Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

kursatotcu

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    701
  • Katılım

  • Son Ziyaret

kursatotcu tarafından postalanan herşey

  1. olmadı soruma net cevap vermiyosun: allahın ilmi mi yoksa bizim fiillerimiz mi tabidir açık söyle
  2. soruma yanıt vermedin: "peki allahın ilmimi bizim fiillerimize tabidir yoksa bizim fiillerimizmi allahın ilmine tabidir? yada şöyle sorayım: allahın bilmesi mi bizim fiillerimizin yani hareketlerimizin sebebidir yoksa bizim fiillerimiz mi allahın bilmesinin sebebidir? ısrarla soruyorum ve yanıt bekliyorum son mesaj atandan"
  3. peki allahın ilmimi bizim fiillerimize tabidir yoksa bizim fiillerimizmi allahın ilmine tabidir? yada şöyle sorayım: allahın bilmesi mi bizim fiillerimizin yani hareketlerimizin sebebidir yoksa bizim fiillerimiz mi allahın bilmesinin sebebidir? ısrarla soruyorum ve yanıt bekliyorum son mesaj atandan
  4. yazının tamamını buraya asamadım problem oldu gerisinde fetullah gülen ve elmalılı hamdi yazırın kadere inanmadıklarını açıklamıştım. gerisini görmek isteyen yahoo dan kursatotcu yazsın, aratsın ve başka forumlarda yazının tamamını astım bakabilrsiniz ve yorumlarınızı aliyim
  5. kursatotcu

    said nursinin hataları

    *** Said Nursi (Eserler küçük boy, Yeni Asya Neşriyat 1998 basım) Said Nursi üzerinde araştırma yapmamın nedeni şudur: Çok insan tarafından yüzyılın alimi olarak vasıflanıyor. Bu insan böyle hatalar yapıyorsa, diğerleri buna kıyas edilmelidir. Yani Said Nursi’yi burada, Maturidiyye binlerce yazarın son yüzyıldaki temsilcisi olarak seçtim. Said Nursi olması itibariyle, daha etkili olur düşüncesiyle öyle yaptım. Aslında Elmalılı Hamdi Yazır da, Konyalı Mehmet Vehbi de kaderi inkar eder. “Risale-i Nur” kitaplarından örnekler vereceğim. Fakat hepsini yazmak uzun olacağından, sayfa numarasını verip, birkaç kelime yazıp … ekleyeceğim. Okuyucu o sayfayı bütünüyle okumalıdır. Hazırlayan: Ahmet Berk www.esselam.com Said Nursi’nin yazılarını bu bilgisayar programından okuyup çıkardım. Siz de buradan takip edebilirsiniz. Yani dört kitabı: Sözler, Mektubat ,Lem’alar ve Şualar adlı kitapları 1998 basım Yeni Asya Neşriyat’tan okudum. Yazıların ilk kısmındaki rakamlar o kitapların sayfa numaralarıdır. İkinci kısım ise bilgisayar programındaki sayfa numaralarıdır. *** SÖZLER Kitaptaki sayfası: 138 -139 _ Bilgisayar programındaki yeri: 13.söz, s: 59; Esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû ebeden dâima Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim, Size hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur: Meselâ, birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur'ân'ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir. Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, "üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek" İslâmiyet emrediyor. Eğer o katl bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz'î musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır, kaza ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler; elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktiza ediyor. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim beraatimize bir sebep olup, hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında "Maşaallah, bârekâllah" dedirttiler ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler. Ben burada gördüm ki, birtek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mü'min, küçük ve cüz'î bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hata etse, verse, çabuk tevbe etmek lâzımdır. _Yorum: Katilin kadere vasıta olduğu bildiriliyor. 219 - 500: _ 30. söz, s: 245; İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhiler, şâşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mü'min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ, İmam-i Gazalî gibi bir Hüccetü'l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş. Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mutezile imamları, ziynet-i surîsine meftun olup o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi' bir mü'min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu'l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip "Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz" diye zecirkârâne tedip tokatlarını almışlar. 33.söz, s: 316; Tevhidin bir burhan-ı nâtıkı olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, risalet ve velâyet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icmâlarını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icmâkârâne tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle, bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip ilân etmiş ve âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nuranî bir pencereyi marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi milyonlar muhakkıkîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. _Yorum: Gazali övülüyor. Ona “Hüccetü’l - İslam” diyor. Ama Said Nursi, Gazali’nin savunduğu cebr görüşünü sapıklık olarak vasıflıyor. 262: Tevfik… (Hidayetin Allah’tan olduğu bildiriliyor.) 690: İzn-i İlahi… (İmanın mahluk olduğu anlatılıyor.) 430 - 431: Beşincisi… _ bilgisayar programındaki yeri 26 söz , s:206 ; BEŞİNCİSİ: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, "Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek." Öyleyse, denilmesin ki, "Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti." Sual: Niçin denilmesin? Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Yalnız, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyleyse, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mutezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti." ebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, "Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek." Öyleyse, denilmesin ki, "Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti." Sual: Niçin denilmesin? Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Yalnız, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyleyse, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mutezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti." _Yorum: Burada cebr görüşünü sapıklık olarak vasıflamaktadır. Ve dikkat edilirse Ehli Sünnet’i, cebr görüşünün dışında tutuyor. Yine “Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul” diyor. Halbuki Kur’an’da ecelin bir olup, ileri-geri gitmeyeceği bildirilmiştir. *** MEKTUBAT 32: Resul-i Ekrem o hükmü kadere… _ 8. mektup, s:358; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı veya "Oğlum" hitabına mazhar olan Zeyd (r.a.), rivayet-i sahiha ile itirafına binaen, izzetli zevcesini kendine mânen küfüv bulmadığı için tatlik etmiş. Yani, Hazret-i Zeyneb, başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış ve bir peygambere zevce olacak fıtratta olduğunu, Zeyd ferâsetle hissetmiş. Ve kendisini ona zevc olacak fıtratta kendine küfüv bulmadığından, mânevî imtizaçsızlığa sebebiyet verdiği için tatlik etmiştir. Allah'ın emriyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almış. Yani, “Biz onu sana nikahladık” nın işaretiyle, o nikâh bir akd-i semâvî olduğuna delâletiyle, harikulâde ve örf ve muâmelât-ı zâhiriye fevkinde, sırf kaderin hükmüyledir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o hükm-ü kadere inkıyad göstermiştir ve mecbur olmuştur; nefis arzusuyla değildir. 55: Eğer denilse… _ 15.mektup, s: 369; Eğer denilse: "Hazret-i Ömer'in (r.a.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına, "Yâ Sâriye, el-cebel, el-cebel!" deyip, Sâriye'ye işittirip, sevkülceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârâne kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz'u o keskin nazar-ı velâyetiyle görmedi?" Elcevap: Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın verdiği cevapla cevap veririz. Yani, Hazret-i Yâkuptan sorulmuş ki, "Niçin Mısır'dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan kuyusundaki Yusuf'u görmedin?" Cevaben demiş ki: "Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz." Elhasıl, insan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat “Allah dilemedikçe siz hiçbirşey isteyemezsiniz” (İnsan 30) sırrınca, meşiet-i İlâhiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlâhiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir, “kader gelince göz kör olur” hükmünü icra eder. Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz'î susar. _Yorum: Burada ise açıkça özgürlüğün olmadığı ifade ediliyor. 75: Çok dostlarla… _ 16.mektup, s:380; Çok dostlarla beraber, bana nezaret eden bir kumandan, mükerreren sual ettiler: "Neden vesika için müracaat etmiyorsun, istida vermiyorsun?" Elcevap: Beş altı sebep için müracaat etmiyorum ve edemiyorum: Birincisi: Ben ehl-i dünyanın dünyasına karışmadım ki, onların mahkûmu olayım, onlara müracaat edeyim. Ben kader-i İlâhînin mahkûmuyum ve ona karşı kusurum var; ona müracaat ediyorum. 406: Ben de derim… _ 16. Mektup s: 379; BEŞİNCİ MESELE: Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem “Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez” (Bakara 286) sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Yorum: “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez.” (Bakara 286) ayetinin zahirini alıp “Teklif-i mala yutak yoktur” demiştir. Oysa bu ayetin te’vili icap eder. “Teklif-i mala yutak” caizdir. Zira cebr olunca “Teklif-i mala yutak” var demektir. 199 - 270 - 438: Gazali övülüyor. 219: Allah birdir… _ 20. mektup, s: 449; Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temellük edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun. 257: Hasedin çaresi… _ 22. mektup, s: 471; Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder. Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır. 317: Ve saniyen… _ 26. mektup, s: 503; Ve saniyen: Usulüddin imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü'l-Vücud ve tevhid-i İlâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî'nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin Râzî'ye öyle demiş. _Yorum: Razi kelam alimi olarak vasıflanıyor. Bilindiği gibi kader, kelamın en önemli konularındandır. Ve Razi’nin, Tefsir-i Kebir’i baştan başa cebri savunur. 333: Beşincisi… _ 2. mektup, s:351; Beşincisi: Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübelerle kat'î kanaatim oldu ki, halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim. Bazıları bana dokunuyor; belki dokunduruluyor, yedirilmiyor, bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mânen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir. _Yorum: Kim yedirmiyor? 