Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    3.724
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    30

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. Ben böyle bir şey söylemiyorum sevgili Raşit; "Ben sadece "yok mu?" diyerek gerisini sizin algılamanıza bırakıyorum..." Ben sizi '£vrensel' ile baş başa bırakayım... Saygı ve sevgilerimle
  2. Öğrenmek için kanıtları başkalarının sunmasına gerek yok sevgili Raşit; Etrafımıza şöyle göz attığımızda, -Dogmalarımız ve dost edinme konusu ile ilgili- hem de bir çok farklı versiyonlarıyla gözlem yapmamız mümkün... Takla konusuna gelince, böyle bir gereksinime ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum. Doğru bildiğimi her zaman inanarak söylerim... Ama yerinde ve zamanında olmak koşuluyla... Ayrıca siz haklıysanız bunu ifade etmektende çekinmem... Ben sadece "yok mu?" diyerek gerisini sizin algılamanıza bırakıyorum... *** "Mod konusunda..," Gereğini moderatör arkadaşlar yerine getiriyor. Bunun yanında bir misyon üstlenmeden, bizlerde bu konuda üzerimize düşeni ve yeri geldiğinde kişileri hedef almadan dolaylı da olsa hatırlatmalar yaptığımızda, ne haddimizi aşmış ne de bir şeyler için geç kalmış oluruz... "..diye düşünüyorum." sevgilerimle
  3. Olmaz sevgili Raşit; Olmaz çünkü; İddia sizin yanıtlamak ta size düşer... İddia diyorum çünkü; Siz her ne kadar soru olarak sormuş olasanızda ortada böyle bir dogma olmadığını iddia etmiş oluyorsunuz... Bu nedenle bu tür sorulara soruyla karşılık vermenin bir yöntem hatası olduğu söylenemez ... Olmaz çünkü; yazının bütünlüğü içinden o cümleyi alarak, içeriğin anlamını zaten farklı yöne çekmiş olduk... Konu başlığından farklı yönlere sarkmamalı diye düşünüyorum... Saygı ve sevgilerimle
  4. Oturup tekrar konuşmalısınız. Bunun için her ikinizinde hazır olduğu ve fazla zamana bırakmadan bunu karşılıklı çözümlemek zorundasınız. Kaçarak, yok olarak, üstünü örterek sorunu daha da büyütebilir ileriye dönük kişisel psikolojik sapmalar oluşabilir çünkü... Bu kez onunla bir kardeş, bir arkadaş bir abi gibi konuşarak konuyu algılamaya çalışmalı ve ardından onun istediği ve senin kabullenebileceğin şartları değerlendirerek kendi iç muhasebeni yapmalı ve diyaloğuna ona göre devam etmelisin. Karşı tarafın bu abi-kardeş yaklaşımının, farklı bir açıdan bakıldığında duygu sömürüsü olduğunu aklından çıkarma sakın. Bence senin açından işi burada sonlandır... Seven adam modunda kalırsan ya kendini itilmiş, yada reddedilmiş olarak tanımlayacağın için yapacağın hatalar artabilir. Bırak sevgili anlamında olumlu tepkiler gelecekse ondan gelsin... İkiniz açısından da doğru diyaloğu ve ilişikiyi yakalamak önemli. O nedenle daha fazla hırpalanmadan bir an önce çözümler üretmek zorundasın... Erkek gözüyle aktarılabilecekler bunlar... Kadın gözüyle olanı Radya aktarmış zaten... Önemsediğin ve değer verdiğin bir insan olduğu için işin zor... Kolay gelsin...
  5. Yok mu?
  6. Hepimiz adına teşekkürler...
  7. Sevgili Yılmaz; Alıntıdaki cümlende anlatmak istediğini biraz daha açsan diyorum... Arkasında olanların önemi nedir? Bu kağıttan kaplanları tarihin çöplüğünde yar alsın diye origami yapanlar mıdır bunlar.? Yaşamlarını onlara biçilen standartlar çerçevesinde devam ettirenler bu cümleden ne anlamalıdırlar yada ne anlarlar? Origamilerinin önünde ve arkasında olanların önemi, " Sağduyusu ile yaşamına biçim veren, özgür düşünce, eylemleriyle" merkez, ön ve arka çephelere her koşulda karşı duranları ne kadar bağlar? *** Ödenecekse bir bedel, standartlar dahilinde de yaşasan, yapılanlara karşı durarak aykırı da yaşasan, ödenip duruyor zaten... Birileri bedelleri bugün öderken, satandartları yeğliyenler ise ödenecek bedelleri gelecek kuşaklarına taşıyorlar. Çocuklarının, torunlarının, torunlarının torunlarının ödeyecekleri bedeli aymazca göz ardı ediyorlar... Ona dokunmayan yılan bin yaşasın ya, ufacık basit günlük çıkarları zarar görmesin ya, gerisi önemli değil. Onlar adına bedel ödeyenler var ve çıkıyor nasıl olsa ...
  8. Öyle bir cümle kurmuşsun ki sevgili 'Dayı'. Al bu cümleyi özlü sözler literatürüne ekle... Konficyus'un sözleri gibi yani.. Doğru söze nedir ki Yan yan bakıp, geri geri kaçanlara hatırlatılır. Saygılar sevgili 'Dayı'...
  9. GeceKuşu

    İdam Cezası

    Efendim, ben idam cezası mantıksız falan demedim ki. '' İnsani değil '' dedim. İnsani olmayan bir şey nasıl mantıklı olabilir ki? İnsani olmayan bir şeyi hangi mantık süzgecinden geçirirsek "İnsani değil ama Mantıksız da değil" diye bir sonuca ulaşabiliriz? Bana pek mantıklı gelmedi doğrusu... Saygı ve sevgilerimle
  10. Sevgili 'Ulaş_82'; Kitap ,internette hem yayınlandı hem de Can dündarın ve facebook da "İmamın Ordusu" sayfasından bulabilirsin... İnternette kitabın gerçek olmayanınıda yayınlıyorlar. Güvenilir ve gerçek olanı yukarıda bahsettiklerimde bulunuyor. *** Herkese okumasını tavsiye ediyorum... Gerçeklerin duyulmasını istemeyenler tarafından Ahmet Şık'ın ve diğerlerinin neden böylesine bir baskı altında olduğunu kitabın taslağını okuduktan sonra daha iyi anlayacaksınız. Kitapta Saidi Nursinin ölümünden sonra yaşanan iç çekişmeleri, cemaati ele geçirme mücadelesi içerisinde, yazıcılar, okuyucular arasından Fetullah Gülenin nasıl sıyrılarak kim ve kimlerin desteği ile bugünlere gelindiği tüm detaylarıyla anlatılıyor. Nurcularla Siyasi iktidarlar ve Partiler arasındaki işbirliğini, 1960,1971,1980 darbelerinde nasıl pozisyon alıp her dönem ilişkilerini nasıl düzenlediklerini. Çok ilginçtir ki bugün darbelerin bir numaralı karşıtı olan cemaatin o dönemlerde yapılan bu darbeleri nasıl övüp bilikte pozisyon aldıklarını okuyup, kavrayıp anlayınca bugünlerde yaşananları daha iyi değerlendirebileceksiniz. *** Kitap anlatılan gerçeklerin ışığında bugün yaşanan Derin devlet ilişkileri ve kitabın içeriği bir tek Fettullah Gülen ve onun cemaatini bağlamıyor... Kitapta, Fettullah Güleni ve nur cematini vitirine taşıyan güçlerin kim ve kimler olduğu da anlatıldığı için Gülen Cemati ile birlikte perde arkasında olan diğer derin güçler ortalığın tozunu atıyorlar... Özetle, Bu kadar kapsamlı operasyon yapması Cemaatin tek başına başarabileceği bir şey değil. Bu karmaşık ve derin devlet adlandırmasıyla birbirlerini sürekli kullanan çevrelerin bir çatışması aslında bu yaşananlar. İşi bitenin bir diğerini, gücü paylaşmak istemiyenin geçmişte gücü elinde tutanı devre dışı bırakma, öteleme, yok etme kavgası bu... Kitabın satır araları ve bütününde ele alınan detayları biraz zekanızı, biraz sağduyunuzu katarak okursanız ne demek istediğimi anlaşılacağından eminim... *** Gerçek şu ki; Zor ve yasaklar asla gerçeklerin gizlenmesini sağlayamıyor. Bunu bu yolla başarabileceklerini sananların sığ beyinleri bu gerçeği ne zaman kavrayacak bilinmez. İnsanlık tarihi boyunca hiç bir güç insanlığın gelişmesinin ve öğrenmesinin önünü kesemedi, bugün mü kesecek neden akılları almıyor ki?.. Siyasi rant ve hükmetmenin çıkar ilişkisi içinde olanların gözünü Erk, hırs ve para kör etmiş de ondan mı demeliyiz sizce?
