Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

_asi_

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.917
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

_asi_ tarafından postalanan herşey

  1. _asi_

    25 Kasım 1922 Edirne`nin Kurtuluşu

    EDİRNE'NİN KURTULUŞU 25 Kasım 1922: Edirne`nin Kurtuluşu Trakya ve Anadolu'da verilen Kurtuluş mücadelesi ve zafer sonrasında gerçekleşen Mudanya Mütarekesi'yle bir süre Fransızlar'ın gözetiminde kalan Edirne 25 Kasım 1922'de onlardan teslim alınmıştır. 25 KASIM 1922 EDİRNE'NİN KURTULUŞU Garp (batı) Ordusu 1922 Nisan ortalarında Anadolu'da Yunanlılar'a karşı taarruza hazırlanırken, Bulgaristan'da Doğu Trakya için kurulan üç müfreze de çok gizli bir biçimde hareket emri verildi. Bu emirle birlikte üç müfreze (İbrahim Akıncı, Çolak Sabri ve Hüseyin Akkerman müfrezeleri) gizlice Doğu Trakya'ya geçtiler. Doğu Trakya'da yapılan bu ilk akınlar sonucunda Çolak Sabri şehit düşmüş diğer müfrezeler akınlarına devam etmiştir. Bu akınların ikincisi Eylül ayında gerçekleşmiş ve neticesinde Yunan askerlerinin Anadolu\'ya geçmeleri önlenmiştir. Trakya ve Anadolu\'da verilen Kurtuluş mücadelesi ve zafer sonrasında gerçekleşen Mudanya Mütarekesi'yle bir süre Fransızların gözetiminde kalan Edirne 25 Kasım 1922'de onlardan teslim alınmıştır. Edirne resmen kurtulmuştur artık.
  2. _asi_

    Edirne-Şükrü Paşa

    ŞÜKRÜ PAŞA Edirne Müdafaii büyük komutan: Şükrü Paşa MEHMET ŞÜKRÜ PAŞA (1857-1916) Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında bir çok önemli kumandanlıklarda bulunmuş ve 1912-1913 Balkan Harbinde Edirne Müdafaası ile büyük şöhret kazanmıştır. Erzurumlu (Ayabakan) ailesinden Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) Mustafa ile Muhsine'nin tek evladı olup 1857'de Erzurum'da doğmuştur. Daha çocuk iken askerliğe büyük ilgi duyarak Erzincan Askeri İdadisinde tahsile başlamış fakat babasının ölümünden sonra annesinin tekrar evlenmesi üzerine küsmüş, çevresinden uzaklaşarak İstanbul'da Sütlüce Topçu Okulu'na girmiş, 1879 senesinde Topçu Teğmeni olarak Harbiye'den mezun olmuştur. Harbiye'deki öğrenimi sırasında zekası ve matematiğe olan yatkınlığı ile hocalarının dikkatini çektiğinden Serasker Saip Paşa'nın uygun görmesiyle, Almanya'ya öğrenimini devam ettirecek subaylar grubuna katılmıştır. Almanya'da İmparatorluk Üçüncü Topçu Hassa Alayı'na tayin edilerek dört seneden fazla Prusya’nın büyük askerler yetiştiren Potsdam Garnizonu'nda eğitim görmüştür. Burada 1880 senesinde üsteğmenliğe, 1882'de yüzbaşılığa, 1883'de kıdemli yüzbaşılığa terfi etmiştir. İstanbul'a dönüşünde, birçok yerlerde askerî talim ve terbiye öğretmenliklerinde bulunduktan sonra 1887 senesinde Binbaşı rütbesine ulaşmış ve Süvari Korgenerali İmrahor Manastırlı Nuri Paşa'nın kızı Zafer Rabia ile evlenmiştir. Bu evlilikten Sabiha, Kerim, Mediha, Saime, Hayrünnisa, Feride, İhsan, Şereffünnisa, Osman adında ikisi erkek,, yedisi kız olmak üzere dokuz evlât dünyaya gelmiş, beşi çocuk çağında muhtelif yaşlarda ölmüşlerdir. 1888 senesinde Yarbaylığa, 1889'da Albaylığa terfi etmiş ve 1893 tarihinde 36 yaşında iken Tuğgeneralliğe yükselmiştir. Almanca, İngilizce ve Fransızca lisanlarını iyi bildiğinden, mesleğindeki ilerlemeleri düzeni biçimde takip edebilmiş, farklı askeri görevlerle birlikte Harbiye ve Darüşşafaka okullarında balistik ve matematik öğretmenliklerinde bulunmuştur. Büyük Türk Matematikçisi Salih Zeki, Şükrü Paşa'nın yetiştirdiği öğrencilerinden biridir. BALKAN SAVAŞI ÖNCESİ ŞÜKRÜ PAŞA Şükrü Paşa, topçu komutanı olarak tayin edildiği ve tuğgenerallikten orgeneralliğe kadar olan askerlik hizmetlerini Edirne'de geçirmiştir. Ordu müfettişliği görevi sıralarında Türk gençliğinin ergin yetişmesi için gösterdiği büyük ilgi ve çabası ve evinin yetişkin genç kurmay subayları ile dolup boşalması yüzünden Saraya jurnal edilen Şükrü Paşa 1905 senesinde Selanik’e sürülmüştür. Prusya ordusu misali üstün bir disiplin içinde eğittiği Edirne'deki İkinci Ordudan sonra Selanik'teki üçüncü orduda kısa bir zamanda değişmiş ve askerlik hayatındaki aşırı disiplin merakı ve titizlikleri dolayısıyla, ileride alacağı "Edirne Müdafii" lakabından önce, ordu çevresinde Deli Şükrü Paşa olarak ün salmıştır. Şükrü Paşa dürüst fakat çok sert ve cesur bir asker olarak üst makamlara karşı bildiklerini çekinmeden söylemeyi vatan borcu bilmiştir. Zamanın Padişahı İkinci Abdülhamid'den bir tokat yemiş fakat Sadrazam Avlonyalı Ferit Paşa'nın ifadesine göre, bu hadiseler sırasında İkinci Sultan Hamid, Vekiller Meclisi'nde durumu nasıl görüyorsunuz, ne yapmak lazımdır sualini sormuş ve hazır bulunanların gerçeklerden uzak geveleme ve düşüncelerini işitince: "Paşalar söyledikleriniz hiç de hakikatlere uymuyor, işte Şükrü Paşa'nın raporları, alınız okuyunuz; Millet ve Ordu Anayasanın tekrar yürürlüğe girmesini istiyor, ben de Şükrü Paşa gibi bunu muvafık görüyorum ve tekrar ilân edeceğim" demiştir. Siyaset ile hiç meşgul olmamış, hatta asker olarak bundan şiddetle nefret etmiş olan Şükrü Paşa, işte günün birinde böylece hem hükümdarına hem de milletine olan sadakatini birleştirerek namusu ve cesareti sayesinde büyük bir hizmet ifâ ederek millet ve devlet arasında kardeş kanı dökülmesine mâni olmuştur. Bu hizmeti üzerine 1908'de mareşalliğe yükseltilen Şükrü Paşa'nın rütbesi, Meşrutiyetin ilânından sonra yapılan "Askerî Rütbeler Tasfiyesi'nde" Korgeneralliğe indirilmiş ise de, 1912-1913 Balkan Harbinde Edirne Müstahkem Mavkii'nde yaptığı kahramanca müdafaa esnasında tekrar orgeneralliğe kadar yükseltilmiştir. BALKAN SAVAŞLARI VE ŞÜKRÜ PAŞA 1908 senesinde Meşrutiyetin ilanı üzerine İstanbul'a gelen Şükrü Paşa, 1912 senesine kadar Redif (Süvari Birlikleri) Müfettişliği, Çanakkale Boğazı Muhafızlığı gibi önemli askeri görevlerde bulunmuş ve nihayet Balkan Harbinin öncesinde Edirne Müstahkem Mevkii Komutanlığına tayin edilmiştir. Askerlik hayatının son ve en şerefli vazifesine tayin olunduğu zaman, Şükrü Paşa'ya verilen yazılı emirde, Edirne'nin muhtemel bir kuşatma halinde, yalnız kırk gün müdafaa edilmesi kendisinden istenmiştir. Müstahkem mevkideki cephane bolluğuna rağmen, süpürge tohumundan yapılmış ekmek, at eti, kurbağadan başka yiyecek bir şey olmadığı, düşmanın teslim tekliflerini reddederek hükümetlerinin her türlü desteğine nail olmuş vaziyette ve refah içindeki Bulgar ve Sırp ordularının saldırılarına 5 ay 5 gün mukavemet etmiştir. Ancak her türlü imdat ve yardım ümidinin kalmaması üzerine Selimiye Camii vs. gibi şaheserlerinin yok olmasını önlemek kaygısıyla teslim olmayı uygun bulmuştur. Şükrü Paşa'nın Edirne'deki kurmayı Kazım (Karabekir Kazım Paşa), Remzi (Remzi Yiğitgüden Paşa) ve Fuat (Berlin Başkonsolosu) beylerdir. 26 Mart 1913 sabahı Bulgar Komutanlığına bir subay göndererek kalenin teslim teklifini yapan Şükrü Paşa'yı aynı günün öğle vakti, Bulgar Komutanı General İvanof saygı ile karşılamış ve kılıcını sıradan bir biçimde teslim almış ise de, Edirne'ye gelen Bulgar Çarı Ferdinand askeri merasimle kılıcı şanlı sahibine iade etmiştir. Şükrü Paşa'nın Edirne müdafaası hakkında bütün Avrupa matbuatında övücü pek çok yazılar ve resimler yayınlanmış ve eğitim gördüğü Almanya gibi askeri hayatını yakından izlemiş memleketlerde ufak çapta da olsa anıtlar dikilmiştir. BALKAN SAVAŞI SONRASI ŞÜKRÜ PAŞA VE SON GÜNLERİ Tüm Dünyada Edirne Müdafii Şükrü Paşa'ya hayranlık ve saygı gösterileri yapılırken, diğer taraftan İttihadcılık ve İtilafçılık çekişmeleriyle bölünüp parçalanmış imparatorlukta haset ve şahsi kıskançlıkların alabildiğine artması neticesinde, 6 aylık itibarlı, Bulgar yaverli, otomobil tahsisli bir Sofya esareti sonunda, Türkiye'ye dönen ünlü askere yapılan muamele ise şu olmuştur. “ Paşa, halk seni linç edecek; uydurması ile huduttan itibaren perdeleri inik bir vagonla ve Sirkeci garından Şişli'deki evine kadar da, kapalı faytonla getirilmek zorunda bırakılmıştır.” Edirne Müdafii Şükrü Paşa Sofya'daki serbest esaret hayatının her gününü matematik ve meslek topçuluk problemleri çözmekle geçirerek avunmuş ve bunları bir kitap halinde o zamanın Veliahdı sonraki çar Prens Boris'e hediye etmiş, o da bunları Sofya Asker Müzesi'ne bağışlamıştır. İstanbul'daki geri kalan yaşamında da ömrünü Alman Kalis Kütüphanesi'nde ve evindeki mütevazı kütüphanesinde geçiren emekli asker, son darbeyi de, kendi telif eserleriyle, senelerden beri topladığı kıymetli kitaplarının, emaneten durmakta olduğu bir akraba evinin büyük Aksaray yangınında yanmasıyla, yemiştir. Şükrü Paşa Edirne savunmasında sürdüğü bedeni sefalet hayatı neticesinde yakalandığı müzmin bir siyatik hastalığının tedavisi için gittiği Bursa kaplıcalarında zatürreeye yakalanmış ve İstanbul'a dönüşünde 5 Haziran 1916 tarihinde evinde vefat etmiştir. Ölünceye kadar küskün ve ruhen ızdıraplar içinde yaşayan Şükrü Paşa'nın, kadir ve kıymeti ölünce anlaşıldığından, Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki müttefikleri Alman, Avusturya ve Bulgar kıt'alarının da iştirakiyle büyük bir kalabalığın yollara taştığı millî cenaze töreni yapılmış, naaşı, zamanın Padişahı Sultan Beşinci Mehmet Reşat tarafından yaptırılan Mevlâna Kapı'da, Merkez Efendi Mezarlığındaki mütevazi kabrine defnedilmiştir. Balkan Savaşlarında Edirne’yi üç ay kahramanca savunduğu için tarihe Edirne Müdafii olarak geçen Şükrüpaşa’nın Anıtı 27 Temmuz 1998’de açılmıştır. Mevlana Kapı’da , Merkez Efendi Mezarlığı’ndaki naaşı açılıştan üç gün önce (24 Temmuz 1998 ) alınarak buradaki anıt mezara konulmuştur. Şükrüpaşa Anıtının yapımına 5 Haziran 1989 tarihinde başlanmıştır ve 1600 m2’lik bir alanı kaplar.
  3. _asi_

    Edirne-Yunan İşgali

    YUNAN İŞGALİ TRAKYA'DA DİRENİŞİN MERKEZİ : EDİRNE YUNAN İŞGALİ Edirne'nin görmüş olduğu son düşman işgali, Millî Mücadele yıllarına rastlamaktadır. Ancak bu, Birinci Dünya Savaşından sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü ile bütün vatanın uğradığı millî felaketin bir parçasından başka bir şey değildir. Bu sıralarda Edirne, Trakya'nın kaderi ile ilgili savunma hareketinin bir merkezi haline gelmiş bulunmakta idi. Memleketin hemen her tarafında Türk vatanının bütünlüğünü ve Türk milletinin varlığını kurtarabilmek için millî mukavemet hareketleri teşkilâtlanırken burada da Trakya-Paşaeli Cemiyeti adı ile bir millî kurtuluş teşkilâtı kurulmuş, bu ve buna benzer diğer hareketlerin başlıca faaliyet sahnesi Edirne olmuştur. Sevr muahedesi hazırlanırken Batı Trakya'nın da Yunanistan'a bırakılması istenmiş ve Yunanistan'ın, Fransızların elinde bulunan Batı Trakya'nın yanında Doğu-Trakya'yı da işgale hazırlanmakta olduğu anlaşılmıştı. Böyle bir işgal teşebbüsüne karşı bütün Trakya'nın savunma görevi, Cafer Tayyar Bey'in komutası altında bulunan I. Kolorduya verilmiş bulunuyordu. Çok geçmeden, o aralık Anadolu'ya geçip de millî savuma ruhunu bütün vatan sathında ateşlemeye çalışan Mustafa Kemal Paşa ile sıkı bir fikir birliği halinde bulunduğundan İstanbul Hükümeti'nin güvenini kaybeden Cafer Tayyar Bey'in yerine Albay Muhiddin Bey I. Kolordu Komutanlığı'na geçirildi. Muhiddin Bey Anadolu İle işbirliği halinde olmamakla beraber bir Yunan taarruzu karşısında bölgeyi savunmaya azimli bulunuyordu. Bunun üzerine Cafer Tayyar Bey, Trakya-Paşaeli Cemiyeti Merkez Heyetinin kararı ve daha sonra da Büyük Edirne Kongresinin onayı ile "Trakya Millî Kumandanlığını üzerine aldı. Böylece o, adeta bir başkomutan sıfatıyla bütün Trakya'yı savunmak hususunda maddî ve manevî sorumluluğu üzerine almış oluyordu. Durumun bu şekilde gelişmesi ile Edirne, 1920 Baharında milli savunma hareketi girişimlerinin kongrelerine sahne oldu. 9-13 Mayıs 1920 'de toplanan Büyük Kongre'de işgale karşı mevcut asker ve halktan yeni kuralar uygulamak suretiyle toplanacak yeni kuvvetlerle müdafaaya karar verildi. Yunanlılar, öncelikle Fransızların yardımıyla Mayıs ayı içinde Batı Trakya'yı işgal ediyorlar. İki ay kadar sonra da, 20 Temmuz 1920'de Anadolu'daki bir tümenlerini Marmara kıyılarına çıkararak doğudan ve batıdan Doğu Trakya'ya taarruz ediyorlardı. Hedef tabi ki Edirne'dir. Doğu taraflarını müdafaaya memur 55. Tümen birlikleri, Yunanlıların ilk taarruzları karşısında çözüldü. Batı cephesinde Edirne'yi 49. Tümen müdafaa etmekteydi. Yunanlıların süratle batıya doğru ilerlemeleri ve Tekirdağ ile Çorlu'yu ele geçirmeleri üzerine Edirne'de büyük bir heyecan uyanıyor ve Kolordu Karargahı Edirne'den Sazlıdere'ye naklolunuyor, Uzunköprü cephesinde 69. Tümen, Karaağaç cephesinde (Edirne önlerinde) de 49. Tümen çetin muharebeler veriyor ve hattâ ikinci günü Karaağaç muharebesi kuvvetlerimiz tarafından kazanılıyordu. Bir nevi başkomutan rolünü oynayan Cafer Tayyar Bey, doğu cephesinde bir gece keşif yapmak için atına binerek ileri hatlara sokuluyor ve bir daha da geri gelmiyordu. Yunanlılara esir düşünce 55. ve 60. Tümen efradı dağılıyor ve bir kısmı Bulgaristan'a iltica ediyordu. 49. Tümen ise Albay Şükrü Nailî Bey'in komutasında Edirne kapıları önünde başarılı bir savunmadan sonra genel durumunun gerektirdiği şekilde Büyük Derbent'e geçerek Bulgaristan'a sığınıyordu. Böylece Edirne, Yunanlıların eline düşmüş oluyordu.(25Temmuz 1920) Şüphesiz ki Yunanlılar, Trakya'yı devamlı olarak ellerinde tutabileceklerini umuyorlar ve bu maksatla Edirne'yi merkez ilan ederek Trakya'da özel bir idarî teşkilât kuruyorlardı. Bununla beraber halkın karşı koyma ve savunma ruhunu sarsmakta hiçbir zaman başarılı olamadılar. Ancak Trakya ve Edirne'nin kurtuluşu, bütün vatanın kurtuluşuna bağlı bulunuyordu. Kuvayi Millîye ruhu, vatanın her tarafındaki kudretiyle Edirne'de de yaşamakta devam ediyordu. Nihayet büyük millî zafer ile Edirne'nin de kurtuluşu gerçekleşti ve Mudanya mütarekesi hükümlerine göre 25 Kasım 1922’de Türk ordusu nihaî olarak Edirne'de yerleşti. Edirne, Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesine müncer olan müthiş fırtınalar içinde defalarca felâketlere uğramış, defalarca el değiştirmiştir. Fakat sonunda şehrin taşıdığı Türklük damgasının hiçbir surette silinemeyecek kadar kuvvetli olduğu sabit olmuştur. Yüzyıllarca Osmanlı İmparatorluğu'nun ikinci başkenti sıfatını muhafaza eden, Türk hâkimiyet ve kültür kudretinin Avrupa içerlerine doğru yayılmasında bir üs vazifesi gören bu şehir, bundan sonra da, zamanın şartlarına uygun olarak, Türkiye Cumhuriyetinin Batı medeniyetine açılan kapısı ve Türk kudretinin bir ileri karakolu vasfını muhafaza edecektir.
  4. _asi_