13. mektup, s: 367; İKİNCİ SUALİNİZ: Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun? Elcevap: Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim. Şu mânânın hakikati şudur ki: Başa gelen her işte iki sebep var: biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya zâhirî bir sebep oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlâhî ise, sebeb-i hakikîdir; beni bu inzivâya mahkûm etti. Sebeb-i zâhîrî zulmetti, sebeb-i hakikî ise adalet etti. Zâhirîsi şöyle düşündü: "Şu adam ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder; belki dünyamıza karışır" ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulüm etti. Kader-i İlâhî ise, benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi. Madem ki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir; ona müracaat ederim. Zâhîrî sebep ise, zaten bahane nev'inden birşeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsızdır. Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu. 353: İbn Arabi burada ve çok yerde evliya olarak anlatılıyor. İbn Arabi’nin “Fusus-u Hikem” adlı kitabı, küfür lafızlarıyla doludur. Kaderi inkar eder ve daha pek çok din dışı görüşleri vardır. 355 - 356: Dördüncü nükte… (Cebr düşüncesi anlatılır.) 374: Beşinci nükte… _ 28. mektup s: 531; BEŞİNCİ NÜKTE Sual ediyorsunuz ki: "Zaman-ı fetrette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ecdadı bir din ile mütedeyyin miydiler?" Elcevap: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın, bilâhare gaflet ve mânevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivâyat vardır. Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmdan gelen ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayt kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlûp olmamışlar. Fakat zaman-ı fetrette, “Peygamber göndermedikçe Biz kimseye azap edici değiliz” (İsra 15) sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatîatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş'arîce, küfre de girse, usul-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-yı sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz. Yorum: İmam Eş’ari demekle demek ki Eş’ari mezhebini kendisi batıl saymamaktadır. Ne var ki, Sözler’deki kader risalesinde cebr görüşünü sapıklık olarak vasıflamıştı. Eş’arilik’te cebri savunur. 375: Yedinci nükte _ 28. mektup s: 532; YEDİNCİ NÜKTE Diyorsunuz ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ve ceddi Abdülmuttalib'in imanları hakkında akvâ ve esahh olan haber hangisidir?" Elcevap: Yeni Said on senedir yanında başka kitapları bulundurmuyor, "Bana Kur'ân yeter" diyor. Böyle teferruat mesâilinde, bütün kütüb-ü ehâdisi tetkik edip en akvâsını yazmaya vaktim müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennettir ve ehl-i imandır. Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez. Eğer denilse: "Madem öyledir; neden onlar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma imana muvaffak olamadılar? Neden bi'setine yetişemediler?" Elcevap: Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ferzendâne hissini memnun etmek için, valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden mânevî evlât mertebesine getirmemek için, hâlis kendi minnet-i rububiyeti altına alıp onları mes'ut etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki, valideynini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âli bir müşirin yüzbaşı rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi, birbirine zıt iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah, o müşir olan yaver-i ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor. Yorum: Said Nursi, Resul-i Ekrem’in ana-babasının Ehli Cennet olup, imanlı olduklarını söylüyor. Halbuki Razi, Tefsir-i Kebir’inde Resul-i Ekrem’in babasının kafir olduğunu ve bunun, Ehli Sünnet’in görüşü olduğunu bildiriyor. Delil ise Sahih-i Müslim’de geçen şu hadistir: “Adamın biri Resul-i Ekrem’e “Ya Resulullah, babam nerede?“ diye sordu. Resulullah buyurdu ki: “Cehennemde!” Bunun üzerine adam üzüntülü bir şekilde uzaklaşırken onu çağırdı ve dedi ki: “Babanda, babam da ateştedir.” Annesi için ise şöyle bir hadis var: ”Resulullah sahabeleriyle bir gün, bir mezara uğradı. Ağladı ve yanındakileri de ağlattı. Dediler ki: “Niye ağladın?” Resulullah buyurdu ki: “Bu annemin mezarıdır. Onu ziyaret etmek istedim, izin verildi. Ona mağfiret dilemek için izin istedim, verilmedi.” 412: Yapacağınız iş… _ 29. mektup, s: 552; Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok. Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde kat'î iman etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukadderdir. Madem böyledir; hak yolunda şehadetle ölsem, çekinmek değil, iştiyakla bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum; bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehadet vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek, benim gibilerin en âli bir maksadı, bir gayesi olur. Yorum: Ecelin zamanının değişmeyeceğini bildiriyor. Kader risalesinde ise “Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul” demişti. 432: _ 29. mektup, s: 564; İşte bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulüddin ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini itham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir. Yorum: Usulü’d-din uleması ve kelamcı olarak Gazali’yi gösterip, talimatlarını rehber edinmek gerektiğini söylüyor. Lakin kader konusunda değil rehber edinmek, tam cephe alıyor. Not: LEM’ALAR ve ŞUALAR adlı kitaplarda işaret ettiğim sayfaların ilk iki kelimesini yazacağım. Sayfa bütünüyle okunmalıdır. *** LEM’ALAR Rızık: 317 İnsanların sana… _ 26. lem’a, s: 722; "Ve bu hapiste yiyecek rızkın var; o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslimle mukabele lâzım. _Yorum: Rızkını yiyeceğine göre sen mecburen hapise girdin demektir. Seni oraya atanlar da mecburen attılar. 337 İkinci nükte… _ 28. lem’a, s: 738; İKİNCİ VECİH: İnsan rızka çok müptelâ olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mâni tevehhüm edip kendine bir özür bulmamak için, âyet-i kerime diyor ki: "Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlâhî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlûkatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyâliniz ve hayvânâtınızın rızkını tedarik etmek, adeta Bana ait rızık ve it'âmı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak Benim. Sizin müteallikatınız olan ibâdımın rızkını Ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz." Eğer bu mânâ olmazsa, Cenâb-ı Hakka rızık vermek ve it'âm etmek muhâliyeti bedihî ve malûm olduğundan, ilâm-ı malûm kabilinden olur. İlm-i belâgatte bir kaide-i mukarreredir ki, bir kelâmın mânâsı malûm ve bedihî ise, o mânâ murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen "Sen hafızsın," o malûmunu ilâm kabilinden olur. Demek maksud mânâsı budur ki, "Ben senin hafız olduğunu biliyorum." Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum. İşte, bu kaideye binaen, âyet, Cenâb-ı Hakka rızık vermeyi ve it'âm etmeyi nefyetmekten kinaye olan mânâ şudur: "Bana ait olup ve rızıklarını taahhüt ettiğim mahlûkatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evâmirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir." Kader getirdi: 356 Tarikat hevesiyle… _ 28. lem’a, s: 736; İkinci hikâye: Bir vakit ihtiyar bir kadının sekiz oğlu varmış. Herbirisine mevcut sekiz ekmekten birer ekmek verdi, kendine kalmadı. Sonra, herbirisi ekmeğinin yarısını ona verdi. Onun ekmeği dört oldu; ötekiler yarıya indi. Kardeşlerim, ben de kırkınızın herbirinin musîbet hissesinin mânevî eleminin yarısını kendimde hissediyorum. Kendi şahsıma âit elemi, aldırmıyorum. Bir gün fazla muztar bulundum, "acaba hatamın cezâsı mıdır çekiyorum" diye geçmiş hâleti tetkik ettim. Gördüm ki, bu musîbeti kaynatmaya ve tahrik etmeye hiçbir cihette müdahalem olmadığını ve bilâkis kaçmak için mümkün tedbirleri istimâl ediyordum. Demek, bu bir kazâ-yı İlâhîdir. Ve bil-iltizam bir seneden beri müfsidlerin tarafından aleyhimize ihzâr ediliyordu. Kaçınmak kàbil değildi. Alâküllihâl başımıza geçirecek idiler. Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür ki, musîbeti yüzden bire indirdi. İşte bu hakîkata binaen "Senin yüzünden bu belâyı çektik" diye minnet etmeyiniz. Belki beni helâl ediniz. Ve bana dua ediniz. Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: "Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı." Meselâ, bir kardeşimiz iki üç imza sahibini söylemesiyle, müfsidlerin pek çok zâtları belâya atmak için düşündükleri plânı küçültüp, çoklarını kurtarmış. Değil zarar, belki büyük menfaat olmuş. Çok mâsumların bu belâdan kurtulmasına bir vesile oldu. 357 İşte bu… _ 28. lem’a, s: 734; Eskişehir Hapishanesinde yazılmış bir parça Kardeşlerim! Müteaddid defa Risâle-i Nur'un şakirtlerini lâyık oldukları tarzda müdafaa etmişim. İnşâallah mahkemede bağırarak derim. Hem Risâle-i Nur'u, hem şâkirdlerinin kıymetlerini dünyaya işittireceğim. Yalnız size bunu ihtâr ederim ki: "Bu müdâfaamdaki kıymeti muhâfaza etmenin şartı, bu hâdisedeki ağız yanmasıyla Risâle-i Nur'dan küsmemek ve üstâdından darılmamak ve kardeşlerinden-sıkıntıdan gelen bahanelerle-nefret etmemek ve birbirine kusur bulmamak ve isnad etmemektir." Yalnız tahattur edersiniz ki, Risâle-i Kader'de ispat etmişiz ki: "Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlâhî'nin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adâleti ve hikmet-i İlâhiyenin sırrını düşünmeliyiz." Evet, kader, Risâle-i Nur talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücâhede-i mâneviye inkişâf etmesinin hikmeti; onları, bu hakikaten çok sıkıntılı olan medrese-i Yusufiyeye sevk etti. İnsan zulmü ve bahanesi bir vesile oldu. Onun için sakınınız; birbirinize; "Böyle yapmasaydım ben tevkif olmazdım", demeyiniz. Allah’ın iradesinin genelliği: 423 Evet bütün… _ 30. lem’a, s: 818; BİRİNCİ ŞUA Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyûmdur, yani, bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur. Hem o Zât-ı Zülcelâl kayyûmiyetiyle beraber, Kur'ân-ı Azîmüşşanda ferman ettiği gibidir. Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef'âlinde nazîri yoktur, misli olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz. Evet, bütün kâinatı bütün şuûnâtıyla ve keyfiyâtıyla kabza-i rububiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde, kemâl-i intizamla tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdese, misil ve mesîl ve şerîk ve şebîh olmaz, muhaldir. 425 (Lazımı olan….) 