-
İçerik Sayısı
1.698 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
2
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
Dogrucudavut tarafından postalanan herşey
-
Evren'e darbe imkani veren ABD'dir. Çünkü, o kaos ortamını yaratan NATO'nun kurdurduğu Gladyo/Kontrgerilladır. O dönemde her yerde sıkı yönetim vardı zaten. Neden bitmedi olaylar ? Oysa, 12 Eylül sabahı herşey bıçak gibi kesilmiş, ortalık durulmuştu.'' Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz '' diyen Demirel'i, Gladyo tarafından kulanılan Ülkücüleri sokağa salan Alparslan Türkeş'i, '' kadayıfın altının kızarmasını '' bekleyen Erbakan'ı tabii ki eleştirdik, eleştiriyoruz. Geçmişte, Nato’ya girişimizden itibaren, derin devleti oluşturan Gladyo yada Kontrgerilla denen yapının, Türkiye’de içi boşaltılmış bir Atatürkçülük adı altında, Sovyetlerin yayılmacılığı ve Komünizm tehlikesi bahane edilerek, soğuk savaş döneminde, hükümetlerin ABD çıkarlarına aykırı politikalar geliştirmesine mani olacak şekilde karışıklıklar çıkardığı ve bu yolla darbelere zemin hazırladığı biliniyor. Gladyo denen bu yapı, soğuk savaş sonrasında yani Komünizm tehlikesi bittikten sonra da, yine hükümetlerin ABD çıkarlarına aykırı politikalar geliştirmesine mani olacak şekilde etkisini sürdürmüştür. Ülkemizde, eğitimsizlikten dolayı kolayca kışkırtılıp galeyana getirilebilecek vatandaşlarımızın olması, soğuk savaş sırasında ülkücü-komünist, sonrasında ise, dindar-laik, Sünni Alevi, Kürt-Türk gibi çatışmaların, kutuplaşmaların manipüle edilmesini kolaylaştırmıştır. Yani, tıpkı, Çorum, Maraş katliamları gibi, Sivas ve Başbağlar olayları da bu bağlamda ele alınabilir. Bu noktada, tüm bu katliamların sonrasındaki siyasi gelişmeleri incelersek, 1978 genel şeçimlerinde % 41.4'lük oy oranıyla iktidara gelen CHP’nin, Çorum ve Maraş olaylarından sonra 1979 ara seçimlerinde % 29.1'e düştüğünü görürüz. Aynı şekilde, 1989 yerel seçimlerinde % 28,67 oy oranını tutturan ve 1991 genel seçimlerinde % 20,75 oy oranı ile 3.parti olup, DYP ile koalisyon hükümeti kuran SHP’nin oy oranı, 93’deki Sivas olaylarıyla birlikte düşüşe geçip, 1994 yerel seçimlerinde % 13,53’e düşmüştü. 1974 Kıbrıs çıkarması ve yürüttüğü sol siyaset ile gördüğü toplumsal desteğe karşın ABD ambargosu ile karşılaşan CHP hükümetinin, 1978’de yükselen sol muhalefeti ve ABD karşıtlığı, 1990’ların başında hükümet ortağı SHP’nin hazırladığı Kürt raporu ve Nato’ya mesafeli siyaseti bu olayların çıkartılmasının ana sebebidir. Bugün de Türkiye’de büyük oyunlar oynamakta ve Gladyo’nun geçmişte tertiplediği olaylar ve Sivas katliamı, Hırant Din cinayeti, Malatya, Trabzon cinayetleri gibi katliam ve cinayetler, Ergenekon denilen bir örgütün üzerine yıkılmaya çalışılmakta ve böylece ABD tarafından bir dönüşüm amaçlanmaktadır. ABD’nin değişen Ortadoğu politikası nedeniyle, Türkiye’de amaçladığı bu dönüşümde, AKP, savcıları ve yandaş medyası, ABD emperyalizminin örtüşen çıkarları gereği kolayca kullanabildiği araçlardır. Yani, geçmişteki, Gladyo’nun yerini bugün Fethullahçı Gladyo tabir edilen birimler almıştır. Bu dönüşümü daha iyi anlamak için Ergenekon dava sürecini incelemek gerekir. Bu davanın iddianamesinin konusu '' AKP hükümetini demokratik olmayan yollarla düşürülmesine zemin hazırlamak '' iken, yani önce bir kısım marjinal düşünen unsurlardan ibaret olduğu düşünülerek varlığı iddia edilen bir örgütün, sonrasında faili mechuller ile JİTEM’le ilişkilendirilip Jandarmaya genişletilmesi, sonraki dalgalarda ise, Genel Kurmay başkanlarını da gündeme getirerek tüm orduya yayılmak istenmesi söz konusudur. Yandaş medyanın alt yapısını hazırlaması akabinde gerçekleşen tutuklamalar amacı net ortaya koymaktadır. Yine, yandaş medya bir sonraki adımın sinyalllerini, Ergenekon’u ve Ordu’yu CHP ile ilişkilendiren yazılar ile vermeye başlamıştır. Oluştulmaya çalışılan düşünce, CHP’nin, Cumhuriyetin kuruluşundan beri Ergenekon yapısı ile ilişkide olduğu ve bu tip katliamları darbeleri meşrulaştırmak için kullandığıdır. Bu propogandanın nedeni de, Gladyo’nun yeniden yapılanmasıdır.
-
Cami ve minarelerde hoparlörlerin kullanılması
Dogrucudavut şurada cevap verdi: deniz_kizi başlık Dini Konular - Din - Dinler
Türkçe Ezan-Dr.Seçil Akgün Konuştuğunu, duyduğunu, okuduğunu anlayabilmek, insanoğlunun en doğal ihtiyacı olmuştur. Bunların yanısıra, duasının da anlayabileceği dilde, kendi dilinde olmasını ister. Tapınma, herne kadar kişisel bie işlemse de, memleketimizde büyük bir çoğunluğun Müslüman olması nedeniyle, İslam dini gereği olan beş vakit namaza çağrı, yüksek sesle, cami hoparlörlerinden yapılmaktadır. Türkçemizin öz benliğine kavuşması için sürekli çabaların gösterildiği bu dönemde camilerden gelen ezan sesinin Türkçe olmayıp Arapça olması, dikkat çekici bir sorundur. Kaldı ki, toplumumuz bu çağrının Türkçe olarak yapıldığı bir dönemde geçirmiştir. ”Arapça” dilinin ”din dili” olarak nitelenmesi ve bu dilde dindaşlara seslenilmesinin sakıncaları pek çoktur. En başta da insanın söylediğini ve duyduğunu anlamaması gelir. Türkiye’de bu yolda geçirilen aşamaları incelemek istersek, buna ezan kelimesinin tanımını yaparak başlayabiliriz: ”Ezan” ”duyuru” demektir. Müslümanların beş vakit kılmakla yükümlü oldukları namaza çağrıdır. Müslümanlara namaz vaktini duyurmanın şeklini bir karara bağlamak isteyen Hazreti Muhammet, çevresi ile görüştükten sonra, Abdullah bin Zeyd’in görüşünü uyguladı. Bu da çağrıyı, cami damından Müslümanlara yüksek sesle seslenerek yapmaktı. Ancak, Ezan için belirli bir makam, o zaman da saptanamamıştı. Sadece yüksek sesle okunması kararlaştırılmıştı. Bu devirden başlamak üzere, tüm Müslümanlarca ezan, dua Arapça yapılageldi. Selçuk Türkleri de İslamlığı onaylayan başkaları gibi, Arapça ezan okurlardı. Osmanlı devletinin başlangıç devirlerinde bile, Türkçenin resmi dil olmasına rağmen, ibadet, Arapçaydı. Başka diller, dua dilleri bakımından incelendiğinde, birçoğunun ergeç bir dönüşüm yaparak dualarını milli dillerinde yaptıkları görülür. İnsanların en doğal hakları, konuştuklarını ve dinlediklerini anlayabilmektir. Bu konuşılanların ”dua” olması, hiç bir şey değiştirmez. Anlaşılmamasını gerektirmez. Bizde Ezanın Türkçeleştirilme çabaları, ilk olarak yeni Osmanlılardan Ali Suavi’de görülür. 