bekir tarafından postalanan herşey
-
EN ATATÜRK'ÇÜ VE EN LAİK ÜLKE "SUUDİ ARABİSTAN"... (İnanmıyorsunuz değilmi..?... -Biz mi en çok dini istismar ediyoruz, yoksa Araplar mı?...-)
Selamlar Suheda, Bildiğin üzre uzun süredir herhangi bir konuda cevap vermiyorum. Bu konuyla (Mezhepler Tarihi diyeyim) bugünlerde biraz fazla ilgili olduğum için cevap verme gereği hissettim. Alıntıladığım yerde dikkati çekmeyen bir nokta var galiba... "Herhangi bir hüküm koyucu tanimak, Allah'tan baskasindan yardim dilemek, Peygamber için bile olsa, Allah disindaki bir varlik için kurban kesmek, adakta bulunmak kisiyi küfre düsürür, can ve mal dokunulmazligini ortadan kaldirir." Buraya, yani kırmızılı yere dikkat etmek gerek. Dahası "Ibn Abdülvehhab'a göre Kur'an ve Sünnet'te olmayan her sey bid'attir. Bir bid'at çikaran mel'undur ve çikardigi sey reddedilmelidir. Bid'adlarin çogu insanlari sirke düsürmektedir." deniyor... Biz, biliyoruz ki bidat iyi ve kötü iki türlüdür. Hatta iyi yönde çığır açanlar ve kötü yönde çığır açanların ödüllendileceğine (bazen kişiler ceza ile de ödüllendilirelebilir) dair bir beyanı hatırlıyoruz. Kur'an ve Sünnette olmayan herşey bidattir ve kötüdür deniyor, bidat çıkaran mel'undur deniyor...Bunun sonucu Ebu Hanife'yi bidatçılıkla suçlamaya kadar varmakta... Yukardaki yorumdan giderseke eğer Ebu Hanife'nin kanını dahi helal varsaymaları muhtemeldir... Fazla mı abarttım, sanmıyorum... Hacc'la ilgili bir soru sormuşsun. Vehhabilikte hacc olmadığını bilmiyordum. Vehhabilik'in Selefilik'in uç versiyonu-varyasyonu olduğunu düşünürsek: Kur'anda hacc'la ilgili ayetler mevcuttur. Peygamberimiz hacc yapmıştır. Dolayısıyla bunun bir bidat olmayacağı ve buna vehabilerin haram dememeleri ve farz olarak kabul etmeleri zorunludur... Tabii ki benimkisi bir mantık yürütme...Bahsettiğin gibi bir gerçeklik (vehabilerin haccı yok saymalarından bahsediyorum) mevcutsa senin mantığın ihtimalki doğrudur...(Para her şeyin ölçüsüdür-Marx'ın sözlerine fazla mı benzedi) Tekrar Eyvallah...
-
EN ATATÜRK'ÇÜ VE EN LAİK ÜLKE "SUUDİ ARABİSTAN"... (İnanmıyorsunuz değilmi..?... -Biz mi en çok dini istismar ediyoruz, yoksa Araplar mı?...-)
Selamlar...Ufak bir katkı olsun istedim... VEHHABILIK es-Seyhu'n-Necdî lakabiyla bilinen Muhammed bin Abdülvehhab'in (d. 1703 Uyeyne - ö.1787 Deriye, Riyad) düsünceleri çevresinde olusan dinî, siyasî hareket. Harekete Vehhabilik adi karsitlarinca yakistirildi. Hareket içinde yer alanlar, kendilerine Muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebini Ibn Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler. Vehhabilik bir inanç hareketi olarak baslamakla birlikte, kisa zamanda siyasî bir nitelik kazandi. Arap yarimadasinda etkinlik kurarak devlet durumuna geldi. Günümüzde, Suudi Arabistan'in resmî mezhebi durumundadir. Muhammed Ibn Abdülvehhab'in düsünceleri, Deriye Emiri olan Muhammed bin Suud ile tanismasiyla (1744) siyasi bir hareket niteligi kazandi. Ibn Abdülvehhab, Deriye'de düsüncelerini Emir Muhammed'in gücü ile yayarken, Emir Muhammed bu düsüncelerle Arabistan'a hakim olma imkânini kazaniyordu. Çünkü Ibn Abdülvehhab, insanlarin sirk içinde bulundugunu, bunlarin mal ve canlarinin kendisine inanan kisilere helal oldugunu söylüyor, Emir Muhammed bu fetvanin getirdigi ganimet olgusuyla yandaslarini çogaltiyor, gücünü artiriyordu. Ibn Abdülvehhab'in ölümünden sonra hareketin siyasî niteligi daha da agirlik kazandi. Muhammed bin Suud döneminde baslayan toprak kazanma faaliyetleri, ölümünden (1766) sonra oglu Abdülaziz zamaninda da sürdürüldû.19. yüzyilin baslarina gelindiginde (1811) Vehhabilik adina hareket eden Suud Emirligi Haleb'ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sinirindan Kizil Deniz'e kadar yayilmis bulunuyordu. Vehhabilik hareketinin Osmanlilar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine II. Mahmud, Misir Valisi Kavalali Mehmed Ali Pasa'yi sorunu çözmekle görevlendirdi. Mehmet Ali Pasa, oglu Tosun komutasindaki orduyla Mekke, Medine ve Taif'i Vehhabilerin elinden kurtardi (181213). Daha sonra bizzat Emir Abdûlaziz'in üzerine yürüdü. Emir Abdulaziz'in ölümü (1814) üzerine Vehhabiler agir bir yenilgiye ugradi. Nihayet Mehmet Afi Pasa'nin kumandani ibrahim pasa, Abdulaziz'in yerine geçen oglu Abdullah ve çocuklarini esir ederek Istanbul'a gönderdi. Bunlarin Istanbul'da asilarak öldürülmeleri (17.12.1819) ile Vehhabilik hareketinin ilk dönemi kapandi. Savas sirasinda kaçarak kurtulmayi basaran Suud hanedanindan Türki bin Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete giriserek 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhabi devletini kurmayi basardi. Daha sonralari bir takim çekismeler olmussa da Suud hanedanindan Abdülaziz bin Suud, Vehhabi devletini yeniden kurdu (1901). Hindistan Ingiliz yönetiminin de destegini saglayan Abdülaziz bin Suud 26 Aralik 1916 tarihli anlasma ile Ingilizlerce Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bagli diger bölgelerin hükümdar olarak tanindi. Bu anlasmaya göre Abdülaziz, bu yerleri kendisinden sonra miras yoluyla çocuklarina birakacak ve kendisinin seçtigi veliaht da Ingilizlere bagli kalacakti. Osmanlilarin yenik düsmesiyle sonuçlanan.1. Dünya Savasi'nin arkasindan Vehhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi de ele geçirdiler (1921-1926). Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Krali olarak kabul edildi (1926). 20 Mayis 1927 tarihinde Ingiltere ile yapilan Cidde anlasmasinin arkasindan da tam bagimsizligini ilan etti. Böylece Abdulaziz bin Suud, suudi Arabistan Krali olarak tüm Hicaz'i egemenligi altina alti. Bu devlet, Suudi Arabistan Kralligi adiyla varligini sürdürmektedir. Vehhabiligin din anlayisi, Muhammed bin Abdülvehhab'in üzerinde önemle durdugu tevhid (Allah'in birlenmesi) konusundaki yorumu çevresinde toplanir. Ibn Abdülvehhab'a göre tevhid, kullukta Allah'i bir tanimaktir. Tevhid kelimesini (lâ ilâhe ilallâh) söylemek Allah'tan baska tapinilan seyleri tanimadikça bir anlam tasimaz. Allah kalble, dille ve davranislarla birlenmelidir. Bunlardan birisinin eksik olmasi durumunda kisi Müslüman olamaz. Tevhid üçe ayrilir. Ilki, Allah'i isim ve sifatlarinda birlemek (tevhid-i esma ve sifat), ikincisi Allah'i rablikta birlemek (tevhid-i rububiyet), üçüncüsü de Allah'i ilahliginda birlemektir (tevhid-i uluhiya). Allah'i bu üç biçimde birleme, ancak amellerle mümkündür. Buna göre Kur'an ve Sünnet'in disinda emir ve yasak tanimamak, Hz. Muhammed'in döneminde bulunmayan seyleri ve tevessülü terkederek Allah'i birlemek gerekir. Bu tevhide ameli tevhid denir. Herhangi bir hüküm koyucu tanimak, Allah'tan baskasindan yardim dilemek, Peygamber için bile olsa, Allah disindaki bir varlik için kurban kesmek, adakta bulunmak kisiyi küfre düsürür, can ve mal dokunulmazligini ortadan kaldirir. Bu tevhid anlayisinin getirdigi önemli sonuçlar vardir. Bunlardan birisi, Hz. Muhammet'ten sefaat talebinde bulunulamayacagidir. Sefaat, Allah'a özel bir haktir. Bu nedenle Hz. Muhammet'ten dogrudan sefaat talep etmek, onu Allah'a ortak tutmaktir. Nitekim müsrikler de Allah'i kabul ettikleri halde, melekleri, putlari sefaatçi kabul ettikleri için müsrik olmuslardir. Sefaat inanci gibi yaygin olan tevessül inanci da sirktir. Tevessül inanci, daha çok mutasavviflar arasinda yaygindir. Bir takim seyhlerin, velilerin hem hayatlarinda, hem de öldükten sonra tasarruf sahibi olduklarina inanilmakta, onlarin himmetleri dilenmekte ve araci kilinmaktadirlar. Bu da açik bir sirktir. Çünkü günah'in yaratmada, yönetmede, tasarruf etmede, isleri düzenleme ve belirlemede ortagi yoktur. Vehhabiligi en önemli özelliklerinden birisi de bid'adlar karsisindaki tutumudur. Ibn Abdülvehhab'a göre Kur'an ve Sünnet'te olmayan her sey bid'attir. Bir bid'at çikaran mel'undur ve çikardigi sey reddedilmelidir. Bid'adlarin çogu insanlari sirke düsürmektedir. Bunlarin basinda mezarlar, türbeler ve bunlarin ziyaretleri gelir. Mezarlarda yapilan ibadetler sirktir. Sevap umarak Hz. Muhammed'in kabrini ziyaret bile sirke neden olabilir. Sirke neden olmamalari için, mezar ziyaretleri, türbe yapimi kesin olarak yasaklanmalidir. Ölülere niyaz, tevessül, falcilara, müneacimlere inanmak, Hz. Peygamber'in anisini yüceltmek, hirka-i serif, sakal-i serif ziyaretleri yapmak, Allah'tan baskasina ibadet etmek, sirk kosmatir. Mevfit toplantilari düzenlemek, bu toplantilarda mevlid okumak, sünnet ya da nafile namazlar kilmak yasaklanmalidir. Göz degmemesi için nazar boncugu takmak, muska takinmak, agaç, tas vb. seyleri kutsal saymak, bir hastalik ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip, hamayi gibi seyler takinmak, sihir, büyü, yildiz fali gibi seylere inanmaz, iyi kisilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardim dilemek gibi seyler de tamamiyle sirke neden olan bid'adlardandir. Riya için namaz kilmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek çikar saglamak da sirktir. Cami ve mescidlerin süslenmesi, minare yapilmasi da terkedilmesi gereken bid'adlardir. Vehhabiligi olusturan düsünceler, birçok çagdas Müslüman düsünürü etkilemis, onlara esin kaynagi olmustur. Günümüzde ise, önemli ölçüde degisime ugramis biçimde, Suud Kralliginin resmî görüsü olmaktan öte bir anlam tasimamaktadir. Ahmet ÖZALP Muhammed Ebu Zehra'nın Mezhepler Tarihi adlı e-kitabını bir türlü bulamadım.Onun bu mezhep hakkındaki açıklaması çok daha teferruatlı idi. SELEF VE SELEFILIK EBUBEKIR SIFIL Tarih içinde izine rastlanmadigi halde, günümüzde birçok firka ve fikir akimi dikkat çekmektedir. Modernistler, Reformistler, Ehl-i Kur'an (Kur'aniyyun, Mealciler) ve Islâm'in saf haline dönme iddiasinda bulunan Selefîler bunlardan baslicalaridir. Günümüzde ilmin zayiflamasi ve dogru ile yanlisin birbirine karistirilmis olmasi sebebiyle bu tür akimlar, bazi iyi niyetli müslümanlarin aldanmasina, yanlis yollara sapmasina vesile olmaktadir. Bu yazi, son dönemlerde ortaya çikan akimlardan biri olan Selefîligi kisaca tanitmak ve yanlisliklarini ortaya koymak maksadiyla kaleme alinmistir. Bu akimin görüsleri, temsilcileri ve onlarin tenkidi, hakkinda müstakil kitaplar yazilacak kadar ayrintili ve önemlidir. Biz burada sadece konuyu ana hatlari ile ele alacak ve kisa degerlendirmeler yapacagiz. Selef kime denir? Hz. Peygamber s.a.v.'in âEn hayirli nesil benim dönemimde yasayanlardir. Sonra onlari izleyenler, sonra onlarin ardindan gelenlerdir.