GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
AYKIRI SORU - YORUM VE SORGULAMALAR
Hayatınıza İlk Tecavüz Eden Kim?.. *** Hah şimdi hepimiz bu soruyu merak ediyorduk zaten! Sıkıntı Tınne! *** Ve Tanrı'm! ; Belki bana kızacaksın ama eminim benim sana kızdığım kadar olamaz. Kızma da zaten. Adalet sende de sekteye uğramışsa kızabilirsin. Biz nasılsa alıştık. Dedim ya; Sıkıntı Tınne! Ve Tanrı'm! ; Yırtık ayakkabılarımdan mı, yoksa başkalarının yaşadığı lezzetleri dışarıdan izletip ekmek banar gibi imrendirmenden mi başlıyayım? Ve Tanrı'm! ; Beni neye göre yargılayacağını açıkçası merak ediyorum. “Gönder beni, bokun içinde yaşamaya layığım.” dediğimi hiç hatırlamıyorum. Emir büyük yerden dedik geldik de bu kadar da kanırtma istersen he ? Neticede elimden gelen sadece senin verdiklerinle sınırlı... Uzun yollar veriyorsun. Ya o uzun yolları kaçmak için kullandırıyorsun ya da karanlıkların dibindekileri görmeme imkân olsun diye. Gittiğim yol ile gördüklerim arasında farksız yaşatıyorsun. Ne adalet ama be! *** Ne vermediklerin ne de verip de geri aldıkların için beni sorgulayabileceğini düşünmüyorum. Sayende kulak arkamıza geçmeyen kalmadı desem yeridir hani. Ve hala inatla eşek muamelesi etmeye devam ediyorsun. Oldu olacak kırıldı kör nacak, bir hayvan olarak gönderseydin de derdim daha az olurdu. Pardon dert demişken, ortak payda yine insanlar olurdu sıkıntı galiba... Senden uzaklaşalı çok oldu. Hatırlar mısın ne çok seninle yaşardım? Özledin mi o günleri bilemem ama şimdi yaşadıklarımdan hiç de farksız değilmiş. Anladım ki, yumurtalar senin için daha paha biçilmez. Civcivlerin oluşunu daha güzel takip ediyorsun diye düşünmeye başladım. İsyankar kullarına ne yapıyorsun? Cehennem! Seni yanıltayım mı? Dünya gibi berbat bir yere attığın bizlerin hayatlarını takip etmek de güçlük çekmeni anlarım da, sesleri duymanı asla anlamam. Kimliksiz yaşayabiliyoruz ama çığlıksız asla! Susunca bile feryadımızı duyurabildiklerimiz varken nasıl oluyor da tepkisiz kalıyorsun? Şaşırtıyorsun beni git gide... Hani okulda 15-20 bebeyi toplarlar da yardım kuruluşunda yardım edilecekler diye dizerlerdi ya? Hani 15-20 çocuk aynı kıyafet ve botları aldıkları için okulun fakirleri diye yaftalanırlardı ya, işte seninle hesabım o zaman başladı. A pardon sen yine meşguldün. Sesim gelmiyor muydu? *** Ve Tanrı'm! Nereye koyup, nasıl yaşatacağını bilemediğin her yürek için sana isyanım var. Adaletsiz kul ayrımına isyanım var. İyi ile kötüyü karıştırmana isyanım var. Gözyaşlarım yok ama en tehlikelisi, hep isyanım var! Okuldan mezun oluşlarımda da aynı şeyi yaptın hep! Tamam, onu anlatmayacağım ikimizin arasında sır kalsın. Ama kabul et ki, çok da tınladığın bir kulun olmadım. Ama yine hatırladıkların arasında olursam neden böyle olduğumu bana sormadan, bana yazdığını söylediğin kaderi güzelce bir incele derim. Sanma ki tek kazığın bana. Nice hayatlar hala sana isyan ediyor. İşin zor nasıl çıkarsın bu durumdan bilemem ama, sen çok hayatı dürtükledin! *** Ve Tanrı'm! Gördüğün gibi hep değil, artık isyan! Zalim Dünya'nın da çivisi çıkmış da neye göre, kime göre? İtirafımı hoş gör ama benim hayatıma ilk tecavüz eden Tanrı'm, Beni unutmak için var etmiş. Ya da ibret! Ya da deneme tahtası! Bundan sonrası da olacak. Unutmadığım diplerde mutlaka sen varsın. Seni öyle anmaya başladığım zamanlara soktun ki, yanına gelmek ve sana Araf'tan el etmek istiyorum. Zamanını sen bilemezsin. Ben bilirim. Hatırlamıyorsun ya o bakımdan... Kimliklerini kaybetmiş tüm dostluklarım, senden bile gizli düşünmeye çalışan sağlam arkadaşlarım ve yasakladıklarınla zevk alan tüm hayatlarla beraber adaletsiz her yerinden öper, Araf'ta ki yerimizi ayırtmanı rica ederim. *** Daha bitmedi... Postacı yollayamam dediği için buralara karalıyorum. Yine engel çıkardın. Unuttuğunu hep belli etmiştin zaten! Aşağıdaki şarkı da benden gelsin. Dinlediğim de rahatlıyorum. "Doymadınız!" Saygılarımla, en unutulmuş kullarından olarak.... *** S.S. :-http://hirsizhayat.blogcu.com/kesfet/11555159-
-
AYKIRI SORULAR
Melih Cevdet demiştir; "Düşünmek, düşündüğünü söylemekle başlar" diye. Düşünmekten, yazmaktan korkan özgür olmaz... Özgür düşünmenin ve yaratmanın ne demek olduğunu anlamak için önce bilgeliğe yelken açmak gerek. Orhan Kemal okumayan biri insanını tanıyamaz, sevemez... Sabahattin Ali'ye yolu düşmediyse bilgeleşemez... Anadolu toprağına basıp Nazım okumadıysa kişi ne aydın olur, ne demokrat, ne de tam anlamıyla insan... Can Yücel gibi ağız dolusu küfür edemiyorsa yaşama direnemez... Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Cemal Süreya, Can Yücel, Hasan Hüseyin, Aziz Nesin, Metin Altıok, Melih Cevdet... Bunları okumadan olmaz... Sosyalizm; emek demek, alınteri, insan sevgisi, sanat, yaratma, yaşam sevinci... Peki ya diğeri?. Güç odaklarına, iktidarlara yakın olan yazar, baştan yazar olmanın temel ilkesinde vazgeçmiş olur. Hal böyle olunca soytarıya döner. Soruyorlar sağcıdan yazar, sanatçı olur mu, diye? Üzgünüm ama olmaz. Olamaz... Kimi örnekler verilebilir ama o kadar işte...