1867′lerin batılılaşma akımı öncülerinden olan Suavi, türklere batı kültürünü tanıtmayı amaçlıyordu. Hatta İslam fıkhını bile batıcı gözle eleştirmişti. Teokratik yönetime karşı özgürlüğü savunmak uğrunda can veren bu büyük adam, her zaman ”Osmanlıcaya” karşı ”Türkçeci” olmuş bunu ibadette de yansıtmak istemiştir. II.Abdülhamit tarafından Galatasaray Mektebi Sultanisi Müdürlüğüne getirilen Ali Suavi, daha o zamanlar Ayasofya ve Beyazıt camiilerinin kürsülerinden, halkla, halk dilinde ve halkı uyandıracak hutbeler yapmıştır. Suavi, sürekli olarak Türk dilinin özgürlüğünü savunurdur. Hatta yayımlamakta olduğu, ”Ulum” gazetesinde, Müslümanlara göre en mükemmel dil sayılan Arapçayı eleştirmişti. Kuran lehçesinin karışıklığına da değinmişti. Dil davasında kesinlikle hutbelerle namaz surelerinin Türkçeleştirilebileceği ve Türkçe namaz kılınabileceği fikrini savunuyordu. Hatta İmamı Azam Ebu Hanife’nin her milletin Kuran’ı kendi diline çevirebileceğine dair fetvası olduğunu bildirmişti. Yani Suavi’ye göre, ”hutbede Türkçe kullanılması zaruret, namazda Türkçe de cevazdı”. Ali Suavi’nin bu görüşleri II nci Meşrutiyetle ortaya çıkan ”Türkçülük” akımıyla da desteklendi. Devrin yazarları Türkçe’nin özleştirilmesinin gerekliliği ve önemini ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu ara Ziya Gökalp, ”Vatan” adlı şiiriyle halkın camiilerde okunan ezanı anlayamadığını belirtti. Bir başka deyimle, ibadetin milli dille yapılmasına olan özlem ve gerği de dile getirdi: ”Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur.. Köylü anlar manasını namazdaki duanın… Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur, Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın… Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.” Kurtuluş Savaşı dönemine gelince, bu dönemde amaçlanan Türklerin kendi toprakları üzerinde bağımsızlıklarını elde etmeleri ve özgürlüklerine kavuşmalarının yanısıra, sosyal yaşantılarında da çağdaş uygarlık seviyesine erişip her bakımdan Arap etkisinden arınıp ”Türk” olmalarıydı. Zaferi izleyen devrimlerde, sosyal yaşantıya büyük ölçüde önem verildiği bilinmektedir. Çağdaş bir sosyal düzene kavuşabilmede büyük bir etken olan dil, son derece önemsenmekteydi. Türkçemizi Arap etkisinden kurtarmak, özleştirmek için çabalanıyordu. Bu ara, dua dilinin de Türkçe olmasının gerekliliği üzerinde duruluyordu. Hatta 23 Nisan 1923′de TBMM’nin açılışında okunan duanın da Türkçe olmasına dikkat edildi. Kurtuluş Savaşı sonrası, 3 Mart 1922′de, Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında, Mustafa Kemal, sözü camilere getirdi. Cami kürsülerinin halkı aydınlatıcı ve yol gösterici yerler olmaları gerektiğini söyledi. Bu amacı yerine getirebilmek için herşeyden önce okunan duaları halk anlayabilmeliydi. Bu da ancak Türkçe Ezan ve Kaematle gerçekleşebilirdi. Aynı yıl, İstanbul Darilfünun müderrislerinden Ubeydullah Efendi, bir yazısıyla Muhammed’in Müslümanlara sadece ”inanma”nın yeterli olmayıp ”bilmek” de gerektiği fikrini ele almıştı. Burada da türkçe Kuran fikri ve yararı öne sürülüyordu. Artık Türkçe Kuran okuma ve dua etme kavramı yavaş yavaş yayılıyordu. Bu konuda çalışmalar da başlamıştı. İlk Türkçe hutbe, Abdülmecit Efendi’nin halife seçilmesi dolayısıyle okundu. Fatih Camii avlusunda 22 Kasım 1922 günü, bu hutbe, Ankara’dan yeni halifeyi tebrike giden heyetten Kırşehir mebusu Müfid Efendi tarafından okundu. 7 Şubat 1923 tarihinde Mustafa Kemal, Balıkesir’de Paşa Camii minberinde bir konuşma yaptı. Aslında, bu konuşma, bir hutbe niteliğindeydi. Herkesin anlayacağı dille konuşup Türkçe ezanın gerekliliğini belirten Mustafa kemal, daha önce İslam dinini ve Peygamberi anlatmıştı. Camilerin ”meşveret” yani dünya sorunlarını görüşmek için de oldupunu söylemişti. Bundan sonra, ”hutbe”nin herkesin anlayacağı dille söz söylemek anlamına geldiğine değinmişti. Konularının da askeri, idari, mali, siyasi, sosyal konuları kapsamına albileceğini açıklamıştı. ”100, 200 hatta bin sene önceki hutbeleri okumak insanları gaflet içinde bırakmıştır” demiştir. Cami kürsülerinde söylenenlerin halkın anlamayacağı dilde söylenmesinin dinleyenleri okuyanlara köle kıldığını belirtmiştir. 1924 yılında Cumhuriyetin en büyük laik aşaması yapıldı: Halifelik kaldırıldı. Bundan sonra Şeriye ve Evkaf Vekaletlerine de gerek kalmıyordu. 3 Mart 1924 tarihli kanunun I. Maddesi, Türküye Cumhuriyeti’nde halkla ilgili bütün işlemlerin yürütülmesini kesinlikle TBMM ve hükümete bırakıyordu. Ancak dinsel sorunlar süregelmekteydi. Bunlar için, Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. Camiler, medreseler, tekke ve zaviyelerin idaresi, imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin vr kayyımların atanmaları, il ve ilçelerdeki müftülük örgütleri de bu kuruluşa bağlandı. Diyanet İşleri Reisliği’nin bir de danışma Kurulu vardı. Amacı Cumhuriyet ve laikliğe hizmetti. Bu kurul, ezan ve salatın Türkçeleştirilmesi, hutbelerin Türkçe okunmasını ele aldı. Ayrıca, hutbelerin konularının siyasi, sosyal, askeri, mali içtimai ve iktisadi sorunları kapsamlarının da üzerinde duruldu. Bütün bu işlemlere girişilmesine rağmen, 1926 yılı Nisan ayında Erenköy camiinde bir müezzinin Türkçe ezan okuması, birçok karşı koymalara önayak oldu. Daha da garibi, bu hoca, Diyanet İşleri Reisliği’ne şikayet edilmiş ve geçici bir süre için görevinden alınmıştı. O zaman Kars Milletvekili olan Ahmet Ağaoğlu, 11 Nisan 1926 tarihli Milliyet Gazetsinde bir yazı yayınladı. Bu yazısında deletin resmi dili Türkçe olan Türkiye’de ezanın Türkçe okunmasının gayet olağan olduğunu söylemişti. Duanın Türkçeleştirme çalışmaları süregelirken halk tarafından anlaşılan bir ibadetin gerekliliğini kavrayanlar hergün çoğalıyordu. Üniversite öğretim üyelerinin çoğu da bu görüşteydiler. 