Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

''biji tirkiye''

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    1.105
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    95

''biji tirkiye'' tarafından postalanan herşey

  1. Örgütlü evet kendilerini dillerini kültürlerini asimile etmeye çalışanlara karşı. ikini kısma gelirsek evet bu ülkenin vatandaşı bu insanlar ve adlarına anayasa gereği şu anda türk denmekte ama onlar türk olmadıklarının bilincini asla yitirmeden kürdüm diyen insanlardırlar bunuda unutmamak gerekir.Almanyadaki,Bulgaristandaki Türklerle ilgili bişey oldumu burdan kızılca kıyamet koparılıyor ama İş Türkiyedeki kürtler olunca değişiyo herkes. siz Sizden farklı düşünen herkesi bölücü ilan ederek susturabileceğinizi sanıyorsunuz Yok gülüm Yok geçti Odevirler...
  2. ''biji tirkiye''

    TUTARLILIK

    Belki ben eski kafalıyım ama hâlâ insanların konuşmalarında bir tutarlılık olsun isterim. Söyledikleri bir mantık bütünlüğü içinde bir anlam kazanmalı bence. Sanırım siyasetçilerimizin çoğu böyle bir tutarlılık aramıyor. Bazı siyasetçiler ve bazı yazarlar diyorlar ki “önce PKK silah bırakmadan Kürt meselesinde hiçbir adım atılamaz, atılırsa bu vatana ihanet olur.” Şimdi bu cümle “PKK” ile “Kürt sorunu” arasında birebir ilişki kuruyor. Onların mantığına göre bakarsak “anayasayı değiştirmemiz, Kürtlere eşit haklar vermemiz, onları zorla Türk ilan etmememiz için PKK’nın silah bırakması zorunlu.” Yani bu devletin Kürt vatandaşlarına “eşit haklar” tanıması, bu devletin ya da bu toplumun sorunu değil. Bu devlet ve bu toplum, “Kürtlere eşit haklar tanınması gerektiğine” inanmıyor. Ama PKK silah bırakırsa bunun karşılığında bu hakları verecek. O zaman tabii şu soru çıkıyor oraya: Eğer PKK olmasaydı bu hakları Kürtlere tanımayacak mıydık? “PKK olmasaydı da bu hakları verirdik” diyorsanız neden bu hakların verilmesini PKK’nın silah bırakmasına bağlıyorsunuz? “PKK olmasaydı bu hakları vermezdik” diyorsanız o zaman da Kürt sorununun çözümünü tümüyle PKK’nın varlığına bağlamış oluyorsunuz. Kürtlerin “haklarını” almasının PKK’nın silahlı mücadelesi sonucu olduğunu söylüyorsanız o zaman da PKK’ya “terör örgütü” diyemezsiniz. Çünkü bu mantığa göre PKK “Kürtlerin haklarını almasını sağlayan örgüt” oluyor. Ve, onun silahlı mücadelesini fevkalade haklı bir zemine yerleştirmiş oluyorsunuz. PKK’ya en fazla karşı çıkanların, “PKK silahları bırakmadan Kürt sorununu çözmeyi ihanetle bir tutanların”, PKK’yı “hak mücadelesi yapan” bir örgüt olarak değerlendirdikleri ortaya çıkmıyor mu? Sizce bu mantık tutarlı mı? Çıkış noktanız “haksız” bir nokta olursa, ondan sonra pozisyonunuzu savunmak için gittikçe daha fazla tutarsızlaşmak zorunda kalırsınız. Tutarlı olabilmek için Kürt sorunu ve PKK konusunda iki yaklaşımınız olabilir. Ya dersiniz ki, “bu hakları PKK’nın silah bırakması karşılığında veririm” ve bunu söyledikten sonra silahın nasıl bırakılacağını, hakların nasıl verileceğini oturur PKK ile konuşursunuz. Ya da dersiniz ki “Kürtlerin haklarını PKK olmasa da vermek zorundaydık” ve PKK’nın silah bırakmasına bakmadan bu hakları vermek için harekete geçersiniz. Bu iki yaklaşımın dışındaki bütün yaklaşımlar tutarsızlığa mahkûm olarak görünüyor bana. Ben, Kürtlerin haklarının PKK olsa da olmasa da verilmesi gerektiğine inananlardanım. Bu toplum kendi içindeki eşitliği çok yıllar önce sağlamalıydı. Zaten öyle yapsaydı ne PKK olurdu, ne savaş olurdu, ne de bunca insan ölürdü. Öyle yapılmadı. Ve, silahlı mücadele patladı. PKK’dan önce sadece “Kürt sorunu” denen bir sorunu vardı Türkiye’nin. Bu sorunu çözmediği için şimdi iki sorunu var. Biri, toplumsal eşitlik projesi olarak Kürt sorunu. Diğeri savaşın ve kanın durması için PKK’nın silah bırakmasının sağlanması projesi. Bu iki sorun birbirine bağlandı elbette ama sıralamaları değişmedi. PKK olduğu için Kürt sorunu yok, Kürt sorunu olduğu için PKK var. Çözümü de aynı sıralama içinde yapmak zorundasınız. Kürt sorununu çözmek, Kürtlere eşit vatandaşlık hakları tanımak, toplumsal dengeyi ve huzuru yaratmak, PKK olsun ya da olmasın bu ülkenin görevi. Bunu yaparken de PKK’nın silah bırakmasını sağlayacak koşulları konuşursunuz. Dağdaki binlerce insanın yeniden hayata ve siyasete “silahsız” olarak katılmasının yollarını açarsınız. Ama bunun tersini yapamazsınız. Sadece PKK’yı yenerek veya silahsızlandırarak veya dağdan inmeye ikna ederek Kürt sorununu çözüme kavuşturamazsınız. Çünkü asıl sorun PKK değil, asıl sorun bu ülkenin vatandaşları arasındaki eşitsizlik. Bu toplumda öyle bir “eşitsizlik” olmadığını savunanlar inanılmaz bir tutarsızlık ve demagojiyle, “Türklük bir etnisiteyi göstermiyor ki, bu ülkenin vatandaşlarına Türk deniyor” diyorlar. O zaman izninizle onlara bir basit soru daha sormamız gerekiyor. Eğer bu ülkenin vatandaşlarına “Türk değil de başka bir şey denseydi”, mesela anayasada “bu ülkenin vatandaşlarına Kürt denir” denseydi, Deniz Baykal ya da Devlet Bahçeli kendi kimliklerini açıklamak için “ben Kürdüm” mü diyeceklerdi? Baykal’ın ve Bahçeli’nin Türklükleri sadece “anayasadan” mı kaynaklanıyor gerçekten? Bu ikisi aslında Türk değil mi? Sadece “anayasada” öyle yazdığı için mi “biz Türküz” diyorlar? Eğer öyleyse bunu açıkça söylemeleri gerekmez mi? “Kürtler neden huzursuzlanıyor, biz de aslında Türk değiliz ama anayasa yüzünden öyle diyoruz” desinler. Sizce böyle bir şey diyebilirler mi? Ben “tutarlı” olmaktan yanayım çünkü tutarlı olmadığınız zaman sürekli saçmalayan bir yalancı durumuna düşersiniz.
  3. Kendinizde itiraf ediyorsunuz bu ülkeyi Türkler Kadar Kürtlerinde Karduğunu ve bin yıldır birlikte omuz omuza yaşadığımızı ama sonra diyorsunuz ki 'Bin yil önce bu topraklari kendilerine vatan yapanlarin adina buralara Türkiye dendi,yani Türklerin ülkesi.Etnik kökeni ne olursa olsun bu ülkenin kimligini tasiyan herkesin Türk olarak adlandirilmasi kadar dogal olan birsey yoktur.'Neden bu bukadar doğladır bu ülke için kürtlerde savaşmamışmıdır ozaman Kürt diyelim kabul edermisiniz bu kadar doğal karşılarmısınız yada size göre bukadar doğal olan şeyi kiminle müzekkere ederek bu kanıya vardıınız? Kürtlerle beraber bu ülkeyi kurduğunuzu kabul ediyorsunuzda neden Kürtlere Sormadan onlara kendi isminizi vermeye çalışıyorsunuz????? sorular sorular buyrun cevap bekliyorum kendiniz bu soruları hatırlattınız bana yazınızla.
  4. Uzun zamandır aranızda olamadığım için konulara biraz uzak kalmıştım yazılanları okudumda o kadar çarpıtma varki gerçekten şaşırdım mesela TSK silah bıraksın denmiş güya halbüki hiç öyle bişey denmedi ve denmesi kadar saçma bişey olamiyacağını herkes bilir bir ordunun silah bırakması nasıl istenelbilir akıl var mantık var bu tür çarpıtmalar 'kürt açılımı' süreci sonunda oyuncağı elinden alınacak olan ve bu bataklıktan beslenen,daha ortada hiçbişey yokken kıyameti koparan,herkese çamur atmayı,herkesi vatan haini ilan etmeyi ve tek vatanseverin kendilerinin olduğunu zannedenlerin işidir.Onlar bu sorunun çözümünü istemiyorlar çünkü karşı bir hareket olmazsa hiç bir halk milliyetçiliki ön plana çıkaran partilere bağlanmaz sözde vatanseverlerin bu söylemlerini buralara taşımak onların güya vatansever olduklarını söylemek bana göre yanlıştır hiç kimse inkar edemezki Kürtler ve Türkler bu ülkeyi birlikte kurmuşlardır ve kurulurken ortak bir cumhuriyette buluşma amacıyla savaşılmıştır,bugün geldiğimiz noktada kürt halkı ayrı devlet değil ortak vatan içerisinde eşit hak istemektedir,Tv'lere şehit yakınlarını ve gazileri çıkartıp bunlar üzerinden siyaset yapanlar bu durumun devam etmesi halinde yeni şehitler ve gaziler olabileceğini ağlayan analara yenilerinin katılabileceğini hesap edemememektemidirler yoksa işin bu yönünü söylemek,gündeme getirmek onları ürkütmektemidir merak ediyorum. SAYGILARIMLA.....
