Zıplanacak içerik

Dogrucudavut

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Dogrucudavut tarafından postalanan herşey

  1. Dogrucudavut şurada cevap verdi: kaplan-200 başlık Politika Bilimi
    Bu arada, laf yine dönmüş dolaşmış, Dersim Olayı’na gelmiş . Bunu yaklaşık 8 ay önce tarih bölümünde tartıştığımızda Sayın Mavi’ye sorduğum bir soru vardı : demişti. Şimdi aynı alıntıyı buraya da yapıştırıyorum. Belki bu kez okur. Bu alıntı yaptığım site sanılmasın ki, devletin kurduğu ya da resmi ideolojici, milliyetçi falan bir site. Bu site, '' DERSİM 38`DEN DOLAYI TC DEVLETİNDEN DAVACIYIZ '' diyen bir site. Sonra birisi çıkıp da, daha önce, Almanya’daki Zaza’ların sitesinde yazan ve Zaza’ların Kürt olmadığına dair yazıyı yapıştırmamın nedenini atlayıp, sayın dünyahepimizin'in yaptığı gibi '' orada şu da yazıyor ona da katılıyor musun '' diye sormasın. Bu alıntıyı yapmamın nedeni, '' devletten davacı olanların ''sitelerine koydukları bir yazı olması. Dolayısıyla inandırıcılığı oldukça yüksek. DERSİM AYAKLANMASINI HAZIRLAYAN NEDENLER - BAKİ ÖZ ( -http://www.dersim.dk/dersim%20ayaklanmasini%20hazirlayannedenler.htm- ) Dersim halkı, Osmanlı’dan beri özerk yaşıyordu. Aşiretler biçiminde örgütlenmişlerdi. Feodal bir yapı sürdürülüyordu. Ama bu gelişmiş bir feodalizm değildi, çok ilkel bir feodalizmdi. Aşiret başkanları, ağa ve seyyidlerin toprak üzerinde tekelci mülkiyetleri vardı. Aşiretler arası çatışmalar doruktaydı. Cumhuriyet’e geçilmesine karşın, toplum aşiret yapısında direniyordu. Feodal güçlerin bir bölümü Cumhuriyet’ten sonra da devlete yanaşarak köylü üzerinde etkinliğini arttırmışlardı. Dersim halkı, tümüyle Aleviydi. Inancını ve kültürünü geleneksel yapısı içerisinde sürdürüyordu. Bu durumuyla da çevre aşiretlerle ve devletin resmi inanç yapısıyla çelişkisi vardı. Inancından ötürü tarih boyu aşağılanmış ve zaman zaman kıyıma uğramıştı. Dersim olayı, Dersim’in bu genel yapısının özelliklerini taşır. Yoksa 20.-31.03.1937 gecesi Harçik köprüsünün yakılması, 26.-27.03.1937 gecesi askerlerin kadınlara sarkıntılığı nedeniyle Sin karakolunun basılıp, telefon hatlarının kesilmesi, olayı başlatan kıvılcım olur. Osmanlı’dan beri, otorite dışı yaşamaya alışık Dersim, yönetimin gerektirdiği kuralları pek yerine getirememiştir. Dersim, Osmanlı-Rus savaşından (1877/1878) sonra asker vermemiş, 1928’den sonra askerliğe katılım başlamıştır. Yalnızca il merkezlerine yakın olan köylerden yakalanabilenler, Batı illerine gönderilerek, askerlik yükümlülükleri yerine getirilebilmiştir. Dersim, vergi vermeye de pek alışık değildir. Devletin vergiyi genellikle topraksız aşiretlerden istemesi, vergi gelirlerinin % 65’ini yoksul köylüden toplamaya kalkışması, vergi ödemenin sorun olmasına neden olmuştur. Fakat, devlet giderek vergi almada başarıya ulaşmıştır. Böyle olmasına karşın, Dersim’in giderleri gelirlerinden fazladır. En az 100.000’in üzerinde hayvan, vergiden kaçırılmaktadır. Dersim’de talan ve soygun, ilkel bir geçim kaynağı olarak sürdürülmüştür. Dersimliler “kol” denilen soyguncu/talancı grupları oluşturarak, çevre aşiretlere, ilçe ve illere soygunlar düzenlemişlerdir. Toplumdaki ürün rantın en büyük vurguncuları, aşiret başkanları ve ağalar olmuşlardır. Haydaran aşireti, Yukarı Abbas Uşağı, Seyyid Rıza’nın koruması ve yönlendirmesinde olan Koçgirililer, çevrede silahlı soygun yapmaktadırlar. Erzincan, Elazığ, Malatya illeri ve bu illerin ilçeleri, Dersimlilerin soygun alanıdır. Bir yıl içerisinde, yalnızca Erzincan’da 229 soygun olayı olmuş, bu olaylar nedeniyle Mazgirt, Hozat, Nazimiye ve Ovacık ilçelerinde 4680 sanık hakkında soruşturma açılmıştır. 1937 Ekim’inde hükümet Dersim’de 3700 suçluyu silahlarıyla birlikte istemektedir. Kaçaklardan ancak 150’si tutuklanabilmiştir. Dersim, suçlu kaçakları Hükümete vermemekte direnmektedir. Dersim aşiretleri silahlıdır. Hükümet bölgede silah toplama yoluna gitmiş, 1937 Ekim’ine kadar Erzincan ve Bingöl de dahil olarak Dersim’de 4991 tüfek toplamıştır. Dersimliler kimi kez vergi vermiş, nüfuza yazılmışlarsa da bu geçici olmuştur. Devletin “yola getirme” olarak uygulamaları yıldırıştan öteye gidememiş; yeterli yönetsel, ekonomik ve toplumsal önlemler alınamamıştır. Olaya Katılım ve Doğurduğu Yitikler 1937-1938 Dersim Olayı sırasında, Dersim’de ellinin üzerinde aşiret vardır. Ayaklanmaya bunlardan ancak Yukarı Abbas Uşağı, Demenan, Haydaran, Yusufan, Kureyşan, Kalan, Bahtiyar, Keçel, Bal, Kör Abbas, Aşuran, Koç, Şam, Şeyhan, Beyit, Resik gibi aşiretler katılmıştır. Aşiret halkının tümü, olaylarda yer almamıştır. Birkaç aşiretin dışındakiler de küçük gruplar katılmışlardır. Aşiretin geneli olay dışı kalmış ve ayaklanma yanlısı olmamışlardır. Seyyid Rıza, genel önder durumundadır. Şeyh Hasananlı Alişer ve Nuri Dersimi ise, kurmayları ve teorisyenleridir. Hükümet, 1937 Mayıs’ında ayaklanmayı bastırmak için, 10.000’e yakın asker görevlendirir. Bu sayı, daha sonraları iki katına çıkarılacaktır. Iki yıl süreyle, kanlı çarpışmalar olacaktır. Köyler bombalanacak ve yıkılacaklardır. Önemli ölçüde de asker kaybı olacaktır. Kesin rakamlar verilememekle birlikte, kaynaklara bakılırsa 10.000’e yakın Dersimli bu çarpışmalarda ölmüştür. Çünkü resmi yayınlarda, tarama bölgesi içinde ölü ve diri 7954 kişi çıkarıldığı belirtilmektedir. Genekurmay yayınına göre içlerinde kimi aşiret reislerinin de bulunduğu yüzlerce haydut yok edildi. Bir o kadar da kadın ve çocuk grupları yakalandı. Bu arada yine yüzlerce hayvan, silah ve cephane ele geçirildi. Haydutların direndikleri köyler, münferit evler, komlar ve hatta tarla ve meşelikler yakıldı. Dersim ayaklanması, devlete o günkü ölçülere göre, büyük paralara mal olur. Genel Müfettişlik, bir gider bütçesi hazırlar. Hazırlık için 552.407, bir aylık harcama için 128.180, yüz günlük harcama için 426.600 liraya gereksinim olduğunu saptar. Bu giderleri karşılamak için 1937 ve 1938 bütçelerinde toplam 979.007 lira ayrılır. Olay, askeri yöntemlerle bastırıldıktan sonra, kalıcı önlemler düşünülür. Ayaklanmaya katılmamış, bölge aşiretlerinin elindeki toprakların tapuları verilir. Yine devlete bağlı kalan kimi ailelere, toprak dağıtılır. Yol, köprü, okul, devlet binaları yapılarak bayındırlık çalışmalarına önem verilir. Olaylara karışmış, sürekli “çıban başı” olabilecek aileler ile ağa, seyid ve aşiret reisi ailelerinin batı illerine