1931 yılı Ramazanını izleyen gecelerin birinde, Atatürk Dolmabahçe’de arasıda hafızlarında bulunduğu konuklarının yanında Hafız Saadettin Kaynak’a bir Türkçe hutbe okuttu. Aynı yıl, yine Dolmabahçe’de Türkiye’nin en tanınmış müezzinlerini bir araya toplayan Atatürk, ezan ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesi isteğinde bulundu. İlk olarak, Tekbir’in Türkçeleştirilmesi ele alındı. Bunu kararlaştırmak için dokuz kişilik hafızlar meclisi kuruldu. Başkanı Hasan Cemal Bey’di. Dolmabahçe’de bir araya gelen hafızlar, camilerde Türkçe ezan okuyacak kimselerin hen Arapça, hem Trkçe bilmeleri, hem de müzikten anlamaları gereğinde görüş birliğindeydiler. Toplanan hafızlardan Hafız Kemal ”Allahu ekber”i ”Allah Uludur” diye çevirmek istiyordu. Ali Rıza Sağman ise ”Tanrı Uludur” şeklini sundu. Rıza Bey anılarında, sonuç olarak Mustafa Kemal’in fikrini sormayı kararlaştıdıklarını yazmaktadır. Hatta, Atatürk’ün oturmakta lduğu üst kattaki salona, yüksek sesle Türkçe tekbir getirerek çıkmayı teklif ettiğini, bundan da Atatürk’ün son derece memnun kaldığını söyler. Ancak her iki şekli de birkaç kere dinleyen Atatürk, ”Eskisi unutulsun” diyerek Rıza Bey’in ”Tanrı Uludur” şeklini onaylamıştı. Atatürk, Kuran’ın tercümesinin de aslı gibi makamla okunması istiyordu. Çevirinin nesir olması ise bunu engellemekteydi. Kadir gecesi, Ayasofya’da Türkçe hutbe okunduğunda Hafız Saadettin Kaynak kendi kısmına düşem ”Müzemmil” kısmını, hitabet şeklinde okudu. İlk olaral o gece radyo ile dünyaya duyurulan bu okumayı, Atatürk çok beğendi. Aynı gece Atatürk, Finlandiya Müslümanlarından teşekkür telgrafları aldı. 1932 yılı Ramazan Bayramı’nda camide Türkçe ezan okunmasına karar verildi. Atatürk, bu görevi yerine getirmek için yine Sadettin Kaynak’ı seçti. Kaynak’ın hatıralarında İstanbul halkı arasında ötedenberi Ramazanın son Cuma namazını Süleymaniye’de kılanların tüm günahlarından arınacağı inancının yaygın olduğu, bu nedenle debu camiin özellikle bu belirli günde dolup taştığını yazmaktadır. Atatürk’ün de bu durumdan yararlanarak, bu camii seçtiği anlaşılır. 3 Şubat 1932 tarihinde okunan Türkçe hutbenin konusunu bizzat Atatürk seçmilştir. Kıyafete gelince, Atatürk sarık katiyyen istemiyordu. Günlük kıyafet, açık baş ve soğuk dolayısıyle de palto giyilebileceğini söyledi. Böylece 6 Şubat 1932 tarihli Milliyet Gazetesinde Sadettin Kaynak’ın bu kıyafetle ezan okurken resmi yayınlandı. Hutbenin okunmasını imamın namaz kıldırması izledi. O günkü olağanüstü kalabalık içinde bir Arap’ın duayı protesto için olay çıkarmak istemesi de dikkate bile alınmadı. Bundan sonra, bütün camilerde Türkçe ezan okunmaya başlandı. Atatürk, kesinlikle laik bir düzen amaçlıyordu. Bu sebeple, Türkçe dua ve ezan işini devletin dine karışması olaral yorumlanabileceğinden resmiyete dökmedi. 1933 yılı Şubat ayında Atatürk bir yurt gezisine çıkmıştı. İzmir’de iken, Bursa’da Türkçe Kuran okunması yüzünden çıkan bir gericilik olayını duydu. Olay şöyleydi: Bursa’da Ulucamide 1 Şubat 1933 tarihinde Türkçe okunan dua üzerine 30 kadar gerici, Evkaf Müdürlüğüne bir güruh halinde giderek Kuran’ın Arapça okunmasını istemişti. Evkaf Müdürlüğünden sonra valiliğe giden bu gericiler, polis tarafından dağıtıldı. Olayın bastırılmış olması, Atatürk’ü derhal Bursa’ya gitmekten alıkoymadı. 6 Şubat 1933 tarihinde Bursa’da incelemeler yapan Atatürk, o gün Anadolu Ajansına olayın pek önemli olmayıp suçluların cezalandırılacağını söylemişti. Ayrıca asıl sorunun din değil, dil olduğunu belirtmiş ”Türk milletinin milli dili ve benliği bütün hayatına hakim esas kalacaktır” demişti. Bu bildiri ertesi gün Hakimiyeti Milliye ve diğer gazetelerde de yer aldı. Bursa hadisesinden bir ay sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı bir tamim hazırlayarak üç ayrı ”Türkçe” şekilde hazırlanan salatın Türkçe okunması için bildiri göndermiştir: ”Diyanet İşleri 6.3.1933 tarihli Tamimi: Öz dilimizde her tarafta Türkçe ezan okunduğu bir zamanda minarelerde Arapça salat ve selam okumak ahenksiz düşeceği gibi hükümeti celilenin takip buyurduğu maksadı milliyeye de uygun gelediğine binaen, İstanbul’daki erbabı ihtisasla biluhabere yukarıda yazılan 3 suret ile Türkçe tekbir gönderilmiştir. Her hangisi arzu olunursa icabında alakadarların ondan okumaları tamimen beyan olunur.” Bu tamimle Atatürk’ün ölümü arasında geçen sürede ezan, hutbe va salatlar Türkçe okunmuştur. Yalnız bu işlem, hiçbir zaman kanunla saptanmadığından Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllarda Türkçe okumalar kısıtlanmıştır. Yine de 26 haziran 1941 tarih ve 4055 sayılı kanuna göre, Arapça okuyanların cezalandırılacağı öngörülmüştür. Ancak bu önlem bile ”Arapça dua”nın yeniden filizlenmesini önleyemedi. 1948 yılında kurulan Millet Partisi’nin parti programı, her ferdin istediği dilde tapınabilmesi prensibini kapsıyordu. Hatta parti başkanı Hikmet bayur Bey, devletin bu esasa karışmasını laiklik prensibine karşı bir eylem olarak niteliyordu. Bu arada zaten oldukça tavsamış olan Türkçe ezan hakkındaki kanun 1950 yılında, Türk Ceza Kanununun 526′ncı maddesinden kaldırıldı (16 Haziran 1950 tarih ve 5665 sayılı kanun) ve böylece, Arapça ezana dönüşüm gerçekleşti. -
Bu cümlede ifade hatası olmuş. Doğrusu : Yani, kendi görüşünüzde olanlara yapılsa faşistlik diye eleştireceğiniz bir saldırıyı, sizin tarafınızda olmayana yapıldığında normal görmeniz, PKK’nın affedilip JİTEM’cilerin zindanlarda çürütülmesini de normal görmenizi açıklar. şeklindedir.
- 19 cevap
-
- 1
-
-
Forumun en en yeni yüzü de süper...
Dogrucudavut şurada cevap verdi: Radya başlık Öneri ve Eleştirileriniz
Dostum sanırım bu sorun internet browserının versiyonunu yükseltince ortadan kalkıyor. -
Frankfurt Emniyet Müdürlüğü tarafından hazırlanan Deniz Feneri dosyasında?
Dogrucudavut şurada cevap verdi: Efendi Türkler başlık Güncel Konular
'' Türkiye’de, Deniz Feneri davasıyla ilgili olarak bir gizlilik kararı alınmıştı. Acaba bu kararın arkasında, Sayın Başbakan’ın adının bu dosyada yer alması yatıyor mu? '' Önemli bir soru.- 5 cevap
-
- 2
-
-
Bahadır Akkuzu yaşamını yitirdi
Dogrucudavut şurada cevap verdi: Odris başlık Müzik - Müzikle ilgili herşey
Duyunca çok üzüldüm. Tıpkı Barış Manço ardından Cem Karaca'nın ölümleri gibi...Bahadır Akkuzu, Barış Manço'yu Barış Manço yapan Kurtalan Ekspres'in uyumlu, sessiz, sevimli gitaristiydi...Kuruldukları dönemdeki anlayışa bağlı kalarak gitarda şimdiki gibi hızlı sololar yerine daha yavaş ve damardan çalmaya dikkat eden Bahadır Akkuzu özellikle usta Basçı Ahmet Güvenç'in bestesi '' Dönence ''deki, onun bas riffiyle uyumlu solosuyla hatırlanacaktır. Allah'tan rahmet ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. -
Kendi görüşünden olanlara yapılan saldırıyı faşist olarak niteleyip, Gazi mahallesinde CHP'nin seçim bürosunda CHP'lilere yapılan molotoflu, taşlı, sopalı saldırıyı, '' Gazi halkının tepkisi '' diye yorumlayıp normal bulmak gibi mi davranmamız doğru olur sizce ?
