurmalarına, yahut uyduranlarından naklettiğine göre Eş'as isimli birisi Peygamberimiz'e (sav) çok güzel bir dul kadından bahsetmiş ve bunu almasını teklif etmiştir, Peygamber (sav) "aldım gitti" demiştir, Eş'as kadını getirince Hafsa ve Âişe kıskançlığa düşerek kadına "zifafa girdiğin zaman Peygamber'e (sav) 'senden Allah'a sığınırım' de, O, bundan çok hoşlanır" demişlerdir, kadın da bunu deyince Peygamber (sav) onu terketmiştir. Bunun üzerine Eş'as kendi kız kardeşi Kuteyle'yi teklif etmiştir, Peygamber (sav) yine 'aldım gitti' demiştir, kız getirilirken Peygamber (sav) ölmüş, kız da başkasıyla evlenebilmek için dinden dönmüştür, kabilesi de aynı yolu takip etmişlerdir." Doğrusu: Buhârî ve Müslim'de böyle bir hikâye yoktur. İbn Sa'd'in Tabakat'ında her iki olay da çeşitli şekillerde rivâyet edilmiştir, rivâyetler arasında farklar vardır, olay hakkında kesin bilgi yoktur. Yine de rivâyetler içinde "aldım gitti" gibi hafif ifadeler mevcut değildir. Ayrıca hayatının son günlerini yaşayan Resûlullah'ın (sav) bu konularla uğraşmaya vakti de yoktur. Eş'as'ın ısrarı, Esmâ'nın da bir prenses olduğunu ve Peygamberimiz'i çok istediğini söylemesi üzerine getirmesine izin vermiştir. İbn Sa'd'in eserinde Kuteyle ile asla evlenmediği rivâyeti de mevcuttur. Bu son evlenme olayında da o bölge ahâlisini bu vâsıta ile İslâm'a kazanma niyeti açıkça görülmektedir.17 8. Âişe'nin kaybolan kolyesi ve Safvân: Benî-Mustalık savaşından dönerken Hz. Âişe, bir konaklama yerinde tuvâlet ihtiyacı için birlikten uzak bir yere gider, orada farkında olmadan kolyesini düşürür, dönünce bunu farkeder ve aramaya gider, o aramada iken hareket emri verilir, kadınlar deve üzerine konan kapalı odacıklarda seyâhat ettikleri ve Hz. Peygamber'in (sav) eşlerinin artık perde arkasından konuşup görüşmeleri emri de gelmiş bulunduğu için onun devesini çekenler, kendisini mahfede zannederler ve çekip giderler, Hz. Âişe döndüğü zaman birliği bulamaz, düşünür ve "en iyisi konaklama yerinde beklemektir, arayınca beni burada bulurlar" diyerek orada bekler. Sonra askerî birliğin artçılarından Safvân gelir, Hz. Âişe'yi orada bekler bulur, devesini çöktürüp bindirir ve bundan sonraki konaklama yerinde birliğe yetişirler. İslâm'ın ve Hz. Peygamber'in (sav) düşmanı, münafıkların başı Abdullah b. Übeyy bu olayı kullanarak büyük bir iftira kampanyası başlatır, bazı şahısları da tesiri altına alır ve Hz. Âişe'nin iffetine iftira atarlar. Hz. Peygamber (sav) uzun ve ince bir araştırma yapar, sonunda Hz. Âişe'nin ve Safvân'ın masum olduklarına, iftiraya uğradıklarına kani olur. Bu sırada Nûr sûresinin 11. ve müteakip on âyeti iner ve hem iftira edenlerin maskelerini indirir, hem de önemli hükümler getirir. Bütün mûteber kaynakların tafsilâtıyla ihtiva ettiği bu olayı, mahut dergi, çerçeve içinde özetledikten sonra, baş münafık İbn Ubeyy ve yandaşları ile ağız birliği ederek şu zehirleri kusmaktadır: "Safvan Âişe'yi, Âişe Safvân'ı tanıyorlardı... Gecenin önemli bir bölümünde birlikte kalan Âişe ile Safvân, bu birlikteliği daha önce planlamış olamazlar mıydı? Çünkü Safvân'ın arkadan geldiğini herkes gibi Âişe de biliyordu. Âişe isteseydi kolyeyi aramaya giderken haber verebilirdi..." Dergi, bu ifadelerle, iki bin yılına doğru hâlâ eski iftiracı ve münâfıkların peşinden gidenlerin bulunduğunu ortaya koymaktadır. İddiâlara gelince: a) Güvenilir kaynaklara göre ve orijinal anlatıma uygun olarak olayları verdiğini iddiâ eden yazara soruyoruz: Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'den daha güvenilir bir kaynak, Buhârî ve Müslim'in Sahih'lerinden daha mevsuk bir başka hadîs kitabı var mıdır? Bu kaynaklarda, yukarıda tekrarlanan iftiralar bulunmadığına göre ve Hz. Âişe'nin iffetli bir müminler annesi olduğu tasdik edildiği halde, yukarıdaki anlatım mızrağı hangi çuvala sığacaktır? Hangi güvenilir kaynakta bu iftiralara yer verilmiştir? Gerek Müslim18 ve gerekse Buhârî19 Sahih'lerinde hâdiseyi bütün tafsilatıyla vermişlerdir. Buradan anlaşıldığına göre Hz. Âişe sabaha karşı tuvalet için gitmiştir. Zâten Hz. Peygamber (sav) bu zamanlarda hareket emri verirlerdi. Hz. Âişe'nin gerdanlığı aramak üzere gitmesi ve bulması da ortalığın ağarmakta olduğunu gösterir. Buhârî'de Safvân'ın tan yeri ağardıktan sonra oraya geldiği açıkça ifade edilmiştir. İkinci konaklama yerinde hemen arkalarından yetiştikleri de yine bütün rivâyetlerde kaydedilmektedir. Bütün bunlar güvenilir kaynaklarda yer aldığına göre "gecenin önemli bir bölümünü birlikte geçirdiler" sözü, baş münafıkın baş iftirasına benzemiyor mu? c) Hz. Âişe'nin kolyeyi aramak üzere gittiğini haber vermemesinin makul sebepleri vardır: Hemen gidip dönecektir, Peygamber (sav) hanımlarının perde arkasından olmaksızın başkalarıyle konuşmaları yasaktır, insanlar birşeylerini kaybedince hemen söylemez, önce arayıp bulmaya çalışırlar... 9. Cebrâil'den cinsel kudret ilâcı: Derginin belki en çirkin ve en desteksiz düzmecesi örneğini şu satırlarında buluyor: "...Peygamber'in cinsel gücünün bir gün sonu gelmişti. İmam Gazzâlî'nin yazdığına göre, Peygamber'in cinsel organı (Gazzâlî en açık ifadeyi kullanır) artık kalkmaz olmuştu. Kaygılanıyordu, konuyu Cebrâîl'e açtı. Bu şeyin nasıl kaldırılıp sertleştirilebileceğini sordu. Cebrâil bu konuda Allah'tan aldığı bilgiyi Muhammed'e iletti: Herîse (aşûre gibi bir şey) yiyeceksin."20 Bu katmerli düzmecenin katlarını açalım: a) Gazzâlî'nin İhyâ'sı güvenilir bir hadîs kitabı değildir. Kitabın içindeki hadîsler, sonradan hadîs uzmanlarınca incelenmiş ve asılsız olanlar ile mûteber olanlar ayrılmış, kitabın her sayfasının altında dipnotu şeklinde yazılmıştır. Derginin hadîs diye naklettiği söz ve olayın rivâyet yönünden güvenilir olmadığı, zayıf, asılsız ve uydurma olduğu, aynı sayfanın altında, 6 numaralı dipnotunda açıklanmıştır. Hem "tarafsızlık" ve "bilimsellik" örtüsüne bürünmek, hem de bu açıklamayı görmezlikten gelmek en azından göz boyamadır. Böyle bir olay ve böyle bir hadîs yoktur. Gazzâlî bu söze ve dergide yer verilen diğler zevâtın bu konudaki sözlerine şu başlık altında yer vermiştir: "Evliliğin beş faydası vardır: Çocuk sahibi olmak, cinsî doyum, ev idaresi, ailenin genişlemesi, onların bakım ve eğitimlerini sağlama yoluyla nefis terbiyesi." Bu faydalardan biri olarak kişinin eşi ile aile hayatını yaşamasını açıklarken Gazzâlî, her zaman ibâdet yapılamayacağını, birşeyi devamlı yapmanın rûhî sıkıntılara yol açacağını, insanların ruh yapılarına göre eğlencelerinin olduğunu, akar suya bakmak, kırda dolaşmak gibi yollarla ruhunu dinlendirenler olduğu gibi eşleriyle beraber olarak da aynı sonucu elde edenlerin bulunduğunu kaydetmiştir. İşte bu çerçeve içinde derginin hadîs diye ileri sürdüğü söz ve olayı da kaydetmiştir. Ancak "bazı rivâyetlerde geldiğine göre", "eğer bu haber doğru ise" demek suretiyle kendisinin de de hadîsin sıhhatinden şüphede olduğuna işaret etmiştir. (s. 31). Bütün bu hususları belirtmemek bilimsellikle(!) bağdaşmaz. c) Uydurma olduğu halde bu haberi bir de biz, doğru olarak tercüme edelim ve derginin yaptığı saptırmanın, tahrîfin ve düzmecenin boyutlarını görelim: "Cebrâîl'e, cinsî temas konusundaki zayıflığımdan şikâyet ettim, o da bana herîseyi tavsiye etti." Evet, bu uydurma sözün de tamamı kelimesi kelimesine budan ibârettir. Buna göre: aa) "Peygamber'in cinsel organı artık kalkmaz olmuştu" sözü derginin uydurmasıdır. ab) "Gazzâlî en açık ifadeyi kullanır" sözü, o şeyi yazı boyunca ağzından düşürmeyen yazarın uydurmasıdır. ac) "Bu şeyin nasıl kaldırılıp sertleştirilebileceğini sordu" sözü yazarın katmerli yalanlarındandır. ad) "Cebrâîl, Allah'tan aldığı bilgiyi Muhammed'e iletti" sözü yazarın uydurmasıdır. Sonuç olarak böyle bir hadîs yoktur. Derginin yazarı, uydurma hadîsle de yetinememiş, birkaç cümle de kendisi uydurarak yalancılar safına katılmıştır. 