Aries tarafından postalanan herşey
- Ren Nehri
-
Ren Nehri
- Ren Nehri
- Almanya Tuna Nehri
- Anadolu'da ölümle ilgili adet ve inanışlar
Toplum hayatı birçok alanda değişik inanma, adet, töre, tören, ayin, kalıp davranış vb. tarafından kuşatılmıştır.Gelenek görenek ve inançların daha etkili olduğu özellikle küçük yerleşim birimlerinde,geçiş dönemlerinden olan ölüm de toplumsal yardımlaşma ve dayanışmanın yoğun olduğu alanlardan biridir. Kişinin beden olarak yok olurken ruh olarak yaşamaya devam etmesi şeklinde değerlendirilen ölüm, çoğu zaman korkulan bir süreç olarak karşımıza çıkar. Bu korkunun yarattığı bilinçaltı baskıyla da alışılmışın dışındaki bazı davranışlar, meteorolojik olaylar (yıldız kayması, gök gürlemesi, poyraz vb.),hayvanların hareket ve sesleri (köpek uluması, baykuş ötmesi, horozun vakitsiz ötmesi vb.), rüyada görülenler (tabut, gelinlik,düğün-dernek,deve,ev yıkılması, diş düşmesi, soğan, biber vb.), araç –gereçlerle (ayakkabının ters dönmesi, makasın ağzının açık kalması, evin tavanının gıcırdaması vb.) ve cenazeyle ilgili (boynunun eğri olması, etinin cıvık olması vb.) kimi durumlar, hastayla ilgili psikolojik ve fizyolojik değişiklikler (renginin sararması, yiyip içmesinin kesilmesi ya da artması,bakışlarını bir noktada sabitlemesi vb.)ölümün ön belirtisi sayılmıştır. Ölüme yol açacağı düşünülen olaylar karşısında da kaçınma yoluna gidilir.Bunlar arasında vakitsiz öten horozun kesilmesi;kötüye yorulan rüya görüldüğünde hayır olsun diye evde hazırlanan ya da hazır alınan yiyeceklerden fakirlere verilmesi,rüyanın akan suya anlatılması;cenaze götürülürken hamile kadınların ve küçük çocukların uyuyorlarsa kaldırılması;cenaze olan evde su kaplarının boşaltılması,cenazenin götürülmesiyle birlikte evin süpürülmesi;yıkama suyunun kaynatıldığı kazanın ters çevrilmesi vb. uygulamalar yer alır. Ölüm sırasında kişinin rahat can vermesi sağlanmaya çalışılır.Bunun için öleceği anlaşılan kişinin başının altındaki yastık alınır,ağzına su verilir,yanında yüksek sesle ağlanmaz,uzaktaki yakınları çağrılır.Gelememişlerse üzerine onlara ait eşyalardan ya da fotoğraflardan konur, din görevlisi çağrılır ya da bilenler Kuran-ı Kerim okur. Ölümün gerçekleşmesiyle birlikte cenaze / mevta genellikle öldüğü yerden, rahat döşeği adlandırılan ve yere hazırlanan yatağa alınır. Çenesi ve ayakları (iki başparmağından) bağlanır.Eğer gece ölmüşse ve uzaktan gelecek bir yakını varsa bekletilir. Bekletme süresi genellikle 14-15 saati (akşam ölmüşse ertesi gün öğleye kadar,sabah ölmüşse ikindiye kadardır) geçmez. Cenaze bekletilirken üzerine şişmemesi için bir demir parçası konur. Cenaze bekletilirken yalnız bırakılmaz.Ölüm haberi iletişim araçlarından yararlanarak camiden okunan sela vasıtasıyla çevreye duyurulur. Bundan sonraki süreçte cenazenin öbür dünyaya yolculuğunu kolaylaştıracağı düşünülen işlemlere girişilir.Bu uygulamalar aynı zamanda ölümün getirebileceği kötü etkilerden geride kalanları korumaya yöneliktir. Ölenin öte dünyaya gönderilişine ilişkin ilk hazırlıklar cenazenin belli kurallar dahilinde yıkanması ve kefenlenmesiyle başlar. Kadın cenazeyi kadınlar, erkek cenazeyi erkekler yıkar.Yıkayıcılar bu işin kurallarını bilen ve tecrübeli olan kişilerdir. Yıkama köylerde evlerin içinde ya da bahçesinde teneşir tahtasının üzerinde yapılır ve yıkamanın yapıldığı yere fazla kişi alınmaz. Yıkama işlemi bitince bazı yörelerde yakınları, cenazenin üzerine bir tas su dökerek helalleşirler.Yıkama büyük kentlerde mezarlık gusülhanelerinde yapılır.Kefen olarak kullanılan bezin rengi beyazdır.Kadın kefeni erkek kefenine göre daha fazla parçadan oluşur.Kadın cenaze kefenlenirken genellikle kefenin içine kına (yıkama öncesinde bekletilirken de eline kına yakılabilir),çörekotu,gülsuyu,zemzem vb. dökülür.Cenaze bekletilirken ya da kefenlerken kötü koku olmasın gerekçesiyle tütsü yapılabilmektedir.Kefenlenen cenaze tabut ya da sal içine konarak cenaze namazının kılınacağı yere götürülür.Cenaze namazı mezarlıkta ya da camide kılınır.Cenaze namazına genellikle kadınlar katılamaz. Cenaze namazının ardından tabut, gömüleceği mezara götürülür.Mezar, tabut getirilmeden önce hazırlanır.Genellikle kadın mezarı erkek mezarına göre daha derin kazılır.Bir çok uygarlığa mekanlık eden Anadolu’da Arkeolojik kazılar sonucu değişik gömme şekillerine rastlanılmıştır. Küp içinde, sanduka içinde,lahit içinde üst üste katlardan oluşan bölmeler içine yatırılmış halde, höyük ve tümülüs içinde, mumyalanmış olarak vb. Günümüzde ise yaygın olanı;mezarın düz bir şekilde kazılması ya da içine ayrı bir oygu (leht, sapıtma vb.) açılarak cenazenin oraya yatırılması şeklindedir. Oygu, ağaç parçalarıyla, kerpiçle, tuğlayla ya da briketle örülür sonrasında üzerine toprak atılır. Cenaze mezara genellikle tabutsuz konur. Gömülme işleminin tamamlanmasıyla birlikte din görevlisi ya da bilen bir kişi tarafından cenazeye öbür dünyada yardımcı olacağı inancıyla telkin verilir. Mezarın üzerinin yapılması için toprağın çökmesi beklenir. Bu süre genellikle bir yıl sonrasıdır. Mezarların baş ve ayakucunda ya da sadece başucunda mezartaşı bulunur.Mezarlar ahşap, taş, beton ya da son zamanlarda mermerden yapılabilmektedir. Mezarlar genellikle –köylerde olsun daha büyük yerleşim birimlerinde olsun- ortak kullanılan mezarlıklarda bulunmakla beraber aile arazisi içine yapılmış olanları da vardır. Bazı kentlerin geniş mezarlıklarında aile mezarları oluşturulmuştur. Mezar üzerine genellikle su bölmesi ya da kabı konur, çiçek dikilir.Başına çeşitli ağaçlar (çam,söğüt,dut,selvi,kavak vb.) dikilir.Mezartaşına süslemeler yapılır, ölen kişinin adı-soyadı,doğum-ölüm tarihi bazen de edebi niteliği olan sözler yazılır. Mezartaşları yapıldığı çağı yansıtmasıyla da birer tarihi belge özelliğindedir.Mezarın üzerine basılmaz ve hayvanların mezarlığa girmemesine dikkat edilir.Büyük kentlerde cenaze işlerini alan –ölüm ilanının verilmesinden defin işleminin yapılmasına kadar- ticari kuruluşlar da vardır. Cenazenin gömülmesinin ardından cenaze evindekileri teselli etmek amacıyla mezarda ya da eve gelmek suretiyle baş sağlığı dilenir.Baş sağlığı için cenaze evine gelip gitmeler bir süre devam eder.Bu arada cenaze çıkan evde (köylerde) genellikle ilk 2-3 gün yemek pişirilmez; yemekleri komşular getirir. Ölünün ardından üçü, yedisi,kırkı,elliikisi,yılı şeklinde dinsel törenle ve yemekle anıldığı günler düzenlenir.Bu günlerde cenazenin kimi değişimler yaşadığına inanılır ki bunlardan en yaygın olanı kırkında ya da elliikisinde cenazenin etinin kemiğinden ayrıldığı, dolayısıyla o gün yapılanların ölünün acısını azaltacağına ilişkindir.Diğer yandan ölen kişi memnun edilerek ondan yakınlarına gelebilecek bir zarar da önlenmiş olur. Özel günlerde (ölünün üçü,yedisi,kırkı,bayramlar,Perşembe günleri vb.) pişirilen ve dağıtılan helvanın ya da diğer yiyeceklerin kokusunun ölüye gittiğine inanılır. Ölen kişinin öte dünyada rahat etmesini sağlamaya yönelik uygulamalardan bir diğeri de borçlarını gidermek amacıyla yapılan devir, ıskat, kefaret, dardan indirme vb.dir.. Söz konusu uygulama farklı isimlerle ifade edilse de aynı işlevi yerine getirmektedir.Ölen kişinin eşyalarından (elbise, ayakkabı vb.) bazıları hatıra olsun diye evde saklanırken pek çoğu da fakir olanlara dağıtılır; alan olmazsa ve işe yaramayacak durumdaysa da yakılır. Cenaze olan yerde o gün düğün varsa davul-zurna çalınmaz.Daha sonraki günlerde de cenaze evinden izin alınır. Söz konusu durum kentlerde yaşayanlar için değil köyler gibi yüz yüze ilişkilerin daha yoğun olduğu küçük yerleşim birimleri için geçerlidir. Yakınlık duyduğumuz ya da tanıdığımız birinin kaybıyla duyulan acı ve üzüntü toplumsal kalıplar içerisinde yaşanır ve bu sürecin adı da yastır.Cenaze evindekiler ve cenazenin yakınları bir süre (40 günden 1-2 yıla kadar) eğlenceli ortamlarda bulunmazlar, yeni elbise giymezler. Kimi yörelerde erkekler 1-2 hafta tıraş olmaz. Cenaze için ağıtlar yakılır.Yas süresi ölen kişi genç ise daha uzun sürer. Ölen kişinin ruhunun her yerde gezdiğine ve kimi zamanlarda evine ziyarete geldiğine, kendisi için bir şey yapılıyorsa memnun ayrıldığına, yapılmıyorsa üzgün ayrıldığına inanılır. Mezar ziyaretleri daha çok bayramlar ve arife günlerinde yapılmaktadır. Bu ziyaretlerde mezar başında dualar okunmakta; mum, tütsü yakılabilmekte, para, şeker, lokum, evde hazırlanmış yiyecekler dağıtılabilmektedir. Hızlı değişimlerin ve teknolojik alanda önemli gelişmelerin yaşandığı dünyamızda şu da bir gerçektir ki; insanoğlu için ölüm kaçınılmaz bir sondur. İşte toplumu kuşatan söz konusu inançlar ve uygulamalar da kaçınılmaz olan bu sonun daha kabul edilebilir olmasını sağlamak şeklinde bir işlevi yerine getirmektedir. MEZAR TAŞLARI YAZILARI Mezar taşları, gerek yapısal özellikleri, gerekse üzerindeki yazıları ile Türk'ün zengin iç dünyasını, ince beğenisini, yüce düşüncesini gösteren en güzel örneklerdendir. O mezar taşları ki, yerine göre bir tarih, yerine göre bir ağıt, çok kere de ölenin dilinden duyulan acı ve elemli bir yankıdır. Biçimlerinden, yazılarından, kişilikler ile kimlikler anlaşılır. Kabristanlar birer müze, mezar taşları da buralarda yatanların anıtı, varlıklarının kanıtıdır. Yaşlıların taşlarında kişilikler, gençlerinkinde dünyaya doymamışlığın özlemi vardır. Kimisi ecelinden, kimisi umulmadık bir olaydan göçüp gitmiştir. İyilikler, güzellikler tüm acılığı, çıplaklığı ile o taşlarda sergilenmiştir. Okuyanda kimi gözyaşı, kimi de derin bir düşünce görülür. Bu düşünce karşısında gerçek felsefe o taşın başında yapılır. Gelenekler, görenekler, toplumun sosyal yapısı da yer alır o taşlarda. Dilekler, istekler vardır onlarda. Dünyanın hiçliği de anlaşılır o taşlarda. Çalışmanın, başarının gizi vardır üzerindeki satırlarda. Eski Türklerde "Balbal" denirmiş bu taşlara. Balballar, kahramanlığını gösterirmiş eski Türklerin. Bugünküler ise aynı ulusun yaşam felsefesini, duygu ve düşüncesini, evrene bakış açısını, inancını, dünya görüşünü koyuyor ortaya. Aynı zamanda dil ürünlerinin güzel örnekleridir mezar taşları.Dilciye,tarihçiye, folklorcuya, felsefeciye, edebiyatçıya zengin bir hazinedir, hazine gibi sunulmuş büyük bir armağandır. Kısaca söylemek gerekirse mezar taşları; tarih yapraklarıdır,geçmişten gelen edebiyat sayfalarıdır. Tarihin unutulmuş sayfaları bile vardır orada. Yazık ki, mezar taşları da zamana dayanamıyor,zamanla yapılan savaşta egemenliğini yitiriyor, doğadan silinip gidiyor.Çağdaş uygarlık yarışı da dünkü mezarları bile eski sayıp ortadan kaldırıyor.Biz insanlar ise ilgisiz,vefasız varlıklarız.Yarınki geleceğimizin mezar taşlarının başına gelenler olacağını nedense anlamıyoruz,anlamak istemiyoruz.Her gün biraz daha onlardan uzaklaşıyoruz, geçmişimizden kopuyoruz. Mezar Taşı Yazılarından Örnekler: İlim ve Maarif ve Hem Vatanperver İdi. Nesline Matuf İdi. Bu Hizmeti Birakup Ahfadına İrtihal Darı Baka Eyledi. Rahat Olsun Cihan İçre Ruhu Pak Ebedi. Akuva Müftisi El Hacci Hafız Şakir Burcu Bey Ruhuna Fatiha. 82 Senelik Muallim Doğumu 1854-Akuva'da,Ölümü İnegöl'de 14 Temmuz 1926 Ey Birader! Dikkat Et Şu Mezarımın Taşına,Akıllı İsen Ga-fil Olma Aklını Al Başına. Sallanıp Gezer İdim,Bak Ne Geldi Başıma. Akıbet Turap Olup Taş Dikildi Başıma Rizeli Bayram Ruhuna Fatiha 04.04.1935 Bakıp Geçme Ey Muhammed Ümmeti! Ölünün Diriden Bir Fatihadır Minneti. Necdet Çelebi / 1937-1982 Kurtuluş Savaşı Gazisi Hamdi Özşan 1899-1981 Ziyaretçi! Burada Emekli Yarbay Galip Aksoy Medfundur Ruhuna Fatiha / 1908-1954 Bir Kamyon Yaktı Canımı,Devrilip Akıttı Kanımı. Hasret Bıraktı Annem İle Babamı. Okuyunuz Taşımda,Soldum 16 Yaşımda. Beni Rahmetle Anın,Ağlayın Başımda. Ekrem Oğlu Kenan Akman 1960-1976- Sandro Botticelli (1445-1510)