â (1) seklindeki hadisinde âen hayirli nesillerâ olduklari haber verilen ilk üç kusaga Selef denir. Bu ilk üç kusak, sirasiyla Sahabe, Tabiun ve Tebe-i Tabiîn'dir . Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün müslümanlar için örnek nesillerdir. Sahabe kusagi, Hz . Peygamber s.a.v.'in vefatindan sonra Islâm'in biricik temsilcileri olarak yasamis, gerek Hicaz bölgesinde, gerekse fethedilen yeni bölgelerde Islâm'i hakkiyla teblig etmis, ögrenciler yetistirmislerdir. Kur'an'i, hadis-i serifleri ve Islâmî uygulamalari bütün müslümanlar Sahabe kanaliyla ögrenmistir. Bu sebeple Sahabe'nin Islâm ilim tarihinde oldugu kadar, iman, amel, edep, zühd, vera, takva ve ahlâkta da müstesna bir mevkii vardir. Onlardan sonra gelen kusaga Tabiun denir. Bu kusak da Sahabe'nin dizinin dibinde yetismis, imani, ilmi ve ameli onlardan almistir. Bu kusaga Tabiun (izleyenler, tabi olanlar) denmesinin sebebi, Sahabe'ye uymakta gösterdikleri titizlik, ciddiyet ve özendir. Sahabe'nin önemi, Kur'an'da hayirla yad edilmis olmalari, Hz . Peygamber s.a.v.'in yasantisinin ilk ve en önemli temsilcileri olmalari hasebiyle Islâm'i en dogru sekilde anlayip yasamanin kistasi olmalari... gibi hususlardan kaynaklanmaktadir. Tabiun'un önemi ise temelde su iki noktaya dayanmaktadir: 1. Islâm'i, Sahabe kusagindan, yani en dogru sekilde anlayip yasamis olan kusaktan ögrenmis olmalari. 2. Sahabe zamaninda rastlanmayan, sonradan karsilasilmis yabanci birçok fikir akimi, kültür ve inanç sekliyle ilk defa onlarin muhatap olmasi. Basta felsefî akimlar ve Mu'tezile , Cebriye, Mürcie gibi bid'at firkalar olmak üzere pek çok kültür, inanç ve cereyan ilk defa Tabiun döneminde Islâm toplumuna girmis ve önemli fikrî ve akidevî sarsintilara sebebiyet vermistir. Iste Tabiun nesline mensup büyük alimler, bu akimlarla mücadele ederek Sahabe'den devralinan sahih Islâm anlayisinin zedelenmeden yasamasina ve gelecek nesillere aktarilmasina sebep olmus ve çok büyük hizmette bulunmuslardir. Dolayisiyla Islâm'in özüne yabanci her türlü cereyan karsisinda nasil bir tavir takinacagimizi, Tabiun neslini örnek alarak tesbit etmekteyiz. Tabiun dönemi, ayni zamanda fikhî mezheplerin temellerinin atildigi ve müstakil mezheplerin ortaya çiktigi dönem olarak da dikkat çeker. Bu dönemde yasamis olan Hasan-i Basrî , Süfyan -i Sevrî , Ibrahim en- Nehaî , Sa'bî ... gibi pek çok büyük alim, birer müçtehid olarak, müstakil mezhep sahibi idiler. Hanefî mezhebinin imami Ebû Hanîfe de bu kusaga mensuptu. (Allah hepsinden razi olsun) Tabiun'dan sonra gelerek onlara ögrencilik etmis olan kusaga da Tebe-i Tabiîn veya Etbau't-Tabiîn (Tabiun neslini izleyenler) denir. Bu dönem de ilmî ihtisaslasmanin ya sandigi, hadis-i seriflerin yaygin olarak müstakil kitaplarda toplandigi, itikadî ve fikhî mezheplerin iyice yerlesip müesseselestigi bir zaman dilimidir. Kisaca tanittigimiz bu üç nesil, gerek Kur'an ve Sünnet'te övgüye mahzar olmalari, gerekse sahih Islâm anlayisinin bize kadar kesintisiz olarak gelmesinde kilit rol üstlenmistir. Bu sebeple, daha sonraki asirlarda devamli olarak merkezî bir yer tutmus ve adeta dogru-yanlis ayriminin ölçüsü olarak algilanmistir. Tarih boyunca Islâm toplumlarinda ne zaman bir sarsilma, gevseme ve bozulma görülmüsse, bu üç neslin temsil ettigi Islâm anlayisina dönüs gayretleri sayesinde toparlanma olmus ve dogru çizgi muhafaza edilmistir Bu sebeple âSelef-i Salihînâ, Islâm Ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktasi ve ölçü olmustur. Selefîlik nedir? Selefilik, Islâm'i, yukarida tanittigimiz Selef-i Salihîn'in anlayip yasadigi gibi anlayip yasama iddiasinin vücut verdigi bir akimdir. Ilk defa Misir'da Cemaleddin Efganî ve ögrencisi Muhammed Abduh tarafindan baslatilan â Islâmî islahâ hareketi, daha sonra Selefîlik adiyla anilan zümrenin dogmasina kaynaklik etmistir. Asagi yukari ayni dönemde bugünkü Suudi Arabistan'in sinirlari içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çikan ve Misir'daki hareket ile benzer söylemleri dillendiren Muhammed b. Abdilvehhab'in yürüttügü â Vahhabîlik â hareketine de daha sonra Selefîlik denmistir. Bu iki hareket arasinda temelde önemli farkliliklar bulunmamakla birlikte, söz konusu iki akim su noktalarda birbirlerinden ayrilir: 1. Itikadî sahada Vahhabîler Kelâm mezheplerini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet'in iki büyük kelâm alimi Ebu Mansur el-Maturidî ve Ebu'l-Hasan el-Es'arî Vahhabîler'e göre, saf Islâm akidesini kelamî deliller kullanmak ve akli nakle (ayet ve hadislere) hakem kilmak suretiyle bulandirmislardir. Özellikle mütesabih (2) ayet ve hadislerin Allah Tealâ'nin sanina ve yüceligine uygun olarak tevil edilmesine siddetle itiraz eden Vahhabîler, tasavvufa da ayni siddetle karsi çikarlar. Efganî-Abduh çizgisi ise itikadî sahada kelâm alimlerinin kullandigi metoda temelde itiraz etmez; Felsefe, mantik ve kelâm gibi ilimleri reddetmez ve mütesabih ayet ve hadislerin, Allah Tealâ ile mahlukat arasinda benzerlik kurulmamasi için tevil edilmesi taraftaridir. 2. Vahhabîler, fikhî mezhep olarak Ibn Teymiyye ve ögrencisi Ibnu'l -Kayyim'in çizgisini izler. Diger mezhepleri ise istihsan, istislah, mesalih-i mürsele ... gibi delillere yer verdikleri için bid'atçilikle itham ederler. Efganî-Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiyeti reddederek, bütün fikhî mezhepleri birlestirme egilimindedir. Aralarindaki ihtilaflari kisaca zikrettigimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklasarak âSelefîâ diye anilmislardir. Ortaya çikis döneminden günümüze dogru ilerledikçe, Selefîlik akiminin içine baska görüsler de katilmistir. Dolayisiyla â Selefîlik â dendigi zaman akla her ferdinin ayni sekilde düsündügü homojen bir gruptan ziyade, asagida zikredecegimiz görüsleri benimseyen kozmopolit bir kitle gelmektedir. Selefîlerin görüsleri Mütesabih ayet ve hadislerle ilgili görüsleri: Selefîligin en bariz vasiflarindan birisi, mütesabih ayet ve hadisleri lugat anlamini esas alarak oldugu gibi kabul etmek seklinde kendisini göstermektedir. Buna göre Kur'an'da ve hadislerde Allah Tealâ hakkinda zikredilen âel, yüz, gelme, oturma, inme, Ars'a istiva etme, gazaplanma, gülme...â gibi sifatlar, mahlukat hakkinda ne ifade ederse, Selefîler'e göre Allah Tealâ hakkinda da ayni seyi ifade eder. Oysa Kur'an'da yer alan pek çok ayet, Allah Tealâ'nin bu gibi sifatlarini mahlukatin sifatlarina benzetmenin dogru olmadigini ortaya koymaktadir. Her ilim dalinda, o sahanin mütehassislarinin söylediklerine itibar edilecegi açiktir. Bu gerçekten hareketle tefsir sahasinda müfessirler, hadis sahasinda muhaddisler , fikih sahasinda fukaha ve akaid sahasinda kelâm/akaid alimleri ne demisse ona itibar edilir. Ömrünü fikih ilminin meselelerine vakfetmis bir kimsenin akaid alaninda söyledikleri, bir akaid aliminin söyledikleri gibi degerlendirilmez. Yahut yillarini tefsir alaninda çalisarak geçirmis bir alimin, hadis ilminin derinlik ve inceliklerini bir hadis alimi kadar bilmesi beklenmemelidir. Tasavvuf hakkindaki görüsleri: Islâm dünyasinin bazi yerlerinde tasavvuf adi altinda sergilenen birtakim yanlis anlayi s, Selefîler'in tasavvufun özüne düsmanlik beslemesine gerekçe teskil etmistir. Oysa Ehl -i Sünnet ve'l -Cemaat'ten asla ayri düsünülemeyecek olan gerçek tasavvuf, Batinîlik, Hurûfîlik gibi sapik cereyanlardan uzaktir. Ehl-i Sünnet çizginin muhafazasinda ve yayilmasinda son derece büyük katkilari bulunan gerçek tasavvuf ehli, müslümanlarin kalbî ve ruhî hayatinin inkisafinda, ahlâkin güzellestirilmesinde ve erdemli fertlerin yetismesinde Sahabe döneminden itibaren izlenen yolu izlemis ve tamamen onlara uymustur. Gerek itikadî, gerekse amelî sahada gerçek tasavvuf büyüklerinin eserleri ve görüsleri ortadadir. Taklid hakkindaki görüsleri: Bir kisim Selefîler, fikhî meselelerde herhangi bir müçtehid imamin taklid edilmesine de siddetle karsi çikarak, bunun da kisiyi sirke ve küfre götürecegini iddia ederler. Bu