Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Aries

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Aries tarafından postalanan herşey

  1. Mısır'ın Ölüler Kitabı Düşünce evreninin beşiği kabul edilen Yunanlılar, Thales ya da Euclid'e rağmen yine de zaman ve saat matematiğin'! yeterince çözümleyememişlerdi, çok daha farklı bir kültürel konumda bulunan Mısırlılar'ın pratik çözümü şaşırtıcıdır. Gerçekten de Mısır'ın Yunan'da olduğu gibi bir matematik felsefesi, düşünürleri yoktu. Astronomik tüm bilgileri dinsel törenlerle kısıtlıydı ama Mısırlılar, M.Ö. 3000 civarında, günesin doğusunu ve batisini hesaplayarak bir dikilitaşın neresinin günün hangi saatinde ışık alacağını, bir tapınağın bir yerindeki penceresinden içeri girecek olan güneş ışığı ile bir yazı şifrelemeyi biliyorlardı. Günesin dışında, Eski Mısırlılar, gökyüzünüzün en parlak cisimlerinden Sirius' un da, yılda bir kez sabah saatinde güneşle ayni konuma geldiğini de keşfetmişlerdi. Bu astronomik konum, Nil'in taşmasıyla ilgili olarak Nil yılının başlangıcıydı, Mısırlılar için bu günler Mısır tanrıları Osiris, Horus, Seth, İsis ve Neftis'in doğum günleriydi. Nil yılı daha da doğrusu Nil Nehri'nin varlığı Mısırlılar için öylesine önemlidir ki, ölüm ötesiyle ilgili inançları da doğurmuştur. Firavun, Bir Tanrı'ydı... Fransız Moret'e göre, Nil Nehri Mısır'ı Akdeniz ve Afrika Mısır'ı diye ikiye ayırır, gerçekten de bu coğrafî konum bin yıllarca Mısır'ı Yukarı ve Aşağı Mısır ya da Krallık olarak jeopolitik olarak böldü. Bu bölünme ve temeldeki krallık kavgaları Mısır'ın tek kralının yani Firavun'un varlığım da böldüğünden önemlidir, zira tüm eski uygarlıkların içinde kendisinin tanrı olduğunu ileri süren tek kral, Firavundur. Gerek Mezopotamya'da, diğer Orta Doğulularda daima krallar tanrıların seçtiği temsilcilerdi, ancak ölümlerinden sonra tanrılaştılar ama Mısır'da Firavun, tanrı demekti. Yasarken Horus, öldüğünde ise Osiris'ti. iste bu inanç top yekün Mısır mitolojisi ile, krallığın doğrudan ilişkisi demekti. Mısırlılar'ın mumyalama ve mumyalama ile ilgili mitler, uygulanan ritüeller hep bu temelin üzerindeydi. Ölüm ve ölüm ötesi yasama böylesine bir takıntı sadece Firavun'un ölümsüzlüğü ve tanrılığı nedenine bağlıdır. Ama Mısır'da Osiris kültünün hemen yanında kökeni çok daha eskilere giden bir de Ra kültü yani güneş-tanrı veya dini vardı, ikisinin kokteyli ve yaşamın kökeni olan Nil inançları Mısır dinini oluşturuyordu, Çok kısa olarak Osiris'i tanımamızda yarar var. Bilim-Kurgu Romanına Benzeyen Bir Mitoloji Osiris bitkiler evreninin tanrısıdır, ölür ve yeniden dirilir ama ayni zamanda da yeraltı dünyasının da hakimidir, ruhların yazgısına karar veren kurulun başıdır ve salt bu yönüyle mumyalama ritüellerinin kaynağı olur. Osiris'in erkek kardeşi Seth ile olan kavgası ise Yukarı-Aşağı Mısır ayrımının simgesidir. Böylece Osiris'in sosyal, dinsel ve siyasal üç kimliği ortaya çıkar, İsis, Osiris'in kız kardeşi ve ayni zamanda da karisidir, kayın birâderleri olan Seth ve Typhon 72 ihtilalciyle beraber iyi Kral Osiris'i parçalara ayırıp, Mısır'ın 42 eyaletine bu parçaları atacaktı. İsis, Seth'in dağıttığı parçaları bulacak ve kız kardeşi Neftis'in yardımıyla yeniden yasama döndürecektir. Osiris, bundan sonra yeraltı ülkesinde yasayacak ve oğlu Horus öcünü alacaktır. Horus, daima şahinle simgelendi ve firavunların başlarında şahin arması bulunurdu. Ama firavun ayni zamanda da Mısır'ın ilk kralı ve dünyanın yaratıcısı olan olan Ra'nın da oğluydu. Osiris ve Ra kültlerinin karışımı burada açıkça görülür. Bir bilim kurgu öyküsüne benzeyen kısa ama temel girişten sonra Mısır'ın ölüm ve ölüm ötesiyle ilgili inançlarım daha iyi anlayabiliriz. Simdi ölüme doğru yol alalım... "Ölüler Kitabı" ve Ötesi... Eski Mısır'da ölüm ve ötesiyle ilgili kaynaklar Piramit ve Tabut yazıtlarıdır, bütün bunlar "Ölüler Kitabi" denen ölüm, ölüme geçiş ve ölümden sonra yasamla ilgili kuralları ve düzeni anlatan bütün bir bilgi veya inanç sisteminin parçalarıdırlar. Mısırlılar ölümden sonra yeniden dirileceklerine inanırlardı, Osiris'in yeniden dogması ve onun kişiliğinde simgelenen KIŞ ve BAHAR örneklerindeki gibi. İnsan, beden ve ruhtan oluşuyordu, her ikisi de ölümden sonra ebedi olarak kalabilirdi, yeter ki ölümden sonra insan Osiris'in önünde günahlarını bağışlatsın ve saf olarak cennette kalabilsin. Osiris, insanin kalbini bir tüy ile tartarak samimiyetini ölçerdi, eğer ölü insan bu ölçümde basarisiz olursa aç, susuz ve güneşsiz olarak ebediyen mezarında kalırdı. Osiris'in sınavlarından başarıyla geçebilmek için bazı yöntemler uygulanırdı, örneğin mezarlara yiyecek ve tanrıları sevindirecek tılsımlar konurdu. Ayrıca, balık, yılan, hamamböceği gibi böcekler rahipler tarafından kutsanarak ölüye yardımcı olurlardı. Ama en önemlisi, "Ölüler Kitabı"nın satın alınıp mezara konmasıydı. "Ölüler Kitabı", ölüm rahiplerinin yazdıkları dua ve yöntemlerle, Osiris'i sakinleştirecek ve hatta aldatacak önerilerle doluydu. "Ölüler Kitabı" örneklerinden yüzlercesi papirüs rulolar halinde mezarlardan çıkarılmıştır ve en eskileri Piramitler Dönemi'ne aittir, yani M.Ö. 2500'lere. Mısır inançlarına göre tüm bilgiler veya bilim, bilge tanrı ve yazman Toth tarafından yazılmıştır. Bugün dâhî bâzı mistik-pagan çevreler, Tarot Kartları'nın kökeninin Toth kültünden kaynaklandığına inanırlar. Tek Tanrı'nın pesindeki Kral Tüm bu yöntemlerin sonucunda ölen bir insan, öteki dünyada yasamak için hak kazanabilir, günahlarını affettirebilir, istenilen yasama kavuşurdu. İlginçtir tüm Eski Mısır ölüm inançlarında ahlaki öğütlere pek rastlanmaz, rahipler halkın dinsel törenleriyle uğraşırlar ama genelde onların ahlaki düzeyi ile uğraşmazlardı. Ölüler Kitabı'nda eğer rahipler çözüm getirdiyse, iyi ve ahlaklı biri olmanın pek üzerinde durulmaz. Sihir ve büyü Mısır inançlarında çok etkin ve yaygındır, Firavun'un özel büyücü ve sihirbaz danışmanları vardı, özetle Mısır dini tüm zengin öğelerine rağmen, ahlaki bir öğreti içermediği veya ruhsal eğitmeyi içeren bir yaklaşımda bulunmadığı için kutsal bir kitaba sahip değildir, bilindiği kadarıyla dinsel metin olarak ortada sadece "Ölüler Kitabı"nın bölümleri vardır. Ama "Ölüler Kitabı"ndan örnekleri görmeden önce bir dönem Mısır'ı etkileyen dinsel reformu unutmamak gerekir. Reformun babası MÖ 14.Yüzyıl'da yaşayan IV.Amenofis'ti, bu Firavun Moneist bir temeli olan ve yaratıcı ilah Aton'un dışında tüm tanrıları reddeden yeni bir dini kurdu. IV.Amenofis, tahta geçtiğinde rahip sınıfının gücünün krallıktan fazla olduğunu ve yönetimi ellerinde tuttuklarını fark etti, bundan kurtulmak istemişti, bir başka kaynağa göre ise Firavun, bir güneş rahibi olan amcasının etkisindeydi. önce başkenti Orta Mısır'a Amarna'ya taşıdı, Amarna'ya "Aton'un Ufku" anlamına gelen "AknetAton" adı verildi, sonra Amon'un büyük rahipliği makamını kaldırdı ardından Teb'de isyan çıktı ama ordu bastırdı, IV.Amenofis kararlıydı. Yeni dinin esaslarını belirledi ve mistik şiirler yazdırdı, inancın temelinde yalana karsı gelerek gerçeğe ulaşma düsturu vardı ve Tek Tanı'ya olan sevgi derin duygularla anlatılıyordu; mezar taşlarında "Ey. biricik Allah senden başkası yoktur." yazıları bulunmuştur. Bin Yıllar, Dinleri Bağlıyor mu? IV.Amenofis. büyü ve sihri yasakladı, ölümden sonra da tek hakimin Aton