Sandro Botticelli (1445-1510) Botticelli, Leonardo da Vinci den yalnızca yedi yaş büyüktü ama yine de, Leonardo nun bir XVI. yy sanatçısı olarak kabul edilmesine karşı, her zaman bir XV. yy. ressamı olarak görülmüştür. Bunun nedeni, Botticelli nin gelenekçi bir ressam olması ve Leonardo nun aşıp geçtiği bu yüksek zanaatkârlık yöntemlerine her zaman sadık kalmasıdır. Bununla birlikte Botticelli nin sanatında da bir evrim vardır ve üç ayrı dönem kendini gösterir. Bu dönemler sırasıyla; güçlü ve heykelimsi bir gençlik üslubu. Daha akışkan ve ince bir gerçekçiliğe dayanan bir olgunluk üslubu ve nihayet uzun ve ince formlarla ve coşku dolu hareketlerle dikkati çeken ve belli bir ağırbaşlılığın damgasını taşıyan bir geç üsluptur. Gerçekte Botticelli, hümanist sanatın iki özlemini gerçekleştirmek istemiştir: bunlar Antikçağ sanatının örnek başarılarını yeniden yaratmak ve buluş zenginlikleriyle olduğu gibi telkin gücüyle de büyük şiirle rekabet edebilmektedir. Medicilerin Ressamı Alessandro (Sandro) di Mariano Filipepi, 1 Floransalı zanaatkârlar (babası sepiciydi) çevresinde doğdu. Medicilerin şehri o sırada hem siyasi ve ekonomik, hem de kültürel bir gelişme ve serpilme dönemine girmişti. 1420-1440 yılları arasında resim sanatında gerçekleşen devrimden sonra, sanat faaliyetleri alanında birçok yetenekli kişi ortaya çıktı; dekorasyonlarının yapımı, Fr Angelico (San Marco Manastırı), Paolo Uccello (Santa Maria Novella Kilisesi) veya Andrea del Castagno (Sant Apollonia) gibi sanatçılara verilen birçok mimari eserin inşasına girişildi. Genç Sandro, tedirgin mizacından ötürü disiplinsiz ama parlak bir öğrenci olarak tanındığı okuluna devam ediyordu. Davranışları sonucunda, babası tarafından okuldan alınıp bir kuyumcunu yanına verildi. Büyük erkek kardeşi Giovanni (lakabı, küçük fıo anlamına gelen il Botticello ydu) onunla ilgileniyordu ve sonunda lakabını ona verdi. El sanatları ile yüksek sanatlar arasındaki a nmın kesin olmadığı bir dönemde, kuyumcular ile ressamlar arasındaki yakınlık, Botticelli nin 1461-1462 arasında Fra Filippo Lippi nin atölyesinde resim yapmaya başlamasını ve belki de burada 1467 ye kadar kalışını açıklar. Napoli de Capodimonte Ulusal Müzesi nde bulunan Çocuk İsa lı Meryem ve İki Melek gibi birçok gençlik eserinde Lippi nin etkisi görülür, ama çizgi anlayışındaki incelik ve figürleri birbirine bağlayan duruşlar da dikkati çeker. Filippo Lippi nin biraz yapmacığa kaçan dekoratif zerafeti, Antonio Pollaiolo nun net ve plastik profilleri ve Verrocchio nun ince ve titiz çalışmaları, o yıllarda Botticelli nin resim dilindeki kişisel yanını belirleyen öğelerdir. Botticelli daha sonra yeni bir şiirsel özgürlüğü dile getirmeye yönelecektir. Nitekim Müneccin Kralların Tapınması nın çeşitli versiyonlarında bu açıkça görülür Bu versiyonların ilkinde (1472 ye doğru), Lippi nin öğretisine ve uluslararası gotik üsluba hâlâ yakındır; ikinci versiyonda (1473 doğru), hareket birliğine daha fazla önem veren merkezileşmiş bir kompozisyon gerçekleştirir. Uffici Galerisi nde bulunan Müneccim Kralların Tapınması nda (l475 e doğru) ise (bu eser Botticelli nin birinci üslup döneminin doruk noktasıdır) tamamen kişisel güçlü ve esnek bir imgelem gücüyle yumuşatılmış bir resim dili kullanır. Diğer yandan bu tabloda yer alan ve birçok çağdaşın canlandıran portreler -bunlar arasında kendisi de vardır-, Medicilere ve yakınlarına gösterdiği saygının tanıklıklarıdır. Botticelli Pazzilerin komplo girişiminden sonra (bu hareket sırasında Cinliano Medici bıçaklanrnıştır) Bargello Sarayı nın duvarlarına, idama mahküm edilen suçluların çektikleri cezayı canlandıran bir fresk yapmıştır (1478). Botticelli nin üslubu, tam anlamıyla bu dönemde oturur. Muhteşem Lorenzo nun kuzenlerinden bir olan Lorenzo di Pierfrancesco için bir dizi mitolojik kompozisyonun ilkini yapar (ilkbahar). Ortaçağ sanatı öğelerine dayanan bir alegori, Platon un metinlerine açımlamalar yazmış olan Marsilli Ficino ve Medicilerin eğitmeni Poliziano gibi Floransalı hümanistlerin şiirsel dünyasını yoğun bir biçimde dile getirir. Ne var ki Botticelli, bir ara dini resme yönelir. Ozellikle 1480 dı Ognissanti Kilisesi için büyük bir ustalığa tanıklık eden Aziz Augustinus u yaptı. Ertesi yıl Papa IV. Sixtus tarafından Roma ya çağırıldı. Burada, Sistina Kapellası adını alan Vatikan ın Capella magna sının fresklerle dekore edilmesinde, Floransalı Ghirlandaio, Rosselli, Umbrialı Signorelli, Perugino ve Pinturicchio ile birlikte çalıştı. Botticelli, Musa nın lğvası ve Isyankarların Cezalandırılması nın (l481-1482 ye doğru) çok karmaşık sahnelerinde ayrıntılar söz l olduğunda zengin bir esinle, ama kompozisyonda her zaman olduğundan daha az güvenli olarak kendin gösterir. Ne var ki bu resimler çok beğenilmiş ve sanatı kusursuz oranları olan erkeksi bir sanat olarak nitelenmiştir. Botticelli bu sırada, ilk olarak Antikçağ çevresinin tam içinde bulmuştu kendini. Ama çağdaşı Mantegna nın tersine çevresindeki mimarlardan ve heykelcilerden pek etkilenmemiş ve çabucak Floransa ya dönmüştü. Dolayısıyla Roma da bir süre kalması, üslubunun evrimi üzerinde uzun vadeli bir etki göstermemiştir. Dinginlikten melankoliye Papa için Roma da yapmış olduğu çalışmaların da etkisiyle büyük hayranlık ve saygı kazanan Botticelli ye verilen siparişlerin ardı arkası kesilmiyordu. Antonio Pucci nin talebi üzerine Botticelli 1480 li yılların ladini büyük resimler dizisini başlatan ve Boccacio nun Dekameron undan (Decameron) alınmış bir tema üzerine panolar yaptı (1482-1483). Bir zifaf odası için yaptığı sanılan Mars ve Venüs te (1483 e doğru), aşkın sınırsız gücü dile getirilmiştir. Pallas ve Kentauros (1482 ye doğru) Medicilerin ve Floransa dünyasının havasını taşıyan bir alegoridir ve burada tanrıça, bale kostümlü bir azize silueti olarak canlandırılmıştır ve nihayet Venüs ün Doğuşu nda (1485 e doğru) ele alınan Antikçağ konusu, bu göz kamaştırıcı resimde, Avrupa sanatında başka hiçbir eserde görülmeyen olağanüstü bir canlandırışa kaynaklık etmiştir. Botticelli nin aynı dönemde yaptığı büyük sunak arkalıklarında egemen olan ince ve titiz üslubu, gerçekçilikle ve maniyerizmin ince bir karışımıyla canlanmış ince ve uzun figürlerde kendini açıkça gösterin Botticelli San Marco Bazilikası nın sunak arkalığında (1490 a doğru), daha yalın bir üslup kullanır; meleklerin aylaları perspektife duyulan kayıtsızlığı maskeler ve karakterlerin mimiklerine uygun düşer. Bu mihrap resimlerine paralel olarak Meryem in daire şeklindeki resimleri de (tondı) aynı evrimi yansıtır. Zarif ve adeta müziksel bir kompozisyonu olan Şükran İlahisi Meryemi (l485 e doğru), mistik bir duygunun yüceltildiği Narlı Meryem in (1487 ye doğru) habercisi gibidir. İtalya Savaşlarının sonuç olarak Floransa yı sarsmasının Botticelli yi derinden etkilediği söylenebilir. Üslubunun çizgiselliği ve tablolarının havası daha sıkıntılı hale gelir. Bu iki yanlı evrim, klasik bir metinden alınmış olan ve desenindeki olağanüstü titizlikle dikkati çeken (1495 e doğru) Çarmıha Gerilme ve Isa nın Doğumu eserlerinde açıkça görülür. Bu iki eser, derin bir tedirginliğe tanıklık eden geçmişe daha da bağlanarak acı duymaya ve iç sıkın tısma dayanan bir dini anlayışı dile getiren Botticelli nin bu sıra da Savonarola nm sofuluğu savunan vaazlarının etkisinde kaldığı ileri sürülmüştür Ama Dante nin İlahi Komedya sında (Divina Commedia) aynı dönemde yaptığı resimlerdeki desenlerin güzelliği, Botticelli nin sanatı aracılığıyla bir denge bulmayı başardığı nı gösterir. Botticelli nin sanatı, ilk ustası olan Pra Filippo nun oğlu Filippino Lippi üzerinde büyük bir etki gösterdi. Bununla birlikte Filippino nun, Botticelli deki desen inceliğine ve sağlamlığına ulaştığı söylenemez. Farklı değerlendirilen bir sanat verimi Botticelli, unutulmaktan kurtulduğu zaman sert eleştirilere uğradı. Vasari, «sevimli ve matrak» ama «garip» bir karakteri olduğunu söylediği ressamın biyografisini çarpıtarak kaleme aldı. Ayrıca, ressamın zamanla «tesadüfen yaşamaya» başladığını ve piagnoni (Savonarola taraftarı) olarak kendi çalışmalarını bir yana bıraktığını ve dolayısıyla yaşamının sonlarında yavaş yavaş tam bir «tirit» haline geldiğini ileri sürdü. Bunun, bir biyografi ayrıntısı olmaktan çok, eleştirel bir yargı olduğu apaçıktır. Diğer yandan Vasari den sonra Baldinucci nin ve Orlandi nin tekrarladıkları bir yana bırakılırsa, iki yüzyıl boyunca Botticeli den artık söz edilmez olduğu görülür. Nitekim XVIII. yy ın sonunda Botticelli hemen hiç tanınmamaktadır. Botticelli nin «saf çizgiler oyunu» olarak görülen sanatına tamamen biçimsel alanda kalan büyük bir hayranlık ve coşku duyulmasının doğmasını görmek için Ruskin ve ön Raffaellocu ressamlarla birlikte romantik eleştirmenlerin ortaya çıkmasını beklemek gerekmiştir. Bu sanatın ahlaki yanına da dikkat edilmiş, ama bu da pek başarılı olmamış ve Botticelli, düşler kuran, bezgin, nevrozlu ve marazi bir primitif sanatçı olarak tanınmıştır. Botticelli yi lanetlenmiş bir sanatçı olarak gören ve birçok kimse tarafından benimsenen bu kolaya kaçan görüşü aşarak sanatındaki yoğun şiiri ve «müziksel» tutarlılığı yeniden bulup ortaya çıkarmak işini ise XX. yy da Bernard Berenson gerçekleştirmiştir. Axis. Daha önceden de belirttiğim gibi, Botticelli nin sanatının bu olağandışı karakteri, onun insanların içinde bulunduğu belirsizliklere karşı duyduğu sempatinin, bu durumun çekiciliğinin, çok sık olmasa da insanların enerjik ve sevimli yanlarının, kendilerinin kavrama gücünü aşan büyüklükte şeylerin gölgesi yanında ne kadar ufak kaldıklarının farkına varmalarının bir araya gelmesinden oluşan bir bileşimdir. O, insanoğlunun hakiki karakterini sanatına diğer sanat eserlerinden çok daha üstün bir şekilde yansıtabilmiştir. Botticelli zevk tanrıçası Venüs ü, denizden doğuşun yanı sıra diğer yapıtlarında da işlemiştir ancak bu tabloların hemen hemen hepsinde ölümün gölgesi, griye dönmüş vücutlar ve solgun çiçeklerde sezilir. Öte yandan o Madonnalarını, bir yandan kucaklarında taşıdıkları kutsal çocuğun ağırlığı altında sanki eziliyor ve bir yandan da bizi sıcak ve yakınlık dolu bir hayata çağırıyorlar gibi görüntülemiştir. Aynı figür ki sanat geleneği onu Guiliano de Medici nin metresi Simonetta ya bağlar karşımıza önce Judith olarak ortaya çıkar; inişli yokuşlu bir araziden yürüyerek evine geri dönmektedir; büyük bir iş sona ermiş ve tiksinti anı gelmiştir, elinde taşıdığı zeytin dalı artık kendisine bir yüktür; daha sonra Justice [ olarak belirdiğinde ise tahtında oturmaktadır; ancak nefret yansıtan gözlerinin sabit ifadesi, elindeki kılıcı adeta bir intihar aleti haline sokmuştur; ve Calumnia nın Veritas [ olarak alegorik bir biçimde ifade edildiği tabloda ise, aklımıza ister istemez sanki kazara Gerçek imgesi ile Venüs ün kişiliğinin tanımlandığını getirir. Aynı duygusal yaklaşımı onun gravürlerinde takip etmemiz mümkündür; ancak bunlardaki payının ne olduğunu tam olarak bilmemiz imkansızdır; eğer ben sizlere Botticelli nin nasıl bir ruh hali içerisinde çalışmış olduğunu doğru olarak aktarabildiysem şu an okumakta olduğunuz bu incelememin amacına ulaştığı söylenebilir. Bütün bunlardan sonra şu soruyu sorabiliriz: Botticelli gibi ikinci sınıf sayılabilecek bir ressam genel sanat eleştirisi için uygun bir konu teşkil eder mi? Michelangelo veya Leonardo gibi birkaç büyük ressam kültür dünyasında büyük bir gücü temsil eder, belki de Sandro Botticelli kalitesindeki sanatkarların kendileri için çalışmasını sağlayabilmiş olmalarının nedenini en çok burada aramamız gerekir- Yukarıda bahsi geçen bu çok değerli ressamların yalnızca teknik açıdan incelenmesi ya da artık modası çoktan geçmiş bir tarzda eleştirilmesi değil, onların sanat dünyası içindeki yerini genel kültür kapsamı içerisinde araştıran inceleme/eleştirilerin yapılması, bunun yanı sıra daha az önemli ressamların yalnız teknik açıdan ve geleneksel bir tarzda eleştirilmeleri daha yerinde olur. Büyük ressamların yanı sıra, kendilerine has çok özel bir kabiliyet sahibi olup bizlere sanat zevkini eşini hiçbir yerde bulamayacağımız bir şekilde tattırmayı başarmış bir grup ressam vardır ki onların yarattığı sanatın değeri de, diğer üstün yetenekli ressamlarda olduğu gibi, genel kültür çerçevesi içerisinde incelenmelidir. Bu ressamların eserlerinin ise, adlarının diğer bazı ressamlar kadar çok duyulmamış ve ünlerinin pek yayılmamış olmasına karşın onların eserlerinin çekiciliğine kendini kaptırmış, tablolarından çok et kilenmiş sanat eleştirmenleri tarafından yorumlanması gerekir. İşte Botticelli bu yukarıda bahsettiğimiz seçkin grup ressamlar arasındadır. Onun sanatı Rönesans ın başlangıcında gördüğümüz belli belirsiz ve çekingen tazeliğe sahiptir; bu da onun yaşadığı dönemi belki de entelektüel tarihin en enteresan dönemi olarak saymamızın ana nedenidir: Ancak onun yarattığı eserleri inceleyerek İtalyan sanatının insanlık tarihinde ne kadar büyük bir yeri olduğunu kavramaya başlarız. Walter Pater, Rönesansın Serüveni, YKY- Hieronymus Bosch (1450-1516) Hollandalı ressam