-
İzmir'de kar
Geçen sene olduğu gibi bu sene de yirmi yıl sonra İzmir'e kar yağması İstatistikçiler Birliği'nce protesto edildi...
-
AYKIRI SORULAR
Hak, fırtınalı okyanuslarda ıssız bir adadır... Tatlı su havuzlarında hak aramak ise 'Şefaatçi'liktir. Havuza ne doldurdularsa onunla yetinirsin...
-
AYKIRI SORULAR
Duydunuz mu? ; Türkiye "Tam Gaz Büyüyormuş!.." Yandaş medyada yazılanlara bakılırsa; "Türkiye, büyümede dünya ikincisi oldu, ilk 9 ayda Çin'i bile geçti. Milli gelirde 11 bin dolara dayanmış" breh breh. Günlük yaşamımızda hangi sıkıntılarla baş başa olduğumuzu göz önüne alırsak... İnsanın buna inanması için "TAM KAZ" olması lazım" *** Boşuna mı istiyorlar 'dindar bir nesil' yetiştirmeyi... Şefaatçi yetiştirirsen gelecekteki gençliği... Kim söyleyecek ki onlara "Tam Gaz Kandırıldığımızda", "TAM KAZ" olmadığımızı... Yürüyün be koçum, Tam gaz geri.. "Durmak Yok!.. Yola devam"... Kim tutar be sizi...
-
Fransa meclisi genel kurulu, "Ermeni teklifini" kabul etti
Bırakın Fransa'yı da; Muhafazakar iktidarımız 2,5 hektar olan yabancıların toprak alım sınırını 30 hektar'a çıkardı!.. Bu ne şimdi?
-
AYKIRI SORULAR
"3.köprü ihalesine kimse talip olmazsa,biz de,millî bütçemizle yaparız." diyor... İktidardakiler... "Millî bütçe"... Yani, bizim cebimiz, Yani, yeni vergiler. Oooh. Oooh... Ohh.. Boşuna mı istiyorlar 'dindar bir nesil' yetiştirmeyi... Şefaatçi yetiştirirsen gelecekteki gençliği... Kim söyleyecek ki size "Millî bütçenin", "Bizim cebimiz" olduğunu... Yürüyün be koçum "Yola devam" Kim tutar sizi...
-
AYKIRI SORULAR
Türkõne kendini "Aydın" olarak tanımlamış.... Eee normal, ağaları da kendilerini "Demokrat"olarak tanımlıyor...
-
Dindar gençlik ve spor bayramı
- AMERİKA DERİN DEVLETİ HEP İSTER!..
STAR gazetesinden ayrılmak zorunda kalan Mehmet Altan demiş ki: “Hükümete dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi”. * * * Eleştiri eleştiridir. “Dostane eleştiri” de, “hasmane eleştiri” de... Keramet gösterip denizin üstünde yürümeyi başaran adama “denizin üstünde yürümek yerine neden karayolunu tercih ettin?” demek de makbuldür, “sen yoksa yüzme bilmiyor musun?” diyerek muzırlaşmak da... Ne yani? Bu âlemde ne yapılırsa yapılsın göklere çıkarmaya dünden razı olmak sonuna kadar meşru olacak da, ne yapılırsa yapılsın “yerin dibine batırma”ya dünden razı olmak “hasmane tutum” denilerek gayrimeşru mu sayılacak? * * * Mehmet Altan, “Hükümete dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi” derken, bir büyük çarpıklığa işaret ediyor. Eleştiriye tahammül çıtasının ne denli düştüğüne vurgu yapıyor. “Hükümete dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldiyse varın gerisini siz düşünün” demek istiyor. Ancak bu tür mesajların, yanlış anlaşılma ve eleştiriye tahammül çıtasının düşmesini zihinlerde meşru hale getirme tehlikesi vardır. İşte bu tehlikeye karşı... “Eleştirinin dostanesi, hasmanesi olmaz. Eleştiri eleştiridir. Hükümet dediğin her tür eleştiriye tahammül eder” diye haykırmak gerekir. Hiç bıkmadan...- Çocuklarımızın Yaratıcılığını nasıl Öldürüyoruz?
*** Okullarda yaratıcılığı öldüren birçok etken var: sınav sistemi, müfredat, sınıfların kalabalıklığı, zamanın azlığı gibi. ÖĞRETMENLERİN BAKIŞ AÇILARI Tüm araştırmalar gösteriyor ki öğretmenlerin %97’si öğrencilerini yaratıcı yetiştirmek istiyor. Buna gerçekten inanıyor. Bunu sağlamak için de çocukları düşündürecek ve yaratıcı kılacak etkinlikler düzenliyor. Ama buna rağmen yaratıcı çocuklar yetiştiremiyor. Neden? YARATICI ÇOCUKLARIN ÖZELLİKLERİ Bunun yanıtı birçok kez tekrarlanan bir araştırmada gizli. Bir araştırmada araştırmacılar, tüm literatürü tarayıp yaratıcı çocukların özelliklerini çıkartıyor. Daha sonra öğretmenler ile anket yapıp, onların favori ve favori olmayan öğrencilerinin özelliklerini sıralıyor. Daha sonra bu iki listeyi karşılaştırıyor. SONUÇ Yaratıcı çocukların özellikleri ile favori öğrencilerinin özellikleri arasındaki ilişki çok düşük (0.21). Ama yaratıcı çocukların özellikleri ile favori olmayan öğrencilerinin özellikleri arasındaki ilişki çok yüksek çıkıyor (0.87). Yani aslında yaratıcı öğrenciler öğretmenin favorisi olamıyor. YARATICILIĞIN ÖZELLİKLERİ Peki nedir yaratıcı öğrencilerin özellikleri? Aniden konuşmak, kurallara uymamak, kendi kurallarını koymak, çok meraklı olup konu dışında sorular sormak, duygusal olmak, heyecanlı olmak, bireysel davranmak, risk almak, az hoşgörülü olmak, hayır yanıtını kabul etmemek vs. Öğretmen anketinde çıkan favori öğrencilerin özellikleri bunların tam tersi: düzenli, saygılı, çalışkan, kurallara uyan, sakin vs. Bir çocuk yaratıcı ise genelde bu özelliklere sahip olmuyor. Bu durumda da favori öğrenci olamıyor. Yani öğretmen sınıfında favori öğrenci istiyorsa, yaratıcı öğrenci istemiyor demektir. Peki neden yaratıcı özellikler öğrencileri favori yapmıyor? PEKİ NEDEN BÖYLE? Bana göre bunun üç nedeni var. Birincisi, yukaridaki araştırmadan anlıyoruz ki öğretmenin kafasındaki yaratıcılık