  11. GeceKuşu

    AYKIRI SORULAR

    *** ‘Edep’ ve ‘Edepsizlik’, ahlaki kavramlar olmasına karşın, siyasetini dini ve ahlaki bir söylem üzerinden yürüten iş başındaki AKP iktidarı tarafından siyasallaştırılarak kendini eleştiren muhalefet sözcülerine, gazete yazarlarına, hakları için gösteri yapan işçi ve öğrencilere... Tehditvari bir ses tonu ve yaklaşımla “edepli olun, edepli!” diye karşılık vermekte... Oysa gerçek anlamda insani değerlerin öne çıktığı ahlak kavramına göre; “Asıl edepsizlik, edepli ahlâklı görünüp, tam tersini yapmaktır”. Ahlakı siyasallaştıranların söylemlerine ve ne yaptıklarına baktığınızda gördükleriniz karşısında şaşkın maymuna dönersiniz. *Dinci yazarlardan biri küçücük kıza tecavüz etmiştir; ama dini, imanı ve ahlakı dillerinden düşürmeyen kendi camiası olanları görmezden gelirler… *Ahlakı ve dinsel argümanları siyasi olarak kullanan iktidarın yönetimindeki devletin resmî sağlık organlarının saldırganı korumak için, “tecavüze maruz kalan kızın ruh sağlığı bozulmamıştır” diye rapor bile düzenlediklerini görüp isyan edersiniz. Ahlakı siyasallaştıran AKP milletvekillerinin bazılarının, asıl eşlerine ek olarak imam nikâhlı eşler edindikleri gerçeğiyle yüz yüze gelirsiniz. Vay be dersiniz ardından.., “Bunlar vatansever, dindar ve edepliyse eğer, ulan galiba ben vatan hainiyim, edepsizim, ahlâksızım!” diye düşünmeye başlarsınız!.
  12. GeceKuşu

    Kaybedenler Kulübü..

    'Kaybedenler Kulübü'nde aykırı, eğlenceli, başkaldırı dolu hayatlara sahip, iki radyo programı yapımcısının hayatlarını beyaz perdeye aktarıyor. Başrollerini Nejat İşler, Yiğit Özşener ve Ahu Türkpençe’nin paylaştıkları filmde, onlara İdil Fırat, Rıza Kocaoğlu ve Serra Yılmaz eşlik ediyor. Fikri, Mehmet Ada Öztekin’e ait olan filmin senaryosu Tolga Örnek ve Mehmet Ada Öztekin tarafından yazılmış. FİLMİN ÖYKÜSÜ Alternatif kitaplar basan bir yayınevinin sahibi olan Kaan (Nejat İşler) ile Kadıköy’de bar işleten, çok sıkı bir plak ve efemera koleksiyoneri olan Mete (Yiğit Özşener), 90’lı yılların ikinci yarısında, sanki bir yerde oturmuş konuşuyorlarmış ve kimsenin bundan haberi yokmuş gibi bir radyo programı yapmaya başlarlar. Yaptıkları program zaman içinde hem onların hem de dinleyenlerin hayatını değiştirecektir. Programın şöhreti hızla yayılırken Kaan ve Mete eski hayatlarına aynen devam ederler. Hergün başka kadınlarla yalnızlığını gidermeye çalışan Kaan, aradığı aşkı Zeynep’de (Ahu Türkpençe) bulur ve bu aşkı tutkuyla yaşamaya çalışır; aralarındaki hayat görüşü farklılığına rağmen... Bu arada herkesin 'kendi kaybını' bulduğu 'Kaybedenler Kulübü', toplumun farklı kesiminden insanları biraraya getirerek adeta bir 'ortak mahalle' de buluşturur. Kendi yalnızlıklarıyla bile dalga geçen, sisteme her gün başkaldıran, hayatın kıyısında yaşayan Kaan ve Mete’nin renkli hayatlarını yansıtan programın tutkunları, 'Kaybedenler Kulübü'nün üyeleridir artık. *** Film, ismini ve konusunu İstanbul’da yayın yapmakta olan Kent FM adlı radyoda doksanlarda yayınlanmış bir radyo programından alıyor. İnternette yapılacak kısa bir araştırma ile bu programın zamanında hayli tutkulu bir dinleyici kitlesine sahip olduğunu anlamak hatta programın kayıtlarına bile ulaşmak mümkün. Gerçek hayatta da tıpkı filmde olduğu gibi programı Kaan ve Mete isimli iki “kanka” sunmuşlar. Filmde, sigara dumanı ve alkolle tütsülenmiş, merkezinde “pompalanma” potansiyeli olan dolayısıyla gecenin müstakbel partneri olabilecek “verici”, “hoppa” ve “aptal” kızlara yapılan çağrıların olduğu serbest çağrışımlar üzerinden yürüyen absürd lakırdamalarını; snobizmle malul cümle zevata kibirli ve nihilist bir alay malzemesi olan arabeski, fallus fetişizmine dönen Rock-ın Roll’u üzerimize kusmakla tabu devirdiklerini zanneden iki çakma anarşist var karşımızda. Gömleklerinin üzerinde “looser” yazan, donla sundukları programı arayan herkese “sizinle daha önce yatmış mıydık?” diye soran, “Kadıköy' ün asabi martılarına, montana çetesine, şehrin tüm kötü çocuklarına selam” yollayarak kapattıkları programın çıkışında Harley-Davidson marka mütevazi vesaitlerine binip salaş bir köftecide akşam yemeklerini yiyen sonra da tüm dinleyicilerine takdir ettirdikleri seks hayatlarının gereği olarak akşam ganimetlerini “pompalamaya” başlayan iki “kaybedendir” Kaan ve Mete. Kaan kimsenin okumadığı kitapları basan, aylık kirasını güçlükle denkleştirebilen bir kitabevinin sahibidir. Arada hiç de gözden kaçmayan bir kibirle bu duruma dertlenmekte ama serde mazoşizm olduğu için balık bilmezse halik bilir makamında tüm bu dertlere sepet havası çalmaktadır. Hayvanların cinsel hayatı konulu belgeselleri izlemekten insani vasıflarını kaybetmiş bir ev arkadaşı ile salonunda son derece değerli olduğu her fırsatta tüm misafirlerin gözüne sokulan bir halının serili olduğu dağınık bir evde yaşar. Ancak yatak odasındaki sade ve modern çizgiler gözden kaçmaz. Bol geyikli, dumanlı ve alkollü bir gecenin sonunda eve geldiğinde salondaki bezgin hayaletle selamlaşma ve hal hatır sorma mastürbasyonunu, dişiliği