Hieronymus Bosch (1450-1516) Hieronymus Bosch diye tanınmış olan Hollandalı ressam Jheronimus Van Aken 1453 te s-Hertogenbosch ta doğdu. Aachen kökenli olduğu sanılan orta halli ailesi, buraya en az iki kuşak önce yerleşmişti. Büyükbabası ve babası da ressamdı. 1478 de aristokrat bir kızla evlenen Bosch, para sıkıntısından kurtuldu ve daha avantajlı bir toplumsal duruma geçti. 1486 dan sonra Meryem Ana Kardeşlik Birliği üyesi olarak adının geçtiğini biliyoruz (bazı tarihçiler Bosch un, bu demek aracılığıyla din sapkını bazı tarikatlarla ilişkisi olabileceğini düşünmüşlerdir). Eserleri konusunda fazla bilgi yoktur ve kendisine yapması için sipariş edilmiş az sayıda eserle (1488 ile 1491 arasında Meryem Ana Kardeşlik Birliği için yapılmış kanadı sunak arkalığı, 1504 te, Hollanda ve Castilla Kralı Güzel Felipe için gerçekleştirilen Yedi Ölümcül Günah), bilinen diğer eserleri arasında ilişki kurulamamıştır. Bu ressam eserlerini, Jheronimus Boscha diye imzalıyordu Meryem Ana Kardeşlik Birliği sicillerindeki Jheronimus Van Aken, scilden, die hem scrit Bosch (Bosch diye imza atan ressam Jheronimus Van Aken) kayıdı, ressamın bu takma adı, Flamanca da a Hertogenboscha ve kısaltılarak Den Bosh denen doğum yerinden aldığını göstermektedir. Bosch, 1516 yılında s-Hertogenbosch ta öldü. Biyografisini ilk yazanlar, Bosch un kişiliği, yetişmesi ve eserleri konusunda kesin bilgi vermezler. 1563 te ölmesinden pek az zaman önce Comentarias de la pinctora yazan Felipe de Guevara daha sonra karısının İspanya Kralı II. Felipe ye bıraktığı birçok tablosuna sahip olduğu Bosch a bu kitabında birçok sayfa ayırmıştır. Madrid te Prado Müzesi nde bulunan bu tablolar, Bosch un sanatına ilişkin en önemli tanıklıklardır. Üslubun kökeni ve evrimi Bosch un sanatının kökeni, çözülmesi çok güç bir sorun doğurmaktadır. Bu sanatçının çıraklık yılları ve doğduğu şehirden dışarı çıkıp çıkmadığı konusunda yeterince bilgi olmaması, onun ancak, Hollanda nın kuzeyinden ve güneyinden gelen etkiler altında kaldığı varsayımının ileri sürülmesine yol açabilmektedir. Bir süre Hollanda nın siyasal sınırları içinde yer almış olan s-Hertogenbosch, aslın da doğal olarak Güney Flandre a bağlıdır. Bosch, figürlerindeki gösteriş ve manzaralarındaki incelik bakımından, Brükselli Van der Weyden den ve Anversli Robert Campin den (Flamalleli Usta) esinlenmiş gibi görünmektedir. Çok canlı ve keskin çizgili karikatürümsü insan figürlerindeyse, XV yy sonu Harlem ve Delfi ressamlarının etkisi görülür. Sanat tarihçileri, Bosch un sanatının kökenini, 1400 yılan civarında Avrupa sanatının tümüne damgasını vurmuş olan uluslararası gotik üslupta bulurlar. Açık renk tonlar, titizlikle çizilmiş silüetler, uçuşan giysi kıvrımları, gerçekten de ressamın eserlerinin ayırt edici özellikleridir. Ayrıca Bosch un çizdiği canavarlar, Ortaçağ gravürlerinden, tezhiplerinden ve hayvan hikayeleri kitaplarından doğrudan doğruya çıkıp gelmiş gibidir. Bosch bir taşra kasabası olduğu için s Hertogenbosch un geri kalmış yerel sanatında bile bunlarla karşılaşmıştı. Bosch un üslubundaki evrimi saptamak da zordur. Çünkü eserlerinden hiçbirinin üzerinde tarih yoktur ve panolarının birçoğu da tahrip olmuştur. Aralarında Çarmıha Geriliş in de bulunduğu ilk eserlerinde uluslararası gotik üslubun renkleri, XV. yy Flaman ressamlarından devralınmış bir perspektif anlayışı ve kompozisyonun yalın lığı dikkati çeker. Kompozisyon daha sonra gittikçe işlenmiş ve incelmiş durumdadır. Kullanılan renkler daha canlı hale gelmiş, insan figürleri çoğalmış ve büyük bir hareketlilik kazanmıştır. Üsluptaki bu evrime paralel olarak, Bosch a esin kaynağı olan başlıca temaların gelişimi de saptanabilir. Bu temalar, parasal aç gözlülükten (Saman Arabası) dünya zevklerine düşkünlük (Zevk Bahçesi üçkanatlısı), düşünsel düzeyde iğvaya kapılma (Aziz Antonius on Baştan Çıkarılışı) gibi insanın manevi kurtuluşunu engelleyen üç ana konudur. SİMGELER Zevk Bahçesi nin simgelerine ilişkin olarak yapılan çetrefil ve kimi zaman da çelişkili yorumlar, Bosch un e kutsal kitaplar ve XVI.yy başı vaizlerinin yazıları ve ayrıca büyü uygulamaları, simya, halk gelenekleri ve argo konusunda bilgi sahibi olmayı gerektirmektedir. (Bir yorum: Zevk Bak çesi nde binlerce ufacık kişi, zamanın rüya açıklamalannda olduğu gibi, belli bir semboliği izleyerek kötülüklerini gösterir ve kıpırdanırlar. Iştahla yedikleri kirazlar, frambuazlar, çilekler ve üzümler, cinsel zevkin günah sim gelerinden başka bir şey değildir. Sevgililere sığınak olan elma-kayık kadın göğsünü anımsatır, kuşlar sefahati ve utancı, balıklar şehvet veya korkuyu, midye de dişiliği simgeler. Bosch un çizdiği, frenlenmiş cinselliğin etkileyici bir tablosudur (Tolnay). Sol kanat dünyevi cenneti, sağ kanat cehennemi anlatır, kapalı kanatlarsa saydam bir küre ortaya çıkarır: İnsanın yaratılışından önce suyla çevrilmiş dünyadır bu. Yaratan küçücük çizilmiş, bir kenara itilmiştir. Lionello Venturi) Anahtar: bilgi veya cinsel organ. Ateş: kükürtün eşdeğerlisi, erkek öğe. Ayı: hovardalık veya bellek. Baykuş: kimi zaman din sapkınlığı, kimi zaman bilgelik. Bıçak: erkek cinsel organı. Çilek: şehvet. Deve: halk geleneğinde ağırbaşlılık. Elma: ilk bilgiyi veren meyve veya meme. Gayda: kadın veya erkek cinsel organı, doğaya karşı günah. Geyik: Isa. saf ruh. İçi oyulmuş ağaç: ölüm ve sırrını gizleyen doğa. Kalıp: halk dilinde kadınlık organı Karga: inanmazlık. Kiraz: şehvet. Leylek: ahlaki saflık veya toplumsal değerlere düşkünlük. Merdiven: cinsel ilişki. Siren: kötülük doğuran büyü. Su: merhamet veya Cehennem. Tavşan: ölüm korkusuyla birlikte şehvet. Tavus: gösteriş düşkünlüğü. Testi: kadın cinsel organı veya Şeytan. Yarımay: gösteriş düşkünlüğü veya Şeytan. Yumurta: kara büyü, Şeytan. Bosch un eserlerinde sürekli olarak tekrarlanan bu temaların kökeni, çağının olaylarında, okumuş olabileceği kitaplarda ve dinlediği vaazlarda aranmalıdır. Saman Arabası, konusunu eski bir atasözünden alır: Dünya herkesin ala bildiğini aldığı bir saman yığınıdır. Sol kanatta, Meleklerin Düşüşü, Havva nın Yaratılışı, Baştan Çıkarılış ve Adem ile Havva nın Cenetten Kovuluşu canlandırılmıştır. Bu son sahne, saman arabasına yapışmış insanlardan ahlaki çöküş görüntüsüne bir geçiş Sağlar; sağ kanatta ise bir yangının parıltıları arasından Cehennem görünür, bu da orta panodaki Saman Arabası nın kişilerinin varacağı yerdir. Bu pano çok sayıda küçük figür içerir: Arabanın peşinde papa, imparator ve prensler vardır. Kalabalık arabaya tırmanıp biraz saman almaya çalışmaktadır, kimileri tekerleklerin altına düşer, kimileri daha aşağıda yiyip içer, saman yığınının üstüne tünemiş iki aşık müzik çalmaktadır. Bulutların arasından Isa, cehennem adanmış tüm bu insanlığa acı ve merhametle bakar. Kanatlar kapatılınca, Eve Dönüş teması ortaya çıkar. Lionello Venturi geçiren dünyada bir ortaçağ sanatçısı Dominiken tarikatına bağlı olan Alain de La Roche un (öl. 1475) vaazları, Bosch un resim dünyasına yakın bir hava taşır ve hiç kuşkusuz bu dünyayı etkilemiştir. La Roche bu vaazlarında, «üreme organları ateş kasırgaları yaratan ve dumanlarıyla yeryüzünü karanlığa boğan ve günahları simgeleyen hayvanlar»dan söz eder. 1484 te s-Hertogenbosch ta adı bilinmeyen bir İrlandalının yazdığı Tungdal ın Hikayesi nin (la Vision de Tungdal) Hollandaca çevirisi yayımlanmıştı. Bu şiirde, XIII. yy da yaşamış bir İrlandalı şövalyenin başından geçenler anlatılmıştır. Tungdal adındaki bu şövalye, aylak ve sefih bir yaşam sürdükten sonra ruhsal olarak öbür dünyaya gider ve üç gün sonra pişmanlık duyguları içinde yeniden insan varlığına bürünür. Şövalyenin gördüğü, canavarlarla, yılanlarla, en ağır işkencelerden geçirilen kişilerle dolu korkunç bir Ortaçağ hayalidir. Bu şiirde cehennemliklerin, altınlarla ve değerli taşlarla göz kamaştıran Cennet ten geçtikten sonra Cehennem e gönderilişleri de anlatılır. Bosch un dinsellik ve olağanüstülük dolu olan ve hem gizemli, hem de canavarca yaratıkların cirit attığı, ama inanılmaz bir yaratıcılığa da tanıklık eden eserleri, yaşadığı yıllarda ve ölümünden sonra birçok taklitçinin ve rakibin ortaya çıkmasına yol açmıştır ve bunlar arasında Bruegel in de yer aldığını unutmamak gerekir. Bosch un eserlerindeki şeytani hayaller, özellikle XVIII. yy da değersiz şeyler olarak görüldü, ama gerçeküstücülükle birlikte yeni. den baş tacı edildi. Nitekim desen şaşmazlığı, renk zenginliği, kompozisyon ve manzara anlayışıyla dikkati çeken eserlerinin resimsel değeri de, yeniden gündeme geldi ve hayranlık uyandırdı. Axis- Peru'daki esrarengiz ICA taşları
Peru'daki esrarengiz ICA taşları Dünyadaki çözülmeyi bekleyen en büyük bilmecelerden biri, ica taşları olarak bilinen ,Colomb öncesine ait yaklaşık 15.000 adet üzerinde gravürler bulunan bir taş kütüphanesidir. Bu taşlar bir çöl ehri olan Peru’ daki İca şehri yakınlarındaki bir mağarada bulunmuşlardır. İca başkent Lima’ dan 300 km. Uzaklıkta bulunmaktadır.60’ lı yıllarda bir çiftçi Nasca çizgilerinden çok uzakta olmayan bir yerde bir mağarada taşlardan oluşan bir tepe bulduğunu açıklamıştı.Bazıları ise gömülü haldeydi.Çiftçi ilk önce cebinde bir kaç taşla gelmişti.Ancak bir yığın taşla tekrar geri gelmesi pekde uzun sürmedi.Bir zaman taşları turistlere satarak iyi para kazandı. Artık çiftçiyi tanımayan yoktu.Kısa zamanda bir arkeolog ordusu bu mağaraya geldi. Bu arada taşlarla Peru hükümetide ilgilenmeye başladı.Ve Peru’nun yağmacılarla dolu ikinci bir Mısır olmasını istemediler.Çiftçiyle ne tür bir anlaşma yapıldığını kimse bilmiyor ancak, tutuklanmasından ve hapis cezası almasından sonra birden bire sattığı o taşların sahte olduğunu ve onları kendisinin yaptığını belirtti.Bu işi turistlerden para yürütmek için yaptığını ve işlerin buraya kadar varacağını tahmin edemediğini söyledi. 1966 yılında Dr. Javier Cabrera, doğum gününde üzerinde çizimler bulunan küçük bir taş hediye aldı.Çizimler ona eski geldi,çünkü taşın üzerinde ilkel bir balık çizimi vardı. Dr. Cabrera çiftçinin en iyi müşterisi olmuştu bu arada. Daha sonra Dr. Cabrera çiftçiyle konuşmaya gitti ve çizimleri nasıl yaptığına ait bir çok soru sordu.Ve bir çok çelişkili cevap aldı.Adam çizimleri kendisinin yaptığını ısrarla söylüyor,ancak bunun ömür boyu hapiste tıkılı kalmaktan korktuğu için söylediği belliydi. Doktor çiftçiden birkaç bin adet taş satın almıştı.Ve bu taşlardan daha kaç tane olduğunu öğrenmek istiyordu.Sanki çiftçi her hafta daha çok taş yapıyordu.Cabrera çiftçi tarafından uyutulduğuna inanmaya başlamıştı.Yani çiftçi taşları kendisi yapıyordu.Çiftçi taşları nasıl imal ettiğini anlatmayı reddediyordu.Doktor bir hesap yaptı.Buna göre çiftçi hergün en az 1 taş hazırlarsa bütün taşları hazırlaması 40 yıl sürecekti.Bu imkansızdı.Dr. Cabrera taşların üzerindeki resimler hakkında cevaplara ulaşmak için hemen işe koyuldu. Taşlar bir çok değişik boyutlardaydı.Bazıları avuç içine sığacak kadar küçük, bazıları ise bir köpek kadar büyüktü.Taşlardaki çizimler kesintiye uğramadan çizilmişlerdi.Yani sanatçı elini kaldırmadan çizmişti.Gravürler taşın orjinal renginden daha açık renkteydiler.Fakat oyuklardaki renkler daha koyuydu.Buda gösteriyor ki taşlar uzun zaman önce kazınmışlardı.Taşlar andesit içermekle birlikte griden siyaha değişen renlerde volkanik özelliklerde gösteriyordu.Bunun yanında çok sert olan bu taş türünü ilkel aletlerle kazımak çok zordur.Almanya’daki bir labaratuar taşlardaki oyukları (kazınan yerleri) inceleyerek ,kazıma işleminin eski bir zamanda yapılmış olduğu sonucuna vardı.Ayrıca taşların bulunduğu bölgede milyonlarca yıl öncesine ait fosil ve kemik kalıntılarına rastlandı. Kil çamurundan yapılma eserleri içinde barındırdıkları organik artıklardan dolayı tarihlendirmek kolaydır ama bu eski taşlar organik madde içermedikleri için tarihlendirilmesi çok zordur. Klasik karbon metodu cisimdeki organik maddeler( bir zamanlar yaşamış olan canlılar) esasına dayanarak bir tarihlendirme yapabilmektedir.Taşın üzerindeki koruyucu siyah tabaka bakterilerden meydana gelmiştir.İyi bir koruyucu tabakanın bu şekline gelmesi için binlerce yıl geçmesi gerekiyor.Kazıma işlemi sırasında bu tabakada kazınmış ve gerçek taşın görünmesine yol açmıştı.Fakat kazınan yerlerde tekrar siyah bir tabaka meydana gelmeye başlamış.Buda gösteriyorki kazıma işlemi çok uzun zaman önce yapılmış. Dr. Cabberas’ın taşlardan oluşan kütüphanesi insan melez ırklarına ait kalıntılar,eski hayvan türleri,kayıp uygarlıklarla ve dünya felaketleriyle ilgili ilgilidir.. Bunlar arasında inkalardan kalmış kasklı insan figürleri, kalp ve beyin naklini gösteren gravürlerde vardır.Bazı taşlar hayatı uzatmak ile ilgili genetik kodlarda içermektedir.Kan damarlarının ince hortumlarla betimlenip , doğal enerjiyi üretme ve hücre bölünmesinin tasviride bulunmaktadır.Ayrıca 4 seriden oluşan taşlar üzerinde eski mitleri anlatır gibi ve bilinmeyen anakaralar ( kıtalar ) barındırmaktadır.