tanımıyla, yaratıcı çocukların özellikleri örtüşmüyor. Öğretmen yukarıda saydığım özellikleri yaratıcılık ile değil; anarşi, tembellik ve şımarıklık ile bağdaştırıyor. Bu özelliklerin yaratıcılık sürecinin parçası olduğunu kabul etmiyor. YARATICILIĞIN TANIMI İkincisi, öğretmenin ilk hedefi genelde sınıf düzenini korumak oluyor. Çünkü yaratıcılık her zaman bir belirsizliği beraberinde getirir. Öğretmen sınıfta bunu yaşamak istemiyor. Örneğin, ders sırasında çocuk farklı ya da uçuk bir soru sorunca, öğretmen dersin düzeni bozulur, zaman gider, diğer çocuklar sıkılır, sınavda bu soru çıkmaz ya da otoritesi sarsılır diye soruları gözardı ediyor. Farkında olmadan yaratıcılığı engelliyor. BAŞARI NEDİR? Üçüncü bir sebep de başarının tanımıyla ilgili. Öğretmen için başarılı çocuk sorumluluğunu bilen ve işini en iyi yapan çocuk. Ama araştırmalardan ve deneyimlerden biliyoruz ki yaratıcı çocuk için önemli olan kendini ifade etme. Başarılı çocuk yaptıklarının anlaşılmasını isterken, yaratıcı çocukların pek anlaşılma derdi olmuyor. Sınıfta öğretmen tarafından kabul görmeye çalışmıyor. Bu da öğretmeni rahatsız ediyor. Sonuç olarak aslında öğretmenler tüm iyi niyetlerine rağmen yaratıcılığı cezalandırıyor. ÖĞRETMEN NE YAPMALI? Peki bu durumda öğretmenler ne yapabilir? Sınıfa girer, öğretmenliği bırakır, öğrenci olur ve diğer küçük öğrenci arkadaşlarıyla ‘Bugün birlikte ne keşfedelim?’ sorusunu sorar. Yaratıcılık yolculuğu başlar. ‘Sen Mars’ta mı yaşıyorsun? Bu Türkiye’de nasıl olur?’ diyebilirsiniz. (Eğitim ve okullaşma farklı şeyler. Okullaşma olmadan eğitim olabilir ya da eğitim olmadan okullaşma olabilir. İkincisi tehlikelidir ve Türkiye’deki okullardaki durum da budur. ) Ama bozuk oyunu doğru oynamaya çalışmak, kendimizi kandırmak olur.- Bunlara üç kürek versen...
- AMERİKA DERİN DEVLETİ HEP İSTER!..
Bir partinin ne kadar demokrat olduğunun yada demokrasi istediğinin en büyük göstergesi nedir sizce? Benim için o partinin programı bunun için belirleyici en önemli faktördür. O yüzden AKP iktidara geldiğinden beri demokratik hareketmiş gibi gösterdiği hiçbir atılıma demokrasi adına sevinerek bakmadım. Bu yüzden de birilerinin AKP’yi gelmiş geçmiş en demokrat hükümet olarak görmesi bana hep üzücü ama komik geldi. AKP iktidara geldiğinde yapılan anketlerde Türkiye’nin neredeyse yüzde 80’i Avrupa Birliği’ne girmek istiyordu. AKP bunu çok iyi kullandı ve en çok da Avrupa Birliği’ni ve globalizmi savunan liberalleri sevindirdi ve yanına çekti. Bu kolay bişey değildi, AB’ye girmek istiyorum dediğinizde onların sizden istediği bişeyler mutlaka olacaktı. Onları yerine getirerek yavaş yavaş sınıfı geçmek zorundaydınız. Ben yıllarca bunların olmayacağını söyledim ve yazdım durum. Nedenlerim çok karmaşık değildi esasında, çok basit gerekçeler sundum okura ve liberallere. Birinci nedenim AKP’nin yaptıkları kendi parti programında olmayan şeylerdi, bunları AB istiyor diye yapıyordu. Bu ikili bir oyundu esasında, muhafazakar bir partinin yada hükümetin AB’ye girmek gibi bir derdi olamazdı ama halk istiyor diye bunu yıllarca kullandı ve oy bazında devamlı o kesi yanında tuttu. AKP kurucularının AKP öncesi demeçlerine bakarsak zaten AB konusunda ne kadar takiye yaptıklarını görürüz. Aynı şey AB için de geçerliydi, AB zaten bu birliği bu kadar kalabalık istemiyordu ve kalabalıklaştıkça ekonomik olarak çözümsüzlüğe doğru gittiğini görmeye başladı. En istemediği de Müslüman bir ülkeydi, AKP hükümeti de onlar için bulunmaz bir fırsattı. Hem alıyor gibi yapacaklar hem de AKP’nin bu şartları yerine getirmeyeceğinden emin olduklarından reddetme şansları kolaylaşacaktı. Bunları yazarken en çok üzerinde durulması gereken şeyin halk ile yapılan anketlerdi. Bu kadar AB’ye girmek isteyen halka “Neden AB’ye girmek istiyorsunuz, AB nedir?” diye sorulmasını önerdim ben. Bu yüzde 80’nin yüzde kaçının nedenini, gerekçesini ve ne kadar bildiğini bilmiyorsanız o zaman boş ve gereksiz bir anket üzerinden politika yapıyor olursunuz. Bu da zaten istediğinizse yavaş yavaş AB’nin isteklerinden uzaklaşır ve halkı da beraberinde uzaklaştırırsınız. Zaten böyle de oldu ve AKP ve AB ilişkilerinin ilk 3 yılında havalara sıçrayan liberaller yada 2. Cumhuriyetçiler sonraki yıllarda bu konuda eleştirmeye başladılar. Bunun sonucunda da AKP genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan baklayı ağzından çıkardı ve “Benim size ihtiyacım yok… deyiverdi. AB dışında AKP’nin yaptığı bişey daha vardı, askerlerle ve darbelerle uğraşmaya başladı. Darbelerle derken esas kendisine karşı yapılan darbe girişimiyle uğraştı. Hatta düne kadar 28 Şubat darbesiyle bile uğraşmadı çünkü 28 Şubat darbesinde AKP yoktu. Ben o zamanlar bunu eleştirdim, eleştirdikçe Atatürkçü yada Ergenekoncu olduğum yazılıp tartışıldı. Oysa benim söylediğim çok net bişeydi, Ergenekon davalarının en başında derin devleti Türkiye’de yaratan Amerika’yı, ABD elçilerini yargılamadan hiçbişeyi yargılayamazsınız, sadece ABD izin verdiği ölçüde yargılayabilirsiniz, diye yazdım. İkinci önemli tezim de burjuva partilerinin derin devleti yargılamalarının olanaksız olduğunu çünkü onlarla yıllarca iç içe geçtiklerini yazmamdı. ABD bizim gibi ülkelerde derin devletini asla elden bırakmaz, onu her zaman yanında oturtur. İşte bundan dolayı “AKP kendi derin devletini kuruyor, değişen bişey yok…” diye yıllarca, aylarca yazdım durdum. Şimdi de kimileri “Ama bu hükümet 12 Eylül’ü yargılıyor…” diye yazıyorlar. 