iddialarini ispat için de birtakim ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler. Oysa bu ayet ve hadislere yakindan bakildiginda taklidin haramligi iddiasina uygun hale getirmek için zorlama yoluyla tevil edildikleri görülür. Tipki tevessül konusunda oldugu gibi, taklidin haramligi konusunda da bu ümmetin tatbikati Selefîler'in iddialarinin geçersiz oldugunu gösteren en büyük delildir. Hadis alimleri arasinda ittifakla dile getirilen bir husus vardir: Hadislerin sahih, hasen veya zayif oldugu konusunda hadis alimleri tarafindan verilen hükümler, onlarin kendi içtihadlarinin sonucudur. Dolayisiyla onlardan sonra gelen ve onlarin kitaplarinda yer alan hadisleri delil kabul edenler, onlarin bu hadislerin sihhati konusundaki içtihadlarini taklid etmis olmaktadirlar. Bugün bizlerin, bizden bin ikiyüz, bin üçyüz sene önce yasamis hadis ravilerinin ahvalini ve durumlarini bilmemizin bir tek yolu vardir. O da hadis alimlerinin bu konudaki görüslerini bize nakleden kitaplara basvurmaktir. Su halde bizim, herhangi bir hadisin güvenilir olup olmadigi yolundaki degerlendirmemiz, tamamen hadis alimlerinin içtihadina dayanmaktadir ve bu da tamamiyla bir âtaklidâdir. Her hususta Selef'e tabi olduklarini iddia eden Selefîler dahi bu konuda hadis alimlerini taklid eden birer âmukallidâdir. Eger herhangi bir alimin bir görüsünü, delilini bilmeden kabul etmek demek olan taklid haramsa, bu harami Selefîler de islemektedir. Eger hadis alimlerinin hadislerin sihhati-zaafi konusundaki kanaatlerini taklid etmek caiz ise, müçtehid imamlarin fikhî konulardaki içtihadlarini taklid etmek niçin haram olsun? Kiyas konusundaki görüsleri: Günümüzde Selefîler olarak anilan grup içinde, kiyasin ser'î bir delil sayilamayacagini, çünkü kiyasin, âAllah'in dininde sahsi görüs ile hüküm vermekâ oldugunu söyleyenler mevcuttur. Oysa fikih usulü kitaplarinda ayrintili bir sekilde açiklandigi gibi, gerek Kur'an ayetleri, gerekse hadisler, vakia olarak sinirlidir ve insanligin karsilastigi her olayin hükmünün, ayetlerde ve hadislerde zikredilmis olmasi mümkün degildir. Kur'an ve Sünnet konusunda biraz malumati olan herkes bu noktayi kabul ve itiraf eder. Su halde hükmü Kur'an ve Sünnet'te zikredilmeyen olaylar hakkinda yapilabilecek iki seçenek var. Ya bu olaylar hakkinda Islâm'in herhangi bir hükmünün ve açiklamasinin olmadigini söylemek, ya da karsilastigimiz olayin bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkinda Kur'an ve Sünnet'te yer alan bir hükmü, aralarindaki benzerlik dolayisiyla yeni olaya da tatbik etmek. Bu seçeneklerden ilkinin dogru oldugunu söylemek, Islâm'in evrensel oldugunu, bütün zaman ve mekânlarin problemlerine çözüm getirme özelligini haiz bulundugunu inkâr etmek demektir. Kiyas'i inkâr eden Ibn Hazm , bu iddiasi sebebiyle, birakalim bir âIslâm alimiâni, akli basinda siradan bir kimsenin bile gülüp geçecegi seyler söylemistir. Mesela Kur'an ve Sünnet'de domuz etinin haram oldugu zikredilmistir. Ama domuzun yaginin haram olduguna dair ne Kur'an'da , ne de Sünnet'te herhangi bir hüküm yoktur. Sirf bu gerekçeyle Ibn Hazm, domuzun yaginin haram olmadigini söylemistir. Iste kiyasin reddedilmesi sonucunda varilacak komik nokta budur. Ehl-i Sünnet ne diyor? Her ne kadar Selefîler, yukarida özetlemeye çalistigimiz görüslerinde Selef-i Salihîn'i örnek aldiklarini söylüyorsa da, bunun sadece bir iddia oldugunu söylemek durumundayiz. Esasinda mesela Imam-i Azam Ebu Hanife Hazretleri de Selef'tendir ve onun gerek itikadî, gerekse fikhî görüslerini benimsemek, gerçek Selefîliktir. Bu söyledigimiz diger büyük imamlar için de söz konusudur. Ebu'l-Muzaffer el-Isferâînî , Ehl -i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikadî çizgisini ortaya koyan özellikleri zikrettikten sonra söyle der: â Bilmis ol ki, Firka-i Naciye'nin (kurtulusa eren grubun) akaidinin özellikleri olarak zikrettigimiz bütün bu hususlar, imanin sihhati babinda bilinmesi gereken hususlardir. (...) â Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikadi olarak zikrettigimiz hususlarin hiç birisi hakkinda Safi'î ile Ebu Hanîfe; (Allah her ikisine de rahmet eylesin) arasinda herhangi bir ihtilaf yoktur. Sadece bu iki imam degil, Malik, Evzaî , Davud ez-Zahirî, Zührî , Leys b. Sa'd , Ahmed b. Hanbel , Süfyan es-Sevrî , Süfyân b. Uyeyne , Yahya b. Maîn , Ishak b. Rahuye , Muhammed b. Ishak el-Hanzalî , Muhammed b. Eslem et-Tûsî , Yahya b. Yahya en-Nisaburî , Hüseyin b. Fadl el-Becelî , Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Züfer b. Hüzeyl, Ebu Sevr ve Hicaz, Sam, Irak imamlari, Horasan ve Maveraunnehir imamlari gibi Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis'in tümü ile onlardan önce yasamis olan Sahabe, Tabiun ve Etbau't-Tabiîn de bütün bu konularda görüs birligi içindedir. Bu iki firka ( Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis) arasinda bütün bu konularda herhangi bir ihtilaf bulunmadigini tahkik etmek isteyenler, Ebu Hanîfe'nin Kelâm sahasinda yazdigi Kitabu'l-Âlim (ve'l-Müte'allim)'e, el-Fikhu'l-Ekber'e (...) ve Osman el-Bettî'ye yazdigi (...) el-Vasiyye'sine baksin. Keza Safiî'nin yazdigi eserlere baksin. Bu ikisinin mezhebi arasinda herhangi bir farklilik bulamayacaktir. âBütün bu imamlardan, burada zikrettigimiz hususlar ile çelisik olarak nakledilen görüslerin tümü, bid'atçilerin, kendi mezheplerini güzel ve dogru göstermek için uydurdugu yalanlardir. (...) Bu kimseler, Ehl-i Sünnet'in kiliçlarindan korktuklari için kendi habis akidelerini ihtiva eden sözleri Ebu Hanîfe'ye nisbet etmis ve onun arkasina gizlenmislerdir....â (et-Tabsîr fi'd-Dîn, s. 113-114) Bu ifadeler bize sunu göstermektedir: Selefîler'in âSelefâ anlayisi ile gerçek Selef arasinda büyük farklilik var. Dolayisiyla adina Selefîlik denen akim, her ne kadar Selef'in anlayis ve uygulamalarini esas aldigini söylüyorsa da, aslinda Selef'in anlayis ve uygulamalariyla bagdastirilmasi hayli zor olan fikirler benimsemistir. Onlarin reddedici, dislayici, kati ve tekelci anlayisi, ne âEhl-i Sünnet-i Hâssaâ dedigimiz Selef'te, ne de â Ehl-i Sünnet-i Âmmeâ dedigimiz Halef'te görülür. 1 Basta Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis alimi tarafindan rivayet edilmistir. 2 âAllah Teala'nin eli, yüzü, gelmesi, gülmesi, gazaplanmasi , Ars'a istiva etmesi...â gibi ilk bakista mahlukata ait özellikler ile benzerlik arz eden, ancak mahiyet olarak farkli olan hususlarin zikredildigi ayet ve hadisler. -http://www.semerkanddergisi.com/6010.htm- belki bir okuyan bulunur...
-
Atatürk ve Muhalifleri
Selamlar... Bilindiği üzere konuları takip ediyor, ancak cevap yazmıyordum.... Bu cevap bu konuya fazlasıyla ilgi duyduğum için ve arkadaşların dikkatine bir defa daha arz edilmesini istediğim için verilmiştir...
-
KUR'AN Bilimi Teşvik Eder...
Boşuna konu aramayın, ben herkese selamûn aleyküm, veya ne iş, ya da nasıl gidiyor diyeyim dedim... Tekrar tekrar Allah'a emanet olun, ve Onun hidayeti, bereketi, mağfireti hepinizin üzerine olsun... Hadin eyvallah...
-
VE BİTTİ...
Bu zamana kadar dahil olduğum bütün konularda uzun yazılar yazdım. Bir çok kimseyi sadece bu sebeple dahi sıktım...Bunu kısa kesiyorum... bir kısmınıza belki olmayacak üslupla seslendim kötü sözler söyledim, kırdım, gücendirdim. Özür diliyorum. Bilinmesini istediğim birşey daha var birçoğunuzla tanışmaktan onur duydum... Sabahları bilgisayarın başına geçip şu forma girmeyi ve bana cevap verilmiş mi verilmemiş mi diye beklemeyi de çok özleyeceğim... Allah'ın hidayeti, rahmeti ve bereketi hepinizin üzerine olsun... Herkese eyvallah...
-
ıste ırtıca!
Ufak bir açıklama: Laiklik 2 saç ayağı olan bir sistem(olması gerekenden bahsediyorum). Dinin devlet işlerine karışmaması, devletinde dinden elini çekmesi bu sistemin temeli. Yaniki devlet kendi işlerine dini karıştırmazken, hiçbir dine imtiyaz, üstünlük tanımayacağı gibi bütün dinlere aynı mesafede ve hatta uzak olacak. Zira batıda laiklik kiliseye karşı verilen bir savaşım sonucu kabul edilen bir ilkedir. Savaştığınız şeyle aranıza koymak isteyeceğiniz mesafe en uzak mesafedir. Açıklamamazı yaptığımıza göre, Türkiye de laikliğin 2. kısmı uygulanıyor mu. Yani devlet dinden elini ve pantolonunu çekmiş mi (bizim devletimiz erkektir)? Diyanet diye bir kuruluş var. Devletten maaş alan din adamları var. Ve dahası bu din adamları sadece sünni müslümanlar. Yanlış bilmiyorsam sünni müslümanların ibadethanelerinden elektrik ve su parası alınmıyor... O halde Türkiye de laiklik uygulanıyor diyebilir misiniz? Ben kendi adıma diyemem. Türkiye de uygulanan komedidir. Laiklik değildir. Batıdan ihraç ettiğimiz bütün kavramların içini boşaltmak ve nevi şahsına münhasır ülkemize göre uygulamak devletimizi komik duruma düşürüyor. Dinin siyasetle ilgisine gelirsek. Din her dönem ve hemen her ülkede bir şekilde siyasetle ilişkilidir. Hele de Türkiye gibi bir yerde Batılılaşma diye kotarılıp ancak dinden uzaklaşmayla eş anlamlı ve zamanlı olarak yürütülmeye konan bir yabancılaşma mevcutken din-siyaset ikilisinin birbirinden uzak durmasını beklemek hüsnü kabul görecek bir yaklaşım değildir. Açıklama ve sorumuz bittiğine göre mağaramıza geri dönsek iyi olur...Selamlar...