haricinde kendisi için hiçbir önemi olmadığını her fırsatta hissettirdiği partneri ile başka bir boyutta devam ettirmek üzere yalnız ve güzel odasına çekilir. Bu döngü durmadan tekrarlanır durur. Şiirler, romanlar, nadide eserler basar. Tekini okuduğunu görmeyiz ama okumayanlardan durmadan şikâyet eder. Bu işi tam bırakacakken kurtlar vadisinden fırlamış dervişimiz Kuşbeyin, öbek öbek mumlarla döşeli loş fakirhanesinde fukara bir cami bakıcısının tutkuları sayesinde nasıl olup ta İstanbul’un en güzel manzarasını görme şansına sahip olduğunu anlatır. Hisli “kaybeden” Kaan’nın gözleri dolar, muhtemelen aklına gerçekçi ol imkânsızı iste sözü gelir! Yaşlı gözlerle elini göğsüne götürür başını eğer, “Eyvallah” der. O an çok mutlu olur, birisi içindeki derinliği fark etmiştir. Bir örnek yaşadığı İstanbul gecelerinden birinde Zeynep ile tanışır. Zeynep kendine ne iş yapıyorsun diye soranlara mimar olduğunu bir Amerikan şirketinde çalıştığını vurgulamadan söyleyemeyen ana baba kuzusu bir iş kadınıdır. Her ne hikmetse aktığı bir gecede kendini tez elden Kaan’ın koynuna atmayarak ne kadar farklı bir kadın olduğunu göstermiştir. Duman gibi bir kızla karşılaştığını düşünen Kaan âşık olur. Kirli sakallı yalnız kovboyumuz Harley Davidson cinsi atının terkisine döpiyesli, her kaynananın düşlerini süsleyecek kadar masum, hanım hanımcık sevgilisini atar ve gecelere birlikte akmaya başlarlar. Mete birlikte olduğu kadınlara aralıklı olarak senin adın neydi diye soran ama cevabını dinlemeyen bir gece kuşudur. Mete de Kaan gibi meteliğe eyvallah etmez ama bir süre sonra bu halin yokluktan değil bolluktan olduğunu anlarız. Çünkü boğaza nazır bir evde yaşayan rafine zevkleri olan burjuva entelektüeli bir annenin haşarı ama zeka küpü oğludur. Mete’nin adını bildiği tek kadın annesidir. Birbirlerine armağan ettikleri kitaplardan ezbere bölümler okurlar. Gözler uzaklara bakar, sesler derinleşir kimsenin göremeyeceği ve sezemeyeceği bir ahenkle ruhlarını ve akıllarını titreştirirler. Annesi çocuğunun hayattaki duruşu ile koynundaki duruşu arasındaki açıyı görmezden gelir. İnsanların konuşamadıklarını konuşan oğluyla gurur duyar, ona duyulan hayranlığı buna bağlar. Tabi ki Mete evladımızın geçimini nasıl sağlayacağı konusunda seçeneklere sahip olma lüksü vardır. Efemera dükkânı açmak ister, annesinin maddi desteğini kabul etmez. Tüm burjuvalar gibi çalışmaz ama geçinebilir. Nereden bulduğunu anlayamadığımız bir para ile hayalindeki dükkânı açar. Bu iki kafadar her bunaldıklarında tüm benzerleri gibi Olimpos’a gitmek isterler. Oysa istedikleri İstanbul’daki hayatlarını daha dingin bir dekorla yeniden sahnelemektir. İntihara kalkışan genç ile konuşmaya tenezzül etmezler ama program çıkışına gelen üyeler ile âşık olduğu kadını bekletmek pahasına da olsa saatler geçirirler. Kendi kazançları için kaybedenlerin adını, duruşunu, hüznünü, itirazını pervasızca kullanırlar. Kaybedenlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmaması onlar için geyik mevzusudur. Kaybedenler ile kaybedenler kulübünün üyeleri asla yan yana gelmezler. Kaybedenlerin yalnız olduğuna hükmedip yalnızlar partisi organize ederler, nedense hiçbir kaybedenin orada harcayacak parası yoktur. Birileri kaybeder birileri kulübünü kurar ona da kafadan kopartan Yıldo’yu onursal başkan yapar. İnsanın kaybeden sayılması için öncelikle kaybedilecek bir şeylerinin olması gerekir. Kaybın ertesinde hissedilen boşluğun sınırlarını kaybedenin kaotik arayışları, ortaklaşılan yası çizer. Yukarda kabaca profilleri özetlenen bu iki arkadaşın neyi kaybedip hangi boşluğa yuvarlandığını anlamak mümkün olmadığı için üzerimize bol kepçeden boca ettikleri “çok yalnızız lann…” öğürtülerini tutulan yastan ziyade muzdarip oldukları çene ishalinin bir semptomu olarak değerlendirmek gerekir. Ortada kayıp, kaybeden, boşluk, yas yoktur ama kaybedenlerin akli, vicdani ve ahlaki emeğini kendine sermaye edip sömüren, elde ettiği artı değerle şöhret ve seks satın alan tüccarlar vardır. Kaan ve Mete’nin yüzlerindeki kaybeden maskesini kazırsanız altından salyalı ağızları ile sırıtan kodaman tüccarlar çıkacaktır. ***
  13. Atatürk'ün AKP'ye vasiyeti: modern hilafet! Bir süredir yandaş ve yalaka basının kalemşorları AKP iktidarı sayesinde Türkiye'nin Arap ve islam alemine model olduğundan coşkuyla söz ediyorlar: "Yıldızı pırıl pırıl parlayan bir ülkeyiz. Daha bugünden Türkiye'nin bölgesel süper güç olduğunu bütün dünya tasdik ediyor. Türkiye modelinin cazibesi ile boydan boya ayaklanan, bize benzemeye çalışan Arap dünyası bu cazibenin açık delili değil mi?" Bu satırların yazarı Mümtaz'er Türköne gibileri tescilli sağcıların laflarına alışmıştık da zaman zaman Marksçılık ve solculuktan bahsetmeye devam eden Serdar Turgut gibi acemi yalakaların kendilerini iktidara yarandırmak için ortaya attıkları yeni zırvalar her şeyin üstüne tüy dikmiş durumda. Bilmediği konulara cahil cesaretiyle bodoslama dalan Turgut, okuduğu eski TBMM tutanaklarından birisinde hilafetin kaldırılması sırasında Mustafa Kemal'in yaptığı