  5. Dikkatinizi çektimi arkadaşlar Sayın Cumhurbaşkanımız kürt sorunu ile ilgili açıklama yaptı ve ardından tam 8 yıl aradan sonra ''şüpheli'' diye bahsedilen bir davada yargılanabileceği kararı alındı,PKK yandaşı gençler istanbul'da hakkari'de polisle çatışıp ATATÜRK'e ait poster neye hizmet ettiği belli olmayan ve belki kendininde neye hizmet ettiğini bilmeyen bir genç tarafından bıçakla parçalanması olayı yaşandı bugün 7 camii yakıldı bunlar tesadüfmü acaba ? Siz ne dersiniz yoksa birileri çözümsüzlükten bişeylermi bekliyor?
  6. Öncelikle şunu söylemeliyimki bu mektupta katılmadığım hususlar var ancak herkes tam metni görsün diye tamamını veriyorum. İşte DTP'nin Kürt sorununda yol haritası DTP'nin 8 Nisan 2008 tarihinde hükümete ilettiği 9 maddelik yol haritası. Kürt sorununun yapısal bir sorun olduğunun altı çizilen mektupta, çözümün ancak demokratik değişim ve dönüşümle aşılabileceği vurgulanıyor. Kürt tarafının temel yaklaşımları mektupta şu başlıklarla sıralanıyor: 1- Öncelikle sorunun Türkiye sınırları dahilinde çözülmesi gerektiğine inanıyoruz. Mevcut sınırlara dokunulmayacaktır. 2- Sorununun demokratik diyalog yoluyla çözülebileceğine inanıyoruz. Bunun için karşılıklı olarak şiddetin durdurulması ve silahların tümden devreden çıkarılması gerekir. 3- Her şeyden önce sorun sıradan tedbirlerle ve günübirlik yaklaşımlarla çözülemez. Onun için çözümde kararlılık ve ciddiyet gerekir. 4- Sonuca gitmek için öncelikle karşılıklı güven artırıcı adımların atılması gerekir. Bunlar: Karşılıklı olarak savaş ve düşmanlık dili yerine barış ve dostluk dilinin esas alınması. Başbakan herhangi bir vesile ile çıkıp sorunun şiddetle ve bastırma ile değil demokratik yöntemlerle çözülebileceğini açıklayabilir. İmralı'da tecrit kaldırılmalı, en azından ilk etapta CPT raporunda belirtilen hususlar yerine getirilmeli. Başta DTP olmak üzere sivil kurumlara yönelik yönelimlerin durdurulması ve halk üzerindeki baskıların kaldırılması. 5- Bütün bunlarla beraber ölümler durdurulmadıkça sonuca gitmek mümkün değildir. Onun için her türlü askeri operasyonların durdurulması, karşı tarafın da eylemsizlik durumuna geçmesi. 6- Bunlarla beraber bir diyalog ortamının sağlanması. Görüşmelerle kimin neyi ve ne zaman yapacağına dair bir yol haritasının oluşturulması ve o çerçevede sonuca gidilmesi. Çözüm adımları 7- Kürt tarafı sorunun çözümünden ne anladığını zaman zaman çeşitli deklarasyon ve açıklamalarla ortaya koymuştur. Bunlar; Kürt kimliğinin anayasal düzeyde kabulü, dil ve kültür üzerindeki yasakların kaldırılması, Kürtçe'nin kamusal alanda kullanımı, anadilde eğitim, Kürtçe basın ve yayın üzerindeki yasakların kaldırılması, düşünceyi açıklamanın suç olmaktan çıkarılması, serbest siyaset ve örgütlenme üzerindeki yasak ve engellemelerin kaldırılması, idari bir reform çerçevesinde yerel yönetimlerin yeniden düzenlenmesi, demokratikleştirilmesi ve yetkilerinin artırılması gibi konuları kapsamaktadır. 8- Uzun süren çatışma döneminin ortaya çıkardığı göç, yakıp-yıkma, her türlü zarar ve ziyanların karşılanması ve yaraların sarılması, koruculuk sisteminin lağvedilmesi, bölgenin normalleştirilmesi. 9- Bir toplumsal uzlaşma ve katılım yasasıyla cezaevlerinin boşaltılması, silahlı güçlerin de toplumsal ve siyasal yaşama katılmalarının sağlanması. Mektup hükümete yönelik şu çağrıyla bitiyor: 'Kürt tarafı nettir. Ancak sizler bu konuda ne düşünüyorsunuz. Bu konuda gerçekten bir irade olarak ortaya çıkıp evet varız diyebilecek misiniz?'
  7. Verilmeseydi bile halk devlet dairelerindeki işlemler harici o değiştirilen kürtçe isimleri kullanıyor zatensadece resmi dairede ayrı dışarıda ayrı isim oluyodu buda devletle halkın barışıklığını özetliyordu zaten
  8. Çaycı ile hukukçu Çok uzun yıllar önce ben Hürriyet Gazetesi’nin dış haberler şefiyken, gazetede çok sempatik bir çaycı Ali vardı. Kemal Sunal’a benzerdi biraz. Hiç gülmezdi. Arada inanılmaz espriler yapardı. Ama benim onu unutmamamın asıl nedeni başkaydı. Çaycı Ali’den çay istediğinizde, küskün bir surat ve azarlayan bakışlarla, “ne çayı kardeşim, ben çaycı mıyım” der gibi bakardı. Onun, çaycı olduğunu hep unuttuğunu düşünürdüm. Sonra hayatım boyunca ona benzeyen çok adam gördüm. Yapmaları gereken işi yapmalarını istediğinizde azarlayan bir şekilde bakan insanlar. Ama sanırım bizim Çaycı Ali’ye en çok benzeyenler hukukçular arasından çıkıyor. Onlardan hukuk istediğinizde, “ne hukuku kardeşim, biz hukukçu muyuz” der gibi hüküm veriyorlar. Hukukla alışverişlerini çoktan kesmişler. Hatta hukuktan nefret ediyorlar. Adalet gibi bir kavramları yok. Yasaları odun kırar gibi kırıyorlar ve yasaya da, hukuka da, adalete de sığmayan işler yapıyorlar. Bunun örneklerini yakın zamanlarda çok gördük. 367 faciasında, türban meselesinde, AKP’nin kapatılma davasında rahatlıkla hukukun dışına çıktılar. Daha küçük çaplı olaylarda da, “devlet görevlisi” sıfatını taşıyan bazı suçluları nasıl sahiplendiklerine şahit olduk. Güçleri yettiğince bu tuhaflıkları düzeltmeye çalışan hukukçularımız da var ama her zaman her olaya güçleri yetmiyor. Ve, hukukçu olmayan hukukçular, Türkiye’yi altüst etmek, toplumun sinirlerini germek, sorun yaratmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Şimdi yeni bir meseleyle karşı karşıyayız. Savcılar, beş DTP’li milletvekilinin ifadelerini almak istiyorlar. Bu milletvekillerinin işledikleri suçların “devlete karşı suçlar” olduğunu söyleyerek “dokunulmazlık kapsamına” girmediğini iddia ediyorlar. Bir gariplikler zinciri başlıyor böylece. İfadesini alıp yargılamak istedikleri bir milletvekili, seçildiğinde hapisteydi, hapishaneden koymuştu adaylığını ve seçilerek “dokunulmazlık kazandığı” için salıverilmişti. O milletvekilinin sahip olduğu “dokunulmazlık” onun hapisten çıkmasını sağlıyordu ama bir başka savcı onun suçlarının “dokunulmazlığa” girmediğini söyleyip onu tekrar hapsetmek istiyordu. Milletvekillerinden birinin “ifadesinin alınması” için neden gösterilen suçu ise “Sayın Öcalan” demiş olmasıydı. Birine “sayın” demek nasıl suç olabilir, o başlıbaşına bir muamma ama… Asıl matrağı, geçen gün bir mahkemenin “Sayın Öcalan” sözlerinin suç olmadığına karar vermiş olması. Mahkeme “suç değil” diyor ama savcı “yok, yok” diyor, “siz anlamazsınız, bu suç.” Tabii, işin bir de epeyce “vahim” yanları var. Mehmet Ağar ve Sedat Bucak “terör çetesi kurmak” suçundan yargılanıyorlar. Ama onlar milletvekiliyken hiçbir savcı “onların ifadesini alacağım” dememişti. Hiçbir savcı “terör çetesi kurmayı” devlete karşı suç saymamıştı. “Terör çetesi kurmak” devlete karşı işlenmiş suç değil ama birisine “sayın” demek devlete karşı işlenmiş suç. Burada, önemli olanın “yasa” değil “adam” olduğunu görüyorsunuz açıkça. Ağar ne yaparsa yapsın dokunulmaz çünkü o “devletin” adamı. DTP’li milletvekillerine dokunulur çünkü onlar halklarının ve muhalefetin adamı. Şimdi buna hukuk mu diyeceğiz? DTP’liler, “biz ifade vermeye gitmeyiz” diyorlar, “gelsin savcı bizi alsın.” Doğrusu Türkiye’de her şey mümkün ama gene de savcıların Parlamento’yu basacak kadar çıldıracaklarını sanmam. Ne yapacaklarını bilmiyorum ama ya DTP’liler Parlamento’da oturup bir direniş başlatacaklar. Ya da Parlamento’dan çıkarken, aynen 1994’te olduğu gibi polisler tarafından gözaltına alınacaklar. Bütün bunlar da Cumhurbaşkanı Gül’ün “iyi şeyler olacak” dediği bir zamana denk gelecek. Belli ki birileri “iyi şeyler olmasını” istemiyor. Gerginlik artsın, savaş kızışsın, insanlar ölsün. Bütün dünya Türkiye’yi, “parlamenter dokunulmazlığına aldırmayan hukuksuz ülke” diye yaftalasın. Böylece birkaç bin insan, birkaç yüz milyar dolar daha kaybetsin Türkiye. Bir insan kendi ülkesinden niye bu kadar nefret eder, niye ülkesi huzura kavuşmasın diye bu kadar uğraşır, barışı torpillemek için hukuku da torpillemeye nasıl razı olur, pek anlayamıyorum. Bilmediğimiz bir kinleri var sanırım bu topluma. Sadece Kürtlerden değil Türklerden de nefret ediyorlar. Sanırım, bu tür hukukçular sadece “Cumhuriyet mitinglerine” katılanları seviyorlar. İstediğimiz biraz hukuk. Ama aldığımız cevap, çaycı Ali’nin cevabı, “ne hukuku kardeşim, biz hukukçu muyuz?”