-
Dünyayı yakalamak / Dünyaya yakalanmak
Selamlar... Konu bana ithaf olunarak açıldığı için sürekli olarak dikkatle burayı takip ediyorum. Ama doğrusunu isterseniz; girişle-gidişat pek uymuyor. Evet bir ilinti var ama anlaşılmaya pek elvermiyor...Ya da ben tam olarak anlayamadım...Her ne ise,,, 1998 yılında ilk defa kaldığım öğrenci evine Yenişafak Gazetesi alıyorduk. ondan önceki gazete alışkanlığım genelde ya resimli gazetelerdi veya spor sayfasıyla alakalıydı. Ancak İdris ÖZYOL ve Gökhan ÖZCAN adlı iki yazar yüzünden gazeteye tersten dalarak okumaya alışmıştım. İşte o yazarlardan İdris olanı (pazar günleri yazıları çıkıyordu ve köşesinin adı LANETLİ SINIF'tı)ndan şimdi bir alıntı yapacağım. O kadar muhteşem bir dille yazılar yazıyor, o kadar enteresan cümleler kurabiliyordu ki, "dünyanın en kalabalık otobanına düşmüş bir kedi ölüsüdür aşk" cümlesi garip gelmiyordu o söyleyince. Devletimize göre tehlikeli olmayan şey ne acaba...Tehlikeli olmayan düşünce, hayat, insan, yaşantı hangisidir aceba...Şahsen ben, hangi hareketim neticesinde koğuşturmaya uğrayacağım hakkında bir malumat sahibi değilim ve her an başıma bir devlet işi veya kuşu (bu kuşu bir şahin olarak anlayın) konup konmayacağını bilmiyorum. Aynı dönem içerisinde komünistide, islamcıyı da sürgünde gezdiren, hapishanelerde dolaştıran bu devlet. Biz ikisinden de değiliz diyip de kurtulacağınızı pek düşünmeyin, ikisinden olmadığınızı siz değil onlar tespit edecekler daha önce olduğu gibi. İkisinden olmak da suçluluk için nasıl bir neden oluyorsa bu da ayrıca tartışılır... Kendi adıma korkmuyorum desem yalan olur herhalde... Kendinize iyi bakın...
-
KARA VE BEYAZ ORTADAN KALKTI. FARKINDA OLMAYANLARA
Selamlar... Cumartesi ve Pazar günleri bilgisayardan uzak duruyorum. Bu sebeple konuya dahil olan arkadaşlara teşekkürleri ancak bugün, yani haftabaşında iletebiliyorum. Katılımlarınızdan dolayı teşekkürler.. Başka bir iki şeye daha değinecektim ama onlar bu konuya gölge düşürür diye burada değinmiyorum ve sanırım başka bir yerde de değinmeyeceğim... Güzel olanı elde tutabileceğimiz kadar tutmaya çalışmalıyız değil mi? Mutabakattan, anlaşmaktan daha güzel çok az şey var...Sizleri az da olsa tanımaktan onur duydum... Herkese sağlık ve güzellikler diliyorum... eyvallah...
-
BU ÇAĞIN EN SİNSİ TAKİYYECİLERİ
Arkadaşlar, konuya değil Fetullah Gülen'e takılmışsınız galiba. Bir şey sorsam; yukardaki sözler ya Fetullah GÜLEN'e ait değil de Ahmet Necdet SEZER'e ait olsaydı ne diyecektiniz... Selamlar ile...Forumun admini gibi davranmak bugünde bana düşsün
-
Dünyayı yakalamak / Dünyaya yakalanmak
Hocam, elinize sağlık.. Yukarlarda ve başkaca yerlerde gördüğüm bir mesele yüzünde ayrı bir başlık açma lüzumunu duydum... Ama açtığınız konu inanılmaz manidar. Meseleleri doğru tetkik edememenin, kısır görüşlülüğün, neyin farkında olunması gerektiğinin ve dolayısıyla yanlış şeyin farkında olduğumuzda doğru şeyin farkına varamayacağımızın en güzel anlatımlarını yapmışsınız. Hele de oğula kız bulmayla ilgili cümle bunlardan sanırım en güzeli... Uyutuluyoruz demiştim. İşin garip tarafı uyutulduğumuzu herkesin görmesi lazım ama ne oluyor... Yüzyıllık Cumhuriyet tarihimizde sürekli irtica irtica dedik ve bir metre ileri yol alamadık. Mesele sadece irtica meselesi de değil. Bu ülkeye gelecek her şeyin ancak kendilerince getireleceğini ileri sürenler var. Bu ülkede bir malikler, bir de köleler mi var. Doğru mu sordum soruyu acep? Kölelerin her atılımı potansiyel bir tehlike mi...Diğer tarafta uzun bir yazı yazınca doğru cümleler kurmak bayağı bir zorlaşıyor...Malum niyetliyiz ve kafa ancak belli bir süre boyunca bu tipten metinleri kaldırıyor. Herşeyi birbirine karıştırmam an meselesi...O sebeple şimdilik bırakıyorum... hocam tekrar elinize sağlık,
-
KARA VE BEYAZ ORTADAN KALKTI. FARKINDA OLMAYANLARA
Üniversitede 1. yılımdı. İlk günlerim. Üniversiteye başlamadan önce daha önce oraya bir şekilde yolu düşmüş olanlara sorulduğu üzre biz de nasıl bir üniversite olduğunu sorduk. Solcuların ve PeKeKelilerin yoğun olduğu bir üniversiteyi kazanmıştık. Tüh Allah kahretmesindi... Dostlar, Kozan gibi Milliyetçilerin vatanı sayılacak bir yerden çıkıyorduk. Kolay değildi, Mustafa Yıldızdoğan konserlerinde ellerimizden kurt yaparak ulumalardan sonra, Daha sonraları MHP'den milletvekili olan bir akrabayla kapı komşusu olup da bahsi geçen örgüt ve solcuların yoğun olduğu bir üniversiteye gitmek. Ben ters adamdım vesselam, kavga etmektende imtina etmezdim. (Birinci sınıfta bir halı saha maçı sırasında ölmüş anama küfreden bir denyoya aşk ettiğim yumruk yüzünde 20 kadar kişi üstüme hücum etmişti nasıl da hatırladım.(bir araba dolusu dayaktan zar zor biraz sonra bahsedeceğim abi sayesinde kurtulmuştum)) Vara vara vardık ama sivereğin hanına uğramadan geçtik. Diyarbakırdayız. Evde kalıyoruz, ilk günler ben ve benim gibi bir kaç arkadaş. Hukuk fakültesi üçüncü sınıfta okuyan abimiz daha gelmemişti. Yazın bekçilik yapıp okul açıldığında oradan kazandığı parayla eğitimini sürdürüyordu. Hasılı okul açıldıktan 15 gün kadar sonnra geldi. Zeki ve bilgili bir adamdı. Bir gün aynı odada yalnız kaldığımız bir esnada ... abi dedim, bu üniversitede solcu mu çok sağcı mı...En iyi o bilirdi...Zira ben üniversitede hangisi çok ayırt edemiyordum. Dönüp "Bekir, solcu ne, sağcı ne" diye sordu. ııııııııııı, kem küm, falan filan dahi diyemedim...İşte benim merak serüvenim böyle başladı. Solcuyu ve sağcıyı bıyıklarından ve sakallarından ayırt etmenin kafi gelmediğini o zaman anladım. Benim yapmaya çalıştığım kategorizasyondu o zamanlar. Zira ne dediklerinin önemi yoktu ne olduklarının önemi vardı. Bilmiyordum. Solcuysa uzak dur, sağcıysa yaklaş. Solcuysa dövebileceğin adam, sağcıysa can yoldaşın... Araştırdıkça birşeylerin yanlış olduğunu öğrendik vesselam...Kara ve beyaz ayrımı kalkmaya yüz tutmuş biz kozan dağlarında av yapmaktan farkedememiştik.(Kozan da av yapacak bir dağ yoktur, kozan ovadır) Her şey grileşmeye başlamış...Solcunun da iyi sözleri, milliyetçinin de elle tutulur tarafları varmış, islamcısının da şeriatçısının da çöpçünün de Kahtalı Mıçının da... Hasılı bir söz, kişinin komünist, anarşıst, şeriatçi, sefil, zengin olmasıyla değil bizzat sözün kendisiyle tartılıyormuş... Kişileri kategorize etmekten vazgeçmiştim. Zira kategorize edenlerin bu eylemi saldırı amacıyla yaptığını düşünmeye başlamıştım. Sen kimsin, savunduğun ne gibi söylemler bu yüzden bana itici geliyor. Benim kim olduğundan sana ne...Sen benim ne söylediğime bak. Yanlışsa, yanlışımı ortaya koy ki ben doğruyu bulayım. Doğruysa ben şeriatçi bir man.yak olsam da sözüme itibar et. Geleyim kendimi tanıtmaya...Neye mensup olduğum belli. Ben elhamdülillah müslümanım deyip geçmeyenlendenim. Niye hamd etmem gerektiğinin bilgisine vukuf olan bir adamım. Bu sebeple müslümanlığım üzerinde duran bir adamım. Bu demek değildir ki müslümanlar yanlış yaptığında eleştirmem. Eleştiririm hem de belki en can alıcı eleştirileri ben yaparım. Yanlış bir yanlış olduktan sonra kimin yaptığının önemi yoktur. AKP'yi de eleştiririm, Faziletide, Dehap'ı da, Atatürkçüyü de, Milliyetçiyi de, Kemalisti de, Anarşisti de, Komünisti de,,, yeter ki bir yanlış göreyim. Kimsenin yanlışına alkış tutma derdinde değilim. Burada yanlışı tespit etmek önemli bir sorun olarak karşınıza çıkar ve çoğu, kendinden olanlar yaptığında yanlışın bir yanlış olduğunun farkına varmazlar. Ben de bazan böyle oluyor olabilirim. Ama azami gayreti sarfediyorum... Kalan kısımlar ise, halkı dikkate alan, devletin halk için olduğunu düşünen ve bu yüzden hegelden nefret eden, romantik, ideolojiler dışı, araziye ayak uydurmaktan imtina eden, bölge müdürüne veryansın ettiği için 2 yıldır kadrosu değiştirilmeyen, 27 yaşında, dini olarak evli, medeni olarak boş, inne lillahi ve inna ileyhi raciun ayetinin anlamına ermiş, ve hayatını pusuya düşmekten korkan kurt gibi geçiren bir adamım. Şüpheciliğim ve etraftaki her şeye bütünlüklü olarak bakmaya çalışmam da belki buradan geliyordur. Pusu korkusundan...(Bu kısmı da sandurya ya ithaf edelim bari). Milliyetçi miyim. Hayır. Vatanımı kimse için sevmedim. Burası darul islam olduğu için sevdim. Ve daha önce dedim. Kurtuluş savaşında ecdadım ne için canını verdiyse ben de onun için canımı seve seve veririm.. Canımızın kıymeti de bilinsin bari... Mesele budur ve devamı vardır...Neyi ciddiye alıp almadığımıza da değineceğiz nasip olursa.. Kendilerini bu ülkenin maliki görenlerle kendilerini bu ülkenin selfleri olarak görmekten bıkanlar arasındaki filizlenen tartışmaya da değinecek miyiz acep.... Bozan hocam açtığınız başlığı bana ithaf etmenizden dolayı onur duydum. Ayrı bir başlık açıp cevap vermem yakışık almıyor ama formun birçok yerinde sen kimsin, nesin, neyi savunuyorsun, gibi sorular soruluyor. Ben bu yaklaşımın uygun olmadığını belirtmeliydim. Zira herkes böyle yaparsa birbirimizin sözlerini değil ideolojilerini tartışırız ki o zaman teati değil savaş olur...Bunu belirtmeliydim. Siz de birkaç kez açtığınız başlıklarla bu tipten göndermelerde bulundunuz yanılmıyorsam...