522 Veyahut ism-i Azamın… _ 30. lem’a , s: 800; Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri var; bilbedâhe ispat eder ki, herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Hâlık-ı Adl ve Hakîmin mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. 542 (Ey Halık-ı Külli şey…) *** ŞUALAR Allah’ın iradesinin genelliği: 14 Altı İsm-i Azamın … _ 2. Şua, s: 848; İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemin ettiği vakit, en çok istimal ve tekrarla her zaman ferman ettiği şu “Muhammed’in hayatı elinde olan Allah’a yemim olsun ki” kasemidir. Ve bu kasem gösteriyor ki, şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehâsı ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef'âlinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüz'î olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz. 34 Ve musibet … _ 2. Şua, s: 860; Suâlin ikinci şıkkı Haydi şeytana ve kâfire ait bu cevabı umumî noktasında kabul edelim. Fakat, Cemîl-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i âle'l-ıtlak, nasıl oluyor ki, bîçare cüz'î ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe müptelâ ediyor? Elcevap: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemîl ve Rahîm-i Mutlakın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve her bir şeyin her bir işi, onun meşîetine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tâbi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; Esmâ-i Hüsnânın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzâtıyla ve hem, şerli cüz'î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır. 48 Onlara bakan… _ 3. Şua, s: 867; Zeminin bütün mahlûkatı, Senin mülkünde, Senin arzında, Senin havl ve kuvvetinle ve Senin kudretin ve iradetinle ve ilmin ve hikmetinle idare olunuyorlar ve musahhardırlar. Ve zemin yüzünde faaliyeti müşahede edilen bir rububiyet, öyle ihata ve şümul gösteriyor ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzî kabul etmeyen bir küll ve inkısamı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rubûbiyet olduğunu bildiriyor. Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ı kalden daha zâhir hadsiz lisanlarla Halıkını takdis ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ı halleriyle Rezzâk-ı Zülcelâlinin hamd ve medh ü senâsını ediyorlar... 3. Şua, s: 868; İşte denizlerin böyle gayet harika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve denizlerin mahlûkatı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi, bilbedahe gösterir ki, yalnız Senin kuvvetin ve kudretinle ve Senin irade ve tedbirinle, Senin mülkünde, Senin emrine musahhardırlar ve lisan-ı halleriyle Halıkını takdis edip Allahu Ekber derler. 142 Altı günde… 7. Şua s:920; hem “Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye katar.” (Lokman 29) âyetinin sarahatiyle, zemini döndürüp, gece-gündüz sayfalarını yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisâtıyla yazan, değiştiren aynı Zât, aynı anda, en gizli, en cüz'î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder. Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid ve kadîr olan Fâil-i Zülcelâllerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor. Yorum: Kalplerin hatıratları, düşüncelerdir ve istekler de bunun içindedir. Bunları “iradesiyle idare eder” deniyor ki cebr manası çıkar. 524 (On birinci kelime…) 560 Müfettiş olmak… _ 15. Şua, s: 1138; Meselâ, hadsiz zîhayattan bir insanın yüz cihazatından birtek cihazı olan lisanı, bir et parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, faydalara âlet oluyor. Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermek ve rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına dikkatli bir müfettiş olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir tercüman ve santral olmak, elbette gayet parlak ve kat'î bir surette, ihatalı ilme delâlet ve şehadet eder. Birtek dil, hikmetleri ve meyveleriyle böyle delâlet etse, hadsiz lisanlar ve hadsiz zîhayatlar, nihayetsiz masnuat, güneş zuhurunda ve gündüz kat'iyetinde, nihayetsiz bir ilme delâlet ve şehadet ve Allâmü'l-Guyûbun daire-i ilminden ve hikmetinden ve meşîetinden hariç hiçbir şey yoktur diye ilân ederler. 564 Bu fıkra… _ 15. Şua, s: 1141; Bu fıkra, irade-i İlâhiyenin delillerinden pek çok küllî hüccetleri ihtiva eden birtek küllî ve uzun delildir. Meâlinin kısa bir tercümesi içinde irade ve ihtiyar ve meşîet-i İlâhiyeyi gayet kat'î ispat eden bir delili beyan ederiz. Hem ilm-i İlâhînin bütün mezkûr delilleri, aynen iradenin dahi delilidir. Çünkü, her masnûda ilim ve iradenin beraber cilveleri, eserleri görünüyor. Bu Arabî fıkranın kısaca meâli: Yani, herşey onun irade ve meşîetiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbirşey olmaz. Bir hüccet şudur: Görüyoruz ki, bu masnuatın herbiri muayyen zâtı, mahsus sıfatı, ayrı hususî mâhiyeti, mümtaz fârikalı sureti, hadsiz imkânat ve başka tarzlarda olabilir. Teşvişçi ihtimalât içinde, neticesiz çok yollarda ve sel gibi akan ve karıştıran ve birbirine zıt unsurların müdahaleleri içinde ve sehiv ve iltibasa sebebiyet veren ve birbirine benzeyen emsalleri içinde bu karma karışık hallere karşı, o herbir masnuu ince, tam, düzgün bir nizam altına almak ve hassas, cessas, mükemmel bir ölçü ve mizanla her uzvunu ve cihazını tartmak, takmak ve yüzüne süslü, düzgün bir sima, bir teşahhus vermek ve birbirine muhalif âzâlarını basit, câmid, ölü bir maddeden zîhayat olarak gayet san'atlı yaratmak, meselâ insanı ayrı ayrı yüz cihazatıyla bir katre sudan icad etmek ve kuşu pekçok âlât ve muhtelif cihazlarıyla bir basit yumurtadan inşa edip mucizatlı suret giydirmek ve ağacı dal, budak ve mütenevvi âzâ ve eczasıyla basit, câmid karbon, azot, müvellidülmâ, müvellidülhumuzadan terekküp eden bir küçük çekirdekten çıkarmak, muntazam, meyveli bir şekil giydirmek, elbette ve elbette bedahetle, şüphesiz, kat'iyetle, vücub ve zaruret ve lüzum derecesinde ispat eder ki, o herbir masnua bütün zerrat ve eczasıyla ve suret ve mahiyetiyle bir Kadîr-i Mutlakın irade ve meşîetiyle ve ihtiyar ve kastıyla o mahsus, mükemmel vaziyet veriliyor. Ve herşeye şâmil bir iradenin taht-ı hükmündedir. Ve bu tek masnuun bu şüphesiz tarzda irade-i İlâhiyeye delâleti gösteriyor ki, bütün masnuât, hadsiz, nihayetsiz ve güneş ve gündüz gibi zâhir bir kat'iyette, herşeye şâmil irade-i İlâhiyeye, adetlerince şehadetler ve bir Kadîr-i Mürîdin vücub-u vücuduna hadsiz hüccetlerdir. Hem ilm-i İlâhînin sabıkan mezkûr bütün delilleri, aynen iradenin dahi delilleridir. Çünkü, ikisi kudretle beraber iş görüyorlar. Biri birisiz olmaz. Herbir nev'in ve cinsin efradı, âzâ-i nev'iye ve cinsiyede tevafukları nasıl delâlet eder ki Sâni'leri birdir, vâhiddir, ehaddir; öyle de: Yüzlerinin simaları hikmetli bir tarzda, birbirinden fârikalı ve ayrı olması kat'î delâlet eder ki; o Sâni-i Vâhid-i Ehad, bir Fâil-i Muhtardır. İrade ve ihtiyar ve meşîet ve kast ile herşeyi yaratır. Yorum: Her şeyin Allah’ın iradesiyle olduğunu söylüyor. Bu kabul edilince iş cebr olur. Kader getirdi: 272 Aziz sıddık kardeşlerim… _13. Şua, s: 999; Bu kaza-i İlâhînin adalet-i kaderiye noktasında, yeni talebelerden bir kısım zatların sırr-ı ihlâsa muvafık olmayan dünya cihetini de Risale-i Nur ile arzu etmesinden, bazı menfaatperest rakipleri karşısında bulup, yirmi beş sene evvel aslı yazılan ve sekiz sene zarfında bir iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen Beşinci Şua benden uzak bir yerde ele geçmesiyle, o hoca bozması gibi kıskançlar, onunla adliyeyi evhamlandırdılar. Aynı vakit, benim arzu ettiğim yeni harflerle Miftahu'l-İman mecmuası yerine Ayetü'l-Kübrâ muvafakatım olmadan tab olması ve nüshaları gelmesi hükümete aksetmiş, iki mes'ele birbiriyle karıştırılmış. Güya Kanun-u Medeniyeye karşı o Beşinci Şua tab edilmiş diye, ehl-i garaz, bir habbeyi yüz kubbe yaparak gadren bizleri şu çilehaneye soktu. Fakat kader-i İlâhî ise, menfaatimiz için buraya sevk etti ve eski zamanlarda ihtiyarî çilehanelerin sevap noktasında çok fevkinde sevapdar etmek sırrıyla, bizi, ihlâs dersini tam almak ve hakikaten kıymetsiz olan dünya umuruna karşı alâkalarımızı tâdil etmek için yine medrese-i Yusufiyeye çağırdı. 13. Şua, s: 1005; Gerçi yeriniz çok dardır; fakat kalbinizin gençliği o sıkıntıya aldırmaz. Hem yerlerimize nisbeten daha serbesttir. Biliniz, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız tesanüddür. Sakın, sakın bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvâlar ve "Böyle olmasaydı şöyle olmazdı" diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu. Ne yapsaydık onlar hücumu yapacaktılar. Biz sabır ve şükür ve kazâya rıza ve kadere teslimle mukabele ederek tâ inayet-i İlâhiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pekçok sevap ve hayrat kazanmaya çalışmalıyız. Rızık: 13. Şua, s: 1006; Madem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevap için, iman ve âhiret için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerait altında herbir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur'ân ve iman hizmetindeki mücahede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakikî mücahid kardeşlerle görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakiki bir tesanüdle kudsî hizmete sebatkârâne devam etmek ve güzel seciyelerinden istifade etmek ve Medresetü'z-Zehrânın şakirtliğine liyakat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu medrese-i Yusufiyede tayınını ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faydaları düşünüp sabır ve tahammülle mukabele etmek gerektir. 279 Deyip o… _ 13. Şua, s: 1007; Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise, musibette, kendinden ziyade musibetliye ve nimette, daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kur'âniye ve imaniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvâya hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür, üstüne haktır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek, kader-i İlâhî tayin etmişti. Adalet-i rahmet bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzâk-ı Hakikîlerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasıl ki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek... 285 Yükleyenlerden hiç… _13. Şua, s: 1011; Bu musibetimizden kaçmak ve kurtulmak, iki cihetle kabil değildi: Birincisi: Kader-i İlâhi kısmetimizin bir kısmını buradan bize yedirmek için herhalde gelecektik. En hayırlısı bu tarzdır. 414 Tatlılaşsın. Hapisten… _ 14. Şua, s: 1073; Sizi tâziye değil, belki tebrik ediyorum. Madem kader-i İlâhî bizi bu üçüncü medrese-i Yusufiyeye bir hikmet için sevk etti ve bir kısım rızkımızı bize burada yedirecek ve rızkımız bizi buraya çağırdı. Yorum: Rızkın hapiste ise, sen rızkını yiyeceğin için mecbur hapse girdin demektir. 