-
1990’ların ortasından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli gelişmeler yaşandı. 90’ların başında güçlenen PKK terörünün arkasında ABD’nin fiili askeri yardımının olduğu biliniyordu. Bu nedenle Türk Devleti kendi içinde bir sorgulama dönemi yaşadı. O yıllar Türkiye açısından içerde terörle mücadele, dışarda ise özellikle Orta Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile ortaya çıkan potansiyel, Ortadoğu’da özellikle Irak ile geliştirilen olumlu ekonomik ilişkilerle birlikte dikkati çeker. Böyle bir Türkiye potansiyel bir tehdittir. Ortadoğu’da güçlenen, Orta Asya’da beliren bir Türk önderliğinin üzerinde dikkatle durulması gerekir. Türkiye bu gücünü ve potansiyelini tespit eder. Ama bu tespitle birlikte ülkede her gün onlarca asker ve yurttaşın ölümü ile sonuçlanan PKK terörü vardır. O halde güçlü Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da bir önderliği olacaksa öncelikle kendi içindeki teröre karşı gücünü göstermelidir. Terör, uluslararası bir organizasyon olduğu için bu uluslararası organizasyonla baş etmek için uluslararası bir mücadele gerekmektedir. 1994’ten itibaren Türkiye bu yönde bir kararlılık beyan eder. Bu tarihten itibaren Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik Irak devleti ile mutabakat içerisinde müdahalesi başlar. 1999’a kadar süren beş yıl boyunca Türkiye Cumhuruyeti ülke içine sızan teröristleri etkisiz hale getirmeyi başarır. Ancak başarı askeri alanda değildir yalnızca. Türkiye’nin güçlü sınırötesi operasyonu Kürt bölücülüğünün gelişme motivasyonunu kırar. Nitekim tüm bu dönem boyunca Kuzey Irak’ta sadece PKK değil, KDP ve KYB de güç kaybedecektir. Bunun böyle olması da çok doğaldır çünkü uluslararası bir Kürt hareketi vardır ve bu hareket Türkiye’nin etkin müdahalesiyle sinmek zorunda kalır. Fakat 99’a gelindiğinde Türkiye artık iyice dizginlenemez bir güç halini almıştır. Türkiye Şam’da yönetimi devirebilecek kadar güçlüdür ve bunu açıktan beyan eder. Türkiye’nin Irak’tan sonra Suriye’ye de girmesi bölgede Türkiye’nin mutlak üstünlüğünün sağlanması olacaktır. Bu durum ise, Körfez’e ilk müdahalesini gerçekleştiren ABD’nin uzun vadeli hedefi için en büyük handikaptır. Fakat tehlike bununla sınırlı değildir. Türkiye’de rejim içinde de bir değişiklik gözlemlenmektedir. Doksanlı yıllar boyu gelişen işçi hareketleri, laiklik eksenli mücadeleler toplumsal bir uyanışın habercisidir. Türk milleti adeta silkinmektedir. Bu silkinmenin en önemli yansıması ise Ordu’da gözlemlenmektedir. Türk Ordusu içinde komuta kademesi Kıvrıkoğlu ve Karadayı dönemleri boyunca sürecek olan sekiz senelik bir laik, bağımsızlıkçı ve ABD’ye mesafeli döneme girmiştir. Kısacası bunca yıllık sadık NATO müttefiki Türkiye’de ipler ABD’nin elinden çıkmaktadır. Özal’ın ölümü ile başlayan süreçte Türkiye’nin rota değiştirmesi ABD tarafından çok yakından takip edilir. Türkiye bu tür bir rota değişikliği nedeniyle çeşitli vesilelerle uyarılır. Sivas Katliamı, Gazi Mahallesi’ndeki ayaklanma, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi olayları Türkiye’ye ABD müdahalesinin işaretleridir. ABD’nin kontrolünde PKK, bu üç büyük provokasyonda da başroldedir. Hedef ise, Alevi-Sünni ayrımı ile Kürt hareketine bir ihtiyat kuvvetinin kazandırılmasıdır. Bunun dışında doğrudan askeriyeye uyarıdır. Bugün Soros tarafından düzenlenen Turuncu Devrimler gibi, Türkiye’de operasyon yapılmaktadır. Fakat komuta kademesindeki sağlam duruş nedeni ile ABD her seferinde başarısızlığa uğrar. Türk Devleti açısından ise önemli bir karar alınmıştır. Birincisi uluslararası planda PKK’ya barınma şansı tanınmayacaktır. Özellikle Irak’a yerleşen Türk Ordusu uzun vadeli bir tedbiri almaktadır. İkinci tedbir ise PKK’nın ekonomik ağının çökertilmesidir. Bu amaçla, devlet içindeki belli bazı güçler Kürt işadamları ve uyuşturucu kaçakçılarına karşı infazlara başlar. Böylesine sistemli bir hareket ABD’yi iyice korkutur. PKK’nın gerek iç, gerek dış dayanaklarının çökertilmesi ABD’nin Ortadoğu’ya elveda demesi olacaktır. Bu aşamada ABD üç büyük tezgah kurar. Birincisi Susurluk olayıdır. Susurluk’la birlikte ABD’nin sadık ajanı, karanlık yayınlarla devlet içinde PKK’ya karşı mücadele eden ekibi tasfiye ettirir. Böylelikle PKK ile mücadelenin ekonomik ayağı kırılır. İkincisi Jandarma Genel Komutanı’nın bir suikastle öldürülmesidir. PKK ile mücadelenin dış askeri operasyon kısmını koordine eden ve bitirici bir askeri operasyon hazırlayan Eşref Bitlis uçağı düşürülerek öldürülür. Eşref Bitlis’in öldürülmesiyle birlikte hem bitirici dış operasyon engelenmiş olur, hem de Eşref Bitlis önderliğinde Güneydoğu’da PKK’nın şehir milislerine yönelik devlet mücadelesi durmuş olur. Susurluk’la başlayan ABD denetimindeki kampanya Güneydoğu’ya uzanır. Yine bölgede PKK’ya karşı mücadele eden bir binbaşının aynı karanlık medyada konuşturulduktan sonra öldürülmesi dikkat çekicidir. Bu iki büyük operasyondan sonra PKK biraz olsun rahatlar. Ama başta bu komutanlar olduğu sürece PKK ve ABD için işler kötüye gidecektir. O nedenle ABD-PKK ittifakı büyük bir kumar oynar ve son büyük provokasyonnu gerçekleştirir. Suriye’ye müdahale etmeye hazırlanan Türkiye’ye Apo teslim edilir. Teslimat danışıklı dövüştür. Teslim edilen Apo’ya yaşam güvencesi verilir. Apo da PKK’ya silah bırakma çağrısı yapar. Böylece ABD bir taşla iki kuş vurmuş olur. Hem PKK üzerindeki hakimiyetini sağlayacak Apo’nun yaşamasını sağlamış olur, hem de PKK’ya silah bıraktırarak Türkiye’nin sınırötesi hareketlerini gerekçesiz bırakmış olur. Apo’nun İmralı’ya hapsedilmesiyle birlikte Türkiye yavaş yavaş Irak’tan çekilmeye başlar. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’daki açılma politikasının bitmesi demektir. Geri çekilen Türkiye yavaş yavaş Türkiye sınırlarına hapsolur. Şu an yaşanan durum bir hapsolma pozisyonudur. Türkiye, müttefiki ABD tarafından usta provokasyonlar ve hareketlerle kuşatılmıştır. PKK, ABD’nin Ortadoğu’daki operasyonel öncü gücüdür Apo’nun İmralı’da hapsedilmesi ile başlayan dönem Türkiye Ortadoğu ve Orta Asya’da açılma politikasını tümüyle terk ederek AB rotasına sapmıştır. AB süreci Türkiye açısından mutlak bir zayıflama dönemi olmuştur. Sürecin ABD-Türkiye ilişkileri düzleminde de tahlil edilmesi gerekir. ABD, Türkiye ile zayıflayan ilişkilerini bir süreliğine bu soğuma seviyesinde buzdolabında bekletmiştir. Böylelikle gerilen ilişkilerin düzeleceği ana kadar pusuya yatmıştır. Bu aşamada Kürt bölücülüğünü AB’ye havale ederek Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde yorularak güçsüz düşmesini beklemiştir. Şu an başlayan terör, tam da bu yorgun Türkiye’ye karşı başlatılmıştır. Geçen beş yıl içinde AB uyum yasaları ile elde edilen dil hakkı, örgütlenme hakkı, belediyelerde kazanılan seçimlerle güçlenen ve ülke içinde kendisine kendince demokratik bir taban oluşturan, kamuoyu yaratan PKK, yeniden ABD elinde eyleme sokulmuştur. PKK’nın eylemlerini ABD’nin eylemleri ile birlikte ele almak gerekmektedir. Türkiye’de başlayan terör tam da ABD’nin Irak’a müdahalesi ertesinde başlatılmıştır. Bunun anlamı açıktır, PKK ABD’nin müttefiki olarak ABD’nin yanında Irak savaşına dahil olmuştur. Bilindiği gibi Irak’a karşı savaş, dar anlamıyla Irak’a karşıdır, ama kapsamı geniştir, tüm Ortadoğu’yu içine almaktadır. ABD’nin açık hedefi İran ve Suriye’dir. Türkiye ise örtülü hedeftir. Alıntı-Gökçe Fırat
-
CHP'LİLERE MOLOTOF KOKTEYLLİ SALDIRI Geçtiğimiz gün CHP'nin Gazi Mahallesi'nde bulunan seçim ofisinin açılışında yaşanan gerginlik bugün de devam etti. Gazi Mahallesi'nde bulunan CHP seçim bürosu önüne akşam saat 19.30 sıralarında kalabalık bir grup tarafından taşlı ve molotof kokteylli saldırı yapıldı. Molotof kokteylli saldırı, Gazi Mahallesi İsmetpaşa Caddesi üzerinde bulunan seçim bürosunda, yöneticilerin toplantı halinde oldukları bir sırada yapıldı. Saldırıda seçim bürosunun tüm camları kırılırken, bazı CHP'li üyelerin de elbiselerinin yandığı belirtildi. Küçük çapta maddi hasara yol açan saldırının ardından, polis ekipleri olay yerine gelerek incelemelerde bulundu. CHP'ye saldırdıktan sonra İsmetpaşa Caddesi'nden kaçan saldırganlar, cadde üzerinde bulunan bir süpermarkete de molotof kokteyl ve taşla saldırdılar. Marketin camları kırılırken, küçük çapta maddi hasar olduğu öğrenildi. Polis saldırganların yakalanması için incelemelerini sürdürüyor. CHP Sultangazi ilçesi Belediye Meclis üyeliği aday adayı Veysel Ballıkaya, toplantı halinde oldukları sırada saldırı olduğunu belirtti. Siz Gazi Mahallesinde CHP’lilerin taşlı, sopalı, molotoflu saldırıya uğramasını bu şekilde yorumlamıştınız hatırlarsanız. Yani, kendi görüşünüzde olanlara yapılsa faşistlik diye eleştireceğiniz bir saldırıyı sizin tarafınızda olmayana yapıldığında normal görmenizi, PKK’nın affedilip JİTEM’cilerin zindanlarda çürütülmesini de normal görmemenizi açıklar.