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
KONU BİTSİN DEDİM AMA UZATTIM...O HALDE SON BİR ALINTIYLA BİTTİ... ALLAH'A ISMARLADIK... AHMET TAŞGETİREN...
-
EMPERYALİZM VE İRTİCA... (Emperyalizmin maşası haline giren kitle isim değiştirir... Ve artık, emperyalizmin adı İRTİCA şeklinde değişir...)
Dipnotçuğum benimde anlayamadığım noktalar var. İrticadan emperyalistler nasıl köşeyi dönüyor anlamıyorum. Acaba Emperyalizm istibdat rejimini getirerek kendisini padişah yapmak isteyen sistemin adımıdır? Yoksa emperyalizm, kardeşi öldürülen bir adamın şeriatı getirerek kısasa kısas uygulamak istemesine yol açacak sistemin adı mıdır? Ben emperyalizm denince hep sömürüyü paraya para katmayı ve bu yoldaki bütün engelleri yok etmeyi, yıkmayı, başkalaştırmayı yöntem olarak benimseyen bir sistemi anlıyorum ne yazık ki. O zaman da aklıma cemaatleşme üzerinden emperyalistlerin nasıl köşeyi dönecekleri sorusu takılıyor. Evet konuyu açtığınız yazı güzel bir yazı ama hemen 8-10 saniye evvel (okuma hızınıza göre değişir.) okuduğunuz soru kafamı karıştırıyor. Gelelim şu gık çıkmama meselesine...Sadece Türkiye de ne kadar miting yapıldı bu konuda. Hizbullah'a verilen destekler, Hizbullah Lideri Nasrallah'ın posterlerini islam coğrafyasının hemen her yerinde görmedik mi? İran'ın, Suriye'nin desteklerini İsrail bile görürken siz nasıl görmezsiniz. Ama bana kalırsa böylesi bir savaşta özellikle Türkiye dik durmalıydı. Halk dik durdu ama Devlet maalesef o kadar dirençli değildi. Ben halka güvenir devlet soylularından tedirgin olurum. Birşeyi ekleyelim, İsrail ve Amerikanın yüzsüzlüğü islam coğrafyasında biliniyor. Ne kadar tacizkar oldukları ve ne kadar olabilecekleri hakkında herkesin yaklaşık bir fikri var. Ama Avrupa konusunda müslüman coğrafyanın böyle bir inancı yok. Belki İsrail ve ABD'nin gücünden (gücünü ne kadar kötüye kullanabileceğini) çekiniyorda olabilirler. Ben de böyle bir çekince yok ama...Sadece ABD ve İsrail'e daha büyük tepkiler bekliyorum mesela bütün halklar birleşip israili oradan kazımalılar diye pembe pembe hülyalara dalıyorum. Ben bir yerleri kaldırıp birşey yapmayınca da bu kez kimse niye yapmıyor diye kızamıyorum da...Yanlış anlamayın fikir cimnastiği...ABD=İsrail ikilisine çıkan sesle karikatür karşısında çıkan sesin aynı volümde olmaması gerekir. Alıştırdı mı acaba ABD ve İsrail bizi kendilerine ... Çok tartışılan bir konu daha var. İslam coğrafyasının birçok yerinde büyük emperyalist firmalar aleyhine boykot yürütüldüğünü biliyorsunuzdur. tabii bu firmalar olmasada daha büyük petrol devi firmalar emperyalist politikalarını bir şekilde sürdürüyor o da ayrı hikaye. Bu arada emperyalizmin 2 görsel kulesini ortadan kaldıranın da zeka abidesi! bir müslüman olduğunu hatırlatayım mı (ben hala onun yaptığına-yaptırdığına-yaptırabildiğine inanmıyorum ama ) Hade bakalım kim daha çok direniyor...Mc Donolds'u, Coca Colayı, Nestle'yi almamak için irticacılar birbirini örgütlüyor ama emperyalizm onlar üzerinden para kazanıyor. Mc Donalds'ın mağazası mıdır, dükkanı mıdır, kafeteryası mıdır her ne kelimeyse; irticacı man.yağın biri bombayı arabaya koyup dalıyor ordan içeri ama mc donalds irticacıları birleştirip onlardan para kazanıyor. Sigorta şirketinden para mı alıyorlar acaba. Bilmem hangi ingiliz bankasını irticacılar! kamyonluyorlar ama o banka irticacılar üzerinden para kazanıyor. Tabi ki emperyalizm böyle durdurulamaz ama korkutulabilir. Bazı firmalar bazı yerlerden çekiliyor. Coca Cola ortadoğuda (Amerikaya göre olan ortadoğu) hizmet!? vermiyordu. Bazı yerlere girmiyor. Neyse, biri yukardaki (daha yukardaki) sorumu açıklayacak mı acaba. Ben merak ettim de... Not: Yukardaki birçok cümlem çok basitçe ve arkası fazla incelenmeden yazılmıştır. Aaaa, ne kadar da basit düşünüyormuş bu çocuk diyenler olabilir...Olsun varsın...Meraklı bir çocuk olarak görülüp cevap bekleyebilirim...
-
EMPERYALİZM VE İRTİCA... (Emperyalizmin maşası haline giren kitle isim değiştirir... Ve artık, emperyalizmin adı İRTİCA şeklinde değişir...)
Devlet değil Dipnot'çuğum, coğrafya coğrafya...İnsan ve düşünce unsururudur esas alınan coğrafya derken...Hadi kolay gelsin...
-
EMPERYALİZM VE İRTİCA... (Emperyalizmin maşası haline giren kitle isim değiştirir... Ve artık, emperyalizmin adı İRTİCA şeklinde değişir...)
Selamlar ben cahil cühela takımından bir adam olarak herşeyin ayırdına varamıyorum çoğu zaman. Mesela emperyalizmin irtica üzerinden veya doğru kuralım cümleyi din üzerinden nasıl bir kazanç sağladığını mesela farkedemiyorum. Tamam herkesi irticacı, herkesi cemaat örgütlerine mensup kıldık. Emperyalist wampirler bunlar üzerinden nasıl para kazanacaklar. Bugün emperyalizme işin garip tarafı ne komünizmin (zira onunla yönetilen ülkeler en emperyalistler olma yoluna düştüler) emperyalizme alternatif olmadığı biliniyor. Veya karşı durmadığı diyelim. Bugün emperyalistlere en yüksek ses niye islam coğrafyasından çıkıyor...hemen buraya parantez açarak Emperyalizme en büyük direnişi bugün kim gösteriyor bunu da sorayım... Ama Aydın DOĞAN gibi adamların 28 Şubattan sonra kapitallerini üçe dörde katladığı intibağı var bende. İspatla derseniz bunu ispatlayamam bunu da biliyorum... Neyse konuyu daha fazla sulandırmadan irtica, cemaat üzerinden emperyalistler nasıl para kazanıyorlar? Bilmemek ayıp değilmiş öğrenmemek ayıp imiş...İnşallah ögreneceğiz...Bizi aydınlatacak arkadaş çok...
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
katre_a, ben yapı itibariyle cümlelere, kelimelere fazla takılan bir insanım. Kabul etmem lazım ki, böyle bir yapım olmasına rağmen ben de çokça hatalar yapıyorum. Bu sözlerimden olarak "hiç bi ülkeni içine bizim kadar girilmedi diğer yerlerde bu kadar provakatör iş yapmadı ama bizim ülkemizde herkes seferber bu olayda" cümlenize takıldığımı beyan etmek istiyorum. Bu cümlede takıldığım mesele başörtüsüne bakıştaki olumlu veya olumsuz tavrı çıkaramamamdır. Kim neye karışmıştır yapıcı mı yıkıcı mı karışmıştır. Provakatör denirken mesele meclise başı örtülü olarak giren Merve Kavakçı mıdır provakatör olan yoksa "bu kadına haddini bildirin" diyen Ecevit midir? Seferberlik meselesi hayli uzun bir mesele...Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin konuya dahli ise mesele, iç hukukta konunun halkın önemli bir kısmının yararına olarak çözülmemesi neticesinde oraya davanın götürülmesi nedeniyle olmuştur. Suya düşenlerin yüzme de bilmemeleri durumunda sarılacakları şey malumdur. Konuya dışardan dahil olan yegane odak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesidir. O da konuyu demokrasi temelli olarak çözüme ulaştırmamıştır. Konuya içerden dahil olan herkes (kimisi müslüman, kimisi gayri müslim, kimi bilmem ne bela) bir şekilde konuyla kendisini alakalı görüyor. Hadi biz müslümanlar (başörtüsünde ısrar eden müslümanlar) başörtüsü Allah'ın emridir, inanç özgürlüğü hakkı da bize (yani kadınlarımıza ) bunu takma-bağlama-örtme hakkını veriyor dolayısıyla serbest olması gerekir diyoruz. Bizim konuya dahilimizde ki sebep bunun yasaklanmaya çalışılmasıdır. Müslümanlar ortak bir ülküyle hareket ettiklerinde güçlenmişler, bozulup-dağılıp-fırkalara ayrıldıklarında ise yokoluş yoluna girmişlerdir. Biz erkekler kadınların haklarını (haklar bazen yükümlülük doğurur) müslüman olmamız cihetiyle savunuyoruz. Yasağın kalmasını savunanlar ise ne cihetten savunuyorlar.!? Her ne ise...Katre_a bu başlık başından sonuna kadar incelense çözüm değil konunun neden kangren bir hal aldığı iyice görülecektir. Zira başörtüsü problemi-yasağı sağlam temellere oturtulmuş bir yasak değildir. gözden kaçırma şeklinde, halktan uzak durarak ortaya çıkmış bir yasak vardır. Eğer gerçekten ve şimdi konunun en ciddi sorusunu soruyorum: Hangi güç başörtüsünü yasaklayacak metni referanduma götürebilir. Hangi güç bunu bir kanun halinde çıkartıp da diğer seçimlerde bir önceki seçimlerde aldığı oyu alabilir. Halktan kaçırarak, korkarak halka yasak koyma ****** nasıl bir *****...Cesareti olan, yasağı tasvip eden, konulmasından yana olan, yasağı koyanlar birlik olup bir parti kursunlarda seçime girsinler bakalım ne olacak... Sanırım son sözlerimdir...selam ve dua ile...