    2.Rus İşgali

    2.RUS İŞGALİ 93 Harbi ve II. Rus İşgali 1877-78 savaşının bir sonucu olarak Edirne, bir iç ili vasfını kaybederek bir serhad şehri haline gelmiştir. Bu sebeple geleceği tayin edilmiş olan Edirne, bundan böyle bir serhad şehri ve Doğu-Avrupa'da Türk hakimiyetinin en son kalan ileri karakolu sıfatıyla olayların akımına göğüs germek, kaderin cilvelerine katlanmak zorunda kalacaktır. Bundan sonraki yıllarda Edirne, kuvvetli bir sınır kalesi haline getirilmeye çalışılmıştır. 93 HARBİ Edirne'nin başına ikinci bir işgal felâketi, 1878 yılı başında gelmiştir. Bu tarihte Osmanlı devleti, yine Ruslarla bir savaşa tutuşmuştur. Rusya öteden beri Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan Hıristiyanları himayesi altına almak suretiyle Türkiye'yi çökertmek ve mirasına konmak emelini gütmektedir. Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarlar yüzünden Babıâli üzerine baskı yapmaya başlamış, bu yolda Avrupa'nın büyük devletlerini kendine yardımcı bulmuştur. Amacı bu memleketleri Osmanlı İmparatorluğundan koparmak ve kendi nüfuzu altına almaktır. Devletin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü, şeref ve haysiyeti ile bağdaştırılması mümkün olmayan bu istekleri Babıâli reddedince 1877 Nisanında savaş ilân eder ve üstün kuvvetlerle Tuna boylarını istilâya başlar. Ruslar İlk sene fazla bir başarı kazanamaz ve özellikle Plevne önünde uzun zaman duraklar. Sonunda Plevne, herkesçe bilinen kahramanca bir müdafaadan sonra, 10 Aralık 1877'de düşer. Bu arada Ruslar, cüretli bir ileri hareketle Şıpka geçitlerini işgal etmişler ve Süleyman Paşa'nın bütün gayretlerine ve hücumlarına rağmen, orada tutunmayı başarmışlardır. EDİRNE'DE SAVAŞ HAZIRLIKLARI Plevne'nin düşmesinden sonra askerî hareketler, Balkanların güneyine intikal etmişti. Bundan dolayı Edirne'nin önemi artmıştı. Daha savaşın başında 40.000 kişilik bir ihtiyat kuvvetinin bu şehirde bulundurulması düşünülmüş, fakat mümkün olmamıştı. Tuna şark ordusu komutanı Süleyman Paşa, Sofya ve Balkanlardaki diğer kuvvetleri Edirne'de toplayıp Ruslara karşı burada durmayı ve Edirne'yi ikinci bir Plevne haline getirmeyi düşünüyordu. Fakat savaşın başından beri devam eden İstanbul'un müdahalesi buna engel oluyor ve Balkanları müdafaa etmek zorunda kalıyordu. Kendisi esas ordu İle Filibe civarında kalıyor ve Rusların geçen mevsimde işgal etmiş oldukları Şıpka geçitleri önünde kuvvetli mevziler ve tahkimat yapılarak buranın müdafaası Veysel Paşa'ya bırakılmış bulunuyordu. Plevne'nin düşmesinden sonra Ruslar vakit kaybetmeden ve kışın şiddetine aldırmadan İstanbul üzerine yürümek için harekete geçtiler. Şıpka geçitlerini Veysel Paşa komutasında bir kolordu müdafaa ediyordu. Kuvvetli mevzilere karşı cepheden hücum etmeyi göze alamayan düşman, iki yanından çevirmek suretiyle Veysel Paşa kuvvetlerini imha etmeye karar verdi ve iklim ile arazi şartlarının bütün elverişsizliğine rağmen buna muvaffak oldu. Veysel Paşa 9 Ocak 1878'de, henüz elindeki kuvvetin üçte ikisine yakın bir kısmını muharebeye sokmadan bütün ordusu ile teslim oldu. Ruslar hemen ileri hareketlerine devamla üç koldan Edirne üzerine yürüdüler. Şıpka ordusunun teslimi günü muharipler arasında, epeyi zamandan beri beklenen antlaşmanın gerçekleştiği ilân olunmuştu. Fakat Ruslar mütarekeyi dinlemediler. Geri kalan Osmanlı ordusuna ki Süleyman Paşa komutasında Filibe yakınlarında bulunuyordu bir darbe vurmadan ve hiç olmazsa Edirne'yi ele geçirmeden mütarekeye yanaşmayacakları, vakit kazanmak istedikleri görülüyordu. Antlaşmayı geciktiriyorlardı. Gerçekten de Süleyman Paşa, artık Edirne'ye çekilmek imkânı kalmadığını gördü ve son defa şansını denemek üzere Filibe civarında General Gurko ordusuyla bir meydan muharebesi yapmaya karar verdi. Bu muharebede bozulan Süleyman Paşa ordusu, güç halle kendisini Karaağaç ve Gümülcine taraflarına attı (22 Ocak). Rus orduları Başkomutanı Grandük Nikola, General Gurko'nun Filibe muharebesini kazandığı haberini alır almaz, Osmanpazar ile Rusçuk arasında ve özellikle Razgrad taraflarında hala ayakta duran büyük Osmanlı kuvvetlerinin yaratabileceği tehlikeyi göz önünde tutarak, mümkün mertebe çabuk Edirne'yi işgal etmek ve hemen oradan süvariyi İstanbul'a doğru sürmek ve Osmanlı başkentinin surları önünde barış şartlarını dikte ettirmek kararını verdi. Bu maksatla Hassa süvari tümenini derhal Edirne'ye yollaması için Genaral Gurko'ya emir verdi. Gurko'nun piyadesi de 23 Ocak gününden itibaren Filibe'den Edirne'ye doğru yürüyüşe geçti. EDİRNE'NİN II. RUS İŞGALİ O günlerde Edirne'de Ahmet Eyyüp Paşa komutasında 8000 asker vardı. Mehmet Ali Paşa komutasında Yanbolu'dan gelecek birlikler beklenmekte idi. Fakat Mehmet Ali Paşa, Edirne'ye yaklaştığı sırada Süleyman Paşa'nın Filibe yenilgisini öğrenince hemen istikametini değiştirerek İstanbul'a doğru yol almaya başladı. Bunun üzerine Ahmet Eyüp Paşa da şehri tahliye etti. Esasen Ahmet Eyüp Paşa ile vali Cemil Paşa'ya, şehrin ileri gelenleri marifetiyle teslim edilmesi için İstanbul’dan emir gelmiş bulunuyordu. Böylece Edirne, 20 Ocak 1878 günü birkaç Rus süvari bölüğüne teslim edildi. Çok geçmeden arkasından gelen diğer kuvvetlerle Ruslar şehre yerleştiler ve birkaç gün sonra genel karargâhlarını buraya naklettiler. Böylece Edirne, ikinci defa ve yine müdafaa edilmeksizin Ruslar tarafından işgal edilmiş oluyordu. Grandük Nikola'nın ifadesine göre Edirne kalesinin durumu o derecede mükemmel idi ki eğer Türkler burada bir müdafaa kurmuş olsaydılar, düşmanı en az Plevne önünde olduğu kadar uğraştırabilirlerdi.Bu arada Kızanlık'ta başlamış olan barış müzakereleri, Edirne'ye ve en sonunda Ayastefanos (Yeşilköy)'a ulaştı. Neticede imzalanan Ayastefanos anlaşması, Tuna'dan Ege denizine kadar uzanan büyük bir Bulgaristan vücuda getirmek suretiyle, Avrupa'daki Osmanlı topraklarını ikiye bölüyordu. Ayastefanos anlaşmasını onaylayan Berlin antlaşması, bu saçma duruma bir son vererek Bulgaristan'ı etnik hudutlarına çekmiş ve Doğu-Rumeli adiyle imtiyazlı bir vilâyet teşkil etmek suretiyle de Osmanlı nüfuz ve egemenliğini mümkün olduğu kadar kuzeye doğru genişletmiştir.
  5. _asi_

    1.Rus İşgali

    1.RUS İŞGALİ 450 yıl sonra ilk işgal: 1.Rus İşgali 14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşması ile 3 aylık işgal sona erdi ancak işgaller burada sona ermeyecekti. Edirne Barışı ile sona eren 1828-29 Osmanlı-Rus savaşının asıl sebebi, Mora ayaklanmasıdır. 1821 yılından beri devam eden Mora isyanı, 1827 yazında kesin surette bastırılmakta iken, öteden beri Rumları teşvik eden ve yardımlarını esirgemeyen Avrupa devletlerinden İngiltere, Fransa ve Rusya'nın fiilî müdahaleleri olmuş, Navarin limanında demirli duran Osmanlı-Mısır donanması bütün milletlerarası kurallara aykırı bir davranışla imha edilmiştir. OSMANLI'NIN DURUMU VE RUSYA'NIN SAVAŞ İLANI Aynı olaydan bir yıl Önce de Yeniçeri ocağı kaldırılmış ve yerine kurulan Nizamiye ordusu, henüz emekleme çağına girebilmiş bulunduğundan, bu tarihte Osmanlı devleti kara ve deniz kuvvetlerinden yoksun bir durumda bulunmaktadır. Bu hali asırlardan beri gütmekte olduğu emellerinin gerçekleşmesi için tam bir fırsat sayan Rusya, Osmanlı devletinden, kabulü imkânsız birtakım isteklerde bulunmuş, bu istekleri reddedince de savaş ilân etmiştir. II. Sultan Mahmut gibi enerji ve iradenin timsâli olan bir hükümdar, içinde bulunduğu şartların ümitsiz denecek derecede ağırlığına rağmen, Rus saldırışına şiddetle mukabele etmekte tereddüt göstermemiştir. 1828 baharında Prut nehrini geçen Ruslar, karşılaştıkları çetin savunma sonucu olarak o yıl fazla bir iş görememişlerdir. Fakat ertesi yıl daha büyük bir gayret ve cüretle hareket ederek Tuna'nın güneyindeki toprak ve kalelerimizi arka arkaya işgal etmeye, nihayet Balkan dağlarını aşarak Edirne ve İstanbul üzerine yürümeye başlamışlardır. Sadrâzam Reşit Mehmet Paşa'nın komutası altında bulunan Osmanlı Ordusu, Rus orduları başkomutanı General Diebiç'in kuvvetlerine Yanbolu ve İslimiye mevkilerinde yenildikten ve Sadrâzam Şumnu kalesine çekildikten sonra Ruslara Edirne'nin yolu açıldı. Böylece General Diebiç, Ağustos 1829 ortalarında, Yanbolu-Büyük Derbent yolu ile Tunca'nın sağ kıyısı boyunca Edirne'ye doğru harekete geçti ve 19 Ağustos'ta Edirne önünde ordugâh kurdu. Bu ordunun mevcudu 20.000 kadardı. HALİL PAŞA VE ŞEHRİN TESLİMİ O günlerde Edirne'de 80.000 nüfusla 15.000 kadar asker bulunmakta idi. Rusların çabuk başarıları üzerine etrafta bulunan Osmanlı birlikleri de Edirne'ye doğru çekilmekte idi. Ayrıca Vidin'den Sofya'ya gelmiş bulunan İşkodra valisi Mustafa Paşa'nın komutasındaki 40.000 askerin de Edirne'ye gelmesi beklenmekte idi. Edirne'yi müdafaa etmeye Halil Paşa memur edilmiş bulunuyordu. Bu şartlar altında Halil Paşa'nın, hiç olmazsa bir müddet için, bütün imkânları toparlayarak şehri müdafaa edeceği düşünülüyordu. Nitekim Edirne'de bulunan Divan-i hümayun tercümanı Hoca İshak Efendi'nin nezareti altında şehrin çevresine istihkâmlar inşasına başlanmıştı. Ancak Rusların süratli davranmaları, bu istihkâmların bir dereceye kadar olsun tamamlanmasına imkân bırakmıyordu. Hal böyle iken Serasker Kaymakamı ve Edirne muhafızı Halil Paşa, daha baştan beri, Rus kuvvetlerine karşı direnmeyi imkânsız görmüştü ve şehri müdafaasız düşmana teslim etmeye kararlı görünmekte idi. Muhakkak ki Halil Paşa'nın bu şekilde davranışında bir takım ciddî sebepler vardır. Bunların başında, o vakte kadar edinilen tecrübelere göre Osmanlı askerinde savaş gücü noksanlığının anlaşılmış bulunması keyfiyeti gelmektedir. Gerçekten de Rusların umulmadık bir çabuklukla Balkanları aşmaları ve Edirne ile Kırklareli üzerine aynı zamanda yürümeleri, İstanbul'da telâş uyandırmış ve savaşan orduların başında bulunan komutanları yıldırmıştı. Sadrazam Reşit Mehmet Paşa, Şumnu'da kuşatılmış bekliyor ve İstanbul'a anlaşma yapmaktan başka çare kalmadığını bildirerek bir an evvel barış yapılması tavsiyesinde bulunuyordu. İslimiye'nin Ruslar tarafından işgalinden sonra, Edirne'de bulunan Halil Paşa ile İbrahim Paşa ve Vecihi Paşa, Babıâli'ye müşterek imza ile yolladıkları bir mesajda : "Ruslar Edirne'ye geldiğinde muharebeye memuriyetimiz yoktur, musalâha için mütarekeye memuruz" diyeceklerini bildiriyorlar ve kendilerine ruhsatname gönderilmesini istiyorlardı. Cephe boyundan gelen böyle haberler üzerine İstanbul'un telâşı büsbütün arttı. Yapılan toplantılarda bir yandan Edirne ve İstanbul'un müdafaaları için gerekli tedbirler düşünülürken bir yandan da Prusya elçisinin aracılığı ile barış yapılmasına karar verildi ve bu konuda gerekli girişimlere geçildi. İŞKALİ BEKLEYİŞ VE EDİRNE'DE YAŞANANLAR Bu telâş ve tereddüt anlarında bizzat Edirne'de neler yaşandığını, Çirmen Kaymakamı Vecihi Paşa'nın sonradan Babıâli'ye göndermiş olduğu detaylı raporda yer almıştır. Bu rapora ve daha başka kaynaklara göre Edirne'de durum şöyledir : Ruslar Aydos ve Karinabat taraflarına geldikleri zaman Edirne'deki Müslüman halkın göç etmeye hazırlandığı anlaşılmıştır. Bunun üzerine şehrin ileri gelenleri toplanıyorlar ve böyle büyük bir şehrin boşaltılmasının doğru olmayacağı kararına varıyorlar. Mühim kuvvetlerin Edirne'ye gelmek üzere oldukları, yerlerinde kalmaları gerektiği halka söyleniyor. Herkim kaçmaya kalkışırsa erkeği kapısı önünde asılacağı ve karısı nehre atılacağı bildirilerek tehditte bulunuluyor. Halkın silahlandırılmasına ve şehir çevresinin kuvvetlendirilmesine girişiliyor, fakat Kulefçe bozgunu ve Balkanlar askerinin firarı bu kararın uygulanmasına meydan bırakmıyordu. Aynı zamanda İstanbul'dan da yardım istenmişti. Ancak iş işten geçtikten sonra Babıâli'den, İzmir Muhassılı Hüseyin Paşa'nın Edirne muhafazasına memur edildiği cevabı alınabiliyordu. Fakat Hüseyin Paşa'nın yardımı gecikecekti. Bu sebeple o gelinceye kadar Aliş Paşa bu işle görevlendirilmişti, bu sırada İslimîye'nin işgali haberi ile Rusların Edirne'ye altı saat mesafeye kadar yaklaştıkları haberi geliyordu. O anda elinde bulunan 10.000 kadar bir kuvvetle şehri müdafaaya imkân görmeyen Halil Rifat Paşa, barış sözünün de ortaya çıkmış olduğunu göz önünde tutarak, muharebe edilmeyeceğini Rus komutanına bildireceğini Babıâli'ye ima ediyor. Rus kuvvetlerinin çok az sayıda olduklarını bilmelerine rağmen Halil ve İbrahim Paşalar mukavemet edilmemesini uygun görüyorlardı. Ertesi gün Ruslar şehrin yarım saat kadar yakınına gelmişlerdi. Bunun üzerine Halil Paşa, Rus komutanına bir heyet göndererek anlaşma yapılmasını istiyordu. General Diebiç böyle bir şeyden habersiz olduğunu ileri sürerek, bazı şartlar altında ertesi sabaha kadar şehrin kendisine teslim edilmesini söylüyor, aksi takdirde hücumla şehre gireceğini bildiriyordu. Generalin şartları şunlardı: Türk askerleri kaleden çıkabilir ve İstanbul hariç olmak üzere istediği tarafa gidebilir. Bütün silâhlar, harb mühimmatı ve sancaklar Ruslara teslim edilecektir. Bu haber üzerine Edirne ileri gelenleri, başta Karslı Ali Paşa ve Molla Efendi olmak üzere Halil Paşa'nın etrafında toplanarak halkın Ruslara silâhla karşı koymaya hazır ve azimli olduğunu bildiriyorlardı. Fakat Halil Paşa ile ibrahim Paşa, Yanbolu ile İslimiye'de Osmanlı askerinin sebatsızlığı sabit olduğundan artık bunlara güvenilmeyeceğini ileri sürerek, halkın bu asil duygusunu tasvip etmiyorlar ve Vecihi Paşa ahaliyi direnişten vazgeçirmeye ikna etmekle görevlendiriliyordu. Vecihi Paşa kendisine düşeni yapıyor, fakat geceleyin askerin, Halil Paşa ile İbrahim Paşa Hazinedarlarının, Mirmiran Behtem Paşa'nın şehirden kaçmış bulunduklarına hayretle şahit oluyordu. Mansûre askerini ise güç halle ve ancak muharebe edilmeyeceği teminatı ile durdurabiliyordu. İŞGAL VE RUS ASKERLERİNİN KARŞILANMASI Bu arada Ruslar, gerçekten şehre hücum edecek şekilde tertibat almış bulunmaktaydılar. Kaleye verilen 14 saatlik teslim mühleti sona ermek üzere idi. Tam bu sırada Rus genel karargâhı önünde iki süvari göründü ve şehrin daha elverişli şartlar altında teslim edileceğini bildirdi. Rus komutanı ise derhal kıtalarına, şehre doğru ilerlemeleri emrini verdi. Bunlar henüz siperlere varmadan şehirden çıkıp Ruslara sığınan ve hemen hepsi Hıristiyanlardan teşekkül eden bir kafilenin yaklaşmakta olduğu görüldü. Ellerinde şarap, meyva ve ekmek vardı. Sanki bir dost geliyormuş gibi düşmanı karşılıyorlardı. Aynı zamanda Edirne'nin resmî makamları, İstanbul'dan gelen ve barış yapılacağını bildiren bir mektubu Rus Başkomutanına veriyorlarsa da o dinlemiyor ve böyle savaşsız şehre giriyordu. Halil Paşa ise, Nizamiye askerinin silâhlarını Ruslara teslim ediyor ve kendisi de İstanbul'a gidiyordu. Böylece Ruslar, mukavemetsiz ve zahmetsiz şehre girmiş ve burada yerleşmişlerdir. Yine aynı gün Kırklareli ve Lüleburgaz da Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Bu olaylar, Babıâli'yi barış yapmaya ve Londra kararlarını kabul etmeye zorlamıştır. Şehre giren Ruslar, ertesi gün parlak bir merasimden sonra bir generali askerî valiliğe getirdiler. Şehir halkına ellerindeki silâhları teslim etmesi için uyarı yapıldı. Türk valinin mülkî görevi eskisi gibi devam edecekti. Rus askerleri Sarayiçi'nde Harem Daireleri yanında çadırlı ordugâh kurdular. Komutanları Bostancıbaşı Kasrında ikamet ediyordu. Bu sırada sarayın bazı dairelerini yıktılar. Tavukormanı'ndaki ağaçları kesip yaktılar. Ayrılırken de saraydaki kıymetli eşyayı ve duvarlardaki çinileri söküp götürdüler. RUSLAR'IN EDİRNE'DEN AYRILIŞI Edirne'de kaldıkları müddetçe Ruslar pek rahat edememişlerdir. Yazın boğucu sıcağı, havaların fazla yağışlı gitmesi ve yiyecek azlığı yüzünden asker arasında hastalık yayılmış ve büyük kayıplara yol açmıştır. Hattâ şehrin boşaltılmasından sonra da Edirne hastanelerinde birçok Rus hastaları kalmıştır. Bunların Türkler tarafından büyük bir özenle muamele görmüş oldukları, defalarca söylenmiştir. Elinde esasen çok az kuvvet bulunan General Diebiç, böyle ağır şartlar altında İstanbul üzerine yürüyebilecek halde değildir. Bir yandan da İşkodra'lı Mustafa Paşa'nın elindeki zinde bir Osmanlı ordusu onu tehdit etmektedir. Bu itibarla bir an evvel barışın imzalanmasına taraftardır. Sonuçta bilindiği gibi, 14 Eylül 1829'da Edirne Antlaşması imzaladıktan sonra Ruslar Edirne'den çıkıp gitmişlerdir.
  6. _asi_