10. "Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın": Derginin mahut yazıyı hazırlayan yazarına göre "kalkmış zekerin indirilmesi için hiç zaman yitirilmemesi istenir. Nerede ve ne zaman olursa olsun zekerin öfkesi giderilmelidir. Bir hadîse göre bir hacc esnasında Peygamber şu buyruğu verir: "Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın..." Bu sözleri okuyan kimse, "insanın cinsel duygusu harekete geçince haccda bile olsa ihramdan çıkıp eşi ile yatmalıdır, Hz. Peygamber (sav) böyle emretmiştir" mânâ ve hükmünü çıkaracak ve yanılacaktır. Çünkü ihramın belli bir yeri ve müddeti vardır ve bu müddet içinde ihramdan çıkıp eşi ile yatmak yasaktır, bunun dinî cezası bile vardır. Yazının altında gösterdiği kaynakları yazar da okusa ve ilim namusuna sadık kalarak okuduğunu doğru aktarsa idi hâdisenin şundan ibâret olduğu anlaşılacaktı: Peygamberimiz (sav) yalnızca hacc etmeyi niyet ederek gelen ashâbının, uzun zaman ihram içinde ve ihram yasaklarını yaşayarak vakit geçirmelerini önlemek üzere -zamanı geldiği, müddeti dolduğu için- ihramdan çıkmalarını ve isterlerse eşleri ile de yatabileceklerini, sonra Arafât'a çıkılacağı zaman yeniden ihrama gireceklerini bildirmiştir. Müslim'in Sahîh'inde, hadîsi Câbir'den nakleden Atâ, bu emrin mâhiyetini, yukarıda gördüğümüz şekilde istismar edilmesin diye, nasıl da güzel açıklamıştır: "Peygamberimiz (sav) bu emri ile ashâba, ille de karılarınızla yatın demedi, yalnızca bunun helâl olduğunu onlara bildirdi"21 II. HZ. PEYGAMBER VE KADINLAR Burada, Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz'in kadına verdiği değeri, kadınlarla ilgili ıslâhatını, niçin birden fazla evlendiğini özet halinde sunmaya çalışacağız. İslâm'dan önce kadınların birçok insanî haktan mahrum bulunduğu ve eşya gibi kullanıldığı bilinmektedir. İslâm kadını yüceltmiş, özelliklerine bağlı farklar dışında erkeğe eşit kılmış, aile ve toplum hayatı içinde yerini almasını sağlamıştır. Kadın istemediği bir kimse ile zorla evlendirilemez, istemezse -evlenirken şart koşmak suretiyle- kocasının ikinci bir kadınla evlenmesine mâni olabilir, gerektiğinde camiye giderek ibadet eder, öğrenim görür (bunlardan onu kimse mahrum bırakamaz), evin geçimi kocaya ve erkek yakınlarına ait olduğu için geçim tasası yoktur, ev işlerini gücü yettiği kadar yapar, kocası ve çocuklarından başkasına hizmet etmeye mecbur değildir, mirasta erkek kardeşinin aldığının yarısı kadar pay alır; fakat kendisi cihadla (askerlikle) yükümlü olmadığı, evin masraflarına ve evlenme masraflarına katılmadığı için aldığı yanında kalır, sonunda erkek kardeşinin aldığına eşit hale gelir, seçme (bey'at) ve danışmaya katılma hakkı vardır, toplum içinde kendi özellikleriyle bağdaşacak görevler alır ve hizmete katılır... Peygamberimiz (sav) bütün evlilik hayatında eşlerinden birine bir fiske vurmamış, hakaret etmemiş, sevgi ve saygı göstermiş, ev işlerinde -gerektiğinde- onlara yardım etmiş, müslümanlara "kadınlar hakkında daima iyi davranmalarını, onları kendi akıllarınca düzeltmeye kalkmamalarını, maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin etmelerini tavsiye etmiş", "iyileriniz, kadınlarınıza karşı iyi olanlarınızdır" buyurmuştur. İslâm'da boşama hakkı prensip olarak erkekte bulunmakla beraber, akit esnasında veya daha sonra bu hakkı kadının da alması mümkündür. Ayrıca geçimsizlik, erkeğin yetersizliği, bazı hastalıklar, kayıplık vb. sebeplerle hâkim veya hakeme başvurmak suretiyle kadına da, evlilik hayatını sona erdirme hakkı verilmiştir. Sevgili Peygamberimiz (sav) kadınları (eşlerini) severdi, "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi (üç şeyi severim): Kadın, güzel koku ve namaz; ama benim gönlüm namazdadır" buyurmuştur. O eşlerini sever, onları mutlu etmeye çalışırdı, ancak sabahlara kadar da namaz kılar, günlerce -bazen iftar etmeden- oruç tutar, başta peygamberlik, toplumun liderliği ve devlet başkanlığı olmak üzere yüklendiği birçok görevi mükemmel bir şekilde yütürdü. Peygamberimizin (sav) niçin birden fazla kadınla evlendiğini anlamak isteyenler önce şu gerçekleri bilmelidirler: Kendisi yirmi beş yaşında iken, kırk yaşında dul bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenmiş ve yirmi beş yıl yalnızca bu eşi ile mutlu bir hayat yaşamışlardır. Kırk yaşından sonra Kureyş büyükleri, İslâm dâvasından vazgeçmesi pahasına kendisine başkanlık, kadın (kızlarını) ve servet teklif ettikleri zaman "Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz, ya uğrunda ölmeden, yahut da hedefime varmadan bu dâvadan dönmem" demiştir. Hz. Hatice'den sonra, kendisi elli üç yaşlarında iken evlendiği ikinci kadın ise elli yaşında dul ve kimsesiz bir kadın olan Sevde idi. Bütün bunları iz'an ve insaf ile düşünen kimse, ister müslüman olsun, ister gayrimüslim, Peygamberimiz'in (sav) birden fazla kadınla evlenmesine, cinsî tatmin dışında sebepler aramak durumundadır. Biz bu sebepleri şu maddeler içinde görüyoruz: a) Birden fazla kadınla evliliği Hz. Peygamber (sav) getirmemiştir. İslâm geldiği zaman dünyanın birçok yerinde ve bu arada Arabistan'da erkekler birden fazla kadınla evli idiler. İslâm zaman içinde bir yandan kadına çeşitli haklar verip onun durumunu iyileştirmiş, diğer yandan zarûrî haller dışında tek kadınla evlenmeyi tavsiye etmiş, gerektiğinde birden fazla kadınla evlenmeyi ise yeterlik ve adâlet şartlarına bağlamıştır. Bütün bu ıslâhatın tamamlandığı zamanlarda, Peygamberimiz (sav) de -aşağıda sıralanacak sebeplerle- birden fazla eşe sahipti, O'nun (sav) boşadığı kadınlar da mü'minlerin anneleri olmakta devam edecekleri için başkasıyla evlenemezler, devamlı dul kalmaya mahkûm ve perişan olurlardı. İşte bu sebeple Efendimizin (sav) onları boşaması, kendileri için bir felâket demekti; nitekim Resûlullah (sav) bunu kendilerine teklif ettiği zaman içlerinden bir tanesi bile kabule yanaşmamıştır. Kadınlarından bir kısmı ile evlenmesi onların İslâm uğrunda çektikleri meşakkatlere karşı bir mükâfatlandırma mahiyetindedir. Ümmü Seleme, Ümmü Habîbe, Sevde gibi eşleriyle bu yüzden evlenmiştir. Bu hanımlar dinlerini koruma uğrunda Habeşistan'a göç etmişler, orada eşlerini de kaybederek dul kalmışlardı. c) Birkaç eşiyle evlenme sebebi, onların kabilelerini İslâm'a kazanmak, aradaki düşmanlık duygularını dostluğa çevirmektir; Safiyye, Cüveyriye gibi hanımları ile bu yüzden evlenmiştir. d) Ebû Bekir, Ömer gibi en büyük dostları ve yardımcıları kızlarını O'na (sav) teklif etmişler, kendileri de bunu uygun buldukları için Âişe ve Hafsa ile evlenmiş ve dostlarının arzularını yerine getirmişlerdir. e) Resûlullah'ın (sav) en önemli görevi İslâm'ı ümmetine doğru bir şekilde aktarmak, öğretmek, yaşatmak ve gelecek nesillere intikalini sağlamaktı; ümmetin yarısı kadındı, onların da İslâm'ı ve bu arada aile hayatı ile ilgili ahkâmı bilmeleri gerekiyordu; birden fazla kadın, bir kadından daha çok bilgi edinme ve aktarma kaynağı demekti ve Allah Resûlü (sav) bundan da istifade etti, bugün elimizde bulunan birçok hadîsin ilk râvîleri O'nun (sav) sevgili eşleridir. Eğer Peygamberimiz (sav) isteseydi yüzlerce kadınla evlenebilirdi, bunlarla sırf cinsî tatmin için evlense idi, birçoğu yaşlı dul kadınlarla değil, daima güzel ve çekici kızlarla evlenirdi. (Hz. Âişe'den başka kızla evlenmemiştir). O'nunla (sav) evlenmeye can atanların, nikâhı altında kalmak için her fedâkârlığa razı olanların ruh halini anlamak için O'na (sav), kafasını "cinsel dürtü" ile bozmuş insanların gözüyle değil, ümmetin gözüyle bakmak gerekir; ümmetine göre, O (sav), Allah sevgilisi, günahkârların şefâatçisi, eşsiz ve üstün örnek; insan, cin ve peygamberlerin Efendisi, kâinatın yaratılış sebebi, dışı insanlar ile, içi daima Allah ile meşgul, dünyanın en büyük dininin Peygamber'i ve Allah'ın insanlığa son elçisidir. Bugün dünyada yaşayan bir milyar müslümanın her gün kendisini, iman ve sevgi ile selâmladığı, dünya ve âhirette şefâatini dilediği yegâne kâmil insandır.
  12. 5. Cüveyriye ile evlenmesi: Derginin düzmecesi: "Tutsaklar arasında... on üç yaşında nefes kesen bir kız. Âişe, bunu Peygamber görür de yine bir âyet gelir diye kaygılanır ve kızı çadırın yanından uzaklaştırır. Ne var ki korktuğu başına gelir, Peygamber kızı görür, "vahiy geldi, Cebrail bu kızı bana nikâhladı" der. Buhârî'nin anlattığına göre bu akıllı kız, Peygamber akrabasının tutsak olamayacağını söyler ve kabilesinden yediyüz kişiyi âzâd ettirir. Doğrusu: a) Bu olay ne bu şekilde, ne de başka şekilde Buhârî'nin işaret edilen yerinde yoktur.11 Burada yalnızca Cüveyriye'nin kabilesine baskın yapıldığı, birçok esir arasında Cüveyriye'nin de bulunduğu yazılıdır. Güvenilir kaynaklara göre olay şöyle cereyan etmiştir: Cüveyriye Benî-Mustalık kabilesinin reisinin kızıdır. Bu kabile müslümanlar aleyhine düşmanla birleşmiş ve savaşmıştır. Bir fırsatı düşünce, bir İslâm müfrezesi baskın düzenleyerek kabileyi yenmiş ve savaşçıları öldürmüş, geri kalanları esir almıştır. Hz. Peygamber (sav) esirleri savaşçılara paylaştırmış, Cüveyriye de iki gâzîye düşmüştür. Bunlar cariye üzerinde ortaklık istedikleri için satıp parasını paylaşmaya karar vermişlerdir. Cüveyriye bunun üzerine Hz.