(altta) Eğer eski batık kıtalar teorisini desteklemek istersek ,araştırmacı ve yazar James Churchward’ın kutsal bir Tibet tabletinde yazılı olan bilinmeyen 2 kıtayıda örnek gösterebiliriz.Kitabının ismi “ KAYIP KITA MU” ve konusu bir zamanlar hint okyonusunda bulunan bir kıtadır.Bu bölge ayrıca kayıp kıta atlantisin eski kitabelerde bahsedildiği yerdir. Kaşif William Niven Yucatan’da bulduğu bir kabartmada Atlantik ve Hint Okyonusunda bulunan dev kara parçalarına raslamıştı.Bunlar Atlantis ve Lemurya olabilirlermi? Bu gravürde bir sezeryanla doğum anlatılıyor.Uyuşturmak içinde akupunktur kullanılmış. Bilimadamları Amerika, Asya ve Afrikanın önceleri bugünkü şekillerinden çok daha farklı olduğu görüşünde hemfikirdirler.Çünkü kıtalar yerdeğiştirmektedirler.Jeologların yardımıyla Dr. Cabrera , Taşlar üzerinde çizilmiş olan kara parçalarının dünyamızın milyonlarca yıl önceki halini gösterdiğini teyit etti. Dr. Cabrera şu sonuca vardı; Gerek zaman, gerek ustalık, gerekse bilgi bakımından taşlardaki bu çizimleri o çiftçinin yapmasına imkan yoktu.11.000 taş satın aldıktan sonra Dr. Cabrera , çiftçinin güvendiği bir arkadaşı olmuştu.Ayrıca çiftçinin, turistleri aldattığını kabul eden bir kağıdı imzalaması karşılığı hapisten çıktığınıda öğrendi.Aksi halde devlet arazisindeki şeyleri satmaktan ömür boyu hapis cezasına çarptırılabilirdi. Dr. Cabrera jeologlarla birlikte taşların üzerindeki garip haritaları incelemeye koyuldu.Bazı köşeler ve kara parçaları tanıdık gibi geliyordu ancak aralarındaki okyanus kısımları garip derecede bugünkünden farklıydı.Bilgisayar analizleri sonucunda jeologlar,bu haritaların, gezegenimizin günümüzden 13 milyon yıl öncesini gösterdikleri sonucuna vardılar. Peru her zaman garip bir ruhsal güce ve her şeyi bilmek isteyen kültürlere sahip olmuştur.Hatta gezegenimizi ziyaret ettikleri iddia edilen “eski astronotlara” ev sahipliği yapmıştır.Peru’nun büyük bir bölümü yüksek bir elektromanyetik alan üzerinde bulunmaktadır. Ufo gözlemleri Peru halkı için gayet sık rastlanan ve normal bir olaydır.Hatta bazıları ise Dünya dışı canlılarla irtibat halinde olduklarını iddia etmektedirler. Bazılarına göre Machu Picchu Ufolar için bir iniş yeridir. Machu Picchu Ica taşları aynen Nasca çizimleri bir sır olarak kalmaya devam etmektedir.Bu bölge yüksek elektromanyetik enerjiye sahiptir.Bu yüzden bir uzay üssü olarak kullanıldığı iddia edilmektedir.Bölge yüksek miktarda demir içerdiği için böyle bir enerjiye sahiptir. İca taşlarını kim yaptı? Göstergeler birazda dünyadışını gösteriyor.Fakat bu konu çözülemeyen sırlar kervanında yol almaya devam edecek gibi. Bazı taşlar inanılmaz.Mesela yukarıdaki gibi.Burada bir beyin ameliyatı anlatılıyor.Kafatasındaki kesik açıkça görülüyor. Taşların neredeyse üçte biri dnozorlarla ilgili.(soldaki Allosaurus, sağdaki Triceratops)Hatta bazıları görünüşe göre evcilleştirilmiş. Ancak 1992 yılında keşfedilen Diplodocus türü dinozor binlerce yıl önce nasıl resimlenebiliyor ? İki kişi teleskopla gökyüzüne bakıyor.Bir kuyruklu yıldız göze çarpıyor.Diğer yıldızlarda var tabiki.Sağdaki resim taşın üstten görünüşüdür. Dinozor ve insan.Soru işaretleri devam ediyor.- HELLOWEEN ( Korkmayın )
uzun yıllar önce seyrederdim Tatlı cadı Sementha yı (Elizabeth Montgomery).. seyretmek ırsileştirdi sanırım- Malakanlar
TÜRKİYE'DE SLAV GÖÇMENLERİ MALAKANLARIN TOPLUMSAL YAPISI Bundan yklaşık olarak 40-45 yıl önce ülkemizde şu an mevcut olmayan ilginç sosyal gruplar barındırmaktaydı.Bunlardan biri,araştırmamıza esas teşkil eden Malakanlardır.Malakanlar,Kars ilinde yaşıyorlardı.Manys ve Akşehir Köylerinde yaşayan kazaklar da ilginç bir toplumsal grup sayılabilir. Her iki grubun ismi de,bölge sakinlerinin söylediği tarzda yazildi.Rusça asılları ise,Malakan'ın Molokan,Kazak'ın Kozak.Bu iki grubun ülkemize geliş sebepleri de çok enteresandı.Rus Çarı Deli Petro,1683 yılında kıyafetlerin değişmesi,yeni takvimin kabulü,saç ve sakalın kesimi,yeni kitaplara göre dua etme,yeni ayin şekli gibi sosyal hayatı değiştirmeye yönelik bir takım inkilaplara girmişti.Deli Petro'nun Slav örflerini değiştirme girişimine isyan eden bir grup Don Kazağı,Sultan 4.Mehmet zamanında,Bandırma'ya 20 Km.Gönen'e 25 Km.mesafede bulunan Manyas Gölü kenarındaki Kocagöl sahasına iskan edilmiştir.Yerleşmelerinin sebebi,Don nehri sahillerinde balıkçılıkla meşgul olmalarıdır.. Kars ilinin Yalınçayır,Atçılar,Çalkavur isimli üç köyünde 1876-77 ile 1962 yılları arasında toplam 86 yıl kadar yaşayan Malakanlar,bu sürenin yaklaşık 75 yılını Türk hakimiyeti altında yaşamıştır.Molokan,Molokani,Molokanye,Molokane,Molokaneh şeklinde telaffuz edilir.Kars halkı Malakan olarak seslendirirdi.Malakanlar kendilerine ait din ve adetlere malik bulunanbir kavmin adıdır.Malakanalrın 8 köyde yerleştiği biliniyor.40 yıl içerisinde bir miktar Malakanın tekrar Rusya'ya döndüğü veya Yalınçayır'da toplanmış olmaları da akla gelebilir. Malakanların Tarihçesi Molokanizm,Ortodoks Kilisesinden ayrılmış bir sekttir.Kars köylerindeki yaşlı Malakanların anlattıklarına göre28 Mart 1805 yılında başlayan bu ayrılış,22 Mart 1809 yılında tamamına eriyor.Saratof ve Dambuğ bölgelerinde yaşayan Malakanların atalarıyla Rus halkı arasındadinsel bir anlaşmazlık oluyor..O tarihte Rus halkının inancına göre,haftada 2 gün süt içme geleneği vardı.Oysaki Malakanlar böyle bir perhiz (oruç)inancına itiraz ederek haftanın her gününde süt içilebileceği kanaatinde idiler.Rusça'da Moloko kelimesi süt,Molokan ise süt içen,perhizi bozan anlamına geliyor..1682 yılı civarında Ortodoks Kilisesi'nden yukarıda anlatılan nedenden dolayı ayrılan grup,bu tarihten itibaren işkence ve ıstıraplarla dolu bir hayat sürmüştür. Malakan Doktrini Malakanlara göre peygamberleri Maksim;Tevrat,İncil ve Zebur'un esaslarına göre yeni bir din ortaya koymuştur.Aslında her türlü dini merasim ve devlet kilisesi fikrine karşı olan basit bir İncil Hıristiyanlığı'dır.Malakan ibadet ve doktrinleri;Tanrı iyidir,kötü bir varlığa sahip olamadığı gibi teslis de yoktur.Kutsal kitapları,Ruh ve Hayat'ta Semen Matjev,Ukle-İn,Matjev Semen Dalmatov Molokanizm'in gerçek yaratıcıları sayılır.Keza bu kişiler Malakan halkının hürriyetini sağlayan kişilerdir. Malakanalr kendi aralarında dini bakımdan 2 gruba ayrılırlar.Bastiynlar ve Prigonlardır.Aralarında en önemli fark ilkinin Maksim ve Maksimist görüşleri kabul etmeyişleridir.. Malakan cemiyetinde statü farklılaşması sert değildir.Dini liderler,yaşlılar ve kadınlar büyük saygı görürler.Grup içinde 4 ayrı sosyal statü,fark edilebilir 1-Gelir Grupları 2-Dini Liderler 3-Nüfus Sahipleri 4-Resmi Memurlar.. Evlenme Malakanların evlilik törenleri,bir çeşitlilik arz eder.Evlilik öncesini pragolga denen eğlence adetleri belirler.Tamamen serbest seçime dayanır.yerli halktan ayrılırlar.Genç kız ve delikanlıların,eş seçmek amacıyla,yazın kırlarda,kışın belirli evlerde yaptıkları eğlencelere pragolga denir.Pazar günü ayinden sonra yapılır.Evliler bu toplantıya katılamazlar.Evlilik yaşı kızlarda 15-24 iken,delikanlılarda askerliğini bitirmiş iş güç sahibi olmayı beklerler.Seçme hakkı kız ve erkeğindir. Boşanma on emrin yasakladığı zina kadar cemaat kurallarının tasvip etmediği bir olaydır.temel motif dindir..Dini nikah yeterli sayılır.. Eğitim Malakanların yaşadığı üç köydede okul vardı.En geniş Malakan kolonisinin bulunduğu Yalınçayır'da ilkokul ancak 1951 yılındafaaliyete geçmişti.Okulun Malakan köylerinin oluşumundan takriben 70 yıl sonra tesisi,bu grubun kültürümüze uymasında okulun üzerine düşen görevi yapmamasının sebebi olmuştur.Okul devamlılığı çocukların devam etmesi yönünden büyük bir artış göstermektedir.. Uyum Sorunu Malakan Kozakları üzerinde yapılan araştırmaya göre: 1-Rus cemaatlerinin çevrelerinde bulunan teknolojik durum iptidai olduğundan basit aletlerle sürdürülmektedir.Temini ve bakımı için şehre gitmeye gerek yoktur. 2-Yolların azlığı ve yaşanılan coğrafyanın biraz sapa kalması ileri sürülüyor. 3-Köyün çevresi Müslüman olduğu için kendi aralarında temas halinde,kapalı Kazak toplumuyla daha az temas halindedir. 4-Cumhuriyet zamanında laik devlet oluşu münasebetiyle,milli hudutlar içinde unsurların dinlerinde serbest bırakılmıştır. 5-Kazaklar kendi memleketlerini sakallarını kesmemek için bırakıp yabancı bir diyara gelmişlerdir.Esasen iyi bir karaktere sahip değillerdi.. 6-Bu halka karşı bilinçli bir eğitim politikası oluşturamamak. 7-Yerel mülki amirlerin şikayetlerinden bıkması,yerli halkın ırklarından dolayı onlara karşı olumsuz rezervler bulundurmaları.. Malakan toplumu,yarım yüzyılı aşkın bir süre içinde ülkemizde istikrarlı yapısını koruyamamış ve sarsıntı geçirmeye başlamıştır..Grup normlarının özelliğini yitirmesi,şehrin etkisi ve yerli halkla olan toplumsal ilişkiler göç etmelerinde önemli rol oynamıştır. Malakanalrın göçleri dış basında büyük ilgi gördü.Çoğunun mali durumları iyi olsaydı Rusya yerine Amerika'ya gitmeyi düşünürlerdi..Sadece bir kısmı Rusya yerine Amerika'ya gitmiştir.. Kaynak: Türkiye'de İslav Muhacirleri İçin Kaynaklar Molokanların Tarihçesi ve Türk Kültürü İçerisinde Molokanlar- HELLOWEEN ( Korkmayın )
Bayramin kutlu olsun cadi Ve tum cadilarin bayrami kutlu olsun- Kayıp Uygarlık Şamballa (Shambala)
Tibet ve kuzey Hindistan söylencelerinde Şamballa adlı bir yerden bahsedilir. Hindistan ve Tibet’teki eski yazıtlar, Şamballa’yı antik çok eski bir krallık olarak tanımlıyorlar. Saklı krallığın varlığına dair ilk anlatılanları Tibet Budizm’inin kutsal kitapları olan “Kanjur” ve “Tanjur” da bulabiliriz. Geleneksel anlayışa göre, Şamballa, karlı dağlardan oluşan bir çemberin içindedir. İnanılmaz güzellikte olan Şamballa, zenginlikle doludur. Modern bir yer olan “Pırlanta Sarayı”nın başkent “Kalapa” da olduğu iddia edilir ve Şamballa Kralı hükümdarlığını burada sürdürür. Pırlanta Sarayında iki şaşırtıcı şey vardır; “Tepe Pencereleri” ve “Sihirli Ayna” Tepe pencereleri başka dünyalardaki hayatları görme imkanı sağlarken, Sihirli Ayna ise Kral’ın uzaklardaki olayları izlemesine imkan veriyor. Günümüzde Batı uygarlıkları ile ilişki içinde bulunan bazı Lama’lar aynanın bir ekran gibi olduğunu ve Kral’ın dünya olaylarını kontrol etmesini sağladığını iddia ediyorlar. Saklı Krallığın çok daha şaşırtıcı özellikleri var; örneğin eski yazıtlarda “Rüzgar gücünde olan taştan atlar” dan ya da “Taştan uçaklar”dan bahsediliyor. Yaşayan Lama’lardan bazıları “Taştan Atlar”ın en ileri teknikle yapılan uçan araçlar olduğunu iddia ediyorlar. Tibet söylenceleri, Şamballa’nın Himalaya dağları arkasında ve Tibet’in kuzeyinde olduğunu iddia etmekteler. 