-
Geçmişte, Nato’ya girişimizden itibaren, derin devleti oluşturan Gladyo yada Kontrgerilla denen yapının, Türkiye’de içi boşaltılmış bir Atatürkçülük adı altında, Sovyetlerin yayılmacılığı ve Komünizm tehlikesi bahane edilerek, soğuk savaş döneminde, hükümetlerin ABD çıkarlarına aykırı politikalar geliştirmesine mani olacak şekilde karışıklıklar çıkardığı ve bu yolla darbelere zemin hazırladığı biliniyor. Gladyo denen bu yapı, soğuk savaş sonrasında yani Komünizm tehlikesi bittikten sonra da, yine hükümetlerin ABD çıkarlarına aykırı politikalar geliştirmesine mani olacak şekilde etkisini sürdürmüştür. 1989 yerel seçimlerinde % 28,67 oy oranını tutturan ve 1991 genel seçimlerinde % 20,75 oy oranı ile 3.parti olup, DYP ile koalisyon hükümeti kuran SHP’nin oy oranı, 93’deki Sivas olaylarıyla birlikte düşüşe geçip, 1994 yerel seçimlerinde % 13,53’e düşmüştü.
- 169 cevap
-
- 1
-
-
- Sivas katliamı
- Madımak olayları
-
(ve 4 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Demek DTP gibi Kürt etnik milliyetçisi bir partinin demokratik bir ülkede olamayacağını kabul ediyorsunuz. Tebrik ederim. Bakın, AB üyesi demokratik bir ülke olan İspanya da neler olmuş ve AİHM ne karar vermiş : Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Birliği`nin `terör örgütleri listesi`nde yer alan ETA`nın `siyasi kanadı` olarak bilinen Batasuna`nın, İspanya Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanmasına ilişkin kararını onayladı. Batasuna, ETA`nın `terör` eylemlerini kınamayı reddediyordu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi`nin kararında şiddete arka çıkan, teşvik eden ifadelerin, demokrasilerde `özgürlük` olamayacağı, dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi`nin ifade ve düşünce özgürlüğünü güvence altına alan 10`uncu maddesi kapsamına alınamayacağı belirtildi. Batasuna`nın, 2003`te İspanya Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanmasına karar verilmiş ve bu karar 2004`te Strasbourg`daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi`ne götürülmüştü. Batasuna 2003 yılında yasaklandığında halkın yüzde 10`unun oyunu alan bir parti konumundaydı.
-
Öncelikle, Ulus( Millet )la, ırk, kavim, boy vs. farklı kavramlardır. Ulus, modern bir kavramdır.Fransız devriminden önce tarihsel olaylarda millet kavramı kullanılmaz. Ya ümmet vardı, ya da etnisite ile tanımlanan feodal beylikler, krallıklar, şahlıklar... "Ne Mutlu türküm Diyene" Vatandaşlık aidiyeti anlamında Kürtler, Türktür diyorum. Daha doğrusu Anayasamız öyle diyor. Basklarda Fransızdır gibi. Bunu herkes böyle anlamalıdır artık! Bu topraklarda yaşayan herkesi tarihçiler yüzyıllardır 'Türk' diye nitelemişlerdir, bu coğrafyanın adınada Turkia demişler. Yani, bu tanım, sosyolojik değil, coğrafi ve tarihsel bir adlandırma. Ayrıca, dünyanın en etnikten bağımsız, en ırkçı olmayan ve kapsayıcı, birleştirici tanımıdır. Bunu anlamamak gerçekten 'komik'. Şimdi rahat edelim diye tarihi mi değiştirelim ne dersiniz ? Türk sözcüğünü bir üst kimlik olarak ele alırsak, bunun, Batılıların, Avrupalıların Selçuklulara ve Osmanlılara 1000 yıldır verdiği ad olduğunu görürüz. Avrupalılar, Anadoluya da Türkiye diye gelmişlerdir. Hatta, eski Yugoslavyada Boşnaklara saldıran Sırplar da Türk diye nitelerler onları. Sanırım bunun en belirleyici özelliği müslüman olmaktır. Malum Osmanlı din eksenli bir imparatorluktu. Cumhuriyetle birlikte, bu ismin alınmasında bu durumunda etkisi olmakla beraber çoğunluğu oluşturan Türk etnik kimliğine sahip insanların etkisi de vardır. Bu durumda bu Türk etnik adı nedir diye sormak lazım tabii yani bir alt kimlik anlamında. Türk kelimesi-etnik olarak söylüyorum- Anadoluya gelen Türkmenlerin yüzyıllar boyu yerli halkla karışmasıyla kendiliğinden oluşmuş bir etnisite adı olarak kabul edilmiştir. İşte bu yüzden Atatürk, Hititleri de, Lidyalıları de, Frigleri de atalarımız kabul etmiştir. İlginç bir şey söyleyeyim o dönemlerde Avrupadan, Anadoluya gelen Galatlar, İskoçların, İrlandalıların atası olan Keltlerin bir koluydu ve Çankırı yöresine yerleşmişlerdi. Empoze edildiğinin aksine, Kürtler de Anadoluya sonradan gelmiştir ve yerli halkla karışmıştır. Günümüzde zaten etnik anlamda arı bir ırk yoktur. Bu genetik araştırmaların gelişmesiyle ispatlanmış bir gerçektir. Bu tür bir bakış en son Nazi Almanyasında kalmıştır. Nazımın şiirindeki gibi Uzak Asyadan gelenler, bir kavim ismi olan Türkmenlerdi. Bilim adamları ve araştırmacılar Türkiye sözcüğünün İtalyanca'dan geldiğini kabul ederler. Tarihçi İlber Ortaylı bir makalesinde Cenevizli ve Venedikli tüccar ve diplomatların, 12. yüzyılda, Türkiye'yi Turchia ve Turmenia olarak tanımladıklarını belirtir.Ayrıca, Türkiye adı ilk defa 1190'da bir yazılı kaynakta, Haçlı Seferi vak'ayinamesinde geçmektedir. Abdulhaluk Çay ise Turchia tanımını çok daha gerilere götürür ve Turchia tabirine ilk defa 6. yüzyılda Bizans kaynaklarında rastlandığını belirtir ve şöyle der "Bu tabir 9. ve 10. yüzyıllarda İdil/Volga Nehri'nden Orta Avrupa'ya kadar uzanan saha için kullanılmıştır. Bu kullanımın Kafkasya bölgesinde Hazar Kağanlığı için Doğu Türkiye’si, Arpad Hanedanı'nın kurduğu Macar Devleti için Batı Türkiyesi şeklinde olduğunu ve aynı tabirin 12. yüzyıldan itibaren Anadolu için kullanıldığını belirtir. Tarihte 13-14. yüzyıllarda Mısır Memlukları de Türkiye adını kullanmışlardı: ed-devlet üt Türkiya (1250-1387). Batılılar, Turchia halkına hiçbir zaman Türkiyeli demeyip, Türk (Turc) demişlerdir( Wikipedi) Tekrar edeyim. Türk Milleti tarifi, kana, ırka dayalı bir millet tarif değildir. Bu dünyanın en modern tanımıdır. Kürtler yoktur diyen de yoktur, ne bu forumda ne de başka bir yerde. Irka dayalı millet tanımı Almanlar gibi milletler için geçerlidir. Avrupalılar, 1000 senedir, bu coğrafyaya Turkia demiştir. Cumhuriyetle birlikte, bu isme atfen bu topraklarda yaşayan tüm insanlara Türk denmiştir. Türkiyede saf Türk ırkından ( Türkmen, Tatar vs. ) olan kişilerin sayısı azdır. Biz bu Anadolu topraklarındaki antik halklarla, sonradan gelen Türkmenlerin harman olmasından mütevellit bir milletiz. Bu yüzden, Atatürk, Hititleri de, Urartuları da, Frigleri de, Sümerleri de atalarımız saymıştır. Türkçe bu topraklarda kullanılan ortak dil olmuştur, tarih boyunca. Kürtler de bu topraklara Türkmenler ile birlikte sonradan gelmiştir. Aslen İrani bi halktır. Ancak, onlar da Anadoluda karşılaştıkları halklar ile karışmıştır. Zazalar, Harezmşah Türkmenleri ile gelen başka bir İrani grup olan Gurlar ile Türkmenler ve Anadolu halklarının karışması ile oluşmuş, Alevi bir gruptur. Şehirlerde yaşayan insanlar Türkçeyi öğrenmiş ve benimsemiş, dağlık, kırsal alanlarda merkezi yönetimden uzak, dağlık alanlarda yaşayanlar ise ortak dil olan Türkçeyi öğrenmemişlerdir. Kürtlerin bir kısmı, Anadoluya, Çaldıran savaşından sonra Yavuz Selim tarafından, Alevi Kızılbaş Türkmenleri bölgeden uzaklaştırmak için getirilmiştir. Lazlar bu topraklara Kürtlerden çok önce gelmiş, bugün Türk Milletine bağlı ama kendi kültürlerini de yaşayan bir gruptur. Yanlış olarak bilinen tüm Karadenizin Lazlardan oluştuğu zannıdır. Benim gerçek laz arkadaş arkadaşlarım da oldu. Onların hiçbir