sürülerek, etkinliklerinin kırılması tasarlanır. Böylece, hem Batı’nın verimli toprakları tarıma açılacak, hem Doğu’daki aşiret yapısı parçalanacak, Doğu kökenli aileler Batı’nın olanaklarına ulaşacaklar, etnik yığılmalar dağıtılarak toplumsal kaynaşma sağlanacak, hem de var olan feodal yapının ulus-devlet yapıya dönüşümü sağlanmış olacaktır. Dersim Olayı’nın bastırılması sırasında, 4. Genel müfettişlik 5000-7000 kişinin Batı’ya göçürülmesini ve oralara yerleştirilmesini gerekli görür. Yasak bölge dışında bulunan, fakat yerlerinde kalmaları sakıncalı görülen aşiret reisleri, kolbaşları, seyyid ve olay çıkaran aile ve yakınlarının da Batı illerine göçürülmesi uygun görülür. Zaten Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın çoktan beri böyle bir önerisi vardır. Dersimli ailelerin Trakya’ya serpiştirilerek yerleştirilmelerini rapor etmiştir. Ağustos 1938’de 14. Süvari Tümeni, savaştığı yörede 381 kişilik bir grubu, Batı’ya göndermek için, Elazığ’a götürmüştür. Içişleri Bakanı Şükrü Kaya Batı’ya sürülecek aileleri belirlemiş ve 3470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve Izmir gibi batı illerine serpiştirilerek yerleştirilmiştir. Bu sürgünler için, 300.000 lira ödenek ayrılmıştır. Dersim Olayı ve Önemli Yöneticilerin Tutumu Dönemin liderlerinin Dersim olayındaki rolleri, tartışmalıdır. Kimin/kimlerin ne kadar payı vardır? Olayı kim/kimler yönlendirmiştir? bu alanda halkta yerleşmiş olan kanı doğru mudur? Raporlarında görüldüğü gibi Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın Dersim’e, Aleviliğe ve Kürtlüğe bakışı hiç de olumlu değildir. Oldukça ön yargılıdır. Şovence yaklaşmaktadır. Bölgenin asimile edilmesinden ve askeri harekattan yanadır. Dersim halkının Trakya’ya göç ettirilmesini önermiştir. Bölgeye yapılan askeri harekatın esaslarını da o hazırlamıştır. Bir Genelkurmay Başkanı olarak, olayların gelişmesinde haberinin olmaması olası değildir. Başbakan Ismet Inönü, 1935 tarihli raporunda Doğu illerini “önemli bir dayanak” olarak görür. 21.06.1937’de Elazığ’da yetkililerle bir toplantı yaparak, 1937 harekatının emrini verir. Ayaklanma yıllarında halkın Batı illerine göç ettirilmesini doğru bulmaz, karşı çıkar. Iç politikadaki uygulamaları benimseyemediğinden Başbakanlıktan ayrılır ve yerine Celal Bayar getirilir. Benimsemediği uygulamalar Dersim’deki harekatın şeklidir. 1938 Harekatı sırasında, yönetimde olmadığı için Dersim halkınca suçlanmaz. Celal Bayar, Iktisat Bakanlığı günlerinde, 1936’da Doğu’ya yaptığı bir gezisi sonucunda sunduğu “şark raporu”nda -bir iktisatçı olarak- bölgede ekonomik önlemleri önermez, “dayanılacak en büyük gücün, ordu ve jandarma olduğunu” savunur. Ayaklanmaların kesinlikle “şiddet uygulaması” ile bastırılmasını ister. 1938’lerde Başbakan olan Celal Bayar’ın görüşlerinde bir değişiklik yoktur. Dahası, düşüncelerini uygulama olanağı bulmuştur. 30.06.1938’de Meclis konuşmalarında ve dönemin gazetelerinde yer alan aynı günkü demeçlerinde; “Dersim sorununun kökünden çözümü için orduya görev verildiği” ve ayrıca bölgede “tarama harekatı” yapılacağı resmen açıklanır. Celal Bayar, bu alandaki kararlılığını, uygulamasıyla gösterecek, suçu da daha sonraları Atatürk’ün üzerine yıkmayı becerebilecektir. Olayda cumhurbaşkanı olarak Atatürk’ün ne ölçüde rolü vardır? Hep düşünülmüş, Atatürk, onun karşıtı çevrelerce, oldukça suçlu gösterici bir tutuma girilmiştir. Atatürk, huzurlu bir ortamda devriminin yaşama geçirilmesinden yanadır. Yasaların çalışmasını ve toplumun her kesiminin, bu yasalara uymasını istiyordu. Bu amaca ters düşen eylem ve davranışlar, ona göre doğallıkla gerekli cezayı görecek ve yasa egemenliği sağlanacaktır. Atatürk’ün tutumuna bu açıdan bakmak gerekir. 30.08.1938 Zafer Bayramı’ndaki orduyu başarısından ötürü kutlaması, destekçileri olduğunu belirtmesi, Meclis açış konuşmasında 01.11.1938 Dersim’de bir “haydutluk ve eşkıyalık olayları” olarak nitelediği olayların bitirilerek, ulusal egemenliğin sağlandığını belirtmesi; bundan kıvanç duyduğunu söylemesi bu nedenledir. Atatürk’ün hedefi, halk değil; ayaklanan, yasaları çiğneyen, devlet otoritesini kabul etmeyen aşiret üst çevreleridir. Halkı bunların yönlendirdiğini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle 04.05.1937 Bakanlar Kurulu kararında hedef alınacak kesim çok iyi bir biçimde belirlenmiştir. Onlarsa şunlardır: “Silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek duruma getirmek...” Atatürk, olaya ayaklanan aşiretler açısından bakmış ve onların bastırılmasını istemiştir. Dersim Olayının Niteliği Dersimliler kendilerini “Horasanlı” ve Zaza olarak niteler. Inanç olarak, Alevidirler. Dersim olayı bir Kürt hareketi değildir. Bir Kürt ulusal hareketi niteliği ve görüntüsü sergilemez. Her ne kadar teorik önderlerinden Alişer ile Nuri Dersimi, katı bir Kürtçülük çabası içerisinde iseler de bu durum Dersimlinin sorunu ve amacı hiçbir zaman olmamıştır. Bu teorik önderler, düşüncelerini halka kazandıramamışlardır. Kısaca olay, bir ulusal Kürt hareketi değildir. Zaten Kürt kesimiyle de bir birleşmeleri olmamış, olayın bastırılmasında Sünni Kürt aşiretleri, devlet güçlerini doğrudan desteklemişlerdir. Olayda, Şeyh Said olayında olduğu gibi dinsel bir amaç ve nitelik de yoktur. Alevilik sorunu, hiçbir zaman öne çıkarılarak, herhangi bir istekte bulunulmamıştır. O nedenle, başka olaylarda olduıu gibi dinci, gerici vb. olarak değerlendirilemez. Çünkü, dinsel bir hareket değildir. Bir Zazalık niteliği de görülmez. Ayaklanmacıların, böyle bir istekleri yoktur. Bir ulusallık aranmamaktadır ve Kürtlük/Zazalık açısından “bir ulusal bilinç yoksunluğu” vardır. Dersim Olayı bir bölgesel/lokal olaydır. Bölge dışına taşmamış ve yardım almamıştır. Yine, bölge içerisinde sönmüştür. Bölgenin Osmanlı’dan taşıyıp getirdiği feodal yapısının koşullarında oluşan, feodal nitelikli bir olaydır. Olaya aşiretler ve aşiret yapısı yön vermiştir. Amaç, aşiret düzenini korumaktır. Aşiretlerarası sürtüşme nedeniyle, olaya bölgenin tüm aşiretleri de katılmamışlardır. Olay, ulus-devlete katılmamak amacıyla, bir aşiretler ve bölge direnişi olarak sürmüş ve devlet gücü karşısında doğal olarak kırılmıştır. Ulus-devlete karşın, aşiret düzenini sürdürme mücadelesinde başarılı olunamamıştır. Dersim ayaklanmacılarının, bir dış destek yardımı yoktur. Başında böyle bir tasarıları da olmamıştır. Kısaca Dersim ayaklanmasının arkasında “yabancı parmak” yoktur. Çıkacak olan II. Dünya Savaşı’nda Ingiltere, Türkiye’yi yanında tutmak ve Alman kanadına itmemek için, Dersim ayaklanmasına destek olmaz, hükümeti destekler. Seyyid Rıza’nın “Dersim Generali” imzasıyla 30.07.1937’de Ingiltere’den yardım isteğine, Ingiltere, “Bekle ve dengenin kimden yana döneceğini gör” taktiği izleyerek; Seyyid Rıza’nın tutuklanmasından sonra, 05.10.1937’de yanıt verir ve Seyyid Rıza’nın mektubunu “ciddiye almadıklarını Türk Hükümeti’nin bilmesini” ister. Nuri Dersimi’nin Eylül 1937’dan sonra yurt dışına çıkarak dış destek arayışları sonuçsuz kalır. Çünkü başında böyle bir plan yapılarak ayaklanılmamıştır. Sonradan gelişen koşullar doğrultusunda, bu tür arayışlar içerisine girilmiştir. Dersim ayaklanması, bir dış kaynaklı ayaklanma değildir.