olduğuna inanıldı. Yeni dine inanan, Aton'un büyüklüğü ve tebliğime iman eden kişi, öte dünyada da mutlu olacaktı. Buna rağmen. IV. Amenofis tanrı oğulluğu sıfatını reddetmedi ve yüzyıllar sonraki Hz İsa'yı anımsatan bir tür peygamberlik yaklaşımı içindeydi. Ama önemli bir yön daha vardı, kişi Tanrı'ya asla bir ihtiyacını karşılamak için hitap etmezdi. aksine doğanın güzelliğine ve Yaratıcı'nın iyiliğine heyecan ve aşk duyan biri olmalıydı, gökten akan ve yaşamın kaynağı olan Nur'a tapılırdı. eşit olarak yayılan aydınlık adalet kavramını simgelerdi ve bu Nur Gerçeklik Ülkesi'ne bağlıydı, burada da Anadolu Tasavvufusun bazı çizgileri ister istemez akla gelir. Bir yazıtta söyle denir; "Ey yaşamın başlangıcı olan Aton, yeryüzünü güzellikle doldurursun, ışığın yarattığın her şeyi aydınlatır ve her şey senin aşkının bağlarıyla bağlanır, her göz kendi üstünde seni görür, Ey Sen ki, tek ilahsın ve hiçbir benzerin yoktur, sen dünyayı kalbinin istediği gibi yarattın..." Anlaşılıyor ki, IV.Amenofis Tek tanrı düşüncesinin simgesi olarak güneşi ve ışınlarını seçmişti. Tapılan bir heykel veya put yoktu. Bu yeni din, yuvarlak kırmızı bir güneş ve ondan çıkarak yere inen ve uçlarında el şekilleri bulunan ışınlar olarak simgelendi. Buradan çıkan bir sonuç var... Simgeler, Bilinmeyen Gerçeği Saklıyor Tarihçi ve araştırmacı Arthur Weigall'a göre, Hz Musa'nın kavmiyle beraber Mısır'ı terk etmesi, M.Ö. 1346'da Firavun Tutankamon döneminde olmalıdır. Özgün adıyla "Manethon" yani Musa, tarihî bir kişiliktir, IV.Amenofis'in din reformu döneminde yaşamış ve bu düşüncelerden yola çıkmıştır. Buna karşın, IV.Amenofis'in din reformu, Mısır'da kökleşmemiş; yirmi yıl sürmüş ve ölümünden sonra eski inançlara dönülmüştür ama Tek tanrı inancı farklı bir yerde, Filistin'de kökleşecek ve başka bir dinin temeli olacaktır. Biz, yine "Ölüler Kitabı"na dönelim; birçok çağdaş uzmana göre "Ölüler Kitabı", çok büyük ve çok derin bir sırdır. 1758'de Fransız Cyprianus, derinliğine zor varılan gerçek kutsallığı bu kitapla tanıdığını belirtirken, bir diğer uzman Lucien; "Mısır dini, bilmecelerle doludur. Konuyu iyice bilmeden ve hatta mistik deneylerden geçmeden asla alay etmemeli veya küçük görmemeliyiz, tanrıların gerçekten tanrı, köpek başlıların ne olduğunu bilmek için bu sırları tanımak gerekiyor." diyordu. Ölüm Ötesine Geçiş... "Ölüler Kitabı"nın anlamını iyi bilen ruh, Evrenin Büyükleri'ne meydan okuyabilirler ve hakimlerin karşısına korkmadan çıkabilirler. Her ölünün ruhunun tartılışı adli korkunç sınavda savunma yapabilecekler, Osiris'in önünde yeri öptükten sonra ruhlarını pisliklerden koruyacaklar. Çünkü ruh hem bir kadının karnından çıkarken, hem de yaşamı süresince kapıldığı tutkular yüzünden kirlenmiştir ve ruh bedeninin kirlendiğini hisseder. Ancak "Ölüler Kitabı"ndaki dua ve formüller sayesinde ruh Ra'nın ateşinde tutuşmadan, 42 hakimin önüne çıkmaktan korkmayacaktır. 42 hakimin her birisi, Mısır'ın bir bölgesin! ve 42 günahtan birisini temsil ederken ölüyü sorgularlar, ölü o anda Thoth'un önünde yanlışları itiraf etmelidir, Thoth gizlilerin sahibidir, bilinmeyen bir nedenle bir şebek olarak resmedilir. Peki ölü ne diyecektir veya nasıl olmalıdır? Thoth ve çakal kafalı tanrı Anubis teraziyi dikkatle izlerlerken ölü, insanlara karsı günah işlemediğini, mevkilere saygılı olduğunu, tanrıları kızdıracak bir şey yapmadığını, öldürmediğini ve öldürmek için emir vermediğini, kimseye acı çektirmediğini. tapınaklardan bir şey çalmadığını. kimsenin toprağını çalmadığını. hileli tartı kullanmadığını, tanrıların kuşlarını ve kutsal göllerin balıklarını çalmadığını doğru olarak söyleyecek ve kendini temize çıkaracak. Cennet'te Yaşam Tanrıların yazıcısı olan Thoth ve mezarlıktan koruyan Anubis, ölüyü dinledikten sonra teraziye bakacaklar ve eğer Thoth terazinin iki kefesinin dengede olduğunu yazabilirse. kefenin birisinde ölünün vicdaninin ve iradesinin simgesi olan kalbi, diğerinde ise Maat'ın yani gerçeğin tüyü vardır, yani gerçek tüy kadar hafiftir. O zaman ibiş kuşu kafalı Thoth, ölüler tanrısı Osiris'e dönecek ve ölünün kalbinin doğru olduğunu ve kalbin tüyden ağır olmadığını söyleyecektir. İşte o zaman ölü, ebediyen istediği yerlere gidebilir, canlıların arasına,yerin altına, Samanyolu'nun derinliklerine... artık o bir ölü değildir ,ölümsüzlerle beraberdir,bulunduğu yerde yiyecek tarlaları vardır.incir ağaçlarının gölgesinde serinliği tadacaktır ve tanrıçaların sütünden içecektir. Bu arada kötülerin yerini de görecektir, orada kendi iç organlarını yiyen krallar, işkenceci tanrılar, kafaları kesik ama vücutları olan belleksiz ruhlar vardır". Ama o onlardan uzaktır ve ışık ruhların arasında. ebediyen yükselmiştir, İncil'de yazdığı gibi; "..onlar cennette ışık saçan yıldızlar gibi olacaklar"dır. "Ölüm, Geceye Benzer" "Ölüler Kitabı"ndan bazı bölümlerdi bunlar, aslında tümü Mısır'ın gizeminden ancak birkaç damlası. Böylesine garip bir uygarlığın bir diğer örneği tarihte yoktur. Yunan uygarlığının temelinde Mısır yatar, tarihte bu kadar etkin iki kültür aktarımı daha vardır ama sonraki yüzyıllarda, bunlar Yunan biliminin İslam Dünyası'na, İslam kültürünün ise Bati Avrupa'ya aktarımıdır. Başta söz edildiği gibi, Mısırlılar'ın matematik bilgisinin incelenmesi hayal kırıklığı yaratmıştır çünkü günümüze kadar ulaşabilen dev yapıtlar inşa edebilmişlerdi fakat buna karşın TIP bilgileri şaşırtıcı düzeydedir. Öte yandan Eski Mısır'da Mezopotamya'da olduğu gibi, Astroloji yoktur, yerinde Astroaltri yani gök cisimlerinin tanrı kabul edilmesi vardır. Onlar, gök olaylarını dinsel bir çerçeve içinde görüyorlardı. Ayrıca, göklerde şaşmaz bir düzenin bulunduğuna, görünümler değişse bile temelde bir kararlılığın bulunduğu inancındaydılar. Ama bu inanç mitoloji ve masallarla örülüydü ve bu yüzden Mısır astronomisi ayinlerle, dinsel törenlerle iç içeydi. Çok dindardılar, din islerinin aksamaması için çok özen gösteriyorlar, zamanın akışına anlam veriyorlardı. Onlara göre zaman bitimsiz olduğu için, daima yeniden, yeri bastan yaşanıyordu. Günleri uğurlu veya uğursuz diye ikiye ayırırlardı, her zaman dilimi için sihir formülleri vardı, hareketlerini buna göre yönlendiriyorlardı. Geceye benzettikleri ölüm sonrasında, ruhların kendilerini düşmanlarından koruyabilmeleri ve davranışlarını düzenleyebilmeleri için dünyasal görevlerini doğru zamanlarda yerine getiriyorlardı. Salt bu yüzden mezarlıklarda lahit kapaklarının içlerini köşegensel yıldız saatleri resimleriyle süslediler. Mısır, ünlü bir gezginin söylediği gibi anlatılması değil, gezilip görülmesi ve hatta yaşanması gereken bir yerdir. Giza Piramitlerini, Teb'i. Karnak ve Luksor'u ve de müzelerdeki göz kamaştıran eserleri yakından görmeden günümüzden binlerce yıl önce yaşamış olan bu insanları anlamak mümkün olmaz. Belki de böyle bir görsel asamadan sonra, Mısır'ın gizemi, "Ölüler Kitabı"nın içyüzü ve diğer bilinmeyenler aydınlanabilir. Kaynak Gizli ilimler tr.gg
  2. Aries şurada bir başlık gönderdi: Antik Çağ
    İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakkındaki ilk bilgilerini edinmiş ve araştırmalarını olağanüstü çabalarla tamamlayarak batık uygarlık Mu ile ilgili beş eser yazmıştır. Churcward'ın kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin baş rahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven'in 1921-23 yılları arasında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur. James Churchward 1883'de, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün ışığına çıkarttı.Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken,yolu Batı Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri" ni gösterdi. Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ama tahminen bu bilgilerin yeryüzüne çıkma zamanı gelmişti ve karşılaşma da pek tesadüf değildi. Rishi, Churchward'a iki yıl boyunca üstatlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı dili kendisine öğretti. Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğrultusunda batık kıta Mu ve uygarlığının izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl sürecek olan araştırma gezilerine başladı. Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da, Avustralya'da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward aradıklarını Meksika'da buldu. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika'da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu. Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika'ya gitti ve Tibet'te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük yankılar getiren eserlerini böyle yazdı. Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediklerini işaret ediyor. Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur. Mu uygarlığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki büyük imparatorluk vardır bunlar Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır. Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de ‘Mu Uygarlığı’ yatmaktadır
  3. Aries şurada bir başlık gönderdi: Antik Çağ
    Dalay Lama Agarta kelime olarak Budist kökenlidir. Bütün imanlı Budistler yeraltında bir dünya veya kudretli bir imparatorluk olduğuna inanırlar. Bu inanca göre, yer altı dünyasında milyonlarca kişi yaşamaktadır. Başkenti Şamballa olan bu imparatorluğun yöneticisi doğuda “Dünyanın Kralı” olarak bilinir. “Dünya Kralı”nın yeryüzündeki temsilcisi Tibetli Dalay Lama’dır. Doğuda Tibet ve batıda Brezilya dünyanın iki ayrı ucunda tünel şebekelerine sahip iki ülkedir. Mısır’daki Gize Piramit’inin altında bulunan gizli odaların da yer altı dünyası ile ilişkisi olduğu iddia edilir. Firavunlar bu tüneller vasıtası ile yeraltında tanrılar veya süper,insanlarla temas kurabiliyorlardı. Mısır tanrıları ve krallarının dev heykelleri ile doğudaki Buda heykellerinin, insan ırkına yardım etmek üzere yerüstüne çıkan yer altı Süpermenleri ırkını temsil ettiği ileri sürülür. Bu cinsiyetsiz Agarta temsilcileri, yeraltındaki ütopik bir cenneti temsil etmekteydiler. İddialara göre, Hz. Nuh gerçekte bir Atlantisli idi ve Atlantis sulara gömülmeden önce kurtarılmaya değer bir grup insanı bu felaketten kurtarmıştı. İnanca göre, Atlantislilerin çıkardığı NÜKLEER SAVAŞ sonucu meydana gelen tufan felaketinden kurtulan bu grup, önce Brezilya’nın yüksek platolarına gelmişler daha sonra da radyasyondan korunmak için, yüzeyle bağlantılı tünelleri olan yer altı şehirlerine yerleşmişlerdi. Agarta yer altı medeniyeti, Atlantis medeniyetinin bir devamı niteliğindeydi. Geçmişteki korkunç nükleer savaştan ders aldıkları için, devamlı barış içinde yaşamaktaydılar. Bu insanlar bilimde yeryüzü insanlarının binlerce yıl ilerisindeydi. Agarta medeniyeti binlerce yıllıktı. (Atlantis 11.500 yıl önce sulara gömülmüştü) Yeraltındaki bilim adamları, bizim bilim adamlarımızın bilmediği enerji türlerini bilmekteydiler. Bu enerjiler hem uçan, hem de karada giden taşıtlarda kullanılmaktaydı. Ossendowski, Agarta İmparatorluğu’nun birbirine tünellerle bağlı yer altı şehirleri ağına sahip olduğunu ve bu tünellerde (Karada veya denizde) harekete edebilen olağanüstü süratli araçlardan söz eder. Agarta’daki halk “Dünya kralı”nın başkanlığında bir hükümet tarafından yönetilmekteydi. Bu insanlar, Lemurya, Atlantis ve tanrılar ırkı Hyperborluların temsilcilerinden oluşmaktaydı. Tarihin birçok döneminde Agartalı Süpermenler ve tanrılar yeryüzüne çıkarak, insan ırkına rehberlik etmişler ve onları savaşlardan, felaketlerden ve yok oluşlardan kurtarmışlardı. Hiroşima’ya ayılan ilk Atom bombasından sonra, ortaya çıkan uçandaireler işte böyle bir nedenle gelmişlerdi. Ancak tanrılar kendileri yerine temsilcilerini göndermişlerdi. Hint destanlarından “Ramayana”da Rama’nın Agarta’dan uçan bir araçla –muhtemelen bir uçandaire ile- geldiği anlatılır. Aynı şekilde İnka hanedanlığının kurucusu Manco Copac da uçan bir araçla gelmişti. Amerikadaki Agartalı öğretmenlerin en büyüklerinden biri, Maya’ların, Aztek’lerin ve genel olarak Kuzey ve Güney Amerika’daki yerlilerin en büyük efsanevi önderi Quetzalcoatl’dır. Başka bir ırktan (Atlantis’ten) gelen bu beyaz adam, Mexico, Yukatan ve Guatemela’daki yerliler tarafından “büyük kurtarıcı” diye anılmaktadır. Aztekler ona “Sabah yıldızı” ve “Bereket tanrısı” derlerdi. Quetzalcoatl, “Tüylü Yılan”, yani yılan şeklinde sembolize edilmiş “öğretici bilge” anlamına geliyordu. Bu isim ona uçan bir araçla geldiği için verilmişti. Muhtemelen o, yer altı dünyasından geliyordu. Quetzalcoatl, geldiği gibi esrarengiz bir şekilde kayboldu. İnanışa göre, geldiği yer altı dünyasına dönmüştü. Mısır inançlarındaki Osiris başka bir yer altı tanrısıdır. Donely, “Atlantis the Antediluvian World” (Atlantis, Tufan Sonrası Dünya) adlı kitabında Yunan mitolojisinde geçen tanrıların Atlantisli yöneticiler olduğunu ileri sürer. • “The Hollow Earth” by Dr. W. Bernard, Chapters: I-8 (Internet) • Turgut GÜRSAN, Yeraltındaki Gizli Dünyalar s. 64-66
  4. Aries şurada bir başlık gönderdi: Şiir Forumu
  5. Aries şurada yorum gönderdi made in turkey!'nın blog başlığı içinde made in turkey!'s Blog
    yüreğin dili olsa anlatsa içindeki yangını bağırsa yol olup gözden aksa sevilende anlasa... anlatım dilin güzel.. çok güzel bir yazı olmuş tebrikler..
  6. DOGON Gizemi UFO Bilimin bir parçasıdır ve Mali’de yaşayan Afrikalı Dogon kabilesinin sahip olduğu M.Ö. 3200 yılına kadar uzanan ileri astronomi bilgilerinin kaynağını araştırır. Afrika kabilelerinin çoğunda olduğu gibi Dogonların geçmişi de oldukça karanlıktır. Dogonların şu anda yaşadıkları Bandiagara Platosu’na 13. ve 16. yüzyıllar arasında yerleştikleri tahmin edilmektedir. İnsanbilimcilerin çoğu sayıları iki milyona varan Dogonları “ilkel” olarak tanımlasalar da Dogonlar batı teknolojisine karşı olan ilgisizlikleri bir yana zengin ve bir o kadar da karmaşık bir dine ve yaşam felsefesine sahiptirler. Dogonlar’ın ünü ortaya attıkları ilginç ve şaşırtıcı iddiadan ileri gelmektedir. Bu Batı Afrika kabilesi atalarının dünyadan 86 ışık yılı uzaklıktaki Sirius yıldız sisteminden gelen uzaylılar tarafından eğitildiklerine inanmaktadır. Bu kadar ilkel ve her şeyden uzak bir biçimde yaşadıkları halde gökbilim alanında olağanüstü ayrıntılı bilgiye sahip olmaları da bu iddialarını desteklemektedir. 