    Edirne-Bulgar işgali

    BULGAR İŞGALİ Zulmün zirvesi: Bulgar İşgali BALKAN SAVAŞI ÖNCESİ EDİRNE Edirne'de askeri, sivili, Balkandaki kaynamayı tedirginlikle izlemektedir. 17 Eylül 1912 genel seferberlik ilanının gazetelerde çıktığı gündür. Silah altına çağrılanlar işini gücünü terk ederek büyük bir istekle bu davete katılmaktadırlar. Balkandan Edirne'ye sürüklenmiş muhacir arabaları, İstanbul'a doğru yola çıkmıştır. Edirne'nin yerlileri de, silah altına alınmadan önce, ailelerini İstanbul'a göndermektedirler. Edirne'ye asker yığılmaya başlamıştır. Ancak kaleye gelenlerin ne cinsi, ne miktarı ve ne de geliş zamanları, barış zamanında düzenlenmiş programlara komutanlarca verilmiş talimatlara uymamaktadır. Hele ikmal kuvvetlerinin geliş şekli pek fecidir. Topçu askeri yerine, gereği olmadığı halde denizci, piyade yerine süvari gelmektedir. Kale komutanı, sonraki adıyla Edirne Muhafızı Şükrü Paşa, bir avuç gayretli subayı ile bu gelenlerden Edirne'yi savunmak için olabildiğince yaralanmanın çaresini aramaktadır. Savaş ilanı duyulur. 9 Ekim günü uzaktan top sesleri Edirne'ye yaklaşmaya başlar. Sivil halkın şehirden kaçışı hızlanmıştır. Edirne neredeyse askerlerin ve onlara yardımcı olmak için kalan sivil erkeklerin gezdiği terkedilmiş bir şehir olmuştur. 10 Ekim çarşamba günü, şehrin ilk yaralıları gördüğü gündür. Gelen yaralı askerler çamur içinde, düzensiz kıyafetli, perişan askerlerdir. Ertesi gün Edirne ilk düşman ateşini yer. Gelen haberler, düşmanın henüz etkili olmadığını belirtmektedir. Ne var ki Edirne dışında savaşın nasıl gittiğini bilen yoktur. Savaş alanının en korkunç manzarası insanlardır. Yani ölüler, yardımsız kalmış yaralılar ve şaşkın insan toplulukları. İstanbul'un yirmi kilometre ötesinde, bir insan ve asker seli boylu boyunca akıp gitmektedir. Kasabalar ve köyler bomboş. Örneğin Küçük Halkalı Köyünde yalnızca on kişi kalmış. Herkes İstanbul'a sığınmış Tren yolunu zaman zaman kesen şose üzerinde hiç kimse görünmüyor. Lüleburgaz'ın da Bulgarların eline geçtiği söylenmektedir Belli olan bir şey var. Yiyecek ve mühimmat dolu trenler varacakları cepheleri bulamıyor çevredeki gazetecilerle konuşan genç subaylar bile hangi birliğe bağlı olduklarını söyleyemiyor. Bir tanesi 28. Taburda bölük komutanı olduğunu söylüyor, ancak birliğinin yerini kestiremiyor... Evet bu karmaşa içinde Türk ordusu, sağa sola serpiştirilmiş gibi. Atlar, katırlar, erkekler ve öküzlere bağlanmış toplar. Ve sonra ellerindeki iri kürek ve kazmalarla siper kazmaya çalışan askerler. Biraz ötede mevzilenen bataryalar... Ama kime karşı, hangi düşmana? İşte bilinmeyen budur. Abdullah Paşa, karargâhında çılgına dönmüştür. Bir kilometre ötesindeki birlikten haberi yoktur ki ordusunu kontrol edebilsin. Ve İstanbul'dan İttihat ve Terakki hazırlık içinde diye haberler gelmektedir. Savaşı, iktidara gelirse kazanacaktır! Vagonların üstü bile muhacirlerle doludur. Kaçma telaşı içindedirler. Savaştan, Bulgarlardan ve İmparatorluğun yıkılan enkazının altından kaçmaktadırlar. 60 kilometrelik bir mesafeyi bu tren denen araç tam 8 saatte alabilmiştir. Babaeski'de pes eder. Odunu bitmiştir. Babaeski'de ağır ve korkunç soğuk içinde insanı terleten bir gece başlamaktadır. Herkes bulabildiği yere uzanmıştır. Kimi kaputlu kimi battaniyeli, ama çoğunluğu çıplak ve bitik . Sonra gece yarısı herkes birden ayağa fırlar. Peş peşe silah sesleri gelmektedir. Üç dört kişi, ölen veya öldürülen bir askerin üzerine kümelenir. Ölünün üzerindeki kana bulanmış ekmeği paylaşma kavgasına girmişlerdir. Edirne savunması acılar içinde, fakat diğer cephelerdeki bozgundan çok farklı olarak belli bir disiplinle sürer. Osmanlı teslim olmuştur. Tek direnen yer Edirne'dir. Erzak bitmiştir. Hayvanlara verilmek için gelen darıyı, erat yemektedir şehirde tuz bitmiştir şehrin eczacıları yapay tuz üretmektedirler. Aralık ayı sonuna gelindiğinde dağıtılan yemek, saklanmış peynir suyu ya da peynir suyuna papara yapılmış darıdır. Ocak sonuna doğru bir yandan Bulgarlar, öte yandan Sırplar ağır bir bombardımana başlarlar işin uzamasından sıkılmışlardır. Hele Bulgarlar, Çatalca'ya kadar gitmişken, Edirne'yi nasıl olup da alamadıklarının öfkesi içindedirler saldırırlar. Gördükleri karşılık piyade ateşidir. Kaledeki askerler açlıklarını gidermek için, ağızlarında kösele parçaları çiğnemektedirler. Bulgarların gündüz top ateşi ve yoğun piyade saldırısıyla aldıkları mevzileri, gece silah atmaksızın ani baskınlarla ve süngüyle geri almaktadırlar. Şubat ayı Edirne'yi savunanlara, düşman baskısı yanında kışı da getirir. Yalnızca Güney Cephesi Komutanlığı'nın 14 şubat tarihli raporunda. 126 erin donarak öldüğünün kaydı düşülmüştür. 12 Mart gelir. Artık teslim olup olmamak konuşulmaktadır. Bulgarlarla Sırplar arasında, Edirne müdafii Şükrü Paşa'yı teslim alma şerefinin yarışı başlamıştır. Bulgarların isteği üzerine görüşmeye giden bir yüzbaşıya, bir Bulgar albayı tarafından ilk kesin uyarı verilir. Buna göre, tüm bataryalar ateş kesecek ve beyaz bayrak çekecektir. Askerler şehir içinde bir yere toplanacak ve Bulgar askeri tarafından kordon altına alınacaktır. Bu teklifi alan kale komutanı, şartları kabul ettiğini Bulgarlara bildirir ve gerekli hazırlıklar başlar. Bu habere rağmen ertesi sabah Bulgarlar, susan topçu ateşinin de etkisinden kurtulmuş olmanın cesaretiyle, ani bir saldırıya geçer. 1500'den fazla erimizi Çörekköy mevkiinde şehit eder. VE EDİRNE TESLİM OLDU Sonuçta araya giren Türk subaylarının ikazıyla saldırı durdurulacak ve mazeret olarak da, teslim haberinin Bulgar mevzilerine bildirilmediği söylenecektir. Bulgarlar ve Sırplar şehre girer. Gün 26 Mart 1913. Sırp alay komutanlarından Milanov Gavriloviç, girdiği kalede rastladığı yıkılmış bir köprünün yanında, kümelenmiş Türk subayları görür. Onlara yaklaşır ve "geçmiş olsun, sizin için de bizim için de iyi oldu" der. Kolağası Emin Efendi cevap verir : "Sizin için evet, ama bizim için değil" Gavriloviç sorar : "İlerdeki bina ve önündeki kalabalık nedir ?" Orada Başkumandan Şükrü Paşa bekliyor, diye karşılık verirler. Gavriloviç derhal esas duruşa geçer. "Sizden rica ediyorum Yüzbaşı, beni bu kahramana götürünüz.” Götürürler. Gavriloviç, egitimini Fransa'da yapmış, hatta bir Fransız kadınıyla evlenmiş bir Sırp subayıdır. Kendi anlatımına göre; "Evet, nihayet bu büyük kahramanın odasına aldılar beni. Bir adım ilerledim ve askerce selam verdim. Duyduğum heyecanı anlatmam imkansız. Kendisine, Ekselans, dedim Alay Kumandanı Milovan Gavriloviç, Zat-ı Devletlerine, bu andan itibaren Sırp Ordusunun misafiri olduğunuzu ve onun koruması altında bulunduğunuzu belirtmekle şeref duyar. Esir ettiğim bu büyük Kumandanı incitebilecek en ufak bir kelimeyi bile kullanmamak istemiştim. Daha sonra Paşaya ve yanındakilere, Edirne'nin imkansızlıklar içerisindeki inanılmaz savunması nedeniyle, Sırp Ordusunca takdirlerimi bildirdim. "Şükrü Paşa, 'Bilirim, diye cevap verdi. 'Sırp Milletinin kahraman bir halk olduğunu iyi bilirim. Bu savaş sırasında, buna bir kere daha inandım... Kahraman asker daha sonra etrafindaki diğer subayları bana tanıştırdı. Oturmamı rica etti ve verecek başka birşeyi olmadığı için, özür dileyerek, tabakasından bir sigara uzattı. Dostça bir konuşmaya başladık. Zaman ilerliyordu. Şükrü Paşa hazretlerinden çekilmek icin izin istedim işte tam bu sırada bulunduğumuz yere, bir Bulgar bölüğü geldi. Paşayı kendilerine teslim etmemi istedi. Bu konuda ellerinde gerekli emir olup olmadığını sordum Yoktu. Tekrar içeri girdim Paşaya Bulgarların arzusunu bildirdim ve kendisi ile gidip gitmemek hususundaki emirlerinin ne olacağını öğrenmek istediğimi arz ettim. Diğer subaylarla yaptığı kısa bir konuşmadan sonra Şükrü Paşa, burada kalmak istediğini bildirdi. Askerce selamladım ve çıktım. Ertesi gün Bulgar Ordusu Kumandanı General İvanof geldi ve kendisini alıp götürdü. Edirnenin kahramanı ve Kumandanı Şükrü Paşa bu şekilde esir edilmişti. İki gün sonra Sofyada Şükrü Paşa Kral Ferdinand ile karşılaşır. Kral büyük düşmanını gördüğü zaman ayağa kalkar. Şükrü Paşayı koltuğa oturtmadan önce yaverinin elinde tuttuğu kılıcı alır ve Şükrü Paşa'ya : "Bir yanlışlık olmuş" der. "Teslim anında kılıcınızı da vermişsiniz. Sizin gibi askerierin kılıçları alınmaz. Şeref dolu bir savaş sayfasına imzanızı attınız. Kılıcınızı lütfen kabul buyurunuz." ZULMUN ZİRVE NOKTASI Evet, Edirne düşmüştür. Bulgarlar ve Sırpların elindedir artık Osmanlının üçüncü başkenti. Hıristiyan ahali ve işgal kuvvetleri sevinç içinde sokaklarda dolaşmaktadır. 26 Nisan 1913 tarih ve 3661 sayılı Fransızca Illustration Dergisi'nin yazısına göre; "Konak Meydanı sabahın çok erken saatlerinde Bulgar askerleri tarafından kontrol altına alınmıştır. Bosnaköy, Kıyık ve İstanbul yolu üzerinde at koşturmaktadırlar. Askerlerin çevresinde azgın, kudurmuş bir kalabalık. Bunlar Musevi, Rum veya Ermeni olsun, daha düne kadar Türklerin ayaklarına kapanırken şimdi çığlıklar, feryatlar ve sevinç haykırışları içindeler. Yeni çarlarını görmenin ve onu selamlamanın heyecanını yaşıyorlar. Saat onda General Vazofun kumanda ettiği ikinci piyade tümeni, başarında bandoları olduğu halde şehrin içinde görülüyor. Bandonun da önünde Türklerden alınan zafer sancakları ile altın sırmalarla yazılı Kuran risaleleri yazılı diğer bayraklar sergileniyor. General Vazof, gayrimüslimlerin bu coşkulu tezahüratına, şaşkın gülüşlerle karşılık vermektedir. Çevresindeki askerler sert yüzlü, sakallı ve aylarca süren başarısızlıklarının bedelini almak istercesine, öfkeli ifadelerle etrafa bakmaktalar. Edirne'ye sıra sıra girerler. Sonra bu asker kalabalığını Hıristiyan, Musevi ve Ermeni kafileleri izler. Onlarda da sanki hakları imişçesine işgali gerçekleştiren askerlerin gururu vardır. Bunlar arasında komitacılar, milisler ve diğerleri bulunmaktadır. Bu geçit resmi bütün bir sabah devam eder. Öğleye doğru askerler şehre dalar. Lokantalar, Hıristiyanların devam ettikleri kabareler aniden renk değiştirmiştir. Sokaklar Sırp ve Bulgar melodileriyle inlemektedir. ilk gün böyle geçer... Ertesi gün Edirne korkunç olaylar yaşayacaktır. Tek bir söz ile söylemek gerekirse : korkunç! Bulgarlar avlarını ellerine geçirmişlerdir. Vatanlarını delice savunan Edirnelilere, bu savunmayı pahalıya ödeteceklerdir. Tam üç gün, evet tam üç gün hiç ara vermeden, insanlara eziyet ettiler. Askerin kin ve ihtirasına hedef olan Türk evleri, cehennemi gölgede bırakan bir kabus yaşadı. Yağma edildiler. Türk evlerinin kafes arkasında kaygı ile bekleşen kadınlarının gölgelerini sezen askerler, tekme ve dipçik darbeleriyle içeriye saldırdılar. Ellerine ne geçerse aldılar. Mücevher, halı, elbise, ayna ve her şey... Taşınabilecek ve çalınacak birşey kalmayınca, kadınlara ve küçük kızlara saldırmaya başladılar. Edirne baştanbaşa bir feryat şehri halindedir artık. Kadınların ve kızların daha sonra yaptıkları tek şey bağırmadan, feryat etmeden ve inlemeden intihar etmek olur. Yağma edilen evlerin kapılarında tebeşirle çizilen haç işaretleri belirmeye başlar. Bu haç işaretleri yeni gelenlere, artık bu evde yağmalanacak mal ve ırzına geçilecek insan kalmadığını belirtmek için çizilmiştir. Şehir savaş sırasında pek hasar görmemiştir. Sanat eserleri ve Selimiye Camii gibi muhteşem bir yapıt yerindedir. Ancak insanlar tükenmiştir. Zafere yüzyıllardan beri susamış olanlar, Edirne'nin işgali sırasında kendilerinden geçmişler ve dünyayı fethetmiş kahramanlar gibi düşünmeye ve hareket etmeye başlamışlardır. Zaman zaman sokaklardan esir kafileleri geçmektedir. Her tarafta açlık başlamıştır. Selimiye’nin kapısında ve konak meydanında, Bulgar ordusu ekmek dağıtmaktadır.Ancak bu ekmek dağıtmanın bir asil(!) davranış değil ayrı bir aşağılayıcı araç olarak kullanıldığı unutulmamalıdır. Feracelerinin altında, ağlayan çocuklarını susturmayı bile unutan kadınlar, ekmek, verilen arabalarının kapısında, hakaretin her türlülsüne tanık olacaklardır. Nitekim kısa bir zaman sonra, aylardır yalnızca süpürge tohumu yiyen bu gururlu insanlar, Bulgarların dağıttıkları ekmeği almaya gitmeyeceklerdir. Ekmekler ve diğer malzeme Bulgarların elinde kalır. Askeri yenilgi, gururun zafer kazanmasını önleyememiştir.
  7. _asi_