bir konuşmaya sazan gibi atlıyor. Bu konuşmada diğer şeylerin yanı sıra Mustafa Kemal şunları da söylemiş: "Bundan sonra makamı hilafetin Türkiye devleti için ve bütün âlemi İslam için ne kadar feyizkâr olacağını da istikbal bütün vuzuhuyla gösterecektir." (Salondan inşallah sesleri.) Bu büyük keşfin verdiği coşkuyla kendinden geçen Turgut, hilafet makamı ile AKP'nin yeni emperyal vizyonunu ustalıkla şöyle birleştiriyor: "Sevgili okurlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun bahsettiği o istikbal bugündür. Türkiye Cumhuriyeti dün anlattığım gibi hilafeti hiçbir zaman kaldırmadı, sadece halifeyi değiştirdi. Hilafet makamı TBMM bünyesinde bugüne kadar tekrar görev alacağı günü beklemektedir. Dünyanın ve Türkiye'nin gidişatı, o günün artık çok yaklaşmış olduğunu göstermektedir. Ülkemizin kurucusu büyük devlet adamı, o günlerde bugünleri net biçimde görmüş ve gelişmeleri tahmin etmiştir. Bu yaşanan değişim artık kaçınılmazdı ve AKP'nin şansı doğru zamanda, doğru yerde ve doğru duruşla bulunmak olmuştur. Tarih Türkiye'ye bir misyon yükledi. Türkiye, bölgesinde lider ülke olmak zorunda ve bunun uygulayıcısı da tarihi şansı nedeniyle AKP olacak. Türkiye, Atatürk'ün de dediği gibi modern hilafeti yakında devreye sokacak. Ben bunun Cumhuriyet'in ilanının 100. yıldönümünden önce, yani 2023'ten önce olmasını bekliyorum. Evet dünyada bir eksen kayıyor ama Türkiye'ye doğru kayıyor." (Serdar Turgut, Atatürk'e Göre AKP'nin Tarihi Misyonu, 26 Şubat 2011, Habertürk-) Mustafa Kemal'in saltanat kaldırılmadan iki üç gün önce mecliste sultan ve Osmanlı hanedanına coşkulu övgüler düzdüğünü Turgut bilmiyor herhalde. Dahası onun Anadolu'ya çıkabilmek için İngilizlere, İtalyanlara ve sultana yazdığı dilekçelerden ve rica mektuplarından da haberi yok anlaşılan. Bunlara bir göz atsa, o mektup ve dilekçelerdeki saygı ifadeleriyle verilen sözleri okusa Turgut'un neler düşüneceğini Allah bilir! O metinlerin düz anlamlarından yola çıkarak Mustafa Kemal'i bir kalemde İngiliz veya İtalyan ajanı ya da sultanın Anadolu'daki sadık temsilcisi sayması işten bile değil. Mustafa Kemal gibi politikanın kurdu olmuş, aynı anda on ipte oynayan, çok değişik kesimlerle geçici, karmaşık ve çok yönlü ittifaklar kurabilen, alabildiğine pragmatist tarihsel bir kişiliğin konuşma ve yazılarından herkesin kendi işine yarayacak malzeme bulması kolaydır. Ancak velev ki konunun bu yönü gerçek olsun! Mustafa Kemal'in saltanat ve hilafet konusundaki ciltler dolusu görüşlerini bir yana bırakarak velev ki Turgut'un yorumun yüzde yüz doğru olsun. Mustafa Kemal'in bir sazan gibi böylesi ham hayalleri savunduğunu kabul edelim. Bunun anlamı ne olabilir? AKP modern hilafeti devreye sokacak da bütün islam alemi kuyruğa girip Türkiye'ye biat mı edecek? Neden etsin? Daha geçenlerde Kaddafi'nin oğlu Libya'yı "İtalyanlara ve Türklere bırakmayacaklarını" söyledi. Daha sonra anlaşıldı ki adam bugünkü Türkiye'yi kastetmiyor. O deyiş kendi dillerinde sömürgeciliği ve işgali betimleyen bir atasözüymüş! Geçenlerde bir gazeteci eski dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayan'ın şu sözlerini aktarıyordu: "Batılı devlet adamları ve diplomatlar karşısında rahat rahat oturur, konuşurum. Ancak Arap yetkililer karşısında mutlaka ceketimin önünü ilikler, ayak ayak üstüne atmamaya dikkat ederim. Çünkü onlarda bize karşı büyük bir hassasiyet vardır. En küçük bir hareketimizi kötüye yorabilirler." Neden? Çünkü Araplar Türklerden çok çekmiştir de ondan!... Ama bu da önemli değil... Velev ki bunu da es geçelim. Kabul edelim ki bu denilenler doğru değil ve Araplar Türklere karşı sıcak ve samimi duygular besliyor. Yine de Turgut'un zırvalarının hiçbir geçerlilik ihtimali yok. Neden yok? Birincisi, İslam anlayışında halife olmanın koşulları bellidir. Erkek, köle değil özgür, aklı başında, müslüman ve en önemlisi peygamberin soyu Kureyş kabilesinden olmak! Dolayısıyla bütün müslümanlarca benimsenen ilk dört halifeden sonrası hiçbir zaman bütün müslümanları kucaklayamamıştır. Dolayısıyla genel bir etkileri olmamıştır. Ne Abbasi halifeleri ne de Emevi halifeleri üstelik de Kureyş soyundan olmalarına rağmen bunu başaramamıştır!... Zaten bir süre sonra, 9. Yüzyıl'la birlikte Abbasi sarayına köle asker olarak gelen Türklerin etkinlik kazanmasıyla islam devletinin ve halifeliğin altı oyulmaya başlamıştır. Abbasilerin son döneminde halifeler artık birer siyasi kukladan başka bir şey değillerdi. İktidara geçen hiziplerin meşruiyet aracı olarak kullanılan göstermelik vitrin konumuna inmişlerdi. Nitekim Bağdat'ta geçerli bir söz bunu kanıtlıyordu: "Kimin halife olacağı, Türklere bağlıdır!" 11. Yüzyıla gelindiğinde halifelik artık içi boş bir kabuktan başka bir şey değildi. Nitekim 70 yaşındaki Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, kendisine gerekli prestijli lakapları zamanın halifesinden tehditle almıştı. Daha sonra bununla yetinmemiş kendisine gencecik kızını vermeyen halifeye karşı Bağdat'a yürüyerek ona gözdağı vermiş, halifenin kızını zorla nikahına alarak, kendisini zorla halife damadı yapmıştı!... 