  9. MHP maalesef çözüm için bişeyler üretme yolunda görülmüyor oysa aynen yazıda dendiği gibi bu sorunun çözümünde ve kardeş kanının durdurulmasında en güzel rollerden birini yüklenerek Türk halkını çözüm için psikolojik olarak hazırlayabilir... Saygılarımla...
  10. Öncelikle sizinle mehmet ALTAN'ın bu yazısını aktarmak istiyorum daha sonrada diğer konulara geçelim.... Mardin'deki 44 kişilik Bilge Köy katliamında öldürülen 24 Yaşındaki imam 'Kürt-Türk Kardeştir' adlı bir Facebook grubu kurmuş. İlk görev yeri olan Mardin'de bölgeyi tanıyan ve Kürt Sorunu üzerine yazılar kaleme alan 24 yaşındaki imamın tespitleri Bin yıldır birlikte yaşadığımızı söyleyip bağlılık, sadakat ve hatta itaat beklediğimiz Kürtlerin dillerine bu ilgisizlik neden? Az biraz eğitimli, kentli her Türk, İngilizce, Fransızca, Almanca ve hatta Rusça üç beş kelime bilir. En azından 'merhaba', 'günaydın', 'teşekkürler', olmadı 'seni seviyorum' demeyi kıvırır. Çıkın sokağa sorun, bin yıldır beraber yaşadığımız 'bizim' Kürtlerin dilinden bunları söyleyebilen kaç Türk var? 15 yıl öncesine kadar varlığı inkár edilen, 5 yıl öncesine kadar dilini herhangi bir şekilde öğretme imkánından yoksun olan bir halkın dilini bilmek kolay olamazdı, doğru. Yine de birlikte yaşayan, komşu olan, akraba olan insanların dili sosyal alanda bile olsa biraz ilgi görmeliydi.' 'Onca Kürt dostuma rağmen bu derece bilgisizlik 'cehalet' değildi sadece; bir ilgisizlik, hatta duyarsızlıktı. Kürtleri, 'bizim' dilimizi öğrenen, hayatımıza bir şekilde eklemlenen, devletimize itaat eden 'pasif varlıklar' olarak gördükçe 'sorunlarımızı' çözemeyiz. Devlet de çözmez zaten böyle bir toplumun sorunlarını. Hazır değiliz, Kürtlerle hayatı 'paylaşarak' yaşamaya hazır değiliz. Mesele, Kürtlüğünü bilmeden sevdiğimiz bir Kürt'le sorun yaşamamamız değil, Kürtlüğünü bilerek ve onu paylaşarak birlikte yaşamayı öğrenebilmek. 'Onlardan ne farkımız var ki' demek çok kestirme bir yol ve de anlamsız. Onları 'bizden' görmek ayrı, farklılıklarına saygı göstermek ayrı. Bizden görerek farklılıklarını inkár etmek onları bizden koparan en acı yol. Kürtlerle bu vatanı, geçmişi ve geleceği 'paylaştığımızı' idrak etmedikçe Kürtlerin hakkını vermiş olmayız' ... İlk atandığı resmi görev yerinde dehşet verici bir cinnetin kurbanı olan bu gencecik çocuğun yazdıklarını, onun bakışını ve düşündüklerini, 'Kürt Sorunu'nun' gündemin ilk sırasında bulunduğu bu günlerde sizinle paylaşmak istedim... Huzurlu bir Türkiye'yi hepimiz çok özledik... 1. Türk toplumunda farklı marjinal ve türk milliyetçiliği yapan kesimler yokmudur? Ve türk ırkçılığı kürt ırkçılığı kadar tehlike değilmidir bu ülke için? Türklerde bunlar Var diye bütün türk toplumunu suçlayabilirmiyiz? Hadi o zaman türkçe köy isimlerinide kürtçe yapalım. 2. Türkiyede 20 milyonun üzerinde kürt asıllı vatandaş yaşamaktadır,eğer bu halkın tamamı bir KÜRDİSTAN isteseydi bu güne kadar bu çoktan kurulurdu 'bende kürdüm ama asla ayrı bir devlet kurmayı düşünüp buna hizmet etmem,kendimi istanbuldan,izmirden,antalyadan,eskişehirden yada edirneden ve Türk asıllı uğruna canımı verebileceğim arkadaşlarımdan ayırmam onlarında benden ayırmayacağından eminim.'Ayrıca bağımsız KÜRDİSTAN aynen dediğiniz gibi böl parçala ve yönet taktiği için desteklenmektedir büyük TÜRKİYE her zaman düşmanlarımız için caydırıcıdır ve bunun için TÜRK'ü KÜRD'e KÜRD'ü TÜRK'e kırdırma çabası içindedirler. bende aynen diyorumki at gözlüklerini çıkarıp 1000 yıldır beraber yaşadığımız kardeş halklar olarak birbirimizin diline,kültürüne,yaşamına saygı duyalım ve bu oyunlara gelmeyelim bize bizden başka dost yok ve başka TÜRKİYE'de yok biz sahip çıkmazsak biz zarar görürüz. Saygılarımla...
  11. Sayın politika İstanbul düşman güçlere karşı savaşarak kazandığımız bir şehirdir ancak doğu ve güneydoğu illeri bu ülke kurulurken enaz türkler kadar savaşmış kürt halkının yoğunlukta yaşadığı ve kürtçe isimli yerleşim birimleridir böyle bir kıyas yapabilmeniz bile sizin çözüm taraftarı değil çözümsüzlükün devamı taraftarı olduğunuzu gösterir. Ayrıca başka bir emriniz diyenlerede bu yadıklarımın malumun ilanı olduğunu söylüyorum bu basit istekler yıllardır gerçekleştirilmediği için yaklaşık 90 bin insanımızı kaybettik yetmedimi ?
  12. İSİMLERİ DEĞİŞTİRİLEN YERLEŞİM BİRİMLERİ VE KÜRTÇE İSİMLERİ GERÇİ SİZE KALSA BUDA YALAN ''BİLMEM KAÇBİN YILDIR BU İSİMLER KULLANILIYO ''DERSİNİZ ADIYAMAN / SEMSÛR Gerger / Alduş Çelikhan / Çîlikan Kahla / Kalik Gölbaşý / Serê Golan Besni / Bêhiştî Somsat / Şemîzînan MALATYA / MELETÎ Arapkir / Erebgir Ağın / Axên Hekimhan / Hekîmxan Arguvan / Erxevan Darende / arende Akçadağ / Argan Yeşilyurt / Çirmik Pötürge / Şîro Doğanşehîr / Wêranşar MARAŞ / GUMGUM Pazarcık / Pazarcix Andirin / Andirîn Göksun / Goksun Afşin / Avşîn Elbistan / Elbîstan Turkoğlu / Kurdoxolî ANTEP / DÎLOK Kilis / Kîlîs Nizip / Belkîs Oğuzelî / Tîlbîşar Islahiye / Îslahiye Yavuzelî / Çînçîn Araban / Ereban URFA / RIHA Ceylanpınar / Serê Kanî Viranşehir / Wêranşar Akçokale / Kahniya Xezalan Suruç / Pirsus Birecik / Bêrecûk Halfetî / Xelfetî Bozova / Heweng Hilvan / Curnê Reş Siverek / Girê Sor ELAZIĞ / XARPÊT Ağın / Axin Alacakaya / Xulaman Arıcak / Mîyaran Baskil / Baskîl Karakoçan / Dep - Depe Keban / Keban Kovancılar / Qovancîyan Maden / Maden Palu / Pali Sivrice / Sîvrîce ERZÎNCAN / ERZÎNGAN Tercan / Tercan Çayırlı / Mansî Refahiye / Gêrcanis Kemah / Kemah İliç / Îlîç Kemaliye / Egîn ERZURUM / ERZEROM Karayazı / Gogsî Hınıs / Xinûs Tekman / Tatos Çat / Çad Aşkale / Aşkeleh Pasinler / Hesenkeleh Horasan / Xoresan Narman / Îd Tortum / Tortûm İspir / Îspîr Oltu / Oltî Şenkaya / Olîlî Olur / Olûr DİYARBAKIR / AMED (AMÎDA - DIYARBEKIR) Bismil / Bismil Çermik / Çermûg (Çêrmûge) Çınar / Çinar Çüngüş / Şankuş Dicle / Pîran Eğil / Gêl Ergani / Erxenî Hani / Hêne (Hêni) Hazro / Hezro Kocaköy / Karaz Kulp / Pasûr Lice / Licê Silvan / Farqîn (Silîvan) MARDİN / MÊRDÎN İdil / Hezex Nusaybin / Nisêbîn Midyat / Midyad Gerçüş / Gercews Ömerli / Mehsert Savur / Stewr Mazıdağı / Şemrex Derik / Dêrika Çiyayê Mazî Kızıltepe / Koser (Qoser) SİİRT / SÊRT Aydinlar / Tillo Baykan / Hawêl Eruh / Dih Garzan / Zok Kurtalan / Misirc Pervarî / Berwarî - Xezxêr Şirvan / Xizxêr - Kufra BATMAN / ÊLÎH Sason / Qabilcewz Kozluk / Hezo Baykan / Xana Hewêl Beşiri / Qûbîn BİTLİS / BEDLÎS Hizan / Xîzan Mutki / Matkî Tatvan / Tûx Ahlat / Xêlat Adilcevaz / Elcewaz MUŞ / MÛŞ Varto / Gimgim Malazgirt / Milazgir Bulanık / Kop BİNGÖL / ÇEWLÎG Adaklı / Azarpêrt Genç / Dara Hênê - Dara Hênî - Gînc Kığı / Gêxî Karlıova / Kanîreş Solhan / Bongilan - Bongilane Yayladere / Xorxol Yedisu / Çêrme TUNCELİ / DÊRSIM Çemişgezek/ Çemişgezek Hozat / Xozat Mazgirt / Mazgêrd Nazimiye / Qisle Ovacık / Pulur Pertek / Pêrtag - Pêrtage Pülümür / Pilemûrîye SÎVAS / SÊWAZ Koyulhisar / Koyûlhîsar Suşehri / Sûşehrî Zara / Koçgirî İmranlı / Kamîlava Hafik / Hafîk Yıldızeli / Yildizelî Şarkişla / Şarkişla Gemerek / Gemerek Kangal / Kangal Gürün / Gurun Divriği / Dîvrîxî KARS / QERS Aralık / Başan Iğdır / Îdir Tuzluca / Tozan Kağızman / Qaqizman Sarıkamış / Qamuşan Digor / Têkor (Dugor) Selim / Selîm Susuz / Cilawûz Göle / Golan Arpaçay / Zarûşad Ardahan / Erdexan Çıldır / Zûrzûnan Hanak / Xenêk Posof / Duxurr AĞRI / AGIRÎ (GRÎDAX) Patnos / Patnos Diyadin / Giyadîn Hamur / Xemûr Tutak / Tutax Eleşkirt / Zêdkan Taşlıçay / Avkevir Doğubeyazıt / Bazîd VAN / WAN Çatak / Şax Gevaş / Westan Gürpınar / Payîzava Başkale / Elbak Özalp / Qelqeliya Muradiye / Bêgir Erciş / Erdîş Edremit / Artemêtan HAKKARİ / COLEMERG Şemdinli / Şemzînan Çukurova / Çelê Uludere / Qilaban Yüksekova / Gever Esendere / Bajêrgan ŞIRNAK / ŞIRNEX Kumçatı / Dêrgûl Beytuşşebab / Bêşebab Idil/ Hezex Güçlükonak / Basan Silopi / Girgê Amo Cizre / Cîzra Botan Haberdiyarbakır