80 sayfalık iddianameyle 12 Eylül’ü yargılamak bana bişey vermiyor, bu parti eğer “Yarı başkanlık sistemi”yle iktidara gelmek istiyorsa değiştireceği yada getireceği yeni anayasa 12 Eylül anayasasından daha beter olacaktır. Geçtiğimiz günlerde Star Gazetesi’nden kovulan Mehmet Altan’la yapılan söyleşiyi (Medyatava) okudum. Neden ayrıldığını uzun uzun anlatmış Mehmet Altan. Benim 2008 yılında söylediklerimi ancak kovulunca söylemeye başlamış, bu da bir ilerleme sayılır. Ahmet Nesin- YAYINLANMAMIŞ KİTAPTAN KİMLER RAHATSIZ OLDU...
"SIZINTI" adıyla çıkacak kitap Cuma günü tüm kitap satış noktalarında olacağı duyurulunca, bu sabah emniyet mensupları kitabın çıkacağı Kırmızı Kedi Yayınevi'ni arayarak henüz yayınlanmamış kitabın nüshasını istediler. Kırmızı Kedi Yayınevi sahibi Haluk Hepkon konuyla ilgili Odatv'ye konuştu. Bu durumla ilk kez karşı karşıya kaldıklarını söyleyen Hepkon, "Matbaa zaten nüsha olarak ilgili yerlere kitabı gönderir, ancak kitap basılmadan nüshasını istenmesiyle ilk kez karşı karşıya kalıyoruz" dedi. Konuyla ilgili polisleri arayarak bilgi isteyen AvukatSerkan Günel ise şunları söyledi: "Bu sabah yayınevi aranarak kitabın basılacağı matbaanın adresi istenmiş. Basın Kanunu'na göre çıkacak olan eserin 2 nüshasını gönderilir. Zaten matbaa kitap basıldıktan sonra bunu yapar. Ancak önceden arama gibi bir durum söz konusu değildir. Kitapla ilgili konuştuğum polisler benden 4 nüsha istediklerini söylediler, ancak matbaayı arayıp 10 nüsha istemişler" dedi. Wikileaks belgelerine ilişkin tüm gerçekleri ortaya döken kitap, görülüyor ki daha çıkmadan kimi çevrelerde rahatsızlıklara yol açmış durumda...- ABDİ İPEKÇİ'Yİ SAYGIYLA ANIYORUZ
- Siz Potomya'yı bilir misiniz..?
İSTİKLAL MAHKEMESİ BAŞBAKAN ERDOĞAN’IN HANGİ AKRABALARINI ASTI.. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan özellikle son dönemlerde sık sık İstiklal Mahkemeleri’ne sözü getirerek, bu mahkemede görev yapmış “Üç Aliler”den kızgınlıkla bahsediyor. Bu kadar çok dile getirilince ister istemez “özel bir nedeni mi var” diye düşünüyorsunuz. Şöyle ki: Tarih: 25 Kasım 1925. Şapka Kanunu kabul edildi. Türkiye’de bu kanuna karşı isyanın çıktığı yerlerden biri de Başbakan Erdoğan’ın ailesinin yaşadığı Rize/Potomya (Güneysu) idi. Potomya Ulu Cami imamı Hafız Şaban Hoca’nın liderlik yaptığı ayaklanmaya Muhtar Yakup da katılıyor. Şeriatın korunması için Rize’yi basmayı, hapishaneyi boşaltmayı, hükümet konağını ele geçirmeyi hedefliyorlar. Ve önce Potomya’daki Jandarma Karakolu’nu basıyorlar. Karakol komutanı Onbaşı’yı asmak istiyorlar. Onbaşı “Ben de sizdenim” deyince canını kurtarıyor. Bu arada halkı tahrik etmek için Peçeli Mehmet, “Ey ahali Ankara ihtilal içindedir. Mustafa Kemal üç yerinden yaralandı. İsmet Paşa ortadan kaldırıldı. Dindar paşalarımız hükümeti ellerinden aldılar. Şeriat kurtarılıyor. Korkulacak bir şey kalmamıştır” diye halka konuşma yapıyor. Halk galeyana geliyor, “Şapka giymeyeceğiz, askere de gitmeyeceğiz” diye bağırıyorlar. Ayaklanmanın asıl meselesi bir yıl önce 17 Eylül 1924’te Rize’ye gelen Mustafa Kemal’in tüm ricalarına rağmen medreselerin bir daha açılmayacağını söyleyip, din hocalarının işsiz kalmasına sebep olan icraatıydı. Üstelik askerlikten de muaf olmayacaklardı. Sıradan vatandaş olmayı kabul edememişlerdi. Rize Valisi Hurşit Bey Potomya’da olanları Ankara’ya bildiriyor. Sonuçta isyan bastırılıyor. 143 kişi tutuklanıyor. İstiklal Mahkemesi önüne çıkarılıyor. Mahkeme Başkanı Afyon milletvekili Ali Çetinkaya, mahkeme üyeleri, Gaziantep milletvekili Kılıç Ali, Aydın milletvekili Reşit Galip ve Rize milletvekili Ali Zırh. Karar veriliyor: 8 idam, 14 kişi 15 yıl, 22 kişi 10 yıl, 19 kişi 5 yıla mahkum ediliyor. 80 kişi beraat ediyor. Rize şapka isyanıyla ilgili İstiklal Mahkemesi kararı ve bu 143 kişinin adı TBMM arşivinde vardır. Meraklı bir gazeteci bu zabıtları inceleyerek ve nüfus kayıt örneklerine bakarak bu isimler arasında kaçının Başbakan Erdoğan’ın akrabası olduğunu ortaya çıkarabilir. Ve bu arada: İsyandan sonra bir çok aile çocuklarını “beladan” uzaklaştırmak için İstanbul’a göndermiştir. Başbakan Erdoğan’ın babası da acaba bu nedenle mi İstanbul’a zorunlu göç etmişti? Sonuçta, yanıtını aradığımız soru şu: Başbakan Erdoğan her fırsatta İstiklal Mahkemeleri’ne sitem ediyor, Kel Ali’den, Kılıç Ali’den “Üç Aliler Divanı”ndan öfkeyle bahsediyor. Bunun sebebi Potomya (Güneysu)’daki şapka ayaklanması mı?- ATATÜRK'ÜN GENÇLİĞE HİTABESİ KALDIRILIYOR MU?
Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), kanun hükmünde kararnameyle (KHK) Teşkilat Yasası’ndan by-pass ettiği “Atatürk ilke ve ilkelerine bağlı yurttaş yetiştirme amacı” özel okullara da yansıdı. Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, MEB Özel Eğitim Kurumları Genel Müdürlüğü’nce hazırlanan yönetmelik taslağında pek çok tartışmalı düzenleme yer alıyor. Bunlardan bazıları şöyle: • Özel okullarda Atatürk’e tırpan: Özel okulların amaçları arasında yer alan “Öğrencileri Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir” ifadesi çıkarıldı. • Atatürk köşesine by-pass: Özel okullardaki Atatürk köşesinin ayrıntılı olararak düzenlenmesine ilişkin hükümlerin tamamı çıkarılırken, Atatürk köşesinin kurumların girişinde temiz, düzenli ve kolayca görülebilecek en uygun yerde oluşturulması öngörüldü. Mevcut yönetmelikte, özel ilköğretim okullarında Atatürk köşelerinin okul binasının girişinde uygun bir yerde, temiz, düzenli, Atatürk’ün hayatını, inkılâplarını yansıtacak ve anlamlı bir kompozisyon oluşturacak şekilde düzenlenmesi hükmü yer alıyor. • Gençliğe Hitabe kalkıyor: Özel ortaöğretim okullarındaki Atatürk köşelerinden Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi'nin kaldırılmasını öngörüyor. Mevcut yönetmelikte özel ortaöğretim okullarında Atatürk köşesinin zeminden yüksekte olması, Atatürk büstü veya maskının konulması, Atatürk’ün fotoğrafı, Türk bayrağı, İstiklal Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi'nin uygun biçimde asılması, madalyon, gravür, Atatürk’ün eğitimle ilgili sözlerine yer verilmesine ilişkin hükümler bulunurken, taslakta bu hükümlerin tamamı çıkarılmış durumda. • Yabancı okul adlarına vize: Özel öğretim kurumlarına verilecek adların “Türkçe olması” şartı kaldırıldı.- Ergenekon Ve Deniz Feneri Davaları Arasındaki Farkları Bulun.
Mizah dergisi Leman'ın bu haftaki kapağında, emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un lav silahları için "boru" yorumu yapmasına atıfta bulunarak, Başbakan Erdoğan'ın da Deniz Feneri hakkındaki görüş benzerliğine dikkat çekti. Bu haftanın çok konuşulan kapağı mizah dergisi Leman'dan geldi... Deniz Feneri savcıları hakkında 11 yıla kadar hapis istenmesine en çarpıcı yorumu Leman yaptı. Leman bu haftaki kapağında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı, lav silahları ile yaptığı basın toplantısında 'Bunlar sadece boru' diyen Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ'a benzetti. Kapakta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, elinde tuttuğu deniz feneri için, "Deniz Feneri değil, boru" diyor.- “Hastalanmış Bir Toplumun Romanı; Yazgıcılar”
“Ülkede tutuklu gazeteci sayısı utanç boyutlarına vardı. Siyaset kilitlendi. Hatta kasetlerle biçimleniyor. Otoriterleşme artık olağan bir hal oldu. Ben televizyoncu olarak güncel bir bataklıkta, hepimiz gibi savruluyorum. Romancı olarak sezgilerimle yönümü bulmaya çabaladım. İnsana dair tüm duyguları yaşarken, en sevdiğim şeyi yaptım. Yazdım.” Enver Aysever “Hastalanmış Bir Toplumun Romanı; Yazgıcılar” CNN Türk’te yayınlanan “Dört Bir Taraf” programında adından çokça söz ettiren ve Birgün gazetesinde yazarlık yapan Enver Aysever'in, yeni romanı ‘Yazgıcılar’ edebiyat severlere ‘merhaba’ dedi. İlk romanı ‘Bir An Bin Parça’ ile Yunus Nadi Roman Armağanına değer görülen Aysever, ikinci romanı olan ‘Yazgıcılar’ı post modern hastalıklar çağının romanı olarak nitelendiriyor ve ekliyor “Sürekli izlendiğini, gözlendiğini, dinlendiğini düşünen insanlardan oluşan bir toplum mutlu olmaz. Hastadır. Bunu yazmaya çabaladım.” İzlenmenin, dinlenilmenin ve gözlenmenin yaşanan bir gerçeklik olduğunu yer yer mizahi bir anlatımla deşifre eden Yazgıcılar, Remzi Kitabevi tarafından basıldı. Biz de Enver Aysever’le yeni romanı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik ve birbirinden ilginç cevaplar aldık. -“Hayat kırkında başlar” hem şiir, hem de bir kitap adı… Çokça söylenen, çok sık duyulan… “Yazgıcılar” da sizin için bir “40 yaş romanı” mı? Ben roman yazmayı seviyorum. Gerektiği kadar ürettiğimi söyleyemem. Her yanda notlarım var. Bazen yorgunluktan, bazen yılgınlıktan ertelediğim oluyor. 40 yaşımla birlikte artık birinci işim roman yazmak olacak. Kendimi en iyi böyle hissediyorum. Yazmaktan daha iyi bir iş bilmiyorum. -Belki alışılagelmiş bir soru olacak ama bu romanı yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Yazarlar yaşadığı çağın tanığıdır. Ama güncel olan edebiyatın düşmanıdır. Esas olan zamana direnen ve edebiyatın kendi gerçeğine uygun üretmektir. Sürekli izlendiğini, gözlendiğini, dinlendiğini düşünen insanlardan oluşan bir toplum mutlu olmaz. Hastadır. Post modern hastalıklar çağındayız. Bunu yazmaya çabaladım. -Bir kurgu mu bu roman, ya da şöyle ifade edeyim; bazı dizilerde ve filmlerdeki gibi “anlatılanların gerçek hayatla ilgisi yoktur, olaylar ve kahramanlar tamamen hayal ürünüdür” ibaresine ihtiyacı var mıdır? Elbette bir kurgu. Ancak kurmaca olması gerçeğe dokunmadığı, yaşamın içinden geçmediği anlamına gelmez. Kişilerim