  13. Hz. Peygamberin (sav) Aile Hayatı1 Giriş: Vatandaşlarımızı din yönünden aydınlatmak, yahut İslâm dini ile ilgili araştırmalar yapmak gibi bir amacı bulunmayan, çizgisi bakımından da dinlere ve özellikle İslâm'a karşı olduğu bilinen bir dergi, Hz. Peygamber'in (sav) "cinsel hayatını" inceleme konusu yapmış ve abartma, saptırma, yanlış yorumlama, kasten yanlış tercüme etme gibi yolları kullanarak Peygamberimiz'i (sav) tahkir, dini tezyif ve müslümanları tahrik için elinden geleni geri koymamıştır. Biz bu yazımızda, konu ile ilgili gerçeği ortaya koymaya ve "bilimsel, objektif görünüm" perdesinin arkasındaki çirkin yüzü göstermeye çalışacağız. Arkasından da Resûlullah'ın (sav) örnek aile hayatını ana çizgileri ile vereceğiz. I. YAZININ TENKİDİ A. Kaynakların Değerlendirilmesi: Adı geçen yazıda bir bölüm, "İslâmcı düşünürlerin kaynaklar hakkındaki görüşleri ve değerlendirmelerine" ayrılmış ve bu zevatın, sözde "kaynakların güvenilirliğini" doğruladıkları ifade edilmiş, kaynaklardaki hangi konu işleneceği ve bu konu ile ilgili bilgilerin doğru olup olmadığı sorulmamış, yalnızca "genel olarak" bu kaynaklara güvenilip güvenilemeyeceği hususunda bilgi alınmıştır. "Meşhur altı hadîs kitabı (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî, İbn Mâce), Muvatta', Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i, Gazzâlî'nin İhyâ'sı, İbn Sa'd, İbn Hişâm, İbn Hallikân ve Taberî'nin Târih kitapları; Râzi, Kurtubî, İbn Kesîr ve Sâbûnî'nin Tefsir'lerinden ibâret olan" bu kaynakların güvenilir olup olmadıkları kendilerinden sorulan zevât, meseleye genel açıdan baktıkları için müsbet cevap vermişlerdir. Bir balya malın içinde birkaç adet bozuk parça bulunur ve bunların bozuk olduğu da balyanın üzerinde yazılmış olursa, işten anlayan kişiye, "bu balyadaki mallara güvenebilir miyim?" şeklinde bir soru sorulduğu zaman, onun vereceği cevap "evet"tir. Yukarıda sayılan hadîs kitaplarının bir kısmı, bazı zayıf, gerçeğe nisbetle değişik, hattâ bazıları uydurma haberleri de ihtivâ etmektedir; ancak bu işin uzmanları onları tesbit etmiş ve yerinde işaretlemişlerdir. "Târih ve tefsir kitaplarında yazılı olanların tamamına güvenilir, ne yazılmış ise doğrudur" diyecek bir tane İslâm âlimi bulmak mümkün değildir. Bu kitaplar umûmî vasıfları itibarıyla değerlendirilir ve bu mânâda güvenilir olup olmadıkları ifade edilebilir. Belli konulara ait haber ve yorum sözkonusu olunca "ancak incelenerek, ilmî metodlar uygulanarak" doğru olup olmadıklarına karar verilir. Gazzâlî'nin İhyâ isimli eseri tarih, hadîs ve tefsir kitabı değildir. Bütün yönleriyle İslâm'ı anlatmak ve gereken yerlerde yorumlamak üzere kaleme alınmış, ilhâm ve ictihad mahsulü bir kitaptır. Bu eserde geçen hadîslerin güvenilir olup olmadıkları konusunda hadîs âlimleri, onlarca yılı kaplayan çalışmalar yapmış ve doğruyu yanlıştan, güvenilir olanı böyle olmayandan ayırmışlar, bu çalışmalar da İhyâ ile birlikte neşredilmiştir. Bugün her ilgilinin elinde bulunan İhyâ nüshalarının her sayfasının altında, metinde geçen hadîslerin sahih olanları ile böyle olmayanları, hatta aslı olmayanları tesbit edilmiştir. Şu halde kaynakların değerlendirilmesi konusunda hile ve saptırma sözkonusudur. B. Üslûp: Laik Türkiye Cumhuriyetinde kişiler bir dine inanmak mecburiyetinde değildirler; dileyen mümin, dileyen münkir olabilir. Ancak hiçbir kimsenin bir mümini inancından dolayı kınamaya, onun imanı ve dini kanaatlarıyla alay etmeye, tahkir ve tazyifte bulunmaya hakkı yoktur. Nüfusunun yüzde doksanından fazlası müslüman olan bir ülkede, kitle iletişim vasıtalarında hizmet veren şahısların, vicdanî kanâatlere saygı göstermeleri, bu saygıyı üslûplarında da ortaya koymaları beklenir. Eskiler "üslûb-i beyân aynıyle insandır" derler; yani kişinin üslûbuna bakarak nasıl bir insan olduğunu anlamak mümkündür. İnanan kişileri rencide etmek, 1 milyar insanın aşk ve sevgilerinin hedefi olan bir değere böylesine âdî bir üslûp içinde dil uzatmak medenî bir kişinin davranışı olamaz. Gerçekleri saptırmak, insanlara tuzak kurmak, doğruyu yanlışa, yaşı kuruya katmak, işine geleni görüp, işine gelmeyenden yan çizmek... ilmî trafsızlık ile bağdaşmadığı gibi, adı geçen yazının başında yer alan "hiçbir yorum yapmaksızın ve orijinal anlatıma bağlı kalarak" vaadlerine de ters düşer. Aşağıdaki satırlarda işte bu "eylemlerin" örneklerini göreceğiz. C. Temas Edilen Konular: 1. Hz. Âişe'nin "görüyorum ki senin Allah'ın yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor" demesi: Yazıya göre Hz. Âişe, bazı kadınların kendilerini Hz. Peygamber'e (sav) armağan etmelerine kızıyor ve kıskançlık duygusu içinde "dünyada ne kadınlar varmış, hiç kadın da kendini peygambere armağan eder miymiş?" diyor, bu söz üzerine -âdetâ onu susturmak için- bunun caiz olduğunu bildiren âyet iniyor. Sonra yine Hz. Âişe'nin sırasını koruma konusundaki titizliği ve bunu başkalarına kaptırma endişesi karşısında, Hz. Peygamber'i (sav) sıra konusunda serbest bırakan âyet iniyor ve bunun üzerine Hz. Âişe yukarıdaki sözü söylüyor! Burada sözler ve âyet meâlleri, "Kur'ân âyetlerinin, Hz. Peygamber'in (sav) arzularını tatmin etmek üzere indiği, yahut Hz. Peygamber (sav), çevresini susturmak ve arzularını gerçekleştirmek için sözler söyleyip bunları âyet diye takdim ettiği" mânâsı çıkacak şekilde sıralanmış, satır aralarına sokuşturulan kelime ve cümlelerle -meselâ "ne var ki âyet hemen iniyordu"- okuyucu bu menfî mânâya yönlendirilmiştir. Yanlışlara ve saptırmalara işaret etmeden önce ilgili iki âyetin meâlini verelim: "...Bir de peygamber kendisi ile evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere bağışlayan2 mü'min kadını -diğer mü'minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere- helâl kıldık... Ta ki sana zorluk olmasın; Allah bağışlayandır, merhamet edendir."3 "Onların dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. Boşadığın hanımlardan arzu ettiğini, tekrar yanına almanda senin üzerine bir günah yoktur. Böyle yapman onların gözlerinin aydın olmasına (sevinmelerine), üzülmemelerine ve hepsinin senin verdiklerine razı olmalarına daha uygundur..."4 Dergide verilen meâller doğru değildi. Birinci âyette geçen "Ta ki sana zorluk olmasın" kısmı Hz. Peygamber'e (sav) verilen özel izinlerle ilgilidir. "...onların da üzerine neyi farz kıldığımızı bildirdik" şeklindeki tercüme yanlıştır; âyette "bildirdik" değil, "bildik, biliriz" meâlinde bir kelime vardır. İkinci âyetin meâlinde "...bu onların gözlerinin aydın olmasından, tasalanmamalarını hepsine verdiğin şeylere razı olmanı daha iyi temin eder" şeklinde dergide yer alan mânâsız sözlerin, âyetin meâli ile ilgisi yoktur; doğrusu yukarıda yazdığımız gibidir. Hz. Âişe'nin her iki sözü de kıskançlıktan kaynaklanan sözlerdir; ancak kıskançlık tabiî bir duygu olduğu ve sevgiye de dayandığı için Hz. Peygamber (sav) onu mazûr görmüştür. Hemen işaret edelim ki Hz. Âişe'nin söylediği ve Peygamberimiz'in (sav) de mazur gördüğü sözler dergide saptırılmış, kasten yanlış çevrilmiştir. Verilen kaynaklara baktığımız zaman Hz. Âişe'nin "dünyada ne kadınlar varmış!" gibi bir sözüne rastlamadık. Kendisi şöyle diyor: "Kendini Hz. Peygamber'e (sav) bağışlayan (mehir istemeden onunla evlenmeye razı olan) kadınları kıskanırdım ve kadın kendini armağan eder mi, bir kadın, kenidisini bir erkeğe bağışlarken utanmaz mı? derdim." Bu sözler, kocasını kıskanan bir kadının rahatça söyleyebileceği sözlerdir. "Senin Allah'ın, yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor" sözü ise Hz. Âişe'nin ağzından asla çıkmamıştır. O'nun söylediği sözün kelime kelime tercümesi şudur: "Rabbin, senin arzunu hemen yerine getiriyor" Bu da kıskançlık yüzünden söylenmiş bir sözdür; ancak dergideki edep dışı sözle bunun bir alâkası yoktur. Allah Teâlâ'nın, Peygamberi (sav) için gerçekleştirdiği arzular, daha doğrusu O'na (sav) bahşettiği bazı özel izinler ve kolaylıklar doğrudan cinsî istek ve doyum ile ilgili olmayıp, taşıdığı ağır yükle alâkalıdır. O (sav), birçok kadını nikâhı altında tutarken veya yeniden evlenirken de çoğu kez cinsî arzu dışında maksatları gerçekleştirmeye, yüklendiği vazifeyi yerine getirmeye yönelmiştir. Bu hususu aşağıda O'nun (sav) niçin birden fazla evlendiğini ve dörtten fazla eşini boşamadığını açıklarken göreceğiz. Peygamberimiz'in (sav) arzularını gerçekleştirdiği ileri sürülen âyetlerden birincisinde Hz. Peygamber'e (sav), mehir istemeden kendisi ile evlenmek isteyen kadınlar ile evlenebileceği bildirilmiştir. Bu hükmün, bütün mü'minler için geçerli olan hüküm ile büyük bir farkı yoktur; çünkü diğer müslümanlar da peşin ödemeden bir mehir üzerinde anlaşarak bir kadınla evlenebilirler ve kadın, evlendikten sonra rızası ile bu mehri kocasına bağışlayabilir. İkinci âyette söz konusu edilen "kadınlar arasında adâlete riâyet" konusu da dergideki yazıda hedefinden saptırılmıştır. Bir kere müfessirler, adâlet ile ilgili kısmın mânâsında birleşmiş değillerdir; bazılarına göre "dilediğini geride bırakır, dilediğini de yanına alırsın" cümlesi, eşlerinden dilediğini boşaması, dilediğini nikâhı altında tutması ile ilgilidir. "Kadınların yanında geceleme konusunda serbestlik verildiği" yorumunu benimseyen müfessirler de vardır. Ancak Hz. Peygamber'in (sav) bu konuda ömrünün sonuna kadar genellikle adâlete riâyet ettiği bilinmektedir. Adâlet konusunda (kasm) önemli olan, kişilerin mükellef tutulduğu husûs, kadınların yanında gecelemeyi sıraya koymak, bu konuda adâlete riâyet etmektir. Yanında kalınan kadınla birleşme mecburiyeti hiçbir kimse için sözkonusu değildir; ayrıca eşit sevme yükümlülüğü de yoktur; çünkü sevgi yükümlülükle