    II. Edirne Vak`ası

    II.EDİRNE VAKASI Merkez ile Taşra arasında bir çatışma: II.Edirne Vak`ası Bu ayaklanma sonucunda Osmanlı Padişahları ilk defa merkezi otoritelerini başkalarıyla paylaşmak zorunda kalmışlardır. Ve Sened-i İttifak'ı imzalayarak belli yetkilerini Ayan'larla paylaşmışlardır. EDİRNE İHTİLALİ II. Edirne Vak'ası olayını Ahmet Badî şöyle nakletmektedir. 1792 senesinde, Rumeli durumunun düzeltilmesi için Rumeli Valisi Hakkı Paşa, askeri ve sivil yönlerden pek geniş yetkilerle donatılıp bu hizmetle görevlendirildi. Bu sırada, Serbestzade Mehmet Ağa, Edirne bostancıbaşısı iken, Hakkı Paşa, Tekirdağlı Osman Ağayı bu göreve atayıp Mehmet Ağayı Aynoroza sürdürdü. Rumeli'nin düzene sokulması için Hakkı Paşa Edirne'de oturarak bu görevi yürütüyordu. Kendisinin geniş yetkileri, içeride ve dışarıda bazı kişilerin yararlarına dokunuyordu. Hakkı Paşa işe şiddet göstererek başladı. Sonunda, beş sene görevden alınmamak üzere atanmış olduğu halde, beş altı ay içinde görevden alınması gerekti. Yerine Filibeli ayan Ömer Ağa vezirlik rütbesine yükseltilerek Rumeli valiliğine atandı. Çıkan emirde, Hakkı paşanın mallarına el konup kendisinin Sakız adasına sürgün edilmesi yazılmıştı. Ömer Paşa Tekirdağ'ına gelip emri Muhtar Paşa aracılığı ile Hakkı paşaya duyurdu. O sırada Edirne'deki Arnavut asıllı askerler, Hakkı Paşadan ulufelerini (üç aylık maaşlarını) istiyorlardı. Bu istekleri karşılanmayınca, Hakkı paşanın mallarını yağmaladılar. Bir kısmını da Muhtar Paşa zapt ettirdi. O sırada, Ömer paşa da Edirne'ye gelip durumu düzeltmek istedi ise de, Arnavut askerler ulufelerini isteyerek isyan ettiklerinden, üzerlerine Edirne halkı saldırtıldı. Onlar da birkaç mahallede toplanıp şehri ateşe verdiler. Bu durumda çaresiz kalan Ömer Paşa, alacaklarına karşılık bir miktar para ve eşya vermek zorunda kaldı. İsyancılarsa, Ömer Paşanın oğlunu rehin alıp şehir dışına çıktılar. Olay İstanbul'a duyuruldu. Kadı Paşa ve Cebbarzadenin çalışmaları ile Nizam-ı Cedit sistemi askerî düzenleme, Anadolu'da oldukça yerleşmiş olup, bunun, Rumeli'de de uygulanması isteniyordu. Bu durum, yeniçeriler tarafından hoş görülmüyordu. Ayni zamanda Vidin'de Pasban oğlu, Rusçukta Tirsenekli oğlu ve Edirne'de Dağdeviren oğlu gibi dere beyleri de bundan kuşkulanıyorlardı. Bu sırada Sırplar da ayaklandılar. Devletin Rumeli'ye Nizam-ı Cedit askeri göndermesine karar verildi. Gümüşhane Emini Ahmet Ağa, Bostancıbaşı olarak Edirne'ye atandı. Amaç, burada Nizam-ı Cedid sisteminin kurulmasıydı. Bunu, ilk olarak Tekirdağ'da kurmak için gönderilen ferman, Hakim Efendi tarafından okununca, yeniçeriler saldırıp Hakim Efendiyi idam ettiler. Bu olay üzerine, Tekirdağ'a denizden asker gönderildi. Abdurrahman Paşanın yirmi dört bin usta asker ile Edirne tarafına hareket etmesi, sadrazamın karşı koymasına rağmen, Sultan Selim tarafından kabul edildi. Buna gücenen sadrazam İsmail Paşa, Rumeli ayanının ileri geleni olan Rusçuk ayanı Tirsenekli oğlu İsmail Ağaya gizlice haber salıp birleşerek devlete düzen vermelerini teklif etti, O da bunu kabul etti. Bu nedenledir ki, Rumeli'ye usta asker gönderilmesini istemiyordu. Tirsenekli oğlu, öbür ayan sınıfını da yanına alıp Edirne civarında yığınak yaptı. Şehzade Mustafa'nın ağzından Nizam-ı Cedit aleyhine fermanlar dağıtıldı. Yeniçeriler de, bu harekete katıldılar. Fitne hareketi köy ve kentlere de sıçradı. Eşkiya takımı Edirne bostancıbaşısı Ahmet Ağayı ve İstanbul'dan gönderilen tatar ağasını ve daha bazı kişileri idam ettiler. SENEDİ İTTİFAK Sultan II. Mahmut döneminde 1808'de ayan(derebeyleri) ile hükümet arasında yapılan sözleşmedir. 18 yy sonlarına doğru askeri örgütlenmedeki sorunlar devletin merkezi otoritesi zayıflatmıştı. Devlet, mültezimlerin(Vergi memurlarının) halkı ezmeleri sonunda, vergi toplama işini mahallî esrafa devretme siyasetini gütmüş, bu da ayanların ortaya çıkmasına sebeb olmuştu. Yerli halk arasindan veya dışarıdan gelip halka söz geçirebilecek durumdaki kimselerden meydana gelen ayanların nüfuzları zamanla arttı. Yeniçeri ve tımar sisteminin bozulmasi sebebiyle, ihtiyaç duyduğu askeri gücü sağlayamayan devlet de, ayanların nüfuzundan yararlanma yoluna gitti. 1768-1774 Osmanli-Rus savaşı sırasıda hükümet, kaza merkezlerinde idareyi ele geçirmiş olan ayanlara başvurarak para ve asker teminine çalıştı. Durum, ayanlar üzerindeki hükümet kontrolünün kalkmasına sebeb oldu ve taşrada idareye tamamen hakim oldular. Sultan III. Selim, Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa gibi devlete faydalı olanlara rütbeler verdi. Nizam-ı Cedidi kendileri için bir tehlike gören yeniçerilerin, Sultan III. Selim Han'ı tahttan indirmeleri üzerine, Alemdar Mustafa Paşa, onu tekrar tahta geçirmek için hazırlıklara başladi. 28 Temmuz 1808'de Bâb-ı Ali'yi basıp sadâret mührünü ele geçirdi. Fakat bu arada Sultan III. Selîm şehît edildi. Alemdar Mustafa Paşa da, sehzade Mahmûd'u sultan ilân etti. Yeniçeri ocağınin kaldırılması ve devlete çekidüzen verilmesi için çalışmalara başladi. Rumeli ve Anadolu'daki ayanlar çağrılarak "Mesveret-i Amme" adı verilen büyük bir toplantı yapıldı. Yeniçeri ocağının düzeltilmesi ve düzenli şekilde eğitilmesi için karar alındı. Alemdar Mustafa Paşa, kalabalik sayıda askeri ile İstanbul'a gelmiş olan ayanlarla, devlet arasındaki ihtilaf ve mücadelenin kaldırılarak, devletin zafiyetinin önlenebileceğini düşünüyordu. Yapılan görüşmeler sonunda aşağıdaki hususları kapsayan Sened-i İttifak imzalandı. 1 ve 4. maddede, ayan ve eyalet valileri Padişaha bağlılıklarıni belirtiyor, sadrazamı onun mutlak temsilcisi olarak kabul etmeye devam ediyordu. 3. maddeye göre; Osmanli vergi düzeni ülkenin tamamında, bütün eyaletlerde uygulanacak, Padişaha ait gelirlere ayanlar el koyamayacaklardı. 7. maddeye göre; vergi miktarları ayan ve hükümetin görüşmeleri sonunda belirlenecekti. 2. maddeye göre; devletin geleceği ordunun gücüne bağlı olduğu için, ayanlar eyaletlerde asker toplanmasına yardımcı olacaklar, ordu,Nizâm-ı Cedid sistemine göre teşkilatlanacaktı. 5. maddeye göre; ayanlar, kendi eyaletlerinde adil bir idare kuracaklardı. Birbirlerinin topraklarına ve haklarına saldırmayacaklar, birbirlerine kefil olacaklardı. 6. maddeye göre; devlet merkezinde çıkacak herhangi bir kargaşalık anında, Padişahdan izin almak için vakit harcamadan İstanbul'a yürüyeceklerdi. Bu vesikanın altındaki ekte ise, özetle şöyle deniliyordu: Yapılacak işlerde bu şartların esas tutulmasi gerektiğinden, zamanla değişmesini önlemek üzere, bundan sonra Sadrazam ve Şeyhülislam olacaklar, bu makama geçtikleri zaman bu senedi imzalayacaklar ve harfi harfine uygulanmasına çalışacaklardır. Bu senedin bir sureti beylikçi kaleminde, bir sureti Padişahın yanında bulunacak ve gereken kimselere oradan kopyaları verilecek, Padişah, kendisi bu şartların uygulanmasına nezaret edecekti. Devletin ayana ipotek edildiği, Padişahın yetkilerinin kısıtlandığı bu senedi imza edenler arasında, bir taraftan en yüksek derecedeki ulema (şeyhülislâm, nakîbül-esrâf ve kazaskerler), devlet ricali (generaller, yeniçeri ağası, sipahiler ağası) öbür taraftan o zaman Payitahtta hazır bulunan belli başlı ayanlar (Cebbârzâde, Karaosmanoğlu, Sirozlu İsmail Bey ve Çirmen mutasarrıfı) vardı. Padişahın önüne konulan bu senet, Padişahın ayanlara taahhütleri şeklinde idi. İş başına gelen her sadrazamın bu senede yeminle bağlı olmasi, yalnız Padişaha karşı değil, ayanlara karşı da sorumlu olması durumunu çıkarıyordu. Vergiler bile, vekiller ile ayanlar arasında kararlaştıracaktı. Bütün bu sebepler, Padişah ve saray çevresinin Sened-i İttifaka muhalefetini gerektiriyordu, idareye tam hakim olan Alemdar'ın korkusundan kimse ses çıkaramıyordu.
  8. _asi_