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
katre a, selamlar kardeşim... kardeş inan sorunu tam olarak anlayamadım. İki anlama gelecek şekilde yorumladım. Başörtüsü niye yasak, diğer ülkelerde bu yasak yok da mı soruyun anlamı yoksa başörtme derdi diğer ülkelerde yok, niye siz ve kızlar başlarını örtmeye çabalıyorlar... Her iki soru da bana kalırsa yanlış. Birçok ülkede başörtüsü takılıyor ve bazı ülkelerde de kısmi veya tamamen yasaklamalar var. Yanılmıyorsam Cezayir'i duymuşsunuzdur. Fransa'da üniversite hariç liselerde yasaklandı. 2. soruyla alakalı olarak da mesela Fransa da ve Cezayir de başlarını örtmek isteyen insanlar var ve özellikle cezayir... ...Eğer bir üçüncü ve benim çıkartamadığım bir anlam varsa biraz açıklarsan memnun olurum. Lakin, konunun artık ömrünü doldurduğunu gördüğüm ve söylenecek ve anlatacak şeylerin işe yaramayacağını farkettiğim için kapatmaya çabalıyorum ve sanırım birkaç gün içerisinde konuyu kendi adıma kapatacağım...
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
Tartışma gittikçe kötü bir hal alıyor. İşin garip tarafı üniversitelerde başörtüsü takılmaya başlanmasıyla ilgili kocaman alıntı yapmışım ben ve ilk başörtüsü mağduriyetin 1967 yılında olduğunu belirtmişim. Alıntıda belirtiliyor zaten. Aynı tarihlere rastlıyorsa bilemeyeceğim, yani 1967 ile 1980'ler aynı tarihse haklısınız sayın yam yam ... Müçtehidle ulema arasında ayrım yapamayan birine ben ne anlatayım. Daha önce size bunu açıklamıştım oysa. Her ne ise, ben size meclisi adres gösteriyorum, siz bana ulemalardan bahsediyorsunuz. Bürokrasi bana kalırsa demokrasi anlayışı içerisinde (müctehidliği kötü konumlandırdığınız için bu kıyası yapıyorum yoksa müctehid ile bürokratı kıyaslamam) müctehidlikten on kat daha tehlikelidir. Halkın inançlarını kaale almaz, halkı kaale almadan işlemler yapabilir zira halka hesap verme kaygısı yoktur. İsterseniz AİHM'in ve Anayasa Mahkemesinin kararlarını siz bir okuyun. Zira biz defaaten okumak zorunda kaldık mantık bulabilmek için. Siyasi simge ile ilgili sorumun temelinde anayasa mahkemesinin kararı yatıyor. 'başörtülü öğrencilerin, başörtülü olmayanlar üzerinde psikolojik baskı oluşturacağı' düşüncesinin, başörtülü öğrencilere üniversiteyi yasaklamanın hukuki gerekçesi" nedir bana biri bunu anlatabilir mi? "AİHM kararlarında, Türk üniversite idarelerinin türbanı yasaklamasını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) din ve inanç özgürlüğünü düzenleyen 9. maddesine aykırı görmemektedir" bunun anlamı yasaklamak aykırı değildir dir. Pekiyi tersi nedir. Yasaklamamak da aykırı değildir. Yasaklamamak aykırı mıdır? yoo, o halde halkın hayli önemli bir kısmı başörtüsünün serbest olmasını isterken kim/niye yasak koymuştur...Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu kararını verirken Türkiyenin iç hukukuna bakarak karar vermiştir, ancak benzer bir durumda kendi normlarını dikkate almıştır. Deniyor ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı Leyla Şahin davasını değil tüm başörtüsü sorununu çözmüştür. Ancak benzer bir karar verildi askerlikle ilgili olarak. Adamın veya herifin teki ben askere gitmek istemiyorum, vicdani red falan gibi bir takım şeylerle AİHM'e gitti. ancak, Milli Savunma Bakanlığı tarafından vicdani redle ilgili karar hakkında yapılan açıklamada, "AİHM kararı, özel durumu yansıtan kişisel bir karardır ve ülkemizde uygulanan zorunlu askerlik hizmetinin kaldırılmasını içermemektedir" açıklamasını yaptı. Yine AİHM'in başörtüsü kararının ardından açıklama yapan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer AİHM kararının bağlayıcı olduğunu savunmuştu. YÖK Başkanı Erdoğan Teziç de "Kararın uluslararası planda olması, Türkiye'nin bundan böyle aksi yönde bir düzenleme yapma olanağını da ortadan kaldırıyor. AİHM, geçmişte vermiş olduğu kararı teyit etti. Zaten bağlayıcı. Bizim iç hukukumuzda da bağlayıcı özelliği var" dedi. Başörtüsü konusunda bağlayıcıdır diyen Cumhurun reisi niye askerlik konusunda birşey demedi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları çoğu zaman siyasidir. PKK'lılara düşünce özgürlüğüyle ilgili kararlarını gördük. Apo'nun davasının ne kadar süre içerisinde görüşüldüğünü ama benzer 100'lerce davanın 4-5 yılda görüşülüp karara varıldığını biliyoruz. Sayın yam yam anlamamaktaki ısrarınızı anlamıyorum. Bu yasağı koyan mercii, gücünü halktan alan bir mercii değildir. Meşruluğun temelinde halkın olması gerekir. Yasağın temelinde Bürokrasi vardır. Yargı bürokrasiye daha sonradan dahil olmuştur. Mahkeme kararlarının değişebileceğinden bahsetmiştim. Anayasa Mahkemesine bir dönem yürütmenin durdurulması istemiyle başvuruda bulunan bir zat-ı muhtereme anayasa mahkemesi; anayasada kendisine verilmiş böyle bir yetki bulunmadığından bahisle yürütmenin durdurulması istemini reddetmiş ancak anayasa değişmediği halde 90'lı yıllarda bu kararını değiştirerek bu yetkiyi kendisine vermiştir. Konu dogma değildir. Anayasa Mahkemesi kararını oy çokluğuyla almıştır dolayısıyla bir dahaki sefere konu önüne geldiğinde ne karar vereceğini kimse bilemez. Amannnn, boşuna okumayın yukardakileri, ben bir müctehidden alıntıladım yukardakileri, işinize yaramaz...isterseniz gidip faizden kazandığınız paraları sayın...Konunun devam etmesini istiyordum ama nafile bir çaba galiba...Selamlar ile sayın yam yam, kendinize iyi bakın...Zira hayat kısa...bu konu da bari burda bitsin...sanırım son söz sizin...
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
Sayın yam yam komik olmaya mı çalışıyorsunuz. Devlet Memurlarından bahseden kim. Üniversiteden bahsediyoruz. Ben laiklik gereği kadınların kamuya (devlet memurluğuna) başörtüsüyle girmeleri zaten bu haliyle mümkün değildir diyorum siz 657,yi bana adres gösteriyorsunuz. Ve ondan sonra dönüp dolaşıp tekrar yönetmelikten bahsediyorsunuz. Bakın Yönetmeliği kimin çıkardığından bahsettim. Yönetmiliği halkın temsilcileri çıkarmaz, bürokratlar çıkarır. Bürokratların halktan korkuları yoktur. Ben üniversite öğrencilerinin siyasi simge taşımaları yasak mıdır diye soruyorum, siz bana devlet memurlarından bahsediyorsunuz. Bazı şeyleri kim kasıtlı çarpıtıyor anlamadım doğrusu... işte size kanun dediğiniz şey bir kanun değildir. Kanunu ancak TBMM çıkartır. Yönetmelikle kanun arasındaki en büyük ayrım onu çıkartan merciidir. Daha fazla çok fazla ayrım olmasına rağmen meselenin temel noktası burasıdır. Bakın yazdığınız yerdeki hükümde ne diyor. Devlet memurları Kanun, Tüzük ve Yönetmeliklerin öngördüğü kılık kıyafet... Niye bu konu kanunla düzenlenmemiş, niye bu konu Tüzükle (aslında Tüzük de yönetmelikten pek farklı birşey değil) düzenlenmemiş de Yönetmelikle düzenlenmiş...Acaba korkulan birşey mi var... Her ne ise...Konumuz genelinde türban ve özelinde sorularıma dikkat ettiğinizde üniversitedir. İsterseniz sorularımı bir daha tekrarlayabilirim...Ama lüzumu yok, siz sırf savlarımı çürütmek için çabalıyorsunuz sanırım. Bazı şeyleri unutmuşum... Bu arada birşeyi belirteyim. Ben devlet memuruyum. Her yıl 15 Mayıs ve 15 Eylülde belirttiğiniz yönetmiliği defaaten gören bir adamım. Daha da ötesi personellerin özlük işlerine ben bakıyorum. Bu mecburiyet sebebiyle bir çok yönetmeliği ve 657'yi defaatle okuyup incelemek zorunda kaldım. Birçok kereler de severek inceledim. Kanun Numarası : 657 Kabul Tarihi : 14.7.1965 Yayımlandığı Resmi Gazete : Tarih: 23.7.1965, Sayı:12056 Görüldüğü gibi 657 sayılı devlet memurları kanunu 1965 yılında yapılmış ve aynı yıl yürürlüğe girmiş, çeşitli defalar bazı maddeleri değiştirilmiş. Ancak Madde 11- (Değişik: 12.5.1982- 2670/4 md.) ve ek madde 19'un yürürlüğe girdikleri ve kabul edildikleri tarih nedense çok manidar... Acaba bu kanunu kim yapmıştır. Yada şöyle sorayım kanundaki bu değişikliği kim yap/tır/mıştır. Zira kanunun tarihine baktığımızda iktidara darbe ile el koyan bir gücün hüküm sürdüğü tarihe denk geliyor. 06/11/1983 seçim tarihi bu. bundan önce yanılmıyorsam 12 Eylül 80 darbesi olmuş ve halkın meşru temsilcisi diye birşey kalmamıştı. Darbeciler ve atadıkları kişiler bu kanunu değiştirmiş mi görünüyorlar... Aslında bunlar önemli değil. Siyasi iradeler böyle bir kanunu yapamazlardı. Bu yönetmelik bir gözden kaçırma şeklidir. Aslında hukuk uygulamasında böyle çok fazla şey vardır. Kanun, bu konu yönetmelikle düzenlenir diye bir hüküm ihtiva ettiğinde Yönetmelik yukarda Anayasa Mahkemesinin verdiği karar doğrultusunda uygulanmalıdır. Ancak çoğu zaman bu böyle olmaz. Lakin 657 sayılı devlet memurları kanunu ve ek madde zaten aslında yönetmeliğe pek bir şey bırakmamışlardı ancak yine de darbeden çıkılmış bir dönemde böyle bir yasaklama kanununu meclise getirmek yürek isterdi ve onlarda yönetmelikle olayı gözden ve gönülden ırak olarak hallettiler... Bakın, yukarda yasağın doğumuyla ilgili olarak Yenişafak Gazetesinden yaptığım alıntılar kamu da çalışan memurelerle alakalı durumdan bahsetmiyor. YÖK'ten, üniversitelerdeki yasaklardan, ihsan doğramacıdan falan bahsediyor...Bu sebeple ben üniversitelerde yasak olup olmadığını soruyorum...Selamlar ile...
-
ORUÇ ÜLKESİ
Eline sağlık akıncı kardeş. Bu ayın hikmetini anlatan ne güzel bir yazı. Görmeyen kardeşlerimiz de görsün diye cevap yazıyorum... Üstada da, Allahtan rahmet diliyorum...