96 prensliği olduğu söylenen saklı ülke için dünyada gizli bir yer olabilir mi? Peki ama Şamballa nerede? Manastırıcı Budistler yani tutucular, Şamballa’nın dünyada bulunduğu düşüncesindeler. Buna karşı Halk Budizm’in yandaşları ise, Şamballa’nın tanrıların oturduğu gökyüzünde olduğuna inanıyorlar. Bazı çağdaş Tibetliler de aynı veya benzeri görüşteler; Şamballa’yı dünyada değil de, yıldızların arasında aramaya başladılar, yani bir gezegende. Yoksa Şamballa zaman ve mekan dışı bir yerde bulunan gizemli bir imparatorluk mu? Varsayımlara göre Şamballa bir başka boyut veya paralel dünya olabilir mi? Eğer bu düşünce doğru ise; Şamballa burnumuzun dibinde olsa bile göremeyiz. Tibet kehanetlerine göre bir gün “kötü bir ruh” gelecek ve “Barbarlara” güçlü dünyalı olmadığını açıklayacaktır. Bazı Lama’ların düşüncelerine göre, “Barbarlar” (Dünya-dışı varlıklar) Şamballa’nın var olduğunu öğrenebilirler veya oraya gidebilirler. Ama bu kehanetlere göre; önce huzurlu bir anlaşma yapılacaktır; Şamballa’da hükümdarlığını sürdüren Kral Rura Çakrin istila edenleri karşılayacak ve onların başkanına egemenliği birlikte sürdürmeyi teklif edecektir. Ama kısa bir süre sonra Barbarların Kralı egemenliği kendi eline geçirmeye çalışacak ve uçan araçlarıyla Şamballa’ya saldırarak havada bir savaş başlatacaktır. Ama Barbarlar başarılı olamayacaklardır, çünkü Rudra Çakrin onları yıkmak için savaşacaktır. Kehanetlerde şunlar belirtilir: “Sonunda Kral Şamballa’dan Barbarları yok etmek için çıkacak ve aşağıya inecektir.” Bazı Lama’lara göre, Kral bir başka gezegenden bizim dünyamıza gelecektir, çünkü “Jambudvipa” denen o yer, onların gözünde bütün dünya veya gezegendir, sadece bir kıta veya bölge değildir. Bu son savaştan sonra ise bir “Demir tekerlek” gökyüzünde belirip düşecek ve Rudra Çakri’nin egemenliğinin başlangıcını belirleyecektir. Bu nedenle ona “Tekerlekli çılgın” adı da verilmiştir. Zaferinden sonra Rudra Çakri, egemenliğini bütün dünyaya yayacak ve yeni bir “Altın Çağ” başlatacaktır. İnanılmaz ama NASA’nın uzay mekiklerinin birinin yolculuğundaki görev listesinde “Şamballa” da yer alıyordu. Araç, böyle bir yerin olup olmadığını uzaydan gözlemleyip araştıracaktı. Sonucu henüz bilmiyoruz ama anlaşılan “Şamballa”nın yerini merak eden ve cidden inanan birileri var gibi.. Batı Tibet’te “Büyük Beyaz Kardeşliğin” merkezinin var olduğu söylenir. Kutsal Şamballa şehri Gobi çölünde, “Agarta Yer Altı Üniversitesi” ise muhtemelen Nepal’le güneydoğu Tibet sınırı üzerinde bulunmaktadır. Şamballa’nın Lhasa’nın kuzeyinde, muhtemelen Gobi çölünde, bazen de Moğolistan’da olduğu söylenmişti. Agarta’nın Lhasa’nın güneyinde, muhtemelen Şigatse manastırının yakınında veya Nepal’in kuzeydoğusundaki Kançenyunga dağlarının (Y.N: Dünyanın 3. yüksek dağı) altında olduğu iddia edilmektedir. Bazı iddialara göre, hem Agarta hem de Şamballa “Boş Dünya”nın içinde bulunmaktadır. Bazı geleneklerde Agarta sağ el yolu” yani “beyaz okült grup”, Şamballa ise “sol el yolu” yani “kara okült grup” olarak nitelendirilmektedir. Bunun tersi de yani Agarta’nın kötü, Şamballa’nın ise iyi olduğu da iddia edilmektedir. Agarta, “Agarta Konfederasyonu Tapınakçıları” adlı küçük fakat güçlü bir ordu tarafından savunulmaktadır. Kimi zaman Agarti veya Agarta, “Dünyanın Kralı” kavramıyla özdeşleştirilir. Bu “Dünya Kralı”, “Metatron” veya “Agarta’nın Büyük Efendisi” olarak bilinir ve Tibet’in altında bir yer altı krallığında ikamet eder. Buraya Ortaasya’daki birçok manastırıdan, özellikle Kançenyu dağı civarından, giriş vardır. Bazı iddialara göre Agarti’yi kara büyünün şeytani gücü yönetmektedir. Metatron(1)un Gölgesi, karanlık bir güç olarak bilinir ve Sar Ha-Olam veya şeytan (Veya eski Mısır’ın yer altı tanrısı Set) olarak tanımlanır. Nazi okült doktrinine göre, Aryan Süpermenlerin yaşadığı yer bu “Boş Dünya” idi. Hitler dünyanın içinin boş olduğunu biliyordu. Bu nedenle Tibet ve Gobi çölündeki bazı güçlerle temasa geçerek, Ortaasya’yı ele geçirmeyi düşünmüştü. (1) Metatron: İbrani Kabala’sında göksel (semavi) araçlar Sekinah ve Metatron’dur. Metatron terimi koruyucu (hami), gönderilmiş (haberci) ve aracı gibi tüm anlamları içerir. Ünlü Fransız düşünürü Rene Guénon tarafından Kabalacı’ların Metatronu ve başmelek Mikail arasında paralellik bulunmaktadır. Eğer Mikail, Metatron ile bir ise, yine de onun görünümlerinden ancak bir tanesini temsil etmektedir. Işıklı yüzünün yanı sıra, onun bir de karanlık yüzü vardır. Kaynak: • David Hatcher Childress, “Lost Cities of China”, Central Asia&India”, Adventures Unlimited Pres. 1998 • Turgut GÜRSAN, Yeraltındaki Gizli Dünyalar s.11-13 Şangri-La'nın dış dünyadan Tibetlilerin "kar bekçileri" olarak adlandırdığı psişik bariyerler ile korunduğu düşünülüyor. 1900'lerin başlarında bir ingiliz binbaşı Himalayalar'da kamp yapıyordu ve uzun sarı saçlı, çok uzun boylu, üzerinde hafif giysiler olan bir adam gördü; adam görüldüğünü fark etmesiyle birlikte hemen dik bir yamaçtan aşağıya doğru koştu ve gözden kayboldu. Bu olaydan söz ettiğinde onunla birlikte kamp yapmakta olan Tibetliler hiçbir şaşkınlık göstermediler ve ona bu adamın kutsal bölge Şambala'yı koruyan karadamlardan biri olduğunu sakin bir şekilde izah ettiler. Bir çeşit kar bekçisiyle ilgili daha detaylı bir anekdot 14 yılını Tibet'te geçiren Alexandra David-Neel tarafından aktarıldı. Kendisi Himalayalar'a yaptığı pek çok geziden birinde olağandışı bir hızla hareket eden bir adam görmüştü ve onu şöyle tarif etti: Son derece sakin ve etrafına kayıtsız olan yüzünü açıkça gördüm; gözleri ardına kadar açıktı ve yukarıda uzayda olan görünmez bir nesneye sabit bir şekilde bakıyordu. Adam koşmuyordu. Sanki kendisini yerden yukarıya kaldırıyo gibiydi ve sıçrayarak ilerliyordu. Bir topun esnekliğine sahipmiş gibi görünüyordu ve ayakları yere her değdiğinden zıplıyordu. Adımları bir sarkaçın düzenliğine sahipti. Şangri-La'yı arayan kişilerden bir hiç haber alınmadığı söylenmektedir. Onların bu tehlikeli yolculukta donduklarını ya da orada kalmaya karar verdiklerini hissediyorum. Yakınlarda bulunan ve Şambala'nın geri kalan enerjisinden etkilenen bir manastır olduğu söyleniyor ve oraya giden birçok kişi inanılmaz iyileştirici etkiler yaşamışlardır. Birçok tarihçi Sanskritçe'nin Şangri-La'dan geldiğine inanmaktadır; Francine ise onun Lemuria'dan geldiğini söylüyor. Şambala veya Şangri-La'nın Tibet mistisizminin en yüksek formu olan Kalaçakra'nın kaynağı olduğuna da inanılmaktadır. Tibetteki dini metinler gizli şehrin fiziksel yapısını detaylı olarak anlatmaktadır. Her biri dağ halkası ile çevrelenmiş sekiz bölgeden oluşması nedeniyle Şangri-La'nın sekiz petalli lotus çiçeği tomurcuğuna benzediği düşünülmektedir. En içerdeki halkanın merkezinde başkent ve altın, elmas, mercan gibi değerli taşlardan yapılmış kralın sarayından oluşan Kalapa bulunur. Başkent kristalimsi bir ışık ile parlayan, buzdan dağlar ile çevrelenmiştir. Şambala'nın teknolojisinin son derece ileri olduğuna inanılmaktadır; sarayda dünyadışı varlıkları incelemek için yüksek güçlü teleskoplar olarak işlev gören merceklerden oluşan özel çatı pencereleri vardır ve yüzyıllar boyunca Şambala halkı uçaklar ve yeraltı tünel ağında hareket eden arabalar kullanmıştır. Aydınlanmaya giden yolda Şambalalılar medyumluk, büyük hızlarda hareket etmek ve istedikleri anda maddesel forma geçme ve gözden kaybolma gibi güçler edinmişlerdir. The People's Almanac şöyle diyor: "Şambala kehaneti krallardan her birinin 100 yıl boyunca şehri yöneteceğini ve toplam 32 kral olacağını içeriyor. Her kralın krallık dönemi sona erdikçe, son kral dünyayı kötülüğe karşı güçlü bir savaşı yöneterek kurtarıncaya kadar dış dünyadaki koşullar daha da bozulacak". Onların dini metinlerine göre, Tibetli rahipler dünyadaki herşeyin Şambala kehanetinde yazıldığı şekilde gerçekleştiğini ifade ediyorlar. Olacaklar hakkında herhangi bir bilgi vermiyorlar çünkü rahiplerin çoğu bu bilgi ile başa çıkamayacağımızı ve bunların bizi ilgilendirmediğini düşünüyor. Kehanet hakkında bildiklerimiz şunlardan ibaret: Tibet'de Budizm'in bozulması, tüm dünyada hüküm süren inanılmaz ölçülerdeki materyalizm, özensizlik, 21. yüzyıldaki savaşlar ve kargaşa Şambala kehaneti hakkında gerçekte ne kadar az bilgi sahibi olduğumuz ile örtüşüyor. Kaynak: Ekshi shambalanın tahmini yerleri 1-Gobi Çölü:Teosofistler ve kurucuları Madam Blavatsky'ye göre,antik bir Hint yazısı olan Karma Purana'da Şamballa, kuzeydeki denizde bulunan bir adadır..Ve Gobi Çölü eskiden bir iç denizdi.. 2-Amu Derya:Macar düşünür Körös,Şamballa'yı Amu Derya ırmağının kuzeyinde bulunuyordu.. 3-Belovode:1923'de Kokushi Dağları'na bir araştırma gezisi yapıldı ama geri dönen olmadı.. 4-Kun Lun:Çin Mitolojisi'ne göre Şamballa, Kun Lun Dağları'nın buzlu zirveleri arasındadır.. 5-Tabu Ülkesi:Taoist Mitoloji,dünyanın en güzel yerinin Tabu Ülkesi olduğunu belirtir.Bu yer Tibet ile Szechwan arasındadır.. 6-Tarım Irmağı:İtalyan Tibetolog Guiseppe Tucci'ye göre Şamballa ırmağın doğduğu bölgededir.. 7-Tashi Thumpo Manastırı:Efsanenin doğuş yeri kabul edilen bu manastır bilindiği kadarıyla 1447'de kurulmuştur ve Kalacahkra bilgeliğinin merkezidir yani bilinmeyen uygarlıkların ve dönemlerin.. 8-Altay Dağları:Geoffrey Ashe'a göre,Şamballa için en uygun yer Altaylardır.Yazara göre Orta Doğu ve Yunan Mitolojileri bunu belirtmektedir. 9-Moğolistan: "Şamballa'nın Kırmızı Yolu"adlı eserde,Şamballa'nın girişi Moğolistan sınırındadır. 10-Humbold Dağları:Nicholas Roerich ekibiyle beraber bu bölgede araştırma yaparken,bir UFO görmüştü,çok büyük ve güneş kadar parlak,diyordu ve tüm ekibin gördüğü dev UFO dağların arasında kayboldu.Ayrıca Roerich'e Darjeeling-Ghuan'da bulunan bir yolda Ghum rahipleri Şamalla'lı olduğunu söyledikleri bir Lama ile tanışmışlardı. Ayrıca Tibet'in başkenti Lhasa'nın ve Türkistan'daki Turfan kentlerinin altında Şhamballa'ya giden tüneller olduğu iddia edilmekte,İngiliz dağcı Frank Smythe ise Himalaya Dağları'nda 9000 m. yükseklikte iki büyük UFO gördü,dağcı UFO'ların dağların içine girdiğini iddia ediyordu.James Hilton'a göre ise,Şamballa veya Shangri-La kesin Himalayalar'dadır. Bir diğer iddia ise,1900'lerin başında nedeni bilinmeyen atomik bir patlamanın olduğu Sibirya'daki Tunguska'nın Şamballa olduğudur..- Yabancı Atasözleri
Biri öteki kadar zengin olunca,kardeşler birbirlerini severler Uganda Atasözü- Atasözleri
Ne yavuz ol asıl,ne savaş ol basıl- Özlü/Güzel Sözler
En çok sevdiğimiz insanlar,kendimize en çok benzettiklerimizdir..Moliere- Günün Sözü
Ders çalışmayı yarına bırakan öğrenci;yolunda bir ırmağa rastlayıp da akıp geçmesini bekleyen insana benzeriırmak hiç durmadan akıp gider,o hala bekler.. Quintus Horatius Flaccus- Okültizm-Sır ve Gizlilik
Okültizm Sır Ve Gizlilik "Okültizm", anlamı "gizli" olan Latin kökenli (occultus) bir sözcükten gelmektedir. Osmanlıca'sı "ilmi-i gayb" veya "ilm-i ledün"dür. Türkçe karşılığı "gizli bilimler"dir. Kelimenin karşılığı bazı kişileri hoşnut etmemiştir ve farklı sözcükleri türetilmesine yol açmıştır. Ancak, daha uygun bir sözcük de bulunamamıştır. "Sır" anlamı taşıyan bu kelimenin karşılığında insanın aklına, imtiyazlı gizli bir örgütün elinde kıskançlıkla korunan bilgiler yerine, arayanın önünde perde perde açılan ve çözüldükçe bilinenin ötesinde kalan bir konu gelmelidir. Okült bilgiler ve uygulamalar tarih boyunca gizli tutulmuştur. Belirli sebeplere dayanan bu gizlilik perdesi, ancak gerektiğinde aralanmıştır. Zamanla sırlar konusu gevşeklik kazanarak, günümüzde her yerde bilgi kırıntıları, arayanın bulacağı bir şekilde serpilmiştir. Bu perde daha ziyade konunun içeriğinden kaynaklanır. Sembolik olarak, "İsis'in Peçesi" deyimi ile ifade edilen bu perdeyi açmak, arayanın gayret ve inisiyatifine bağlıdır. Gerçi zamanımızda "okült" konular ne kadar açık konuşulsa da, bu konuda, ne kadar çok kitap yazılıp dağıtılsa da, yine de her zaman bir sır payı vardır ve sırların olduğu yerde tabii ki sırları tutan veya tuttuğunu ima edenler de vardır. Bunlar kimdir? Bunu bilmek kolay değildir. Okültistler genelde kendilerini pek bildirmezler. Kendilerini açıklayanlar ya bir misyon üstlenmiştir veya da şarlatanlardır. Tarih boyunca, cahil ve fesat insanlar arasında okült ilimler konusunda birçok batıl inanç ve olumsuz tanımlar yapılmıştır. Bu yüzden, konuyla ilgilenenler kendilerini saklamayı tercih etmişlerdir. Sır tutmak için başka nedenler de verilmiştir. Her şeyden önce sır tutmak bir disiplindir ve bilginin dışa yansımasından ziyade içe dönüşmesini sağlar. Ayrıca, zamanın inançlarına ters düşen doktrinler, tarih boyunca gizli tutulmuştur. Hazırlıksız şahıslara ileri seviyede bir uygulama veya bilgi vermenin, bir el fenerine yüksek gerilimli elektrik yüklemek gibi etki yapacağı söylenir. Eski çağlarda Mister Kültlerinde ve günümüzde bazı hiyerarşik ve ezoterik cemiyette, giriş yapan aday (inisiye) bir çıraklık döneminden sonra bazı derecelerden yükselir. Cemiyet yetkilileri onun derecesine ve kapasitesine uygun bilgi ve uygulamalar verirler. Kendi derecesinden yüksek olan öğretiler onun için sırdır ve öyle olması gerekir. Yeni bir öğreti verildiği zaman onu taze bir idrakle karşılaması beklenir, bazen dramatik bir şokla bu bilgi belleğe adeta mühürlenir. Sırlar öğretisini almak isteyen aday bir hazırlık döneminden geçirildikten sonra onun liyakatine kavuşur. Artık sınavı geçmiştir ve zor koşullarda kazanılan öğretilerin değerini bilecektir. Çağlar boyunca ve dünyanın her tarafında ezoterik cemiyetler sırlarını büyük yeminlerle muhafaza etmişlerdir. Bu yüzden antik çağlardaki Misterlerin sırlarını halen kimse bilmemektedir. Roma İmparatorluğu zamanında Sodalitas Kardeşliği'nin yeminleri kutsal sayılırdı ve onları tutmayanlara ölüm cezası tatbik etmek Roma kanunlarında bile yer alırdı. Bir görüşe göre, okült formüller, sırrı açıklandığı anda güçlerini kaybederler. Halk arasında bir inanca göre, eğer bir niyet sessizce tutulursa o gerçekleşir, açıklanırsa gerçekleşmez. Ayrıca, gücün yanlış ellere geçip istismar veya suiistimal edilmemesi için formülü gizli tutulduğu bilinmektedir. Günümüzde okültistler bilgileri sır tutmaktansa, daha ziyade mahremiyetlerini korumak istemişlerdir, onlar iyi eğitim görmüş ve toplumda belirli yerleri olan kişilerdir ve ilgi alanlarının başkaları tarafından anlayışla karşılanmayacağını ve doğru algılanmayacağını bilmektedirler. Biz yeni bin yıla, Yeni Çağa girdikçe ve ruhsal, metafizik konular yayıldıkça, şüphesiz okült sözcüğü yerine farklı anlam taşıyan bir sözcük gelecektir. Zira okültizm, ruhsal bilgilerin bir azınlık tarafından korunduğu karanlık bir çağı anımsatır. Ayrıca, Yeni Çağda farklı disiplinler, bilimler, sanatlar, kültürler kaynaşacaktır, oluşan tek sistem ayrıca bireysel tercihlere göre farklılıkları da içerecektir. Ünlü okültistler Okültistler içinde en tanınmış sima Eliphas Lévi’dir (1810-1875). Okültizm alanında etkinlik göstermiş olanlardan diğer tanınmış isimler olarak Paracelsus (1493-1541), Papus (1856-1916) ve ünlü kahin Nostradamus (1501-1566) sayılabilir. Okültizmdeki belli başlı terim ve kavramlar * Abrakadabra * Abraksas * Akışkanlar * Anima mundi * Arkan * Astral seyahat, astral plan, astral beden * Astroloji * Cadılık * Demiurgos * Demon * Düşünce formu * Egrigor * Egzorsizm * Esîr (ether) * Evolüsyon-envolüsyon ilkesi * Fallar (-mansiler) * Fasinatör * Felsefe taşı * Gematria * Geri dönüş şoku * Golem * Görünmeyen alem * Heksagram * İlk madde * İstihare * Kadüse * Kahinlik * Makro alem-mikro alem * Maji * Mantika * Manteuma * Prodigia * Nümeroloji * Omen * Omina * Panase * Psişürji * Rabdomansi * Rebis * Saba ayinleri * Sağ el yolu-sol el yolu * Sembolizm * Ses majisi * Signa * Simulakra * Simulakrum * Simya * Sefirotlar * Şeytan * Tılsım * Tılsımlı taşlar * Tarot * Telürik enerji * Tezahür * Tesirler * Teürji * Vitriol Kaynaklar : Ege Meta Yayınları Metapsişik Terimler Sözlüğü, Ergün Arıkdal Vikipedi- Minos Uygarlığı