1931 yılında Fransız insanbilimcileri Marcel Griaule ve Germaniae Dieterlen Dogonlar’ı geniş çapta incelemeye karar vermiş ve 21 yıl boyunca Dogonlar’la yaşamışlardır. Bu iki insanbilimcinin araştırmaları Dogonlar hakkında pek çok bilinmeyenin keşfine olanak sağlamıştır. Dogon’ların Gizemi Neydi? Orion yıldız kuşağının hemen yanında bulunan ve Köpek Yıldızı olarak da bilinen Sirius yıldızı ve onun çevresinde döndüğüne inanılan yıldız ve gezegenler Dogon mitolojisinin temelini oluşturmaktadır. Dogonlar Sirius yıldızının en parlak yıldız olduğunu Sirius’un yanında çıplak gözle görülmeyen küçük yoğun ve sönük bir yıldızın daha bulunduğunu ve bu yıldızın tam konumunu biliyorlardı. Potolo olarak adlandırdıkları bu yıldızın dünyada bilinen tüm maddelerden daha ağır bir maddeden oluştuğuna ve Sirius’un çevresini 50 yılda döndüğüne inanmaktaydılar. Oysa ki batılı gök bilimciler 19. yüzyılın ortalarına kadar Dogonlar’ın bahsettiği bu soluk yıldızın varlığından bile habersizdiler. 1862 yılında Amerikalı gök bilimci Alvan Graham Clark yeni bir teleskopu denerken bu yıldızı keşfetmiş ve Sirius B ismini vermiştir. Ayrıca 1920’lerde ortaya çıkmıştır ki Sirius B bir “cüce yıldız”dır. Cüce yıldızlar oldukça soluk ışıklı küçük fakat yoğun yıldızlardır. Sirius B gerçekte Dünyadan daha küçük olmasına rağmen tıpkı Dogonlar’ın belirttiği gibi o kadar yoğundur ki kendisinden alınan bir çay kaşığı dolusu madde 5 ton ağırlığına gelir. Daha da ilginci Dogonlar’ın bilgilerinin sadece bununla kalmayıp aynı zamanda modern dünyamızda ilk kez Galileo tarafından gözlemlenen Jüpiter’in dört uydusundan ve Satürn’ün yalnızca teleskopla görülebilen halkalarından da haberdar olmalarıdır. Dogonlar ayrıca sayısız yıldızın varlığına ve Dünyanın da içinde yer aldığı Samayolu’nun sarmal bir gücü olduğuna inanıyorlardı. Dogonlar sahip oldukları bilgilerin çoğunu sembollerle anlatmışlardır ve bu sembollerinin temelinde Nommo'lar diye adlandırılan ve dünyayı uygarlaştırmak için uzaydan geldiğine inanılan hem karada hem de suda yaşayabilen varlıklardır. Dogon rahiplerine göre eski zamanlarda Sirius sistemindeki bir gezegenden dünyaya inen Nommolar sahip oldukları bilgileri o zamanki rahiplere öğretmiş onlar da bunları yeni kuşaklara anlatmışlardı. Nommolar dünyanın yaratıcıları olduğu kadar insanoğlunun ataları ve ruhsal ilkelerin koruyucuları “yağmuru yağdıran güçlerin ve suların mutlak sahipleri” idi. Dogonlar üzerinde araştırma yapan Amerikalı bilim adamı Robert Temple bir Nommo uzay gemisinin gelişini ve dönerek yere inişini simgeleyen resimler bulmuştur. Geminin Dogon ülkesinin güneydoğusuna indiği söyleniyordu. Dogon rahipleri geminin inişini tanımlarken onun kuru toprağa indiğini ve oluşturduğu girdap dolayısıyla bol miktarda toz kaldırdığını anlatmaktadırlar. Dogonlar da Sirius’lu gezginlerin bir gün geri döneceğine inanmaktadırlar: “Göklerde bir yıldız belirecek ve bu Nommo’nun yeniden dirilişinin işareti olacak.” der bir yazıt . Dogonlar ve Sirius yıldızıyla aralarında kurdukları bağ biz UFO araştırmacılarının olduğu kadar yaratılış teorisyenlerinin astronomların ve bilim adamlarının da ilgisini çekmiş bu kabilenin kökenleri ve sahip oldukları derin astronomi bilgisine nasıl ulaştıkları hakkında pek çok araştırma yapılmıştır. Arkeolog-yazar Erich Von Daniken Dogon inançlarını kabullenmiş ve bu bilgileri geçmişte dünya dışı varlıkların dünyamızı ziyaret ettiğinin kesin bir kanıtı olarak yorumlamıştır. Gerçekten de “ilkel” Dogonlar’ın yüzyıllardır sahip olduğu bilgileri bilim henüz yeni yeni keşfetmektedir. Bunun son örneği Dogonlar’ın Sirius siteminde Emme Ya adını verdikleri ve Nommoların gezegeni olduğunu söyledikleri üçüncü bir yıldızın varlığından bahsetmeleridir. Bunun Popola (Sirius B ) 'dan dört kez daha hafif olduğunu yine Sirius B gibi 50 yıllık bir zamanda daha geniş bir yörünge çizdiğini ve her ikisinin çapları arasında bir dik açı oluştuğunu belirtiyorlar ve Emme Ya’nın bir de uydusu olduğunu söylüyorlar. Hakikaten de Dogonlar’ın Emme Ya’sı vardır ve o astronomlar tarafından ancak 1995 yılında keşfedilmiş olan Sirius C yıldızıdır! İşte bu Nommoların yaşadığı yıldızın keşfidir.. http://vids.myspace.com/index.cfm?fuseaction=vids.individual&videoid=59837773
  7. Aries şurada bir başlık gönderdi: Mizahi Yazılar - Komik Yazılar
    ŞAPKACI Şapka satarak geçinen bir adamın yolu bir gün bir ormana düşmüş. Adam biraz yürüdükten sonra sıcaktan ve yorgunluktan bunalmış, bir ağacın altına oturmuş. Şapkalarla dolu sepetini de yere koymuş ve uykuya dalmış. Birkaç saat sonra adam tuhaf sesler duyarak uyanmış. Bir de bakmış ki yanındaki sepet bomboş...Şapkalar gitmiş.Kafasını kaldırıp ağaca bakmış, ağacın dallarında bir sürü maymun, her birinin kafasında adamın şapkaları... Adam başlamış düşünmeye; "Ben şimdi ne yapacağım, şapkaları bu maymunlardan nasıl geri alacağım" diye. Düşünceli bir şekilde kafasını kaşırken bakmış ki, maymunlar da adamın taklidini yapıyor, kafalarını kaşıyorlar. Adam ellerini havaya kaldırmış, maymunlar da...Derken adam ne yapacağını bulmuş, kendi kafasındaki şapkayı çıkarıp yere atmış, maymunlar da şapkaları çıkartıp aşağı atmışlar... Adam böylece bütün şapkaları geri almış, sepetine koyup yoluna devam etmiş. Aradan 50 yıl geçmiş... Artık adamın bir torunu varmış, o da dedesi gibi şapka satıcısı olmuş. günlerden bir gün onun da yolu aynı ormana düşmüş. Hava yine çok sıcakmış ve genç adam bir ağacın altına oturmuş, şapkalarla dolu sepetini yanına koymuş ve uykuya dalmış... Bir saat sonra uyanmış, birde bakmış ki sepetin içinde şapkalar yok... Derken tuhaf sesler duymuş, bir de kafasını kaldırmış ki ağacın üstünde bir sürü maymun, hepsinin kafasında birer şapka. Düşünmüş... "Dedem yıllar once bana bir hikaye anlatmıştı... ne yapacağımı çok iyi biliyorum..." demiş. Adam kafasını kaşımaya başlamış, maymunlar da aynısını yapmışlar... Adam ellerini havaya kaldırmış,maymunlar da.. Ve adam gülümseyerek kendi başındaki şapkayı çıkarmış yere atmış... O anda ağaçtaki maymunlardan biri yere inmiş, adamın yere attığı şapkayı kapmış, adama da bir tokat atmış ve şöyle demiş: -"Sadece senin mi deden var ******!"
  8. Akıl süsü dil, dil süsü sözdür. İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür.İnsan sözünü dil dili ile söyler; sözü iyi olursa, yüzü parlar. - Bilge Kağan
  9. Kargalarla yarenlik eden güvercinin tüyleri beyaz kalır, ama kalbi kararır. Alman Atasözü
  10. Latife latif gerek
  11. Dünyaya nasıl göründüğümü bilmiyorum ; ama ben kendimi, henüz keşfedilmemiş gerçeklerle dolu bir okyanusun kıyısında oynayan, düzgün bir çakıl taşı ya da güzel bir deniz kabuğu bulduğunda sevinen bir çocuk gibi görüyorum. - Isaac Newton
  12. Aries şurada cevap verdi: Aries başlık Türk Edebiyatı Alt Forumu
    Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse Micheangelo'nun resim yaptığı Beethoven'ın beste yaptığı veya Shakespeare'in şiir yaptığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürülsün ki gökteki ve yerdeki herkes durup Burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş desin - Martin Luther King