zaman bu topraklarda yönetimden şikayeti olmamış, yurdu herkes gibi müdaafa eden,vatansever insanlardır ve Türk Milletindendir. Çerkezlere, Çeçenlere, Abhazlara gelince, kitle olarak bu vatana yaklaşık 200 yıl önce gelmiş ve bu vatanı herkesten fazla benimseyip savunumuşlardır. Ayrıca, 1000 sene öncesinde de bu topraklarda yaşayan Çerkezler olmuştur. Tıpkı, Mısırdaki Memlükler gibi... İzmirde Yunanlılara ilk kurşunu atan ve şehit olan Hasan Tahsin de bir Çerkezdir. Çerkezler de Türk Milletindendir. Kültürlerini de hiçbir zaman unutmamaışlardır. Köylerine gittiğiniz zaman bunu çok net anlayabilirsiniz. Kürtler, bu ülkede Kürt oldukları için hiçbir zaman rahatsız edilmemişlerdir. Devletin cezalandırıdğı Kürtler, emperyalistlerin oyununa gelen, emperyalistlerle işbirliği yapıp ülkeyi ve milleti bölmeye kalkan Kürtçülerdir. Kürtler de kendi kültürlerini serbestçe yaşamaktadırlar. Terör bölgelerinde kültürel hakların arkasına sığınıp siyasi isteklerini gerçekleştirmeye çalışanlar, elbette ki tepki görecektir. Devletin televizyonda Kürtçe yayına geçmesi, bu konunun Terör örgütü tarafından istismar edilmesini önleme amacıyla olmalıdır. Roj Tv gibi TVlerden yapılan propogandaya halkın maruz kalmasını önleme açısından doğru bir harekettir. ancak, bögede Türkçe bilmeyip sadece Kürtçe bile vatandaşlarımızın olması nedeniyle, bu yayın, neticede bir yabancılaşmaya da yol açabilir. İşte bu nedenle, bu yayınlarda Türkçe öğretilemesinin de gündeme gelmesi gerekir. Maalesef, ülkemizde, bazı insanlar, bu akitsel tanımı yanlış anlıyorlar ve Türksünüz denmesini etnik kimlikleri inkar etmek olarak algılıyorlar yada onlara böyle algılattırılıyor, empoze ediliyor. Bir de, Türkiyelik diye bir garabet tanım çıkardılar. Onlara göre Millet inşası teritoryal ise, kimlik coğrafi atıflı olmalıymış. Öne sürdükleri örnek ise Fransa.... Oysa, Fransız yada Fransalı kelimesi coğrafi bir gönderme değil, o coğrafyada, o dönemin birçok derebeylerinden biri olan Fransa dükalığının ismiydi. Oysa, 'Türkiyelilik' kelimesinde de de 'Türk' var, bu sefer Türkiyenin etnik olarak Türk olanlara ait olduğunu sananlar çıkar mı dersiniz ? Bu da olmadı en iyisi 'Türkiye' adını da kaldıralım. Benim önerim 'Kütürkiye' ve 'Kütürk', yani bu topraklarda yaşayan herkese 'Kütürk' densin, ülkenin ismi de 'Kütürkiye' olsun, mesele kalmaz. Türk sözcüğünü sadece bir alt kimlik olarak lanse etmeye çalışırsanız, Türkiye insanlarının toplamından ibaret olan Türk milletini bölme yönünde davranmış olursunuz. Bu durumda da Türk milleti içerisinde yer alan çeşitli etnik gruplar dışındaki alt kimlik olarak Türkmen, Tatar gibi Türk etniğine sahip insanları da zorla ırkçılık yapmaya yönlendirmiş olursunuz. Yani, önce milleti bölüp ondan sonra da halklar kardeştir deyip birleştirmeye çalıışmak anlamsızdır. Siz, eğer, bu ülkede bir çok millet var diyorsanız, her millet için de ayrı ayrı devletçikler kurulmasını teşvik ediyorsunuz demektir. Anlaşılması gereken konu, Türklüğün etnik anlamdan bağımsız bir üst şemsiye anlamında olduğu ve Türk milletini oluşturan çeşitli unsurların da kendi kültürlerini serbestçe geliştirmesinin yanında ortak dilimiz olan Türkçeyi de öğrenmeleri, ortak tarihimizi öğrenmeleri, ortak kadere sahip olduğumuzu kabul etmeleridir. Aksi halde, düşünsenize her grubun kendi çıkarları gereği ayrı ayrı hareket ettiğini, ortak bir ülkümüz olmadığını. Bu aynı gemide yol alırken her gemi çarkını farklı yönlere çevirmeye çalışmaya benzer, neticesi de geminin parçalanması olur. Başka bir amaca hizmet etmez.
-
Kafayı sıyırmışlara bakıp ulusalcılık/Atatürk'çülüğü yargılamak için kafayı sıyırmış olmak gerekir.Ben de PKK'ya destek verenlerin ABD ve AB ve onların kurduğu NATO'nun Türkiyede kurdurduğu DERİNDEVLET/GLADYO/KONTRGERİLLA olduğunu söylüyorum. Ama siz ısrarla, üstelik sizin de '' Ergenekon =? Ulusalcılık...'' ( ERGENEKON =? ULUSALCILIK ... ) başlığında kendi ellerinizle yapıştırdığınız alıntıdaki bölümde yazılanlara rağmen, hakkındaki iddianın '' AKP hükümetine karşı darbe yapmak falan filan '' olan ve olduğu iddia edilen bir örgütün üzerine, artık kullanma tarihi geçmiş, Veli Küçük gibileri ön plana çıkartılarak ya da Susurluk işin içine katılarak İbrahim Şahin gibi Gladyo eskilerinin ya da Yalçın Küçük gibi kafayı sıyırmışların bu davaya yamanması suretiyle Gladyo'nun şimdiye kadar Türkiye'de yaptırdığı bir çok karışıklık ve katliamların yıkılmak istendiğini farkedemiyorsunuz. Atatürk'le Hitler'i; Chavez'le Bush'u Karıştıranlar... Prof.Erol Manisalı-( Hakimiyet-i Milliye ) Ulusalcılık üzerine yazılanlar ve söyledikleri hâlâ anlamak istemeyenler var. Ulusalcılık konusunda karmaşa özellikle yaratılıyor. Ogün Samast, Ağca gibi kullanılan tetikçiler, "ulusalcılığın sembolleri" olarak sahneye çıkartılıyor. Kimi yazarlar, oligarşi adına karartma uyguluyorlar. Hitler şablonu içine giren sapık ırkçılar, "ulusalcılar gibi gösteriliyor" . Neden? Atatürk 'ü, Gandi 'yi, Nâsır 'ı, Tito 'yu, Chavez 'i, Morales 'i ve yeni gelmekte olan gerçek ulusalcıları gözden kaçırmak için yapıyorlar; çünkü korkuyorlar; halkın emperyalizmi "Teşhis etmeye başlaması" oligarşiyi ürkütüyor. - Ulusalcılığın özü olan anti-emperyalist kimliği örtmek için kimi zavallıları; bürokraside ve tarikatlarda post kavgası yapanların kullandıkları, tetikçi çocukları sahneye sürüyorlar; "İşte ulusalcılar bunlardır" diyorlar. Bütün bu radikal çevreler şu özelliklere sahip: 1) Demokrasiye karşılar. 2) Hukuk dışı, saldırganlığa dayalı eylemde bulundular. 3) Onların bu eylemleri Türkiye'ye değil, Türkiye üzerinde hesaplar yapan odaklara yaradı. Gerçekte, "ulusalcı karşıtı" olan bu çevreler, şimdi ulusalcılar olarak sunuluyor. Sahte ulusalcıları bugün sahneye çıkaranlar, "gerçek ulusalcılığın önünü kesmeye çalışıyorlar" Türkiye'de ulusalcılık nedir? Ne olması gerekir? Görmek istemeyenlerin, anlamak istemeyenlerin gözünün içine soka soka sıralıyorum: 1) Türkiye'de ulusalcı olmak sorunlara Türk ulusunun penceresinden bakmak demektir... 2) Köylünün refahını arttıracak ulusal tarım politikası izlemek demektir. 3) Türk endüstrisine sahip çıkmak; yabancı tekellerin onu ele geçirmesine engel olmak demektir. 4) Makro ulusal politikalarla petrolüne, madenlerine, banklarına, limanlarına her türlü desteği vermek demektir. 5) İşçiye, memura, esnafa arka çıkmak; onların milli gelirden aldıkları payı yükseltmek demektir. 6) Devleti küçültmemek; sosyal devleti güçlendirmek demektir. 7) Ulusalcılık konut, eğitim ve sağlık olanaklarının sosyal devlet çatısı altında halka sunulması demektir. 8) Kimilerinin sandığı gibi, "ulusalcılık dışa kapanmak değildir". Dışarıya , "karşılıklı çıkarlar doğrultusunda" , dengeli olarak açılmaktır. Hâlâ anlamadıysanız günah benim değil... 9) Ulusalcılık, ulusal dış politika izlemek demektir; aynen Batı demokrasilerinin yaptığı gibi. 10) Ulusalcılık, "sosyal sınıfların örgütlenerek Meclis'te temsil edilmeleri" ve gerçek demokrasinin kurulması demektir. 11) Ulusalcılık uluslararası alanda siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel olarak ezilmeden ve ezmeden yer almak demektir. 12) Ulusalcılık, anti-emperyalist bir duruşa sahip olmak demektir.