  2. Dogrucudavut şurada cevap verdi: kaplan-200 başlık Politika Bilimi
    Osmanlı'yı Cumhuriyeti kuranlar yıkmıştır. Bir devletin yıkılması siyasi sisteminin, ideolojisinin ortadan kaldırılması ile olur. Yani, bir ülkenin savaş kaybetmesi, işgal edilmesi o devletin, o siyasal sistemin yıkıldığı anlamına gelmez. İşgal altındaki İstanbul'da Damat Ferit hükümeti ve Padişah'dan oluşan Osmanlı devleti, Kurtuluş Hareketi sırasında kurulan TBMM tarafından Monarşi kaldırılana kadar, ''Devlet-i Aliyye '' olarak devam etmiştir. Hatta Kurtuluş Savaşı kazanıldığında Atatürk'e Padişahlık teklif edilmiştir. Yani; Atatürk ve arkadaşları isteseydi pekala '' Osmanlı '' adı ile birlikte siyasal sistemini de devam ettirebilirdi. Ama yapmadılar ve Osmanlı'yı '' yıktılar ''. Bunu 1950'den sonraki sağ parti iktidarlarının, eğitim sistemine yaptığı müdahalelerde arayacaksinız. Çünkü, Cumhuriyet'in yaptıkları ile kastedilen, ilk dönem uygulamalarıdır.
  3. Dogrucudavut şurada cevap verdi: kaplan-200 başlık Politika Bilimi
    Bunun cevabı da daha önce verilmişti :
  4. Dogrucudavut şurada cevap verdi: kaplan-200 başlık Politika Bilimi
    Sayın dünyahepimizin, daha önceki iletinizde; demiştiniz. Ama bu iletinizde; diyorsunuz. Yani, sizin mantığınıza göre, haklarının verilmediğini düşünen her etnik grup bir parti kurmalı mıdır ? Bunu mu söylemek istiyorsunuz ? Yani, anladığım kadarıyla Kürtler ve Alevilerin, şu anki demokrasimizin bireysel haklar konusundaki eksiklikleri yüzünden, kendi partilerini kurmalarını normal görüyorsunuz. Aynı mantıkla ülkemizdeki Zazalar, Araplar, Arnavutlar, Çerkesler, Boşnaklar vb. diğer Türk etniğinden farklı etnik grupların da ayrı birer parti kurmalarını da normal gördüğünüzü anlıyorum yazdıklarınızdan ama hem '' Anayasaya uygun sekilde çalisan her parti demokrasi icerisinde yasayabilir '' diyorsunuz hem de '' Etnik ve dinsel bazda parti kurmak ve siyaset yapmak demokrasiye aykiri degildir '' diyorsunuz. Buradan sizin Anayasa’yı ve Siyasi Partiler Kanunu'nu bilmediğiniz sonucuna varıyorum. Çünkü, Anayasa’ya ve Siyası Partiler Kanunu’na göre '' etnik ve dinsel bazda parti kurmak '' yasaktır. Sadece AKP değil, MHP, BBP, SP ve gibi partiler de eğer bu ilkeleri delen eylemlerde bulunurlarsa yargılanıp kapatılabilir. Refah partisi ne diyordu ? Biz Müslümanların partisiyiz diğerleri patates dininden. MHP ve BBP de tutar biz Türk ırkının partisiyiz diye bir abukluk yaparlarsa elbet yargılanırlar. Yapmışlar da yargılanmamışlar ise bu devletin ayıbıdır. Öte yandan, bu partilerin bu gibi söylem ve eylemlerini normal ve demokrasi içinde görmek onları desteklemek anlamına gelir. Tıpkı, sizin Kürt etnik milliyetçisi söylem ve eylemlerine rağmen DTP’yi normal görmenizin ne anlama geldiği gibi. Aleviler bugün de bir parti kurma hazırlığındalar ama sizin sandığınız gibi, tüzüklerinde '' bu parti Alevilerin partisidir '' gibi bir madde Anayasa’ya ve dolayısıyla Siyası Partiler Kanunu’na göre yer alamaz. Doğal olarak, kurucuları Alevi, Sünni, Kürt, Türkmen, Çerkes, Arap vs. olabilen partilerin hepsi Anayasa ve Siyasi Partiler kanununa göre Türkiye Partisi olmak zorundadır. Yani tüm Türkiye’yi temsil eden ve hem kadrosunda hem de yönetiminde tüm Türk vatandaşlarına yer vermesi, söylem ve ürettiği politikalarla tüm Türkiye halkına hitap etmesi gerekir o partinin. Olması gereken budur. Bir demokrasi düşünün ki, her etnik ve dini grubun bir partisi olsun ve hatta bunların kesişimleri yani hem Alevi hem Türkmen ya da hem Alevi hem Kürt ya da hem Sünni hem de Kürt ya da hem Sünni hem Arnavut olan vs. ( örnekler çoğaltılabilir ) partiler olsun. Ve bunların hepsinin doğal olarak kendisine demokrat, kendi hakları için mücadele eden, her şeyi kendilerine göre yontmaya çalışanlardan oluştuğunu düşünürsek, buradan sağlıklı bir demokrasi çıkmasını bekleyebilirmiyiz ? Böyle bir sınıflama, işte o karşı olduğunuz çoğunlukta olan grup kimse, onların azınlık üzerinde tahakkümünün önüne kesinlikle geçemez. Çoğunluğun insafına bırakır azınlığın haklarınıve bu da çok tehlikeli sonuçlara yol açabilir. Ve ayrıca, bu durumda seçim yapmanın bir anlamı kalır mı ? Nasıl olsa, Kürt ve Sünni olanlar, Türk ve Alevi olanlar vs. sayısı üç aşağı beş yukarı bellidir. Hele dini bir tarafa bırakırsak, etnik kökenler tamamen insanın iradesi dışında, doğumuyla belirlenmiş özellikleridir ve bu temelli bir sınıflama kesinlikle seçimlerin varoluş nedenini yok eder. Oysa, bunun yanlış bir yöntem olduğunu daha önceki iletimde açıklamıştım : Bu noktada, ülkemizde, demokrasinin tüm kural, kurum ve araçları ile yerleşmesini sağlamanın tek yolu, '' Katılımcı Demokrasi '' nin geliştirilmesidir. Yani; tüm partilerde var olan '' Lider Sultası ''nın ve '' Delege Sistemi ''nin, tabanlarından gelen baskılarla kırılmasıdır. Demokrasi için verilmesi gereken asıl mücadele alanı burada olmalıdır. Bu yolla yani partilere üye olmanın kolaylaştırılması ve her üyenin parti yönetim ve kararlarına direk müdahalesinin mümkün olması ile, her parti, üyelerinin istekleri doğrultusunda politika üretebilir. Bu da, sağlıklı bir demokrasinin yolunu açar ve hiçbir dini ve etnik grubun-şiddet yoluyla demokrasinin ve laikliğin ortadan kaldırılması dışında-isteklerinin uygulanmaması diye bir durumun kendiliğinden ortadan kaldırılması anlamına gelir ve herkes eşit bireysel haklara sahip olabilir. Tüm dünyada geçerli olan sistem budur. Ve bu şekilde, bence asıl odaklanılması gereken gerçeklik olan ''ekmek kavgası'' yapılarak insanların insanca yaşayabilmesinin yolu açılır.