var. Bir takım olaylar içinden geçiyorlar. Korku çağında gülünç durumlara düşüyorlar. Sarsıcı bir paranoya halinde koca toplum. Sürekli bir kuşku ve suçluluk hissi içinde kıvranıyor insanlar. Kimdir bunlar? Okur bulacak. “BU TOPRAĞI YAZIYORUM” -Romanda çok sayıda kahraman var. Ve toplumun her kesiminden bunlar. İyi bir gözlemin ürünü sanırım. Büyük romancıların kimi sözleri beni büyüler. Dostoyevski Rus insanını görmeden yazamayacağını söylüyor eşine. Almanya seyahati sırasında… Bu ırkçı bir nedenselliğe dayanmıyor. Yazarın toplumunu tanıması, duygusunu bilmesi, sezgisiyle kimi zaman yönünü bulması doğaldır. İyi yazarlar bize ‘bende böyle yazabilirim’ duygusu verir. Oysa onca yalın olmak zordur, ustalık gerektirir. Ben bu toprağın insanıyım. Bu toprağı yazıyorum. -Bu romanı okuduğumda “Gibi Site” sanki mini bir Türkiye profilini anımsattı. Kuşkusuz haklı bir değerlendirme bu. Ama kaba hatları olan bir çizim olmadığını umarım. Modern ve modern sonrası insanın ruhsal halleri üstüne düşünüyorum çok zamandır. Biraz buradan da bakmak gerekir. Yazarların ve okurların milleti yoktur. Güney Amerika edebiyatı ne denli bizi anlatır! -“Yazgıcılar’ ikinci türde bir roman oldu” diyorsunuz yazınızda. “İkinci türden” ne demek, bunu biraz açar mısınız? İkinci türde bir roman nedir, diye soracak okur. Bu kaba bir ayrım. Geleneksel/klasik anlatılar bir yandan akar gider, öte yandan kimi arayışlarla yeni bir yol bulunur. Ben bu romanda yazarı gizlemedim. Sesi işitilsin dedim. Hatta okurla dertleştiğim oldu. Öte yandan büyük kahramanlarım yok benim. Bir antikahraman ekseninde dönüyor olaylar ve elbet ucu açık bir kurgu. “İSPİYONCULUK MİSYON HALİNİ ALDI” -“Gibi Site” de yaşayan herkes birbirini izliyor, herkes birbirini ispiyonluyor. Ve “Yazgıcılar”a rapor ediyor. Şu an yaşananların bir minyatürü mü bu tablo, yoksa bu gidişle oraya mı gideceğiz? İnsanların birbirini sürekli izlemesi, dinlemesi, koca bir gözle taciz etmesi bir ahlak ve kimlik sorunu artık. Eskiden birini polise gammazlamak ayıp sayılırken, şimdi ispiyonculuk bir misyon halini almış durumda. Yani ahlak değişti. Bunun kapitalizmle derin bir ilişkisi var. Güçlünün yanında yer almak, onun övgüsünü işitmek de bir kimlik tarifi oldu. Gönüllü jurnalciler var. Meseleye buradan başlamak lazım. -Romanının bazı bölümlerinde “Yazgıcılar”ı betimliyorsunuz, gösterişsiz giyinen, rastlantısal olarak bıyıklı ve biraz göbekli, saçları neredeyse bir örnek kesilmiş, kumaş mendilleri olan, müthiş sabırlı, onları tarif ediyorsunuz. Ama en yalın ifadeyle kim bu yazgıcılar ve ne istiyorlar? Her toplum kendi yazgıcılarını yaratır. Yakın zamanda Rusya seyahatim oldu. Nasıl bir korku ikliminin egemen olduğunu görünce, yeryüzünde yalnız olmadığımızı yeniden anladım. Almanya’da ırkçılıkla savaşmak için ortaya çıkan devlet ajanlarının, derin devletin içinde odaklanan gruplar olduğunu da Berlin seyahatimde ayrıntılı biçimde öğrendim. Ben de bizim yazgıcıları bulmaya çabalıyorum. -Çalışma şartları, hedefleri, taktikleri vb. bakıldığında akla hemen anlatılanın “cemaat” olduğu hissini veriyor. Yani devasa binalar, örgütlü yapı, eğitime verilen önem, tabandan çalışma, gönüllü çalışma, sunulan imkanlar… Yanılıyor muyuz? Bu bir roman. Doğrudan siyasal göndermeleri olması edebiyata uygun düşmez. Hatta bunu istemem. Dönüşen dünya ve Türkiye bize türlü veriler sunuyor. Okur ne düşünür o önemli. Roman okurla birlikte tamamlanır. Bunu bekleyeceğim. -Bu bir “polisiye” romanıdır diyebilir miyiz? Bilemem. Siz ne dersiniz? -Romanda zaman zaman yazarlardan, şairlerden alıntılar yer alıyor. Neden? Kahramanımızın dünyasında olanlardır onlar. Tercihlerini ona sormak gerek. -Roman kahramanlarının terminolojisinin zaman zaman “sokak ağzına” uygun olduğunu görüyoruz. Tepkilerinin de bu bağlamda sayılabilecek türden olduğunu görüyoruz. Roman kendi gerçeği ve tınısı içinde bir dil kurar. Esas olan o evrenin kurulması. -Romanın başkahramanı “EA” acaba Enver Aysever mi? Bir romancı hiçbir zaman kendini yazmaz ve hiçbir zaman kendi dışında bir şey de yazamaz. -Yazgıcıların yaratmaya çalıştığı “ahenkli, mutlu, manevi değerleri yüksek, sorunsuz, itaatın tam olduğu” dünyayı bozan EA ve EA gibilerin sayısı sizce çok mu? Kimdir EA? Bunu bilmiyorum. Belki ben onu arıyorum yazar olarak. Metin ne denli açığa çıkarır EA’yı. Ya da kahraman ne kadar gizlenmek ister? Okur nasıl doldurur boşlukları. Ben EA hakkında bildiklerimi yazdım. Eminim bilmediklerimi okur bana söyleyecektir. -Romanda EA’nın özellikle kitap ve şiir vurgusu yaptığını görüyoruz. Ve bir bakıma da toplumdan kendini soyutlamış bir aydın görüyoruz. Bu bir genel aydın eleştirisi mi, yoksa sadece bir bireyin ruh halinin yansıması mı? Aydın sorunu bizim edebiyatımızın içinde hep olmuştur. Bence bugün tüm dünya bu kavramı derinlemesine ve biraz da kırıp, döküp tartışıyor. Aydın dediğimiz sert ve biraz da ağır eleştirildi doğrusu. Kutsanan bir halk vurgusu var. Kimdir o halk? Aydın niçin onun karşısında hep yeniktir. Buna da itiraz etmek gerekir. Belki de aydın sorunu, kendi