-
Laikliğe sapkın, Atatürk ve İnönü'ye militan diyor
Dogrucudavut şurada cevap verdi: deniz_kizi başlık Güncel Konular
MEZARTAŞI Şaman, âyin sırasında yardımcı ruhlarını kullanmaktadır. Ölülerin, âilenin vefat etmiş büyüklerinin, eski Şamanlar'ın ruhlarının, ormanın, suyun ve yerin yardımcı ruhlarının da Şaman'a yardım ettiği kabûl edilir. Ölen büyüklerin ruhlarının çoğalması sonucu bu ruhların en kıdemlisinin ruhların başına geçeceğine ve bunun da diğerlerinin yardımı ile Şaman'a yol göstereceğine inanılır. Kuş biçiminde düşünülen bu ruhlar Şaman'a gökyüzüne yapacağı yolculukta yardımcı olmaktadırlar. Toplumda ulu kabûl edilen kişilerin ölümünden sonra ruhlarından medet ummak mezarları kutsamış ve bu yerler medet umulan yerler hâline gelmişlerdir. Günümüzde mezar, türbe, yatır ve benzeri yerlerin ziyareti ve bunlardan medet umulması da bu inanç sisteminin devamı olarak, Allah’ın dininin temel değerlerine tamamen aykırı biçimde ortaya çıkmış ve aksine daha da ileriye gidilerek bu dinin bir değeri gibi insanlara yutturulmaya çalışılmıştır. Göktürkçe'de ve Uygurca’da “ruh” için can anlamına gelen “tın” sözcüğü kullanılıyordu. Bu aynı zamanda “soluk” demekti. Ölüm, soluğun kesilmesi, ruhun bedenden ayrılıp uçması biçiminde düşünülüyordu. Bu yüzden de bâzen “öldü” yerine “uçtu” denilmektedir. Ruhları öbür dünyaya göç eden ataların, orada rahatsız edilmemeleri, iyi yaşamaları gerektiğine inanılırdı. Bu nedenle Eski Türkler’de mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın veya mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir. Arap dünyasında mezar taşı yoktur. Ölünün toprakla bütünleşmesi ve zaman içinde kaybolması istenir. Kutsanması yasaktır. Mezarlara taş dikilmesi ve bu taşın san'at eseri hâline getirilecek kadar süslenmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da görülmektedir. Şaman geleneğinin devamı olarak Anadolu’da mezarlara ölenlerin sevdiği eşyalar bile konmaktadır. Gelin ve genç kızların mezarları tel ve duvaklarla süslenmektedir. İşte Arap dünyasında mezar taşı yokken, mezarları kutsal görmek din adına suç olarak görülürken aynı dinden olduklarını söyleyen Türklerin nasıl olup da mezarları kutsal görerek medet umduklarının asıl sebebinin şaman dinini tam olarak terk etmemelerine rağmen, şamanizme ait inanışları İslam’ın kriterleri gibi göstermelerine dayandığı görülmektedir. ( Hanif Dostlar ) -
Laikliğe sapkın, Atatürk ve İnönü'ye militan diyor
Dogrucudavut şurada cevap verdi: deniz_kizi başlık Güncel Konular
EVLİYALARDAN MEDET UMMA Evliya diye bilinen kimselerin mezarlarında ip bağlamak, mum yakmak, tel çekmek en sık rastlanan hurafelerdir. Bir yazar şahit olduğu trajikomik olayı şöyle anlatır: “ Bir Bursa gezisinde Osman Gazi türbesinin ve itfaiye kulesinin bulunduğu tepeye çıkmıştım. Etrafı demir korkuluklarla çepeçevre sarılı tepede bir bankın üzerine oturmuş, şehrin o güzelim manzarasını seyrediyordum. Bir ara korkulukların yanında kümelenmiş bir grup kadının yamaçtan yükselen ağaçların dallarına bezler ve ipler bağladığına tanık oldum. O kubbeli mubbeli türbeleri bırakıp da neden bu ağaca dadandıklarını merak ederken söz konusu ağacın el yetişmesi mümkün olmayan, hatta kuşların bile zor konacağı dallarının üzerinde de birtakım bez parçaları bulunduğunu görünce hayretler içinde kaldım. Merakla sağa sola sordum. Bir bilen çıkmadı. Yamaçtaki ağaçların zirvesine o bezlerin nasıl takıldığını kimse açıklayamadı. Sonunda o bölgenin yerlilerinden biri doğru açıklamayı yaptı. Meğer eskiden iftar ve sahur zamanlarını bildirmek için otuz metre ötedeki itfaiye topları kullanılırmış. Bu topların ağzına sıkıştırılan bez parçalarının bir kısmı yamaçtaki ağaçların dallarına çarpıp takılırmış. Böylece türbeleri ziyarete gelen kadınlar tarafından evliya türbesi olduğu zannedilmiş ve ip bağlanmaya başlanmış. Şimdi buraya gelen kadınlar, burada büyük bir evliyanın yattığına ve duaların kabul edildiğine inanıyorlarmış!” Ne yazık ki günümüzde böyle garip adetli, mumlu, bezli türbe ziyaretlerini yapanlar kendilerini “ inançlı” diye adlandırıyorlar. Halkın bir kısmı da bu tarz, İslam’a zıt davranışlar sergileyenlerin “inançlı kişi” olduğuna inanıyor. Oysa bu inanç her neyse Kuran’ın inancı olmadığı kesindir. Bu tarz fiilleri sergileyenler, Kuran’ı üfürük kitabı gibi değerlendirirken, ıslık çalma, gece aynaya bakma tipindeki yasakları dîni bir hüküm, dînin bir gereği sanmaktadırlar. Dine sokulan ve dinin bir parçası olarak gösterilen bu hurafeleri, bunları savunan kaynaklardan öğrenmek istiyorsanız size Pamuk yayınevinin “Kuranı Kerim’in Havas ve Esrarı” kitabı ile Kudret Şandra’nın derlediği “ Dert Sizde, Derman Bende, Şifa Reçeteleri” kitabını öneriyoruz. Gerek yayınevi, gerek kitabın ismi, gerek yazarın kimliği kitapların dîni kimlik kazanmasına sebep olmaktadır. Zaten binlerce hurafe ile dinin zorlaştırıldığı yetmiyormuş gibi, “dîni özel bilgiler” gibi takdim edilen hurafeler, Kuran’ın güzel dinini tanımayanların dîni; saçma, mantıksız, uydurma sanmalarına sebep olmuştur. EVLİYA ALDATMACASI 2 Bu kitap onunla uyarman için ve inananlara hatırlatıcı olarak indirildi. Öyleyse bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın 3 Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka evliyaya(dostlara) uymayın. Ne kadar az hatırlıyorsunuz? 7. Araf Suresi 23 Allah Kuran’a uymamızı ister. O’ndan başka evliyaya uymamamızı söyler. Oysa günümüzde hurafelerle dolu bir çok kitabın yazarı Kuran’da kullanılan “evliya” kelimesiyle isimlendirilip kitapları Marifetname(bir sonraki bölümde inceleyeceğiz) diye, ilmihal kitabı diye, hadis, tefsir, mezhep kitabı diye satılmaktadır. Kuran’ın insanların uyduğu yanlış adres olarak evliyayı göstermesi ve günümüzde Kuran dışı kaynak ve insanlara uyanların bu kaynak ve yazarları Kuran’da geçen aynı kelimeyle isimlendirmeleri ilginçtir. (“Evliya” Arapça’daki “veli” kelimesinin çoğulu olup “dostlar” demektir.) Kuran’ın kelimeleri bu şekilde kullanmasına rağmen mezhepçi zihniyet kendi mezhep büyüklerinin evliyalık delillerini göstererek(!) (Kuran’ın bu tarz kullanımına karşın mezhepçi literatürde evliya kelimesi insanüstü, adeta süpermen kişi manasında kullanılır) onların eserlerinin de dinin kaynağı olduğunu ispatlamaya gayret eder. Para için önüne geleni basan yayınevleri, aklından her geçeni yazan yazarlar, bunları rekortmen yapan cahil alıcılar, Kuran’ı rehber yerine üfürük uygulayıcısı yapanlar oldukça, halimiz bakalım ne olacak!.. Hele bir de bu üfürükçüleri din adamı, hoca sananlar yok mu!.. Bu üfürükçülere gidip muskasına, göbeğine efsunlu dualardan yazdırıp medet umanlar... Bunlara paraları verip şifa isteyenler, fakat Allah yolunda zekata geldi mi üfürüğe harcadığının yarısını harcamayanlar... Kurşun dökmeye üşenmeyip, namaz söz konusu olduğunda üşenenler... Kuran’ı 40 bohça içinde duvarda tutup, eline alıp manasını anlamak, hayatın rehberi yapmak için okumayanlar... ( Kurandakidin ) -