  5. Anladım dostum. Sonuçta kültürel fark burada önemli bir etken. Düşüncelerine ekleyebileceğim şudur ki ya da şunu tekrar vurgulamak gerekir ki, bu çözüm, onun her dönemde geçerli olabileceğinin kanıtı gibi sunulmamalı o ülkelerde yaşayan insanlara. Yani, bunun bilincinde olabilecek Almanlar gibi insanlar yok oralarda. Artı, senin bu söylediklerin de Taliban türü rejimlere destek anlamında anlaşılmamalı kesinlikle.
  6. Dogrucudavut şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Daha önceki bir iletimde bunları yazmıştım. Yine konu bağlamında bu yazdıklarımı biraz açmak istiyorum. Doğu Türkistan’da yaşanan olaylarda, daha önce de söylediğim gibi, yıllardır, Çin devleti tarafından baskı ve zülum gören Uygur'ların bir isyanı söz konusudur. Ancak, bu isyanın hedefi, Güney Çin’de 2 Uygur’un öldürülmesi ile sonuçlanan kavganın ABD kaynaklı manüpülasyonlarla, Urumçi’deki yaşayan sivil Han Çin'lileri olmamalıydı. Yanlış olan budur. Bu olayların, netice itibariyle, Uygur'lara yıllardır uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarından bütün dünyanın haberi olmasını sağlamakla olumlu bir işlevi olduğunu düşünenlerin yanıldığı nokta, bu şekilde etnik bir çatışmanın, dış etkilere, uluslararası baskıya kapalı Çin gibi bir devletin Uygur'lara baskısını artırması sonucunu vereceğidir. Dolayısıyla, Uygur'ların sivil Han Çin'lilerine saldırmasının, Uygur davasına bir katkısı olamayacağı gibi bilakis zarar vereceği de ortadadır. Öte yandan, bu çatışmalarda Çin'li olsun Uygur olsun ölenlerin hepsine üzülmek insani bir yaklaşımdır. Ancak, ölen Uygur'lara hem tarihi hem kültürel hem de dini bağlarımız dolayısıyla daha fazla üzülmemizi ''Irkçılık '' olarak adlandırmak yanlış olur. Öyle olmasa bu forumda onlardan '' Uygur kardeşlerimiz '' diye söz eden herkes '' Irkçı '' damgasını yemeye aday olabilirdi.
  7. Dogrucudavut şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Dostum düşman olduk mu ki hiç, yeniden dost olalım ? Fikir ayrılıkları elbette olacak. Önemli olan birbirimizin ne demek istediğini iyi niyetle anlamaya çalışmamız. Selamlar.
  8. Üç Kur'an Tasavvuru Prof. Dr. İlhami GÜLER Bugün İslam dünyasındaki düşünce hayatında birbirinden ayrı üç Kur’an tasavvuru bulunmaktadır. Aşağıda bu üç tasavvuru yer yer metaforlara da başvurarak izah etmeye çalışacağım. Birinci tasavvur, tarih boyu İslam dünyasında egemen olmuş sünni tasavvurdur. Bu tasavvura göre Kur’an, kutsal bir kitaptır. Mutlak olan Allah’ın mutlak kelâmıdır. O’nun zatı ile kain ezeli sıfatları olan ilim, irade ve kelâm sıfatlarının bir tecellisidir. Bundan dolayı “Kelâm-ı Kadîm” dir. Yaratılmamıştır. “Kelâm-ı Nefî” olarak yani mana olarak Allah ile birlikte ezelidir. “Kelâm-ı Lafzi” olarak yani Arapça olarak Hz. Muhammed’e VII. yüzyılda indirilmiştir. Hitabı ve hükümleri evrenseldir. Yani bütün insanlaradır. Hükümleri itibariyle tarih üstü, toplum dışı, sabit ve mutlaktır. Tanrı nihaî hakikatı söylemiştir. Bu inanç giderek bütün hakikati söylemiştir kanaatine dönüşmüştür. Teşbihinde hata olmaz, onun taşı toprağı (harekesi, harf-i cerri) altındır. İbarelerin, ifadelerin, cümlelerin altında binlerce anlam gizlidir. Her çağa göre manalar çıkarılabilir. O evrensel bir akide ve evrensel bir şeriattır. Vahiy, aklın alternatifidir (akıl-nakil). Aralarında derece farkı değil mahiyet farkı vardır. Vahiy (Kur’an), tabir yerindeyse Allah’ın aklının bir ürünüdür. Kur’an’ın içerdiği dini, ‘ruh’; şeriatı da ‘beden’ metaforlarıyla karşılayacak olursak, onun ruhu da bedeni de kıyamete kadar bakidir; değişmez ve evrenseldir. Bu Kur’an anlayışını ‘Ay’ metaforuyla da izah edebiliriz. Ayın sınırları bellidir. Sönmüştür, ancak sürekli ışık verir. Ayın ışık kaynağı Güneştir. Kur’an da sabittir. (Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur). Ancak ayetlerden her zaman yeni manalar çıkarılabilir. O manaları ayetin altına Allah depolamıştır. Böylesine mutlak-kutsal-sabit bir Kur’an anlayışı, doğal olarak Hz. Muhammed ve onun hadislerine de sirayet etmiştir. ‘Sahih-i Buhari’ nin veya ‘Kütüb-i Sitte’nin neredeyse Kur’an’a denk epistemolojik otoritesi buradan gelir. Mutlaklık veya kutsallık anlayışı mıknatıs gibi yakında duran şeyleri kendine çeker ve onları ‘yerden’ kaldırır. Hz. Muhammed’in “Nur-i Muhammedî” kavramıyla varlığın ontolojik kaynağı haline gelmesi veya “levlake levlâk, lema halaktu’l- eflâk/ sen olmasaydın evreni yaratmazdım” anlayışı buradan çıkar. Artık Hz. Muhammed “ arpa ekmeği yiyen Arap bir kadının oğlu, içimizden birisi değil, “fahr-i kâinat” tır. Bu kutsallık ve mutlaklık Hz. Muhammed ve hadislerden geçerek sahabeye, tabiuna ve mezhep imamlarına sirayet etmiştir. Özetle; mutlak, kutsal ve sabit olan “merkez” etrafını, çevresini de kendine benzetmiştir. İkinci Kur’an tasavvuru, İslam dünyası ve düşüncesinin çöküşüyle beraber pozitivist bilim felsefesinin etkisinde kalan laik Müslüman aydınlarda oluşan tasavvurdur. Onlara göre Kur’an, sönmüş bir yıldız gibidir. Zayıf bir parlaması vardır o kadar. Aklın ‘aydınlanma’sından sonra ona ihtiyacımız yoktur. Biz ilhamımızı gökten değil, akıldan almalıyız. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Bilim ve akıl sadece “ Nasıl?” sorusunun cevabını vermez; “ Niçin?” sorusunun cevabını da verir. Kur’an’ın ruhu da bedeni de tarihseldir. Orta Çağın mistik aklının ürünüdür. Onun şeriatı “çöl kanunu”dur. Kur’an kendi döneminde fevkalade ileri-devrimci adımlar atmıştır, fakat o adımların bugün için bir örnekliği veya kılavuzluğu söz konusu değildir. Halkın dinî inancının kaynağı olması hasebiyle dolaylı bir saygınlığı vardır. Üçüncü tasavvur yeni oluşmaktadır. M. İkbal , Fazlur Rahman, H. Hanefi, M. Abid el-Cabiri, R. Garaudy, Ali Şeriati, Abdulkerim Suruş, Mehmet S. Aydın, Mehmet Hatiboğlu gibi Müslüman entelektüeller tarafından savunulmaktadır. Bu tasavvurun ortak paydasını şöyle özetleyebiliriz: Mu’tezile’nin savunduğu gibi Kur’an, Allah’ın fiil sıfatlarından olan irade ve kelâm sıfatının ürünüdür. Yani ezeli değildir; yaratılmamıştır. Mutlak olan Allah, rölatif olan varlıkla ilişkiye girdiği zaman çıkan ürün rölatiftir, mutlak değildir. Çünkü, Kur’an’ı oluşturan dil (Arapça), Hz. Muhammed (insan) ve Arap toplumu rölatiftir. Vahiy ilişkisi bir zamanda (VII. yüzyıl) ve bir mekanda (Arap yarımadası) vuku bulmuştur. Kur’an, lahûtî (ilahi) olduğu kadar nasûtîdir (insanidir). Allah, insan aklı ve insan diliyle insana hitap etmiştir. Vahiy ile insan aklı arasında mahiyet farkı değil; derece farkı vardır. Vahyin fikri muhtevası Arap kültürünün ve Arap zihin dünyasının içindedir. Tevrat‘tan, İncil’den dinî fikirler içerdiği gibi, Arap cahiliye döneminin doğru fikir ve fiillerini de içerir. Başta Hz. Ömer olmak üzere Hz. Muhammed ve arkadaşlarının doğru görüp uyguladıkları fikir ve fiiller vahiy tarafından onanır (muvafakat-ı Ömer). Bundan dolayı Musa Carullah, bazı farzların temelinin sünnet olduğunu savunur. Bu bakış açısına göre vahyin bir dudağı gökte bir dudağı yerdedir. Yukarı aşağıyı belirler, aşağı da yukarıyı. Kur’an sadece gökten inmemiştir, aynı zamanda yerden bitmiştir. Yerle gök arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya insanın hakkı insana verilmiştir.(Esbab-ı nüzul, nesih-mensuh, Mekkî-Medenî) Allah, Araplara hitap etmiştir. Arapça ile bütün insanlığa hitap etmemiştir. O günkü iletişim imkânlarını ve yabancı dil bilme oranını göz önünde tutarsak, bu son derece doğaldır. Aksi, abes olurdu. Allah dini Arap olmayanlara yayma sorumluluğunu (şahidlik 2/143) Araplara yüklemiştir. Kur’an’da tekrar hatırlatılan (tezkire) 'ed-dîn’ Hz. Adem ‘den beri peygamberlerin tebliğ ettikleri dindir. Yani İslâm’dır. Ruh-beden metaforuna tekrar başvurursak, bu tasavvura göre Kur’an’ın ruhu Hz. Adem’den kıyamete kadar sabittir. Bunlar da tevhid, mead (ahiret), ibadet (tapınma) ve adalettir (salih amel/ahlâk). Kur’an’ın bedeni ise (şeriat) tarihseldir. Yani Kur’an’daki sosyal ve siyasî hükümler (muamelât) Arap toplumunun maslahatları göz önünde tutularak oluşturulmuştur. Çünkü, sabit olan ed-dîn, indiği toplumun yapısına göre ‘tedeyyûn’ eder. Etini ve elbisesini tarihten ve toplumdan giyer. Vahyi ve ilahî (semavî) anlamda din tektir. Şeriatler ise muhteliftir. Son şeriatın (Kur’an ve sünnet) ismi de ‘Şeriat-i Muhammedî’dir. Orta Çağda ‘İslâmi ilimler’i tedvin eden Müslüman alimler, Arapların ihtiyacını karşılayan ‘Şeriat-ı Muhammedî’den’ (Kur’an-sünnet) ümmetin bütününün ihtiyaçlarını karşılayacak ‘İslâm şeriatı’nı (İslâm medeniyetini) inşa ettiler. Geleneğin katılığı ve taklidin yaygınlığı nedeniyle Yeni Çağa geçerken bu Orta Çağa şeriatı aşılamadı. İslâm dünyasının her alanda yaşadığı krizin anlamı budur. Bugün ‘şeriat’ denince herkesin şuuruna üşüşenler bunun kanıtıdır. Bu tasavvura göre Kur'an güneşe benzer. Güneş sıcaktır, dinamiktir, varlık olarak sınırları belli olsa da ışıma yoluyla görülmez. Işıma yoluyla kendinden bir şeyler kaybeder. Kur'an'ın ışıması Müslüman entelektüelin kalbi (aklı ve sezgisi) vasıtasıyla olur. Kur'an'ı okuyan mümin entelektüel, ondan kimliğini, kişiliğini, benliğini, karakterini ve bilincini oluşturur ve dünyevi olgular, olaylar, fenomenler dünyasına dalar ve sorunu çözer. Kur'an'ı tefsir etmez. Olayları tevîl eder (aslına, hakikatine irca eder, çözer). Bundan dolayı peygamber "Ma raahu'l-mu'minune hasasen, fehuva'l-indallahi hasenun/ Mü'minlerin iyi gördüğü, Allah indinde de iyidir" demiştir. Bu durumda hata da yapılsa bir sevap alınır. Hz. Ömer böyle bir şahsiyet idi. Bu tasavvura 'fenomenolojik' tasavvur ismi verilebilir. Olguların özüne bakar. Kur'an bütünüyle 'ölçü' değildir, örnektir.Örneği kavrayan, Allah'ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mümin, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar. Çünkü 'her dönemin ayrı bir hükmü vardır' (13/38). Kitabı şerhetmez. Bulunduğu epistemolojik zemin yorumsamacıdır, hermenötiktir. Rölativizm ile mutlak hakikat iddiasının arasında, dinlemeyi bilen, hakikatin bulunabileceğine inanan, delile dayanan, iknai bir yoldur bu. Bu tasavvuru bir başka metaforla açıklayabiliriz. Bu tasavvurun Kur'an kavrayışı 'yağmur'a benzer. Yağmur rahmettir. Yağmuru oluşturan su yeryüzünden gökyüzüne çıkar, 'bulut' olur, yoğunlaşır ve yere 'yağar'. Vahyin, Kur'an 'ın fikri malzemesi de yerden alınır. Vahyin bütün verileri yeryüzüne aittir. Olgular, niyetler, duruşlar,fiiller Allah tarafından semadan dinlenir ve vahiy pasajları (ayetler) olarak 'inzal' edilir. Vahiy, Kur'an'da rahmettir (7/203). Yağmur humuslu topraklarda berekete dönüşür. Vahiy de kalbi 'yumuşak' olan insanlarda hidayete dönüşür. Bu bakış açısında merkez dinamik olduğu için çevre ve etraf da dinamiktir. Hz. Muhammed ve sünneti de ölçü değil, örnektir (usve). Kur'an ile sünnet arasındaki fark Allah ile Hz. Muhammed (Hâlik-mahlûk) arasındaki fark kadar büyük değildir. Hz. Muhammed'in yanılabilirliği oranında azdır. İnsanların en