  13. William Blake (1757-1827) İngiliz şair, res­sam, oymabaskı ustası ve mistik. Songs of In­nocence (1789; Masumluk Şarkıları) ve ünlü "Tyger! Tyger! burning bright" şiirinin yer al­dığı Songs of Expérience (1794; Olgunluk Sar­kıları) ile başlayan lirik şiir kitaplannın çoğu­nu kendisi resimlemiştir. Sanatta yeni, yalın ve duyguların doğrudan aktarıldığı bir düşünce ve anlatım tarzı yaratan Blake, günümüzde olağanüstü özgün ve güçlü bir sanatçı olarak kabul edilir. Oysa yaşadığı dönemde göz ardı edilmiş, onu tanıyan birkaç şair ve çizim ustasınca da, kendisini bütünüyle sanatma adamış, dünyayla ilgilenmeyen biri olduğundan, deli sayılmıştır. Yoksulluğun sınırında yaşayan Blake, terk edilmiş bir durumda ölmüştür. Eğitimi ve meslek yaşamının ilk yılları. Wil­liam Blake beş çocuklu, orta halli bir küçük esnaf ailesinin çocuğuydu. Babası çorapçıydı; Blake ailesi, dükkânlarının bulunduğu Picca-dilly Meydanı yakınlanndaki seçkin bir böl­gede oturuyordu. Blake okula gitmedi, eğiti­mini annesinden aldı. 18. yüzyılın ikinci yansında Londra, köylerle ve Londra pazannı besleyen tarlalarla çevrili küçük bir kentti. Blake, Londra'nın kalabalık bir bölgesinde yetişti; bu ona, kendinden önce taşrada yetişmiş birçok İngiliz şairinkinden farklı bir birikim sağladı. Sık sık Londra dışın­daki köylere yürüyüşler yaptı; sonraki yaşa­mında da tek başına çıktığı bu gezintilerden aldığı zevki yeniden yakalamaya çalıştı. Daha 10 yaşında yokken Peckham Rye'a yaptığı bu yürüyüşlerden birinden dönüp üstü melekler­le dolu bir ağaç gördüğünü anlattığında, anne­si, babasından daha yakın bir ilgi göstermişti. Zihninin görsel yanı hep ağır basan Blake, tasarladıklarını canlandırabilirle yeteneğine sahipti. Orta yaşlannda düşsel kişiler canlan­dırdığını anlatanların gözlemleri, Blake'in bu­gün silinişiz imge adı verilen imgeleri kura­bildiğini, yani kafada canlandırılan imgeleri gerçekten varmış gibi üç boyutlu olarak göre­bilme ve bunlan gerçek varlıklarmış gibi izle­yebilme yeteneği olduğunu ortaya koymakta­dır. Blake imgeleri, sanki kafasının içinde de­ğil, gözünün önündeymişler gibi çok canlı bir biçimde aktarırdı. Şiirleri, neredeyse elle tutu­labilir hale gelen bu imgelerle yüklüdür. Blake 10 yaşındayken çizim okuluna gönde­rildi; 14 yaşında da James Basire adlı bir oy­mabaskı ustasının yanına çırak verildi. Yedi yıllık çıraklık döneminden sonra 1779'da, Kraliyet Akademisi'ne girdi. Akademinin başkanı Sir Joshua Reynolds'dan hiç hoşlan­madı ve orada yeteneklerinin harcandığı ka­nısına kapıldı. Bu sıralarda, o dönemde ingil­tere'de gelişmeye başlayan yeni aydın sınıfın bazı üyeleriyle dostluk kurmuştu. Aralarında Blake ile aynı akademide okuyan ressam John Flaxman'in da bulunduğu, dinsel görüş­lerinde kiliseye bağlı olmayan bu aydınların bir bölümü mistik Swedenborg tarikatına gir­mişti. Bunların çoğu Üniteryen ve usçuydu. Siyasal görüşleri ise liberal, hatta cumhuriyet­çiydi. İngiliz hükümetinin Amerika kolonile­rine baskı uyguladığını düşünüyorlardı Eğiti­me çok önem vermekle birlikte geleneksel uygulamalara karşıydılar. İngiltere'nin kuze­yindeki fabrika sahiplerinin oğullarına ilk kez çağdaş ve bilimsel eğitim veren "karşıt" okul­lardan yanaydılar. O dönemde uygulamaya yönelik çağdaş anlayışı temsil eden bu aydın­lar Quaker mezhebine yakındılar. Blake, pa­paz Anthony Mathew ve kültürlü karısının evinde bunların bazılarıyla düzenli olarak bir araya geldi; devrimci coşkunun arttığı sonra­ki yıllarda, radikal yayımcı Joseph Johnson'ın evi buluşma yeri oldu. O dönemde yalnızca bu aydınlar Blake'in şiirlerine ilgi göstererek yayımlatmak istediler. 1783'te Mathew ve karısı, John Flaxman'in da yardımıyla Blake'in çocukluk şiirlerini Poetical Sketches by W. B. (W. B.'nin Şiir Taslakları) adıyla küçük bir ki­tapta yayımlattılar. Blake, 1782'de evlendiği Catherine Sophia Boucher ile Londra'da Leicester Meydanı ya­kınlarına yerleşti. Karısı okuma yazma bilme­yen, imza yerine haç işaretini kullanan bir ka­dındı. Blake onun eğitimini üstlendi; sonunda Catherine, Blake'in oymabaskı tekniğiyle bastığı şiir kitaplarının basımında ve boyan­masında ona yardım edebilecek düzeye geldi. 1784'te Blake, Basire'ın yanında çalıştığı bir oymabaskı ustasıyla ortak bir basımevi açtı, ama dükkân iş yapamayıp kapandı. Gene de o yıllarda Blake oyma baskıyla geçi­mini sağlamış, başta Flaxman ve Henry Fuseli olmak üzere küçük bir ressam grubunun öv­güsünü toplamıştı. 1784'te yeniden şiir yazma­ya başladı. Bu dönemde yazdığı An Island in the Moon (Ay'da Bir Ada) adlı yergiyi bitiremediyse de, bu şiir 1789'da Songs of Innocen­ce (Masumiyet Şarkıları) adıyla yayımla­yacağı şiirlerdeki bazı temaların hazırlayıcısı oldu. Blake şiirlerini, yaptığı süslemelerle bir­likte kendi bulduğu bir teknikle küçük bakır levhalar üzerine kazıdı, bastı ve elle boyadı. Songs of Innocence ve Songs of Experience. Songs of Innocence ve 1794'te yayımlanan de­vamı Songs of Experience çığır açacak yapıt­lardı, ama Blake'in yaptığı ilk basımları hiçbir yankı uyandırmadı; Blake'in ölümünden 50 yıl sonraya değin iki kitap da hemen hemen hiç okunmamıştı, hiç bilinmiyordu. Gene de bu iki kitabın 20. yüzyıl Avrupa ve Amerika kültürü üzerindeki etkisi, daha önceki yüzyıl­larda Kitabı Mukaddes ile John Bünyan'ın The Pilgrim's Progress'ininki (1678, 1684, 2 bölüm; Hac Yolunda, 1932) kadar belirleyici olmuştur. Birkaç yıl sonra William Words­worth ile Samuel Taylor Coleridge'ın birlikte yayımladıkları Lyrical Ballads'ın (1798; Lirik Baladlar) yol açtığı romantik fırtınanın neden Songs of Innocence ile başlamadığı açık değil­dir. Blake her şeyden önce devrimciydi. Ameri­kan Bağımsızlık Bildirgesi, Amerikalılara ve bütün dünyadaki idealistlere esin kaynağı ol­duğunda 18 yaşındaydı. 6 Haziran 1780'de Newgate Hapishanesi'ni yakarak otoriteye olan nefretlerini dışa vuran ayaklanmacıların arasına katıldığındaysa 22 yaşındaydı. 1789'da Fransız Devrimi'ne yakınlık duyan Blake, 1798'de Thomas Paine'e yöneltilen saldırılan öfkeyle karşılamıştı. 1801'de hâlâ Fransa ile İngiltere'nin tek bir ülke haline ge­leceğini umuyordu. Blake'in bir başka özelliği, hem yaradılışı, hem duygularıyla Püriten geleneğe bağlı ol­ması Dağdaki Vaaz'da İsa'nın ortaya attığı din ve ahlak öğretisini "Sonsuz İncil" kabul etmesiydi. Bu yüzden Blake, özel mülkiyete, kilise kurumuna, hükümete, döneminin yasa-lanna, savaşa ve insanı kendine yabancılaştı-ran çalışma biçimlerine karşıydı. Blake kiliseye olduğu kadar devlete de kar­şıydı. Yaşlandıkça, özellikle de kısa süren Londra dışında yaşama girişiminin ardından, daha dinsel bir dil kullanır oldu, ama hep top­lumsal adaleti ve insancıl konuları işledi. Ona göre devlet ve kilise insanlan maddi ve mane­vi yönden tutsak eden kurumlardı. Yapıtla-nnda her iki kurumu da Eski Ahit'in Yeho-vası ile özdeş tutan Blake'in Hıristiyanlık an­layışı, aslında Yehova'ya karşı İsa'yı yücelten gnostik heretikliğe yakındı. Blake keskin göz­lemleri olan, zeki, deneyimlerini geniş ve zen­gin bir düşgücüyle ele alabilen, davranış ve sözlerinde son derece dürüst, dil ve çizim alanlarındaki büyük yeteneğini doğallıkla ka­bullenen olağanüstü bir kişiydi. İngiltere ile Fransa arasındaki savaş Blake için zor bir durum yaratmıştı; kamuoyundaki değişmeye yakınlık duymuyor, Londra'da hükümet karşıtı olarak tanınıyordu. Ayrıca savaşın artırdığı enflasyon ve ekonomik bu­nalım, böyle dönemlerde lüks sayılan oyma­baskı ve çizimle geçimini sağlamayı zorlaştırı-yordu. Maddi durumu sarsılan Blake kansıy-la birlikte Thames Irmağının güneyinde Londra'nın daha mütevazı bir mahallesine yerleşti. 