12. Yüzyıl'da halifelik makamının etki ve gücü artık neredeyse hiç kalmamıştı. En yetkin İslam tarihçilerinden birisi olan Barthold, 12. yüzyıldaki Samanileri anlatırken şunları yazıyor: "Devletin başında Allah'a karşı mesul olan otokratik hükümdar vardı. Gerçekten Bağdat'ın (halifenin) gözünde Samaniler ancak emir (vali), "emir-ül mümin'in mevalisi" (hizmetlisi) veyahut "amil" (vergi tahsildarı) oldukları halde, kendi ülkelerinin bağımsız hükümdarları oldukları şüphesizdir. Taht için yapılan mücadeleler esnasında bazen her iki taraf da menşur için halifeye başvururlardı. Halife Samanilere rakip olan Büveyhilerin tahakkümü altında bulunduğundan bazen de asilere menşur gönderdiği olurdu. Bu kavgalar halife tarafından gönderilen menşurdan dolayı hak iddia edenlerin taraftarlarının sayısının bir dereceye arttığına veyahut herhangi bir tesiri olduğuna dair hiçbir delil yoktur." (*1) Osmanlı tarihinin yaşayan en büyük ustası Halil İnalcık, Osmanlılardan çok önce bütün Müslüman hükümdarların artık kendilerini halife ilan ettiklerini şöyle belirtiyor: "I. Selim Suriye ve Arabistan'ın imparatorluğa katarak islam dünyasının sınırlarında yalnızca bir gazi sultan değil, aynı zamanda Mekke ve Medine'nin hamisi ve hac yollarının koruyucusu oluyordu. Bu, o zamanlar her müslüman hükümdarın kullandığı halife ünvanını taşımasından daha anlamlıdır." (*2) Dolayısıyla milliyetçi ve Türk-islam sentezcisi vavelacı ve hamaset düşkünü sığ tarihçilerin bağıra çağıra ilan ettikleri ve Turgut gibi cahillerin de bilip bilmeden üzerine atladıkları halifelik makamını I. Selim'in Osmanlı başketine taşıması gibi bir şey söz konusu değildi: "I. Selim, hilafetin simgeleri sayılan peygamberin kutsal eşyalarını İstanbul'daki sarayına göndermişse de, Abbasi halifesi el-mütevekkil'in halifeliği Selim'e devir ettiği ya da Selim'in geleneksel anlamda bütün islam dünyasının halifesi olduğunu iddia ettiği doğru değildir. Sünni öğretiye göre halife peygamberin kabilesi Kureyş'ten olmalıydı. Üstelik bütün islam ümmeti için tek bir halife kavramının 13. yüzyıldan beri hiçbir anlamı kalmamıştı." (*3) İyi ama Kanuni Sultan Süleyman'ın "halife" ünvanını açıkça kullandığı da mı yalan? Konunun en iyi uzmanlarının başında gelen İnalcık'ın buna yanıtı şöyle: "I. Süleyman, "yüce hilafet"te hak iddia ettiği ve "halifetü'l-müslimin" ünvanını kullandığında, yalnızca İslam hükümdarları arasındaki üstünlüğünü ve islamı koruyuculuğunu vurgulamak istemiştir. Osmanlı sultanları hep gazi sultan olarak kalmışlardır." (*4) Allah allah, iyi ama II. Abdülhamit'in halifelik konusunda birçok girişimi olduğu, bu konuda bir sürü gürültünün koptuğu da mı doğru değil? Bunlar doğru ama anlamı ve amaçları farklı: "Şeyhülislamlık kurumunun I. Süleyman döneminde devlet kurumlarının en saygın ve yükseklerinden biri aşamasına yükselmesi yönetim biçiminin 'islamileşmesi'nin göstergesiydi. Osmanlılar sultanın artık en büyük sünni hükümdarı olarak tüm müslümanların halifesi kabul edilebileceğini savunuyorlardı. Yine de bu ünvan çok daha sonraki yıllarda ve çok farklı koşullarda, 19. yüzyıl sonlarında pan-islamist bir politika geliştirilene kadar resmi olarak benimsenmemiştir." (*5) Nitekim II. Abdülhamit'in bu Pan-islamizm numarası tutmadı ve sonuç kocaman bir başarısızlık oldu. Daha sonra yıkılan imparatorluğu kurtarmak isteyen bürokrasi, askerler ve Osmanlı münevverleri arasında Osmanlıcılık, Pan-islamizm ve Türkçülük arasında kıyasıya tartışmalar oldu. Meraklısı bunları Yusuf Akçura'nın "Üç Tarz-ı Siyaset" eserinden okuyabilir. DİPNOTLAR[/b] *1 - Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Vasiliy Viladimiroviç Barthold, Kervan Yayınları, 1981, İstanbul, sf. 288-89. *2 - Osmanlı İmparatorluğu: Klasik Çağ (1300-1600), Halil İnalcık, YKY, 2003, İstanbul, sf. 63. *3 - Age. *4 - Age. *5 - Kanuni ve Çağı, Ed: Metin Kunt-Christine Woodhead, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002 İstanbul, sf. 25.
  14. Bu gece internette dolaşırken Serdar Turgut'un -25 Şubat 2011- tarihli HaberTürk'de yazdığı aşağıdaki " Atatürk'ün gizli vasiyeti ve AKP'nin tarihi misyonu" yazısıyla karşılaştım. Nasıl olduysa günlük yaşamın yoğunluğu içinde benim gibi diğer forumdaşlarında gözden kaçmış... Okuduktan sonra tarihsel gerçeklerin yalakalık yapmak adına nasıl çarpıtıldığının bir örneği olan Serdar Turgut'un bu yazısını burada gündeme almak istedim... Yazılanları okuduktan sonra biraz olsun tarih kitaplarının sayfalarını çevirmiş, tarhisel akışın farkında olanların, içinde bulunduğumuz süreç içinde yaşananların ne olduğunu algılayanların şöyle dediklerini duyar gibi oluyorum... Turgut gibi cahil yalakalara yapılması gereken acil tavsiye, tarih üzerine konuşmayı bırakmalarıdır. Çünkü; Alemi kendine bu biçimde güldürmenin bir yalakaya ne gibi bir yararı olabilir ..! Neden mi böyle diyorum?.. Aşağıdaki iletide Arşiv Faresinin, Serdar turgut'a bu yazısı üzerine verdiği yanıtı okuyunca bu ifadelerin az ve çok hafif kaldığını daha da iyi anlayacaksınız.