hayırlıları sahabe, sonra tabiun, sonra etba-ı tabiun değildir. İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir. En hayırlıları en muttaki olanlarıdır. Üçüncü tasavvura göre din, salt birtakım kutsal kişiler (peygamber, sahabe, veli, şeyh, imam, ilahiyatçı vs.), kutsal mekanlar (Kâbe, Mescid-i Aksa, cami vs.), kutsal zamanlar (Ramazan, Cuma, Kadir gecesi vs.), kutsal nesneler (Kur'an, zemzem, tesbih, seccade, sarık, cübbe vs.) değildir. Din salt ahiret için (köşk, şarap, huri) yapılan birtakım özel ibadetler (hac, oruç, namaz, Kur'an okuma vs.) de değildir. Din tevhid inancı ile birlikte (iman) bunun zorunlu yansıması olan adalettir (salih amel). Din, dünya içindir, dünya da ahiret içindir. Din, gün boyu iyiliği, adaleti, hakkaniyeti ayakta tutmaktır, bunları ikâme etmektir. Kötülüğü, haksızlığı, zulmü engellemektir (emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i ani'l-munker). Sosyal ve siyasal günah işlememektir. Çünkü bunlar büyük günahlardır. İnsan hakları ihlalleri büyük günahlardır. Ahlâkî her davranış, gün boyu işlenen daimi sevaptır, ibadettir. Bir öneriyi, çözümü, fikri ve fiili 'dini' kılan şey, başına bir ayet veya hadis yerleştirmek değildir. Muttaki bir bilinç, temiz bir vicdandan gelen her öneri, çözüm, fikir ve fiil, dinîdir. Yarın Dergisi, Sayı:2, 2002. Prof. Dr. İlhami Güler, Özgürlükçü Teoloji Yazıları, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2004.
  9. Sayın yam_yam, İslam köleliği kaldırmak istedi veya istemedi sorusundan çok onun o dönemde var olan kölelik kurumuna bir düzenleme getirip getirmediğine bakmak gerekir. Kaldırmak isteyip istemediği de, kaldırmayı destekleyen yada karşı olan ayetlere sözel olarak bakmak yerine, belki de kaldırmak istediği ya da istediği düşünülen ayetler ile birlikte kaldırmak istemediği ya da desteklediği düşünülen ayetlerin matematiksel olarak denklemize edilip elde edilen eğrinin bir sönümleme yapıp yapmadığına bakarak anlaşılabilir. Ancak, bunlara da hiç gerek yok. Çünkü, tarihsel süreç içerisinde, Arapların kendi çıkarlarına uygun olarak köleliğin kalkmasına ( kaldırılmasına demiyorum dikkat ) direnmeleri ve buna ayetleri alet etmeleri gibi engellere rağmen, köleliğin Batı'daki gibi kurumsallaşmış olmaması ve bir sönüm sürecine girmiş olması-Arapların feodal kültürü aşamamış olmaları bilindiğine göre-pekala Kuran'a mal edilebilir. Ayrıca, bence, Kuran'nın lafzı yerine ruhunu kavrayabilselerdi yani akılcılığı kendilerine rehber edinebilselerdi de bu süreç çok daha önce sonlabilirdi.
  10. Dostum, senin yazdıklarına göre, Balkan savaşı ardından Çanakkale, 1.Dünya Savaşı ve en son bir ölüm kalım mücadelesi olan Kurtuluş savaşını yaşamış bu coğrafyanın insanları için de aynı mantık yürütülmesi gerekmez mi ? Cumhuriyet kurulduğunda okuma-yazma oranının düşüklüğü ve kadın-erkek nüfus dengesinin kadınlardan yana bozulmuş olması gibi sebeplerin Afganistan ya da Irak'takinden farkı nedir sence ? Bence bu yaklaşım pek geçerli değil.
  11. Dogrucudavut şurada cevap verdi: bekir başlık Güncel Konular
    Öncelikle bir yanlış ifadeyi düzeltelim; Asım Yenihaber'den alıntı yapan ben değilim, Hakan Albayrak! Ben alıntıyı onun yazısından yapmıştım. Yazımı okuduysanız, Savcının Asım Yenihaber'e bilahare bir dava açmayıp sadece Hakan Albayrak'a dava açmış olmasını ben de tuhaf bulmuştum. Ya da Hakim neden o davayı görürken bu konuda Savcının dikkatini çekmemiştir ? Acaba, o kitaba nazaran H.Albayrak'ın yazısının geniş kitlelere ulaşmasının daha kolay oluşu olabilir mi ? Herneyse, bence, bunun yanısıra A.Yenihaber'e açılacak bir dava da haber konusu olsaydı daha doğru olurdu. Avukatlık stajı yaptığınızı biliyoruz. Avukatlık stajı yapana, bu formasyonu alana ''Avukat'' denir değil mi ? İlle de çalışmak gerekmez. Yok tamamlamadınızsa stajı ve de bu forumda stajınızı tamamlamaya çalıştığınızı farzetsek, sonuçta yapılan ve tamamlanmayan stajın konusu ''AVUKATLIK'' yani, ''NÜKLEER TIP'' değil, değil mi? Bu arada Avukat arkadaşıma henüz danışmadığıma göre, bu benim sorunum olmamaya ve bu itibarla sizin sorununuz olmaya devam ediyor yani; Avukatların 2+2=kaç eder sorusuna istenilen cevabı vermesi... Kelime oyunlarına da hiç gerek yok. Herhalde resmi mahkeme kararının belgesi istenmiyor sizden. Yok mu bu karar hakkında bir küçük haber, bir makale ya da ne bileyim eleştiri nevinden '' hakim şu maddeye dayanarak karar vermiş, aman da ne karar saçma vermiş '' gibisinden bir şeyler ? Cevap verdiğiniz cümlemden despotluk olarak kabul edilmediği gayet net anlaşılıyor. Onun için bu soru yersiz olmuş. Bunun bir çok sebebi olabilir. Belki, İsmet Paşa'ya göre demokrasiye geçme fikri henüz erkendi, devrimler henüz tam anlamıyla hayata geçirilememişti ve belki dış baskılar sonucu böyle bir seçim tertip edip baskıları geçiştirmek memleket için doğruydu gibi. Bunun bir önemi yok. Çünkü,sonuçta 46 seçimine kadar Tek Parti vardı ve 1946'ya kadar da bu tür atamalar hem Atatürk hem de İnönü tarafından yapılmıştır. Sizin gözardı ettiğiniz olay şudur ki; 46'dan önce zaten kimse ülkede demokrasi falan olduğunu iddia etmiyor. Ama demokrasi olmaması da despotluk olduğu anlamına gelmiyor. Onun için 46'da yapılan seçim de bu doğrultuda düşünülmelidir. Şimdi, ben buna cevap verdiğime göre siz de 1938'den yani Atatürk'ün ölümünden 1946'ya kadar hangi uygulamaları despotluk olarak gördüğünüzden bahsedersiniz herhalde. Zira kaç haftadır epey naz yaptınız cevap vermemek için...