1796'da Edward Young'ın Night Thoughts (Gece Düşünceleri) adlı şiir kitabı­nı resimleme işini üzerine aldı. Kitabın 1797'de basılan ilk bölümü başanlı olmadı. Bu başarısızlıkta ekonomik bunalımın da et­kisi olmuştu, ama Blake'in halka seslenen ya da çoğunluğun beğenisiyle uzlaşma yoluna gi­den bir sanatçı olmadığı da açıktı. Bu dönem­de Blake yaklaşık 30 yıldır çizim ve küçük re­simlerini satın alan, Swedenborg tarikatının üyesi Thomas Butts'm korumasında az bir parayla geçinmek zorunda kaldı. Son yılları. Blake, 1809'da yapıtlannı kamu­oyuna sunmak için son bir girişimde buluna­rak 16 resim ve suluboya çizimden oluşan bir sergi düzenledi. Sergi için özgün düşünceler içeren kavgacı bir broşür metni yazdıysa da fazla ilgi görmedi; eleştirmen Charles Lamb sergiye gelenler arasındaydı. Blake bu dönemde sipariş almakta güçlük çekmeye başladı. Bu yıllarda yaptığı oyma-baskılar da sıradan işlerdi. Şiire ilgi duyan okurlar bile onu unutmuş gibiydi. 1824'te Charles Lamb de Blake'in hâlâ yaşayıp yaşa­madığını bilmiyordu. 1818'e doğru Blake'in dinsel ciddiyetini paylaşan bir grup ressam, onu yeniden sanat dünyasına kazandırmayı amaçladı. Bu ressamlardan John Linnell, 1821'de Blake'ten Kitabı Mukaddes'in Eyub Kitabı'nın resimlemesini ve sonra da oyma­baskıyla basmasını istedi. 1825'te Blake'e Dante'nin La divina commedia'sını (İlahi Komedya) suluboya ile resimleme işini verdi. Blake böylece 60 yaşlannda ilk kez, yaşamı boyunca yapmak istediği yaratıcı çalışmaları destekleyen ve izleyen birilerini buldu. So­nunda da yaratıcılığından emin olduğu en güzel yapıtlarını bu yıllarında üretti. Bununla birlikte, Eyub Kitabı'na yaptığı oymabaskılar 1826'da yayımlandığında gene başarılı olamadı. Yaşamının sonlarına doğru safra taşları yü­zünden sağlığı kötüledi. Bu dönemde aldığı tek tük notlarla, devlete ve düzenle uyuşan dindarlığa karşı her zamanki öfkesini yansıttıysa da, artık şiir yazmadı. Yetmiş yaşındaStrand yakınlarındaki bir odada öldüğünde hâlâ kitaplarını renklendiriyordu. Bunhill Fields'de adsız bir mezara gömüldü. Blake uzunca bir süre, yalnızca şair ve res­samlar arasında saygı görmüştür. Dante Gab­riel Rossetti, 1847'de British Museum'da çalı­şan birinden 10 şiline, içinde Blake'in şiir tas­laklarının da bulunduğu bir kitap satın aldı. Kitabı 1861'de Blake'in ilk yaşamöyküsünün yazan Alexander Gilchrist'a, 1868'de de Bla­ke üzerine Critical Essay (Eleştiri Denemesi) adlı denemeyi yazan Algernon Charles Swinburne'e verdi. William Butler Yeats, 1893'te Blake'in yapıtlannın açıklamalı bir basımının hazırlanmasına yardımcı oldu. 1920'de T. S. Eliot'm The Sacred Wood (Kutsal Orman) adlı kitabına Blake üzerine yazdığı bir dene­meyi alması Blake'in yeni bir okuyucu kitlesi­ne ulaşmasını sağladı. Ölümünün 100. yılı olan 1927'de Blake'in günümüzdeki ününü pekiştiren bir dizi makale ve kitap yayımlan­dı. Blake'in Türkçede yayımlanmış yapıtlan arasında Cennet ve Cehennemin Evliliği Nere­deyse, Bütün Eserleri 2 (1997) ve Hasta Gül (1996) vardır. Blake, pergelle uçurumları ölçen Tanrı'nın bu görkemli görüntü­sünü imgeleştirdi. Bu Yaratış imgesinde, Michelangelo'nun Kutsal Ba­ba (R. 195) imgesinden bir şeyler var. Blake de Michelangelo'ya harandı. Ama figür, Blake'ın elinde hayalî, düşsel bir şey oldu. Blake kendine bir söylence yaratmıştı. Görüntüdeki figür Tanrı değil, onun imgeleminin yarattığı ve Urizen adını verdiği bir varlıktı. Evet, Blake, dünyayı Urizen'in yarattığını kabul ediyordu, fakat dünyanın kötülük dolu olduğuna inandığından, Urizen'i de kötü sayıyordu. İşte, pergelin, karanlık ve fırtınalı gecede bir yıldırım parıltısını andırdığı bu görün­tüdeki karabasan izlenimi bundan ileri geliyor. Blake, görüntülerine o denli kendini kaptırmıştı ki, doğa'dan çiz­meyi reddediyor, yalnızca kendi iç gözüne dayanıyordu. Onun çizim ku-surlarını ortaya çıkarmak kolaydır, ama böyle bir şey yapmaya kal­karsak, onun sanatının en iyi yanını yitirme tehlikesiyle karşılaşırız. Ortaçağ sanatçıları gibi Blake de, özenli betimleme endişesi duymuyor­du, çünkü düşlerindeki figürlerin anlamı öylesine özlü ve baş döndürücüydü ki, doğruluk sorunları hiç de umurunda değildi. Rönesans'tan sonra, geleneksel ölçütlere bilinçli olarak karşı gelen ilk sanatçıydı. Bu yüzden de ona sinirlenen çağdaşlarını eleştiremeyiz. Blake'ın, İngiliz sanatının genellikle en önemli ustalarından birisi sayılabilmesi için, nerdeyse yüzyıl beklemek gerekti. Gombrich
  14. Giovanni Bellini, (1430-1516) Venedik i Roma ve Floransa kadar ünlü bir Rönesans sanatı merkezi durumuna getiren ressam. Venedik Düklük Sarayı nın salonu için yaptığı ve en önemli yapıtları sayılan resimler 1577 deki yangında yanmıştır. Günümüze ulaşmış çok sayıdaki altar panosu (örn. Venedik teki SS. Giovanni e Paolo Kilisesi) ve başka yapıtları, onun öykücülüğü ön plana aldığı, bütünüyle dinsel konulardan yeni bir doğalcılığa ve manzara anlayışına geçişinin tutarlı evrimini yansıtmaya yeterlidir. Bütün Bellini ailesinde olduğu gibi, Giovanni nin de yaşamıyla ilgili çok az bilgi vardır. Meslek yaşamına kardeşi Gentile gibi babası Jacopo Bellini nin atölyesinde başladı. Ilk bağımsız ürünlerinde babasının zarif üslubundan çok, Padova resim okulunun ağırbaşlı havasının, özellikle de kız kardeşinin kocası olan Andrea Mantegna nın etkisi görülür. Bu etki, 1460 ta Mantegna nın Mantua ya gitmesinden sonra bile sürmüştür, ama Giovanni nin ilk yapıtları bu dönemden önceye tarihlenir. Bunların arasında. Çarmıha Geriliş , Görünüş Değiştirme (1450 ler, Corres Müzesi. Venedik) ve Melekler Tarafından Taşınan Ölü İsa vardır. Aynı dönemden ya da daha eski tarihli birkaç yapıtı ABD de, öbürleri ise Venedik te Correr Müzesi ndedir. Bugün Venedik Akademisi nde bulunan ve altar panosu olarak yapılmış dört triptik ile Milano daki Pieta resminden başka Giovanni nin bu erken dönem üslubunun en iyi iki örneği, Londra da Ulusal Galeri deki l460 lara tarihlenen Hz. İsa nın Kanı ve Bahçede Acı Çekme dir. Giovanni erken tarihli resimlerinin tümünde tempera ile çalışmıştır. Bu yapıtlarında, Padova resim okulunun ağırbaşlılığını ve sertliğini, derin dinsel duygular ve bir acıma duygusuyla birleştirdiği görülür. İlk Madonna larında babasının üslubuna benzeyen yumuşak bir ifadeye yer vermişse de, zengin bezeme örgelerinin yerine doğanın duyumsal gözlemlerine yönelmiştir. Her ne kadar (Floransa geleneğinden ve Mantegna nın etkisinden kaynaklanan bir tutumla) biçimi kütle olarak değil de çizgi ile ifade etme eğilimi içindeyse de, çizgisi Mantegna nınki kadar atak değildir. Aynea biçimleri, geniş hacimlendirilmiş düzlemler olarak gökyüzünün parlak ışığını yansıtmaya daha çok olanak tanımaktadır. Giovanni başından beri, Rönesans resminin kurucusu Masaccio ve Piero della Francesea gibi bir doğal ışık ressamı olmuştur. Gökyüzünün ışığı ilk dönem yapıtlarında, figürlerin arkasında ikincil bir konumdaki manzaranın içinde, yatay çizgiler halinde uzanan ince derelerden yansır. Bahçede Acı Çekme adlı resmindeyse manzara, figürleri dört bir yandan saracak biçimde daha geniş bir alana yayılıp derinleşmiş, ayrıca canlandırılan sahnenin algılanmasında figürler kadar önem kazanmıştır. Manzaranın zengin çizgisel yapısı, özellikle de gün doğumunun olağanüstü parlak renkleri ile gölgeli alanlarda yansıyan ışık, figürlere dramatik bir görünüm kazandırır. Bu resim, bir yüzyılı aşkın bir süre içinde gelişimini sürdürecek olan bir dizi Venedik manzara resminin ilk örneğidir. Dört bir yanı suyla çevrili Venedik kenti için manzaranın taşıdığı duygusal değerleri, onun resimleri bütün açıklığıyla ortaya çıkarmıştır. Giovanni, SS. Giovanni e Paolo Kilisesi ndeki (Aziz Vincente Ferrer i konu aldığı) birleşik altar panosunu