357: Hatalar, cevapları... _ 14. Şua, s: 1052; Hata 52: Hayır ve şerrin Allah'tan olduğunu inkâr yoluna sapmak gibi bir tezada düşmüştür. Cevap: Risale-i Nur'dan Kader Risalesi olan Yirmi Altıncı Sözün sırr-ı kaderi emsalsiz bir surette beyanı ve imanın erkânlarını Risale-i Nur'un harika bir tarzda ispatı meydanda iken, böyle bir iftira garazkârlıktan başka birşey değildir. Yorum: Mahkemelerde dahi, Said Nursi’nin kaderi inkar ettiği saptanmıştır. Yani o kadar açık ki, anlaşılması zor değil. Ecel: 418 Sıkılmayınız meyus… _ 14. Şua, s: 1076; Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim, Size, hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek kalbime ihtar edildi. O da şudur: Meselâ, birisi birisinin kardeşini veya akrabasını öldürmüş. Bir dakika o hiddet yüzünden milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çeker. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var: O da, Kur'ân'ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir. Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden, daha dünyada kalmayacaktı. O katil ise, o kaza-yı İlâhiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki; "Üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek" İslâmiyet emrediyor. Eğer o katil bir adâvetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz'î musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır. Kaza ve kader-i İlâhiyeye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mâbeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya, hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye iktiza ediyorlar. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar Nurlar dersiyle birbirine kardeş oldular ve bizim beraatimize bir sebep olup hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında "Mâşaallah, bârekâllah" dedirttiler, o mahpuslar tam teneffüs ettiler. Yorum: Katil kaza-i ilahiye vasıta olmuşsa, mecbur öldürdü demektir. 13. Şua, s: 1005; Gerçi yeriniz çok dardır; fakat kalbinizin gençliği o sıkıntıya aldırmaz. Hem yerlerimize nisbeten daha serbesttir. Biliniz, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız tesanüddür. Sakın, sakın bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvâlar ve "Böyle olmasaydı şöyle olmazdı" diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu. Ne yapsaydık onlar hücumu yapacaktılar. Biz sabır ve şükür ve kazâya rıza ve kadere teslimle mukabele ederek tâ inayet-i İlâhiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pekçok sevap ve hayrat kazanmaya çalışmalıyız. Rızık: 13. Şua, s: 1006; Madem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevap için, iman ve âhiret için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerait altında herbir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur'ân ve iman hizmetindeki mücahede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakikî mücahid kardeşlerle görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakiki bir tesanüdle kudsî hizmete sebatkârâne devam etmek ve güzel seciyelerinden istifade etmek ve Medresetü'z-Zehrânın şakirtliğine liyakat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu medrese-i Yusufiyede tayınını ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faydaları düşünüp sabır ve tahammülle mukabele etmek gerektir. 279 Deyip o… _ 13. Şua, s: 1007; Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise, musibette, kendinden ziyade musibetliye ve nimette, daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kur'âniye ve imaniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvâya hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür, üstüne haktır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek, kader-i İlâhî tayin etmişti. Adalet-i rahmet bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzâk-ı Hakikîlerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasıl ki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek... 285 Yükleyenlerden hiç… _13. Şua, s: 1011; Bu musibetimizden kaçmak ve kurtulmak, iki cihetle kabil değildi: Birincisi: Kader-i İlâhi kısmetimizin bir kısmını buradan bize yedirmek için herhalde gelecektik. En hayırlısı bu tarzdır. 414 Tatlılaşsın. Hapisten… _ 14. Şua, s: 1073; Sizi tâziye değil, belki tebrik ediyorum. Madem kader-i İlâhî bizi bu üçüncü medrese-i Yusufiyeye bir hikmet için sevk etti ve bir kısım rızkımızı bize burada yedirecek ve rızkımız bizi buraya çağırdı. Yorum: Rızkın hapiste ise, sen rızkını yiyeceğin için mecbur hapse girdin demektir. 357: Hatalar, cevapları... _ 14. Şua, s: 1052; Hata 52: Hayır ve şerrin Allah'tan olduğunu inkâr yoluna sapmak gibi bir tezada düşmüştür. Cevap: Risale-i Nur'dan Kader Risalesi olan Yirmi Altıncı Sözün sırr-ı kaderi emsalsiz bir surette beyanı ve imanın erkânlarını Risale-i Nur'un harika bir tarzda ispatı meydanda iken, böyle bir iftira garazkârlıktan başka birşey değildir. Yorum: Mahkemelerde dahi, Said Nursi’nin kaderi inkar ettiği saptanmıştır. Yani o kadar açık ki, anlaşılması zor değil. Ecel: 418 Sıkılmayınız meyus… _ 14. Şua, s: 1076; Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim, Size, hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek kalbime ihtar edildi. O da şudur: Meselâ, birisi birisinin kardeşini veya akrabasını öldürmüş. Bir dakika o hiddet yüzünden milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çeker. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var: O da, Kur'ân'ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir. Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden, daha dünyada kalmayacaktı. O katil ise, o kaza-yı İlâhiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki; "Üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek" İslâmiyet emrediyor. Eğer o katil bir adâvetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz'î musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır. Kaza ve kader-i İlâhiyeye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mâbeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya, hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye iktiza ediyorlar. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar Nurlar dersiyle birbirine kardeş oldular ve bizim beraatimize bir sebep olup hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında "Mâşaallah, bârekâllah" dedirttiler, o mahpuslar tam teneffüs ettiler. Yorum: Katil kaza-i ilahiye vasıta olmuşsa, mecbur öldürdü demektir. Yorum: Her şeyin Allah’ın iradesiyle olduğunu söylüyor. Bu kabul edilince iş cebr olur. Kader getirdi: 272 Aziz sıddık kardeşlerim… _13. Şua, s: 999; Bu kaza-i İlâhînin adalet-i kaderiye noktasında, yeni talebelerden bir kısım zatların sırr-ı ihlâsa muvafık olmayan dünya cihetini de Risale-i Nur ile arzu etmesinden, bazı menfaatperest rakipleri karşısında bulup, yirmi beş sene evvel aslı yazılan ve sekiz sene zarfında bir iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen Beşinci Şua benden uzak bir yerde ele geçmesiyle, o hoca bozması gibi kıskançlar, onunla adliyeyi evhamlandırdılar. Aynı vakit, benim arzu ettiğim yeni harflerle Miftahu'l-İman mecmuası yerine Ayetü'l-Kübrâ muvafakatım olmadan tab olması ve nüshaları gelmesi hükümete aksetmiş, iki mes'ele birbiriyle karıştırılmış. Güya Kanun-u Medeniyeye karşı o Beşinci Şua tab edilmiş diye, ehl-i garaz, bir habbeyi yüz kubbe yaparak gadren bizleri şu çilehaneye soktu. Fakat kader-i İlâhî ise, menfaatimiz için buraya sevk etti ve eski zamanlarda ihtiyarî çilehanelerin sevap noktasında çok fevkinde sevapdar etmek sırrıyla, bizi, ihlâs dersini tam almak ve hakikaten kıymetsiz olan dünya umuruna karşı alâkalarımızı tâdil etmek için yine medrese-i Yusufiyeye çağırdı. 13. Şua, s: 1005; Gerçi yeriniz çok dardır; fakat kalbinizin gençliği o sıkıntıya aldırmaz. Hem yerlerimize nisbeten daha serbesttir. Biliniz, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız tesanüddür. Sakın, sakın bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvâlar ve "Böyle olmasaydı şöyle olmazdı" diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu. Ne yapsaydık onlar hücumu yapacaktılar. Biz sabır ve şükür ve kazâya rıza ve kadere teslimle mukabele ederek tâ inayet-i İlâhiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pekçok sevap ve hayrat kazanmaya çalışmalıyız. Rızık: 13. Şua, s: 1006; Madem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevap için, iman ve âhiret için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerait altında herbir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur'ân ve iman hizmetindeki mücahede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakikî mücahid kardeşlerle görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakiki bir tesanüdle kudsî hizmete sebatkârâne devam etmek ve güzel seciyelerinden istifade etmek ve Medresetü'z-Zehrânın şakirtliğine liyakat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu medrese-i Yusufiyede tayınını ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faydaları düşünüp sabır ve tahammülle mukabele etmek gerektir. 279 Deyip o… _ 13. Şua, s: 1007; Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise, musibette, kendinden ziyade musibetliye ve nimette, daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kur'âniye ve imaniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvâya hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür, üstüne haktır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek, kader-i İlâhî tayin etmişti. Adalet-i rahmet bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzâk-ı Hakikîlerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasıl ki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek... 285 Yükleyenlerden hiç… _13. Şua, s: 1011; Bu musibetimizden kaçmak ve kurtulmak, iki cihetle kabil değildi: Birincisi: Kader-i İlâhi kısmetimizin bir kısmını buradan bize yedirmek için herhalde gelecektik. En hayırlısı bu tarzdır. 414 Tatlılaşsın. Hapisten… _ 14. Şua, s: 1073; Sizi tâziye değil, belki tebrik ediyorum. Madem kader-i İlâhî bizi bu üçüncü medrese-i Yusufiyeye bir hikmet için sevk etti ve bir kısım rızkımızı bize burada yedirecek ve rızkımız bizi buraya çağırdı. Yorum: Rızkın hapiste ise, sen rızkını yiyeceğin için mecbur hapse girdin demektir. 