olmaz. Hz. Âişe "ne yapıp etmiş herkesten çok sıra ve ayrıcalık almayı başarmıştı" cümlesi dayanaksızdır. Bunun doğrusunu Müslim'in Sahih'inden öğreniyoruz. Şöyle ki; Hz. Peygamber'in (sav) eşlerinden Sevde yaşlanınca kendi sırasını, rızası ile Hz. Âişe'ye vermiş, bu sebeple Peygamberimiz (sav) ona iki gece ayırmıştır.5 2. Hz. Âişe ile altı yaşında evlenmesi: Dergide, mûteber hadîs kitaplarına dayanılarak Hz. Âişe'nin, Resûl-i Ekrem (sav) ile evlenmesi anlatılmış, bu kaynaklarda bulunmayan bazı kelimeler tercümeye eklenerek maksada hizmet edilmiştir. Dergideki hadîs tercümesinde "Hiçbir şeyden korkmadım. Ama ansızın karşılaştığım Peygamber'den (sav) çok korktum..." cümlesi vardır. Metinde bu tercümeye tekabül eden kısmın doğru tercümesi ise şöyledir: "Kuşluk vakti Resûlullah'ı karşımda buluvermem dışında beni hiçbir şey heyecanlandırmadı". Burada geçen "rava'" kelimesi, tehlikeli bir şeyden korkmaktan ziyade "ürkütmek, heyecanlandırmak" mânâsına gelmektedir. Bu hadîslerde, Hz. Âişe'nin kendi ifadesine dayanılarak altı yaşında evlendiği, dokuz yaşında da Peygamber'e (sav) teslim edildiği ifade edilmektedir. Altı yaşında yapılan nişandır, evlenme akdi değildir. İslâm'da her şahıs, velîsi tarafından küçük yaşında evlendirilebilir; yani nikah akdi yapılabilir. Küçük evliler ergenlik çağına geldikleri zaman "ergenlik muhayyerliği" hakkını kullanırlar. Buna göre isterlerse evlilik devam eder ve fiilen gerçekleşir, istemezlerse evliliği kabul etmezler ve akit bozulur. Hz. Âişe, Resûlullah (sav) ile ancak ergenlik çağına geldikten sonra zifaf olmuş, birleşmiştir. Bu sırada kaç yaşında olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Prof. M. Hamîdullah "bülûğa erdikten sonra" demektedir. Asr-ı Saâdet isimli eserin 1007-1014. safyalarında, güvenilir kaynaklara dayanılarak on sekiz yaşında evlendiği savunulmuş, ikna edici deliller getirilmiştir.6 Kaynaklar güvenilir, râviler dürüst oldukları halde dahi râvînin yanılma, hataya düşme, unutma ihtimali vardır. Bu sebeple tarihçiler, belli bir hükme varırken bütün rivâyetleri, ilmî metodla tenkit ve tahlil etmek, hepsini bir arada değerlendirmek durumundadırlar. 3. Zeyneb ile evlenmesi: Dergide Hz. Peygamber'in (sav), halasının kızı Zeyneb b. Cahş ile evlenmesi tam bir aşk romanına çevrilmiş, uydurma tasvirler yapılmış, Resûlullah'ın (sav) kalbi okunmuşçasına ahkâm kesilmiştir. Bu cümleden olarak "...Zeyneb yorgunluktan ve terden pembeleşmiş yüzü ve yarı çıplak haliyle son derece çekicidir. Peygamber, Zeyneb'in güzelliği karşısında coşkuya kapılır ve şu sözleri söylemekten kendisini alamaz: 'Ey kalbleri evirip çeviren Allah'ım, gönlümü çeviriverdin...' Zeyd, karısını yitireceği önsezisi ile Peygamber'e koşar, 'Zeyneb'i sevdinse hemen boşayayım sen al' der, Muhammed'in karşılığı 'O nasıl söz, karını boşama, Allah'tan kork' olur... Peygamber gerçekten seviyordu Zeyneb'i, ama... insanlardan çekiniyordu... gizlediği... Zeyneb'e vurulmasından başka birşey değildi..." denilmektedir. "Hiç yorum yapılmaksızın ve orijinal anlatıma bağlı kalarak" aktardıklarını iddiâ ettikleri bu satırları, atıf yaptıkları kaynaklardan bir de biz aktaralım: Ahzâb sûresi'nin 37. âyeti bu hâdise ile ilgilidir: "Allah'ın nimet verdiği ve senin de kendisine lûtufta bulunduğun kimseye eşini yanında tut, Allah'tan kork' diyorsun. Halbuki Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun. Oysa asıl korkulamaya lâyık olan Allah'tır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (onlarla evlenme konusunda) mü'minlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri daima yerine getirilmiştir." Müteakip âyetlerde de Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi yapmanın peygamberlere de vebal olmayacağı, Resûlullah'ın (sav), hiçbir erkeğin babası (bu arada Zeyneb'in eski kocası Zeyd'in de babası) olmadığı... bildirilmektedir. Bilindiği üzere Hz. Hatîce, Resûlullah'a (sav) Zeyd isimli bir köle hediye etmişti. Peygamberimiz (sav) sonradan bu zatı hürriyete kavuşturarak evlatlık aldı (o zaman evlât edinmek serbest idi), sonra İslâm'ın getirdiği "insanların birbirine eşit olduğu" fikir ve inancını pekiştirmek için bu eski köleyi, kendi halasının kızı (asil bir aileye mensup bulunan) Zeyneb b. Cahş ile evlendirdi. Bu evlilik bir inkılâb mahiyetinde idi. Zeyneb önce bu evliliğe karşı çıktı ise de Peygamberimiz'in (sav) ısrarı üzerine kabul etti. Ancak bu evlilik yürümedi, taraflar sık sık birbirinden şikâyet ediyorlardı, Hz. Peygamber (sav) de kendilerine öğüt vererek sabretmelerini istiyordu. Sonunda bu işin yürümeyeceğini anladı ve Zeyd'e eşini boşaması konusunda izin verdi. Zeyneb Zeyd'den boşandıktan sonra, ikinci bir inkılâb hükmünü gerçekleştirmek ve bu arada Zeyneb'in vaktiyle kendisini kırmayarak eski köle Zeyd ile evlenme fedâkârlığını mükâfatlandırmak üzere onunla evlendi. Bu ikinci inkılâb da "evlatlığın gerçekte evlât olmadığını ve onun boşadığı eşi ile babalığın evlenmesinde bir sakınca bulunmadığını" ortaya koyarak bir cahiliyet inancını daha yıkmaktı. Bu olayda, mahut derginin istismar ettiği ve yanlış aktardığı cümleyi, vâkıa ile birlikte İbn Sa'd'ın Tabakat'ından aktaralım: "Hz. Peygamber (sav) bir gün Zeyd'i bulmak üzere evine gitmişti, Zeyd'in karısı Zeyneb ev kıyafeti ile (tam giyimli değil iken) kalktı, Resûlullah (sav) onu görünce arkasını döndü, Zeyneb 'Zeyd evde yok, buyurun Ya Resûlullâh (sav)' dedi ise de Hz. Peygamber (sav) girmedi. Zeyneb O'nun girmediğini görünce çabucak giyindi, örtündü ve dışarı fırladı ve -bu hali- Resûlullah'ın (sav) hoşuna gitti, sonra bir şeyler mırıldanarak dönüp gitti, söylediklerinden yalnızca şu anlaşılıyordu: "Büyük Allah'ım seni tenzih ederim, kalbleri evirip çeviren Allah'ım seni tenzih ederim!" Sonra Zeyd eve gelir, Zeyneb ona olayı anlatır, Zeyd 'niçin buyur etmedin!' diye çıkışır ve hemen Resûlullah'a (sav) gider, evde bulunup O'nu (sav) ağırlayamadığı için hayıflanır, Zeyneb'i beğeniyorsa alması için hemen boşayabileceğini söyler, Resûlullah reddeder. Bu teklif defalarca tekrarlanır, sonunda Allah Resûlü (sav) boşamaya izin verir, kadın iddetini bekledikten sonra da onunla evlenir.7 Bu âyet meâlleri ve tarihî rivâyetlerden sonra derginin tahrif ve saptırmalarını şöylece sıralamak mümkündür: a) Bu nakiller içinde Peygamberimiz'in (sav) Zeyneb'i sevdiğine ait bir ifade yoktur. Esasen Zeyneb, O'nun (sav) halasının kızıdır, kendisini eskiden beri tanımaktadır ve Zeyd'e onu kendisi almıştır (onları Hz. Peygamber (sav) evlendirmiştir). İlk defa görüp yıldırım aşkına tutulmak için hiçbir sebep mevcut değildir. Geri dönerken söylediği sözün gerçek karşılığı yukarıda verdiğimiz gibidir, burada "gönlümü çeviriverdin" şeklinde bir ifade mevcut değildir. Doğru tercümesini yukarıda verdiğimiz cümle ise İslâm âlimleri tarafından şöyle anlaşılmıştır: "Allahım! Gönüllere hükmeden sensin, nasıl oluyor da Zeyd, böyle bir kadınla geçinemiyor ve mutlu olamıyor!"8 c) Hz. Peygamber'in (sav) gizlediği ve Allah'ın açıklayacağım deyip, âyette açıkladığı husûs ayan beyan ortadadır; bu da -dergide iddiâ edildiği gibi- bir aşk hikâyesi değil, "evlâtlık eşleri ile evlenmenin caiz olduğunu fiilen göstermek üzere Allah'ın, boşanacak olan Zeyneb ile Resûlü'nün (sav) evlenmesini takdir etmesi ve bunu da Resûlü'ne (sav) bildirmiş bulunmasıdır." Cahiliye devrinde bu evlilik yasak olduğu için Hz. Peygamber (sav), bunu açıklamanın zamanı konusunda tereddüt göstermiş, bunun üzerine Allah Teâlâ vahiy göndererek hükmü açıklamıştır. d) Âyette ve sahih hadîslerde bir aşk hikâyesinden bahsedilmediğine göre bunu uydurmak veya uyduranlardan nakletmek kötü maksada dayalı bir davranıştır. Dâvûd Peygamber (a.s) hakkında uydurulan ve Tevrat'tan nakledilen hikâye de çirkin bir iftiradır. Bunu bazı tefsirlere alan müslüman yazarlar -bilerek, bilmeyerek- bu iftira kampanyasına katılmış olmaktadırlar. 4. Hafsa'nın sırasında Mâriye ile yatması: Derginin düzmecesine göre Hz. Ömer'in kızı ve Peygamber'in (sav) eşi Hafsa, ana-babasını ziyarete gider, Peygamber (sav) onunla birleşmeye hazırlanmıştır, kadının gittiğini cariye Marya gelip haber verir. O, cinsel birleşmeye tam hazırlanmıştır, Marya'yı da çok sevmektedir, güzel cariyeyi Hafsa'nın yatağına çeker ve birleşir. Tam o sırada Hafsa döner, Peygamber (sav) ona biraz beklemesini söyler, Marya ile birleşmesi bittikten sonra Hafsa'ya döner, tam konuşacakken Hafsa kıskançlık hiddeti içinde "Bu ne biçim şey! Bir köle kadını, benim günümde, benim yatağımda yapıyorsun" der. Peygamber de onu yatıştırmak için hemen "Vallahi billahi bir daha onunla yatmayacağım" der, hem de Hafsa'ya, babasının birgün halîfe olacağını haber verir. Bunun üzerine Tahrim sûresinin ilk âyeti iner... Hâdisenin aslında hiçbir çirkinlik ve dine, ahlâka aykırılık bulunmadığı halde, derginin yukarıya aldığımız anlatımı ile olay son derecede çirkinleşmiştir. Derginin kullandığını iddiâ ettiği kaynaklara göre olayın aslı ve derginin saptırmaları, uydurmaları şöyledir: a) Hz. Hafsa, ana-babasını ziyaret için Peygamberimizden (sav) bizzat izin alıp gitmiştir. Câriyesi Mâriye'ye haber gönderip onu çağıran da Peygamberimizdir (sav) (Birisine hazırlanıp, diğeri ile yatma gibi bir olay yoktur). Mâriye, Peygamberimiz'e (sav) Mısır devlet başkanı tarafından hediye edilmiş bir cariyedir ve bu cariyeden İbrâhim isimli bir oğlu olmuştur. Hz. Peygamber'in (sav) de, diğer müminlerin de cariyeleri ile karı-koca hayatı yaşamaları serbesttir, cariye için yapılan akit, nikâh akdi yerine geçmektedir. c) Hafsa döndüğü zaman odasına girmemiş, dışarıda Marya'nın çıkmasını beklemiştir; sonraki konuşmalar Mariye'nın çıkıp gitmesinden sonra ikisi arasında geçmiştir.9 d) Hafsa'nın kıskançlık duygusuna kapılması ve Hz. Peygamber'e (sav) karşı "kendisini küçük düşürdüğünden şikâyet etmesi" normaldir. Resûlullah (sav) eşine sevgi, eşinin babasına saygı duyduğu için onu teselli etmek istemiş, bunun için de hem "onu kendime haram kıldım, bir daha beraber olmayacağım" demiş, hem de Hafsa'ya, bir gün babasının halîfe olacağını bildirmiş, ancak bunu kimseye söylememesini istemiştir. Peygamber (sav) de olsa, hiçbir kimse Allah'ın helâl kıldığını haram edemeyeceği için -bunu müslümanların böyle bilmeleri gerektiği için- ilgili âyet gelmiş ve gerekli açıklamayı yapmıştır. Bu arada Hafsa, eşinin sırrını saklamadığı için Kur'ân, onu da ikaz etmiştir: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."10