  12. Her söylenene gülmek ve ezber cümlelerle konuşmak yerine biraz da oturup düşünmeyi becerebilsek keşke... Önce kendimize bir soralım; Baykal'ın eleştirdiği Sosyalist Enternasyonal içerisinde yer alan Sosyal Demokrat ve Sosyalist partiler emperyalist Avrupa'nın politikalarının en büyük savunucusu NATO'ya destek vermiyorlar mı ? Bu partilerden özellikle İngiliz İşçi Partisi, ABD'nin Irak katliamının teorisyeni değil mi ? Bu durumda, Baykal az bile demiş, bence her kongresini NATO'ya destek kararı ile kapatan ''Sosyalist Enternasyonal''in adının, artık '' Faşist Enternasyonal '' olarak değiştirilmesi ve bu yapı içerisinden CHP’nin kendi isteği ile ayrılması daha doğru olur. Öte yandan, CHP için sarfedilen ve '' tüm Türkiye'nin hem fikir olduğu '' etnik milliyetçilik suçlamasının neye dayanarak yapıldığını sorsak muhataplarına yine biliyorum ki cevap; verilmeyecek.
  13. Askeri Cunta tarafından oluşturulan Danışma Meclisi tarafından 1983 yılında çıkarılan 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu ile: * Sendikaların Toplu İş Sözleşmesi yapabilmesi için %10 İş Kolu ve %50+1 İşyeri ve İşletme Barajı getirildi. * Sendikaya Üye olabilmek için Noter Şartı getirildi. * Sendikadan istifa halinde üyeliğin 3 ay (daha sonra 1 aya indirildi) daha devam etmesi getirildi. * Sendika kurucusu ve Yöneticisi olabilmek için 10 yıl sigortalı çalışma şartı getirildi. * Sendikalara ve konfederasyonlara Devlet denetimi getirildi. * Sendika ve konfederasyonların gelirlerini devlet bankalarına yatırma zorunluluğu getirildi. * Sendikalara ve Konfederasyonlara siyaset yapma, kendi amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma yasağı getirildi. * Sendika ve Konfederasyon yöneticilerinin milletvekili ve mahalli idarelerde seçimle görev alması yasaklandı. * Hak grevi kaldırıldı. * Getirilen grev yasakları ve engelleri ile grev bir hak olmaktan çıkarıldı. Küreselleşme, sadece şirketleri yeniden yapılanmaya, küçülmeye evliliklere yada birleşmelere zorlamamaktadır. Son yıllarda İsveç, Danimarka, Finlandiya ve Yunanistan’da olduğu gibi bir çok işçi ve işveren sendikası birleşme yoluna gitmiştir. Türkiye’de mevcut üç konfederasyon ve bunlara bağlı sendikalar arasında ciddi bir ideolojik ya da düşünsel farklılık yoktur. Bunların birleşmesi ile Almanya ve Finlandiya da bazı işkollarında gördüğümüz “süper sendika” (super-unions) oluşumlarının benzerleri oluşturulabilir. ( DİSK ) ---------------------------------------------------------------------------------------- Sendikalar Yasa Tasarısı ILO ve AB'nin gözünü boyarken, özgür sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme hakkını tanımıyor! Sendikal haklar, toplu sözleşme ve grev konusunda hazırlanan yeni yasa tasarısı yıllardır ILO’dan gelen eleştirileri yüzeysel olarak gidermeyi ve AB ile uyumu amaçlıyor. 12 Eylül’ün ürünü olan 2821-2822 sayılı yasaların yasakçı özü yeni yasa tasarısında büyük ölçüde korunmaktadır. Sendikalar Kanunu ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu'nda değişiklik öngören yasa teklifi komisyonda kabul edildi. Kanun teklifine göre: Sendikalar bölge şubeleri kurabilecek. Avrupa Sosyal Şartı'yla uyum için sendika kurucularının “Türk vatandaşı olma” şartı kalkıyor. Sendika üyeliği Sendikaya üye olma yaşı 16'dan 15'e indiriliyor. Sendikaya üyelik ve üyelikten ayrılmada noter şartı kaldırılıyor. Posta ve İnternet üzerinden üyelik mümkün kılınıyor. İşsiz kalan sendika üyesinin üyeliği bir yıl devam ediyor. Uluslararası işçi ve işveren örgütleri Türkiye'de temsilcilik açabilecek. Sendika ve konfederasyonlar da uluslararası örgütlere üye olabilecek. Sendika yöneticilerinin iş sözleşmeleri dondurulacak. Yöneticiliği son bulan sendikacı bir ay içinde işine dönmek için başvurabilecek. İşveren bunu sağlamadığı takdirde işçinin sözleşmesini feshetmiş sayılacak. Daha önce bu konuda düzenleme yoktu ve bu düzenleme de iş güvencesi sağlamıyor. Sendikalar tüzüklerine göre eğitim kurumu ya da kreş açabilecek. Sendikaların bildirimde bulunarak bağış alabilmesi sağlanıyor. Yapılabilecek sosyal harcama oranı yüzde 5'ten yüzde 10'a çıkarılıyor. Toplu sözleşme hakkı İş kolu sayısı 28'den 19'a iniyor. Bir işkolunda yetkili sendikanın belirlenmesinde yüzde 10 barajı kaldırılıyor; Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üyelik şartı getiriliyor; en az 80 bin üyeye sahip bir konfederasyona üye olan sendikanın örgütlü olduğu işyerinde yarıdan bir fazla çoğunluğu sağlaması halinde toplu sözleşme yapması öngörülüyor. Grev hakkı Grev kararı almak arabuluculuk şartından kurtarılıyor. Kamunun işlettiği toplu ulaşım işletmeleri, linyit, petrol sondajı gibi işler “grev yapılamayacak işler” kapsamından çıkarılıyor. Eğitim çalışanlarına da grev ve lokavt hakkı tanınıyor. Bakanlar Kurulu grevi ertelemeden önce Yüksek Hakem Kurulu'ndan görüş isteyecek. Grev gözcüleri için kulübe, baraka vb. kurma yasağı kalkıyor. Ancak grev erteleme yine mevcut. Hak grevi, dayanışma grevi, genel grev yine yasak kapsamında. Yasa tasarısının eski yasaya göre kimi ileri hakları içermesine rağmen özü itibariyle sendikaların ve işçilerin talepleri değil, İLO ve AB’nin istekleri ki bu istekler de sermayenin AB üyeliği hedefine ulaşması için gerekli olan düzenlemeler olarak kalmaktadır. (28.05.2008)( KESK )
  14. Tabii tabii...'' ya pasalari ya da mafya ve ceteleri kurtarma hevesindeler '' ezber cümlesiyle suçladığınız aslında AKP'ydi, değil mi?
  15. Dogrucudavut şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Sayın Yakışıklı, dünyada her konuda bir ifrat bir de tefrit içerisinde olan insanlar olabilir. Gerçeklere karşı koymak ifrat ile ilgilidir. Ama, insan robot değildir, bazı ilkelere uymak adına tefrite de kaçmamalıdır. Şimdi, bir insanın ailesinden biri bir çok kişinin öldüğü bir trafik kazasında ölse, o insan en çok kendi ailesinden olan kişinin ölümüne mi üzülür yoksa her ölen kişiye aynı derecede mi üzülür ? Elbette, kendi yakınına duyarlığı daha fazladır insanın. Anti-Rasist olacağım diye insanın kendisine yakın kültürden olan insanların ölümüne diğerleri ile eşit duyarlılıkta olması abestir ve bu olsa olsa kişinin ancak kendisini o kültüre diğerleri ile aynı mesafede görmesi ile ilgili olabilir ya da Anti-Rasistlikte ifrata kaçması ile açıklanabilir.