357: Hatalar, cevapları... _ 14. Şua, s: 1052; Hata 52: Hayır ve şerrin Allah'tan olduğunu inkâr yoluna sapmak gibi bir tezada düşmüştür. Cevap: Risale-i Nur'dan Kader Risalesi olan Yirmi Altıncı Sözün sırr-ı kaderi emsalsiz bir surette beyanı ve imanın erkânlarını Risale-i Nur'un harika bir tarzda ispatı meydanda iken, böyle bir iftira garazkârlıktan başka birşey değildir. Yorum: Mahkemelerde dahi, Said Nursi’nin kaderi inkar ettiği saptanmıştır. Yani o kadar açık ki, anlaşılması zor değil. Ecel: 418 Sıkılmayınız meyus… _ 14. Şua, s: 1076; Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim, Size, hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek kalbime ihtar edildi. O da şudur: Meselâ, birisi birisinin kardeşini veya akrabasını öldürmüş. Bir dakika o hiddet yüzünden milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çeker. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var: O da, Kur'ân'ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir. Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden, daha dünyada kalmayacaktı. O katil ise, o kaza-yı İlâhiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki; "Üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek" İslâmiyet emrediyor. Eğer o katil bir adâvetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz'î musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır. Kaza ve kader-i İlâhiyeye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mâbeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya, hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye iktiza ediyorlar. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar Nurlar dersiyle birbirine kardeş oldular ve bizim beraatimize bir sebep olup hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında "Mâşaallah, bârekâllah" dedirttiler, o mahpuslar tam teneffüs ettiler. Yorum: Katil kaza-i ilahiye vasıta olmuşsa, mecbur öldürdü demektir. Tesadüfe bağlı gibi görünüyor: 561 Biçilmiş ve… _ 15. Şua, s: 1139; Yani, ehemmiyetli bir hikmet için, zâhir nazarda müphem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ipham perdesi altında kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sayfasında her zîhayatın eceli mukadder ve muayyendir, tekaddüm, teahhur etmez. Ve her zîruhun rızkı tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var. Meselâ, koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alîm-i Hafîzin hikmetli kanunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan ve fışkı içinden çıkıp hiç bulaşmadan sâfi, temiz olarak ağzına akması, tesadüf ihtimalini kat'î bir surette red ve bir Rezzâk-ı Alîm-i Rahîmin şefkatli düsturuyla olduğunu gayet kat'î gösteriyor. Bu iki cüz'î misâle bütün zîhayat, zîruh kıyas edilsin. Demek, hakikatte hem ecel muayyen ve mukadderdir, hem rızık herkese göre bir taayyun içinde mukadderat defterinde kayıt edilmiştir. Fakat, gayet mühim bir hikmet için hem ecel, hem rızık perde-i gaybda ve müphem ve gayr-ı muayyen ve zâhiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor. Eğer ecel güneşin gurubu gibi muayyen olsaydı, yarı ömür gaflet-i mutlakada ve âhirete çalışmamakla zâyi olup, yarı ömürden sonra hergün ölüm darağacı tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir korku alıp, eceldeki musibet yüz derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen musibetler ve hattâ dünyanın eceli olan kıyamet perde-i gaybda merhameten bırakılmış. Rızık ise, hayattan sonra nimetlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cemiyetli bir madeni olmasından, suret-i zâhirede müphem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Tâ her vakit Rezzâk-ı Kerîmin dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızık istemek kapısı kapanmasın. Yoksa, muayyen olsaydı, mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirâne, minnettarâne ricalar, dualar, belki mütezellilâne ubudiyet kapıları kapanırdı. Yorum: Demek ki tesadüf değil. Tesadüf değilse, cebr olduğu aşikardır. Gazali övülüyor: 635 Yani ecnebi… _ 8. Şua, s: 935; İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın en mühim ve en müdakkik üveysî bir şakirdi ve İslâmiyetin en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) diyor ki: "Onlar vahiyle Peygambere (a.s.m.) nazil olduğu vakit, İmam-ı Ali'ye (r.a.) emretti, 'Yaz'; o da yazdı, sonra nazmetti." Yorum: İslamiyetin en meşhur ve parlak hücceti olarak vasıfladığı Gazali; sapıklık diye isimlendirdiği cebr itikadını savunur. 267 Hasenat yazdırıyor… _ 13. Şua, s: 1001; Evet, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, her hadisede iki sebep var: Biri zâhirîdir ki, insanlar ona göre hükmederler, çok defa zulmederler. Biri de hakikattır ki, kader-i İlâhî ona göre hükmeder, o aynı hâdisede beşer zulmünün altında adalet eder. Meselâ, bir adam, yapmadığı bir sirkat ile zulmen hapse atılır. Fakat gizli bir cinayetine binaen, kader dahi hapsine hüküm verir, aynı zulm-ü beşer içinde adalet eder. Yorum: Soruyorum: Peki yaptığı gizli cinayet kader değil miydi? Yoksa o kaderin dışında mıydı? 504 Ümmet o fitneden… _ 5. Şua, s: 886; ALTINCI MESELE Rivayette var ki, "Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz." Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiâze etmiş, azab-ı kabirden sonra “Mesih Deccalin fitnesinden... Ahir zaman fitnesinden... (sana sığınıyoruz Allah’ım)” vird-i ümmet olmuş. Allahu a'lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp ederler. Meselâ, Rusya'da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sarhoşâne bir sürurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları, birer câzibedarlıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa, cebr-i mutlakla olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz. Yorum: Bu ifadelerinden cebr itikadını kabul etmediğini anlıyoruz. Görüldüğü üzere eserleri kader hususunda çelişkilerle doludur. ASA-YI MUSA (Envar Neşriyat, 1988 basımı) --- Sayfa 211: Ya Rabbi ve ya Rabbe’s-semavati vel-aradin! Ya Halıkı ve ya Halık-ı Küll-i Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hakimiyyetinin ve rahmetinin hakkı için nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur’an’a ve imana hizmet için, insanların kalplerini Risale-i Nur’a musahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kamil ve hüsn-ü hatime ver. Hazreti Musa Aleyhisselam’a denizi ve Hazreti İbrahim Aleyhisselam’a ateşi ve Hazreti Davud Aleyhisselam’a dağı, demiri ve Hazreti Süleyman Aleyhisselam’a cinni ve insi ve Hazreti Muhammed Aleyhisselam’a Şems ve Kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar kıl! … Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevs’te mes’ud kıl! Amin. Amin. Amin. --- Yorum: Görüldüğü gibi bu duada bir çok cebr sözleri mevcuttur. Kalpleri ve aklı çevirenin Allah olduğu, yine nefsin ve şeytanın şerrinden de koruyanın Allah olduğu ifade ediliyor. Peki nefis ve şeytanın zarar verdiği kimseleri, Allah korumuyor mu? Yani ifade ettiği sözler, cebr oluyor. Lakin bunlar, cebre yine muhalif oluyorlar. *** İŞARATÜ’L İCAZ Bakara suresi Ayet 7 - s: 1188: S –“Hatem” ile “Ğışaveh” arasında ne fark vardır ki, “Hatemallah” isnad edilmiştir.”Ğışaveh” isnadsız bırakılmıştır? C – “Hatemallah” Allah tarafından onların kesblerine bir cezadır. “Ğışaveh” ise, Allah tarafından olmayıp, onların meksubudur. Ve keza, mebde itibarıyla rüyette bir ıztırar vardır; sema'da, tahatturda ihtiyar vardır. Evet, gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı dinlemekte veya hâtıratı tahattur etmekte bu ıztırar yoktur.”Ğışaveh” tâbiri, gözün yalnız ön cihete hâkim ve nâzır olduğuna işarettir ki, eğer bir perde ile o cihetten alâkası kesilse, bütün bütün kör kalır. Tenkiri ifade eden “Ğışaveh” deki tenvin, onların gözleri üstündeki perde, malûm olmayan bir yerde olup, ondan sakınmak onlar için mümkün olmadığına işarettir. Câr ve mecrûrun “Ğışaveh” üzerine takdim edilmesi, en evvel nazar-ı dikkati onların gözlerine çevirtmekle, kalblerindeki sırları göstermek içindir. Zira göz, kalbin aynasıdır. “Velehum azabun azim” Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i münasebeti şudur ki: Evvelki cümledeki kelimat ile, şecere-i küfriyenin dünyaya ait acı semerelerine işaret edilmiştir. Bu cümle ile, o mel'un şecerenin âhirette vereceği semeresi zakkum-u Cehennemden ibaret olduğuna işaret yapılmıştır. _Yorum: Cevapta, ğışaveh’in Allah tarafından olmadığını ifade ediyor. Bakara Suresi Ayet 7- s: 1189: S - Pekâlâ, o ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlâhiyeye ne diyorsun? C - Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun-velev Cehennemde olsun-ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve mâsiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kâfirin meskeni Cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır. Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmişse de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateşle bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a'mâl-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlâhiyeye mazhar olduklarına dair işârât-ı hadisiye vardır. Yorum: Kafirin zamanla cehennemdeki azabının ona evvelki kadar şiddetli gelmeyeceğini beyan ediyor. *** MESNEVİ-İ NURİYE Katre – s:1303: Gaflet suyuyla tenebbüt eden benlik, Hâlıkın sıfatlarını fehmetmek için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler. Meselâ, bir adam Cenab-ı Hakkın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. "Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da O’nun kudretindedir" diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acip bir makine
  6. özür diliyorum, daha evvel allahın varlığının başlangıcı var demiştim. ancak yeni araştırmalarım sonucunda yanıldığımı anladım. kararım şu ki: allahın varlığının başlangıcı yoktur. allah başlangıçsız ve öncesizdir ancak alem yani allahtan başka herşey de aynen allah gibi başlangıçsız ve öncesiz yani ezelidir diyorum. ve teselsül adı verilen ve yüzyıllardan beri batıldır denen teselsül'ü kabul ediyorum. yani olaylar zincirinin başı yoktur diyorum. o da başlangıçsızdır diyorum. şunu anladım ki: her kim ki teselsül batıldır derse yani, olaylar zinciri geçmişe doğru gidildiğinde bir başlangıcı var derse, geçmişe doğru gidildiğinde sonlu bir zaman önce alem başladı derse; o kimse allahın varlığı ile alemin varlığı arasındaki ilişkiyi açıklayamaz ve bu kişi ister sudur'u ( alemi allahtan çıkması, taşması) kabul etsin, yani alem allahtan zaman olarak sonradan varlığa gelmemişti, birlikte varlıktaydılar desin, ya da alemin sonradan varedildiğine inansın, bu kişi ister istemez allahın varlığının başlangıcını savunuyordur. ve bundan kurtulamaz. bunu anladım geniş izahı yakında yapacam. yani alem de ezeli allahta ezeli. sudura inanıyorum. ama benim anladığım sudur, geleneksel olarak anlatılan şekli değil. direkman madde olarak düşünüyorum alemi. yani ibn sina ve farabinin dediği gibi değil. ilk akıl, sonra ikinci akıl gibilerinden değil yani..