Batı Rönesans ile beraber Yunan düşüncesini keşfettikten sonra Yunan uygarlığı üzerine bir çok araştırmalar yapılmış , on dokuzuncu yüzyıldan sonra da sistemli kazılara başlanmıştı. Ancak Girit ve çevresi on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar ihmal edilmişti. Oysa Yunan kültürüne etki eden en büyük merkezlerden biri Girit adası idi. Girit’te araştırmalar yapan ilk isim ünlü Heinrich Schiliemann idi. Efsanelerden yola çıkan Schiliemann Girit’te kazı yerleri belirlemiş fakat bu çalışmalar Schiliemann’ın ölümü nedeniyle gerçekleşmemişti. Girit’te ilk kazıları yapan en önemli kişi kuşkusuz Sir Arthur Evans’dır. İlk yazı örnekleri üzerine araştırmalar yapan Evans Girit’e geldikten sona buradan ayrılamamış ve ilk kazıları başlatmıştır. Knossos’da kazılara başlayan Evans buradaki kalıntıların yanı sıra bir çok da yazılı tablet bulmuştur. Ünlü sarayı da bulan Evans daha sonra adanın bir çok yerinde kazılar yapmıştır. Evans dışında bir çok arkeoloji ekipleri de yüzyılımız içinde Girit’te kazılar yapmış ve bir çok buluntuyu gün ışığına çıkarmışlardır. GİRİT TARİHİNİN ANAHATLARI Günümüzde de Girit kronolojisi , bütünüyle olmasa da , Evans’ın yaptığı çalışmalara dayanmakta ve onun terminolojisini kullanmaktadır. İlk Çağ Girit tarihini şu ana başlıklarla özetleyebiliriz : 1. Neolitik dönem ( MÖ 6000 - 2600 ) Girit paleolitik dönem boyunca iskan edilmemiş gibi gözükmektedir. Adaya ilk gelenlerin Anadolu’dan geldikleri sanılmakta ve adada Neolitik dönemin bu şekilde başladığı kabul edilmektedir. Bu dönemde konut inşaatı ve alet kullanımı gelişmiş ve ilk ana tanrıça idolleri ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu dönemde Girit çevresindeki adalarla ilişki içine de girmeye başlamıştır. 2. Eski Minos Dönemi ( MÖ 2600 - 2100 ) Bu dönem aynı zamanda adada ilk metalin kullanıldığı zamanlardır. Evans’a göre adada ilk metal kullanımı buraya kaçan Mısır’lılar tarafından başlatılmıştır. Ancak bu görüş zamanla terk edilmiş ve adadaki metal kullanımına kaynağın Anadolu olduğu anlaşılmıştır. Böylece adanın doğu bölümünün de uygarlaşmada Anadolu ile bir köprü teşkil ettiği görülmüştür. Bu dönemde Girit çevresindeki adalarla da ticaret ilişkilerini geliştirmiştir. Bu da büyük ölçüde Girit’in denizcilikte , bölgedeki diğer uygarlıklara göre , ileri olmasından kaynaklanmıştır. Bu dönemin sonuna doğru Knossos önem kazanmaya başlamıştır. 3. Orta Minos Dönemi ( MÖ ~ 1600 - 1400 ) Bu dönemde Girit Uygarlığında hızlı bir ilerleme kaydedilmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği Anadolu ile olan ilişkilerin zayıflaması , buna karşılık Mısır ile olan ilişkilerin kuvvetlenmesidir. Buna bağlı olarak Girit’in doğusu zamanla önemini kaybetmiş ve orta kısımlar kuvvetlenmeye başlamıştır. Girit Kronolojisinde bu dönem sarayların yapımına göre Eski ve Yeni Saraylar Devirleri olmak üzere ikiye ayrılır. Eski Saraylar Devri MÖ 2000 ile 1700 yılları arasına tarihlenir. Bu dönemde Girit yüzünü Ege adaları ve Mısır’a çevirmiş ve buralarda yoğun ekonomik ilişkilere girmiştir. Öte yandan Anadolu ile olan ilişkiler zayıflamaya başlamıştır. Ekonominin ağırlığının doğudan orta bölgelere kayması da bu dönemde hızlanmıştır. MÖ 2000 yılında adanın doğu bölgesinde , Mallia’da inşa edilen bir sarayın 1900’de itibaren kullanılmamaya başlanması bu bölgenin ekonomik gerileyişi hakkında da ipuçları vermektedir. Eski Saraylar devrinde Orta Girit’e bulunan iki şehir ön plana çıkmıştır. Bunlardan birincisi Ege adaları ile ticareti geliştiren Knossos öteki de Mısır ile ticareti geliştiren Paestos’dur. Bu şehirlerdeki ekonomik zenginlik kalıntıları gün ışığına çıkartılan saraylarla da ortaya konmuştur . Her iki şehir arasında zaman zaman çekişmeler olsa da Knossos üstünlüğünü ortaya koymuştur. Bu dönemin sonunda bölgedeki binalarda bir yıkım göze çarpmaktadır. Bu yıkımın kaynağı büyük bir olasılıkla adaya dışarıdan gelen istilacılar olmakla birlikte daha araştırılmaktadır. Yeni Saraylar devrinde ise , Girit uygarlığı sanki hiç bir kesintiye uğramamış gibi devam etmektedir. Knossos’da , Phaestos’da ve Mallia’da yeni saraylar inşa edilmiş , eskileri de onarılmıştır. Bu dönemde Girit şehirleri arasında rekabet devam etmiş de olsa Knossos her bakımdan üstünlüğünü ortaya koymuştur. 4. Yakın Minos Dönemi ( MÖ ~ 1600 - 2100 ) Bu dönem Knossos krallığının egemen olduğu dönemdir. Evans bu dönem uygarlığını , efsanevi kral Minos’dan ötürü , Minos uygarlığı diye adlandırmayı uygun bulmuştur. Bu dönemde Knossos’da Minos diye bir kralın bulunduğuna dair tarihi belgeler yoktur , ancak MÖ 1700-1400 yılları arasında hüküm süren bir hanedanın krallarının Minos ya da buna benzer bir isimle adlandırıldığı düşünülmektedir. Bu dönemde Girit’in büyük bir deniz üstünlüğüne sahip olduğu bilinmektedir. Thukydides bu konuda şöyle yazmaktadır : “ Geleneğe göre bir donanmaya ilk olarak Minos sahip oldu ; bugün Yunan Denizi adını verdiğimiz şeyin büyük bir kısmına gücünü kabul ettirdi ; Kyklades adalarına boyun eğdirdi ve Karia’lıları kovduğu bu adalarda ilk olarak koloniler kurdu; adalara vali olarak öz oğullarını yerleştirmişti ; ayrıca vergilerin toplanmasını daha kolayca sağlamak amacıyla korsanlığı elinden geldiğince ortadan kaldırdı.” ( Peloponnesos Savaşı) Knossos ayrıca , bu dönemde diğer Ege adalarına hükmetmeye başlamış ve gücünü Yunanistan’a , anakaraya kadar genişletmiştir. Mısır’da , On sekizinci sülale de Keftiu ülkesine yani Girit’e hediyeler göndermiştir. Ancak Girit uygarlığının sonu MÖ 1400 yılına doğru bir yıkımla gelmiştir.Bu dönem saraylarında, yapılarında bir yangın izine rastlanmaktadır. Yıkımın nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte dışarıdan gelen bir istila ya da içeriden bir ayaklanma olasılıkları tartışılmaktadır. Bu yıkımdan sonra ise gelen Akha istilaları adayı Helenleştirmiş ancak uzun yıllar boyunca eski kültürü ve dili koruyanlar olmuştur. Daha sonraları Miken egemenliğine giren Girit MÖ 1100 yıllarında da Dor hakimiyeti altına girmiştir. Bu dönemde bir kere daha yakıp yıkılan Girit artık bir Yunan şehri olarak eski, görkemini kaybetmiştir. GİRİT İLE İLGİLİ KLASİK KAYNAKLAR VE EFSANELER Klasik Yunan Mitolojisinde Girit ile ilgili anılar yerini mitoslara bırakmış ve burası ile ilgili değişik mitler oluşmuştur. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Minos ile ilgili olan mitlerdir. Minos adının belli yaşamış bir krala mı ait olduğu yoksa Midas , Cæsar gibi yaşamış kişilerden alınan bir unvan mı olduğu tartışmalıdır. Ancak mitolojik öykülerde Girit dönemini anlatmak için kullanılmaktadır. Mitolojide de Minos boğa kültünden ayrı olarak geçmez. Mitolojiye göre Minos Zeus ile Europe’nin üç çocuğundan biridir. Minos efsanesini Azra Erhat şöyle anlatır : “ Minos Girit tahtına çıkmak isteyince üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama Minos tanrıların kendisinden yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de Poseidon tanrıdan bir dilek dilemiş, denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene tanrıya kurban etmeye söz vermiş. Dilediği gibi olmuş, denizden köpükler gibi ak bir boğa çıkagelmiş. Minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya kurban etmeyi unutmuş. Güzelim ak boğayı sürülerinin arasına damızlık olarak göndermiş. Bu duruma çok kızan deniz tanrı, ak boğayı Minos’un başına bela etmiş; bir efsaneye göre de hayvan kudurmuş , ortalığı kasıp kavurduğu bir sırada Herakles’in elinden öldürülmüş, ama iş bununla da kalmamış, kralın karısı Pasiphae bu boğaya doğadışı bir aşkla tutulmuş ve onunla birleşmiş. Kral Minos güneş tanrı Helios’un kızlarından Pasiphae ile evlenmişti. Bir zamanlar Europe gibi boğaya vurulan Pasiphae ak boğayla birleşebilmek için Daidalos’a bir inek heykeli yaptırır, içine girer ve gebe kalarak Minotauros’u doğurur. Ondan sonra da doğurur. Ondan sonra da Girit sarayının yaşamı karmakarışık olur. Helios döllerinin hepsi gibi Pasiphae de büyücüdür, seviştiği boğayı öldürttü diye Minos’u büyüler, yatağından yılanlar, çıyanlar, akrepler çıkmasını sağlar. Bunlar işi çapkınlığa vuran Minos’un yatağına giren her kadını sokup öldürmekteymişler. “ Minos hakkında anlatılagelen bu efsaneler de Minos’un Yunan mitolojisinde Midas’a benzer bir yer aldığını göstermektedir. Bu efsanede boğa kültünün önemi de dikkat çekmektedir. Burada Minos’un boğayı kurban etmemesi ve sonrasında da bu boğayı öldürmesi sonucu bir tür (----) ile karşı karşıya kalması anlatılmaktadır. Başka bir efsaneye göre de bu yılanların,çıyanların ve kreplerin Minos’un sperminden çıkması , Girit kraliyet soyuna karşı da bir tepki olduğunu göstermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da Pasiphae olarak gözükmektedir. Pasiphae’nin, Helios soyundan olması ve büyücü olması boğa ile ilintili ay kültü ile güneş kültü arasındaki bir karşıtlığı yansıtmaktadır. Bütün bunların yanında Minos, Yunanlılara göre halkının üzerinde adil ve düzgün bir şekilde hüküm sürmüş bir hükümdardır. Minos’un hükümdarlığı da , doğu kültürlerinde olduğu gibi tanrısaldır. Minos da kanunları Zeus’un iradesi ile yapmaktadır. Bunu kanıtlamak için de her dokuz yılda bir İda mağarasına gitmektedir ve burada tanrısal ilhamı da almaktadır. Minos’un mitolojide bir çok yere gitmiş olması da Girit kolonilerinin buralara uzandığını göstermektedir. Minos ile ilgili en ünlü efsanelerden biri de yukarıda kısaca sözü geçen Minotauros efsanesidi, Azra Erhat , Mitoloji Sözlüğü’nde (bkz Kaynakça) Minotauros’u şöyle anlatır: “ Adı Minos’un boğası anlamına gelen Minotauros insan bedenli boğa başlı bir canavarmış. Tanrı Poseidon’un kral Minos’a gönderdiği bir boğa ile Minos’un karısı Pasiphae’den doğmaymış. Minos bu korkunç yaratığı saklamak için mimarı Daidalos’a Labyrinthos sarayını yaptırmış. Theseus Minos’un kızı Ariadne’nin yardımı ile Minotauros’u öldürmüş. Minotauros Girit sarayında derin izler bırakmış olan Girit’e özgü bir boğa kültünün simgesi olsa gerek. “ Aslında bu efsane çok önemli ipuçları da vermektedir. Minotauros sadece Minos’un boğası anlamına gelmemekle birlikte bir bileşik isim olarak Boğa Minos anlamına da gelmektedir. Eğer Minos’u bir unvan olarak düşünürsek Boğa Kral gibi bir anlam kazanabilir. Bu ise daha eski dönemlerden kalan bir unvanı ya da bir tapınakta duran bir Boğa-tanrı heykeli ile ilişkili bir kültü düşündürtmektedir.- BEYNİNİZİN HANGİ YARISINI KULLANIYORSUNUZ? BUYRUN TESTE
Ben burada takibe ilgisiz kalmışım yahu lob arayanlar,teste tabi olanlar fazlalaşmış gundemcim hadi lob yardımı yapalım ne dersin? ben hemşehrime seve seve birini veririm- Al Bastı ve Al Karısı nedir?