  14. Sahih-i Buhari: 1188 Ukbe b.Amir (r.a.)'dan "Şartlardan yerine getirilmesi en fazla gerekli olanı namusları helal kılmak istediğinizde verilen şarttır." Mehir konusu. 1842 Sehl B.Sad (r.a.)'dan: Hadisi teferruatıyla yazmayacağım. Bir kadınla evlenmek isteyen sahabeye, Peygamber efendimiz demirden bir yüzük dahi olsa getir diyor mehir için. Sahabe onu da bulamayınca izar'ı olduğunu söylüyor. İzar da yeterli değil. Bunun üzerine Efendimiz; Yanında ezberinde Kur'an dan ne kadar var buyuruyor. O da ezberindeki sureleri belirtiyor ve mehir bunlar olarak belirleniyor. Nikah akdi sırasında mehir önemlidir zira yukardaki ilk hadiste de görüleceği üzere en fazla gerekli şartlardan biri olarak görülür. Mehir illaki malvarlığı değeri olacaktır diye bir kaide yoktur yukardaki hadis bunu ispatlıyor. Pekiyi mehir olarak "benim isteğim olmadan benim üzerime başka evlilik yapmayacaksın" diye bir şart koşulabilinir mi? Koşulmaması gerekir mi? Kadına böyle bir yetki verilmemiştir denilmiş. Kadına mehri belirleme yetkisi verilmiştir. Mehir tek bir şey olabileceği gibi birden çok şey de olabilir. Mehrin böyle belirlenmesi bir helali haram kılmak olabilir mi yoksa bu sadece aradaki bir anlaşma mıdır? Allah'ın helal kıldığını müslüman haram kılamaz. Haram kıldığını da helal kılamaz. Pekiyi haramlar ve helaller tek tek belirlenmiş midir? Haramlar belirlenmiş helaller ise tek tek sayılmamıştır. Haramlar nasıl belirlenmiştir diyebiliyorsunuz. Mesela sigara... Harama ait bir nass kıyas yoluyla diğer olaylara teşmil edilebilinir. İçki haramdır. Niye? Sarhoşluk verdiği için o halde sarhoşluk veren şeyler haramdır derseniz; afyon da haram olabilir ki bu konuda kesin nass olmasa dahi. Vücutlarınızı öldürmeyiniz. Buradan hareket ederek bazı şeyleri bulabiliriz. Helaller nelerdir pekiyi? Haram olarak görülmeyen şeyler helaldir. Boş bırakılan, dokunulmayan, karışılmayan. Haramlar tespit edilir, helaller içinse herhangi bir tespite gerek yoktur. Pekiyi haram nasıl tespit edilir. Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas veya Rey Müctehidler bu çıkarsamayı yaparlar. İslam tarihinde bazı yerlerde kısmen uygulaması olmuştur mehir sırasında ikinci evlilik yapmamaya dair mehir belirleme durumu. Hatta, bir profesörümüz sürekli olarak islama saldırılmakta olunan bu çok eşliliği savunma durumunun evlilik akti sırasında mehir olarak 2. evliliği istememeyle kolayca savuşturulabileceğini dahi belirtmiştir. Emine Şenlikoğlu'nun dengesiz tabirinden nasibini alanlar ise; imam nikahı yasak ancak adamlar hiç nikah yapmadan 10-20 (şanslı *******) kadınla birlikte olanları kast etmektedir. Peygamber nikah yaptığı veya müslüman nikah yaptığı her kadına karşı önce din sonra da başkaca (hangi) şekilde sorumludur. Ama flört müdür, çıkma mıdır, arkadaşlık mıdır, sevgililik midir ismi her ne ise; bu durumda hiçbir yükümlülük yok. Bir karınız 20 sevgiliniz olabilir. Çok zor ihtimal. 20 kadına karşı hiçbir sorumluluğunuz yok. Yani ki 20 tane eşiniz değil yatak arkadaşınız var. İllaki yatak kullanmak zorunda değilsiniz hiç şüphesiz. İslamiyete göre kadına kaşıkla yemek yeme konusunda birşey söylenmemiştir. Yiyemez mi? O ayrı bu ayrı örnek dediğinizi duyar gibiyim. Hz. Ali kendisine haram mı koymuştur Hz. Fatıma'ya evliliği esnasında...Allah'ın izin verdiği bir şeyi kişi illaki yapmak zorunda değildir. Boşanmak helaldir diye kişiler illaki boşanmak zorunda değildir. Burada şu sorulabilinir. Yapmayabilirsiniz ama bir ilişkinin başında ben bu hakkımdan vaz geçiyorum demeniz kendinize haram koymanızdır. Değildir. Bu bir haram ihdas etme değildir. Ben, onun haram olmadığını biliyorum ancak yapmayacağım diyorsanız bu helaldir şu haramdır demiş olmazsınız. Bu helaldir ama ben yapmayacağım. Bu şirk değildir.
  15. bekir şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Dini Konular - Din - Dinler
    Birkaç yıl kadar evvel İslam'da evrim meselisini düşünmeye başlamıştım. basit bir hücrenin herhangi bir akla sahip olmadan kendi başına inanılmaz kompleks yapıları meydana getireceğine ihtimal vermedim. Biz insanlar, yani süper yaratıklar hala insan adına vücudumuzdaki birçok şeyi hala çözümleyebilmiş değiliz. Bu sebeple kendi başına tek hücrenin bu hale gelmesi mümkün değildi. Ancak bir takım şeylerde vardı ki, bazı canlılar tarihin eski devirlerinde olmadığı halde yeni olarak dünyada bulunabiliyordu. Ya Allah sürekli yaratmaya devam ediyordu veya öyle dizayn edilen dünya Rabbin isteğiyle bu yaratılışa gebe kalıyordu. Bu noktada Mehmet Bayraktar'a ulaştım. Kitabını okuyamadıysam da bu kitaptan alıntıları ve kendisiyle yapılmış bir iki makaleyi okumaya müşerref olabildim... Evet, Yaratıcının varlığı yok sayılmadıktan sonra evrim pekala olabilirdi. Aşağıda bir takım alıntılar var...Ben makaleleri şu an bulamadım...Belki bulduğumda ekleyebilirim...Belki tartışmaya farklı bir mecra kazandırır...Selam ve saygılarla... İslam'da Rönesans mı başlıyor? Türkiye'de bir grup öncü ilahiyatçı Darwin'in evrim teorisine ilk kez yeşil ışık yaktı! Allah'ın izniyle maymuna evet! Evrenin ve evrende hayatını sürdüren tüm canlıların bir evrim sonucu yaratıldığı düşüncesi, her geçen gün daha da fazla taraftar buluyor. Bu gelişmeden İslam da nasibini alıyor. İslam’la, bırakın Evrim Teorisi’ni, evrim kelimesinin bizatihi kendisinin bile bir arada kullanılmasının zinhar yasak ve günah olduğu inancı, yavaş ilerleyen ancak bilimsel temellere dayanan bir tartışmayla ortadan kalkacak gibi görülüyor. ********************* Prof.Dr.Mehmet Bayrakdar: - - - "Allah'ın iradesini kabul ettiğimiz andan itibaren maymundan geldiğimizi kabul etmekte bir sakınca yoktur" "Evrim Teorisi Hıristiyanlık teolojisini temelden sarsıyor, Müslümanların evrimden gocunacak bir yanları yok" "Darwin'le çok fazla ters düşecek bir nokta yok" ------ Doç.Dr.İlhami Güler: - "Tanrı'nın insanı yaratması bir evrim süreci içerisinde gerçekleşti" "Evrim geçirerek bugünkü insan olduk" "İnsan olmadan önce insan altı bir varlıktık" "Bir insanın Tanrı'nın yaratma işinin nasıl olduğunu son derece masum ve naif bir şekilde sorma ve bunun üzerine düşünce üretme hakkı vardır" "Darwin'le Tanrı'nın insanı yaratmasının bir evrim süreci içerisinde olduğu noktasında birleşiyoruz" --- Yrd.Doç.Dr.Hadi Adanalı: - - "İnsan, maymun değildi, ama insan da değildi. İkisi arasında bir türdü" "Katolik dünyası dört beş yıl önce papanın da ifadesiyle evrimi kabul etmiş durumda" "İnsan öncesi insanlar, hayvan ya da yarı hayvan gibi bir konumdaydı ve dolayısıyla ilahi hitaba uygun bir hayatları yoktu" "Evrim kabul edildiğinde ahlaki değerlerin yok olacağı itirazı doğru değil" ---- Evrenin ve evrende hayatını sürdüren tüm canlıların bir evrim sonucu yaratıldığı düşüncesi, her geçen gün daha da fazla taraftar buluyor. Bu gelişmeden İslam da nasibini alıyor. İslam'la, bırakın Evrim Teorisi'ni, evrim kelimesinin bizatihi kendisinin bile bir arada kullanılmasının zinhar yasak ve günah olduğu inancı, yavaş ilerleyen ancak bilimsel temellere dayanan bir tartışmayla ortadan kalkacak gibi görülüyor. Bir grup İslamcı bilim adamı ilk kez "Darwin'i ve maymun teorisini" kabul etme yönünde yeşil ışık yakıyor. Bir grup öncü akademisyen, 'Evrimci Yaratılış Teorisi'ni tartışmaya açarak geleneksel İslam anlayışının en önemli tabularından birini "İnsanın, Tanrı tarafından yoktan var edildiği" inancını sarsıyor. İslam'ı evrimle tanıştırıyor, insanın yaratılışıyla ilgili ayetleri yeniden yorumlayarak evrimin Kuran'daki izini sürüyor. Daha çok materyalist bir bakış açısıyla yorumlanan evrime İslamcı yön kazandırılmaya çalışılıyor. İslam'daki evrim inancı Cabir bin Hayyan, Biruni, İbni Sina, İbni Arabi, Mevlânâ, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Muhammed İkbal gibi önemli İslam düşünürlerine kadar dayanıyor. Ancak, özellikle Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde akademik görevlerini sürdüren Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, Doç. Dr. İlhami Güler, Yrd. Doç. Dr. Hadi Adanalı hocalar tarafından son yıllarda yeniden tartışmaya açılan evrim teorisi tartışmasının, İslam Rönesansı'nın en önemli öncülerinden biri olacağına inanılıyor. TEMPO, evrim tartışmasının öncülerinden Bayrakdar, Güler ve Adanalı ile konuştu, İslam'ın evrim teorisi ile arasındaki ilişkiyi masaya yatırdı. --- Prof.Dr. Mehmet Bayraktar ANKARA ÜNV.