  15. GeceKuşu

    İşçi Çocuğu

    Çocuktum, işçi çocuğuydum. Belki on günde bir, belki daha da seyrek yirmi beş kuruş verirdi anam; git kıyma al derdi. Bir koşu gider alırdım. Çocuktum, hep ama hep açtım, aç kediler gibiydim, bahçede beklerdim, pişen etin kokusunu duyardım, mahalledeki çocuklar da bizim evde pişen etin kokusunu duyardı. Ben o gün onlardan farklı hissederdim, iyi hissederdim, o gece tok yatacağımı bilirdim. Dumanından başım dönerdi, kokusundan aklım karışırdı, kulağımı anamın sesine sabitlerdim, her sesi o sanırdım, her sesi ona yorardım, sonunda anam bağırırdı,” geeel et soğuyacak”, gelmek ne demekti, uçardım uçar… Çocuktum, işçi çocuğu, babam demiryolu atölyesinde çalışırdı, aylığı altı liraya. Sabahın ayazında yola çıkardı. Tüm şehir aynı saatte uyanır; tüm şehir onunla birlikte yola çıkardı. Sur düdüğü çalardı sabah beş otuzda. Biz çocuklar öyle derdik. Anam gülerdi. “Sur öteki dünyada çalacak" derdi. Öteki dünyadan babalarımızı çağırıyorlar diye düşünürdüm. Mahzunlaşırdım. O karışıklıkta babamı kaybedersem ne yaparım diye telaşlanırdım. Babam giderdi. Ben arkasından giderdim. Geri dönmeyecek sanırdım. “Akşam gelecek” derlerdi. Ben akşamları kapıda beklerdim. Diğer çocuklar da beklerdi. Tüm çocuklar babalarını beklerdi. Başlarında kıl kalpaklarla gelirlerdi babalarımız. Gözleri ağızları ve burunları açıkta kalırdı. Burunlarından buzlar sarkardı. Kuzine soba fayda etmezdi. Anam çok soğuk günlerde su ısıtırdı. Leğene kordu. Babam ayağını sıcak suya daldırırdı. Babama çok özenirdim. Ben de ayaklarımı leğene sokardım. Kıllı ayaklarıyla küçücük ayaklarımı itelerdi. Ayaklarımızı boğuştururduk. Ben çok gülerdim. O da çok gülerdi. Anam kızardı, kilimleri ıslattın derdi. Anamı o yüzden sevmezdim. Babamı severdim. Babamı çok severdim. Çocuktum. İşçi çocuğu. Dökümhanede çalışırdı babam. Dökme demirin sıcağı kadar sıcaktı babamın yüreği. Ayda bir iş tulumunu getirirdi anama. Tulumu temizlemek için üç gün uğraşırdı anam. Üç gün fırçalardı. “Tulum böyle olursa ciğerleri ne olur” derdi. Babamın öksürük nöbetlerinde uyanırdım. Ciğerinden korkardım. Korku ne demek ki çok çok korkardım. Bir gün “baba” dedim! “Sen ölecek misin?”dedim. Dudağımı büzdüm, ağladım! O da ağladı. Sarılıp sarılıp ağladı. Babam, buğday benizli babam… Aslan yürekli babam… Ciğeri delik babam… Çocuktum. İşçi çocuğu. İki öğün yemek yerdik, uzun geceler uykuya doyardık. Erken yatırırdı anam. “Elektrik pahalandı” derdi. Oturunca çok acıkırdık. Ekmeği çok isterdik. “Ekmek yetiştiremiyorum” size derdi. Suçlanırdık. Ağzımızı musluğa dayayıp su içerdik gardaşımla beraber. Sonra sırtüstü yatardık. Göbeğimizi sallardık. Karnımızdan şlap şlap su sesleri gelirdi. Çok gülerdik. Gülmekten karnımız ağrırdı. Anam terlik fırlatırdı. Bu sefer daha da çok gülerdik. Gülmekten yorulur uyurduk. Uzun kış gecelerinde bazen aç köpeklerin uğultularını paylaşırdık. Aç köpeklerin kaderine yanardık. Kışı hangisinin çıkaramayacağını hesap ederdik. Paylaşacak bir öğünümüz olsaydı derdik. Bir öğüne inince yaşamayacağımızı bilirdik. Oysa yaşamaya kurguluyduk. Öyle de yaptık, yaşadık… İşçi çocuğuydum. Sendikaya yazılmıştı babam. Sait’in babası da yazılmıştı. Dedem çok kızmıştı babama. “Devlete karşı gelinmez” demişti. Babam da ona kızmıştı. “Alın terimin karşılığını istiyorum, çocuğumun rızkını istiyorum” demişti. Dedem “köpeoğlusu rızkını Allah verir demişti”. Babam kızmıştı. “Vermiyor işte Allah, sendika verdirtecek” demişti. Dedem babama küsmüştü. “Ölüme gelmesin” demişti. Öyle olmadı tabi. Hasta olur olmaz çağırdı babamı. Babam doktor getirdi eve. Doktor, ciğeri şişmiş dedi. Dedemin yakında öleceğini söyledi. Doktora işçi parasıyla kazandığı paradan verdi babam. Babamın koskoca doktora para vermesinden çok gururlanmıştım. Sendikanın iyi bir şey olduğunu düşünmüştüm. Yalnız paranın neden verildiğini anlamamıştım. Dedem ölecekse biz niye o doktora paramızı vermiştik? İşçi çocuğuydum. Altı yaşında işçi çocuğuydum. Yaşarken tüketmeyi öğrendim. Gidenin ardından bakmayı öğrendim. Kahretmeyi, küfretmeyi öğrendim.. Önce babam gitti. Babam giderken Miço ardından gitti. Babamın gittiği geceydi unutmam. Miço sabaha kadar ağladı. Camı tırmaladı. İçeri alın diye gözlerinden yaş döktü. Aldık da. Babamı odanın ortasına yatırdı kadınlar. Yüzünü örttüler. Karnının üstüne bıçak koydular. Başına bir çanak un koydular. Ayakkabısını kapıya koydular. Miço yüzünü yalamaya çalıştı, kadınlar müsaade etmedi. “Dışarı çıkarın bu mundar hayvanı” dediler. Miço küstü, babamın ardından gitti, dönmedi. “Baban, gününü saatini tüketti” dedi anam. Miço da galiba gününü saatini tüketmişti. Ardından biz de günümüzü ve saatlerimizi tükettik. Kahrettik. Kahrı bile tükettik. Her kaybı öğünümüzü paylaşmadığımıza yorduk. Suçlandık. Hep ama hep biz suçlandık…
  16. *** Ergenekon savcılarının yürüttüğü Zirve yayın evi soruşturması kapsamında altı ilde operasyon düzenlendi. İlahiyatçı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz'ın evinde 30.3.2011 Sabahı saatlerinden bu yana arama yapılıyor... *** *** *** 30 Mart 2011, Çarşamba_(Radikal.com.tr, dha, anka, aa) *** _ Referanduma evet deyip de bugün yaşananlara tepkili olanlar.. Gecikmiş de olsalar yaşananları sağduyularıyla değerlendirerek.. "Referandumun neden yapıldığını" sorgulamaları gerekiyor... _ Referanduma evet deyip de, hala yaşananların çok normal şeyler olduğunu düşünenler... "HSYK'nin referandum Öncesi kimi tutumuna isyan ederken, şimdi yapılan faşizan uygulamalara argümanlar, bahaneler üretip yaşananları hafife almaları kelimenin tam anlamıyla utanmazlıktır." _ Dikkat edin " Basılmamış Kitap Avında; dokunulan kimseler olmuşlardan ve olanlardan değil, olacaklardan sorumlu tutuluyorlar... _ Ne demişti Avukatı aracılığıyla "Hazret" "Daha önceden aleyhinde bir çok kitap yazılmış, onlara dokunulmamış ve bugün bu yaşananların Cemaat'ten bilinmemesi gerekiyormuş..." Böyle bir açıklamaya ...NEDEN.?.. Gerek duydu acaba?.. Cemaat olarak hadlerini çok aştıklarını mı?.. Yoksa yandaşlarının başka hesaplar içine daldığını mı?.. Yoksa gelecekte olabilecekleri az buçuk tahmin edip yapılanlara kılıflar hazırlayıp "Takiye" yapması gerektiğini mi düşünüyor?.. *** ***
  17. O Vitrindeki adam ... Tıpkı Başbakan Erdoğan gibi... Bütün bu palanlama, uygulama ve gelişmelerin tek başına onun öngörüsü ve stratejisiyle oluştuğunu düşünmek bazı gerçeklerin üstünü örtmek olur. Gelişmeler son derece Karmaşık ve Kapsamı sadece Türkiye değil... Hem de bunu planlayanların -Tusunami gibi- kendi yönetim erklerini ve ülkelerini de etkileyecek kadar...