    I. Edirne Vak`ası

    I.EDİRNE VAKASI Edirne`nin gerileme devrinin başlangıcı: I. Edirne Vakası 1699 yılı Karlofça antlaşması nasıl Osmanlı İmparatorluğu'nun Gerileme Devrinin başlangıcı olarak kabul edilirse, 1703 yılındaki bu Edirne Vakası da Edirne'nin Gerileme Devrinin başlangıcı sayılabilir. Zira bu tarihten sonra yıllarca Osmanlı payitahtı bu kente uğramayacak sadece arasıra ziyaret edecektir. I.Edirne Vak'ası (Olayı) Rıyaz-i Belde- i Edirne adlı eserinde Ahmet Badi I. Edirne Vak'ası olayını şöyle anlatır; "Mir'at-ı alem'de ve genel tarih kitaplarında Edirne vak'ası adıyla anılan bu olay, (H:1115-M:1703) yılında meydana gelmiş olup, vâni (Vah) Mehmet Efendinin damadı Şeyh-ül İslam Erzurumlu Feyzullah Efendinin başına gelen acı ve ürkütücü sonucu anlatır. Sultan II. Mustafa döneminde Şeyh-ül İslam bulunan Feyzullah Efendinin devlet protokolü kadrosu içinde özerk ve özgür hareket etmesi ve bunun sonunda fitne ve fesadın çıkmasıdır. Bu durumun karşısında olanlar, önce İstanbul'da toplanıp onun aleyhine birleştiler. Askerin Cebeci sınıfı bunların başını çekiyordu. İstanbul halkı da bu durumdan huzursuz olmuştu. Cebeciler, (H:1115-M:19.7.1703) yılı Rebi-ül Evveli'nin beşinci günü Ayasofya yakınında isyan bayrağını açtılar. Aralarında halktan da katılanlarla at meydanına yürüdüler. Oradaki yeniçeriler de bunlara katıldı. Ağa kapısını işgal ile kaymakam konağını yağmaladılar ve tutukluları serbest bıraktılar. Bu arada, Feyzullah Efendinin yakınlarını tutuklayıp at meydanına getirdiler. Bazı medrese hocaları ve ulemayı (bilginleri) de yanlarına alıp isyanı büyüttüler. Dükkânları kapattılar (ekmekçi ve bakkallar hariç) ve Şeyh-ül İslam'ın devlete ve adalete zararlı olduğunu bildirdiler. Bu koşullar altında Cuma namazı kılınamayacağını kararlaştırıp, dört hafta süreyle minarelerde ezan okutmadılar. At meydanı mahşer gününe döndü. Şehrin yağmalamasından korkuluyordu. Padişah da Şeyh-ül İslam'ın durumundan hoşnut değildi. İstanbul'daki durumu Edirne'ye anlatmak için Şehr-i zor eski valisi Hasan Paşa görevlendirildi. İmam Mehmet Efendiyi de Şeyh-ül İslam yaptılar ve yazıp seçtikleri kişilerle Edirne'ye gönderdiler. Feyzullah Efendi, karışıklığı önlemek için Edirne'deki yeniçeri ortalarına yağ, bal ve pirinç ve para dağıttı." İstanbul'dan gelenlerin Havsa'ya yaklaştıkları duyulunca, toplanan danışma kurulunda Feyzullah Efendi: "Gelenlerin padişah huzuruna çıkarılmaları büyük tehlikeler doğurur, bu nedenle kendilerine red cevabı verdirilerek def edilmeleri uygundur" diye ısrar etti. Rami Paşa bu sözden üzülüp "onları dinledikten sonra Şayet suçlu bulunursa ceza verilmelidir" görüşünü belirtti. Fakat Feyzullah Efendi şiddetle karşı çıktığından Bostancı başı Ali Ağayı Havsa'ya gönderdi ve gelenlerin ellerindeki yazıyı alıp kendilerinin Eğridere kalesinde hapsedilmelerini söyledi. Dedikleri de yerine getirildi. Bunu duyan padişah, Rami Paşayı suçlayınca o da: "Sadrazamlık mührünü bana verirken Feyzullah Efendinin önerilerinden dışarı çıkmamamı emretmiş idiniz, ben de onun isteğiyle hareket ettim" dedi. Bunun üzerine padişah, Feyzullah Efendi ve çocuklarının Erzurum'a sürgün edilip Eğridere'deki tutsakların da serbest bırakılmasına dair emir verdi. Bu işler için görevliler atanıp Feyzullah Efendi ve ailesini tekke kapı yakınındaki namazgâhdan Varna yoluyla denizden Trabzon'a götürmeye hazırlanılır iken, Rami paşa, "İstanbul'daki topluluk, bunları elde etmedikçe dağılamaz" düşüncesiyle, onları geri getirip ağa kapısında hapsettirdi. Eğridere'dekiler de getirilip padişah huzuruna çıkarıldı ve ödüllendirildi. İstanbul'dakilere de, bir padişah mektubu yazılıp isteklerinin kabul edildiği ve paşmakçı Zade Ali Efendinin Şeyh-ül İslamlığa getirildiği duyuruldu. Fakat, isyancılar isteklerini sürdürdüler ve yeniden Edirne'ye yazdılar. Toplanan Edirne danışma kurulu da, Rumeli'deki vezirleri askerleri ile birlikte Edirne'ye çağırdılar. Ayrıca, Arnavutluk, Selanik ve Edirne yörelerinden de asker toplanması kararlaştırıldı. İstanbul'a dönen temsilciler padişah yazısını Orta Camiinde toplanan isyancılara verdiler. Ancak onlar bunu dinlemeyip gelenleri kovdular ve Edirne üzerine hareket edilmek üzere sur dışına çıktılar. Her sınıftan asker ile halk ve İstanbul yakınındaki illerden gelenler Edirne'ye gitmek üzere toplandılar. Bu haberi duyan Edirne tarafı ise, Karabayır'da yerlerini aldılar ve çadırlarını kurdular. Edirne yolu üzerinde, Silivri'ye gelince, padişah II. Mustafa'yı tahttan indirip yerine III. Ahmet'i geçirme kararı aldılar ve onun adına hutbe okuttular. Sadrazam Rami Paşa da büyük bir danışma meclisi topladı. Orada, isyancılarla görüşülmesi karan alınarak temsilciler atandı. Görüşmeci, Çorlu yakınındaki Kınıklı menzilinde Silivri'deki isyancılarla buluştu. İsyancılar, kendi kararlarından dönmeyeceklerini bildirdiler. Edirne'den gelenler de, bunların söz dinlemezliği üzerine geri dönmeye karar verdiler. Sadrazam da bunların üzerlerine şiddetle gidilmesi kararını alıp Edirne kenarındaki Buçuk tepede savunulma hazırlığı yapıldı. Asker çadırları orada kuruldu ve sadrazamla tüm ileri gelen ilgililer, denilen yere geldiler. Ertesi gün sultan II. Mustafa da burada kurulan otağına geldi. İki gün sonra asker Havsa'ya nakledildi. Edirne'den gönderilen görevlinin isyancılarla yaptıkları görüşmelerinin yararlı olmaması üzerine, isyancı grup Babaeski'ye yaklaştı. Ordunun Havsa'da oluşu, gelenler içine korku ve ürküntü saldı. Elebaşılar, bunu önlemek için çok çalıştılar ve ilerleyişlerini Havsa yakınındaki Kuleli'ye kadar sürdürdüler. Sadrazam, belki yola gelirler diye, Edirne'deki yeniçeri ileri gelenlerini onlara bu hakaretten vaz geçmelerini öğütlemek üzere yanlarına gönderdi. İsyancılar, bunları da dinlemedikleri gibi, geri dönmelerini de önlediler. Subay ve ihtiyarlarının geri dönmediklerini gören Edirne grubu yeniçerileri de, "onlar nerede iseler biz de oradayız" diye Rami Paşanın çadırını yaylım ateşine tutup karşı tarafa katıldılar. Rami Paşa Edirne'ye kaçıp Bayezid katibi Çepnici Zade Ahmet Efendinin evinde saklandı. Geri kalan askerlerin bir bölümü isyancılara katıldı, geri kalanı da dağıldı. Padişah, yanında kalanlarla Edirne sarayına döndü ve (H:1115-M:21.8.1703) senesi Rebiül Ahiri'nin dokuzuncu günü saltanattan çekilip yerini sultan Ahmet'e bıraktı. Ordunun gelmesi konusu halkı telaşlandırdı. Rebiül Ahirin altıncı günü olan çarşamba günü Şehre giren isyancılar Sultan Ahmet'in fermanı ile karşılaştıklarından yağmalama yoluna giremedikleri için büyük üzüntü duydular. İsyancılarla anlaşan yeniçeriler, Feyzullah Efendinin ortadan kaldırılmasına karar verdiler. Onu, çocuklarını ve yakınlarını arayıp bularak tutukladılar. Şeyh-ül İslamlığa vekâlet eden Mehmet Efendinin fetvası ve diğer yetkililerin söz birliği ile Feyzullah Efendinin katledilmesine karar verdiler. Aynı ayın yirminci günü onu hapishaneden çıkartıp bir hamal beygiri ile Batpazarı denen yere getirdiler ve başını kestiler." Bu olayı görmüş olan Nazira Efendi, yazmış olduğu Edirne tarihçesi adlı kitabında diyor ki: Ben on yaşında idim. Babam Hacı Mustafa efendi, Ali paşa çarşısında gülapcı (gülsuyucu) dükkanında idi. Bir gün ben de dükkâna giderken Batpazarında korkunç bir topluluk görüp sebil hizasında tanıdığım bir bakırcı dükkânına çıkmıştım. Ansızın onu gördüm ki, Feyzullah Efendiyi bir semerli katıra bindirmişler, mübarek başlarınıda bir yeşil gecelik kavuğunun,tepesini yarıp çıkardıkları pamuğu yakmışlar, ve önlerine dört papaz alıp buhurdanlarına günlük yakmışlar. Sebil önüne getirdiler.Kötü bir kişi kılıç çekip dört beş kere mübarek boğazına vurarak ancak bir miktar kan çıktı. Sonunda isyancılar, hançer ve bıçak saldırısıyla şehid ettikten sonra Sultan Mustafa'yı tahttan indirip, yerine, Sultan Ahmet'i çıkarttılar. Yaşım küçük olduğu için bu kadar gördüm. İstanbul'dan gelenler Kirişhane semtinde oldukları için Sultan Ahmet'de tören alayı ile evimizin önünden geçerken onu görmekte kısmet oldu. Tanık olduğu bu olaya istinade İbrahim Nazira Efendi şu beyiti yazmıştır: Vak'anın aslını bilmem asla, Ki sagir idim o demde zira. İsyancılar, bununla da yetinmeyerek cesedini, ayağına ip bağlayıp üç yüz kadar Müslüman olmayan kişiye zorla çektirip yeniçeri ortasına getirdikten sonra, Mamak köprüsünden Tunca nehrine attılar. Mal ve eşyasını, köle ve cariyelerini serbest bırakıp, yağmaladılar, oğlu Fethullah Efendiyi de Fetva ile idama mahkûm edip hapsettiler. Köle ve cariyeleri aşağılık kişiler pazarında satıldı. Ertesi gün nişancı Ahmet Paşa sadrazam, Mehmet Efendi de Şeyh-ül İslam oldu. Daha bazı kişiler yeni görevlere atandı. Fitne ve fesat yatışmış olduğundan, İstanbul'a gitmek için padişah çadırı Tunca kenarına kuruldu. Askere cülus bahşişi dağıtıldıktan sonra İstanbul'a hareket edildi. Sultan III. Ahmet ilk Cuma namazını Sultan Bayezid Camii'nde kıldı ve adına hutbe okundu.
  9. İSTANBUL'UN YOLU EDİRNE'DEN GEÇER İstanbul kuşatması için Edirne ilinde yapılacak hazırlıklar, bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasıyla son bulacaktır. FETİH HAZIRLIKLARI Genç hükümdar, Anadolu'da baş gösteren Karamanoğlu isyanını bastırdıktan sonra Edirne'ye dönmüş ve1452 yılında zaman kaybetmeden fetih hazırlıklarına başlamıştır. Sultan Mehmet, Edirne'deki sarayında vakit geçiriyor, fakat gözüne uyku girmiyordu. Gece gündüz İstanbul'u nasıl alabileceğini ve bu şehrin nasıl sahibi olabileceğini düşünüyordu. Fatih, İstanbul gibi tarih boyunca bir çok defa kuşatılmış ve ele geçirilememiş bir kentin zapt edilmesinin zor olduğunu bilmekteydi. Ancak kuşatma fikrine karşı direnen devlet adamlarına ise Edirne sarayında şu meşhur konuşmasını yapacaktı: "Allah'ın takdiri olunca, alışılagelmiş nice imkânsızlıklar, kolaylaşır. Bütün kâinat onun aksine çalışsa da fayda vermez. Bunun aksine basit ve elde edilmesi kolay bir işi de, şayet Allah dilemez ise, cümle âlem onu yapmaya yönelse, yine de başaramaz. Bu konudaki ümidim ne mal ve mülk bolluğuna, ne ordu ve kahramanların çokluğuna, ne de savaş âlet ve vasıtalarının fazlalığınadır. Aksine, sadece Hakkın lütuf ve yardımınadır. Esas gayem de, İslâm'ın yüce prensiplerini ortaya koymaktır. Eğer o kalenin benim tarafımdan fethi takdir buyrulmuş ise, kale burçları taş ve topraktan değil, saf demirden de olsa öfke ve kahr ateşi ile onu eritip mum gibi yumuşatırım" diyecek ve şehrin alınmasına karar verilecektir. Büyük ve kutsal bir amaç olarak belirlediği İstanbul'u almak fikrini hayata geçirebilmek için ilk olarak, kenti çevreleyen surları aşmayı kolaylaştıracak yolları aramakta bunun içinde çalışmalar yapmaktadır. “Surları aşamıyorsam yıkar geçerim”, diyen genç hükümdar bu amaçla dönemin en büyük ve güçlü toplarını yapmaya karar verir. Edirne'de bulunan Fâtih Sultan Mehmet’in, yakından ilgilendiği başka bir konu daha vardı. Bu da ordusunu toplarla takviye etmekti. Tarihte bir topçu parkına sahip olan ilk hükümdarın Fâtih olduğu belirtilmektedir. İstanbul'un fethinde en önemli rolü oynayan araçlardan biri toptur. Gerçi topun bir harp silahı olarak kullanılması İstanbul'un kuşatılması ile birlikte başlamış değildir. Fakat o tarihe kadar toplar, çapları ve sayıları itibariyle fazla bir şey ifade etmiyorlardı. Fâtih Sultan Mehmet, bu silahın tahrip gücünün büyüklüğüne inandığı içindir ki, o tarihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına önem verdi. Büyük çapta topların yapılma işini Orban (Urban) adındaki Macar’la Türk mimarlarından Müslihiddin ve mühendis Saruca üzerlerine aldılar. Saruca büyük bir top dökmeye muvaffak oldu. Urbanda çok büyük çapta bir top yapabileceğini, fakat gülle yapmasını bilmediği için bu ise karışmayacağını söyledi. Bunun üzerine padişah, mermi işini bizzat üzerine aldı. Kaynaklar, genç hükümdar ile Orban arasında geçen konuşmayı şu şekilde verirler: Orban: "Büyük toplarınızı dökebilirim, ama mermi ve ince hesaplardan anlamam" deyince hükümdar "Benim senden istediğim sadece topu iyi dökmenden ibarettir. Kalanı ben düşünürüm" demiştir. II. Mehmet, İstanbul kuşatmasında çok büyük rol oynayacak olan bu essiz topların en ince teferruatına kadar bütün hesap ve planlarını kendisi yaptığı gibi, resimlerini de bizzat çizmişti. Kendi nezâreti altında döktürmüş olduğu toplardan biri çok büyüktü. Büyük emek ve masraflarla yapılan bu toplara "sahî" denmişti. Bu toplarla atılan gülleler, Kara Deniz sahillerinden getirilen kara bir taştan veyahut yuvarlak hale getirilen mermerlerden yapılıyordu. Bu topun, Edirne'den İstanbul'a kadar getirilebilmesi için iki ay kadar bir zamana ihtiyaç vardı. Top, otuz araba ve altmış manda ile çekiliyordu. Onun her iki tarafında, ikişer yüz adam bulunduğundan yolda kaymaması sağlanıyordu. Yolların kötü yerlerine tahta döşemek ve köprü yapmak üzere ayrıca elli usta ile iki yüz amele önden gidiyordu. İstanbul'u kuşatmak üzere hareket eden Türk ordusunda üç büyük top ile on dört batarya top vardı. Şubat başlarında Edirne'de başlayan sevkıyat, Mart sonlarına doğru, İstanbul'dan beş mil kadar uzakta bulunan bir yere gelmiş oldu. Fethe katılacak 150.000 asker, Anadolu seferi sonrası savaş yorgunu oldukları için Edirne'de kalıp istirahat etmekte, bu arada atış talimleri yaparak fetih için kendilerini hazırlamaktadırlar. Bu amaçla yapılan ok yarışmaları ve kılıç talimlerinde üstün başarı gösterenler diğer askerlerden ayrılmakta hazırlıklarına özel olarak devam etmektedirler. FATİH'İN MUHASARA HAZIRLIKLARI Fatih, İstanbul'u almayı kafasına koyduğu 1451'den itibaren muhasara için hazırlıklar yapmıştır. Öncelikle diplomatik sahada girişimler yapılmış; Venedik ve Cenevizlilerle çok müsait şartlarda anlaşmalar teklif edilmiştir. Ayrıca arkadan saldırmasın diye Karamanoğulları Beyliği'ne arazi bırakılarak anlaşma temin edilmiştir. Daha sonra surları yıkabilecek muhasara topları döktürülmüş; yeniçerilerin sayısı iki misline çıkarılmıştır . Bizans'ın üç tarafının surlarla çevrili olması muhasaraya donanmanın da etkin olarak katılmasını gerektiriyordu. Bu yüzden bir taraftan donanmayı kuvvetlendirmeye çalışan Fatih; diğer yandan da düşmanın deniz yolu ile yardım almasını engellemek amacıyla evvelce Yıldırım Bayezid tarafından 1391'de yaptırılan Anadoluhisarı'nın tam karşısına Rumelihisarı'nı yaptırdı. Yapımına 21 Mart 1452'de başlanan ve dört ayda tamamlanan hisarın burçlarına toplar yerleştirildi. Hisara ayrıca 400 yeniçerinin de yerleştirilmesinden sonra boğaz kontrol altına alınmış oldu. 1453 Şubat'ında İstanbul dışında elinde bulundurduğu kasabalar alınınca Bizans, İstanbul surları içine sıkışmış kalıyordu. Bölgede bulunan Osmanlı kuvvetleri baskı yaparak Bizanslıların sur dışına çıkmalarını engellemeye başlayınca da bir nevi abluka başlamış oluyordu . Padişah bütün kışı Edirne'de muhasara hazırlıklarıyla geçirdi. Eline aldığı İstanbul haritasını etraflıca inceliyor; bizzat kuşatma planlarını yapıyordu. Topların ve muhasara âletlerinin nerelere yerleştirilmesi gerektiğini gösterdiği gibi, lağım açılacak mahalleri de harita üzerinde işaretliyor, hendeklerin girişlerini, merdivenlerin surun hangi tarafına konması lazım geleceğini gösteriyor, gece ve gündüz bu düşünce ve planlarla uğraşıyordu . Padişah, İstanbul'un fethini düşünmekten geceleri gözüne uyku girmediğini söylemiştir . Mart başından itibaren Sultan Mehmet, eyalet ve sancaklara hükümler göndererek; İstanbul üzerine hareket edileceğini bildirip orduya iltihaklarını emretti. Muvazzaf ve gönüllü olarak gelen kuvvetler orduya katılıyordu . Padişah, bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra 23 Mart 1453'te Edirne'den hareket etti. Keşan mevkiinde durarak Çanakkale Boğazı'ndan geçecek olan Anadolu kuvvetlerini bekledi ve bu kuvvetleri de aldıktan sonra yürüyüşe devam ederek; 1453 Nisan'ının başında İstanbul surları önüne geldi. Ertesi gün, yani 6 Nisan Cuma günü Cuma namazını kıldıktan sonra şehri muhasaraya başladı. Muhasaraya katılan Osmanlı kuvvetleri hakkında değişik rakamlar verilmesine karşılık, genel olarak ordunun yaklaşık 150.000 kişiden oluştuğu kabul edilmektedir. Kara ordusu mevcudunun, kapıkulu ocakları, Rumeli ve Anadolu topraklı, yani tımarlı sipahileri, azaplar ve gönüllü olarak 100.000 ile 120.000 arasında olması ihtimal dahilinde görülmektedir. Bu kuvvetlerin bir kısmı Zağanos Paşa kumandasında olarak Cenevizlilere ait Galata surlarının dışındaki Beyoğlu tarafında bulunmakta idi . Osmanlı donanması ise nakliye gemileriyle birlikte büyük küçük yaklaşık 150 parçadan oluşmaktaydı ve Baltaoğlu Süleyman Bey komutası altında bulunuyordu. Osmanlı gemileri genellikle hafif tekneler olup hafif silahlı idiler . İSTANBUL'UN KUŞATILMA VAZİYETİ Nisan'ın altısında İstanbul surları önüne gelen padişah, karargahını Topkapısının karşısında Maltepe taraflarında kurdu. Kara surlarının sol tarafı (Ayvansaray 'dan Edirnekapı'ya kadar) Rumeli Beylerbeyi Dayı Karaca Paşa komutasında idi. Edirnekapı ile Topkapı arası padişahın bulunduğu merkez kolunu oluşturuyordu. Topkapı' dan Yedikule'ye kadar olan kısım ise Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa ile Mahmud Paşanın kumandaları altında idi . Altı gün süren muhasara tertibatının alınmasından sonra, 11 Nisan'da İslami geleneklere uygun olarak; padişah, Mahmud Paşayı imparatora göndererek, kan dökülmeden şehrin teslimini istedi. Ancak Konstantin şehri müdafaaya yemin ettiğini bildirerek ret cevabı verince zaten hafif çarpışmalarla başlamış olan muhasara; büyük topların da işlemesiyle tam anlamıyla başlamış oluyordu . İSTANBUL'UN FETHİNDE KULLANILAN TOPLAR İstanbul'un fethi sırasında kullanılan silahların en önemlisi şüphesiz toptur. Top ilk defa Avrupa'da XIV. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlıların da aynı dönemde topu kullandığı görülmektedir. Zira 1389'daki Kosova meydan savaşında Türk ordusunda 80 kadar top bulunuyordu . 1422 yılındaki İstanbul kuşatmasında da top vardı. Ancak bunlar yeterli miktarlarda ve nitelikte değildi . Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı tahtına oturduğu zaman, topçuluk sanatı Osmanlılarda, devrine göre çok ilerlemiş, mükemmel ustalar ve dökücüler yetişmişti. Fatih, ilk önce Rumelihisarı’nı tahkim için bu ustalara bol miktarda top döktürmüştür. Sonra, İstanbul muhasarası hazırlıklarını tamamlamak için Edirne'de karargahını kurduğu vakit, Bizans surlarını yıkacak kuvvetli toplar döktürmeye başladı. Mimar Muslihiddin ve Saruca Paşa gibi kıymetli mühendisler bu işi üzerlerine almışlardı. Bu sırada Macar asıllı Urban adlı bir top dökücüsü de Osmanlı hizmetine girmek üzere Fatih'e başvurdu. Kendisi daha evvel Bizans hizmetinde bulunmuş ve şehrin müdafaası için bir miktar top dökmüştü . Osmanlı hizmetine kabul edilen Urban'la birlikte Mühendis Muslihiddin ve Sarıca Sekban'ın gözetim ve denetimleri altında büyük toplar döküldü . Dökülen iki büyük top o devirde eşi ve benzeri görülmemiş nitelikteydi. Birini Urban, diğerini Sarıca Sekban dökmüştü . Sarıca'nın döktüğü top 300 kantar (yaklaşık 16.800 kg.) bakırdan dökülmüştü . Urban'ın döktüğü top 12 karış (6.208 cm.) çapında, 80.596 libre (yaklaşık 40.300 kg.) ağırlığında ve 32 kadem (yaklaşık 12 m.) uzunluğunda idi. Attığı merminin ağırlığı 600 kg, barut hakkı ise 200 libre (yaklaşık 100 kg.) idi . Sultan Mehmet’in isteği ile Edirne'de tecrübe edilen bu top, büyük bir gürültü ile patlamış ve mermisi bir mil mesafeyi kat ettikten sonra düştüğü yerde iki metre derinliğinde bir çukur açmıştı . Edirne'de hazırlıklar tamamlandıktan sonra diğer silah ve malzemelerle birlikte büyük top da yola çıkarıldı. Fakat bunun nakli işi kolay olmadı. Muazzam top için bir çok arabalar bir araya getirilerek hususi bir vasıta yapıldı. Topun arabası 60 manda ile çekiliyordu. Arabanın önünden giden 50 usta ile 200 amele yolları düzeltiyor, icap eden yerlere tahta döşemek suretiyle tehlikesizce ilerlemeyi temin ediyordu. Ayrıca topun iki tarafında 200'er kişi bulunuyor ve muazzam harp âletinin kaymamasını temin ediyordu. Bu suretle büyük topun Edirne'den İstanbul önlerine kadar nakli için iki ay kadar zaman geçti. İstanbul'u kuşatmak üzere hareket eden Türk ordusunda 3 büyük top ile 14 batarya top vardı. Ayrıca ihtiyaç oldukça muhasara devam ederken İstanbul surları önünde de top dökülmüş ve onarılmıştır . 1453 Şubat'ı başlarında Edirne'den hareket eden büyük top, Nisan başlarında İstanbul'a ulaşmış ve 5 mil mesafede bir yere monte edilmiştir . Bu suretle hazırlanan toplar daha sonraki zaman içerisinde surların dövülmesine uygun konumlara yerleştirildiler. Büyük top Kaligarya (Eğrikapı) karşısına konuldu. Fakat bu taraftaki surların pek kuvvetli olması sebebiyle bir sonuç alınamayacağı düşünülerek, buradan kaldırılıp, Topkapı' nın kuzey tarafına alınmıştı. Grup olarak her biri 4 toptan oluşan 14 batarya; 7 km.lik sur boyunda muayyen aralıklarla yerleştirilmişlerdi. Bataryalardaki topların hepsi aynı büyüklükte değildi. Bunların arasında büyük cüssede olanlarından 3 tanesi Velaharna Sarayı karşısına, 3'ü Silivrikapı karşısına, 2 tanesi Edirnekapı, 4 büyük top da en zayıf kapı olan Topkapı(Sen Romen) karşısına yerleştirilmişti. Fatih Sultan Mehmet, muhasara başladıktan sonra suru dövmek için büyük toplarını yaklaştırmış; bunlardan birisini İmparator Sarayı (Velaharna/Tekfur Sarayı) üzerine ve diğerini de İmparatorun bulunduğu Roma Kapısı'na (Sen Romenos/Topkapı) tevcih etmişti. Bu topların gülleleri bizim ağırlık ölçülerimize (Halkondil) göre 100 libre ağırlığında olup; Karadeniz sahillerinden getirilen granit taşından yapılmıştı. Önce büyük toplarla yanlardan ateş edilip sur iki taraftan çatlatılıyor; daha sonra üçte bir nispetinde daha büyük bir mermi atılarak sarsılan sur parçası aşağı indiriliyordu. Topun gürlemesi batarya ile ateşin meydana getirdiği gürültü o kadar şiddetli ve korku verici idi ki, 2 fersah uzaklıkta olan yerler sallanıyordu. Bu suretle öndeki surlar dövülmeye başlandı. Daha yüksek olan arkadaki surlara da zarar veriliyordu. Bu büyük topları yönetimi zordu. Gündüzleri ancak 7-8 atış yapılabiliyor, geceleri ise diğerlerini uyandırmak için sabaha karşı bir atış yapılıyordu . Toplar, ejderha misali ateş saçıyordu ve Bizans'ı dehşet içinde bırakmıştı. Bu kadar büyük çapta silahı hayal bile edemezlerdi. Bu suretle tahrip edilen surlara askerler hücum ederek geçmeye çalışacaklardı. Toplar çok dikkat ve itina ile çalıştırılıyordu. Bir top atılır atılmaz, topçuların bir kısmı topun ağzından içeriye kovalarla zeytinyağı döküyorlar, bir kısmı ise yağlı keselerle namluyu sarıyorlardı. Bundan maksat topun birdenbire soğuyup çatlamamasıydı. Top yeterince soğuduktan sonra silinip temizleniyor; hazinesine barut doldurulup tokmaklarla sıkıştırılıyor; sonra mermisi yerleştirilerek surlara tevcih olunup ateşleniyordu. Böylece günde en fazla 7-8 atış yapılabiliyordu . Toplar tunçtan yapılmışlardı. Uzun menzilliydiler ve büyük çapta taştan gülleler atıyorlardı. Gülleler için gümüş madenlerinden de 100 nefer taş ustası getirilmişti. Büyük topların meydana getirdiği gürültü Bizans halkının moralini bozuyordu. Toplar ile sürekli bombardıman fetih öncesi son üç günde yoğun bir şekil aldı. 27 Mayıs gününden itibaren başlayan bu bombardımanın sonucunda surlarda geniş çapta gedikler açıldı. Bizanslıların, surların zayıf noktalarının arkalarını toprakla beslemeleri ve bombardımana fazlaca maruz kalan yerleri yukardan sarkıtılan içi kumaş ve yün dolu denklerle korumaya ve bu suretle mermilerin tesirini azaltmaya çalışmaları fayda vermedi . Bizanslıların surları onarmalarını engellemek için geceleri de bombardımana devam edildi. Böylece yıkılan surlardan içeri girme teşebbüsü bir iki defa sonuç vermemiş ise de, 29 Mayıs Salı sabahındaki yeniçeri hücumu Bizans müdafilerince önlenememiş ve fetih yolu açılmıştır . İstanbul'un fethi sırasında ilk defa havan topu da kullanılmıştır. Osmanlıların Haliç'e girememeleri buradaki düşman donanmasına hareket kabiliyeti sağlıyordu. Galata taraflarına yerleştirilen yatık yollu mermi atan toplarla da düşman gemilerine zarar verilemiyordu. Bunun üzerine Sultan Mehmet, mühendislerini ve topçu ustalarını toplayarak Haliç'teki gemilerin toplarla batırılıp batırılamayacağını sordu. Onlardan olumlu cevap alamayınca bizzat kendisi bu işin üzerine eğildi. Neticede padişah mermi yoluna dik bir şekil verilecek topun dökülmesini mümkün kılan projesini ortaya koydu. Padişahın tarifiyle dökülen bu toplar Galata surlarının kuzeyine yerleştirilmiş; ilk atışta sonuç elde edilememişse de, ikinci atışta bir Ceneviz gemisini batırmak mümkün olmuştur. Harp tarihinde ilk defa kullanılan bu top, havan topunun ilk numunesidir. Havan toplarının iki vazifesinden biri Haliç'teki düşman gemilerini batırmak; diğeri de Osmanlıların Haliç üzerine kurdukları köprünün muhafazasıdır ki, her iki konuda da başarılı olunmuştur.
  10. _asi_