  13. Kürt Sorunu İçin Pratik Öneriler 12 Mayıs 2009 10:48Taraf gazetesi, Kürt sorununun çözümü için en pratik güven arttırıcı önlemleri sordu. Uzmanlar "kendi küçük etkisi büyük" adımları sıraladı. İşte o öneriler... Türkiye, Kürt meselesini tartışırken Taraf, barış yolundaki en pratik güven artırıcı önlemleri sordu. Uzmanlar “kendi küçük etkisi büyük” adımları sıraladı. İŞTE O ÖNERİLER - Başbakan DTP lideri Türk ile görüşsün. - Kürtçe yer isimleri iade edilsin. - Yasaklı ekim alanları tarıma açılsın. - Cezaevlerindeki görüşte Kürtçe yasağı kalksın. - Korucu alımı durdurulsun. - Kürt basını üzerindeki baskılar kalksın. - Üniversitelerde Kürt Enstitüleri kurulsun. - Üniversitelerde seçmeli Kürtçe dersi konulması. - TRT Şeş’e yasal güvence getirilsin. - Seçimde Kürtçe siyasi propaganda yasağı kalksın. - Kürtçe vaaz serbest kalsın. - Öcalan’ın cezaevi koşulları iyileştirilsin. - Devlet tiyatrolarında Kürtçe oyun sergilensin. - Arıcıların güvenlik gerekçesiyle yer değiştirilmesinin engellenmesi durdurulsun. - Dağlardaki ‘milliyetçi sloganlar’ silinsin. - Bölgeye Kürtçe bilen personel atansın. - 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkenceler için devlet özür dilesin. - Operasyonlarda ölen PKK’lıların cenazeleri ailelerine verilsin. - Operasyonlara ara verilsin, PKK’nın da mayınlı tuzaklar kurmaktan ve saldırılardan vazgeçmesi. - Bölgedeki mayınların temizlenmesine hız verilmesi. - Terör ve Terörle Mücadele’den doğan zararların karışlanması hakkındaki kanuna başvuru süresi uzatılsın. Cumhurbaşkanı Gül’ün, Kürt sorunu için “İyi şeyler olacak” sözlerinden sonra Başbakan Erdoğan da çözüm için sembolik adımların atılabileceğini söyledi. Taraf, atılması gereken adımları siyasetçilere, aydınlara ve akademisyenlere sordu. Türkiye’nin son 30 yılı, binlerce askerin şehit edilmesine, köylerin boşaltılmasına, sivil insanların katledilmesine, göçe, drama ve 20 bini aşkın PKK’lının öldürülmesine tanıklık etti. İktidara gelen her hükümet farklı yaklaşımlarla soruna çözüm aradıysa da geçen 30 yılda Kürt sorunu hep gündemin ilk sıralarında yer aldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,Prag’dan dönerken kendisini izleyen gazetecilere, “İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu, Türkiye’nin en önemli meselesidir ve halledilmesi lazım. O yüzden iyi şeylerin olacağına inanıyorum. Bir fırsat var, fırsatın kaçmaması lazım” dedi. Başbakan Erdoğan ise görüştüğü Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan’a süren çalışmalarla ilgili çeşitli işaretler verdi. Berkan, bunları dünkü köşesinde yazdı. Erdoğan’ın DTP’li Ahmet Türk’ün randevu talebine olumlu yanıt verebileceğini yazan Berkan, atılacak adımlar arasında Kürtçe köy isimlerinin geri verilmesi, özel televizyonlardan Kürtçe yayında süre sınırlamasının kaldırılması gibi unsurların bulunabileceğini aktardı. DTP: ÖNCE DİYALOG Taraf, atılabilecek ilk adımların neler olabileceğini DTP ve AKP milletvekilleri ile eski siyasetçilere sordu. DTP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, öncelikle çatışmazlık ortamının sağlanmasını isterken, Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal ise ilk iş olarak Başbakan Erdoğan’ın DTP’nin görüşme talebine olumlu yanıt vermesini istedi. Kaplan ve Birdal, ‘Anayasal reformu, dil ve kültür yasaklarının kaldırılması ve hakların güvenceye bağlanması. Bölgesel dengesizlikle ilgili sosyo-ekonomik ayrı bir proje. Eve dönüşlerin sağlanması, demokratik bir seçim sistemi ve siyasi partiler yasasının çıkarılması’ talebini dile getirdi. Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk ise PKK ve Abdullah Öcalan’ın muhatap alınması gerektiğini savundu. AKP: PKK SİLAH BIRAKMALI AKP Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt ise öncelikli olarak PKK’nın şartsız silah bırakması gerektiğini söyledi. Kurt’un önerileri şöyle: “Sivil, demorratik bir anayasa gerekir. İkicisi acilen örgütün kayıtsız şartsız silahlı hareketi bıraktığını ilan etmesi gerekiyor. DTP’nin sivil, demokratik, özgür irade gösteren bir parti olduğunu gösterip, bunu temellendirdiğini ve özgür iradesinde yetkin olduğunu ortaya koyması gerekir. Bütün bunlarla birlikte Türkiye’deki demokratik, duyarlı, aydın ve özgürlükçü kamuoyunun, sivil platformların da güçlü bir şekilde toplumun ayrışmasına neden olan, iki toplumun arasındaki tanımamışlığı ortadan kaldıracak etkinliklere yönelmesi, gönül köprüleri kuracak etkinlikleri hayata geçirmesi gerekiyor.” AKP Batman Milletvekili Mehmet Emin Ekmen, sadece Kürtler üzerinden değil tüm etnisiteleri kapsayacak bir anayasal vatandaşlığın teminat altına alınmasını isterken, AKP İstanbul Milletvekili Mehmet Domaç, ise şu önerilerde bulundu: “Kürlerin de bu ülkede birinci sınıf vatandaş olduğunu kabul etmemiz, onların da bu ülkede yaşama hakları, anadilleriyle konuşma hakları olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Onları bizden ayıran, öteki yapan, dışsallaştıran ne kadar faktör varsa bunlara bakıp, bu faktörleri ortadan kaldırmalıyız. Dağdakilerden teröre bulaştırılmamış olanların mevcut yasaları kolaylıklar sağlayarak dönüşleri sağlanabilir. Bölgesel kalkınma için sosyo-ekonomik reformlar gerekiyor. Tarımı ortaya çıkarabilmek için sulama kanallarının yapılması lazım.” Kaynak: Taraf Gazetesi
  14. DTP ve PKK'nın tabanları birdir yukarıda okudum daha evvelki araştırmalarımdada bunları okumuştum kürtlere zamanında devlet kurması için 2.dünya savaşının galip ülkeleri fırsat vermiş ancak kürtler bunu kabul etmemişlerdir çünkü diğer yandan gelen teklif daha makuldur kürt önderle yapılan toplantıda ''BUGÜN ÜLKE ATEŞ ALTINDA VE ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ KISITLANMAKTADIR BU DURUMDAN ANCAK TÜRK KÜRT BİRLİKTE HAREKET EDERSEK KURTULABİLİRİZ DAHA SONRA ORTAK BİR ANADOLU CUMHURİYETİNDE KARDEŞÇE PAYLAŞMAYA HAZIRIZ ''denmiştir.kürtlerde yüzyıllardır beraber yaşadıkları Türk kardeşlerine ihanet etmeyip onlarla birlikte mücadele etmişlerdir ve bu ülke kurulmuştur.ülke kurulduktan sonra TEK DİL.TEK DEVLET.TEK MİLLET söylevi çıkmıştır ortaya daha ne diyim...