AL KARISI NEDİR Prof. Dr. Esma Şimşek Fırat Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Lohusa hanımların korkulu rüyası olan alkarısı, Çin Seddinden Akdeniz kıyılarına; Buz denizinden Hind'e kadar yayılmış bir inanıştır (1). Bütün Türk Boylarında bilinen alkarısı; al bastı, al albıs, albis, almış, almiş, gibi isimlerle anılır. Bu inanış sisteminin geçmişi, çok eskilere dayanmaktadır. Türklerin, İslamiyetten önceki dinleri olan Şamanizm'de, alkarısı ve al basması olarak nitelendirilen "kötü ruhla" ilgili birçok inanışlar vardır. Yakutlarda, Kırgızlarda, Kazaklarda, Özbeklerde, Kazanlarda, vs. lohusa hanımı, "al karısından korumak için değişik çarelere baş vurulur. (2) Al karısı, Kırgız - Kazak Türklerinin inanışına göre iki kısımdır:(32) Kara Albastı:Ciddi ve ağırbaşlı bir ruhtur.(33) Sarı Albasıtı: Doğum yapan kadının ve çocuğun ciğerini söküp suya atar. Hoca veya Baksı (Şaman)ların okumasıyla giderler. Sarışın bir kadın suretindedir. Bazen, keçi veya tilki suretlerine de girer. Baksı veya Ocaklı adamlar, "Albastı "yi yakaladıkları zaman :"Ey al bastı, zalim, Koy ciğerini yerine, Zavallının canın iade et. Sözümü tutmazsan, Bana hürmet etmezsen, Gözlerini çıkarırım" (3) şeklindeki efsunu söylerler.Genel olarak al karısı, lohusa hanımlara ve atlara musallat olan korkunç bir yaratıktır. Uzun boylu, uzun parmaklı ve uzun tırnaklıdır. Çok çirkin ve ********* bir suratı vardır. Bedeni yağlı, uzun ve siyah saçlıdır. Saçları, aynı zamanda darma-dağınıktır ve kocaman bir başa sahiptir. Dişlere at dişi gibi iri ve seyrek, ayakları ise terstir. Bunlar lohusa kadınların ve yeni doğan çocukların ciğerlerini yiyerek beslenirler. Daha çok kırmızı elbise giyerler; su başında ve ağaçlık yerlerde yaşarlar.(4) Gagauzlarda ise, insanlara kötülük yapan fena ruhlar olarak "Rusaliler", "Çarşamba karısı / Babası", "Cuma karısı/Babası" ve "Devler" vardır. Devlerin fiziki yapıları anlatılırken,bunların tepelerinde bir tek gözlerinin olduğu söylenir. (5). Dede Korkut Hikayelerinde de, Oğuz Boyunun başına bela olan bir "Tepegöz" vardır. Bu vücuduna, hiç bir silahın tesir etmediği olağanüstü özelliklere sahip bir yaratıktır ve insanla perinin evliliğinden dünyaya gelmiştir. Tepegöz, her gün çok sayıda hayvan ve iki insan yer (6) . Biz biliyoruz ki, al karısı da, periler taifesindendir. O halde Tepegözün annesinin bir peri kızı olmasını ve Gagauzlar'da kötü ruhların temsilcisi olan devlerin tek gözlerinin olması sebebiyle aralarında, rahatlıkla bir bağ kurabiliriz. Bazı araştırıcılara göre, albastı, Türklere Cermenlerden geçmiştir. Eski Cermenlerin Alp Ruhu ile, albastı aynı kaynaktan gelmektedir. Yani, "al bastı" aslında "Alp+bastı"dır. Zamanla değişikliğe uğranarak, bu hale gelmiştir. (7).Cahit Öztelli ise, "al karısı" ile ateş arasında bir bağ kurar(8). Hiç şüphesiz, alkarısınm varlığına inanılan her yerde, aynı zamanda bundan korunmak için de değişik çarelere başvurulmuştur. Bunlardan bir kaçı şu şekildedir: Kars'ta; özellikle geceleri, lohusa hanımı yalnız bırakmazlar, geceleri ışığı sürekli yakarlar, hasta yalnız kaldığı zamanlarda ise, ağzına sakız vererek onun uyumasına engel olurlar (9).Elazığ'da; Lohusanın başucuna su, süpürge ve Kur'an-ı Kerim koyulur, yakasına iğne türü bir şey takılır ve yanında sürekli bir erkek (eşi veya yakın akrabalarından bir erkek) bekler (10). Elazığ'ın diğer bölgelerinde ise kadının başına soğan, demir çubuk ve Kur'an-ı Kerim konur(11). Andolu'nun bir çok bölgesinde; lohusanın başına beyaz yaşmak ve kırmızı tül bağlarlar. Kırmızı altın takarlar ve hastaya kırmızı şeker hediye ederler (12). Çünkü, al karısı, kırmızı rengi hiç sevmez. Manisa/Karacaoğlanlı köyünde ise, kapının ağzına kazma kürek konur. Bir şişin üzerine, elma, portakal, üzerlik, çörek otu ve mavi boncuk, kırmızı bir kordelayla bağlanıp, lohusanın başına bırakılır. (13). Çukurova bölgesinde de buna benzer tedbirler alınır. Çocuğun veya lohusanın yastığının altına soğan, ayna, tarak,ekmek, bıçak, hamayli koyarlar, yüzünü kırmızı bir örtü ile kapatıp, yatağına da bir iğne takarlar. Ayrıcı lohusanın bulunduğu yerdeki bütün suların ağzını kapatırlar. Çünkü, al karısı,bazen de kuş şeklinde gelip, suya boncuk atar ve o esnada çocuk ölür (14). Bu tedbirler alınmadığı taktirde, alkarısı, lohusanın yanına gelerek, onu rahatsız eder. Bu durum bölgelere göre, hıbilik, kekoz, pispatik karakura, kuşboğması, vs. gibi isimlerle anılır. Alkarısı, lohusanın yanına, değişik suretlerle gelir. Bazen, yakın bir akrabanın sıfatında, bazen çirkin bir kadın, bazen de kedi, köpek, keçi, kelle, vs. gibi şekillerde görünür, Alkarısı, daha kapıdan içeriye girer girmez, lohusanın üzerine bir ağırlık çöker. Hasta, o anda, aniden kalkıp dua okursa, alkarısı kaçar. Ama, hiç bir şey yapamaz, bağırmak istediği halde bağıramaz, al karısına yenik düşerse de, ya ölür, ya da büyük bir hastalığa maruz kalır. Buraya kadar, hep, lohusa hanımlara musallat olan al karılarından bahsettik. Ancak, bunların dışında, erkeklere, genç kızlara ve atlara gelen alkarıları da vardır. Çukurova insanın inanışına göre, kim şalvarını veya siyah renkteki bir kıyafetini, yastığının altına koyup yatarsa onu al basar (15). Elazığ'da, bu yaratığa Kekoz (16), Malatya'da ise Hıbilik (17) adları verilir. Ama bunlar, alkarısı şeklinde değildir, daha değişik varlıklardır. Çünkü, alkarısı, erkeklerden korkar. Ancak, Erzurum'da bir kaynak şahıstan aldığımız bilgiye göre, kendisini al basmıştır ve o al karısını görmüştür. Al karısı, çirkin, koca kafalı ve dağınık saçlı bir yaratıktır (18).Genç kızlara musallat olan alkarısı ise "albıs" adı verilir. Bu, evlenmeyen bir kızdan türemiştir. Genç kızların yanına giderek, onların hastalanmasına sebep olur (19). Al karısı aynı zamanda kısraklarında yanına gider. Ahıra giden al karısı, atı iyice yorduktan sonra, yelelerini de örerek kaybolur. Buraya kadar olan kısımda, "alkarısını" folklorik açıdan inceleyerek, onu, bir inanış sistemi içerisinde ele aldık. Ancak, al karısının efsaneler içerisinde de ayrı bir yeri vardır. Konuları bakımından, değişik şekillerde tasnif edilen efsanelerin bir bölümü de, "olağanüstü varlıklar"la ilgilidir. İşte bu olağanüstü varlıklar arasında, alkarısı ile ilgili olarak da çok sayıda efsane anlatılır.Halkın inanışına göre, lohusanın veya bebeğin ciğerini yemeye gelen alkarısı, bir takım hilelerle yakalanıp, göğsüne bir iğne saplanırsa, tekrar eski yerine dönemez, o aileye hizmet edermiş. Konuyla ilgili olarak, Kars'ta (20), Erzurum'da(21), Erzincan'da (22), Gümüşhane'de (23), Diyarbakır'da(24), Bingöl'de (25), Elazığ'da (26) ve Malatya'da(27), birbirine yakın efsaneler anlatılmaktadır. Bu efsanelerin bir benzeri ise, Çukurova bölgesinde, şu şekildedir. Hanımı yeni doğum olan bir adam, odaya giren al karısını görür. Al karısı, lohusanın ciğerini çıkartmak için uğraşırken, bir iğne bulup, bunun göğsüne saplar. İnsan şekline dönüşen al karısı, göğsündeki iğneyi çıkartması için adama yalvarır. Çünkü, kendisi iğneyi çıkaramaz ve çıkaramadığı için de, kendi taifesine dönemez. Al karısı, o ailenin işini yapmaya başlar. Bu, çok güzel hızlı bir iş yapar. Evin bereketi, gün geçtikçe artar. Birgün, ev sahipleri ile ekmek yapmaya başlayan al karısı, su getirmek için kuyu başına gider. Orada oynayan çocuklardan birine, göğsündeki iğneyi çıkarması için yalvarır. Çocuk iğneyi çıkarınca, kadın yedi yıl hizmet ettiği eve doğru; "Evinizde hiç su bulunmasın; paranızın sayısını hiç bilmeyesiniz ve yaz-kış, evinizden odun ekmeksiz olmasın" der, sonra da çocuklara; suya atlayacağını, eğer suyun üzeri kan olursa, yakınlarının kendisini öldürmüş olabileceğini söyler. Al karısı suya atlayınca, suyun üzeri kanla dolar. O günden sonra da, bu ailenin evine hiç su bulunmaz, paralarının sayısını bir türlü öğrenemezler ve yaz-kış odunları hiç eksik olmaz (28) Bu efsanenin benzeri, al karısı inancının hakim olduğu, hemen hemen her bölgede anlatılmaktadır. Malatya'da Elazığ'da Erzincan'da, Kars 'ta Diyarbakır'da, Bingöl'de, vs.hep aynı efsaneler biraz değiştirilerek, hikaye edilmektedir.Mesela, Elazığ'da anlatılan bir efsanede:(34) İsmail Ağa adında bir kişi, uzaktan gördüğü ateşe doğru ilerler.(35) Oraya vardığında, bir al karısını ciğer pişirerek çocuklarına yedirdiğini görür. Çocuklar, doymadıklarını belirtince, al karısı; "Yarın da, İsmail Ağa'nın gelini doğum yapacak, oraya gidip, o üçüncü lokmasını alırken, kıl şeklinde ağzına girip ciğerini alarak size getiririm" der. Gerçekten de, ertesi gün, İsmail Ağa'nın gelini doğum yapar. İsmail Ağa, bunun yanında bekleyip, yemek yerken, üçüncü lokmayı gelinin ağzına vermeyip, yanında getirdiği ayran tuluğunun içerisine atar. Tuluk şişmeye başlar. Sonra, tuluğun içerisindeki kıl, alkarısı şeklini alınca,bunun göğsüne iğne saplayıp, evlerinde çalıştırmaya başlarlar.(36) Al karısı 1-2 yıl bu aileye hizmek eder, ancak hep söylenenlerin tersini yapar.(37) Sonra, onların sülalesine dokunmayacağına söz vererek, kendi taifesine dönmek için bir suya atlar. Fakat, periler taifesi, bunu kabul etmeyerek öldürürler. Köylüler, daha sonra, bu al karısının kanlı cesedini, gölde bulurlar (29). Al karısı, bazen de lohusanın yanına, bir kuş şekline girerek gelir. Buna, "Kuş boğması" adı verilir. Halkın inanışına göre, al; kocaman bir kuştur, buna "al kuşu" denir. Al kuşu, lohusanın yanındaki bebeğe basarak, onu öldürür. Bu, eve girerken, ağzı açık bir su kabı arar, bunun içerisine bir boncuk atar ve sırada etrafa bir ışık saçılır. Kuş, bu ışıktan faydalanarak bebeği öldürür. Suya atılan boncuğu, birisi görüp de eline alırsa, kuş kaçamaz ve oradakiler tarafından yakalanır (30) Bununla ilgili olarak, Çukurova bölgesinde, şöyle bir efsane anlatılmaktadır:(38) Lohusanın bulunduğu odaya, al kuşu gelip de oradaki bir su kalıbına boncuk atınca, bunu, orada bulunan bir adam hemen alır.(39) Boncuk alınınca, al kuşu, bir kadın şeklinde göze görünür ve buna yalvarmaya başlar.(40) Adam, bir daha, ailesine ve sülalesine dokunmamak şartıyla boncuğu geri verir (31). Bu efsanenin benzerine, diğer bölgelerde rastlayamadık, ancak, bazı bölgelerde, sebebi belirtilmeksizin, lohusanın yanında ağzı açık su kabının bulundurulmasının iyi olmayacağını belirtmişlerdir. Al basması, erkeklerde daha farklıdır. Bunlar, daha çok gece uyurken, bir sesle uyanırlar. Gaipten gelen ses, bunları çok uzaklara, tehlikeli yerlere kadar götürerek orada bırakır. Bazen de, kedi, köpek, sırtlan, merkeb, gibi hayvan şekillerine girerler. Elazığ'da bu yaratığa, "Kapos", Bingöl'de, "Harparik", Malatya'da "Kıbilik veya Hıbilik", Diyarbakır'da ise "Kepoz" adları verilir. Çukurova bölgesinde ise, bu durum "Kırk Basması" adı ile bilinmektedir ve umumiyetle, erkekler, yastıklarının altına şalvar koydukları vakit olur. Şu anda hayatta olan bir şahsımız, başından geçen "Kırkbasmasını" şuşekilde anlatmaktadır: "Gece, üzerimde büyük bir ağırlık hissettim, gözlerimi açtığımda, yanımda kısa kısa boyları olan kırk adamla karşılaştım. Bunlar, beni götürmek için uğraşıyorlardı.Kimi kolumdan çekiliyor, kimi bacağımdan, kimisi üzerime çıkıp, beni boğmaya çalışıyordu. O sırada, bazı akrabalarımı da gördüm, ancak hiç birisi bana yardım etmedi. Bir ara, dua okuyarak, biraz kendime geldim, o sırada baktım ki, gerçekten yatağın dışına çıkmışım, sanki beni birisi tutup çekmiş.Gözlerimi kapadığımda yine aynı kişilerle karşılaştım, yatağımı değiştirip başka bir odaya gittim, ama kırk adam da arkadan geldi. Neticede, bu durum sabaha kadar devam etti. Olanları anneme anlattığımda, annem ; "Şalvarını yastığının altına koyduğun için seni kırk basmış" dedi. Ancak, bu adamlar beni çekerken, ayağımı da ters tarafa doğru büktükleri için, bir hafta aksalarak yürüdüm ve ağrıyı hissettim" (32) Bazen, lohusa ve erkeklerin dışında, genç kızları da al bastığını, daha önce zikretmiştik. Bugün, bu inanış unutularak, çoğu bölgelerde anlatılmaz olmuştur. Ancak, Adana'nın Osmaniye ilçesinde ikamet etmekte olan bir kaynak şahsımız, kendisini sık sık al bastığını belirtmiştir. İstemediği halde, bir gençle nişanlanan kaynak şahsıg ece rüyasında al basar. Yanına gelen kişi ise sevmediği nişanlısıdır. Adam, bunun yanına yaklaşınca, buna bir ağırlıkçöker, bağırma istediği halde hiç sesi çıkmaz, ellerini tutmak ister, yine tutamaz. Adam, olduğundan daha iridir, öyle ki upuzun kolları vardır, her bir tırnağı, 25 - 30 cm. boyundadır. Adam, kızı parçalayarak öldürmek ister. Neticede, bu kız nişanlısından ayrılır, fakat, al basmasından bir türlü kurtulamaz. Bunu sık sık al basar ve :"Bizimle geleceksin" diye kızı zorla götürmek ister. Kız, uyandığında, kendisini çok yorgun ve halsiz hisseder (33) Halkın inanışına göre, periler de, bazen insanlara aşık olurmuş. İşte, o zaman, aşık oldukları kızın başkasıyla evlenmesine razı olmayıp, bunu yanlarına almak isterlermiş. O kıza da bir peri aşık olmuştur ve kendiyle gelmesi için, her gece zorlamaktadır. Bu durum, ünlü masal araştırıcısı Stith Thomsun'ın /Motif Indeks'inde de "F300. Perilerle irtibat kurma veya onlarla evlenme" şeklinde görülmektedir. (34) Netice olarak diyebiliriz ki : a) Alkarısı ve albasması, insanlığın var oluşundan beri devam eden inanış sistemidir. Ayrıca bu, sadece bir halk inanışı olmayıp, aynı zamanda efsane tipidir. Bu efsaneler, yurdumuzun hemen hemen her yöresinde, birbirlerine benzer şekillerde anlatılmaktadır. c) Al basması, sadece lohusa hanımlarda değil, erkeklerde, genç kızlarda ve kısraklarda görülür. ç) Efsanelerin dini ve inandırıcı bir özelliği vardır, aynı şeyler, al karısı içinde söylenebilir.(41) Bugüne kadar, birçok araştırıcı, al karısını veya al bastıyı bir inanış sistemi olarak değerlendirmiştir. Fakat biz, bu inanışların, zamanla nesilden nesile aktarılırken, inandırıcılık, kısa ve nesir şeklinde olma özellikleri ile efsaneleştiğini görüyoruz. Bunu da normal karışılamamız gerekir. Çünkü, hemen hemen her efsanelerin bir gerçeklik payıvardır.(42) Bu güne kadar, Çukurova ve çevresindeki al karısı ile ilgili derlemeler, daha çok folklorik bir değer taşımakta olup, bu durumdan kurtulma çareleri üzerinde durulmuştur. Bizim birkaç yıllık yeni derlemelerimizde, erkekleri ve gençkızları da al basabileceğinin tespit edilmesi, derlemenin önemini göstermektedir.