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
Politika kardeş, türban sorunu nasıl çıktı falan yukarda bahsettim sen hiçbirini okumadan cumburlop diye atlamışsın biryerlerden. Kur'an da ve islamda var mı yokmu hangi ayetler burların hepsi yazılı konu içerisinde. Ama okumaktan imtina ettiğiniz belli. Lütfen elmalı şekerinizden bir ısırık daha alın ve mümkünse güncel konular başlığı altında takılın veya bu başlığa takılmayın... Türban meselesinin de sizin için hiçbir önemi yok görüldüğü üzere, dolayısıyla bu konuya dahil olmanızı gerektirecek birşey yok. Selamlar ile...
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
Sayın Yam Yam, nihayet sürekli olarak tekrarladığım soruyu fark ettiniz. Ama bir şeye de dikkat etmemişsiniz. Ben sorunuzla ilgili daha önce yanıt verdim. Yönetmelik nedir ne değildir bunu daha önce tartıştım. Ama burada bir defa daha tekrarlamakta bir beis görmüyorum. Anayasa m.124) “Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzel kişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilirler” Anayasa Mahkemesi Kararı: E.1987/10, K1988. k.t 1988 19.4.1988 R.G. 23.8.1988-19908,s.54 “ Yürütmenin tüzük ve yönetmelik çıkarmak gibi klasik düzenleme yetkisi, yönetimin yasallığı ilkesi çerçevesinde sınırlı ve tamamlayıcı bir yetki durumundadır…Anayasada öngörülen ayrık durumlar dışında yasalarda düzenlenmemiş bir alanda yasa ile yetkili kılınmış olsa da yürütmenin subjektif hakları etkileyen bir kural koyma yetkisi bulunmamaktadır. Anayasa’da…..özerk düzenleme yetkisi değil, ancak türevsel ve bağımlı, daha açık bir anlatımla yalnız yasaya dayanan düzenleme yetkisi tanınmıştır. “ Bahsi geçen yönetmeliğin dayanağı nedir. Anayasa da ifadesini bulan laiklik mi? EVVVETTT...Nerede nerede...Anayasada...Aha...Ortada bir sorun var, kanundan bahsedilmiyor. Anayasal metinden bahsediliyor. Olmadı. Kanunlar arasında bir hiyerarşi vardır. Anayasal metnin uygulanmasını kanunlarla düzenlersiniz, kanunun uygulanmasını ise Tüzük ve Yönetmelikle mi? Evvett.. Hiyerarşi budur. Anayasanın uygulanmasını Yönetmelikle düzenlemezsiniz. Bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair bir kanunumuz halihazırda mevcuttur. Bu kanun nelerin giyilemeyeceğini saymıştır ancak türban, başörtüsünü saymamıştır. Anayasada ifadesini bulan laiklik ilkesinin kılık ve kıyafette uygulanmasını gösteren kanun budur ama kanun türbanı saymamıştır. Lakin Yönetmeliği çıkartan kişiler bu kanuna dayanarak yönetmelik çıkartmamışlardır. Zira kanunun yasak koymadığı bir noktada yönetmelikle yasak koymak mümkün değildir. Mesele işte budur sayın Yam yam... Yönetmelik kanuna bağlı olduğunda bağlayıcılığı vardır. Şöyle ifade edeyim. 4857 sayılı İş Kanununa bağlı olarak "Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmelik" i diye bir yönetmelik çıkardınız. Kanunu daha sonra anayasa mahkemesi iptal etti. Dolasıyla Yönetmelik de kendini Kanunlar çöplüğünde bulur. Demem o ki, her yönetmelik bir kanuna dayanmak zorundadır. İşte bu kadar. Laikliğiniz de bu kadar. Nevi şahsına münhasır. Gerisinin önemi yok. O kadar üzerinde durduğunuz batıda laikliğin çıkma gerekçelerini okumanızı öneririm ben de. Ve bana kalırsa laiklik tanımımda ben sizden on kat tutarlıyım. Cumhuriyetin Temel Nitelikleri Devrim Kanunlarını ifade edermiş. Türkiye Cumhuriyetinden bahsediyorduk değil mi? Yoksa hangi Cumhuriyetle yönetilen diğer ülkelerde Cumhuriyetin temel nitelikleri devrim kanunlarını ifade eder deseniz hangi devrim kanunları diye sorarlar adama. Desenize bizim Cumhuriyetimizin temel nitelikleri de nevi şahsına münhasırdır. Hasılı biz bize benzeriz. O yüzden kapalı bir toplum olmamız lazım. Aldığımız bütün kavramların önce içini boşaltıp sonra kafamıza göre dolduruluyoruz. Dikkat edin, biberin içerisine pirinç yerine buzağı sokulmaz. Hadi yaa...Acaba 60 darbesinden sonra Ali Fuat Başgil ve Cemal Gürsel arasında halk tarafından bir seçim yapılmak durumunda bulunulsaydı kim seçilirdi. En son seçimlerde adı cumhurun reisi olan bir kişiyi halk seçseydi acaba Ahmet Necdet Sezer mi seçilirdi. Veya Kenan Evren ne derece meşru idi halkın gözünde. Halk tarafından seçilirse meşruluğu artar. iki dereceli seçim sistemi kişilerin meşruluk seviyesini azaltır zira çoğu zaman halkın hiç te memnun olmadığı kişiler çeşitli sebeplerle cumhurreisliği yapmışlardır. Ve her ülkede Cumhurbaşkanının bir işi de siyasettir ve Türkiye de en büyük siyasete her zaman Cumhurbaşkanları yapmıştır. Din kimin eline bırakılabilinir. Benim işyerinin altında bir tane sayısal loto bayii var acaba ona mı bıraksak. Tutarsızlık budur. Madem laikiz ya tam laik olalım, ya da olmayalım. İşinize gelince laik, gelmeyince müdahaleci. Bunun çözümü budur. Devlet kendisine dini karıştırmak istemiyorsa dinden de elini çekecek. Yarın birgün sünni müslümanlar devletin dine karıştığından bahisle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine giderlerse rekor seviyede tazminat ödemek zorunda kalabilir devletimiz maazallah... Ne mazereti...Yukarda demişim. Böyle bir şey vukuu bulduğunda demokrasinin gerekleri ne ise ona bakarsınız demişim. Ama vukuu bulması mümkün değil, ve ben terzi değilim ki don biçme telaşına düşeyim... Ortada mağdur olduğunda çözüm aranır. Hukukçuların, niye doktor olamadıklarını düşünerek sinir krizine girme ihtimalini dikkate alıp çözüm önerileri sunmamı istemeniz arasında rahibelerle verdiğiniz örnek arasında nazarımca bir fark yoktur. Dolayısıyla bu sorunun cevabını aramak da şu an anlamsızdır. Yapsak da yapmasak da birşey değişmez dedim. Yapalım ne olur değil. Haremlik selamlık konusuna çözüm arayan kim. Böyle bir uygulama mümkün değil ki...Ben kendi evimde yapamıyorum, tabi ev biraz küçük. Acaba 500 metrekare bir evim olsaydı yaparmıydım. Sanmıyorum. Ne alakası var. Kadının hemcinslerine karşı örtünmesiyle erkeklere karşı örtünmesi arasında farklar vardır. Dolayısıyla türbanla okumak istiyorum demek erkeklerle bir arada okumak istiyorum demeye denk gelir (Yanlış anlaşılmaya meydan verecek bir cümle ama idare edelim.) Kadın sadece kadınlardan müteşekkil bir yerde bulunduğunda avret mahalli azalır. Daha fazla ruhsatı vardır. İkincisi inanç özgürlüğü değil bir dayatmadır. Başkalarına birşeyi dayatma. İnanç özgürlüğü ile dayatma arasında fark vardır. Yapalım ne olur...Sizi yalancı çıkarmamak için böyle diyorum. Sahi şimdi düşündüm de yapsak ne olur...Yapmasak müslümanlar adına ne olur. Değişen müslümanlar adına birşey olmaz...Sadece kızlardan müteşekkil bir toplulukta eğitim almak kızlarımızı daha mı dindar yapacaktır, hiç sanmıyorum. Yani ki bugün şunu istiyorlar yarın benim sakallı ve takkeli gezmemi isterler, gibi bir korkuya kapılmanıza gerek yok. Yok eğer diyorsanız ki ben korkarım, ben de ateislerin birgün laiklik adına dinimi ortadan kaldıracağından korktuğum için yazıyorum desem olur mu? Bu quote denen şeyden iyice nefret etmeye başladım. Bir alıntı yapabiliyoruz bir yapamıyorum. Ne oldu da bu forma böyle... Her ne ise...Yazılarınızı tekrar kırmızıya boyadım kusura bakmayın...
-
devrım kacınılmazdır!