hakkını koruyamamakla ele alınmalıdır. -Ülkemizde toplumun büyük bir kesiminin ‘dinleniyorum’ korkusuyla yaşadığı, kasetlerin, şantajların çoğaldığı bildiğimiz bir durum. Romanın tuttuğu ayna bu durumun daha da ötesi, ilerisi sanki. Bu öyle bir korku ki, buna kapılması olanaksız olan insanlar da bile kökleşmiş durumda. Biraz da gülünç. Yazgıcılar’da eğer ironi varsa, tam da buradan çıkıyor ortaya. Hastalandık demem bundan. “ERGENEKON SÜRECİNİN DE EDEBİYATI OLACAKTIR” -Ve Ergenekon sürecine benzer durumlar yaşanıyor romanda. İftiralar, çamur at izi kalsın benzeri olaylar, mailler sonucu hayatları alt üst olan insanları görüyoruz. Bu kadarına da pes dedirten… Ergenekon dava sürecini nasıl yorumlarsanız yorumlayın tarihsel bir durum olduğu gerçeğini göreceğiz. İster bir arınma süreci deyin, ister korkunç bir kurgu ve toplumsal hastalanma dönemi deyin fark etmez. Yargılananların kimlikleri, sürecin yönetilmesi, iddialar bize önemli bir sürece tanık olduğumuzu gösteriyor. Bazen karşısında çaresiz hissettiğimiz bir güç olduğunu düşünüyoruz. Kimi zaman itiraz ediyoruz. Bazen de hak veriyoruz. Ama esas olan bu sürecin de mutlaka edebiyatı olacağıdır. Yazgıcılar bu süreçte yazıldı. -Birileri çıksa ve bu bir “paranoya romanı” dese yorumunuz ne olur? Yazdıktan sonra, susmayı da bilmek gerekir. “OTORİTERLEŞME ARTIK OLAĞAN BİR HAL OLDU” -Romana ilişkin son olarak neler belirtmek istersiniz? Ülkede tutuklu gazeteci sayısı utanç boyutlarına vardı. Siyaset kilitlendi. Hatta kasetlerle biçimleniyor. Otoriterleşme artık olağan bir hal oldu. Ben televizyoncu olarak güncel bir bataklıkta, hepimiz gibi savruluyorum. Romancı olarak sezgilerimle yönümü bulmaya çabaladım. İnsana dair tüm duyguları yaşarken, en sevdiğim şeyi yaptım. Yazdım.- MEHMET ALTAN’I KİMLER HARCADI...
Mehmet Altan Star Gazetesi’nde iktidarı ucundan da olsa tırtıklamaya kalkınca bir iş kazası yaşayıp şutlanıverdi. Kendisine “Geçmiş olsun” demek isterim. Ancak, muhafazakar tokadının Altan’ı toparlayacağını sanmıyorum. Çünkü Mehmet gemileri yakmıştır. İttifak edeceği başka bir ideolojik kitle yoktur. Star olmazsa Sabah, Sabah olmazsa Zaman veya Bugün. En yakın dönemde, yandaş medyada bi yere kapağı atacağını tahmin ediyorum. Cemaat medyasının Mehmet’in biletini tereddütsüz kesmesi, AKP iktidarında kazandıkları muazzam özgüveni ortaya koymaktadır. Olayın trajik boyutu, Altan’la aynı çizgideki liberallerden ciddi bir tepki gelmemesidir. Yakın saz arkadaşı Eser Karakaş bile bu vahim kovulma durumuna ebelek gübelek bir açıklama yapmış. 1964 yılından beri tanıdığı dostu Mehmet’in silkelenmesi hususunda konuşamıyormuş. Çünkü meselenin özel ve de kamusal boyutları varmış. Mehmet’in çok yakın dostu olması etik açıdan, meselenin özel boyutuna, yaşanan nahoş sürece girmesine maniymiş. Maniye bak! Bu anlamsız serenattan mani de çıkar, tekerleme de. Hüzünlendim sakallı çocuğa. Mehmet’e arka çıkarsa Eser’in de kapı dışarı olması muhtemel. O da bunun farkında. O nedenle işi maniye döküyor. Eser Karakaş’ın Mehmet Altan olayına tepkisi liberallerin kemik miktarı hakkında bir ölçü verebilir mi, bilemiyorum. Alaturka liberallerin hepsi ileri demokrasiye sıkı tutunmaktadır. Mehmet gibi eli gevşeyenlerin akibeti malumdur. Geride kalanlar düşenlerin yasını tutmayacaktır. Çoğu da düşmemek için tereyağı küleğiyle iktidar mensuplarını takip etmek durumundadır. Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu da “Mehmet Altan’ın bu kuruma saygısı azaldı veya kayboldu” demiş. Ne demek bu şimdi? Mehmet Altan gazeteye artık eli cebinde mi geliyordu? Gazete çalışanlarına enseye tokat mı yapıyordu? Karaalioğlu Altan’ın saygısızlığını açık etmemiş. Umarım edep erkan meselesi değildir. Öte yanda Hürriyet Gazetesi’nden Ertuğrul Özkök Altan’a dönük eleştirileri anlamsız bulmuş. Mehmet Altan'ı, söylediklerinden dolayı, "Şimdi mi aklın başına geldi" diye suçlamaya kimsenin hakkı yokmuş. Onun aklı şimdi başına gelmemiş, çünkü her zaman yerindeymiş... Ertuğrul Özkök Mehmet Altan’ın akli melekelerine dair müspet düşüncelerini aynı yazıda detaylandırmış: İkisi de Özal'ın vizyonunu, onun topluma getirdiği yenilikleri, yaptığı değişimleri destekliyormuş. Özal, Avrupa Birliği'ne tam üyelik başvurusunu yaptığında, ikisi de çok heyecanlanmış. Ve ikisi de "İkinci Cumhuriyet" lafını çok sevmişmiş. Buradan anlıyoruz ki Ertuğrul’un da, Memet’in de aklı tastamam yerinde, tırlayan yalnızca Özal’a hiç sempati duymayan ve ikinci cumhuriyeti benimsemeyen bizleriz. Kendi apoletleri de çoktan düşmüş olan Hacı Ertuğrul’un pes perdeden tıngırdaması bir gerçeği değiştirmiyor: Tehlike çanları liberaller için çalmaktadır. Çünkü, artık iktidarın onlara ihtiyacı kalmamıştır. Sözü Muhteşem Yüzyıl dizisinden bir benzetme ile bitireyim. Alaturka liberallerin konjonktürel nedenlerle ortaya çıkan Makbul İbrahim Paşa dönemleri sona ermiştir. Bundan sonra saray keyfiyetinin sürebilmesi için Sümbül Ağa olmak durumundadırlar. Sümbül Ağa olmak da tesisatı çizdirmek demektir. İkbalin de hayırlısı.- AKP'Yİ ÖVECEK BİLİM İNSANI ARANIYOR...