(43) 4-5 satırlık bir al karısı efsanesi veya inanışı, Anadolu ve bütün Türk boylarında bilinmektedir. Bu da bize, Türk Kültür birliğinin bir ispatıdır. NOTLAR (5) Türker Acaroğlu (Bulgarcadan Çeviren), Gagauzlar(Hristiyan Türkler), Ankara 1939, 57, 72 - 73. (10) Hülya Türkmen. Ağın(Elazığı) Folkloru ve Halk Edebiyatı. Elazığ 1990, 58 (F.Ü. Fen-Ed. Fak. Lisans Tezi) (11) İsmail Görkem. Elazığ Efsaneleri ÜzerineAraştırmalar (Metinler veİncelemeler), Elazığ 1987, 221. (14)1990 Yılının Ağustos ayında, tarafımızdan; Adana'nın Kadirli ilçesinde ikamet etmekte olan Zekiye Yücetürk'ten derlenmiştir. Yücetürk. ev hanımı olup. 45 yaşında ve okuma - yazması yoktur (15) 1990 yılının Ağustos ayında, Adana'nın Kadirli ilçesine bağlı Köseli köyünde ikamet etmekte olan Ayşe Şimşek'ten derlenmiştir.Kaynak şahıs, 65 yaşında, ev hanımı ve okuma - yazması yoktur. (22) Saim Sakaoğlu, 101 Anadolu Efsanesi, Ankara1989, 67 - 68. (26) Mithat Yılmaz, "Elazığ'da Al Karısı..." İsmailGörkem, 221 - 222. (30) Cahit Öztelli, "Albastı, Al Karış......" Zekiye Yücetürk, (31) Zekiye Yücetürk, ...... (34) Stith Thompson, Motif İndeks of Folk - Literatüre,Indiana Üniversity USA, 1955 - 1958. (44) Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara 1986. 169. (45) Abdulkadir İnan, 168 - 169. (46) Abdulkadir İnan, 169. (47) Daha geniş bilgi için bakınız :Cahit Öztelli, "Al bastı, Al karısı, Korunma ve Tedavisi"Türk Folklor Araştırmaları, 10 (48) Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, Ankara1971,168 - 184. (49) Abdulkadir İnan, "Albastı - Al Karısı Üzerine Bir Etüt "Türk Folklor Araştırmaları, 7 (51) Müsel Köse "Al - Al Karısı Hakkında.." (52) Abdulkadir İnan, 171, (53) Asker Kartları, Halk bilim araştırmaları, Gelenekler,İnançlar, Cilt1, Mersin 1988, 43 -44. (54) İsmail Görkem, 221 - 222. (55) Ali Berat Alptekin, Fırat Havzası Efsaneleri (Eser, yayınlanmak üzere hazırlanmıştır.) (56) 28 Eylül 1990 tarihinde, Öznur Yılmaz'dan aldığımız bilgiye göre ; Erzurum'da ikamet etmekte olan Fikri Olgunsu'yu al basmıştır. Kaynak şahıs, 45 yaşında, serbest meslek sahibi ve ilkokul mezunudur. (57) Abdulkadir İnan, 171. (58) Mürsel Köse, "Al - Al Karısı Hakkında...." (59) Bilge Seyidoğlu, Erzurum Efsaneleri (Erzurum'daBelli Yerlere Bağlı Olarak Derlenmiş EfsanelerÜzerinde Birİnceleme), Ankara 1985,91 - 103 (60) Saim Sakaoğlu, 69. (61) Muhsine Yavuz, Diyarbakır Efsaneleri Üzerine Bir Araştırma (Derleme - İnceleme), Diyarbakır 1988,78 - 89. (62) Ali Duymaz, Bingöl Efsaneleri (İnceleme - Metinler),Elazığ 1989, 379(63) Ali Berat Alptekin, Fırat Havzası....... (64) 1989 yılının Ekim ayında Ayşe Şimşek'ten derlenmiştir. (65) Mithat Yılmaz, "Elazığ'da Al Karısı..." (66) 1990 yılının Ağustos ayında, Adana'nın Kadirli ilçesine bağlı Köseli köyünde ikamet etmekte olan Mehmet Şimşek'ten derlenmiştir. Şimşek, 39 yaşında olup,lise mezunu ve D.S.I. de memur olarak çalışmaktadır., (67) 1990 yılının Temmuz ayında Nazife Gül Sekni tarafından, Fatma Güler Erdim'den derlenmiştir. Kaynak şahıs, 30 yaşında olup lise mezunudur ve memur olarak çalışmaktadır. (153), Eylül1990 13 - 22; (2) 13(154), Ekim 1990, 15-20. (158), Eylül 1962, 2926.(50) Cahit Öztelli. "Albastı, Al Karısı......." (185), Aralık 1963, 3605 - 3606.Ahmet Turan."Türk Folklorunda Al Basması" Erciyes, 13 (209), Aralık 1966, 4261-4264.Mürsel Köse, "Al - Al Karısı Hakkında", Türk Folklor Araştımaları 9 Yıllar önce bir yakınıma bebek tebriğine gitmiştim.. Lohusa bayan bir ara yatağından kalktı yorganın altında büyük bir bıçak gördüm..Yıllar sonra da olsa unutamadım..o bıçak anneye vebebeğe zarar verebilirdi.. Bu ne cahilliktir.. ilave olarak ;Yazın arkadaşımın yazlığındayız,gece sohbetleri bitince yataklara çekildik..Ben odamı arkadaşımın kızıyla paylaşıyorum..Arkadaşımın kızının kız arkadaşı görünmeyenler tarafından tutulduğunu ,ona aşık olduğunu anlatmış..- Ölüler Kitabı 3 (Tibet)
Tibet'in Ölüler Kitabı Kitabın Tibet dilindeki adı Bardo Thödol’dur. Bu ad, “bar”, “do”, “thos” ve “grol” sözcüklerinin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur (Bar-do’i-thos-grol) ve “duyarak aracı hallerden kurtuluş” anlamına gelir. Bu kitap adının anlamından da anlaşılacağı gibi, ölmekte olan kimseye öte-alemde yardımcı olması amacıyla, huzurunda okunacak biçimde düzenlenmiştir. Bu kitaptaki bilgilere göre, kişinin imajinasyonunu, niyet, düşünce ve duygularını denetleyebilme yeteneğini henüz yeryüzündeyken kazanabilmiş olması kendisine ölüm sonrası yaşamında son derece yararlı olur ve bedeninin terk eden herkesin geçireceği ilk zor aşamaları kolayca atlatmasını sağlar. Dolayısıyla, Tibet tradisyonuna göre bu yeteneği henüz yeryüzündeyken kazanabilmiş olan kimselere bu kitabın okunmasına gerek kalmamıştır. O alemde karşılaşacağı olaylar kişinin kendi zihinsel faaliyetinin ürünleri olacağından, zihnini denetleyebilen kişi, haliyle, o olayları da denetleyebilmiş olur. Aslında, sözcük anlamıyla “ara hal” anlamına gelen Bardo terimi Batı’da ilk zamanlar yanlış anlaşıldığı gibi, öte-alem anlamına gelmez; ruhun içinde bulunduğu bilinç hallerini belirtir. Ölüm denilen bedenin terk edilmesi olayından hem önce (inisiyasyonlarda inisiyatik ölüm ya da cehenneme iniş deneyiminde, trans ve meditasyon çalışmalarında), hem sonra yaşanabilecek bu “ara haller” konusu Tibet Ölüler Kitabı’nın yanı sıra, Budizm’in Vajrayana ekolünde, “naro chödrug” öğretisinde de çok önem verilmiş bir konudur. Bu öğretide ve Ölüler Kitabı’nda aracı haller 6 grupta ele alınır: * 1-Kyenay Bardo: Doğum öncesinde, anne karnındayken içinde bulunulan bilinç hali. Buna “cenin hali” de denir. * 2- Milam Bardo: Rüya sırasındaki bilinç hali. * 3-Tingezin Bardo: Meditasyon sırasındaki bilinç hali. Kimileri bu bilinç halinin adındaki “tingezin” teriminin Türkçe olup, Tibet tradisyonuna şamanik bir teknik ya da din olan Bon ya da Bön aracılığıyla sokulmuş olduğunu düşünmektedir. * 4-Chikai Bardo: Ölüm anındaki bilinç hali. * 5-Chönyid Bardo: Ölüm sonrasındaki bilinç hali. * 6-Sidpa Bardo: Yüksek realiteye ulaşıldığındaki bilinç hali.- Ölüler Kitabı 2 (Şam)
Şam'ın Ölüler Kitabı Necronomicon nedir? O kadar çok ismi var ki ve hakkında o kadar çok efsane oluşmuş ki, bırakın kendisini hakkında yazılanlar ciltleri dolduruyor; "Arabın Kitabı","Ölü İsimlerin Kitabı" veya "Ölülerin Çağrı Kitabı" ya da "Çıldırtan Kitap" kısacası bu bir mitik kitap. Yazarının adı El Hazret veya El Azif. Yani meşum yazar Şamlı bir arap. İnançlara ve de bilinenlere göre Necronomicon gerçek bir büyücünün el kitabı ve hiç şakası yok. Bazılarına göre, böyle bir kitap hiç yok, sadece Amerikalı korku yazarı Lovecroft´un hayallerinin ürünü, bazılarına göre ise var ama yerini kimse bilmiyor. Kısacası Necronomicon, tam manasıyle gizem dolu. Necronomicon´un yedi cilt olduğu ileri sürülüyor, aslı 900 sayfanın üzerindeymiş, her cildinin 125 sayfa civarında olduğu düşünülebilir. Peki bu garip kitap nerede ve ne zaman yazıldı? Necronomicon´un MS 730´da Şam´da Abdül El Hazret tarafından yazıldığı biliniyor. Öyleyse El Hazret kimdir? Çok az bilgi var, onun çoğu da Necronomicon´un içinde; Hep yolculuk yapar çok okurmuş, İskenderiye´den Pencap´a kadar dolaşmış, onlarca dil konuşur ve öğrencilerine dünyanın her yerinden araştırıp öğrendiklerini anlatırmış. Metodları Heredot´u ve hatta Bruno´yu anımsatıyor. Nostradamus´un ünlü "Yüzlükler" inin ilk iki dörtlüğünde anlattığı metodun kaynağı uzmanlara göre Necronomicon´dan alınmıştır; 1. GECEYARISI, GİZLİ ODAMDA YANLIZ ÇALIŞIRKEN, OTURURUM ÜÇ AYAKLI PİRİNÇ SEHPADA, KÜÇÜK BİR IŞIK GELİR İNSANSIZ YERDEN, DÜŞÜNCEMİ AYDINLATIR, TALİHİMİN BOŞ YERE OLDUĞUNA İNANMIYORUM. 2. ASA ELLERİM ARASINDA, KONUŞULUR BRANCHES ORTAMINDA, SU HAREKETLENİYOR, LİMBE, ETEĞİNDEN AYAĞA, BİR BÜYÜK KORKU, İÇTEN BİR SES, FARKLI BİR TİTREME, İLAHİ IŞIK, KUTSAL HABER ARTIK YANIMDADIR. Büyü veya daha doğru bir tanımla majikal kehanet için çağdaş araştırmacılar bilincin açılması ve güncel etkilerden kurtulabilmesi için belli uyuşturucuların kullanıldığını belirtiyorlar. Bunun bir formülü de ele geçirilmiş; "Günnük, aselbent, diktamnus, haşhaş kökleri, afyon" gibi maddeler kullanılıyormuş. Kaynak Columbia Üniversitesi´ nin inançlar ve yöntemlerle ilgili araştırma raporlarından alınma. Yani Necronomicon sadece bu yönden geleceği görebilmenin yolunu da gösteriyor veya öğretiyor. "Çılgın Arap" El Hazret´in çağının çok ötesinde olduğu da anlatılmakta, çünkü bu Necronomicon sayesinde geleceği gördükten sonra çağının dışında kalmış veya uyum sağlayamamış, ona çılgın denmesinin nedeninin altında çağına göre alışılmadık biri olması yatıyor. İnsanı çıldırtıyor ama nasıl? Bir diğer kaynağa daha bakalım, Yunanlı Yeni-Platonist filozof Proclus (MS 410-485), astronomi, felsefe, matematik ve metafizik uzmanıydı ve kullandığı büyü yöntemleriyle Hekate adlı mitolojik tanrıyı görebildiğini yazıyordu. Proclus, Eski Mısır ve Kalde gizem öğretilerinden yararlanmıştı ve Proclus´un yazılı yöntemlerinin tamamen El Hazret´in eline geçtiği ve Necronomicon´a aktarıldığı da söylenmekte. Neyse, biraz da bu garip kitabın basılı olup olmadığına veya basım tarihçesine kısa bir göz atalım. Hiçbir Arap kaynağında Necronomicon´un çıkış bilgisi yok. Araştırmacı ve tarihçi İdris Şah, kitabı Hindistan´da Deobund´daki, Mısır El Azhar´daki ve Mekke´deki antik kitaplıklarda araştırmış ama başarılı olamadığını yazıyor. 1487 tarihli bir Latince belgede Dominikan Rahip Olaus Wormius imzasıyla Engizisyon´un ölümcül ismi Kara papaz Torquemada´nın İspanyol Yahudileri´ne zulmederken, Necronomicon´u ele geçirdiği ve İtalyanca´ya çevirttiği belirtiliyor. Wormius´a göre, kitap son derece tehlikeli ve okuyan insanı olağanüstü etkiliyor ve aklını başından alıyor. İçindeki bazı bölümlerde Tevrat´ın Yaradılış Bölümü´ ndeki gizli ve şifreli bölümlerin açıklamalarının bulunduğu ve bunları anlamanın sonucunda insanın çıldıracağını da belirtiyor. Çıldırtan kitabın izinde.. Wormius, kitabın bir kopyasını ele geçirmiş olmalı ki, Spanheim Başrahibi Johann Tritheim´ a yollamış ama sonra Wormius ekliyor; "Çeviriyi yaktım, bu Tanrı´ya küfürdü, gerçekler çok fazla ortaya çıkıyordu, İnsanlar buna hazır değiller, daha çok zaman gerekiyor.. Ama başka kaynaklar Necronomicon´un yokolmayıp Vatikan´a yollandığını yazmaktalar. Yüzyıl kadar sonra 1586´da, Wormius´a ait kopya Prag´da ortaya çıktı. Ünlü İngiliz majisyeni Dr. John Dee ve asistanı Edward Kelly bu kez Necronomicon´u ele geçirdiler, söz edildiğine göre Dee ve Kelly "Necromancy" denen ölüleri mezarlarından kaldırma deneylerine ondan sonra başladılar. Ama bir bomba daha duyuldu, Necronomicon´da simya yoluyla altın yapma yöntemleri de vardı. Dr. Dee, Necronomicon´u İngilizce´ye çevirip Manchester´de Christ´s College´e bıraktı. Sonra büyük koleksiyoncu Elias Ashmole eliyle Oxford´da Bodleian Library´de yer aldı. Ve şu anda da Londra´da British Museum´da Necronomicon´un bir kopyasının bulunduğu müze kayıtlarında yer alıyor. Bildiğimiz herşeye aykırı.. Ne var bu korkunç kitabın içinde? Ulaştığımız kadarıyle bildiklerimize bir göz atalım; * Tufan öncesiyle ilgili inanılmaz gerçekler vardır. El Hazret kaybolmuş geçmişin içyüzünü anlatırken, Tevrat´daki "Yaradılış" bölümüyle, mitolojik kaynaklar arasında kesin benzerlikler olmasına rağmen Tevrat bunları gizlemekte, bugüne kadar yapılan çeviriler ise kutsal kitabın aslından çok uzak. Geniş ayrıntılarla geçmişin ve dinlerin kaynağının içyüzü anlatılıyor. * İnsan ırkı, dünyadan önce başka bir yerdeydi. Buna başka kürelerden gelme denmekte. Neo-Platonist inançlara göre anlatılan dünya benzeri yıldızlarda kendilerine özgün yaşam formları bulunmaktadır. Bu yaşam biçimlerinin özellikleri kozmik hiyerarşinin evrim çizgisiyle belirlenirler. * Özel zamanların belirlenmesiyle ve özel semboller kullanılarak, eskilerle ilişki kuralabilir ve onlardan istenilen kozmik bilgiler alınabilir, o zaman geçmişe ve geleceğe hakim olmak mümkündür ama bu tehlikeli bir yoldur çünkü insan taşıyabileceği bilgiyi edinmeli ve bunun farkında olmalıdır. Hitler kitaptan yararlanamadı.. Necronomicon´un bilinen kopyaları kayıp görünüyor, bazı kaynaklar Adolf Hitler´in okkült ilgisi sonucunda kitabın bir kopyasını ele geçirdiğini belirtiyorlar ama sonrası bilinen bir şey, Führer´in sonu efsaneye göre Necronomicon´dan yararlanmışa benzemiyor. Dee´nin Bodleian Müzesi´ndeki çevirisi 1934´den sonra yok oldu, belki de Hitler´e giden kopya oydu. British Museum önceleri çalınmalardan söz ediyordu ama bunun doğru olmadığı anlaşıldı, Wormius baskısı oradaydı ama nedense kataloglardan silindi ve yeraltı depolarına kaldırıldı. Hatta bir iddiaya göre çok değerli eşyalar klasmanına alınarak 1940´larda Kraliyet mücevherleriyle beraber Galler´de özel bir şatoya saklanmıştı. Sonra tüm dünya kitaplıkları Necronomicon ile ilgili kaynakları ve belki de kopyaları saklamak için sanki söz birliği ettiler. Necronomicon´ın çıldırtması anlaşıldığı kadarıyla sanıldığı gibi değil, sadece bildiğimiz, inandığımız herşeyi reddetmesi ve gerçeklerin çok farklı ve belki de çok acımasız olması yüzünden okuyanlar şoka giriyor olabilir. Ötesi, gizemin hala sürdüğünün gerçeği, kimbilir ne zaman kadar? Herhalde, kendimizden, ne için varolduğumuzdan ve geçmişizden korkmamayı öğrenene kadar da Necronomicon´u göremeyeceğiz. Kaynak:Gizli ilimler tr- Şans Kurabiyesi Kırmak İstermisiniz? Öyleyse Ne Duruyorsunuz?
Ne istediğine karar ver ve UYGULA. Tamam uygulayacağım...- Ölüler Kitabı 1 (Mısır)
- "ÖZEL"İNİZİN KIYMETİNİ BİLİN..
Sevgili arkadaşım gundem yazın cok güzel olmuş tebrik ediyorum..konunun içeriğide yazan gibi süper.. "Evet öyle bir arkadaşım var..herşeyden herkezden daha yakın iyi ve kötü gün dostum..zaman mekan düşünmeden birbirimizi rahatlıkla arayabileceğimiz bir dostum.. kıymetimizi bir o kadar çok biliyoruz.. 2 gün önce gecenin bir vakti sanırım saat 03.00 gibiydi;beni aradı..o an sıkıntısını paylaştı,dertleştik.. O benim can dostum...O kadar farklı, o kadar güzel ki gerçek dostluklar..canım yurdişim benim..sen bir tanesin..can yoldaşım.." :clover:
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.