İLAHİYAT FAK. ÖĞR. ÜYESİ -- MAYMUNDA GİZLİ İNSANLIK TOHUMU AÇILIYOR - 'İslam'da Evrimci Yaratılış Teorisi' adlı kitabınız, sanılanın aksine evrim düşüncesinin İslam'da oldukça kabul gören bir teori olduğunu ortaya koyuyor. Evrimin, İslam'da zamanla geri plana itilmesinin kökeni nedir? Sadece evrim teorisiyle ilgili değil, günümüzde var olan bilimsel hatta sosyal alanlarda Müslümanlar maalesef bilim adamlarının zamanında söyledikleri birçok şeyi unutmuş durumda. Bu, genel olarak "İslam dünyası neden geri kaldı" sorusuyla bağlantılı olarak ele alınabilir. Doğru bilgiye ilim denilmesi zamanla yıprandı, dolayısıyla Müslümanlar genel malumatlara, kulaktan kulağa aktarılan bilgilere ilim demeye başladılar. Bu, İslam dünyasının en temel çöküş nedenlerinden biridir. Bu durum, bilimin İslam dünyasında siyasallaştırılması, bilimin İslam dünyasında siyasetin bir aracı olarak görülmesi olayıdır. Dolayısıyla, malumatların, hurafelerin İslam'da yer bulması, evrim teorisine karşı da reaksiyonu getirdi. Oysa, Müslümanlıkta ciddi bir evrim geleneği vardır. Bazı Müslüman düşünürler bugün evrim düşüncesi diyebileceğimiz ve Darwinizm ile paralellik arz ettiğini söyleyebileceğimiz görüşler ortaya atmışlardır. Kuran ayetlerine dayanarak ortaya atılan bir evrim teorisi oluşturmuşlardır. İslam dünyasında var olan evrimci diyebileceğimiz teori buradan doğmuştu: Kuran'daki yaratılışla ilgili ayetlerin daha bilimsel bir yorumundan ibarettir diyebiliriz. - Peki İslam'daki evrim karşıtlığı nasıl gelişti? İslam'da evrime karşı olmak Hıristiyanlığın ve Museviliğin etkisiyle gelişmiştir. Çünkü Evrim Teorisi, Hıristiyanlık teolojisini temelden sarsan bir teoridir. Müslümanların ise evrimden gocunacak bir yanları yok. Ama Müslümanlar, Hıristiyanların etkisinde kalarak bugün bu teoriye karşı durmaktadır. Hıristiyanlar, Tanrı'yı insan kabul ettikleri için, eğer insan maymundan türemişse; bu, dolaylı ya da doğrudan Tanrı'nın da maymundan gelmiş olabileceği görüşünü ortaya çıkaracağı için, evrime karşıdır. Bu nedenle akide olarak çok ters bir durum onlar için. İslam da bundan dolaylı etkilendi, oysa bizi sarsacak bir şeye değildir evrim. - Dolayısıyla maymundan geldiğimizi söyleminin İslam'la ters düşen bir yanı yok... İslam âlimi Cahiz'in söylediği gibi bakacak olursak: "Allah dilediği zaman insanı maymundan, maymunu insandan yaratabilir." Bu, insanın illa maymun olması, maymunun insan olması anlamına gelmez. Bir ölçüde varoluşçu evrim ya da biyolojik evrimin oluşum sürecinde, evrim, basitten karmaşığa doğru ilerler. Dolayısıyla, bu süreçte bir safhada maymun, ondan sonra insan yaratılıyor. Bizzat maymunun insanlaşması değil de, bir çekirdeğin açılımı gibi bu süreci algılamak mümkün. Maymunda gizli olan insanlık tohumunun maymundan çıkarak insan olması şeklinde izah ediliyor örneğin bu süreç. Burada maymunu insan yapan da Allah; insanı da maymuna da dönüştürecek odur. Tanrı'nın yaratıcılığını kabul ettiğimiz müddetçe, insanın maymundan geldiğini söylemekte bir problem yoktur. İslam felsefesiyle, bilim tarihiyle yakından ilgili biri olarak ben de bu Müslüman evrimcilerin yaratılış görüşlerini şahsen kabul ediyorum. Yani, Allah'ın iradesini kabul ettiğimiz andan itibaren maymundan geldiğimizi kabul etmekte bir sakınca yoktur. - Peki tüm bu görüşleriniz doğrultusunda Darwin'in görüşleri size ne kadar yakın? Darwin'le uyuştuğumuz noktalar var. Darwin'le uyuşuyoruz yani. Darwin'le çok fazla ters düşecek bir nokta yok. Ancak bazı yeni Darwinciler, materyalist görüşleri doğrultusunda, evrimin Tanrı'nın iradesi dışında gerçekleştiğini söylüyorlar. Ters düşülecek tek nokta burasıdır. Evrenin yokken yaratıldığını ancak yaratma biçimin ve sürecinin evrim şeklinde olduğunu kabul ediyoruz biz ve bu noktada klasik Darwincilerle bir ayrılığımız söz konusu değil. Bu bağlamda, insan insan olmadan önce, gerçek anlamda bir insan yoktu. İnsana ait bilgiler Tanrı'da vardı ama insanın Adem olarak ortaya çıkışı zaman içinde, bir evrim geçirdikten sonra oldu. Bunu doğrudan maymunun insanlaşması olarak da, güneş ısısı altında bir çamurun ekmek mayalanır gibi mayalanması şeklinde de anlayabiliriz. --- Doç.Dr. İlhami Güler ANKARA ÜNV. İLAHİYAT FAK. ÖĞR. ÜYESİ -- EVRİMİ SAVUNAN DARWIN ZATEN ALLAH'I İNKÂR ETMİYOR - Bize öğretilen ya da söylenen, evrimin sözcük olarak bile İslam'a dahil edilemeyeceğiydi. Fakat sizlerin öncülüğünde bunun doğru olmadığını görüyoruz. Bu kutuplaşmanın Türkiye için kaynağı neydi? Bu, benim kişisel kanaatim, cumhuriyet kadrolarının biyoloji kitaplarında insandan söz edilen bölümlerde evren, bilimsel bir bilgiymiş gibi veriliyordu. Halk geleneğinde bildiğiniz gibi, Allah Adem'i yaratmıştır. Allah insanı kendi iradesiyle yaratmıştır. O düşünce şimdi de gelenekte yerleşmiş bir durumdur. Cumhuriyet dönemindeki bu pozitivist yaklaşım ile bilimi dinin yerine ikame etme anlayışı, Darwin teorisinin dinin alternatifi olarak konulmasına neden oldu. Denildi ki "Bizi Tanrı yaratmadı, din Tanrı tarafından yaratıldığımızı söyler oysa bilim insanın evrim süreci ile yaratıldığını iddia eder". Onu bir dini inanç gibi sundular. Halkın yerleşik tarihten getirdiği İslam inancı, dolayısıyla evrim teorisine tepki göstermesine yol açtı. Daha sonra biliyorsunuz, Marksist teorinin de Türkiye'de etkinleşmesi ve Darwin teorisini savunmasıyla, halk ile cumhuriyetin eğitim kadroları ve daha sonra komünist düşünceye sahip insanlar arasında evrim konusunda kutuplaşma oldu. Bu, dini bir çekişme halini aldı ve dolayısıyla bilimin konusu olmaktan tamamen çıkarıldı. - Bu coğrafyada İslami kesimin evrimi savunan bir yaklaşımı ifade etmesinin yakın tarihte örnekleri var mı? 70'li yıllarda Süleyman Ateş, eski Diyanet İşleri Başkanı, fakültede bir dergide yazmıştı. Kuran'a dayanarak, yani Mehmet Bayrakdar İslam felsefecilerine, kelamcılara dayanarak söylemişti. Süleyman Ateş tamamen bunların dışında Kuran'a dayanarak, Adem'in yaratılışını konu etti. O, Sünni düşünceye göre "Allah eliyle heykel yaratır gibi Adem'e şekil veriyor, ondan sonra da ona birden bir ruh üflüyor. Ve Adem birden canlanıyor. İnsan haline geliyor" yaklaşımına karşı geleneksel Sünni dini akideyi eleştirdi. Bu yaratmanın böyle olmadığını, Adem'den önce de evrim sürecinin olduğunu; bu evrim sürecindeki insanlaşmayı, insan olma onurunu, insan olma şerefini ve dolayısıyla denenmeye ehliyetli bir hale gelmeyi ifade eden bir aşama, ara durum olduğu tarzında yorum yaptı. - Size göre evrim ne? Ben de Kuran'a baktığım zaman, Allah'ın yaratmasıyla evrim arasında geleneksel anlamda konulduğu gibi bir çelişki konulması gerektiği kanaatinde değilim. Evrimle yaratmayı Kuran'a söz konusu edilen 'halata' fiiliyle ifade edilen, yani yaratma anlamına gelen, bu yaratma fiilinin yoktan ve anlık olarak, yani Allah ağacı bir anda yarattı, kurbağayı bir anda yarattı, denizi bir anda, yani doğadaki organik ve inorganik olarak ayrı olan şeyleri bir anda yaratma tarzında değil de Kuran'ın geneline baktığımız zaman birçok ayetten Tanrı'nın bütün evreni ve dolayısıyla bu evrenin içinde de özellikle insanın yaşadığı dünyayı bir süre içerisinde, bir zaman içerisinde yarattığı şeklinde anlıyorum. Dolayısıyla burada evrimle yaratma eş süreç. Türkçesi açıkça evrimdir bu ifadenin. Tanrı'nın insanı yaratmasının bir evrim süreci içerisinde olduğu düşüncesini bir yorum olarak söylemekte herhangi bir sakınca görmüyorum. - Öyleyse Adem Adem olmadan önce neydi? Orada çok net bir şey yok açıkçası. Yani nasıl bir varlıktı? Belki insan altı bir varlıktı. Yani burada maymunlarla, maymun sülalesi dediğimiz varlıklarla aramızda bir türden türe geçiş tarzında bir şey olup olmadığını ben bilimsel olarak bilmiyorum. Ama ben her halükârda insanın bilinçli hale gelinceye kadar -insan altı diyelim- insan olma bilincini kullanması, dolayısıyla kendi dışındaki dünyanın şuuruna varma seviyesine gelmeden önce bir sürecin geçtiğini, dolayısıyla orada da bir evrim sürecinin ortaya çıkmış olabileceğini bir ihtimal olarak söylüyorum. Darwin teorisine göre -o aranın nasıl olması gerektiğine yönelik- birtakım insan öncesi varlıklara dair kalıntılar var. - Öyleyse insan insan olmadan önce neye benziyordu? Başka bir türden mi bu hale geldik, yoksa türün kendi içerisinde bir evrimi sonucunda mı bu hale geldik, o konuda ben çok net konuşamıyorum. Her halükârda insan olma, organlarımızın olması, bir kurbağanın, bir atın, bir sineğin sinek haline gelmesi, bir evrim sonucunda olduğu gibi, biz de canlı olduğumuz için onlarla aynı kategorideyiz. Bir kurbağanın kurbağa oluşuna geliş süreciyle insanın insan olma noktasına geliş süreci aynıdır. Canlıların son hallerini almaları sırasında bir evrim geçirdikleri kanaatindeyim ben. Kuran'da bir ayet var, diyor ki, "İnsan kendinden söz edilir bir hale gelinceye kadar aradan uzun bir zaman geçti." İnsan suresinin ilk ayetidir bu. O sürenin geçmesi neyi ifade ediyor? Tanrı orayı boş tutup da uzun bir boşluk döneminden sonra mı insanı birden ortaya çıkardı? Çok anlamsız bir şey. Tanrı'nın bir anda kendi iradesiyle, mesela " ol " demesiyle bir şeyin anında olması. Bu ayeti aslında biz yanlış yorumluyoruz. Bir ayet var, "Biz bir şeyi istediğimiz zaman ona "ol" deriz, o da olur" Yasin suresinde bir ayettir. Bu ayet, Kelam geleneğinde şöyle yorumlanır: Allah bir anda insanın olmasını istedi. Yoktan bir anda insan ortaya çıktı. Oysa bunu şöyle yorumlamak da mümkün: Tanrı bir şeyin olmasını istediği anda o olmaya başlar. "Yekûn" fiili oluşum ifade eder. Oluşmayı başlamayı ifade eder. Kainat oluşu ifade eden bir şey. Bir şeyin bir anda olmasını ifade eden bir şey değil. Süreci ifade ediyor, dolayısıyla evrimleşerek bir noktaya gelme süreci. - Geleneksel İslam inancı bunları tartışmıyor ama... Doğru, belli bir kesim tartışmıyor. Onlara göre, inanç olarak, akide olarak, şudur: Allah bir anda yaratmıştır. Evreni yaratmıştır, daha sonra da bunların içerisinde, dünya varlığı içerisinde bu gördüğümüz hayvanları ve insanları yaratmayı istemiştir. Onları yaratmıştır, bu çok fazla tartışılmaz. Tanrı bunu söylüyorsa, buna inanırsın ya da inanmazsın. Müslüman'a düşen inanmaktır. Ama ben diyorum ki, "Bir insanın Tanrı'nın yaratma işinin nasıl olduğunu son derece masum ve naif bir şekilde sorma ve bunun üzerine düşünce üretme hakkı vardır." Bu sorgulamayı Tanrı'ya karşı çıkmak gibi olumsuz yorumlamak doğru değil. Evrim teorisini Darvin'den önce ünlü islam düşünürleri mi savundu? Mevlana "evrimci" mi? Ünlü din alimleri evrimci mi? İnsanoğlunun ilk atası maymun mu? Darvin'in ortaya attığı "evrim" teorisinin en fazla tartışılan yönü bu... Peki İslamcılar ne düşünüyor? Evrim düşüncesi ve teorisi Charles Darvin'den çok önce İslam dünyasından İbn-i Arabi ve Mevlana gibi ünlü düşünürler tarafından savunulduğu öne sürülüyor. Bu görüşler İslam dünyasında kabul görmemiş olsa da Avrupa'daki evrimci düşünürleri oldukça etkiledi. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof.Dr. Mehmet Bayraktar'ın "İslam'da Evrimci Yaratılış Teorisi" kitabı bu konudaki tartışmalara ışık tutuyor. MEVLANA EVRİMCİ Mİ? Ünlü din bilgini Mevlana Celaleddin Rumi, evrimci düşünürler arasında gösteriliyor. Mevlana, kainatın kozmolojik, canlıların ise biyolojik evrimle yaratıldığı görüşünü savunuyordu. Ünlü tarihçi İbn-i Haldun da "Mukaddime" eserinde "evrimin" esas olduğu tezini işliyordu. Biyolojik evrim teorisinin esas atası ise 8 ve 9.yüzyılda Basra'da yaşayan Nazzam'ın talebesi Cahız'dı. Kitab"ül Hayavan" (Hayvanlar kitabı) adlı eserinde, bildiğimiz anlamdaki biyolojik evrim teorisini ortaya atmıştı. İBN-İ ARABİ'NİN RÜYASI Ünlü düşünür İbn-i Arabi de evrimci müslümanlar arasında sayılıyor. Arabi, "Fütuhat" isimli eserinde gayb aleminde gördüğü bir hadiseyi anlatır; İbn-i Arabi, Mekke'de kaldığı sürece sık sık Kabe'yi tavaf eder. Bir seferinde herkesin gölgesi olduğu halde, çok uzun boylu bir adamın gölgesinin olmadığını fark eder. Uzun boylu adam tavaf ederken; "Bez de sizin gibi bu beyti tavaf ediyoruz" demektedir. Yanına yaklaşıp kim olduğunu sorar. Adam, "Ben senin büyük atalarındanım" der. Bunun üzerine İbn-i Arabi, "hangi asırda yaşadınız" diye sorar; "Kırk bin sene evvvel vefat etmiştim" yanıtını alır. İbn-i Arabi bunun üzerine "İnsanın atası olan Adem'in altı bin sene evvel yaratıldığını söylerler" dediğinde, gölgesiz adam şu cevabı verir; "Bil ki; insanın ilk atası olan Adem'den evvel yüz bin Adem gelip geçmiştir." Bunların bir çok fikirleri var ama özellikle “evrim” hakkında ne düşündüklerini öne çıkardım. Okuyunca “Bunlar modernizmden etkilenmiş” demeyesiniz çünkü ölüm tarihlerine dikkat edin; en eskisi 1250, en yenisi 600 yıl önce öldü... Cabir bin Hayyan (öl. 815): Cabir, kendiliğinden oluşu tevlid ve tevellud, sunî oluşumu tevâlud ve tekvin, ilahi yaratma fikrini de kevn ve halk terimleriyle açıklamaktaydı. Cabir, bazı bitki ve hayvan türlerinin, hatta ilk insanın, kendiliğinden vücut bulduğunu kabul etmekten öte, minerallerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların sunî olarak laboratuarda üretilebileceğini bile iddia etmektedir. Nazzam (öl. 845): Şair, düşünür, edebiyatçı, kelamcı ve filozof… Birçok eser yazdığının bilinmesine rağmen günümüze hiçbir eseri ulaşmayan Nazzam, kendi döneminde Dehriye, Zerdüştlük, Cebriye, Murcie vb. akımlarla mücadele etmesiyle ve Aristo’yu eleştirmesiyle tanınıyordu. “Gumûn ve burûz”, “tafra” ve “hareket”e dair doğa ve fizik felsefesine üzerine orijinal görüşleri vardı. Nazzam bir nevi kozmolojik evrim diyebileceğimiz bir teori savunmaktaydı. Ona göre doğaya aykırı olağandışı olaylar değil; doğanın bizzat kendisi mucizedir. Bunun dışında peygamberler sanıldığının aksine olağandışı mucizelerle halkın karşına çıkmış değillerdir. Câhiz (öl. 869): Kelamcı, antropolog ve zoolog… Cahiz, Kitabu’l-Heyavan adlı kitabında biyolojik evrimi açıkca savunmuştur. Ona göre evrenin yaratılışını başlatan Allah, aynı zamanda onu evrimleşme yoluyla teşekkül edici, hem de türleri devamlı evrimleştirici kılmıştır. Bu bakımdan evrimin gerçek sebebi Allah’tır. O, yaratılışı yaratıcı tekamül süreci olarak irade etmiştir. Türler kendi içlerinde taşıdıkları potansiyel kuvvet sebebiyle evrimleşmektedirler. Bu potansiyel kuvvet onlara Allah tarafından konulmuştur. Türlerin içindeki potansiyel kuvvet, fiziksel çevre, iklim şartları, hayat mücadelesi ve doğal seçilimin etkisiyle ortaya çıkmakta, yaratıcı tekamül birbiri ardı sıra türleri ortaya çıkarmaktadır. Birûni (öl. 1061): Büyük ansiklopedik İslam filozofu… Jeo-kimyasal ve Jeo-biyolojik evrim diyebileceğimiz bir görüşü savunmaktaydı. Biruni’ye göre evrenin tekevvünü Allah’ın öyle irade etmesi sonucunda jeo-kimyasal ve biyolojik bir evrimin sonucudur. Allah’ın ezeli planına göre evren, genel jeo-kimyasal evrimler geçirmektedir. Bu esnada, uygun şartlar oluştuğunda madenler ve canlı türler birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmaktadır. Her bir jeo-kimyasal zaman kendi türlerini ortaya çıkarmaktadır. İbn Miskeveyh (öl. 1030): İslam tarihinde ilk ahlak filozofu…Ona göre varlığın hiyerarşik mertebelenişi, ana hatlarıyla en aşağıdan başlamak üzere inorganik cisimler, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve melekler şeklindedir. Dolayısıyla basitten karmaşığa, inorganik olandan organizmaya, fiziki olandan metafizik olana doğru yükselen hiyerarşik bir yapı söz konusudur. Her mertebe ayrıca kendi içinde çok sayıda katmanlara ayrılmaktadır. İbni Tufeyl (öl. 1185): ve İbni Nefis’in (öl. 689/1288) aynı adlı romanları Hay bin Yakzan ise insanın menşei hakkında tabiatçı bir teoriyi savunmaktaydı. Her iki romanda da tabiatın çocuğu olarak, annesiz-babasız, toprak ve çamurdan kimyevi/biyolojik tepkimelerle canlı haline gelen Hay bin Yakzan aslında Adem’in yaratılışını anlatmaktadır. İbni Haldun (öl. 1406): Tarihçi, siyasi filozof ve sosyolog… İbni Haldun Mukaddimesi’nde açıkça “Hurma ve üzüm ağacı sedef ve salyangoza, maymun insana, insan meleğe insilah edebilir” görüşünü savunmaktadır. Burada “insilah” kelimesi daha iyiye geçme, tekamül, transformasyon, dönüşüm, reform, değişim vb. anlamlara geliyor. Bunlar ve daha onlarcası hakkında ayrıntılı bilgileri delilleriyle birlikte İslam’ın Yenilikçileri adlı üç ciltlik kitap çalışmamızda bulabilirsiniz… Ben bunları mutlak doğruluk kaynakları olarak görmüyorum. “Ya yanılmışlarsa?” sorusunu herkese olduğu gibi bunlara da soruyorum. Gelin önyargısız okuyalım, düşünelim ve araştıralım. Hakikatı ortaya çıkarmanın yolu ve yöntemi budur. Körü körüne taklit, önyargı ve inkara şartlanmışlık değil… Recep İhsan Eliaçık-İslam'ın yalnızları
  16. ********...Şekle ait bir takım şeyleri saymışsınız. Namazın da belli bir şekli vardır niye saymadınız merak ettim...Peygamber namaz kılarken manadan habersiz miydi...Önce bunun idrakine varın belki ondan sonra bu konuyu tartışırız...vesselam...belki de tartışmayız...
  17. Daha önce defaatle tekrarlamıştım. Üniversite dışında başörtüsünü serbest bırakmak bu laiklik anlayışıyla mümkün değil...Suheda, başörtüsü-türban konusu en fazla üzerinde durduğum konu, biliyorsun. İnşallah sonuçlanacak...Kız kardeşim son sınıfta ve bitirmek üzere okulu...Eşim, başörtüsünü çıkararak derslere girmiş ve mezun olmuş bir bayan. Ama onlar inanılmaz zorlandılar... Hala hukuki bir takım meseleler var ama artık ben bu yasağın kalkacağına inanmak istiyorum...Hukuki kısmını güncel konularda "Karabekir" değerlendirecek... Selam ve saygılarla...
  18. bekir şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Selamlar... Ne sevginin ne de saygının bir zorunluluk olmadığını söylerim hep. Birini ne sevmek zorundayımdır ne de birine saygı duymak zorundayımdır...Her ikisi de hakedilmek zorundadır. Bir makama saygı da duymam. Makamı dolduran kişi o makamı hakettiğini gösterecek ve dolayısıyla makama ait bir saygı yaratacaktır... Bu sebeple Bekir Coşkun'un birini sevmemesi, saygı duymaması normaldir. Bekir Coşkun'un "Benim cumhurbaşkanım değil" demesi de normaldir. O ne derse desin Cumhurbaşkanı bu devletin ve içinde yaşayanların temsilcisi olduktan sonra kabul etse de etmese de birşey değişmez... Tarihte bir kişi (Baro başkanı) İmamhatipli bir başbakanı içime sindiremiyorum demişti. Talihsiz bir açıklama, tarihte birisi türbanla okumak istiyorlarsa Arabistana gitsinler demişti. Abes bir açıklamaydı. Başbakan'ın açıklamasını da tamamen dinledim her ne kadar birebir forumdaki tartışmada geçen şekilde söylenmemiş olsa da bir yazar'a bu ülkenin bir vatandaşına vatandaşlıktan çıkma dayatılmıştır. Bekir Çoşkun hata yapabilir (burada bir hata yoktu, o kendi dünya görüşünden söylemesi gerekeni söyledi) ama buna benzer bir hatayı Başbakan'ın yapması doğru değildir. Ahmet Taşgetiren'in de dediği gibi türban konusunda fiili bir uygulama mevcut. Bu mesele başbakanı üzmekte olabilir. Veya Bekir Çoşkun'un yazdıkları Başbakan'ı üzmüş olabilir. Ancak, tüm bunlara rağmen Başbakan'lık daha akl-ı selimliği gerektirir...Başbakan'ın daha dikkatli olmasını temenni ediyorum bundan sonra...Siz de Bekir Çoşkun'u, vatandaş olarak görmeyebilirsiniz ama bulunduğunuz makam buna izin vermez. Yani Başbakan, Tayyip Erdoğan olarak Bekir Çoşkun'dan nefret edebilir ama Başbakanlık sıfatıyla bunu yapamaz... Ben isterdim ki, ne Bekir Çoşkun halkın bir kısmına ilk yazıda belirtilen hakaretleri etmesin, Benim Cumhurbaşkanım değil yerine Abdullah Gül'ün şöyle şöyle yanlışları var o olmaz ama şu olsaydı iyi olurdu cinsinden yazılar yazması isterdim. Ama benim dediğim gibi yazsaydı da Bekir Coşkun olmazdı Bekir Tufan olurdu değil mi... Demokrat olmak zordur...Mürteciler olarak gördüklerimize dahi demokrat olabilmek daha da zordur...
  19. Ayet'in nüzul sebebini bilmemek insanları yanlışa sürükleyebilir...Muki, bahsini ettiğin ayetlerin inme nedeni nedir sence; Allah birşeyi helal kıldıysa onu peygamber dahi haram kılamaz...