AKP tarafından bu yıl ikincisi düzenlenecek “bilim yarışmasıyla” ilgili üniversitelerin Sosyal Bilimler Enstütülerine bir yazı gönderdi. Gönderilen yazıda ödül almak isteyen akademisyenler ve öğrenciler AKP’nin politikalarını inceleyecekken, sonunda en çok öven "bilim insanı" ise ödül alacak. AKP’nin bilime verdiği önem sürüyor. Bu konuda geçtiğimiz yıl ilkini gerçekleştirdiği “Sosyal Bilimler Teşvik Ödülü” yarışmasının bu yıl ikincisini düzenleyecek olan AKP AR-GE Başkanlığı ODTÜ’ye gönderdiği belgede, partilerinin çalışmalarını inceleyen araştırmalar yapılmasını ve bunlara ödül vereceğini duyuruyor.- ZAMAN GAZETESİ’NİN İSRAİL SEVGİSİNİN KAYNAĞI NEDİR?
Zaman gazetesi, Ortadoğu halkalarını bölmek için son dönem makalelerinde Şii-Sünni ayrılıklarını irdeliyor. Niye? Irak merkezli, Suriye, Lübnan’ı da içine alan; Şiileri neredeyse “terörist” olarak itham eden yazılara niye yer veriyor? Fethullah Gülen’in 2010 yılında gerçekleşen Mavi Marmara saldırısıyla ilgili ne dediğini de hatırlatalım: “Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemeleri faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmaktır.” İsrail’e övgüyle yaklaşan, Türkiye’de iki gazete var; biri Zaman gazetesi, diğeri Şalom gazetesi… Şalom’u anlayabiliriz de, Zaman gazetesini anlamak zor (mu?)…- FENERBAHÇE "EL ARABİA FENERBAHÇE" OLUR MU?..
Devrimci Spor Emekçileri Sendikası Kurucu Başkanı, Galatasaray'ın eski sol açığı Metin Kurt, son aylarda kulüplere yapılan operasyonları Gelecek Dergisi'ne değerlendirdi. Kurt, operasyonun amacını ve ardından 58. Maddede yapılmak istenen değişiklik girişimini şöyle değerlendirdi: "Bu operasyonla bence başka bir şeyin önünü açmak istiyorlar. Bazı büyük kulüplerin uluslararası kulüplere devredilmesi söz konusu olabilir. Yalan gelecekte El Arabia Fenerbahçe olabilir, El Arabia Galatasaray olabilir. Bu sürece karşı çıkması muhtemel yöneticilerin hızla uzaklaştırılması gerekiyor. Bugün Beşiktaş, Yıldırım Demirören bırakmadığı sürece ondan kurtulabilir mi? Fenerbahçe Aziz Yıldırımdan kurtulabilir mi? Ya da Gençlerbirliği İlhan Cavcavdan? Şimdi birdenbire kendi kalelerine gol attıklarının farkına vardılar ve yasanın etrafından dolanıyorlar. Çünkü Fenerbahçe küme düşerse El Arabia Fenerbahçe olamaz. Yani Fenerbahçe'yi küme düşmekten kurtarmak istiyorlar." "O da yanlıştan dönmeye çalışıyor. Şimdi milletvekili oldun, 10 bin alacaksın, yorumcu olunca milyon alacaksın. Pişman tabi. Senin neyine milletvekili olmak? Neredeyse milletvekilliğinden istifa edecek. Onun milletvekili adaylığının tek faydası beni de TKP'den aday yapmış olması..."- Kim bu Entrikacı Politikacı?..
- AMERİKA DERİN DEVLETİ HEP İSTER!..
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.
Navigation
Configure browser push notifications
Chrome (Android)
- Tap the lock icon next to the address bar.
- Tap Permissions → Notifications.
- Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
- Click the padlock icon in the address bar.
- Select Site settings.
- Find Notifications and adjust your preference.
Safari (iOS 16.4+)
- Ensure the site is installed via Add to Home Screen.
- Open Settings App → Notifications.
- Find your app name and adjust your preference.
Safari (macOS)
- Go to Safari → Preferences.
- Click the Websites tab.
- Select Notifications in the sidebar.
- Find this website and adjust your preference.
Edge (Android)
- Tap the lock icon next to the address bar.
- Tap Permissions.
- Find Notifications and adjust your preference.
Edge (Desktop)
- Click the padlock icon in the address bar.
- Click Permissions for this site.
- Find Notifications and adjust your preference.
Firefox (Android)
- Go to Settings → Site permissions.
- Tap Notifications.
- Find this site in the list and adjust your preference.
Firefox (Desktop)
- Open Firefox Settings.
- Search for Notifications.
- Find this site in the list and adjust your preference.