Selamlar...Konu benim açımdan çığırından çıktı ve normal güzergahına çekebilme ihtimalim de yok. Bu sebeple; Bu bu konudaki son cevabım olacak…Yukarda birçok şeyi açık açık yazdım ama anlamayanlar kafalarına göre yorumluyorlar ve ikinci kez okuma kaygısı gütmüyorlar. İbni Sina bir kitabı (şu an o kitabın ismini hatırlayamıyorum) 30 defa okuduktan sonra anlamına vakıf olmuştur. Bizim zeka abidesi bazı kardeşlerimiz de bir okuyuşta siyasi ve teferruatlı bir yazıyı tamamen anlamışlar ve ikinci defa okusam da farklı olmazdı diyolarlan…Bir tanesi her şeye din penceresinden bakarsanız demiş ben yukarda“Kardeşim ben olaylara bakarken İslamı, hukuku, demokrasiyi, halkı başlangıç noktası olarak alarak konuşurum veya konuşmaya çabalarım” böyle söylemişim o ise sadece İslam kısmını almış…Ondan sonra vatanseverliğimize değinmiş…Ve hala da bu ısrarında devam ediyor… Bu sebeple bazı sert sözler ve bazı açıklamalar yapma gereği hasıl olmuştur… Ne yazık ki cehalet giderken bazılarında başka bir şey baki kalabilir. Ancak daha kötü olanı her ikisininde bulunmasıdır. Anlamı çıkarmak için uğraşmayanlar neden malum olmasını beklemiyorlar da konuya tepeden dalıyorlar anlamıyorum. Derin devlet, derin roman ayrımından sonra derin cehalet, derin kendini bilmezlik, derin tarihten habersizlik gibi ayrımlara da gitmeliyiz…Bu sözleri tek bir kişi üzerine alınsın…Vatanseverliğime laf söyleyen kişi… Sloganlardan nefret etmeme gelince: Sloganlar delil ve araştırmaya gerek duyurmaz. Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi sesini hep duyarız. Ama hiç kimsenin kalbinde bir şeyi uyandırmıyor. Yaşasın Cumhuriyet, yahu yaşasın da nasıl yaşasın, yaşamaması için bir neden mi var…Laiklik elden gidiyor…Kim götürüyor, nereye götürüyor, niye götürüyor, elimizde miydikine? Konunun başından itibaren bakın bu tipten sloganları yazanlar tek tek nedenler ve somut vakalar göstermişler midir? Tarih anlayışımıza da değinmek zorundayım. Oğuz ATAY’ın Tutunamayanlar da bir cümlesi bulunuyormuşz “Tarihimiz ikiye ayrılır; yakın tarihimiz, uzak tarihimiz. Bize en uzak olan da yakın tarihimizdir.” Diye. Ben de bunun farkına varan bir adam olarak yakın tarihimizi de uzak tarihimizi de resmi tarih kitapları ile ÖSS kitaplarından öğrenmemeye çalışıyorum. Oradan öğrenenler de sanırım slogan atmaktan başka bir şey bilmiyorlar. Gelelim Atatürk hakkındaki sözlerime: Bazı insanlar Atatürk’ü tanrılaştırıyorlar ben bir Müslüman olarak bu durumu eleştiriyorum. Nihayetinde Atatürk bir insandır, evet i bir deha olabilir, harika bir siyasetçidir, muhteşem bir askerdir ama bir insandır. Ve yanlıştan münezzeh değildir. Türkiye de sanki Atatürkseverlerle Atatürksevmeyenler arasında bir savaş varmış gibi bir düşünce var bazı arkadaşlarımızın kafasında. Böyle bir savaş olmaz. olamaz. Türkiye de Atatürk'ü mit haline getirenlerle, Atatürk'ün de yanlışlar yaptığını iddia edenler arasında olsa olsa bir görüş ayrılığı vardır. 1-Daha önce de belirttim, Türkiye de Atatürk, demokrasiyi İsmet İnönü, despotizmi temsil eder, zira ikisinin arasındaki en büyük ayrım belki de budur. Demokratik açılımları Atatürk istemiş ama sürekli İnönü engeliyle karşılaşmıştır. Cumhuriyetin Kurucusu ile Cumhuriyetin Başbakanı sürekli karşı karşıya gelmişlerdir ve Cumhuriyetin Başbakanı yukarda sözünü ettiğim “İçki masasından devlet yönetmekle” Atatürkü suçlamıştır. Ve ardında dinlenmeye çek/tir/ilmiştir. 2-Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir. Bu forumda Peygamberimize olmadık üslupla seslenenler oldu. Dediğim gibi kimse kimseyi sevmek zorunda değil ama herkes herkese hakkı teslim etmek zorundadır. Bu sözümün mefhum-u muhalifi Atatürk’ü sevmiyorum değildir ve aslında bu sözün karşıt bir anlamı yoktur. 3-Atatürk olmasaydı da biz direnebilirdik ancak sonumuz hiç hayır olmazdı. Atatürk olmadan da çeteler bazında direnişler vardı ancak, bir devlet kurmaya asla muvaffak olamazdık. Bugün bir devletimiz varsa bu Atatürk’ün siyasi ve askeri zekası sayesindedir. 4-Her şey bir yana Atatürk bir askerkişidir. Siyasi hayat her ne kadar fazlasıyla o yıllarda askeriyenin içerisine işlese de nihayetinde Atatürk bir askerdi. 5-5. şıktan olarak bazı inkılaplar halkın ihtiyaçları doğrultusunda değil, halka rağmen yapıldı. Zira kanunlar halkın ihtiyacı doğrultusunda yapılır. Ancak Atatürk’ün milleti kurtuluş savaşından çıkartıp da devleti kurduğu zamanda 150 yıllık tarihi batılışlaşma düşüncesi onu da etkilediği için ilk elden batılaşma çabalarını başlattı. İşte jakoben olarak adlandırabileceğimiz ve toplumun gelişmişlik seviyesinin çok önündeki ve ihtiyacı olmayan bazı inkılaplar yapıldı. Laiklik bunlardan biriydi zira Lozan da bir tanım yaparak azınlıkların sadece gayri Müslimler olduğunu belirttik ondan sonra da laikliği getirdik. O halde laiklik sadece azınlıklar için gelmişti. Ama bu mümkün değildir. Harf inkılabı da böyle bir devrimdir. İşte benim Atatürk adına şerh koyduğum bir iki şey budur. Ancak, bu devlet adına yaptığı ve güzel olan şeyleri ise sayarak biteremeyebilirim. 6-Bir ara Hüseyin ÜZMEZ’e soruyorlar Atatürk’ü sever misin diye? O da cevap veriyor” nasıl sevmem, kanun var” diyor. Bendeki Atatürk sevgisi bu cinsten değil. Bazılarının ki gibi de sürekli yüksek sesle bağırmak gibi değil. Zaten ben biraz utangaç bir adamım sevdiğimi kolay kolay söyleyemem. Başka bir konuda dengesini yitirmiş bir beyefendi Atatürk olmasaydı bizim hans olacağımızdan falan bahsetmişti. İşin garip tarafı söylediğim sözde herhangi bir sakatlık olmamasıydı. Neden onun da eleştirilebileceğini düşün/e/miyorsunuz. O bir tanrı mı? Atatürk bir tanrı mı? Yada tanrılaşmış bir insan mı? Peygamberi rahat rahat eleştirenler size soruyorum. 7-Atatürk’ün övülmesinden rahatsız değilim. Ve benim bahsettiğim şey övülme değildir. Nasıl sevmezsiniz, niye sevmezsiniz sendromudur. Yahu kimse kimseyi sevmek zorunda değildir, adam açık açık peygamberden nefret ettiğini söylüyor şimdi ben ona niye sevmezsin, nasıl sevmezsin dersem saç.malamaz mıyım? Türkiyede irtica tehditi varmış. İrtica kadar taş düşsün kafanıza emi…irtica ile ilgili başka bir şey demeyeceğim size. Gidip şu adreslere bakın sayfalarca yazı yazmışım… http://www.turkish-media.com/forum/index.p...ic=43884&hl İkincisi ise http://www.turkish-media.com/forum/index.php?showtopic=31657 Yazılarımın uzunluğunun nedenini ise yine kendimden alıntılayayım. Ecdadımız ne kadar vatanseverse ben de o kadar vatanseverim. Ve onlar ne için canlarını vermişlerse ben de o dava uğruna seve seve canımı veririm. Söylediklerime antitez getirmenin haricinde her şey oldu bu tartışma alanında. Ve sanırım Türkiye de bir tek ben Tanrı-Atatürk olduğunu bilmiyordum galiba. Sağolun öğrendim. Ve sanırım bundan sonra Atatürk’ün hiçbir yanlışı yoktu diyeceğim. Hatta Atatürk içki içtiğine göre bütün Müslümanların da içmesi gerekir. (Bu cümleyi mahsus yazıyorum onun içki içmesine bugüne kadar takılmamıştım ama, İnönü’nün dahi Atatürk’ü eleştirdiğini belirtmek için yazdığım bir sözünü Atatürk’ü benim böyle kötülediğim şeklinde belirtti bir …) Hatta nasıl içmezler… Benim gibi esfeli safilin de (ne dediğimi biliyorum) tartışmaların deliller üzerinden yürüyeceğini sanıyorum. Eee, be ah.mak, sen münazara diye bakarsın başkaları münakaşa diye bakar, sen muhabere sanarsın çoğu sana muharebe açar. Düşmanı düşüncelerle ve kanıtlarla yok edemiyorsan silahlı gücünü kullan…Tam Amerikan tarzı … Fazlasıyla celallendim galiba. ALINTIDIR…OKUYANLAR BİR DAHA OKUMASINLAR…OKUMA DERDİNDE OLMAYANLARA ZATEN BİR SÖZÜMÜZ YOK… 28 Şubattan her tarafta kan gövdeyi götürüyordu. Mecazen söylüyorum. Hemen her yerde irticadan irticacılardan bahsediliyordu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Sus pus oturuyorduk. Ve bir çıktık bu süreçten kaç tane banka battı. Ekonomik kriz oldu. Askeriyenin içerisinde dahi yolsuzluklar olduğunu gördük. Dahası bir hükümet Cumhuriyet tarihimizde ilk defa yolsuzluktan düştü…İrtica korkutacıyla* korkutup korkutup bir yerleri sömürüyorlar ve bazı arkadaşlarımızda olayın farkına varamıyor…İrtica söylemini birçok kişi kendi şahsi çıkarları için kullanmaktadır. Ve birçok kişi bunun farkına var/a/mamaktadır. Sanırım yeter...üç günlük sivrisineği bırakalım 500 yaşında olanı dahi (sivrisinekli ve helikopterli bir fıkra vardı) dahi anlamayacaklara az gelirmiş...Selamlar ve eyvallah... *Korkutaç kelimesi alıntıdır. Alıntının sahibi kendini biliyor…
-
devrım kacınılmazdır!
tan vakti kardeş, yazılarım çok uzundu o sebeple anlamamış olabilirsiniz,,, 2 defa daha okuyun isterseniz...Ve sakın vatanseverliğimi sorgulamaya kalkmayın....
-
devrım kacınılmazdır!
Selamlar... Celallendirmişim sizi biraz galiba... Kardeşim ben olaylara bakarken İslamı, hukuku, demokrasiyi, halkı başlangıç noktası olarak alarak konuşurum veya konuşmaya çabalarım. Cumhuriyete kimsenin dediği birşey yok...Ama Cumhuriyet başlı başına demokrasi demek değildir. Ama mesele bu değil. Mesele laiklik de değil. Mesele laiklikle halkın oyunun çatışma ihtimali ortaya çıktığında hangisine itibar edilmesi gerektiği değildir. Meseleyi inşallah net olarak tespit edeceğiz. Ata'nın içki içmesi beni ilgilendirmez, üstünden 70-ve daha fazla yıl geçmiş...Ben içki ile ilgili örneği Atatürk'ü en yakın silah arkadaşı bu kadar sert eleştirmiştir demek için verdim. Kimisi Atatürk'ü topluma kötülüyor, kimisi iyiliyor öyleyse mesele...Mesele bu mudur yani, Atatürk topluma kötülenince cumhuriyet elden gider iyilenince cumhuriyet kurtulur...Sanmıyorum... Hukuk nazarından baktığımızda yılanın başı yılan tespit edildiğinde ezilir. Yılanı tespit etmeniz için yılanın ortada olması gerekir. Somut bir vakıa olduğunda cezalandırma yoluna gidilir. Ben Türkiyedeki en kör adammıyım da ortalıkta bir yılan göremiyorum yoksa bazılarımız inanılmaz hayalperestlerde solucanları anaconda sanıyorlar... Bak kardeşim, sloganlı sözlere hep tedirginlikle yaklaştığımı söyledim. Cumhuriyet düşmanları sözüde bana öyle geliyor. Cumhuriyet halkın seçim hakkıdır. Kim bu seçme hakkından vazgeçmek ister. Cumhuriyet düşmanlarının getirme peşinde oldukları hangi sistem vardır. Suudi Şeriati mi? O şeriatten suudiler bile rahatsız. Vallahi kim cumhuriyet düşmanıdır şu an ben kestiremiyorum ve acaba gerçekten böyle bir zümre var mı bilmiyorum...Laiklikten hoşlanmayanlar vardır derseniz ona amenna...Halifeliğin kaldırılmasını tasvip etmeyen insanlar vardır derseniz bunu da kabul edebiliriz, ama cumhuriyet düşmanı dediğinizde iş karışıyor. veya benim kafam karışıyor. Yahu ben niye seçim hakkımdan vazgeçeyim (her ne kadar pek bir işe yaramıyorsada), ben man,yak mıyım da istibdatın gelmesini isteyeyim. Bütün bunlara rağmen, konu devrim mi, darbe mi konusudur bu da akılda tutulsun. Zira Atatürk devrimleri (nden hangileri) ne kadar halk tarafından kabullenilmiştir. Halk tarafından kabullenilmeyenler için yapılacak olan nedir? Yukarda bir yerlerde belirttim. Halkın derdi devrim değil. O sebeple halkla bütünleşerek devrim falan yapamazsınız. Ancak yerleşmeyen devrimler için darbe yapabilirmisiniz... selamlar...ufak bir işim çıktı...