  20. bekir şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Dini Konular - Din - Dinler
    Türkiye'de tevhid-i tedrisatla beraber geldi galiba bu kıyaslama. Arkadaşlar okulla, sağlıkla dini niye kıyaslıyorsunuz. Ne camiler okullara karşı açılıyor ne de sağlık ocaklarına karşı camii açan var. İkisi arasında bir kıyas yapılması hatalıdır. Bir insan hem dini ilimler ve hemde beşeri ilimler konusunda ilerleyebilir...Buna din engel değil ve hatta yukarda bahsi geçen alıntıya göre zorlayıcıdır da... Neden cami sayısı bu kadar fazla da niye okul sayısı az, niye öğretmen sayısı az gibi meseleler devletin çözmesi gereken meselelerdir. Camii meselesi ise devletin meselesi değildir. İnsanlar okulla camiyi kıyas etmeye devam ettikçe zannımca bu halk camilere yardım etmeye okullara ise ancak ve ancak zorla bağış yapmaya devam edecektirler... Ne zaman ki, biz bu kıyastan vazgeçeceğiz; işte o zaman herşey aslına rücu etmiş olacak zaten... Artık bundan vazgeçilsin. Yok şu kadar imam var niye öğretmen azlığı var, yok şu kadar camii açılmış niye okul az...Bunları aşmamız gerekiyor...İnsanların din duyguları zorlanıp onlardan bağış istenmiyor mu? Tabiki isteniyor bunu kabul etmemek mümkün değildir ama bu oluyor diye bu insanlar niye okullara yardım yapmıyor diye sorulmaz. Sorulamaz, insanların nereye yardım yapacaklarını soramazsınız. İsteyen istediği yere yardım eder... Uzattım sanırım...Selamlar ile.
  21. Sorunuzun cevabı (kısmen) bir üstteki iletide bulunmaktadır.
  22. BrainSlapper, Ben de size teşekkür edeyim. Ne için? Hadisleri tarihsel, konusal bağlamından kopartarak açıklama, çözümleme yapılamayacağını gösterme fırsatı verdiğiniz için bana. Hadis hangi konuda söylenmiş dikkat ettiniz mi? HAYIR. Sizin için sadece hadisin zahiri önemli. Bu hadis, Allah'ın kitabından başka birşeye gerek yoktur yaklaşımını ortadan kaldıran bir hadistir. Yani ki, sünnet-hadis Kur'an'ın ayrılmaz bir cüz'üdür. Birini alıp birini almamazlık yapamazsınız demektir. Allah'a söz atfetme yok, o zaten Allah'ın kelamıdır. Kafayı takmışsınız ya, onu narsist olarak göstermek için her türlü şeyi kullanmaya çabalıyorsunuz. "Papa, Amerikayı ziyarete gidecekmiş. Ancak, daha önce Amerikalı gazetecilerin işgüzarlıkları ve habercilikteki gözüdönmüşlükleri konusunda uyarılmış, yeni kullanımıyla, brifing almış. Neyse, Amerikaya varmış uçaktan inerken gazetecilerden biri -Sayın Papa, Amerikadaki genelevler hakkında ne düşünüyorsunuz? diye sormuş. Papa aldığı brifingle konunun içinden hemen çıkmayı bilmiş ve kaçamak bir cevapla: -Amerika da genelevmi var demiş?Bilmiyormuş süsü vererek. Ertesi gün gazeler(den biri) şöyle bir başlıkla çıkmış. "PAPA İNER İNMEZ GENELEV SORDU" "
  23. bekir şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Öneri ve Eleştirileriniz
    Selamlar, hem inananlar ve hem de inanmayanlar... Öyle bir konuda yazıyoruz ki, bu konular hakkındaki her yanlışımız sadece bizi değil bazen başkalarını da bağlıyor. Bu sebeple, bizi izleyen, yazdıklarımızdan etkilenen insanları düşünmemiz gerekiyor. Özellikle inanan insanları daha fazla dikkat etmeye çağırıyorum. Bu başlık altındaki konular hataya yer vermemek gerektiren konular. Güncel konularda, sinema başlığı altında, bilgisayar hakkında açılan konularda, hata yapabilirsiniz. Bu sadece sizi etkiler. Yemek tarifleri hakkında yazdıklarınız sizi ve tarifini ettiğiniz yemeği yemeye çalışanı etkiler orada da dikkat etmek gerekiyor. Ancak, dini konular biraz daha özeni hakediyor. Örneğin bir müslüman biliyorum sanarak bilmediği bir konu hakkında (ben bir ara böyle büyük bir hata yaptım) ahkam kestiğinde kendisini yanlışını anladığında iş işten geçmiş oluyor. Kendi yanlışını okuyan insanlar da onu doğru sanabiliyor. Yanlış genişleyebiliyor... Bu sebeple biraz daha dikkat edelim. Bilmiyorsak bir bilene danışalım. Başka birşey yapalım ama illaki biraz sabır ve sebat gösterelim. Ama özellikle sabır... Cevap vermeden önce etraflıca bir düşünelim...Zira yaptığınız yanlış sadece sizi bağlamıyor...
  24. SÜNNETİN BAĞLAYICILIĞI Sünnetin bir bütün ve kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Peygamber'e uymayı, verdiği hükme razı olmayı, onun hükmü karşısında mü'minlere seçim hakkı tanınmadığını belirleyen ayetler, sünnetin müslümanların hayatındaki etkin ve bağlıycı rolünün ortaya koymaktadır. Ancak Hz. Peygamber'in değişik vasıflarla ortaya koyduğu sünnetin bağlayıcılık derecesinin ve çerçevesinin aynı olmadığı da bir gerçektir. Hz. Peygamber; Risalet (Peygamberlik) İfta (müftilik) Kaza (Hakimlik) İmamet (devlet başkanlığı vasıflarından biri ile tasarrufta bulunur) Risalet: yani peygamberlik vasfıyla ortaya koyduğu sünnet, genelde ayetleri özelliklerine göre açıklama (Tefsir), belli şartlara bağlama (Takyid), muayyen fertlere özel kılma (Tahsis), helal ve haramı açıklama, akaid ve ahkamı beyan etme maksadını taşır. Bu çeşit sünnet, ilahi ahkamın bir beyan ve tefsiri demek olduğu için, hükmü kıyamete kadar devam edecek olan bir teşri anlamındadır. Zira Hz. Peygamber bu tebliğ ve beyan tasarrufunda bir tebliğci ve nakilci durumundadır. Allah katından kendisine bildirilen gerçekleri nakil ve beyan etmektedir. Hz. Peygamber'in bu sıfatla ortaya koyduğu tasarrufları bütün ümmeti bağlayıcıdır. İfta: Allah Teala'nın hükmünü delillerden çıkararak dini soruları cevaplandırmak, ahkamı Allah adına haber vermek, tebliğ ve izaüh etmek demektir. Hz. Peygamber bu tasarrufunda delillere bağlıdır. Bu yollo ortaya koydukları da ümmeti bağlıycıdır. Kaza: iki veya daha fazla kişi arasında cereyan eden anlaşmazlıklara, sebep ve delillerin meydana getirdiği kanaate göre, haklıyı haksızı belirlemek (Adalet tevzii) maksadıyla verdiği hükümlerdir. Peygamber burada yeni bir hüküm ortaya koymaktadır. (Münşi'dir) Hz. Peygamber, kendisine getirilen davalar konusunda genel durumu ortaya koymak üzere şöyle buyurmuştur; "Davanızı bana getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim. (Kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmiş değildir. Vahiy gelmeyen konularda ben ancak re'yimle hükmediyorum. Olur ki, biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim. Her kime kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem, sakın onu alması. Ben ona bir ateş parçası vermiş olurum."(Ahmed İbni Hanbel,Müsned VI 307,320 Buhari, Ahkam 20) Hz. Peygamber'in kaza tasarrufu olarak ortaya koyduğu sünnet sadece davacı ve davalıyı bağlar. Ancak hüküm verirken takip ettiği usul, dikkate aldığı esaslar, kaza ve hukuk usulünde bize örnek oluşturur. . . . Sünnetin bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir. Cereyan ettiği konuya ve dayandığı vasfa göre kapsam ve fıkhi hüküm açısından (vacip, mendup, müstehab gibi) farklılıklar göstermesi onun temel niteliğini (bağlayıcılığını) ortadan kaldırmaz. Aksine uygulama alanı ve kıymet hükmünün açıkça belirlenmesi anlamına gelir. KAYNAK: AYNI...(RİYAZÜS SALİHİN) DEVAM EDİYORUZ... İslam tarihi içinde (bize sadece Kur'an yeter sünnete gerek yok diyen-Bekir)sünneti kaynak olarak kabul etmeyip inkar eden herhangi bir mezhep olmamıştır. Sünnetin şer'i delillerden olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir. Ancak sünneti prensib olarak kabul etmekle beraber, onun yazılı belgeleri demek olan hadislere yer yer itiraz eden kişi ve gruplara rastlanagelmiştir. Bu itirazlara gerekçe olarak da Kur'an-ı Kerim'in ön plana çıkartıldığı görülmektedir. Mesela Ashab-ı Kiramdan İmran İbni Husayn Radıyallahu anh, Hz.Peygamber'in sünnetinden bahsetmekteyken adamın biri: -Ey Ebu Nüceyd! Bize Kur'andan bahset demiştir. Bunun üzerine İmran: -Sen ve senin gibiler Kur'anı okuyorsunuz (değil mi). Bana namazdan, namazın içindeki davranışlardan bahsedebilir misin? Bana altının, sığırın, devenin ve diğer malların zekatından bahsedebilir misin?Fakat sen yokken ben peygamberle beraberdim, diye çıkışmıştı. Daha sonra İmran, adama Hz.Peygamber'in zekat konusundaki açıklamalırını anlattı. Adam bunun üzerine: -Beni ihya ettin, Allah da seni ihya etsin dedi. . . . Nasıl, içimizden seçtiği peygamberler aracılığı ile emir ve yasaklarını kullarına duyurması Allah Teala için bir acizlik ve eksiklik değilse, sünnetin varlığı da Kur'an-ı Kerim'in eksik ve yetersizliği anlamına gelmez. Vahyi alıp öğrenmede peygamberlerin aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyacı varsa, Kur'an'ı anlamakta da Peygamber'in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır. Tabii ve doğru olan budur. Bunun dışındaki iddialara ne adına yapılırsa yapılsın, nasıl takdim edilirse edilsin, temelden yanlıştır. Bu tür iddia ve tavır Hz.Peygamber tarafından önceden teşhis ve teşhir edilmiştir. "Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi koltuğuna yaslanmış olarak, "biz onu bilmeyiz, Allah'ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar" derken bulmayayım! (Ebu Davud, Sünnet 5; Tirmizi İlim 10; İbni Mace, Mukaddime 2) İslam ümmetinin kimlik ve kişiliğini dokuyan yorum, Hz. Peygamber'in yorumu yani sünnetidir. Bu sebeple sünnet, İslam'ı anlama, kavrama ve yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve yorumdur. Onun verilerine yani hadislere yöneltilecek hiçbir tenkid, sünnetten uzak kalmayı haklı kılmaz. Bir başka ifade ile ne sünnetsiz müslümanlık olur ne de sünnete rağmen müslümanlık.... İYİ TATİLLER... BİR İKİ TANE DAHA ALINTI YAPIP KONUYA EKLEYEBİLİRSEM KENDİ YORUMUMU EKLEYECEĞİM...ALLAH, KERİMDİR...
  25. bekir şurada bir blog başlığı gönderdi: bekir's Blog
    Ellerinden vurulmuş çocuk Yanaklarında çivi izi Bakma yüreğime girift gözlerinle Sen önde koştun Arkandakileri düşünerek Ben sarhoş salınımlarımla Sen hayallerinle vuruldun Yedi karanlık gök düştü Kavga kaçağı gövdemin üstüne Yedi gündüzü kucakladın sen vurularak, vurularak Düştün hayallerin ortasına Bir parça kan düştü Senden toprağa Dökülecek yeni kanların ilanı Ve bir ateş yaktın ölerek Yüreklerimizi dağlayan Biriktirilmiş ve acımış tükrüğümüzü Savurarak boşluğa Yedi and içtik Çocuklara yedi güzel sabah için

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.