  15. Yok canım ne KIT'ası TÜRK'lerin dünyası HAYAL ETMEK GÜZELDİR AMA BİRİ O HAYALDEN UYANDIRINCA BUNUN ADINADA HAYAL KIRIKLIĞI DENİYOR UNUTMAYIN
  16. ‘İkinci Adam’ İsmet İnönü şöyle demişti: “Kürtler Ermeni tehlikesini biliyorlardı. Milli Mücadele'nin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Biz Lozan'da milli davamızı 'Biz Türkler ve Kürtler' diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik. Şeyh Sait İsyanı Kürtlerin bu umumi tutumundan ayrılan bir sapmadır." (“Anılar”, Ulus, 31 Mart 1969.) Anlaşılan İnönü, Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı tarafından 1972 yılında yayımlanan Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı eserdeki saptamaları pek ciddiye almıyordu. Çünkü bu kitaba bakılırsa söz konusu dönemde, Türkiye’de 17’si doğuda yaşanan 18 ayaklanma yaşanmıştı. Genelkurmay’ın bu olayları nitelerken kullandığı ‘harekat’, ‘tedip’ (terbiye etme) ve ‘tenkil’ (cezalandırma) gibi terimlere bakılırsa, bunların bir kısmı ‘isyan’ ya da ‘ayaklanma’ değildi ama, hakikaten de, İnönü’nün sözü ettiği ‘isyan’, Türkiye’nin siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktasına işaret ediyordu. ŞEYH SAİD İSYANI . 13 Şubat 1925’de varlıklı ve eğitimli Nakşibendi (Zaza) Şeyhi Said’in, Bingöl'ün (o zamanki adıyla Çapakçur'un) Ergani ilçesinin Eğil bucağına bağlı Piran köyündeki evine sığınan bir grup asker kaçağını almak üzere gelen jandarma birliğine ateş açılmasıyla başlayan isyan, gerek isyancıların halktan bekledikleri desteği alamaması, gerekse devletin 20 bin kişilik orduyla, isyancıların üzerine gitmesi sayesinde iki ay gibi kısa sürede bastırılmıştı. Şeyh Said ve yanındakiler, 14 Nisan’da, Ankara’nın isyanın planlayıcısı Azadi örgütündeki casusu olan Cibranlı Binbaşı Kasım Bey tarafından yakalanarak hükümete teslim edilmiş, Azadi (Özgürlük) örgütü liderleri Cibranlı Halit Bey, Yusuf Ziya Bey ve üç akrabası 14 Nisan 1925’te Bitlis’te kurşuna dizilirken, Şeyh Said ve 47 adamı, 29 Haziran 1925’te, Diyarbakır’da halkın da katılımı ile idam edilmişti. (Yusuf Ziya Bey 1924 Ekim ayında Beytüşşebap Ayaklanması ile ilgisi bulunduğu gerekçesi ile tutuklanmıştı.) ÇARESİ SÜRGÜN . Türk Hükümeti, Musul sorunun Milletler Cemiyeti gündeminde olduğu bir sırada çıkan ayaklanma, Musul’u almak için ‘Türk-Kürt etle tırnak gibidir’ tezine zarar vereceği için, ayaklanmayı dışarı karşı olduğundan küçük, içeri karşı olduğundan büyük gösterecekti. Hükümetin olayı iç muhalefeti bastırmak için kullandığı açıktı. Çünkü 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş, ardından 1920 tarihli Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nda değişiklik yapılarak dini esaslı cemiyet kurmak ve dini siyasete alet etmek vatana ihanet kapsamına alınmıştı. ‘Pasif’ bulunan Ali Fethi (Okyar) Bey hükümeti düşürülmüş ve yerine ‘şahin’ İsmet Paşa hükümeti kurulmuştu. 4 Mart 1925’te, ülkedeki tüm özgürlükleri rafa kaldırmaya olanak veren Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldıktan sonra isyancıları yargılayacak Şark İstiklal Mahkemeleri kurulmuş İstanbul ve Anadolu’daki İslamcı, muhafazakar ve solcu gazeteler de kapatıldıktan sonra 20 bin askerin katıldığı ‘tenkil’ harekatı başlamıştı. ‘Tenkil’ harekatı sırasında 15-20 bin isyancı öldürülmüş, yüzlerce köy yakılmıştı. İsyan bölgesindeki İstiklal Mahkemelerinin görev yaptığı Mart 1927’ye kadar 5.110 kişi yargılanmış, 420 idam, 1911 hapis cezası verilmişti. 17 Kasım 1924’te Mustafa Kemal’in muhaliflerinin kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, isyanla ilişkilendirilerek 3 Haziran 1925’te kapatılmıştı. (Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi, Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 134-155 ve Ergun Aybars, İstiklal Mahkemeleri 1923-1927, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1982, s. 125.) ŞEYH SAİD İSYANI’NIN MAHİYETİ NEYDİ? 13 Şubat 1925’te jandarma kışkırtması ile patlak veren isyana adını veren varlıklı ve eğitimli Nakşibendi Zaza Şeyhi Said Hilafetin kaldırılmasına tepki gösteriyor, II. Abdülhamid'in en büyük oğlu olan ve o sıralar Beyrut'ta yaşayan Mehmed Selim Efendi'yi başa geçirerek Saltanat ve Hilafet'i yeniden kurmak istediğini söylüyordu. Ancak isyanın arkasındaki Azadi örgütü Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’nda görev yapmış milliyetçi subayların kurduğu seküler bir örgüttü. Öte yandan, olaya ‘irticai’ damgasının hükümetin işi olduğuBakanlar Kurulunun 3 Mayıs 1341/1925 tarihli kararnamesindeki şu ifadeler gösteriyor:"Yüce Genel Kurmay Başkanlığından gelen 30 Nisan 1341 tarih ve 1835/2270 numaralı tezkerede, son isyan ve irticâ olayının basınımızda ve özellikle İstanbul basınının büyük bir kısmında genel bir Kürt ayaklanması şeklinde gösterilmesi, iç ve dış düşmanlarca propaganda zemini ittihaz edilmekte olduğundan ve esasen sınırlı bir sahada çeşitli emeller ve iğfalât (aldatmalar) neticesi oluşan olayın büyütülmesi uygun olmadığından, isyanın ayrımcılıktan ziyade irticâî cehalet ve aldatma neticesi zemininde yayın yapılması için gereğinin yerine getirilmesi teklif olunmuştur….irticâi görünümü olduğu tespit ve malum olan hadisenin, basında Kürt meselesi şeklinde inhisar ettirilmesi gerçeğe mutabık olmadığı kadar siyaseten de sakıncalı olduğundan, keyfiyetin bu açıdan yayınlanması için Dışişleri Bakanlığına tevdiî münasib görülmüştür." YABANCI PARMAĞI VAR MIYDI? Resmî tarihin daha sonraki yıllarda olaya kattığı ikinci ‘sos’, bu‘irticai’ kalkışmanın iç dinamiklerle değil dış ‘mihraklarla’ ilişkisi olduğudur. Peki, bu doğru mudur? Önce, İsmet İnönü’yü dinleyelim: “Şeyh Said İsyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır. Fakat, bundan şüphe edilmiş ve gerekli tahkikat yapılmıştır. Çünkü, İngilizlerin Musul hareketi esnasında ve daha sonra Nesturi ayaklanmasında olduğu gibi, hudutlarda ve dışarıda propagandayla, münasebetlerle Şeyh Sait İsyanı’nın patlamasına zahiren yardımcı oldukları intibaı mevcuttu.” (İnönü, Hatıralar, Cilt I, I, s. 202) Gerçekten de, Azadi örgütü, Ermenilerden İngilizlere, Ruslardan Fransızlara kadar herkesten yardım almaya çalışmıştır. Dönemin tanıklarından Hesen Hişyar Serdî'nin anılarında dış destek arayışı ile ilgili çabalardan şöyle anlatılır: "… bazı üyeler, 'Suriye üzerinde Fransa ile ilişkiler kurmak gerektiğini,' önerdi. Bazıları ise, 'Biz Irak üzerinden İngilizlerle ilişki kuralım,' dedi. İçlerinden iki üye de, 'Sovyetler bize komşu ülkedir, onunla ilişkiye geçelim,' görüşünü ileri sürdü. Bu öneriyi ezici bir çoğunluk, 'Sovyetler dinsiz bir ülkedir. Bizim onlardan hiçbir beklentimiz olamaz,' diye bağırarak tepki ile karşıladı. Toplantıda Şeyh Sait bağdaş kurup oturmuş vaziyette sessizce dinliyordu. Tepkiler karşısında sessizliğini bozarak, 'Kimisi Fransa kimisi İngiltere dedi, hiç kimse de kızmadı. Ne zaman ki Rusya'nın bahsi geçti çoğunluk yerinden tepki ile sıçradı. Biz siyasi bir dost ve bizi destekleyecek birini arıyoruz. Sizin devletlerin dini ile ne alakanız olacak ki?" (Hesen Hişyar Serdî, Görüş ve Anılarım, Med Yayınları, İstanbul 1994, s. 194.) EMNİYETİN TUZAĞI MI? Metin Toker Şeyh Said ve İsyanı adlı kitabında İstanbul Emniyeti’nin, Nizamettin Bey adlı bir zabıta görevlisine İngiltere Hariciye Nezareti” görevlisi Mr. Templeton süsü vererek, 1924’ten 1925 Mart ayına kadar Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyit Abdülkadir’in yakını Palulu ‘Kör’ Said’le defalarca görüştürdükleri,ancak Seyit Abdülkadir Bey’in, Mr. Templeton’un getirdiği 80 bin liralık şahsi çeki kabul etmediği, ayrıca önceden kararlaştırılan anlaşma metnini imzalamadığını anlatır. (s. 131) İngiliz arşivlerine dayanarak doktora çalışması yapan İhsan Şerif Kaymaz’a göre ise İngiliz rolüne ilişkin somut kanıt yoktur ancak Britanya Hükümeti’nin parmağı yoksa bile, Britanya’nın bölgedeki istihbarat görevlisi Dobbs’un işin içinde olması muhtemeldir. Çünkü Dobbs, isyan günlerinde alışılmadık bir suskunluk içerisindedir. Kaymaz haklı olarak, her zaman belgelerin değil, bazen suskunlukların da açıklayıcı olabileceğini düşünmektedir. (İ. Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, 2003,s.468-495) Peki, isyan Musul sorununda kendisine yaramış olsa da, büyük bir Müslüman nüfusa sahip Britanya İmparatorluğu’nun Halifeliği geri getirmek isteyen bir ‘mürteci’ye destek vermesi mantıklı mıdır? Musul petrollerini kontrolüne almak isteyen Britanya’nın Sovyet yayılmacılığına karşı tampon olarak güçlü bir Türkiye’den yana olması gerekmez miydi soruları ortadadır. Dolayısıyla isyancıların İngiliz desteğini aramış olması, İngilizlerin destek verdiğinin kanıtı olamaz diyenler de haklıdır. ULUSAL MI? Peki, isyanın gerçek mahiyeti neydi? O yıllarda ne üretim biçimi ve ilişkileri ne de bunların üzerinde yükselen üst yapı kurumları ‘ulusal’ nitelikte bir ayaklanmaya müsait değildi. Ancak ayaklanmayı planlayanlar ‘ulusal’ uyanış içinde olan kimselerdi. Buna karşılık halkı harekete geçiren söylemler dinseldi. Yine de ayaklanmaya katılım sınırlı kaldı çünkü, Zaza olmayan Kürtler, Zaza olup Alevi mezhebine dahil olanlar, Sünni olup Nakşibendi olmayanlar ayaklanmayı desteklememişti. Yani, ortada ‘ulusal’ bir bilinç yoktu. Şeyh Said İsyanı davasını gören Şark İstiklal Mahkemesi reisi Mazhar Müfit Bey ise şöyle demişti: “Kiminiz hasis şahsi menfaatlerinize bir zümreyi âlet, kiminiz ecnebi kışkırtması ve siyasî hırslarını rehber ederek, hepiniz bir noktaya, yani Müstakil Kürdistan teşkiline doğru yürüdünüz.” (B. Cemal, Şeyh Said İsyanı, s. 113’ten aktaran Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi, Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 137.) AĞRI’NIN TEDAVİSİ ZİLAN DERESİ . İsyanın ardından ilan edilen 1925 Şark Islahat Planı uyarınca Cemilpaşazadeler, Bedirhaniler gibi bölgenin aristokratları, Saidi Nursi gibi dinsel liderleri sürgüne gönderildi. 