    Başkent Edirne

    92 YILLIK PAYİTAHT (Başkent) 1361-1453 yılları arasında Osmanlıya başkentlik yapmış olan Edirne Osmanlıların Rumeli'ye yerleşmeleri ve Avrupa ortalarına kadar genişlemelerinde bir askeri üs ve dayanak noktası olarak da ayrı bir değer taşımaktadır. BİZANS ENTRİKALARI Doğu Roma (Bizans) imparatoru olan Andrenikos'un ölümünden sonra imparator ailesi ikiye ayrılmıştı. Bir taraftan, imparatorluk makamına çıkan Jan Paleolog, öbür taraftan da, devlet müsteşarı olarak, ileri gelen yöneticilerden (Jan Kantakuen) krallıklarını ilan etmişlerdi. Osmanlılar, barış antlaşmasının, İstanbul imparatoru adına düzenlenmiş olması nedeniyle, bozulmasını gerek görmemişlerdi. Bu iki imparator, birbirlerine üstünlük sağlamak için, Kantakuzen, İzmir hakimi Aydın oğlu Umur beyi, Jan Paleolog'da, kendisine rakip gördüğü Kantakuzen'den saltanatını kaçırmak için Saruhan beyini işbirliğine davet etmişti. Bu suretle bunlar karadan ve denizden imparatorluk ülkelerine saldırıya geçmişlerdi. Ancak, her iki imparator, Türk beyleri ile birleşmelerine karşılık, akrabalık yoluyla Gazi Orhan beyle birleşmeyi daha uygun görmüşlerdi. Bunun üzerine, Jan Paleolog henüz genç olan annesi Ana'yı yada kız kardeşini sultan Orhan'la evlendirerek birleşme düşüncesinde idi. Bu sırada, Kantakuzen derhal kızı Teodora'yı Orhan Gazi ile evlendirerek onu kendi tarafına çekmiştir. Bir sene sonra da, öbür kızı (Eleni)'yi Jan Paleolog'a verip onu bu suretle elde etmek istemişti. Ancak, Jan Paleolog, Bulgarlar ile birleşerek Kantakuzen'i sıkıştırmaya başlayınca, Orhan Gaziden yardım isteğinde bulunmuştu. Orhan bey ise, Osmanlı gücünü yabancı bir devlet için kullanmaktansa, onu, çıkarı uğrunda kullanmanın daha uygun olacağını düşünmüştür ki, Rumeli fethinin başlama nedenlerinden biri de budur. RUMELİ'YE GEÇİŞ Sultan Orhan, Karasi’ den kendisini ziyarete gelmiş olan veliahdı, veziri ve başkomutanı olan Süleyman Paşaya, gizli olarak bu önemli buyruğu duyurmuştu. Süleyman Paşa, hemen yer öpüp, bu görevin kendisini yücelttiğini belirterek, bu yolda canını hiçe sayıp çaba harcadığını söyleyip, babasına güvence verdiğinden, onu Rumeli fethine görevlendirdi. Şehzade, bu sırrı kimseye açmayarak, kardeşinden ayrılıp, önce kıyıları gözden geçirip ona göre işi tasarlamak için Kapı dağından Aydıncığa iner. (Aydıncık, Karasi sancağı içinde Erdek kasabasına üç saat uzaklıkta küçük bir kasabadır.) Şehzade, Aydıncıkta eskiden pek mamur olup halen Temaşalık denen ve aklı şaşkınlığa uğratan yıkıntıları gördüğü sırada, Rumeli sahilini de gözden geçirir. O zaman, yanında bulunan Yakup Ece Bey, Gazi Fazıl Bey ve Evronos Bey düşünce nedenini sordukları vakit, bunun Rumeli Fethi için olduğunu anlamışlardır. Yakup Bey ile Ece Bey hemen o akşam karşıya geçerek öğrenmek için bir dil, yani canlı kişi getirmeye söz verdiler. Bu iki ünlü komutan hemen etraftaki ormandan ağaçlar kesip, öküz derilerinden tulumlar şişirip sal yaparak Gelibolu boğazının en dar yeri olan Korucuk adlı yerden binip salıvererek Rumeli yakasındaki Gelibolu'ya bir buçuk saat mesafede ve doğu yüzünde olan Çimen adlı köye geldiler. Burada, bağlar arasında ele geçirdikleri bir Hıristiyan’ı yakalayıp yine sallarla Korucuğa gelip Şehzadenin huzuruna getirdiler. Çaresiz Hıristiyan, kendisinin öldürmeye getirildiğini sanıp korktu. Ancak, Şehzade tarafından öldürülmeyip, yardım teklif edilmiş olduğundan, Hıristiyan, Çimpe kalesine kolayca girilerek yeri bildiğini söyleyip yardımcı olacağına söz vermişti. Şehzade hemen sığır derilerinden hazırlattığı tulumları şişirtip ve yine bu derilerden çıkartılan kayışlarla keresteleri birbirlerine bağlayıp iki büyük sal yaptırır. Bu salların her birine kırk adam bindirir, birine kendisi ile, hizmeti geçenlerden Aksungur, Kızıl oğlan oğlu ve Kara Timurtaş, Kara Hasan oğlu ve Akçakoca oğlu ve Balalancık oğlu ve kırk adet cenkçi biner. Öbür sala ise, Hacı İlbey’i, Yakup Ece Bey, Gazi Fazıl Bey ve Gazi Evranos Bey ile benzeri beyler ile kırk ünlü cenkçi binerler. Bu hal ile sallar denize salıverilmiş ve akıntıların yardımı ile istenilen yere varılmıştır. Yol gösterici Hıristiyan, Çimpe kalesinin duvarı dibindeki gübre yığıntılarından, gazilerin kale içine girmelerine yardımcı olur. Kale halkı, beklemedikleri gece baskını gürültüsünden çok korktular. Şehzade, hepsini yatıştırdı. Bazılarını, arkadaşlarının yanına katarak iskeledeki kayıklar ile asker geçirmek için Anadolu yakasına gönderir. O gece, Rumeli yakasına üç yüz Cenkçi er geçirdi. Üç gün içinde geçirilen asker sayısı üç bine ulaşmıştı. Çeşitli kaynaklarda bu fethin tarihini 1353,1356 ve 1358 yıllarında olduğunu yazmaktadır. 1358 yılında Şehzade Süleyman Paşa avlanırken attan düşer ve ölür. Sultan Orhan'ın ölümünden sonra 1359–1360 yılında oğlu I. Murat tahta çıkmış ve ilk iş olarak Rumeli yakasındaki ordusunu hazırlamıştır. Daha sonra Anadolu’ya yönelmiş buradaki karışıklıkları hallederek, tekrar Rumeli’de fetihlere devam etmiştir. OSMANLILARIN RUMELİ'DEKİ AKINLARI VE EDİRNE'NİN FETHİ Osmanlı akıncılarının en ünlülerinden Evrenos Bey, Rumeli'deki fütuhatı sürdürerek Malkara ve İpsala'yı, Hacı İlbey de Dedeağaç liman ve kentini aldı. Daha sonra da Dimetoka' yı işgal etti. Bu işgallerden sonra Lüleburgaz'da toplanan savaş meclisinde alınan karar gereğince Rumeli Beylerbeyliğine getirilmiş olan Lala Şahin Paşa büyük bir kuvvetle Edirne üzerine sevk edildi. Bulgarların Bizanslılara yardım etme olasılığına karşı sağ koldan Karadeniz sahiline doğru ilerleyen bir kısım kuvvetler de o günkü adıyla Kırkilise' yi yani bugünkü Kırklareli'ni işgal etti. Güneybatıda Drama ve Serez taraflarında bulunan Sırpların da müdahale ve yardımları düşünülerek sol kola komuta eden Evronos Bey'in kuvvetleri de Dimetoka'nın batısına doğru sevk edilerek güvenlik çemberi genişletildi. Ve nihayet Babaeski ile Pınarhisar arasında Sazlıdere mevkiinde Rum ve Bulgar kuvvetleri ile yapılan kati neticeli bir meydan savaşında düşman bozuldu ve ancak ondan sonradır ki, sıra Edirne'nin fethine geldi. Murat Hüdavendigar'in, Edirne'den önce, Edirne'ye İstanbul'dan gelebilecek yardımlar ile Ege Denizi yoluyla Venediklilerden gelebilecek yardımların yollarını kesmek üzere zapt ettiği Dimetoka (Didymoteıchous), Çorlu (Tyrilos) ve Lüleburgaz (Purgos) gibi kalelerin Bizanslı muhafızları daha sağlam olan Edirne kalesine sığınarak kale savunmasını güçlendirmişlerdi. Her ne kadar I.Murat bu muhafızların takibine Lala Şahin Paşa komutasında bir kuvvet görevlendirmişse de, bu kuvvet ancak kaleye giremeyenleri yakalayıp yok edebilmişti. Edirne Meriç Nehri'nin taşması sonucu kolayca fethedilebilmişti. Uzak ve yakın emniyetin sağlandığını ve fetih hazırlıklarının yeterince yapıldığını düşünen Hacı İlbey ve Evranos Bey'ler, I.Murat'ı Edirne önlerine getirmişlerdi. I.Murat'ın Edirne civarına geldiği sırada Meriç Nehri de taşmıştı. Bu afeti değerlendiren Edirne Muhafızı Bizanslı komutan da kayıkla şehirden kaçıp önce Enez'de Cenevizlilere sonra da Sırbistan'a sığınmıştı. Bunu duyan şehir halkı da kale kapılarını açıp şehri teslim etmişlerdi. Sultan I. Murat, Edirne fetih olunduktan sonra Dimeteko 'ya yerleşmiş ve Edirne Sarayı yapılana kadar devleti buradan yönetmiştir. Osmanlıların Rumeli'ye yerleşmeleri ve Avrupa ortalarına kadar genişlemesinde bir başkent olarak, bir askeri üs ve dayanak noktası olarak ayrı bir değer taşıyan Edirne'nin tam bir Osmanlı şehri olarak geliştiğini söylemek, aksine Edirne'nin Türklerden önceki bilinen tarihinin çok zengin olmadığını söylemek mümkündür. BAŞKENT EDİRNE Edirne, erken dönem Osmanlı mimarisinin (1299-1501) merkezlerinden biridir. Fethedildiği 1361 yılında Tunca kenarında ve kale içinde kurulmuş küçük bir şehirken, Osmanlı Türklerinin eline geçtikten sonra camiler, saraylar, köprüler, kervansaraylar,hanlar, hastaneler ve imaretler gibi anıtsal yapılarla sosyal dokusunu hızla oluşturarak iki yüzyıl içinde dünyanın sayılı şehirlerinden biri haline geldi. 15. yüzyıl başlarında Bursa odaklı gelişmeleri izlemekle birlikte, sonraki gelişmelere basamak oluşturan önemli yapılar, yüzyıl boyunca Osmanlı sanatının en üst düzey eserleri Edirne'de inşa edilmiş, bu özelliğini 16. yüzyılda da sürdürmüştür. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde IV. Murat (1623-1640) zamanında yapılan bir sayıma göre, Edirne'de on dördü Selatin camii (sultanlar adına yaptırılan büyük cami), üç yüzü vezirler veya ayan tarafından yaptırılmış 314 cami bulunduğunu söyler. Bunun dışında kalan 46 cami ile birlikte 61 caminin adını verir. Edirne'de 164 mescit, 56 tekke ve zaviye, 49 medrese, 103 mezar ve türbe, 9 imaret, 53 mektep, 4 çarşı, Bedesten ve arasta, 24 han, kervansaray, 16 hamam, 13 sebil, 124 çeşme, 8 köprü saptanmıştır. Bu yapıların büyük bir kısmı korunamamış, geriye 84 eski eser kalmıştır.
  11. _asi_