  7. bak böyle tartışma ve ilerleme olmaz ki net soruma yanıt vermiyorsun ve sonra rahat olduğunu düşünüyorsun. eğer bildiği gibi olmasını diledi dersen ne oldu? şu oldu: şu an burda yazışacağımızı biliyordu ya bildiği gibi dileyince burda yazışmamızı dilemiş oldu ve allahın dilediği şeyi biz engelleyemeyiz o halde mecbur yazışmış olduk. yani özgür irademiz kalmaz. bu senin anlayışına göre yani allaha irade kabul eden anlayışına göre bir yanıt. ben allahın iradesini kabul etmiyorum. benim fikirlerimi yazdım zaten. ve şunu unutma kader ile ilgili peygamberin dediklerinin hepsine baktım. şuna inan ki o dedi ki "insanın özgür iradesi yoktur." inanmazsan hadis kitaplarının kader bölümüne bakabilirsin. ancak yüzyıllardır onun bu dedikleri hasır altı edilmektedir. ben bunları söyleyincede deli diyolar, psikoloğa görün diyolar gibi. ama şunu yaparsan göreceksin: gidin bir camiye kader hadislerini hocaya gösterin yada ona kadar hadislerini göstermesini isteyin, size diyorum: şaşırıp kalacaklar, de ki ona: bak peygamber böyle diyo sen ise tersini savunuyosun(özgür iradeyi) de ve tahminim seni kovacak bu kadar basit
  8. bak adba iyi bak:soruyom: allah alemi sonradan yarattı dedin ya, peki bu lafa göre allah alemden zaman olarak önce miydi? evet dicen demi. peki yine soruyom: alemden sonlu bir süre mi yoksa sonsuz bir süre mi önceydi?
  9. dedi:Hem sen imtihan yapacaksın hemde imtihana müdahale edeceksin mantık işimi bu.. Sen şer istersen onu Allah gönderiyor, hayır istersen de gene Allah gönderiyor.. Hayır ve şerrin Alahtan geldiğinin imani noktası budur.. cevap:imtihan değil zaten bu dünya, ve soruyorum senin şerri istemeni allah mı yaratıyor yoksa sen mi?
  10. şöyle bir yazı gördüm ve heyecanlandım ama sizden bunun yorumunu bekliyorum. yazı şu: " nedensellik düşüncesi saçmadır. neden sonuçtan önce olamaz, sonuçla zamandaş olamaz, sonuçtan sonra olamaz. zamandaşlık her ikisini aynılaştırır. "nedenin sonuçtan önce olması da birinin varlığı öbürünün yokluğunu gerektireceğinden mümkün değildir. neden, neden olduğu sürece sonuç ortada yoktur ve sonuç, sonuç olarak meydana çıkınca nedenle ilişiği kalmamış demektir. bu yazıda özellikle nedenin sonuçtan önce olamayacağına ilişkin izah önemli. bunun yorumunu sizden bekliyorum. ben de bu görüşteyim aslında. olaylar arasında hakiki anlamda nedensellik yok diyorum. bütün olaylar öncesiz bir ilimle oluyor diyorum. yani bence soba yandığı için ben ısınmıyorum ya da yemek yediğim için doymuyorum ya da musluğu açtığım için su akıyor değildir. şöyle inanıyorum: musluğu açmam ve suyun akması; bunlar allahın öncesiz ilminde belli olduğu için olmaktadır, diyorum. bu olaylar aslında birbirine etkide bulunmuyor şeklinde inanıyorum ne dersiniz?
  11. elbette imtihan kabul edilirse adam böyle dalga geçer allaha inananlarla. dolayısıyla bu dünya imtihan değil diyorum ben. zaten önceden biliyor olacak şeyleri. imtihan değildir. peki ya nedir? : şudur: allaha öncesiz dedik, öncesiz olanın sebebi ise olmaz. zira sebep sonuçtan önce gelir, yani sebeplik için zamansal öncelik olmalıdır. ancak öncesiz olanın öncesi olmadığından, öncesiz olanın sebebi de olmaz. hal böyle olunca allahın bilgisi de öncesizdir ve olaylar bu öncesiz ilme göre cereyan eder. dolayısıyla sebepsiz ilme göre olan alem de nedensiz, sebepsiz demektir.
  12. sana güçlü bir soru soracağım bakara 6 ve 7 nci ayetlere bak ve bana söyle allahın kalplerini mühürlediği insanlar var mı? evet dersen şunu soracağım bu insanların kalpleri mühürlenme anında da iman etmekle mükellef tutuldular mı? (bak araf 158) evet dersen soruyom: hem mühürlenme var hem de iman teklifi. peki mühürlenen şahıslar mühürlenme anında iman edebilir mi? mühürlenme anını soruyom sonrasını değil. bana "hayır o anda iman edemezler" dersen şunu diyom: o halde iman edemeyecekleri halde iman etmeleri teklif edilmiş olmadı mı? buna evet dersen şunu sorarım: bu ise onlara kaldıramayacakları yükü yüklemek olmaz mı? buna "öyle olur" dersen bak bakara 286. ayet. ancak şunu diyorum: her ayetin direkt olarak manası alınamaz. bunu gösterdim sana. ve bu mühürlenen şahıslar zorla kafir yapılmış olmadı mı? yunus 100, ve özellikle şu ayetin yorumunu bekliyorum senden nahl 93.
  13. zamana sonradandır ve bunu sonradan allah yaratmıştır diyenere sorular : bu soruları alaaddin ali tusinin kitabuz- zuhr adlı tehafüt serisi kitabından aldım. not: bu deliller aleme başlangıçsız diyen filozofların delilidir. - zaman şayet zorunlu olarak hadis (sonradan) olsaydı yokluğu varoluşundan önce olurdu. - zaman konusundaki önce geliş zamanla olsaydı zamanın yok olduğu farzedildiği durumda var olması gerekirdi - alem eğer hadis (sonradan) olsaydı yaratıcısı ittifakla ondan önce olurdu. bu önce oluşta ya sonlu bir miktardır. bu da yaratıcının hadis olmasını gerektirir, zaten Onun sonlu olacak bir şekilde önce oluşunun bu miktardan önce var bulunmadığından başka bir anlamı yoktur,( ikinci şıkkı söylüyor peşine ve alem kadimdir, ezeldir, başlangıçsızdır diyor , zira zaman ezelidir ve zaman hareketin ölçüsüdür yani hareket madde ile olur o halde alem ezelidir yani başlangıçsızdır diyor , ama bunu diyenler filozoflar. ibn sina gibi . benim yorumum: bakın burada dehşet derecede beni donduran durum şudur: dikkat edin ki ehli sünnet ve bir çoğu alemi allah sonradan yarattı diyor ve filozoflar sordukları sorularda onların alında allahın varlığının başlangıcını savunduklarını gösteriyorlar. ama şu nokta yüzyıllardır es geçiliyor ve hala geçilmektedir olay şu: bu filozoflar aleme başlangıçsız diyorlar. allahtan zaman olarak sonra değil alem diyorlar. ancak bunu derken önlerinde iki seçenek vardır bikincisi: ya tesesül batıldır yani olayların geçmişe doğru gidildiğinde başlangıcı vardır diyeceklerdi. ancak bunu deyince de suduru( alemin allahtan zaman olarak sonra olmaksızın taşması, çıkması) kabul ettikleri için yani alem allahtan zaman olarak sonra olmadı, birlikteydi diyen görüşü savunduklarından; nasıl alemin başlangıcını kabul edeceklerse allahın varlığının başlangıcını da kabul etmek durumunda kalacaklardı. ancak onlar birinci şıkkı tercih ettiler. o da şu: direkman allahı başlangıçsız kabul ettiler ve suduru kabul ettiklerinden dolayı alemi ezeli, başlangıçsız kabul etmek durumunda kaldılar. halbuki yüzyıllardır şu anlatılır kitaplarda: teselsül batıldır denir. olaylar geçmişe doğru sonsuz gider görüşü batıldır denir. hatta ibn sina, ibn rüşdde bunu kitaplarında bazen söylerler. yani ne oldu? bunlar çelişki içinde kaldılar. aslında aleme ezeli demekle yani başlangıçsız anlamını kasdederek ezeli dediklerinden direkman teselsülü kabul etmiş oldular. yani olayların başlangıcı yoktur, geçmişe doğru bu silsile böyle gider demiş oldular. anlatabildim mi.. zor bir durumda kaldım yani: kısaca insanın önünde iki seçenek var bu konuda: ya allah başlangıçsızdır deyip teselsülü kabul edecek ya da teselsül batıldır deyip (nasıl savunma yaparsa yapsın: ister filozoflar gibi suduru kabul etsin; isterse diğerleri gibi alemin hudusunu yani sonradan varlığa geldiğine inansın ) mecburen allahın varlığının başlangıcı olduğunu kabul edecek. ben teselsül batıl dediğim için ikinci şıkkı tercih etmek zorunda kaldım. beni anlayan yokmuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu
  14. Alıntı: Valla ben yazdığın örnekle, bundan çıkardığın sonuç arasında hiçbir bağlantı göremiyorum. Yağmurun yağacağı ya da yağmayacağı önceden bellidir evet. Bugün yağmur yağmışsa, Allah böyle belirlediği içindir. Eğer isteseydi bugün yağmur yağmayabilirdi ama yine bunu da kendisi önceden belirlemiş olurdu. Biz insanlar tam olarak Allah'ın neyi belirlediğini bilmiyoruz, yani Allah'ın bugün yağmur yağdırmamış olmasının, kendi belirlediği şeyleri sonradan değiştirmesi şeklinde yorumlayabilmemiz mümkün değil. Pek tabii ki, isterse yağmur yağdırmayabilir ama bu da onun iradesi ile alakalı, demek ki önceden yağmur yağmayacağını belirlemiş diyebiliriz sadece. senin demek istediğini anlıyorum zaten kelamcılar bunu der ancak burada önemli ayrıntı şu: sonuçta allahın değişmez ve başka türlü olamayacak bir ilmi vardır bunu zaten kabul ediyorsun, dolayısıyla ilim belirleyicilik özelliği taşıyor tek başına zira ilerde olacak olaylar ilminde bellidir yani ilim bunları tek başına belirler dolayısıya burada artık iradeye gerek kalmaz ve allah ilmindeki olacağı belli olan şeyi değiştiremez. zira ilminin değişmesi demek yani olacağını bildiği şeyin meydana gelmemesi demek onun yanılması demektir dolayısıyla allah olacağını bildiği şeyin meydana gelmesini engelleyemez. yani o olayın başka türlü meydana gelmesini de isteyemez. zira bu görüşe göre iradeye yer kalmaz bu açık değil mi