  18. *** Ergenekon ilişki ağının vahim faaliyetlerini artık konuşmuyoruz. Post-Ergenekon zihniyetin hâkim olması, davalara en büyük tehdidi oluşturuyor. 49 sayfalık inceleme raporu Star gazetesi, Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” başlıklı kitap taslağını “ele geçiren” polislerin hazırladığı 49 sayfalık inceleme raporu internet sitesinde yayımladı. Raporun sonuç bölümünde yer alan yedi maddeden beşi, adı geçen kitap taslağını yukarıda Mahçupyan’ın post-Ergenekon çalışma olarak tanımladığı bir faaliyet gibi değerlendiriyor. Diğer iki maddede ise, Ergenekon soruşturması ve kovuşturmasının Gülen cemaati tarafından yürütülen bir tertip ve düzmece olduğunun işlenmesi yoluyla itibarsızlaştırılması ve emniyet teşkilatının cemaat tarafından ele geçirilip, ordu karşısında alternatif güç oluşturduğu öne sürülerek “devletin kurumları arasında çatışma çıkarma” suçlamaları yer alıyor. Ergenekon davası ile polis içinde Gülen cemaati yapılanması iddiası burada somut olarak birbirine geçiyor. ‘Büyük kurtarıcı’ Ortada gerçekten bir post-Ergenekon durum var. Ama Mahçupyan’ın tarif ettiğinden farklı bir durum bu. Ergenekon davaları ile ilgili soruşturmaları yönlendiren merkezin kafasında post-Ergenekon bir zihniyet oluştuğunu görüyoruz. Ahmet Şık’ın kitabı ile ilgili inceleme raporunu yazan polis çevresi ve onun etki alanında olan savcılık ve mahkeme, bütün toplumu sardığına inandığı, binlerce kolu olan bir canavara karşı yıllar boyu verecekleri bir mücadele sürdürdüklerine inanıyor. Onyıllar sürecek ve aslında çok daha büyük bir kitlenin bu davalara dahil edilmesi gerektiğine inanan, toplumun içinden şeytanı temizlemek amacıyla hareket eden bir “büyük kurtarıcı” zihniyeti bu. Bu mantık, kendi kurtarıcı misyonunu mutlaklaştırma aşamasına geldiğinde, kendi iradesine karşı çıkan, onu eleştiren veya daha ileri bir aşamada onu sadece desteklemeyenlerin de ruhuna şeytanın girdiğine inanır. Toplumun en ücra köşelerinden şeytanı kazımaya girişir. İşte bu nedenle bugün Ergenekon davalarında, yasanın suç olarak tanımladığı eylemlerin yanında, giderek genişleyen ikincil suç çemberi kuruluyor. Post-Ergenekon durum, sadece somut suç olanı yargılamakla yetinmeyip, aykırı veya kendisine karşı olanın da dolaylı biçimde birincil suçla ilişkilendirildiği bir cadı avı halini tanımlıyor. Ergenekon davalarında çemberin hızla genişlemesi, yasalara göre suç olanla soruşturmaları yürütenlerin kanaatlerine göre suç olanın birbirine karışmasına yol açar. Bu kanaatleri taşıyanlar, savcıların ve yargıçların karar vermeleri için gerekli delil ve değerlendirmelerin yegane kaynağı iseler, o zaman Ahmet Şık’ın kitap taslağı ile ilgili hazırlanan polis raporunun yarattığı sonuç hasıl olur. Asli davanın kamuoyu nezdinde itibarı zedelenmeye başlar, davayı yürütenlerin başka bir gizli amaçla mı hareket ettikleri sorusu giderek daha fazla sorulur. Ve bunun bir aşamasında, toplumu şeytandan temizlemek isteyen güç, artık toplumda asli şüphe unsuru haline gelmeye başlar. ‘Bir Ergenekon komplosu’ Geldiğimiz post-Ergenekon durum buna benziyor. Geçtiğimiz günlerde Gülen hareketinin dergilerinden birinde çalışan bir gazeteci, görüşmemiz sırasında, son tutuklamaları anlamadığını, bunun olsa olsa “Ergenekon’un bir komplosu” olabileceğini ifade ediyordu. Bunu Ergenekon davasına inanmış birçok kişi dile getiriyor. Saçma ama samimiyetle karışık bir çaresizlikle ifade edilen bu düşünce, davanın post-Ergenekon aşamasının yarattığı tahribatı gayet iyi tarif ediyor. Ergenekon adı verilen ilişki ağının vahim cinai faaliyetlerini, yasalar açısından ağır suç oluşturan girişimlerini, hazırlıklarını artık konuşmuyoruz. Zirve katliamı ile ilgili son derece önemli son bulgular kenarda köşede kalıyor. Ergenekon davasında post-Ergenekon zihniyetin hakim olması, bugün Ergenekon davalarına karşı en büyük nesnel tehdidi oluşturuyor. Son tahlilde polisin ve adaletin faaliyetlerinin siyasal sorumluluğunu hükümetler taşırlar. AKP hükümeti de, post-Ergenekon cadı avının siyasal sorumluluğunu da er veya geç sırtında bulacaktır. Yıldırım Türker, “kolluk güçlerine teslim edilmiş yeni hukukumuzla hepimizi çok daha büyük felaketler bekliyor” diye uyarıyor. Bu uyarı, ileride bu güçler ve arkasındaki çevrelerle güç pazarlığı yapmak zorunda kalabilecek olan günümüz iktidar sahiplerinedir de. ***
  19. *** Yeni bir Türkiye kuruluyor... Kurulan bu yeni cumhuriyette kesin olan tek şey birbirimizi karalayarak ve birbirimizden korkarak bir yere varamayacağımız.
  20. *** İmamın Ordusu'nda neler var? Ahmet Şık'ın kitabı Gülen cemaatinin devlet içinde, özellikle de polis teşkilatında örgütlendiği tezini belge ve anlatımlarla aktarıyor.
  21. Yanlış yapıyorsun bence... İkisini de kafandan sil... Yıkılan bir şeylerin üstüne, birbirini tanıyan yakın çevreden, büyük çoğunlukla sağlıklı ve tutarlı bir ilişki kurulamaz... Dediğimi şimdi anlaman belki mümkün olmayacaktır... Ama ilerde yaşadıkça ne demek istediğim anlaşılacaktır... Çünkü bu tür ilişkiler yaşandıkça anlaşılır, birilerinin söylediği bir kulağımızdan girer diğerinden çıkar. Hataların üstüne yeni hatalar yapmak sana bir şey kazandırmayacaktır... Kendin ol... Kendine güven, yaşamda karşına sana ve kişiliğine uygun kişiler ve fırsatlar çıkacaktır... Bu tür sıkıntılı ortam ve şartlarda kuracağın ilişkiler uzun vadede sana mutluluk ve huzur adına bir şey kazandırmaz... Bu yaşadıkların oluşacak herhangi bir sıkıntılı ortam ve olumsuz şartalarda hep kafana kakılacaktır... Yaşam hep bugünkü gibi devam etmiyor, çoluk çocuğa karışınca işlerin rengi değişiyor ister istemez... Karar senin, çünkü hayat senin... (hayat tecrüben az olsa da -(tabiki bizler bilemeyiz)- iyisini ve doğrusunu seçmek ise aklını ve mantığını kullanmaktan geçiyor. Buraya yazıp bilgi edinmek istediğine göre, lütfen sana burada yazılanları akıl süzgecinden geçir. Sana yaşamında sağlıklı kararlar alarak, hep mutlu ve huzurlu olmanı diliyorum... sevgilerimle...