    Edirne-Osmanlı Dönemi

    OSMANLI DÖNEMİ Edirne, Osmanlı imparatorluğunun Avrupa ve Balkanlara açılan kapısı olması dolayısıyla askeri, ticari ve kültürel açıdan önemli bir merkez durumundaydı. XIV. yüzyıl Edirne, Osmanlıların eline geçtikten sonra, tarihinin yepyeni bir evresine girmiş oldu. Kısa süre içinde çok büyük bir gelişme gösterdi ve dünya tarihinde adları ön sırada anılan kentlerden biri durumuna geldi. Edirne'ye yerleşmeye başlayan ve çoğunluğunu sipahi ailelerinin oluşturduğu Osmanlılar, kale çevresinde yeni mahalleler meydana getirdiler. Ne var ki Kaleiçi'nde de bazı düzenlemelere gidildi; Müslüman halkın bir bölümü buraya yerleştirildi. İki kilise camiye çevrildi. Hamam ve imaretler yapıldı. Sırpsındığı zaferinden sonra 1. Murat, 1365'te devlet merkezini Bursa'dan Edirne'ye taşıdı. Ankara Savaşı'na dek Edirne'yi ilgilendiren önemli bir siyasal olay olmamıştır. Edirne'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasal tarihinde önem kazanması, 1402 Ankara bozgunundan sonra kendini gösterir. Savaş Bayezid'ın Timur'a yenilmesiyle sonuçlanınca, Anadolu beyleri eski topraklarını yeniden ele geçirdiler ve Bayezid'in oğulları arasındaki taht kavgası Osmanlı Devleti'nin bir süre karışıklıklar içinde kalmasına neden oldu. XV. yüzyıl 1403'te Süleyman Çelebi, 1410'da ise Musa Çelebi Edirne'yi ele geçirdi. Edirne'de ilk kez para bastıran Osmanlı hükümdarı Musa Çelebidir. Ankara bozgunu ile başlayan karışıklık dönemi, Çelebi Mehmet’in 1413'te Edirne'yi Musa Çelebiden geri almasıyla noktalandı. Çelebi Mehmet, saltanatının bundan sonraki kısmını Edirne'de geçirdi ve bu kentte öldü (1421). I. Mehmet’in ölümünden sonra, taht kavgaları yeniden başladı. Tahta çıkan II. Murat’a karşı önce Yıldırım Bayezid'ın oğullarından Mustafa Çelebi, sonra da II. Murat’ın kardeşi Küçük Mustafa ayaklandı. 1422'de Edirne'ye giren II. Murat, kentin onarımı ile uğraştı. Onun zamanında kent hızla gelişti. 1424 ile 1439 yıllan arasında kent, çeşitli yabancı elçi, heyet ve hükümdar tarafından ziyaret edildi. Edirne'nin bu tarihlerdeki en canlı dönemi ise padişah çocukları Sultan Mehmet ve Alâeddin’in sünnet düğünleri günlerine rastlar. II. Murat, Edirne'yi aynı zamanda bir askeri üs olarak da değerlendirmiş ve çeşitli seferleri buradan yönetmekle kentin ün kazanmasını sağlamıştır. XVI. yüzyıl Edirne'nin bir kent olarak gelişimi ve ilerlemesi bu yüzyılda da sürdü. Kanuni Sultan Süleyman yaptığı seferler sırasında çoğu kez Edirne'de konakladı. Edirne'nin su yolları onun zamanında yapıldı. Yerine geçen II. Selim de Edirne'yi seven, geliştiren, güzelleştiren ve kentte yeni yapılar kazandıran hükümdarlar arasında bulunmaktadır. Görkemli Selimiye Camisi'ni yaptıran II. Selim'dir. XVII. yüzyıl Edirne tarihinde XVII. Yüzyıl çok önemli bir yüzyıldır. I. Ahmet' den başlayarak, bu yüzyılda başa geçen tüm padişahlar, bu kente karşı giderek artan bir ilgi gösterdiler; Özellikle yüzyılın ikinci yarısındakiler hemen bütün zamanlarını Edirne'de geçirerek Edirne’yi adeta yeniden devlet merkezine dönüştürdüler. I.Ahmet'le başlayan sürgün avı geleneği, II. Osman ve IV. Murat ve İbrahim dönemlerinde de sürdü ve IV. Mehmed döneminde doruğuna çıktı. Avcı Mehmet diye de bilinen IV. Mehmet’in hükümdarlığı hemen hemen tümüyle Edirne'de geçti. Kent, yeni bir gelişme sürecine girdi; çevresindeki mesire yerleri ve avlaklar güzel köşklerle donandı. XVIII. yüzyıl Bu yüzyıl Edirne'nin gerileme ve kaderine terk edilme dönemidir. III. Ahmet’in tahta çıkmasıyla (1703) noktalanan ve Edirne Vakası olarak bilinen ayaklanmadan sonra kent hızla gerilemeye başladı, Edirne bütün bir yüzyıl yalnızca İstanbul ve Anadolu'dan gelen birliklerin toplandığı askeri bir üs olarak kaldı. XVIII. yüzyılın ortalarında, 1745'te çıkan yangın ve 1752'deki büyük yer sarsıntısı Edirne'yi harabeye çevirirken, yönetim bozuklukları, başarısızlıklar, Batıda terk edilen kale ve bölgelerden gelen göçler, Edirne'nin giderek çökmesine neden olan doğal ve toplumsal gelişmeler oldu. XIX. yüzyıl Edirne bu yüzyılda siyasî tarih açısından hareketli olaylara tanık oldu. III. Selim'in başlattığı yeniliklerin bu konuda büyük payı oldu. 1801'deki ilk ayaklanmayı, 1806'deki "Edirne Ayaklanması" izledi. III. Selim'in Edirne'de Nizam-ı Cedid birlikleri oluşturulması için verdiği buyrukla başlayan ayaklanma, padişahın kararından vazgeçmesiyle noktalandı. Fetihten sonra geçen 400 yıla yakın bir süre boyunca yabancı işgaline uğramayan Edirne, XlX.yüzyılda üç kez işgal edildi. Bu işgallerden ilki, 1828–1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında oldu. İki yıl süren bu savaşta, 1828'deki saldırı durduruldu ise de 1829'daki ikinci saldırılarında Ruslar, Sadrazam Reşid Paşa yönetimindeki Osmanlı ordularını yenilgiye uğrattılar ve Edirne'yi ele geçirdiler. Kent, bu savaşın bitiminde Osmanlı tarihinin en ağır anlaşmalarından birine tanık oldu. Edirne'nin ikinci kez işgali, 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı'na rastlar. Nisan 1877'de başlayan savaş, irili ufaklı bir dizi çatışmanın ardından Rusların Edirne üzerine yürümesiyle gelişti. Bunun üzerine Edirne'deki askeri birliklerin komutanı Ahmet Eyüp Paşa kenti boşalttı ve 20 Ocak 1878'de teslim oldu. Savaş, 31 Ocak 1878'de Edirne'de barış ilkelerini saptayan bir antlaşma ile kesildi. Savaşı sonuçlandıran asıl antlaşma ise 3 Mart 1878'de İmzalanan Ayastefanos Antlaşması oldu. XX. yüzyıl 1903'teki Bulgarların ayaklanması bir yana bırakılırsa, Edirne, 1877–1878 savaşını izleyen yaklaşık 30 yılda savaş görmedi, barış içinde yaşadı. Edirne, üçüncü kez 1912'de işgal edildi. 22 Eylül 1912'de Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan temsilcileri, Sofya'da toplanarak saldırıya yönelik bir bağlaşma antlaşması imzaladılar. Bağlaşıklar, ekim ortalarında Osmanlı topraklarına saldırdılar. 9 Ekim 1912'de Bulgarlar Edirne'ye saldırdılar. Edirne savunması yaklaşık 6 ay sürdü ve General İvanof komutasındaki Bulgar birliklerinin 26 Mart'ta Edirne Kalesi'ni ele geçirmeleriyle sonuçlandı. 30 Mart 1913'te imzalanan Londra Barış Antlaşması ile, Türkiye-Bulgaristan sınırı Midye-Enez olarak kabul edildi. Böylece Edirne, Bulgaristan'a terkedilmiş oldu. Bulgaristan, bir süre sonra Romanya ve Sırbistan'ın saldırısına uğrayınca, Edirne'yi boşaltmak zorunda kaldı. Bundan yararlanan Osmanlı Hükümeti, harekete geçti ve Enver Bey'in (Enver Paşa) komutasındaki birlikler, 21 Temmuz 1913'te hiçbir direnme olmaksızın Edirne'yi ele geçirdi. 29 Eylül 1913'te imzalanan İstanbul Antlaşması ile Edirne Osmanlı Devleti'ne geçti. Edirne, Birinci Dünya Savaşı'nın bitimiyle birlikte bir başka önemli gelişmeye tanık oldu. Yunanlıların Mondros Mütarekesi'ni izleyen günlerde Anadolu ve Trakya'da başlattıkları işgal hareketleri 25 Temmuz 1920'de Edirne ve tüm Doğu Trakya'nın Yunanlıların eline geçmesiyle sonuçlandı. Edirne yaklaşık iki yılı aşkın bir süre Yunan işgalinde kaldı. Kuva-yı Milliye' nin gösterdiği güçlü direniş ve Yunanlıların Sakarya'da uğradıkları ağır yenilgi, itilaf devletlerini, 1922 yıl içinde tutum değişikliğine zorladı; nitekim Mart 1922'de toplanan Paris Konferansı, Edirne ve Kırklareli dışında, bütün Doğu Trakya'nın Türklere verilmesini öngörmüştü. Ne var ki, bu öneri Ankara Hükümeti'nce kabul edilmedi. Edirne'nin kaderi, Büyük Taarruzun zaferle sonuçlanmasıyla değişmeye başladı. 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi'ne göre Yunanlılar Karaağaç da içinde olmak üzere Meriç’in batısına dek bütün Doğu Trakya'dan çekilecek, yerlerine gelecek itilaf birlikleri bu bölgeyi, en çok bir ay içinde Türk güçlerine bırakacaktı. Mudanya Mütarekesi, 14 Ekim I922'den başlayarak yürürlüğe girdi. 25 Kasım 1922'de Türk birlikleri Edirne'ye ayak bastı. Lozan Konferans kararları uyarınca, Karaağaç Köyü ile istasyonunun 15 Eylül 1923'te boşaltılmasından sonra, Trakya'nın bugünkü sınırlarına ulaşıldı. Tarihinde yeni bir sayfa başlayan Edirne, böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin bir sınır kenti oldu.
  12. _asi_

    Edirne Bizans Dönemi

    BİZANS DÖNEMİ Bin Yıllık Kargaşa: Bizanslılar Roma İmparatorluğu'nun Doğu Roma(Bizans) ve Batı Roma olarak ikiye ayrılmasıyla başlayan ve Edirne'nin fethine kadar geçen 1000 yıllık süreçte Edirne ve Trakya, Bizans hakimiyetinde farklı halkların akınlarıyla karşılaşmış, bu akınlar kesildikten sonra ise Haçlı seferleri ile sarsılmıştır. Ardından gelen Bizans taht çekişmeleri dolayısıyla istikrarı bir türlü yakalayamamıştır. İlkçağ'da Uscudama veya Oreistias adında bir iskân yerinin üzerinde imparator Hadrianus (117-138) tarafından 123-124 yıllarındaki Doğu seyahati sırasında kurulan Edirne, onun adını alarak Hadrianopolis olarak isimlendirilmiştir. Bizans devrinde Edirne bilhassa geç devrin kaynaklarında Orestia veya Orestias şeklinde adlandırılmaya devam olunmuştur. Ortaçağ başlarında Edirne önemli bir Roma kalesi, bir castrum idi. Diocletianus devrinde, 297'de yapılan İdarî taksimatta Tracia eyaletinin altı vilâyetinden birini teşkil eden Haemimontus"un baş şehri olan Edirne, Roma devletinin, büyük buhranlar geçirdiği IV. yüzyılda önemli bir stratejik nokta olarak tarihe geçmiştir Roma İmparatorluğu IV. yüzyıl başlarında taht kavgalarına sahne oldu ve sonunda imparatorluğun tek egemeni Constantinus başkenti Roma'dan Bizantion'a (Constantinopolis-İstanbul) taşıdı. 395'te de İmparatorluk ikiye bölününce Edirne için yeni bir dönem başlamış oldu. Edirne Bizans devrindeki tarihi boyunca Balkanlardan inen tehlikelerin devamlı tehdidi altında kaldı. Bu dönem Edirne için karışıklıklarla geçti. Edirne birçok saldırılara uğradı. Bizans imparatorları Edirne'ye egemen olmakta zorlandılar. Kent sık sık başka güçlerin eline geçti. V. yüzyıl boyunca Trakya, önce Hunların (M.S.441-447) ardından, M.S.550 yıllarından sonra Avar akınlarına maruz kalan Edirne, M.S.618 den sonra yüzyıllar boyunca Bulgarlar tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. 1018'den itibaren Bizans için en büyük tehlike Peçeneklerdi. M.S 1050 yılına kadar süren bu saldırılar haçlı seferlerinin başlaması ile son buldu. Edirne için bundan sonra başlıca tehlike Haçlı seferleri sırasında baş gösterdi. HAÇLI SEFERLERİ VE EDİRNE Birinci Haçlı seferinin Gautier-Sans-Avoir idaresindeki bir dalgası 1096 yazında Belgrad, Niş üzerinden Bizans topraklarına girmiş ve Sofya, Filibe'den geçerek Edirne'ye gelmiş buradan da İstanbul önüne gitmişti. Aynı seferin Pierre L'Ermite idaresindeki diğer dalgası ise, Bizans İmparatoru'nun aynı şehirde üç günden fazla kalmalarını önleyen emirlerine uyarak Edirne'de 24-25 Temmuzda dinlenmiş, burada Bizans elçileri ile görüşmüşlerdir. Daha sonra da Godefroi ve Bouillon idaresindekiler buradan geçmiştir. İkinci Haçlı seferi sırasında (1145-1149) III. Konrad emrindeki Alman kuvvetleri ile Edirne'den geçti. Almanlar ve Rumlar arasındaki anlaşmazlık yüzünden imparator II. Manuel, Haçlıların zarar vermelerini önlemek için Edirne istikametine kuvvetli bir ordu göndermişti. Fakat yolda hastalanan bir şövalye Edirne'de bir manastırda kalmış ve burada Bizanslılar tarafından öldürülmüştü. Bunun üzerine Friedrich von Schwaben, buradaki manastırı yaktırdı. Bizans ordusunun yetişmesi üzerine de Haçlılar Edirne'yi bıraktılar. II. Isaakhîos Angelos (1185-1195) zamanında bir taraftan dış tehlikeler devleti çöküntüye yaklaştırırken, Bulgarlara karşı yollanan ve aslen oralı olan Alexios Branas adındaki kumandan yine Edirne'de 1186'da kendisini imparator ilân ederek İstanbul üzerine yürümüş ise de, surların önünde cereyan eden çarpışmada ölmüştür. Üçüncü Haçlı seferi idarecilerinden I. Friedrich Barbarossa, Bizans'ın Salâhaddin Eyyubî ile dostluk antlaşması yapmasından kuşkulanarak taarruza geçmiş, Philippopolis (Filibe)'yi aldıktan sonra silâh zoru ile İstanbul'u da ele geçirmek niyeti ile Edirne'ye gelmiş ve ahalisi tarafından terk edilen bu şehre 22 Kasım 1189 günü girerek, ordusunu burada ağırlamıştır. Oğlu Heinrich'e İstanbul'u denizden kuşatma emrini verdiğinden, Isaakhios tehlikenin büyüklüğünü anlayarak anlaşma teklifinde bulunmuş ve 1190 şubatında Edirne'de bir antlaşma imzalamıştır. Alman imparatoru sefere devam edebilmesi için Bizanslılar ona gemi vermeyi, ordusuna düşük fiyatla erzak teminini taahhüt ediyorlar ayrıca garanti olarak da bazı rehinelerin teslimini de kabul ediyorlardı. Friedrich Edirne'de bulunduğu sırada, buraya 14 Şubat ve 16 şubat günlerinde iki ayrı Selçuklu elçi heyeti gelerek, yolda yanlarındaki hediyelerin Bizanslılar tarafından gasp olunduğunu bildirmişlerdir. 1 Mart günü Alman imparatoru, ertesi günü de ordusu şiddetli bir yağmur altında Edirne'den ayrıldılar. II. Isaakhios Angelos (1185-1195) Barbarossa Anadolu'ya geçtikten sonra Bulgarlara karşı bir sefere teşebbüs etmiş, bu sırada Filibe valisi Edirne'de hayli yakınları bulunan yeğeni Konstantinos Angelos 1193'de askerleri tarafından imparator ilân edilmiştir. Edirne önünde yakalanan Konstantinos'un gözlerine mil çekilmiştir. Dördüncü Haçlı seferini idare eden Batılı Şövalyeler İstanbul'u 1204'de kuşattıklarında, Bizans'taki buhrandan istifade ederek kendisini İmparator ilân eden Alexios V Murtzuflos, Latinler şehre girince kaçarak Tzouroulon (Çorlu)u ele geçirmişti. Fakat yüz kişilik bir kuvvetle Henri de Flandre, hem Çorlu kalesini hem de Edirne'ye kadar olan yerleri aldı, Alexios ise kaçtı. Lâtin imparatoru ilân edilen Baudouin de Flandre kardeşi Henri ile Edirne'de buluştu ve Bizanslı ahali tarafından meşru bir Bizans hükümdarı gibi karşılandı. Halbuki Edirne, Bizans devletinin parçalanmasında en büyük parçaları alan Venedik'in hissesine düşüyordu. Bundan sonra Edirne, İznik prensleri ile çekişme konusu oldu. İznik prensi III. Ioannes Vatatzes (1222-1254) Lâtinlerden eski Bizans topraklarını parça parça geri alırken, Edirne ahalisinin kendisini çağırmaları üzerine Lâtin imparatoru Robert de Courtenay (1221-1228)'in zayıflığından istifade ederek, Trakya'ya geçerek önce sahil kalelerini aldıktan sonra hiçbir direnmeyle ile karşılaşmaksızın Edirne'ye girmişti. II. Andronikos (1282-1328) zamanında dedesi ile mücadele halinde olan, Mikhael'in küçük oğlu III. Andronikos, 1321 Nisanında İstanbul' dan kaçarak Edirne önlerinde taraftarlarının topladıkları ordu ile birleşmiş ve dedesinin kuvvetlerine karşı taarruza geçmişti. Devletin zararına olmasına rağmen büyük vaatlerden çekinmeyen genç III. Andronikos, bütün Trakya'yı elde edebilmişti. İki Andronikos arasında uzun yıllar sürüp giden taht kavgasını, az sonra bir diğeri takip etti ve bunda da Edirne ön plânda gelen bir rol oynadı. BİZANS'TA TAHT KAVGALAEI VE OSMANOĞULLARI III. Andronikos, 1341'de öldüğünde devleti dokuz yaşındaki oğlu Ioannes (1341-1391)'e bırakmış, nâib olarak da dirayetli bir idareci olan Ioannes Kantakuzenos'u göstermişti. Fakat ana imparatoriçe Anna ile saray memurlarından Alexios Apokaukos'un entrikalarının kendi hayatı için tehlikeli bir hal aldığını gören Kantakuzenos Didymoteikhos (Dimetoka)'da 26 Ekim 1341'de kendisini imparator ilân etmiştir. Böylece başlayan mücadele sadece bir taht kavgası olmadı. Bu, büyük arazi sahibi asiller ve eşraf ile şehirlerdeki burjuva esnaf ve halk arasında bir sınıf mücadelesi halini alıverdi. Apokaukos basit halkı bu sınıf mücadelesinde kışkırtan bîr ajan oldu. Ve bu kavganın masrafını karşılayabilmek için Bizans hazinesinin son kırıntıları da eridi. Kantakuzenos imparator olduğunu bildiren mektuplardan bir tane de Edirne'ye yollamıştı. Eşraf durumu görüşmek üzere halk meclisini topladıklarından bunların İstanbul'daki genç Ioannes ve sadık kalmak istedikleri görüldü. Münakaşa kavga halini alınca, "demokrat" ların gözdağı olmak üzere alenen dövülmeleri yoluna gidildi. Bir anda ayaklanan şehir, zenginlerin ve eşrafın evlerine hücum etti, malları yağma edilirken, kendileri hapsedildiler, öldürüldüler ve Edirne'de patlak veren bu ayaklanma hızla Trakya'ya yayılıverdi. Bu hareketin ikinci merkezi de Selanik oldu. Kanlı sınıf mücadelesi İstanbul'a kadar bütün bölgeyi kaplamış, her yerde eşraf ve zenginler imha edilmeğe başlanmıştı. Bu durum karşısında. Ioannes Kantakuzenos mecburen eşraf ve asiller partisinin başına geçmiş oluyordu. Kantakuzenos, Zelotlar denilen bu zümreye karşı mücadeleye devam edebilmek için Sırplardan ve bilhassa Türklerden yardım temin etmişti. Böylece Kantakuzenos Umur Bey ile dostluk kurdu ve Türk kuvvetleri Makedonya'da "demokrat" lara karşı savaşa giriştiler. V. Ioannes idaresi Edirne'ye kuvvet göndererek Sphrantzes idaresindeki garnizonu takviye etmişlerdi. Etrafa bir şeyler yapmak niyetiyle bîr çıkış yapan Sphrantzes, Kantakuzenos tarafından kıstırıldı ve öldürüldü. Az sonra Kantakuzenos, Paraspondylos tarafından idare edilen Edirne önüne gelmiş ve kumandanın şehri teslim etmesi üzerine burasını almıştır. Paraspondylos bu hareketine mükafatın mevkiini korudu. Ioannes Edirne'ye girince, 21 Mayıs 1346' da burada Kudüs Başpiskiposu Lazaros'un eliyle bir taç giydikten sonra, Osmanlılardan da yardım alarak İstanbul üzerine yürüyordu. Kantakuzenos 3 Şubat 1347'de İstanbul'a girerek VI. Ioannes (1347-1355) olarak bir defa daha imparator ilân ve V. Ioannes’in yanında on yıl devleti idare etmesi kabul ediliyordu. Bu uyuşmalar Bizans devletinin mukadder sonuna yaklaşmasını önleyemedi. Kantakuzenos, yine Türklerin yardımı ile Zelotların elinden Selânik'i güçlükle alabildi. Kantakuzenos taht ortağı olan V. Ioannes Palaiologos'un kendisine karşı taarruza geçeceğinden korkarak, oğlu Matthaeos Kantakuzenos'un Rodoplarda hâkim olduğu bölgeyi Palaiologos'lara bırakarak ona 1347' de Edirne havalisini vermişti. Venediklilerden para yardımı alarak cesaretlenen V. Ioannes , 1352 sonbaharında küçük ordusunun başında Matthaeos'un topraklarına girdi. Hiçbir yerde direnme ile karşılaşmayan Ioannes'e Edirne de kapılarını açtı. Bu sırada Matthaeos iç kaleye sığınmıştı. Fakat VI. Ioannes Kantakuzenos, Türklerden de yardım alarak Edirne'ye yetişmiş, şehri Palaiologos'lann elinden almış ve teslim olan ahali şehrin yağma edilmesi suretiyle cezalandırılmıştı. Bu durum karşısında Palaiologos'lar Sırp ve Bulgarlardan yardım istiyerek 4000 süvari getirtirken, Kantakuzenos da dostu ve damadı Orhan Gazi'den Süleyman Bey idaresinde 10.000 kadar Türk muharibinin yardımını sağlıyordu. Zafer Türklerin tarafında kaldı. Ancak Kantakuzenos bundan fazla istifade edemedi.1354' de bir gece Süleyman Bey Gelibolu kalesini almış ve Trakya'ya akınlara başlamıştı. Türkleri durduramayan Kantakuzenos son ümitle bu defa V. Ioannes ile anlaşmak istedi, bu da mümkün olmadı. Cenovalı Gattilusio'nun yardımını temin eden V. Ioannes, Selanik'ten İstanbul'a geldiğinde Kantakuzenos için her şeyden vazgeçip rahip olmaktan başka çare kalmamıştı. Bizans'ın yalnız başına sahibi kalan V. Ioannes, her bakımdan çöküntü halinde olan devletini kurtaracak kuvvette değildi. Cenovalılar ve Türklere karşı hiçbir şey yapamadıktan başka, imparator unvanını almış olan Matthaeos Kantakuzenos'u da Edirne'den atamıyordu. Bu defa ikisi arasında başlayan mücadele bir yıl kadar sürdü. Sonunda bir ihanete uğrayan Matthaeos, Ioannes'e teslim edildi ise de, babası Kantakuzenos'un aracılığı ile canını kurtarabildi ve haklarından vazgeçerek, babası ile Mora'ya gitti (1357). 1359'da Türk kuvvetleri İstanbul surları önünde görünmüştü. Osmanlılar, Trakya'ya yayılmaya başlamışlardı. 1360 veya 1361'e doğru Didymotheikos (Dimotika) feth olunmuş, az bir süre sonra (belki bir yıl sonra) nihayet Edirne Türk hâkimiyetine geçmişti. Murad Hüdavendigâr idaresinde Trakya feth olunurken Burgaz (Lüleburgaz), Babaeski'yi aldıkları zaman bu kalelerdeki Bizanslılar daima olduğu gibi yine, kuvvetli Edirne kalesine sığınmışlardı. Murad bunun üzerine, Lala Şahin idaresinde bir kuvveti buraya gönderdi. Şehir önündeki savaşta Bizanslılar bozguna uğramış, kurtulabilenler kaleye kapanmışlardı. Hacı îl Beyi, Evrenos Bey, Murad Han'ı Edirne önüne getirdiklerinde Meriç nehri taşmıştı. Edirne muhafızı olan Bizanslı kumandanın bir gece kayıkla şehirden kaçıp o sırada Gattelusio ailesine âit olan Ainos (Enez)'e sığındığı duyulunca, ertesi sabah Edirne ahalisi, kapıları açıp şehri teslim etmekten başka çare göremediler. Neşrî'ye göre Edirne böylece hicretin 762'sin.de fetih olundu. Trakya ve Makedonya Türkleşirken, önce Dimetoka'da yerleşen Osmanlılar 1365'de Edirne'yi başkent yapmaları ile bu şehir için yepyeni bir devir başlıyordu.
  13. _asi_