  15. hayır yeni değil bilinen birşeydir bu meşşai felsefesi yani ibn sina ve farabinin de tabi olduğu bir akımdır bu ve 300 yılarında plotinus adlı biri kurdu bunu aristo ve platonun görüşlerini birleştirdi. bunu ben diğer forumlarda çokça anlattım yani allahın iradesiz olduğunu ara yahoo dan kursatotcu , kitap şu: ama eklelicem görüşlerimi çok görüşüm değişti: www.islamdakader.cjb.net allahın iradesinin olmadığını sana şipşak gösteriyim mi. bak eğer biri allah olayları önceden bilir derse zaten kuranda bundan bahsedilir (hadid 22, 23) o halde şunu söylemesi gerekir: olaylar olmadan önce allahın ilminde yani bilgisinde bellidir demektir okey mi okeyse şimdi dikkat : belirlenmiş olan şey tekrar belirlenir mi? mantıken belirlenmez değil mi? o halde tekrardan isteme ve seçme, belirleme anlamını taşıyan iradeye ne gerek var ve manası ne olur ki? zaten ilminde bunlar belli. haaaaaa bir de şu var önemli bir ayrıntı elbet ama bunları kelamcılarda göremedi gazali de dahil: mesela bugün yapmur yağdı sorsam: allah isteseydi bu yağmuru bugün yağdırmayabilir miydi? bu soruya evet diyenler ne dediğini bilmeyen şahıslardır çünkü eğer bu yağmurun bugün yağacağını önceden allah biliyorsa bu yağmurun bugün yağacağı allahın bilgisinde belli demektir madem öyle soruya verilen cevapta "isteseydi yağmuru bugün yağdırmayabilirdi" demek ise şu sonucu doğurur: yani bugün yağmurun yağması demek allahın yanılması demek olur. hani bilyordu ya yağmurun bugün yağacağını. ne oldu? yağmazsa allahın ilmi yanlış çıktı ve allah cahil oldu manası çıkar. bu olamayacağına göre tek sonuç olarak şu kalıyor: allahın iradesine yer kalmaz. yani iradesi yoktur. bu ince bir konudur ancak bilenler bunu biliyor. eskiden yaşamış insanlardan bunu söylüyenler var. bak spinoza. ibn sina farabide mesela iradesi, ilmi gibi düşünülür yani irade inkar edilir. aslında bütün sıfatları inkar edilir ilmi kabul edilir ve ilmine de kendisidir denir. bunlar karışıkama napalaım yani
  16. “Allahım beni saptırma” diye dua ediyon mu, demek ki kim saptırıyo seni? “şeytan” dersen, neden öyle dua ettin? “Allah şeytandan korusun” diye dersen, allahın şeytandan korumadıkları da mı var o halde? Bu da ayrımcılık olmuyo mu acaba? Çocukları depremde öldüren kim? Demek ki kötülükte ondan geliyo öyle mi?
  17. şer allahtanmı? zina yapmak şer mi? zina yapmak allahtan mı? hani şer allahtandı ya.. bide bugün düşündüm ve allaha zalim demiyorum artık izahını yakında yapacam, iradesi yok diye zalim demiyom
  18. dedin:"öyleyse zamanın yaratıcısından için nasıl bir başlangıç düşünülebilir geçen günlerin ilkinide o yarattı geçen günlerin sonu olan bu günüde o yarattı o zamandan münezehtir" cevap:"geçen günlerin ilki" dedin, peki bu ilk gün allahtan sonlu bir zamanmı yoksa sonsuz bir zaman sonra mı yaratıldı? sonsuz zaman sonra yaratıldı diyemezsin çünkü sonsuz zamanın sonu gelmez. sonlu zaman sonra demeye mecbur kalırsın ve sonlu bir zamanın başı ve sonu belli olmalıdır. bu zamanın sonuna: ilk gün dedin mesela, peki ya başı? işte ona ise allahın varlığı demek zorunda kalırsın. yani allahın varlığının başlangıcını kabul etmiş olursun. ancak bu konudaki durumum çok zor açıklayıcı izah yapamıyorum şu an. ancak başka bir yoldan yakında bu konuyu tekrar irdeleyeceğim . *** özür dilerim neden mi ? daha önce cennet cehennem yeniden dirilme gibi kuranda bildirilen şeylerin yani haber verilen şeylerin haber verildiği gibi olabilir veya olmayabilr de demiştim. yani yeniden dirilme cennet cehennem olabilir de olmayabilir de demiştim. bunu söyleme dayanağım allahın kuran ile insanları saptırmış olmasıydı. ancak bu düşüncemi değiştirdim ve kurana şöyle bakıyorum artık: önce şu: allahın iradesi olmadığı için kuran ile hiçbir şey kasdetmedi ancak kuran ayetlerinden insanlar, mana anlıyorlar bu açıdan bakıldığında şu şekile düşünüyorum: kuranda anlatılan şey ile eğer akli deliller zıt değilse onu direkt kabul ediyorum yani cennet cehennem yeniden dirilme gibi şeylerin varlığını mantık inkar etmez. ancak kurandaki bazı ayetlerin dış anlamı yani zahiri, akli delillere zıttır. işte bu ayetlerin dış anlamını kabul etmeyeceğim. mesela bu dünyanın imtihan dünyası olması, allahın arşa istivası yani oturması allahın eli, gözleri, merhameti gibi geçen ayetler vardır. ama allahın duygusu olmadığı için bu ayetler böyle geçse bile ben akli delillerle sabit olan gerçeği bırakamam böyle olduğunda ben akli delillerle sabit olanı kabul edeceğim ve ayette bu anlamın zıttı şekilde anlatılan ayeti lafız olarak kabul edeceğim ancak dış anlamını kabul etmeyeceğim acaba anlatabildim mi? yani cennet cehennem yeniden dirilme var diyorum. "olmayabilir de" ifadesini artık kullanmıyorum.
  19. bak:" Isnad prensibi ile alakali daha evvel detayli bilgi verdik. Asagida verecegim ayetleri, sirayla okuyun ve islerin bazen Allah’a, bazen kullara isnad edildigini göreceksiniz. Bu konu çok ince olup, en az bilinen hususlardandir. Çogu kisi bu mevzuyu bilmedigi için kaderi inkar eder. _ Namaz: Bakara 3, Tevbe 5, Ibrahim 40, Nur 56 _ Kur’an: Nisa 82, En’am 25, 157, Yusuf 2, Isra 45, 46,106,107, Kehf 57, Furkan 73, Lokman 7, Sad 8, Zümer 27, 28, Fussilet 44, Zuhruf 3, Muhammed 24, Kamer 22, Kalem 51,52, Abese 11, 12, Mutaffifin 13,14 _ Ilim: Ankebut 43, Rum 59, Fatir 28, Mücadele 11 _ Sabir: Nahl 127, Lokman 17, Saffat 102, Zümer 10, Fussilet 35, Insan 12 _ Seytan’in azdirmasi: Araf 16, Kehf 50, Hacc 4, Ankebut 38, Neml 4, Sebe 20, 21, Yasin 62, Zuhruf 36, 37, 62, Mücadele 10, Hicr 39, Bakara 36, Kasas 63, Nahl 99,100, _ Musibet, ser ve iyilik dokunmasi: Nisa 78, 79, Yunus 106, Kasas 47, Rum 36, Fussilet 51, Tegabün 11, Tevbe 51 _ Iman, küfür, saptirma, mühürleme: Bakara 6,7, 21 , Araf 100, 158, 178,179, 186, En’am 107,109,110,111,148, Tevbe 55, 85, Yunus 100, Yusuf 101, Ibrahim 35, Kehf 29, Taha 79, 85, Mülk 2, Zariyat 56, Nahl 93, Kasas 56, 64,68, Zümer 36,37, 41, Hacc 16, Tin 7, Muhammed 24 _ Cihad: Bakara 190,191, Al-i Imran 140, 165, Tevbe 5, 46,52, Ankebut 69 _ Tevbe etmek: Tevbe 117,118, Hud 3, Furkan 70, 71 _ Ögüt alma: Fatir 37, Saffat 12,13, Abese 11,12, Müddesir 54,55,56, _ Dileme: Hacc 14, Nur 45, Tur 35, Zümer 62, Buruc 16, Tekvir 27,28,29, Insan 29,30 _ Gezmek: Tevbe 2, Neml 69, Yunus 22 _ Gülmek: Necm 43, 60, Tevbe 82 _ Çikarmak: Tevbe 40, Enfal 5" yorum: size kuranın vahyolduğuna dair orjinal bir açıklama, yukarıda verdiğim ayetlere baktıysanız kuranın nasıl bir kitap olduğunu gördünüz demektir mantıken düşündüğümüzde bir insanın sahte peygamberlik iddiasında bulunacağı zaman neye dikkat eder? yazdığı veya yazdıracağı kitapta insanların bir öyle bir böyle ifadeler görmemesini amaçlar değil mi? mümkün mertebe buna özellikle dikkat eder. ancak kuranda 10 yaşındaki bir insanda okusa, ayetin bir öyle bir böyle olduğunu rahatlıkla görür, dolayısıyla burada başka bir olay var. bu kuran ayetlerinin önemli bir durumu var o da şudur: kuranda anlatılan ilah dikkat edilirse insanbiçimcidir. imtihandan bahseder ve olayların önceden bilindiğininden de bahseder (hadid 22) hakbuki önceden bilinen bir işe imtihan ifadesi kullanılamaz mantıken. ve bu kadar ayet var, başka bir ayette şöyle mana olarak şöyle denmekteydi, tam meali hatırlayamıyorum "eğer bu kuran allahtan başkasından olsaydı içinde çelişkiler olurdu" dikkat ediniz böyle bir kitabı insan yazmaz. 10 yaşında bir çocuk bile bu mantıkla yani uydurma bir kitap yazıp allaha isnad etmeye kalksa bile, çocuk bile bunu yapmaz. o halde şu sonuca varıyoruz: allah kuran ile kullarını saptırmaktadır . bu inceliği anlamak gerekir hal böyleyken ateaistler şöyle yapıyor:" bakın ben şunu buldum, kuranda bir yerde böyle ama bakın bakın başka yerde tersini yazıyor böyle ilahi kitap olur mu ya?" diyorlar ve bunu delil getiriyorlar kuranın uydurma olduğuna. ama kuran da ki bu tip ayet zaten çok sayıdadır ve kulları allah tarafından kuran ayetleriyle saptırılmaktadır. işte bu delil kuranın vahyedildiğinin güçlü bir delilidir. şunun da söylüyorum allah peygamberini de saptırdı, zira onun sözlerinde anlatılan ilah insan gibi bir ilah anlatımıdır. bu dediklerimi iyi anlayan çok şey anlamış demektir.