yaklaşık 10 yıl sonra, 1470 in ortalarında gerçekleştirmiştir. Bu yapıtta gerek boyama yöntemi, gerekse kompozisyon ilkeleri temelde bir önceki dönemin den farklı değilse de, anlatımı daha güç kazanmıştır. Giovanni, kısa bir süre sonra Adriyatik kıyılarına yaptığı bir gezide Piero della Francesca nın 5. Agostino Kilisesi (Borgo Sansepolero) için gerçekleştirdiği çok kanatlı (poliptik) altar panosunun (bugün kayıp olan) Meryem in Taç Giymesi adlı orta bölümünü gördü. Bu yapıt, onun bugün Pesaro da Belediye Müzesi nde bulunan aynı adlı tablosuna (1470 ler) esin kaynağı olduğu gibi olgun üslubuna ulaşmasına da ışık tuttu. Venedik okulunun Rönesans taki ilk örneği sayılan bu yapıtta Giovanni, della Francesca nın geliştirdiği kompozisyona ilişkin düşünceleri yalnızca uygulamakla kalmamış, daha da ileri götürmüştür. Yapıt İsa nın Meryem Ana ya Kutsal Ruh un parlak ışığı altında taç giydirmesini ve bu kutsama törenine tanıklık eden dört meleği konu alır. Tahtın yanında duran melekler derin bir insan sevgisiyle yüklüdür. Figürlerin vücutları, giysilerinin dokusu ve ellerinde tuttukları nesnelerin tümü en ince ayrıntılarına kadar özenle işlenmiştir. Perspektif, çok renkli döşeme kaplaması ve taht, Masaccio ve della Francesca nın resimlerinde olduğu gibi figür grubunu çevrelerken, arkadaki yüksek tepeler ve sonsuzluğu yansıtan gökyüzünün parlaklığıyla mekan genişler. Gökyüzü bütün sahneyi sarar, biçimleri bir araya toplar. Bu resimde Giovanni insanlığa doğanın bütün görkemini sunmuş ve insandaki dinsel duyguların tümünün doğada var olduğunu göstermiştir. Resimdeki bütünlük yalnızca ona özgü bir duygusal sıcaklık taşır. Giovanni nin bu dönemde ulaştığı ustalık, yalnızca yağlıboyaya geçişiyle açıklanamaz. Piero della Franeesca gibi birçok sanatçı bu tekniği ondan önce de kullanmıştır. Ayrıca Giovanni nin yağlıboyayı Antonello da Messina dan, Venedik te bulunduğu 1475/76 tarihlerinde öğrendiği ve bundan sonra tempera kullanmaktan vazgeçtiği görüşü de çok geçerli değildir. Onun resimlerinde yarattığı etki hem tempera, hem de yağlıboya ile elde edilebilir. Giovanni nin üslubunun olgunlaşmasını belirleyen, onun bakışının zenginliği ve genişliğidir. Yağlıboya daha saydam ve karışabilir bir malzeme olduğundan, ışık geçirgen renk tabakalarının birbiri üstüne sürülebilmesine ve daha fazla sır kullanımına olanak tanır ve böylece canlı renk ve tonlar elde edilir. Giovanni nin olgun resimlerine Venedik okuluna özgü zenginliği sağlayan, bu teknik ve eşi görülmemiş bir çeşitlilikle kullandığı yağlıboyadır. Giovanni nin kardeşi Gentile 1474 te Venedik yöneticilerince Düklük Sarayı ndaki tarihsel resimlerin bakımı ve yapımının sürdürülmesiyle görevlendirildi. 1479 da Istanbul a çağrılınca bu görevi Giovanni devraldı. İzleyen iki yıl içinde Giovanni bütün zamanını ve gücünü bu işe verdi. Eski resimlerin bakımından başka yeni resimlerde üretti. En ünlü yapıtları sayılan bu resimlerin 1577 deki yangında yanmasıyla üslubunun en somut belgeleri de yok oldu. Günümüzde bu resimlerle ilgili ipuçları iki yapıta dayandırılır. Bunlardan Giovanni nin yardımcılarından birinin tamamlayıp imzaladığı Aziz Markos un Şehit Edilişi (Scuola di 5. Marco. Venedik) kompozisyonunun genel kurgusu açısından, Gentile nin ölümünden (1507) sonra Giovanni nin tamamladığı Aziz Markos un İskenderiye deki Vaazı da uygulama açısından önemli bilgiler vermektedir. Giovanni nin üslubunun evrimini, günümüze ulaşan çok sayıdaki büyük boyutlu altar panosu ile daha küçük ve taşınabilir yapıtları ortaya koyar. Pesaro altar panosunda uyguladığı ilkeler ve teknikler, Venedik Akademisi ndeki 5. Globbe Kilisesi altar panosundaki Madonna resminde tam bir yetkinliğe ulaşmıştır. Erken dönem yapıtlarından Alberetti Madonnası ndan (1487 Venedik Akademisi) önceye tarihlenen bu yapıtta Meryem Ana büyük bir apsisin içindeki tahtta oturur durumda betimlenmiştir. Yanındaki melekler, yansıyan ışık altında adeta erir gibidir. Giovanni nin sanat yaşamının ilk 20 yılı Madonna( Piata ve çarmıha geriliş) gibi belirli dinsel konularla sınırlıyken, yüzyılın sonuna doğru, aynı konuları ele almayı sürdürmekle birlikte, uyguladığı değişik sahne düzenlemesiyle (mtse-en-scdne) olağanüstü bir zenginlik kazanmaya başlamıştır. Ayrıca idealize edilmiş sahneler de betimlemiştir. Aziz Francesco nun Vecdi (y. 1480, Frick Koleksiyonu, New York) ve Aziz Hieronymus ve Düşünceleri (Sta. Maria del Miracoli ana altarı, Venedik) adlı yapıtların da figürler kadar doğal çevre de özenle incelenmiştir. Buradaki doğalcılıkla amaçlanan, idealize edilen konunun gerçekçi ayrıntılarla betimlenmesidir. Giovanni Kutsal Alegori de (Uffizi Galerisi, Floransa) ele aldığı manzarada ilk kez gizemli bir düşsellik yaratmış, onun bu tavrını benimseyen öğrencisi Giorgione bu alanda ustalaşmıştır. Benzer bir idealizm Giovanni nin portre çalışmalarında da söz konusudur. Dük Leonardo Loredan ın Portresi (y. 1501, Ulusal Galeri, Londra) bir yöneticide bulunması gereken bilgelikle yumuşak kalpli bir kararlılığı yansıtır. İngiliz Kraliyet Koleksiyonu nda bulunan Pietro Bembo ise bir şairin bütün duyarlılığını taşır. Giovanni nin meslek yaşamı tam bir ağır başlılık ve üretkenlik örneğidir. Yarattığı üslubun başarısını ve sanatta egemen oluşunu görecek kadar uzun yaşamış, ayrıca etkisinin öğrencileri -tarafından sürdürüldüğünü görmüştür. Bunlardan Giorgione ve Tiziano onu gende bırakacak kadar ün kazanmışlardır. Ana Britannica
  15. Sayın AED bu müzik türü sokakta icra edilmiyor.. iki Güney Amerikalı grup akustik tango ve elektronik müziğin bir karışımını 2002 yılında ürettiler.. 2 albüm ve 2 remix leri var.. ilk dinlediğimde (geçen yıl) internette çok aradım..indirdiğim parçaları buraya koyamadım. kliplerini burada buldum ilk bulduğumda açık havada.. 2002,2005(remix) ve 2007 de çıkan albümler.. CD 1: 1. Bandolero 2. Adios Nonino 3. Rojo Profundo [Deep Tango Version] 4. Frio Intenso 5. Ciudad Blanca 6. Adios Vieja Guardia 7. Mi Buenos Aires Querido [Remix] 8. Del Plata [Edit] 9. Sin Importar Que 10. Last Tango in Paris 11. Marfil de Piano [Downtempo Remix] 12. Angeles de Asfalto CD 2: 1. Under the Moon [Full Moon Mix] 2. Sera Mi Lentitud 3. Cancherito [LA Boca Downtempo Mix] 4. Lavalle, Esquina Olvido 5. Verano Porteño 6. Otoño Porteño [Dark Piano Mix] 7. Baile en La Bruma 8. Hipn' Fueye [Fueye Remix] 9. Del Bronce Que Oxida 10. Obscure B. A. 11. Bailando Con Astor y Miles [12" Jazzy Version] 12. Libertango [Deep Funky Mix] yanıtınızı da şimdi gördüm..
  16. benim müziğim Sayın AED müzik heryerde müziktir... ister açık hava olsun ister yarışma olsun,mekanı olmasa gerek.. Saygılar...
  17. electro tango sevdiğim bir tarz..
  18. şimdi seyredebildim..geceye gülerek devam ediyorum.. çok güzel
  19. gerçekten çok güzelmiş.. eşlerde iletişim kopuklukları olmasa daha iyi olacak ta , nedense düşüncelerini,isteklerini dolaylı yollardan anlatmaları yanlış anlaşılabiliyor... biz kadınların da hayal güçleri çok geniş
  20. Aries şurada yorum gönderdi Aries'nın blog başlığı içinde Aries' Blog
    Hayatın acı yönlerinin verdiği olgunluk bana hayatı daha bir bahar yaşamayı öğretti Sayın AED teşekkür ederim..
  21. Aries şurada yorum gönderdi Aries'nın blog başlığı içinde Aries' Blog
    O anları hepimiz güzel geçirmek dileğiyle sevgili rina teşekkür ederim...