  22. HAYIR SIRITMIYOR,bilakis tam hedefine isabet ediyor.... AKP'nin gündem saptırma merkezi, Cemaatin gazete ve internet siteleri eş güdüm içinde bu tür maniplasyon ve saptırmalarla taşın suyundan su çıkarma becerisini başarıyla yerine getiriyorlar. Siz de kalkmış bu tür maniplasyonlara sanki yaşanan gerçeklermiş gibi inanıyor, gönül verdiğiniz ve öve öve bitiremediğiniz bu günkü siyasal ortam ve onun uygulamacılarının her yaptığı ve söylediğine gözü kapalı kabullenip arka planda neler döndüğünü göz ardı ediyorsunuz. Çok iyi biliyor olmalısınız ama bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyorum. "Osmanlı 300 yılda battı. Hitler Almanyası ise 12 yılda." AKP'nin vitrinde olduğu, onun eliyle uygulanan bu siyasal yapı 8 yılda faşizan bir yapıya dönüşüp sapır sapı dökülmeye başladı. Ama akıllarını "hırs ve mağduriyet söylemleriyle" zindana atmış olan zihniyetler, yaşanan gerçeklerden uzak, algılama yeteneklerini bir kenara bırakmışlar. Siyasal yapının gündem saptıran propagandalarının gönüllü cazgırlığını yaparken ağızlarında "Darbe, laikçi, ileri demokrasi" sakızını şakkıdı şakıdı çiğneyip, balon patlatmayı nitelikli ve aklı başında yaklaşımlar olduğunu sanıyorlar. Kendilerinin bu siyasal sömürücülerin birer sempatizanı, yandaşı, makbul kulları olmasında bir sakınca görmüyorlar. Kendileriyle birlikte gelecek nesillerinin de nasıl bir tehlike içinde olabileceklerini bırakın anlamayı, böyle bir öngörü ve farkındalıkları bile yok. Sayın 'evrensel düşünce'; İbrahim Tatlısesin, Cumhurbaşkanı, Başbakan,AKP kadroları, hatta muhalefet,devlet ve TÜRK medyası tarafından adeta kahraman ilan edilerek kimseye gösterilmeyen ilginin gösterildiğini gözlemlemiş olmalısınız. Eğer bunu gözlemleyemedi iseniz ve bu şekilde ele almadıysanız size size zorunlu olarak hatırlatılması gerekiyor. Hiç bu yaşananların ardındaki gerçekleri merak ettiniz mi? Şöyle bir hafızanızı tazeleyip Tatlısesin öz geçmişini aklınızdan geçirmeyi denediniz mi? Bu yaşananlar üzerine aklı başında ve evrensel olarak düşünebilen bir kişi şu soruyu sorması gerekiyor.. " NEDEN ?" Soruyu sormak tek başına yeterli değil... Ardından evrensel düşünüp yanıtları aramak gerekiyor "Onun şu yada bu yolla edindiği popülerliğini oya tahvil etme amacı olabilir mi?" Adı geçenlerin genel davranış, cep telefonu mesajları, ve benzeri gözlemlediğimiz tutumlar buna işaret ediyor. Peki olabilir ne sakıncası var canım denilebilir. Bunu demeye kalkanlar orada biraz durmaları gerekiyor. Bu kadar basit değil. Çünkü; Ülkenin geleceğini temsil eden genç nesillerin bu tür kötü örnekleri benimsemesi ve olağan karşılaması son derece tehlikeli ve buna neden olanlar da "ülkenin geleceği, kültürü ve demokrasi algılaması" açısından son derece kötü örnek oluyor anlamına gelir. Neden mi?; Adı geçen kahraman ilan edilen şahsın yaşamından akıllarımızda kalan kısa bir kesiti anımsayalım. Önce sondan başlayalım... Sizin buraya taşıdığınız gerçek dışı bilgilere karşın, onu vuranların anlaşmazlık içinde olduğu mafia ve haraç çetesi olduğu ortaya çıktı. - 1981'de İzmir fuarında polise hakaretten tutuklandı. - 1990'da kokain operasyonu sanığı; 1994'te beraat. - 1990'da Şehmuz İlgin'le kaset yüzünden anlaşmazlık yaşadı. Etilerdeki villası kundaklandı. - 1990'da Maksim gazinosunda ayağından vurdular. - 1991'de Urfa'dan bağımsız aday oldu. seçim kampanyasına havaya 5 el ateş açarak başladı. - 1995'te Hasan Heybetlinin sünnet düğününde "meskun mahalde ateş açmaktan" gözaltına alındı. - 1996'da Urfa'da Ahmet toptanla tartıştı. yeğeni Fevzi Tatlıya öldürttü. - 1998'de Arabasını kurşunlayan Hasan Boranın adamı a. uçmak kurşunlanarak yaralandı. - eski menajeri Hasan Boranın müzik şirketi oğlu Ahmet Tatlı ve adamları tarafından basıldı. - 2000'de iki ruhsatsız tabanca için gözaltına alındı. - 2000'de pilot Nusret Ertürk'ü tehditten savcılığa ifade verdi. - 2002'de Derya Tuna bacağından vuruldu. - 2003'te Asena bacağından vuruldu. - 18 yıl hapis isteği ile sauna çetesi üyeliğinden yargılandı. - Bundan yaklaşık 7-8 yıl önce milliyet gazetesini alenen "yok ederim" gibi sözlerle tehdit etti. (savcı ve basın adeta sus pus..) Ve biz bir inşaat işçisi iken yasa dışı yollarla sıfırdan holding sahibi olan böyle birini cumhurbaşkanı, başbakan, devlet ve TÜRK medyası tarafından adeta kahraman ilan ederek kimseye gösterilmeyen ilgiyi gösterdik. Ama aynı zamanda bu ülkenin güncel gerçeklerinde "suçlarının ne olduğunu bilmeden" gazeteciler, bilim adamları, subaylar tutuklu... Avrupa, Amerika, Japonya dahil tüm dünyanın her konserini 15 dakika ayakta alkışladığı Fazıl Say ve diğer muhalif sanatçılar adeta vatan haini.. HALKA, GENÇLERE NE GÜZEL ÖRNEKLER SUNUYORUZ.. Geleceğimizi ne güzel hazırlıyoruz... Ülkenin bu gerçeklerine rağmen hala " 'HAYIR... tam hedefine isabet ediyor' deyip, gerçekte hedef saptıran" bu tür yaklaşımları okudukça ve gördükce... "Aklı başında bir insan gerçekten 'Acı Acı gülümsüyor'..."
  23. GeceKuşu

    misket

    Şu albümden: Avatarlarım

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.