  20. ek:evet kaderdir allah zorla yaptırıyor herşeyi şunu düşün olayları önceden biliyormuydu allah? evet derseniz soruyorum: bildiği gibi olmasını mı diledi yoksa bildiğinin dışında olmasını mı diledi? bildiği gibi olmasını diledi dersen benim şu an yazacağımı biliyordu, bildiği gibi dileyince ne oldu? yazmamı dilemiş oldu. ben onun iradesine karşı gelebilir miyim? gelemem değil mi sana göre. o halde ben mecbur yazıyorum demektir. not: aslında ben allahın iradesini kabul etmiyorum ama senin bakış açına göre yazdım googleden ara kursatotcu geniş açıklamalar bulursun. cevap: allah merhametli diyorsun ve sever diyorsun ve gazaplanır diyorsuni halbuki allahın duygusu yoktur merhameti yoktur kızması ve sevinmesi de yoktur. sadece bilmesi vardır
  21. dedi ki: "şimdi soruyorum sizin önceden tasarlayıpta yapmak istediğiniz işleriniz olur bu tasarlayacağınız işleri yapmayada bilirsiniz öylemi caya bilirsiniz yapıp yapmamak sizizin kendi elinizdedir " cevap: ancak allahın değişmeyen ilminde zaten ne yapacağı bellidir bunlardan başkasını yapamaz ve yaptığı şeyi de başka türlü yapamazdı zira ilminde bunun böyle olacağı belliydi. "bu böyle olmayabilirdi, yani allah başka türlü de yapabilirdi " demek allahın ilmi yanlış da çıkabilirdi manasına gelir. size bir sır vereyim: dikkat : aslında ben eskiden kelamcılar bu işi iyi bilir sanırdım, ama artık şunu diyorum kelamcılar da bu işleri bilmez. zira onlar: "allah yaptığından başkasını da isteseydi yapabilirdi" derler . ilk bakışta bu söz çoğu için garipsenmeyecek bir ifadedir ve bundan kuşlu duyulamayacağını söylerler ama dikkatle bakınca şu görülmüyor mu? yukarıda yazdıım: madem allahın öncesiz değişmez bir ilmi var ve her şey bu ilme göre olacaksa ve allah ilmine göre varediyorsa, "bu yaptıklarını istese başka türlü de yapabilirdi" demek ancak masaldır. zira bu Onun cahil olmasını gerektirir. yani önceden bilgisinde olacağı belli olan şey olmayabilirdi demek olur yani şunu diyorum: gazali, razi , eşari, maturidi dahil olmak üzere tüm kelamcılar bu inceliği anlayamadı ve allahın iradesi var dediler. oysa bir kişi allahın değişmez ve öncesiz ilmini kabul ettiğinde allahın iradesini kabul etmek o kişi için artık imkansızdır zira zaten Onun ilminde olacaklar bellidir ve allah bile bunu değiştiremez.
  22. kursat: ordamısın [email protected]: evet kursat: nediyoduk kursat: şunu anlayamadılar [email protected]: neyi kursat: allah ilmi ezeli dediler kursat: ve bunu cebir olduğuınu göremediler [email protected]: evet kursat: yüzyıllardır bu böyle [email protected]: ben de göremedim kürşat açıkçası kursat: biliyom kursat: bende tam anlayamamıştım kursat: 4 ay önce tam analdım kursat: sen artıkitiraf et [email protected]: kürşat [email protected]: birşey soracağım kursat: he [email protected]: sen Allahın sana göre zorla müslüman cennetlik kıldıklarındanmısın? kursat: bak ben cennetin olup olmadığı konusund aemin değilim kursat: yani bu ayetlerle insanları saptırmışta olabili rbence [email protected]: cennet veya cehennem yoksa [email protected]: dediğin gibi [email protected]: bu taktirde Allah zalim olamaz [email protected]: eğer yakmazsa kursat: bak kursat: değişik bir düşünce bu kursat: aklıma gelmişti aslında kursat: bişey dah ageçende aklıma geldi kursat: hadid 22 deki ayaetteki levhimahfuz [email protected]: sürekli düşünürmüsün bu konuları kursat: orada kitapta olduğu bildiriliyo ya olacakların kursat: evet [email protected]: istemeden zoraki mi düşünürsün kursat: istemekte zoraki zatean [email protected]: yoksa oturup düşüneyim deyip tew mi? kursat: yaok benhep dünürüm kursat: ama kitap okurken olur genelde kurs
  23. acoh dedi ki:Kaza ve Kadere iman demek; hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız her ne varsa onların hepsinin Allah'ın bilmesi, takdiri, dilemesi ve yaratması ile olduğuna; bunların sonradan alacakları şekil ve özellikler ne ise hepsini evvelden bilmiş ve öylece yaratmış olduğuna ve Allah'dan başka yaratan olmadığına inanmak demektir. " cevap: şeytanın isyan edeceğini de etmeden önce allah biliyormuydu evet dersen soruyom bildiği gibi olmasını mı diledi yoksa bildiğinin dışında olmasını mı diledi? eğer bildiği gibi olmasını diledi dersen, allahın, şeytanın isyan etmesini dilediğini kabul ettin demektir. peki şeytan allahın dilediği bir fiili,eylemi yapmamaya kadir olabilir miydi? olamazdı dersen, o halde şeytan yapmamaya kadir olamadığı bir fiili mi işledi? ( yani ademe secde etmeyişi, ve buna delil getirişi)
  24. QUOTE(mavera @ Nov 30 2005, 05:30 PM) Delil getirdim diyen sensin! Başlangıçsız başlangıcın haraketini başlatanın başlangıcını kim başlattı? Aklım yatarsa Ben sana Uyarım, Çok uzattın kursatotcu, Sen ne diyorsun? de bakalım... başlangıçsız başlangıç olmaz. o halde başlangıç kabul edilmelidir. bak ben allahın da başlangıcı var deyince tabii ki şu soru gelecekti: peki onu ne başlattı? dikkat ediniz: aklen düşündüğümüzde nasıl ki cisimlerin sonlu yani kainatın sonlu olduğunu vehimlerimiz bir türlü kavrayamıyorsa yani üstü olmayan bir üst. ancak aklen kabul edilmiş olmaktadır. cisimler için düşündüğümüzde bu delili daha önce yazmıştım hani uzay sonludur başlığında ama vehimler üstü olmayan bir üstü bir türlü kabul etmek istememektedir. ancak akli delil bunu şart koşunca vehimin bu çırpınışlarına kulak vermemek durumundayız. aynı şekilde siz eğer allahında bir başlatıcısı var derseniz ve onu başlatan da başka bir şey, yina onu da başka bir şey başlattı derseniz bu başlangıçsız bir başlatanı kabul etmeyi gerektirir ki aslında BAŞLAMAYAN ŞEY YOK DEMEKTİR. ve bu lafla bu silsilenin başına başlamayan şeyi yani yokluğu koymuş oldunuz ve şu kuralı da ihlal ettiniz "hiçten hiç birşey çıkmaz" yani bu böyle sonsuza dek geri gider derseniz bu akli dedille sabit olan teselsülün batıl olduğu delilini görmezden gelmek demektir. yani geçmişimizde sonsuz sayıda olay oldu ve şu an ki olaya sıra geldi demek durumunda kalırsınız. ama sonsuz sayıda olay sona eremez, o halde mecburen şunu kabul etmelisiniz: geçmişimiz de sonlu sayıda olay oldu, o halde siz sonlu sayıda olayı öncemizde kabul edince, çaresiz bu sonlu sayıda olayda sonlu bir zaman önce başladı demek zorunda kalırsınız. o halde bu olaylar zincirini bir yerde kesmeye mecbur kalırsınız. akıl bunu söyler ve buna karşı çıkmak akla karşı çıkmaktır. nasıl vehimler öncesi olmayan bir önceyi kabul etmekte zorluk çekiyor ise, bunu cisimlerde(uzay) verdiğim örneğe uyarlarsak cisimlerin sonlu olduğu akli delille sabit ama vehim bunu kabul etmek istemiyor ve vehmin dediklerine kulak asılmaz bu durumda. yine burada vehim öncesiz bir başlangıcı anlamakta zorluk çekse de aklen durum bu olduğundan vehmin bu durumuna da kıymet verilmemelidir. başka çare olmayınca çaresiz tek çareyi kabul edeceğiz.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.