  16. Dogrucudavut şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Politika Bilimi
  17. Milli Şuur, Türkler dahil hiç bir toplulukta 1789 devriminden önce ortaya çıkmamıştır. Osmanlı'da ''Millet''in anlamı Arapça anlamıyla dini topluluktur. Yani, ''Ümmet''tir. Tarih boyunca hanedanı Türk olan devletler kurulmuş olması,o devletlerin tebaasının Türk milletini oluşturduğunu göstermez. O nedenle ve Millet kavramı eski dönemlerde varolmadığından, kurulmuş devletler Selçuklular, Akkoyunlular, Karahanlılar gibi adlarla anılmıştır. Bu aynı zamanda Batıdaki Şarlman İmp, Karolenj veya Araplardaki Emeviler, Abbasiler imp. gibidir. Eğer, Atatürk'ten önce Türklerde milli şuur olsaydı, Yavuz Selim, yine bir Türk boyundan hanedanın kurduğu Safevi devleti ile kapışırmıydı ? Ya da, Timur Yıldırım'la savaşır mıydı ? Tarihimiz, Türklerin kendi aralarında yaptıkları bunlara benzer savaşlarla doludur. Atatürk'ün oluşturduğu milli şuur, batıya göre 134 yıl geç kalınmış bir dönüşümün, Fransız anlayışı ile yani teritoryal olarak, Türkiye'de yaşayan insanların tümünü Türk olarak tanımlamakla ortaya çıkmıştır.
  18. Bir AB ülkesi İspanya kendi ülkesindeki bir siyasi parti olan Batasuna'yı kapatma kararı almışken ve bu kararı AB'nin AİHM'si onarken, aynı AB'nin Batasuna'nın kapatılmasıyla aynı sebeplerle bizim DTP'yi kapatmamıza karşı çıkması doğru mu sizce ? Bu çifte standart olmuyor mu ?
  19. Cevap mı bekliyorsunuz ? Çok beklersiniz... Taktik ne ? Ezber cümlelerle, VUR-KAÇ... YANDAŞ-KARŞIT İDDİA ET KANITLAMA... Hepsi bu!
  20. Sevgili Kaplan siz yapmayın bunu bari...Benim Atatürkçülüğü anlamak için referansım neden Ergenekon sanıkları olsun ? Ben Atatürkçülük neymiş diye açar Atatürk'ün yazdığı '' Nutuk ''u okurum. Ona göre bildiğim kavramlarımı sağlamlaştırır ve insanları da bu kavramlara göre insanları değerlendirim. Marjinal bir takım insanların görüşlerine bakarak T.Saylan'ın PKK'lı yetiştirdiğine inanmak için anca o marjinal adamlar gibi düşünmek gerekir. Türkan Saylan eğitim ve burs konusunda Doğu'ya ağırlık verdiğini söylemiş zaten. Bunu da eğitimin dağa çıkmayı önleyeceğine olan inancıyla yaptığını söylemiş. Şimdi, o burs verdiklerinden PKK'lı olanlar/oldurulanlar yok mudur ? Elbette olabilir ama bunun sebebinin T.Saylan olduğunu söylemek hangi vicdana, hangi mantığa sığar. Ya kardeşim, siz çocukken hiç mi yabancı bir film seyretmediniz ? Hiç mi boynunda haç taşıyan yabancı popçuları falan seyretmediniz ? Şimdi, Hristiyan mı oldunuz ? Yapmayın Allah aşkına, böyle delil olur mu ? Küçüklüğümde TRT'de Küçük Ev diye bir dizi vardı, her bölümde Kiliseye giderdi kahramanları ve dakkada bir dua ederlerdi Meryem, İsa diye...( Hatta 2000'li yılarda KANAL 7 de yayınlamaya başlamıştı bu diziyi belki de hala yayındadır ) Şimdi, TRT'de o dönem bunun gibi onlarca dizileri izleyen ben dahil arkadaşlarımın hiç biri ne Hristiyan oldu çok şükür ne de bir sempati duyan oldu benim bildiğim. Ama bu bize ne kazandırdı ? Farklı açılardan olaylara bakabilme yeteneğini ve bizden başka dünyaların ve insanların da olduğunu kabul etmemizi sağladı. Yani, empati yeteneği kazandırdı bize izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar vs. Diyeceğim o dur ki; şiddet ve po*nografi içerikli yayınlar dışında çocukları olumsuz etkileyebilecek yayın yoktur ve bu gibi temelsiz ve komik iddialar Türkan Saylan'ın misyonerlik yaptığına filan kanıt teşkil edemez.
  21. Alıntıladığınız yazı bir trajediyi anlatıyor. Ülkemizde insanın değerinin olmadığının kanıtı. Fakat, siz galiba alıntınızı iyi okumamışsınız, bakın ne yazıyor : Yani, burada kayıt dışı bir durum var ve bizim başlığın konusu kayıt dışı işçiler değil... Bizzat Türkiye'nin imza attığı ILO sözleşmesinin gerektirdiği çalışma saatlerine uyulmasının sağlanamadığı SSK kayıtlı işçiler... Bunun sebeplerine odaklanalım lütfen. Bu konuyu da başka bir başlık açıp ele alalım. Bir de, hem; diyip beni suçluyorsunuz ondan sonra da gider ayak; yazarak yine CHP'ye ezber cümlelerle saldırıyorsunuz. Lütfen iyi niyetimizi muhafaza edelim. Size CHP'yi tartışabileceğiniz adresi gösterdim. Üstelik o başlığı kendiniz açtınız ve sorularım hala sizi bekliyor orada.
  22. Kim başlatmış ? Arkadaşım yazdığım cümle sadece CHP ile mi ilgili ? İktidara gelemeyen başka sol parti yok mu ? Gönül ister ki hepsi gelebilsin. Neden kendi sempati duyduğunuz marjinal sol partilerin neden iktidara gelemediğini sorgulamıyorsunuz ? Onu da kimin başlattığı sabittir daha önceki iletilerimde gösterdim size.
  23. Dogrucudavut şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    '' ne azrail tanırım, ne kimse. Öleceksem ölürüm. O kadar '' sözleri coşmadan nasıl söylenebilir ki ? Ben şahsen sakin bir şekilde söyleyemem bu lafları. Yapı meselesi... demek ki sen söyleyebiliyormuşsun. Diğer meseleye gelince, şu '' ŞU BEYAZ TÜRKLER '' başılığnda yazdıklarına yazdıklarımdan bahsediyorsun herhalde...ben uzatmak istememiştim konuyu orada, kendin anla istedim düşüncendeki çelişkiyi ama anlamadıysan ve çok ısrar dersen cevap vermem için, burada ve orada tekrar anlatırım meseleyi, sen canını sıkma demirefe.
  24. Dogrucudavut şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Dostum bu Radikal gazetesi, daha Aydın Doğan Tayyip Erdoğan ittifakı olmadan çok önce, Cumhuriyet gazetesini okuyan ve entelektüel görünmeye çalışan ya da amiyane tabirle entel okuyucuları çekmek ve bu yolla Cunhuriyet gazetesinin tirajını düşürmek için Aydın Doğan tarafından etkili reklamlarla çıkarılan AB'ci sol çizgide gazete değil mi ? Ütopik liberal AB'ci Sol fikirler bu sayede artmadı mı ?

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.