1927’de ‘Bazı Şahısların Şark Mıntıkalarından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun’la sürgünün çapı daha da genişletildi. Aynı yıl, eski Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyeleri, Şeyh Sait’in, Bedirhan Bey ve Cemil Paşa’nın çocukları, Ermeni Taşnak komitesinin üyeleri, birbiriyle didişen aşiret reisleri gibi karışık bir grup, Lübnan’da Xoybun (Bağımsızlık) adlı bir örgüt kurdular. Böylece şehirli ve kırsal kökenli grupların veya bir zamanlar fail ve mağdur olarak karşı karşıya gelen Kürtlerin ve Ermenilerin zoraki evliliği ortaya çıktı. Xoybun (Hoybun) 1926-1930 arasında Yezidi, Sünni ve Alevi Kürt aşiretlerinden oluşan Celali konfederasyonunun Ağrı Dağı’na sığınmasıyla başlayan olaylara damgasını vuracaktı. Çeşitli dönemlerde İran, Irak ve Suriye’ye kaçmış olan Kürt aydınları, aristokratları, aşiret beyleri Ağrı’ya gelmişler, bunlara İran’daki Şikan aşireti de katılmış, eski bir Osmanlı askeri olan İhsan Nuri’nin yönetiminde dağda ‘Ağrı Cumhuriyeti’ diye bir yönetim kurup, Milletler Cemiyeti’ne bile başvurmuşlardı. Cumhuriyetin yeşil, sarı kırmızı bantların üstünde Ağrı Dağı motifli bir bayrağı bile vardı. (Naci Kutlay, “Cumhuriyet ve Kürtler”,Toplumsal Tarih, S. 160,Nisan 2007, s. 27-28) Hükümet, isyancıları vazgeçirmek için 1928 yılında bir af çıkardı. İlginçtir, Erzurum Kongresi’ni düzenleyen VMHC’nin kurucularından Kürt kökenli Süleyman Nazif affa karşı çıktığı gibi “vaaz ve nasihat veya re’fet ve şefkat zamanı çoktan geçti, eline silah almış olan her asinin eli başıyla birlikte kesilmelidir” demişti.(Mehmet Bayrak, Kürdoloji Belgeleri II, Öz-Ge Yayınları, 2004, s. 291-292.) Bir süre sonra Nazif’in yöntemleri uygulandı, çünkü isyancılar dağdan inmişler ama İran’da yeniden örgütlenmeye başlamışlardı. Alınan tedbirler hakkında bir fikir vermesi için 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinden okuyalım: "Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türkün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekatında imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur (.) Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekatına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa bizzat Ağrı'da tarama harekatına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkanı tasavvur edilemez." Zilan Deresi cesetlerle dolunca İsmet Paşa noktayı koydu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Ödemiş'te bir konuşma yapan Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) ise lafı gevelemeyecekti: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930) 1933’te, Cumhuriyet’in 10. Yılı şerefine çıkarılan genel aftan, 1923’te Lozan Barış Antlaşması kapsamında yurt dışına sürülen 150’likler affedilip Türkiye’ye dönmelerine izin verilirken, sürgündeki Kürtlere bu hak tanınmamıştı. (Bayrak, s. 294) DERSİM’İN TERBİYESİ ZOR. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” demişti. 1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) yöntemi açıkladı: “A. Bütün Dersimin hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye. B. Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çenberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersimden çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.” Erkânı Harbiye Reisi’ne verilen raporda ise açık konuşulmuştu: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Müsellah kuvvenin (silahlı kuvvetlerin) müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”(Dersim, Jandarma Genel Komutanlığı’nın Raporu, Kaynak Yayınları, 1998, s. 174 ve 184.) Geçmiş tecrübelere bakarak devletin bu tavsiyeleri dinleyip dinlemediğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu konuya önümüzdeki haftalarda, 3 Ağustos 2008 tarihli ‘Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?’ başlıklı yazımı tekzip eden Sayın Nilüfer Bayar Gürsoy’un mektubuna cevap verirken değineceğim. RIZA NUR İLE ZİYA GÖKALPNE KONUŞTU? 1921 Mayısı'nın son günleriydi. Samsun'dan yola çıkan yaylı bir arabada, iki önemli adam, Ankara'ya doğru ilerliyordu. Birisi, Rıza Nur'du, diğeri ise Malta'daki bir buçuk yıllık sürgün hayatından henüz yeni dönmüş olan Ziya Gökalp. Rıza Nur, yıllar sonra, yol arkadaşının vasıflarını överken suskunluğundan şöyle yakınacaktı: ‘Ziya, İttihatçılar'ın içinde yegane bir düşünür kafa ve âlim adamdı. Memleket ondan istifade etmeli. Vakıa on yıl muhasım (karşıt) saflarda bulunduk. Ama vatan işi başka. Kıymetli adamları iş başına koymalı. Yalnız pek az konuşuyor. Siz sormazsanız, hep somurtuyor. Laf ağzından damla damla çıkıyor. Yaylılarla beraber Ankara'ya gidiyoruz.’ İLMÎ TETKİKLER . Gökalp'in sözünü ettiği konulardan biri, yeni Türkiye'nin sosyolojik yapısıydı. Gökalp, savaş sonrasında Kürtler hakkında nasıl bir politika izlenmesi gerektiği sorusunu şimdiden araştırmak gerektiğini düşünüyordu. Rıza Nur'a bu amaçla bir "İlmi Araştırma Enstitüsü" kurmak gerektiğinden söz etti. Az ama öz konuşuyordu. Ankara'ya varmalarından bir süre sonra, Rıza Nur, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (yani Sağlık Bakanı) oldu. Ziya Gökalp'e ise, Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) içinde alt düzey bir görev verildi. Bu görevde fazla kalmayarak, sonbaharda memleketi olan Diyarbakır'a gitti.Kısa bir süre sonra Rıza Nur, "memleket ondan istifade etmeli" düşüncesiyle, Gökalp'e bir mektup yazdı ve doğudaki Kürt aşiretleri hakkında bir araştırma yapmasını rica etti. Rıza Nur, sonradan bunu şöyle anlatacaktı: "Sıhhiye vekili iken, isyanın da o vakit bu vekalete ait olmasından istifade ederek, Ziya Gökalp'e Kürtler'i tetkik ettirdim. Maksadım, bu gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra, Kürtler'e Türk olduklarını anlatmak için teşkilat yapıp faaliyete geçecektim. Bugün Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu bilirim. Yalnız onlara bunu bildirmek, öğretmek lazımdı." Gökalp “Kürt Aşiretleri Hakkında Tetkikler” başlıklı araştırmasını yaptı ve Ankara hükümetine sundu. Bir sosyolog olarak konunun öneminin bilincinde olan Gökalp, 1924'teki erken ölümüne dek çeşitli dergilerde Kürtleri ele alan, Türklerle Kürtlerin kaynaşmışlığını ve ayrılmazlığını anlatan önemli makaleler kaleme aldı. MODERNLEŞME FARKI . Gökalp, Türklerle Kürtler arasındaki temel farkı şöyle tarif ediyordu: "Türkler şehir medeniyetine daha istidatlı olduklarından şehirler Türklük merkezi halini almakla beraber, oralara gelen Kürtleri de Türkleştirmektedir. Köylerde ve çadırlarda yaşayan Türkmenler ise, sahra medeniyetinde daha kuvvetli bulunan Kürtlüğe temessül etmektedirler." Bu durumda, Kürtleri hem Türklerle kaynaştırmak hem de modernleştirmek için yapılması gereken, onları göçebe ve dağlık yaşamdan yerleşik şehir yaşamına geçirmekti. Bu nedenle Gökalp, raporunda dağlık bölgelerde yaşayan Kürtlerin ovalara indirilmesini ve orada arazi sahibi kılınmalarını savunmuştu. Ancak bunlar yapılırken Kürtler ve Türkler arasında kardeşlik korunmalı, bunun için de ortak inançlar, değerler ve tarihsel birliktelik vurgulanmalıydı. OKUNMAYAN RAPORLAR . Gökalp'in çalışması, dört kopya olarak çoğaltıldı. Birisi doğrudan Mustafa Kemal Paşa'ya gönderildi. Paşa raporu çok takdir etti. Hükümet, Gökalp'ten, araştırmayı genişletmesini istedi. Ancak hastaydı ve kendisine yardım edecek kimse de yoktu. Bu nedenle çalışma barış zamanına ertelendi. Fakat barıştan sonra da fazla yaşayamadı. Kürt konusundaki araştırmalarına devam edemedi, çok istediği “Türkiye içtimaiyatı” incelemelerini yapamadı, yoksulluk içinde vefat etti. İleriki yıllarda, Ziya Gökalp’in değil Rıza Nur’un çizgisi egemen oldu. Zaten, Şevket Süreyya Aydemir'e göre Mustafa Kemal de, genel olarak, Ziya Gökalp’e “fazla bir meyil göstermemişti!”(Mustafa Akyol, Kürt sorunun yeniden düşünmek: Yanlış giden neydi? Bundan sonra nereye?, Doğan Kitap, 2006’dan kısaltılarak aktarılmıştır.) Ziya Gökalp'in raporunu, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in İçişleri Bakanlığı'na raporu (1926), Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı'nın raporu (1926), Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören'in raporu (1931), Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın raporu (1931), Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay'ın raporu (1931), Başbakan İsmet İnönü'nün raporu (1935), Umumi müfettiş Abidin Özmen'in ‘Şark Meselesi’ raporu (1936), İktisat Vekili Celal Bayar'ın ‘Şark Raporu’ (1936), eski Vali ve Mülkiye Müfettişi Ahmet Hasip Koylan’ın raporu (1939 ?), Maliye müfettişi Burhan Ulutan'ın raporu (1947), 27 Mayısçıların raporu (1961) izledi.