Laikliğe sapkın, Atatürk ve İnönü'ye militan diyor
Dogrucudavut şurada cevap verdi: deniz_kizi başlık Güncel Konular
Ben de despotizmi anlattığınızı söylemedim zaten. Sadece, Hiyerarşiyi anlatmanıza gerek yok diyorum. Laf kalabalığına devam. Hiyerarşi denen mefhumu bir kendinizin mi bildiğini sanıyorsunuz ? Israrla söylemek istediğimi anlamıyorsunuz. Diyorum ki; Atatürk, İnönü ve diğerleri arasında, devletin kuruluşu bir kurtuluş hareketi sonucu olduğundan belli belirsiz bir ast-üst ilişkisi yani görünmeyen bir hiyerarşi vardı. Bu da gayet doğal çünkü İsviçre hariç askerler tarafından kurulmamış bir devlet yoktur dünyada. Ama bu avantajlı durum Atatürk tarafından hiçbir zaman bir diktatörlüğe dönüştürülmemiştir. Aynı şey İnönü için de geçerlidir. Atatürk, İnönü'yü frenlemiş, İnönü kendi bakanını frenlemiş. Bütün gücün Atatürk'ün elinde toplandığı bir an bile olmadı. Meclisi var, hükümeti var, yargıları var. Söyleyip de yaptıramadıklarını konuşalım mı? 3 kere toprak reformu için neredeyse yalvarıyor ama yapılmıyor. Meclisin fesih yetkisinin Cumhurbaşkanı'nda olmasını istiyor, 'Diktatörlük olur, hayır' diyorlar. Veto hakkını kullanmak istiyor, 'Hayır' diyorlar. Birinci Büyük Millet Meclisi'nde de İkinci Büyük Millet Meclisi'nde de Ortaçağ galip gelmiştir. Atatürk keşke diktatör olsaydı da şu toprak reformunu getiritip bizim köylümüzü çiftçi yapabilseydi. ( Turgut Özakman ) Atatürk’ü koruma kanunu olmalıdır. Bunun dayanağı da, onun manevi sahsına saygı duyan Türk insanlarının çoğunlukta olması ve Atatürk’e yapılan hakaretler ( olumlu eleştiri değil!!!!) karşısında onların adına yani kamu adına bir gücün hareket etmesi gerekliliğidir. Ha artık bu saygıyı duyanlar azalmıştır derseniz o sizin suizanınızdır derim. Ayrıca, bu yasa 1951’de DP tarafından çıkarılmıştır hatta mecliste Menderesin kanunun çıkarılma nedeniyle ilgili göz yaşartıcı bir konuşması da mevcuttur. Ancak, bu kanunda heykel ve büstlere yapılan saldırılara daha fazla ceza öngörülmesi saçmadır. Bu da DP döneminde devlete içi boşaltılmış Atatürkçülük ideolojisinin yerleştirilmiş olmasının göstergesidir. İnönü'nün statükocu olmadığını söyleyen insan sayısını konu ederek onun statükoculuğunu ispatlama yoluna gitmek ne anlama gelir ? İlla ki ‘’az ‘’ kelimesi olması gerek değil bunu anlamak için. Yok ben o niyetle söylemedim de farkına varmadan bu anlam çıkmış olabilir derseniz tamam diyeceğim de böyle bir tesadüfün olması da pek ihtimal verilecek gibi bir durum da değil hani…Üstelik eşitleme meselesinde size Ecevit’i örnek verdim onun statükocu olduğunu söyleyen. Onu bu cümlenizden sonra siyasette hiyerarşi olmaz anlamında söylediklerinize karşılık bu cümlenizi onaylamak için söylediğimi de anlamamışsınız. Demek ki sadece okumak yetmiyormuş. Bunu da İdare hukukunda mı öğretiyorlar yoksa ? -
Sayın Yakışıklı, şimdi Mehmet Ali BİRAND, ABD Büyükelçisinin 12 EYLÜL’den sonra "Our boys have done it" dediğini yazmıştır, doğru. Ama bu şifai bir bilgi ve belge sayılmaz. Üstelik, ABD bunu daha sonra tekzip etti. Bu sembol bir cümle oldu sonraları ama biz ABD'nin bu darbeyi hatta 12 Martı da yaptırdığına yaşanan olayların bütüncül bir yorumuyla inanıyoruz hatta eminiz. Fakat birisi de çıkar, mesela CIA şefi olayları çok farklı ele alır ve bunun mantığını başka bir zemine oturtur. Ona göre de biz iftira atıyoruz olur.
-
Yunanistan Ege'de provakasyona hazırlanıyor.
Dogrucudavut şurada cevap verdi: Efendi Türkler başlık Güncel Konular
- 18 cevap
-
- 1
-
-
Sizin yenilik anlayışınız nedir ?
-
O başlıkta yeralan aşağıdaki iletilerimi okusaydınız farkı yaratan unsuru anlardınız.
-
Sayın Yakışıklı, daha önce içini dökmeyenler, dökebilirler tabii. Buna karışacak halim yok. Yazılanlara gelince, T.Saylan'a Hristiyan Misyoneri dediler, ben de Evren'e ABD'nin kullandığı adam dedim. Biz T.Saylan için söylenenin iftira olduğunu biliyoruz. Ama şimdi çıkar biri de benim yazdığıma iftira diyebilir değil mi? Kendi açımızdan düşündüğümüz için söylediğimi anlamak biraz zor oluyor. Bilmem anlatabildim mi ?
-
Sevgili dostum, benim gibi yeri geldiğinde Alevi haklarını savunan bir adama öfkelenmene anlam veremesem de bunu tolere ettim merak etme. Yüzyıllardır Aleviler hakkında türlü türlü hurafelerin, söylentilerin Yavuz'dan bu yana kasıtlı olarak yerleştirilmiş olduğu bir toplumda tepkisel olmanı tabii ki anlayışla karşılarım. Bu bağlamda bilincsizliğimi de yüzüme vurman bir yandan da doğru idi, buna hak verdim ve teşekkür ettim. Bir cemevine gitmiş ve görmüştüm ama içinde gasulhane olduğunu bilmiyordum gerçekten. İnşallah seninle de birlikte birgün gideriz( Yanlış anlama, temennim gasulhanelik bir durum için değil tabii )
-
Evet, Barış için anlamsız ama Savaş için gayet anlamlı...
-
Sayın Yakışıklı, sadece ölü iken değil, Türkan Saylan sağ iken de, yani son zamanlarında kanser yüzünden acı çektiği zaman da bunlar aynıydı. Biz bunu eleştirdik değil mi? Şimdi, aynı şeyi bizim de yapmamamız gerekir. Ayrıca, Türkiye'de Kenan Evreni de iyi bilen, ona dualar eden ninelerimiz, dedelerimiz, babalarımız yok mu, olan bitenden habersiz. Biz zaten yeri geldiğinde her 3 iletimizden birinde anıyorduk kendisini şimdiye kadar. Şimdi, ölüyor diye tutup şunu da yapmıştı, bunu da yapmıştı demenin bir manası var mı ?
-
Sayın Yakışıklı, dediğim anlaşılmamış. Türkan Saylan konusunda, ölüye saygısızlığı ile eleştirdiğimiz Vakit gazetesi gibi davranmamız doğru olur mu sizce ?