  22. Dayanamıyorum bu tür manzaralara..
  23. (1854-1920) Antonin Dvorak'tan sonra en büyük Çek-Mo-ravya bestecisi olarak kabul edilen Leos Janâcek, on dört çocuklu bir okul müdürünün dokuzuncu çocuğu olarak, 3 Temmuz, 1854'te Hukvaldy'de dünyaya gelir. Smetana gibi köy çevresinde büyür. On yaşında çevredeki bir manastırda ilk müzik eğitimini alır. Burada tanıdığı Gregorius Ezgileri ve köyde öğrendiği halk şarkıları, yaşam boyu müziğinde etkili olur. On altı yaşında koronun şefliğine getirilir. Prag Konservatuvarı'ndaki öğrenciliği sırasında Rus ulusal müzikçilerinin kaygısına düşer. Karışık ulusların müziğine değil, yalın bir şekilde kendi ülkesinin müziğine eğilmelidir. Ve Moravya yöresinin müziğini bestelemelidir. Leipzig ve Viyana'da bestecilik çalışır. 1881-1919 arasında Brno'da kendi konservatuvarını kurar; öğretmen ve şef olarak çalışır. Bu arada köyleri dolaşıp köylülerin acı ve sevinç gibi çeşitli olaylar karşısındaki tepkisel seslerini dinleyerek, Çek halk müziği ve Çek konuşma dilinin ritmik yapısı ve dalgalanmaları üstüne incelemeler yapar. Aynı zamanda doğanın seslerini dinler. Kuşları, akarsuları, rüzgârı müziksel olarak algılar. Sonradan bu çalışmalarını opera ve diğer vokal yapıtlarına uygular. Janâcek'in müziğindeki en önemli özellik de konuşma sesinden ve doğa seslerinden aktardığı ritim özelliğidir. Janâcek'in başlıca yapıtları, önderi Dvorâk'ın etkisindedir. Orkestra, oda müziği, piyano ve vokal müzikleri, 2 yaylı çalgılar kuvarteti, Gençlik (Mlâdi) başlıklı üfleme çalgılar altılısı (1924); Tanış Bulba başlıklı rapsodik senfoni (1918), Sinfonietta (1926) ve Glagolitic Missa (1926)'smdan oluşur. Operaları ise ulusal renkler taşıdığı kadar Freud'un bilinçaltı derinliğinin etkisindedir. Jenufa (1894-1903)'dan başka tek perdelik gülünçlü operalarından Mr. Broucek'in Gezileri (The Excursions of Mr. Broucek) (1917); minyatür opera havasında, tenor, soprano, kadınlar korosu ve piyano için yazılan Yiten Gencin Güncesi (Diary of One Who Disappeared) (1919); Katya Kabanova (1921); Küçük Kurnaz Tilki (The Cunning Little Vixen) (1923); Makropulos Olayı (The Makropulos Affair) (1925) ve son operası, Dostoyevski'den kaynaklanan Ölüler Evinden (From the House of the Dead) (1928) bu alandaki başlıca yapıtlarıdır. Sonunda, 1926 yılında Jenûfa'nın Prag'daki temsilinden sonra Janâcek, Çek izleyicisi tarafından benimsenmeye başlar. Aynı yıl içinde Prag'da bir profesörlük görevine kavuşur. Uluslararası önemi, ölümünden sonra anlaşılmış ve yapıtları plağa alındıkça, değeri günden güne artan bestecilerden biri olmuştur. Janâcek, 12 Ağustos 1928'de, 74 yaşında zatürreeden ölür. Eserleri Operas Leoš Janáček counts among the first opera composers who used prose for his libretti, not verse.[88] He even wrote his own libretti to his last three operas. His libretti were translated into German by Max Brod. * Šárka, libretto by Julius Zeyer (1887) * Počátek Románu, "The Beginning of a Romance", libretto by Jaroslav Tichý after Gabriela Preissová (1894) * Její pastorkyňa, "Her Stepdaughter", known in the English-speaking world as Jenůfa, libretto by the composer after Gabriela Preissová (1904) * Osud, "Destiny", libretto by Fedora Bartošová (1904) * Výlety pana Broučka, "The Excursions of Mr. Broucek", libretto by Viktor Dyk and František Sarafínský Procházka (1920) * Káťa Kabanová, "Katya Kabanova", libretto by Vincenc Cervinka, after Aleksandr Ostrovsky's The Storm (1921) * Příhody lišky Bystroušky, "The Cunning Little Vixen", libretto by the composer (1924) * Věc Makropulos, "The Makropoulos Affair", libretto by the composer, after Karel Čapek (1926) * Z mrtvého domu, "From the House of the Dead", libretto by the composer, after Fyodor Dostoyevsky (1927) Orchestral The early orchestral works are influenced by Romantic style, and especially by orchestral works of Dvořák. In his later works, created after 1900, Janáček found his own, original expression. * Suite for Strings * Lachian Dances * Moravian Dances * The Fiddler's Child (1912-14) * Taras Bulba (1918) * Dunaj (Danube) Symphony (1923-25) * Sinfonietta (1926) * The Wandering of a Little Soul (violin concerto), (1926-27) Vocal and choral Janáček's choral works, known particularly in the Czech Republic, are considered extremely complicated. He wrote several choruses to the words of Czech poet Petr Bezruč. * Lord, have mercy (1896) * Amarus (1897) * Otče náš (The Lord's Prayer. 1901. 5-movement work for tenor solo, chorus, harp, and organ.) * Elegy on the death of daughter Olga (1903) * Kantor Halfar (Teacher Halfar) (1906) * Maryčka Magdónova (1908) * Sedmdesát tisíc (Seventy Thousand) (1909) * The Eternal Gospel (1914) * The Diary of One Who Disappeared (1919) * Glagolitic Mass (1926) Chamber and instrumental His string quartets became a standard repertoire of 20th century classical music, other notable chamber works are often written with unusual instrumentation. * Pohádka (Fairy Tale), for cello and piano * Violin Sonata (1914) * String Quartet No. 1, Kreutzer Sonata (1923) * Youth (1924), wind sextet * Concertino for piano and chamber ensemble (1925) * Capriccio for piano (left hand) and wind ensemble (1926) * String Quartet No. 2, Intimate Letters (1928) Piano Janáček composed his major piano works in a relatively short period of twelve years, from 1901 to 1912. His early Thema con variazioni (subtitled Zdenka's variations) is a student work composed to the styles of famous composers. * 1. X. 1905 (Piano Sonata) (1905) * On an Overgrown Path, Books 1 and 2 (1901-1911) * In the Mists (1912) Evi
  24. (Franz) Joseph HAYDN 31 Mart 1732 - 31 Mayıs 1809 (yaş 77) HAYDN’I UNUTMAK MÜMKÜN DEĞİL Klasik Batı Müziği’nin ünlü bestecisi Franz Joseph Haydn’ın bu yıl 200. ölüm yıldönümü. Yaşadığı dönemde ‘baba Haydn’ olarak anılan Haydn, Mozart ve Beethoven gibi isimleri etkilemiş. Joseph Haydn’ın ölümü üzerinden iki yüzyıl geçmesine rağmen besteleri, müziği hâlâ vazgeçilemeyenler arasında yerini koruyor. Sanat hayatının, önemli yıllarını, Esterházy ailesinin görkemli sarayında sürdüren Haydn’ın aslında yoksul bir aileden yola çıktığı enteresan bir hayat hikâyesi var. Franz Joseph Haydn, 31 Mart 1732’de Avusturya’nın Rohrau kentinde doğdu. Yoksul bir aileye sahip olan Haydn’ın babası tekerlek yapımcısı, annesi ise köy beylerinin evlerinde aşçılık yapıyor ve Haydn ile beraber 12 çocuğa daha bakıyordu. Henüz altı yaşında Hamburg’ta ilkokuldayken çocuk korosuna katılan Haydn, 1740’da Viyana’nın en önemli katedrallerinden biri olan St. Stephan Katedrali’ne korist olarak atandı. Birkaç yıl sonra aynı koroya Joseph Haydn’ın kardeşi Michael Haydn da katıldı. Joseph Haydn ilk müzik eğitimini, kemancı Gegenbauer ve Saray Kilisesi tenorlarından Finzterbusch’dan aldı. ZOR YILLAR 1745’te sesi yavaş yavaş bozulmaya başlayan Haydn, gezici sanatçılık yapmaya başladı. Onun için zor yıllar bu yıllarda başladı. Kendini ve ailesinin nafakasını soylulara beste ve dans parçaları yaparak kazanan Haydn’ın ilk operası da 1752 yılında sergilendi ve büyük ilgi gördü. Adını duyurmaya başlayan Haydn, ilk operasının ardından döneminde ün yapmış İtalyan opera sanatçısı Porpora’yla tanıştı. Sanat yaşamı ilerleyen Haydn, yine geçimini sağlamak adına, Von Fürnberg için ‘Yaylılar Kuvarteti’ ve ‘Topal Şeytan’ adında komedi tarzında bir opera yazdı. Haydn, 1759’da Kont Ferdinand Maximilian’ın yanında çalıştı ve burada oda müzikleri yaptı. Haydn, 28 yaşına girdiğinde ise Josepha adında bir kızı sevdi ve evlenmek istedi. Ancak Josepha manastıra rahibe olmak isteyince ablası Anna’yla evlenmek zorunda kaldı. ŞÖHRETİ VE SON YILLARI Daha sonra Kont Maximilian’ın yanından ayrılıp 1761’de Prens Anton Esterhazy’nin sarayına orkestra yöneticisi olarak atandı ve orada 30 yıl kaldı. Bu süre içinde onu bütün Avrupa tanıdı. 1764’te eserleri Hollanda, Viyana ve Paris’te sergilenen Haydn, 1779’da Paris’e giderek altı senfoni besteledi. Daha sonra İngiltere’ye giderek Oxford Senfonisi’ni besteledi ve ‘Fahri Doktorluk’ ünvanı alan Haydn, 1795’in yaz aylarında Klasik Batı Müziği’nde görülmemiş türde eserlerini verdi. Yaşamının son yıllarında Haydn önemli oratoryolarından ‘Yaradılış’ ve ‘Mevsimler’i besteledi. Haydn’ın ölümü 9 Mayıs 1809 tarihinde Napolyon’un Viyana’yı işgal etmek için başlattığı top ateşi sebebiyle oldu. Napolyon ise işgal sonrasında buna üzülüyor ve Haydn’ın cenazesine yine Napolyon’un emri üzerine bütün Fransız subayları katıldı. *** Eserlerinde hikâyesi var Joseph Haydn’ın yaşamı kadar eserleri de ilginç hikâyelere sahip, mesela 45 numaralı senfonisi yani ‘Veda Senfonisi’nin dördüncü bölümünde, bitişe yakın 3-4 sanatçı sahneyi terk eder, ardından birkaç sanatçı daha ve en son bir kemancı, birde şef kalana dek herkes çıkar. Bu senfonide, Haydn ve arkadaşlarının kış mevsiminde ailelerini ziyaret etmek istediklerini prens Esterhazy’e bu yolla duyurmaları, prensin de orkestranın bu mesajını alıp, Haydn ve arkadaşlarına izin vermesi hikâye edilir. 94. senfonisi olan ‘Sürpriz Senfonisi’nde Haydn, akşam yemeğinden sonra, konukların operalarda uyukladığını görür, bunun üzerine 94. senfonide, müziği başlarda çalınan tempodan gitgide düşürür, böylece herkesin uyukladığı sırada, bütün vurmalılar ve çok sesli enstrümanların melodileriyle uyuklayanları uyandırırmış. Bir anımsatma: Joseph Haydn hiçbir zaman ‘Franz’ ön adını kullanmadı. Bu yazıyı ‘Franz’ı yok sayarak da okuyabilirsiniz. Mehmet Yavuz Başlıca Yapıtları Franz Joseph HAYDN, hayatı boyunca 800'ün üzerinde besteye imza atmış, bunların yanında 450'nin üzerinde şarkının düzenlemesini yapmış klasik müzik tarihinin en verimli sanatçılarından biridir. Oratoryoları Die sieben letzten Worte unseres Erlösers am Kreuz - 1796 Die Schöpfung - 1798 Die Jahreszeiten - 1980 Operaları La Canterina-1766 II Mondo della Luna-1777 L'isola disabitata-1779 La fedelta premiata-1780 Armida-1783

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.