  17. Sayın Osman BAYDEMİR'in 23 Nisan'a katılamamısını asla tasvip etmiyorum,çünkü 23 nisanın bizim için halkımız için büyük bir anlamı vardır ve kendisinide bu ülkenin halkı seçmiştir.Ancak onun isminin yazılı olduğu plakanın tekmelenmesi Diyarbakır halkının iradesinin tekmelenmesi demektir çünkü onu o koltuğa yine bu ülkenin halkı getirmiştir ve bu ülkenin halkının seçme ve seçilme özgürlüğü vardır eğer Sayın BAYDEMİR'in işlediği bir suç varsa mahkemelerimiz savcılarımız vardır,kanunlarımız vardır peki niye vardır insanlar birbirlerini cezalandırmasın diye ceza vermek ilgili TCK,CMK Maddeleri uyarınca yapılacak bir işlemdir eğer kolluk kuvetlerine bir iş düşüp düşmediği merak ediliyorsa KOLLUK MEVZUATI diye bişey vardır ordan bakılarak aydınlanılabilir... Saygılarımla....
  18. PKK elbette bir terör örgütüdür bunu kabul ediyorum ancak bu örgütün ortaya çıkması herşeyin güllük gülistanlık olduğu bir ortamda yaşanmadı,herşey yolundayken kimse hadi terörist olalım demedi demezde bunuda iyi düşünmek lazım ayrıca Sayın BAŞBUĞ'un söylediği ''TÜRKİYE HALKI''dır buda M.Kemal ATATÜRK'ün TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ KURAN TÜRKİYE HALKINA ''TÜRK'' cümlesine eşittir.Yalnız bu cümlennin sevindirici yanı bu güne kadar M.Kemal'in bu sözünü Türkiye halkına verilen bir isim değilde bir ırk ismi olarak telaffuz edenler varken Sayın BAŞBUĞ'un bu cümleyi bu şekilde kurarak Türkiyedeki TÜRK isminin bu ülkede yaşayan Türk,Kürt,Arap,Alevi,Sunni yani bu ülke vatandaşı olan bu bayrak altında yaşayan herkesin ismi olduğudur....
  19. Bu haberi yayınlayanlar sanki DTP'li olduğu için yakmışlar gibi bir başlık atmış ve sanırım sayın Diyarbakırlı arkadaşımızda bu başlıktan etkilenmiş biz öyle bir ülke oldukki artık kardeş kardeşi para için vuruyo ne ahlaki nede sosyal hiçbir değer artık para hırsının önüne geçemiyor ve maalesef değil çalışanların patron yada ustalarını abinin kardeşi kardeşin abiyi para için öldürdüğünü aldattığını dolandırdığını görüyoruz.
  20. DTP 2009 yerel seçimlerinde büyük bir başarı elde etti. AKP"nin, Türkiye"de Kürt kimliğinin temsilciliğini muhafazakâr-liberal bir Sünni ittifakı çerçevesinde tekeline alma stratejisini boşa çıkardı. AKP Diyarbakır"da, Batman"da belediye başkanlıklarını kazanarak, Türkiye"nin Kürt yoğunluklu bölgelerinin de birinci partisi olamadı. Üstelik yerel seçimleri Kürt kimlikli siyasetin temsilciliği referandumuna dönüştürerek, örneğin Siirt ve Van"da da belediye başkanlıklarını kaybetti. AKP"nin bu seçim stratejisi, DTP"ye çok önemli bir asabiyye kazandırdı. Kürt sorunu karşısında bugüne kadar sürdürülen devlet politikasının artık bütünüyle iflas ettiğini gösterdi bu seçimler. Elbette siyasette iflas masası ve ticaret mahkemesine benzer bir kuruluş olmadığı için, güçlü pozisyonda olan iflas ettiğini yıllarca inkar edebilir. Hatta bu durumu gizlemek için öncekinden daha fazla eski politika araçlarına sarılıp, durumu ileride daha da zor çözülür kılabilir. Galiba içinde bulunduğumuz günlerde Türkiye"de böyle bir iflas etmiş politika şahlanışına şahit oluyoruz. Ehvenişer AKP Bugüne kadar Türkiyeli Kürt kimliği merkezli siyaset yapanları dize getirerek, bastırarak, susturarak, gerekirse ya öldürüp ya da hapsederek veya sürerek, Kürtlerin ehvenişere sarılmalarını sağlamak siyaseti güdüldü. Örneğin son sekiz yılda, CHP"nin ve MHP"nin bütünüyle silindiği bir Kürt siyasal coğrafyasında, AKP böyle bir ehveni temsil ediyordu. Daha önce bu rolü ANAP üstlenmişti. Belediyecilik açısından başarılı sayılamayacak DTP"li belediyelerde, AKP hükümetinin sosyal yardım paketlerine ve televizyon açılımına rağmen, AKP"nin temsil ettiği ehvenişer yeterince rağbet görmedi. Çünkü DTP"yi Kürtleri temsil referandumuna sıkıştıran AKP, DTP"yi de Türkiye partisi olma iddiasını bırakıp, vargücüyle Türkiyeli Kürt kimliğinin simgesi olmaya zorlamıştı. Emine Ayna, seçimlerden birkaç gün önce, "DTP"ye oy vermeyen Kürt, hakiki Kürt değildir" iddiasını dile getirirken, DTP"nin çekilmek zorunda kaldığı etnik kimlik partisi savunma hattının gereğini yapıyordu. Böylece Türkiyeli Kürtlerin sayısal olmasa da, siyasal temsil yetkisini elinde tuttuğunu gösteren DTP karşısında AKP sadece mızırdanabilirdi. Nitekim seçim kaybetmiş bir partinin yapacağı gibi, "bölgede seçimlerde çok büyük baskıların uygulandığı" iddiasını dile getirdi. Seçim sonrasında, AKP"nin Kürt sorunu konusunu çözme konusunda seçim öncesinde gösterdiği hevesi koruyamayacağı bekleniyordu. Ama bunun yanında, geleneksel devlet politikalarının da Türkiyeli Kürtlerin kimlik tanınması mücadelesini veren bir partiyi siyasal alanda görünmez kılamayacağının, artık bunun hiçbir başarı şansının olmadığının anlaşılacağı beklentisine de kapıyı açıyordu. Seçim sonrasında PKK"nın gelecek Haziran ayına kadar tek taraflı ateşkes ilan etmesi, Kuzey Irak Kürtlerinin baskısının yanında, biraz da bu kapının açılması beklentisiyle ilişkiliydi. İlker Başbuğ"un "Türkiye halkları" tabirini kullanması, münhasıran büyük bir açılım değildi ama Kürt sorunu konusunda kadim devlet politikasının yılmaz bekçisi olan bir kurumun başından gelmesi, Tayyip Erdoğan"ın Diyarbakır"da dile getirdiği alt kimik-üst kimlik tanımına verilen gecikmiş bir destekti. Ama bu konuşmanın yapıldığı sıralarda, PKK ile ilişkileri olduğu iddiasıyla yüzlerce DTP yöneticisi gözaltına alındı. Aralarında genel başkan yardımcıları, belediye başkanları, il ve ilçe örgütü başkan ve yöneticileri olan bu partililerin 50"den fazlası tutuklandı. Kadim devlet politikasında düğmeye basılmıştı. Silahın meşruiyeti? Dört yıldan beri izlendikleri iddia edilen bu kişilerin tutuklanması, DTP"nin Kürt siyasal hareketi içinde güçlenerek özerkleşmesi olanağına vurulan ağır bir darbeydi. DTP"nin giderek PKK"nın önüne çıkmasını istemeyenlerin sadece PKK yönetimi değil, -bu yönetimin güdümündekilerin 2007 seçimleri sonrası DTP içinde Ahmet Türk"e yaptıkları muameleyi hatırlayalım- devlet politikasının mimarları da olduğu bir kez daha ortaya çıktı. PKK"lı kadroların yasal siyaset alanına yavaş yavaş çekilmesi, en önemlisi genç Türkiyeli Kürtlerin yüzlerini dağa değil, Türkiye içinde yasal siyaset organlarına çevirmesinin teşvik edilmesinin önemsenmediğinin, belki de istenmediğinin işaretiydi bu. En azından, mutlak bir hezimet duygusu içinde teslim olmadıkça, bu çevrelerin yasal siyaset alanına girişlerinin arzulanmadığını gösteriyordu. Devlet politikasının sanki bir kan davasına dönüştüğünü bu vesileyle görebildik. Diz çökerek silahlarını teslim eden bir PKK hayali içten içe devlet zihniyetinde çalışmaya devam ediyordu. Ahmet Altan, Türkiyeli Kürtlerin PKK konusundaki ikircikli tavrının arkasında yatan nedenleri birkaç cümleyle çok güzel tarif etti: “Benim anladığım kadarıyla Kürtler şimdi "silahı" bir savaşı kazanmanın aracı olarak değil, "namuslarını, onurlarını, kişiliklerini, varlıklarını" koruyabilmek için gerekli bir alet olarak görüyorlar” dedi. Tasvip edelim veya etmeyelim ama bu olguyu dikkate almayan bir politikanın herhangi bir başarı şansı olmadığını teslim etmek zorundayız. Dikkate almak, silahın meşruiyetini tanımak değil, namusun, onurun, güvenliğin, eşitliğin silahsız daha iyi korunacağının, bunlara silahsız daha kolay ulaşılabileceğinin güvencesini vermek demektir. Bu da Türkiyeli Kürt kimliğinin siyasal alandaki hareket alanını genişletmekten geçer. DTP grup kurdu diye parlamentoya ayak basmamaktan değil. Ne de PKK"nın çağrılarını da dikkate alarak siyasal davranışını biçimlendiren kişilerin şeytanlaştırılmasından... Bugün DTP"ye oy verenlerin bir kısmı, hatta hiç azımsanmayacak bir bölümü Öcalan"ı lider, PKK"lıları gerilla, PKK"yı da inkârcı ve ceberrut politikalara karşı direnen bir güç olarak görüyor. Silahlı mücadeleye başvurulmasaydı bugün hâlâ generallerin, profesörlerin, köşe yazarlarının, sendikacıların "Kürt ve Kürtçe yoktur" iddiasını sürdüreceğine inanıyor. Bunun yüzde yüz yanlış bir inanç olduğunu kim iddia edebilir? Türkiyeli Kürtlerin, "dağ Türkleri" statüsünden Türkiye halklarının içinde bir halk konumuna gelebilmesi, devletin, düzen partilerinin, yüksek yargının, YÖK ve üniversitelerin, medyanın çabalarıyla mı oldu? Yıllardır yaptığı gibi YÖK hâlâ yılda üç veya dört kez üniversitelerden "bölücü faaliyetlere karşı yürütülen faaliyetler" raporu sormaya devam ediyor. PKK"nın terör yöntemlerini de kullanan, şiddet politikalarını meşru bulan, silahlı mücadeleyi yücelten yasadışı bir örgüt olması, PKK"nın DTP tabanını etkileme kapasitesini inkâr etmeyi gerektirmez. Hatta tersine bu etkileme gücünün nedenlerini anlamaya çalışmayı emreder. Halbuki bugün ilginç bir zamanlamayla düğmesine basılan DTP içindeki PKK"lı avı operasyonu, böyle bir anlama amacının bile olmadığını gösteriyor. Seçimlerden siyasal ve toplumsal meşruiyeti çok daha güçlenerek çıkan DTP hakkında, yaklaşık iki yıl önce Anayasa Mahkemesi"nde açılan kapatma davasının gerekçeli kararına sanki bu operasyonla uygun zemin hazırlanmak isteniyor. Kimse ağzına almıyor ama DTP hakkında artık son aşamaya gelmiş olması gereken bir kapatma davası var. DTP içinde PKK bağlantısı iddiasının mahkemenin bu kararını etkileyip etkilemeyeceğini bilemeyiz. Ama eğer mahkeme kapatma yönünde bir karar alacaksa, seçim sonuçlarının etkisini azaltan, hatta sıfırlayan bir toplumsal ve siyasal meşruiyet zemine ihtiyaç duyulduğunu tahmin edebiliriz. Bu tutuklama operasyonu tam da bu imkanı vermiyor mu? Bir kez daha, süren bir davada konjonktürel gelişmelere bağlı olarak bir "balans ayarı" mı yapıldı sorusu boğucu ağırlığıyla ortada duruyor. Diyarbakır Ticaret Odası Başkanı, durumu bir cümlede özetliyor: "PKK"nın siyasallaşmasından değil, DTP"nin silahlanmasından korkun". Böyle diyor ama bugün gene Kürt sorununda çözümsüzlüğü, çatışmayı, bastırma ve inkâr politikalarını "terörle mücadele" gerekçesi altında empoze etmeye çalışan bir el, bu oyunu yeniden kurmaya çalışıyor. Kürt sorununu Sünni Müslüman kimliği üzerinden ve milliyetçi Türklerin arzuladığı şekilde çözmenin mümkün olmadığını görenler, sanki geleneksel inkâr ve baskı politikasına dönüş yolunu hazırlıyorlar. DTP"nin kapatılması için uğraşanlar; parlamentoya girdiği günden beri, PKK"yı lanetleyen bir tavır alması için DTP"yi zorlayanlar, PKK"nın silahlı mücadeleye devam etmesinin gizli destekçileri ve zımni müttefikleridir. Türkiye"de Kürt sorunu, DTP"nin ve yasal siyasal alanda kimlik tanınması mücadelesi veren diğer Türkiyeli Kürtlerin evrilmesinden önce, Türkiye"de kendini güçlü ve egemen olarak görenlerin zihniyet dünyasında, Kürtlerin eşitlik talebi kabul gördüğü gün çözülmeye başlayacaktır. Ahmet İNSEL - Radikal
  21. Bir baba çocuğuna güvenmez ve ona hiç bir hak tanımazssa o çocuk babasından soğur ve ayrılmak ister.babanın çocuğuna onu sevdiğini ve ona güvendiğini göstermesi gereklidir bunu unutmayın.... saygılarla....
  22. ALMANlaşmaya almanlaşır ingilizleşir yada fransızlaşır ama kürt kelimesine bile düşman olunur maalesef,daha geçen hafta ç.kale şehitlğini gezdim,inanınki ordaki şehitlerimiz kalksa suratımıza ...... türke kürtten küde türkten başka dost olmaz bu coğrafyada unutmasın kimse....
  23. Kraliçe neden geldi? Kraliçe Elizabeth, 37 yıl sonra Türkiye’ye neden geldi? İşin özeti Kraliçe şu bağlamda turistik gezi ve Kuran dinlemek için gelmedi. Kraliçe Elizabeth, Büyük Britanya’nın, Birleşik Kraliyet Devleti’nin hem de Anglikan Kilisesi’nin sembolüdür. Fakat İngiltere’nin politikalarını iktidardaki hükümet, Başbakan ve Dışişleri Bakanı tespit eder, uygularlar! Kraliçe kendi hükümetlerinin telkiniyle, AKP’yi iktidarda tutmak, Türkiye’yi kendi çıkarları için elde tutmak için geldi. Kraliçe , 37 sene önceki gelişinde, o zamanki ortamda Bursa’ya gidip Kur’an dinlemek istememişti, başörtüsü örtmemişti! Bugün ortam başka; maksat Türk halkını Kraliçenin kişiliğini kullanarak, İngiltere’ye yaklaştırmak ve bu yoldan da AKP Hükümetini desteklemek. TIMES gazetesinin yorumu şöyle “Seçilmiş Tayyip Erdoğan hükümetinin yaşatılması Batı (İngiltere) için hayatî önem taşımaktadır.” Şayet Erdoğan Hükümeti ordu veya yargı organları tarafından alaşağı edilirse, dünyanın başka yerlerindeki Müslümanlar ‘ılımlı olmanın faydası yok; çünkü demokrasi bizi kabul etmiyor, iktidar olma imkânını bize vermiyor’ derler... Türkiye dünya çapında bir örnek teşkil ediyor. Emekli Büyükelçi Tugay Uluçevik’in yazdığı gibi, İngiltere’nin, AB’nin ve ABD’nin “yüksek çıkarları” için Atatürk Devrimlerinin üzerine sünger mi çekilecek? Oyun hep aynı oyun; özellikle İngiltere’nin tarihte hem “Türk Korkusu” ve bu meyanda kendi çıkarları için Rusya’ya karşı Türkiye’yi kullanmak oyunu! Bu oyuna gelecek miyiz? İngiltere’de iktidar-muhalefet çekişmelerine rağmen sonunda, “tek İngiltere” ve daimi çıkarları vardır. Ya bizde?
  24. Üzerinde çalışılabilecek bir proje, bölmek kasıt ayrı devlet değil,birçok ülkede uygulnan yönetim şeklidir,bakarsınız amerika ortadoğuyu parçalamak istiyor neden?çünkü bu şekilde yönetmek ve daha çok insanı mutlu etmek mümkündür.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.