    Edirne Romalılar Dönemi

    ROMALILAR DÖNEMİ Makedonya Krallığı'nın Romalılarca ortadan kaldırılması üzerine, Edirne ve çevresi M.Ö. 168'de Roma'nın egemenliği altına girdi. ROMALILAR DEVRİNDE TRAKYA Roma orduları birçok kez Trakya'yı istila ettiler. Romalılar, (Osmanlıların da daha sonra uygulayacağı gibi) birtakım krallıklar yahut prenslikler kurmak veya eskilerinden bazılarını himaye etmek suretiyle, Trakya üzerindeki nüfuzlarını uzun yıllar sürdürdüler. Merkezi Bizye (Vize) olan Doğu Trakya Krallığını daima desteklediler ve bu devleti Trakya'nın bekçisi haline getirdiler. Fakat hükümdarları Roma'nın sadık bir üyesi haline gelmiş olan bu krallığa karşı öteden beri hür olarak yaşamağa alışmış olan Traklar birçok defalar isyan ettiler. Bu isyanların sonunda ise, bütün Trakya imparator Glaudius zamanında (M.S. 44-46) bir Roma eyaleti (Provincia Thracia) haline sokularak Roma devletine katıldı. Trakya imparatora ait bir eyalet oldu. Bu eyalet ilk zamanlar "atlılar" sınıfından seçilmiş valiler (Procurator'lar) tarafından idare ediliyordu. İmparator Traianus zamanında ise, bunların yerine "legatus Augustus propraetore" ünvanını taşıyan valiler geçmiştir. Eyalet merkezi Marmara sahilinde Perinthus (Marmara Ereğlisi) idi. Romalılar, Trakya'da kendilerinden önce Makedonyalılar tarafından oluşturulan düzeni olduğu gibi bıraktılar. Trakya, "strategia" adını taşıyan birtakım bölgelere ayrılmış bulunuyordu. En küçük idarî birliği "köme" yahut "vicus" olarak adlandırılan köyler teşkil ediyordu. Birbirine yakın bazı köylerin birleşmesinden bir "komarkhia" meydana geliyordu. Trakya eyaletinde ilk zamanlar sadece iki koloni şehri vardı : İmparator Glaudius zamanında kurulan Apri ve Vespasianus tarafından kurulmuş olan Deultum. İmparator Traianus Trakya'da yeni şehirler kurmağa yahut eski kasabalara şehir hukuku bahşetmeğe, bu suretle şehir bakımından çok fakir olan bu bölgenin ilkel tarım hayat şekillerinden kurtulmasına ve Roma şehir kültürüne kavuşmasına büyük önem verdi. Bu suretle bu devirde kurulan şehirler arasında Augusta Traiana, Traianopolis, Plotinopoüsj Serdica ve Bizye gösterilebilir. M.S. 123/24 yılında, uzun seyahatleri sırasında Trakya'yı da ziyaret etmiş olan Hadrianus, strateji bakımından önemli bir noktada bulunan Orestia yahut Orestias kasabasını bir şehir haline getirerek ona kendi ismini verdi; Hadrianopolis. İlkçağ tarihinde şehir daima bu adla anılmıştı. Hadrianus, Roma imparatoru olunca Edirne'nin tarihinde yepyeni bir dönem başladı. Hadrianopolis adını alan kent, diğer Roma kentleri gibi II. ve III.yy ortasına dek büyük bir gelişme gösterdi ve altın devrini yaşadı. Askerî ve ticarî açılardan çok elverişli bir yerde bulunmasının bu hızlı gelişmede büyük rolü oldu. Hadrianopolis, askeri kuruluşlarıyla, silah imalathaneleriyle önemli bir üs durumuna geldiği gibi, Nymphea adına yaptırılan bir tapınakla da dini bir merkez oldu. Ancak Romalılar zamanından günümüze gelen bir yapı izi malesef mevcut değildir. 19.yüzyıl içlerine kadar çeşitli tamirlerle gelen Edirne kalesi, şehrin genel planı hakkında bir fikir edinilmesine yardımcı olmaktadır. EDİRNE KALESİ Edirne Kalesi, yaklaşık 360.000 metre karelik bir sahayı kaplar. Kale kuvvetli duvarlarla çevrili bir dikdörtgen şeklinde olup, her iki köşesinde silindirik birer kulesi vardır. Kuleler arasındaki surlarda on ikişer burç bulunur, kalenin dokuz kapılı ve etrafının bir hendekle çevrili olduğu anlaşılmaktadır. Bu plân, tahkimli Roma ordugâhları (castrum) veya bunları örnek alarak kurulan Roma askerî kolonilerinin plânlarına uymakta ve bu kalenin esasının Roma imparatorluk devrine kadar çıktığını açığa vurmaktadır. İmparatorluk sınırlarının batıdan Almanya içerlerine, doğuda Mezopotamya dolaylarına kadar uzandığı Hadrianus devrinde hudut bölgelerinden bir hayli uzakta olan bu iç şehrin tahkim edilmiş olduğu kesin olarak ileri sürülemez. Romalıların dayanak noktaları olan şehirlerin çok az ve insanlarının tamamı ile medenileşmemiş olduğu bir bölgenin ortasında kurulmuş olan bu şehrin başlangıçtan itibaren sağlam tutulduğu varsayımı bir tarafa bırakılamaz. Fakat şu kesin olarak ifade edilebilir ki, strateji bakımından büyük bir önem taşıyan bu şehir istilâ tehlikelerinin baş gösterdiği M.S. 3. yüzyılda bir castrum halinde idi. Gordianus III (M.S. 238-242) devrine ait birkaç Hadrianopolis sikkesinde şehir suru tasvir edilmiştir. Ortada bir kapı, onun her iki tarafında üzerleri konik bir külahla örtülü birer silindrik kule görülmekte, kuleler bazen üzerleri kemerli pencereleri havi olarak, bazen de penceresiz gösterilmektedir. Şehrin içindeki binalara gelince bunları yine sikke tasvirlerinden öğreniyoruz. Cephesinde dört sütunu olan ve mutadın dışında piramidal bir çatı taşıyan bir mâbed, içinde duran tanrı heykelinin işaret ettiği gibi, bir Zevs mabedi idi; yine cephesi dost sütunlu olan başka bir mabet Tykhe yahut Fortuna mabedi olarak karakterize edilmiş bulunmaktadır. Diğer bir sikke üzerinde görülen ortasında büyük dairevî bir hücreyi oluşturan çok katlı bir sütun mimarisi ile süslü bir cephe ve bu cephenin önünde geniş bir havuzdan ibaret bir bina hiç şüphesiz anıtsal bir çeşme binası (Nymphaeum) idi. Sütunlar arasında çeşitli heykeller durmakta, orta hücrenin alt kısmında yer alan bir nehir tanrısının (herhalde Hebros yahut Tonzos olacak) üzerine dayandığı küpten havuzun içine su akmakta idi. M.S. 4. yüzyılda şehirde önemli silah fabrikaları bulunduğu da biliniyordu. Dördüncü yüzyılın ortalarından itibaren Trakya Hunlar’ın ve bilhassa Gotların istilasına uğradı. 9 Ağustos 378 de Hadrianopolis (Edirne) civarında yapılan Gotların zaferi ile sonuçlanan ve Roma imparatorluğunun kaderi üzerinde uzun müddet etkili olan savaş gerçekleşti. Bu savaşın dünya tarihi üzerine etkisi, Roma imparatorluğunun doğu ve batı Roma imparatorluğu olarak ikiye ayrılmasıyla son bulacaktı.
  14. _asi_

    Edirne Traklar Dönemi

    TRAKYA'DA TRAKLAR Thrak kelimesinin İon Lehçesindeki en eski şekline Homeros'un İliada destanında rastlanılmakta olup Thrake, Troialıların müttefikidir ibaresi görülmektedir. EDİRNE'DE TRAKLAR Coğrafi bakımdan da komşu bir ülke olduğu için, Thrake isminin bahsi Yunan mitolojisinde çok sık geçmektedir. Odysseia'da ise, bu ad yalnız M.Ö VIII.'yy da Threkendes olarak yer almaktadır. Bunun dışında bütün yazılı kaynaklarda, Thukydides ve Heredotos'da "Thrake, Thrax, Thrassa, Thratta, Thraix, Thraks" olarak geçmektedir. Esas şeklin Thrakes olduğu kabul edilmektedir. Mitolojide ise Thrake, Okeanos ile Parthenone'nin kızıdır. Adını Thrakia bölgesine, kızkardeşi olan Europe de adını Avrupa kıtasına vermiştir. 19.yy. da yaşamış, Abdüllatif Suphi Paşa'nın "Tekmilet-ül iber" adlı eserinde, Trakya'nın en eski adının, Nuh Peygamber'in oğlu Yasef'in sekizinci oğlu olan Trasi'den geldiği yazmaktadır. Nuh tufanı sonrası dört bir yana dağılan Yasef'in oğullarından Trasi'nin, Rumeli bölgesine yerleşmiş olup, Trakya ve Makedonya eski halkının en büyük soy başlangıcının bu kişi olduğunu kitabında belirtilmektedir. Trakyalılar uzun yıllar boyunca çok çeşitli milletlerden asimile olmuş etnik bir karışımdır. Günümüze kadar gelen belgelere göre, Traklar geç antik devre kadar, Kuzey Avrupa ırk tipinin oldukça kuvvetli bir temsilcisidir. Xenephones, Trakyalıların kızıl saçlı olarak söylenmelerine rağmen, onları açık renk saçlı ve gri gözlü olarak tanımlamaktadır. TRAK KABİLELERİ Antik Çağ'da Trakya üzerinde 22 ya da daha fazla olmak üzere Trak soyundan kabile olduğu kabul edilmektedir. Kabilelerin ortak yönleri savaşa olan kabiliyetleridir. Birçok antik kaynak Trak kabilelerinin özellikle savaşçılık yönlerini dikkate almıştır. Eski kaynaklarda adları geçen başlıca Trak kabileleri şunlardır: ODRYSLER Trakya'da kudretlerinin zirvesinde olan en meşhur kabiledir. Geniş bir sahayı kaplamışlardır. Başlangıçta Tunca Vadisi'nde ve buradan sahile kadar olan bölgede oturmuşlardır. Trak kabilelerinin en büyüklerinden biri olan Odrysler Meriç'in Tunca ile birleştiği noktada bir şehir tesis etmişler, bu şehre Odrys kabilesine ithafen Odrisa yahut Odrysia denmiştir. Bu şehrin İmparator Hadrianus zamanında adı değiştirilmiş ve Hadrianopolis yani "Hadrian Şehri" ismini almıştır. KİKONİLER Önemli Trak kavimlerinden olup, Heredotos bunlardan şöyle bahsetmiştir;" Xerxes, Yunanistan'a doğru giderken geçtiği bütün yerlerden rastladığı ulusları orduya katılmaya zorluyordu, ülkelerinden geçtiği Trak ulusları şunlardır; Paitiler, Kikoniler, Bistoniler, Sapailer, Dersailer, Edonlar, ve Satrailer. Deniz kıyısında olanlar donanmaya, karada oturanlar ise asker olarak zorla toplanıp kara ordusuna katılıyorlardı, yalnız Satrailer bunun dışında bırakılmıştı." Kikonilere Odysseia'da da rastlamaktayız; "İlyon'dan çıkarken bir rüzgar aldı beni, götürdü attı Istmasor'a, Kikonların kentine, yerle bir ettim ben orayı, öldürdüm Kikonları, aldım karılarını, mallarını bütün, ve onları bir güzel pay ettim.. ." BESSİLER Trak kabilelerinin en güçlülerinden biridir. Geç devirlere kadar özelliklerini korumuşlardır. Meriç, Rodop ile Haimos arasındaki derin vadilerde oturmuşlardır. Heredot bunların tanımını şöyle yapmaktadır: "Satrailer (Bessi kabilesinin bir klanı) bizim bildiğimiz kadarıyla, bugüne kadar hiç kimsenin egemenliği altına girmemişlerdir; Traklar içerisinde günümüze değin özgür kalanlar yalnız bunlardır. Çünkü bunlar, yüksek dağ başlarında yaşarlar, derin kayalarla dolu, çeşit çeşit ormanlarla kaplı, karlarla örtülü dağlardır. APSİNTİLER Ainos'un (Enez) doğusunda oturmuşlardır. Heredotos tarihinde de Apsintilerle ilgili bir pasaj bulunmaktadır: "Miltiades, Khersonesos kıstağını kesmek ve Apsinthialılar'ın saldırılarına karşı korumak üzere Kardia ile Paktya arasına duvar çekmekle işe başladı. Bu geçidi kapattıktan ve Khersonessos'u Apsinthialıların saldırılarından kurtardıktan sonra Lampsakos'a yöneldi. Heredotos'un başka bir anlatımında da; "Atinalıların Khersonessos kuşatmasından kurtulan Oiobazos Trakya'ya kaçmıştı. Apsinth Trakları onu yakaladılar ve ulusal töreleri gereğince, yerli bir tanrı olan Pleistoros'a kurban olmak üzere kafasını kestiler. Yanındakileri de başka türlü öldürdüler." şeklinde geçmektedir. ASTLAR Bizans'ın kuzey batısında oturan kabiledir. Astlar ile ilgili bir anlatıma Titus Livius'da rastlamaktayız. Onun anlatımına göre Astlar, Manlius'un yükünü yağma etmişlerdir. Ast kabilesinin merkezi bugün Kırklareli'nin bir ilçesi olan Vize'de lokalize edilmiş Bisye şehridir. BİNNAİLER Meriç'in orta veya aşağı mecrasında oturanlardır. Savaşçı Traklar için Heredotos şunları yazmıştır: "Yeryüzünde, Hintliler'den sonra, en kalabalık olanlar Trakyalılar'dır; bir tek adamın komutasında ya da tek iradeyle hareket etseler, hiç yenilmez ve bence, ulusların en güçlüsü ve en kalabalığı olurlardı. Ama onlar için imkansızlık buradaydı ve bu birlik hiçbir zaman kurulamadı; bunların zayıf yerleri burasıdır." demektedir. Trakyalılar, antik kaynaklarda çok iyi birer savaşçı olarak belirtilmektedir. Öyle ki, M.Ö.480'de Xerxes, Trakya'nın bir parçası olan Bithynia'dan paralı asker toplamıştır. Burasının halkı da Trak kabilelerinden oluşmakta idi. Xerxes, Pers İmparatorluğu yanında Yunanistan'a saldırmak için bunlardan oluşturulmuş bu birliği kullanmıştır. Heredotos'un iddia ettiğine göre 60.000 Bithynialı bu akında görev almıştır. M.Ö.401'de Trakyalılar tekrar Pers saflarında görülür. Xenephon'un kayıtlarında Cunaxa savaşında Cyros'un yanında savaşan On binlere 40 Trakyalı süvari ile 800 yaya askerinin eşlik ettiği yazılıdır. Trakyalılar İskit Ordusunda da görev almışlardır. Diodoros, 2000 Trakyalı ve 2000 Yunanlı askerin M.Ö.310'da Satyros ile birlikte Thateanslara karşı Thates Nehri savaşında görev aldıklarını belirtmiştir. Traklar'ın savaşçılığını kanıtlayan diğer bir unsur da atlara büyük önem göstermeleridir. Birtakım süvarileri tasvir eden yüzlerce mezar taşı Traklar'ın ata verdikleri önemi göstermektedir. Büyük İskender de Trakyalı paralı askerleri kullanma geleneğini devam ettirmiştir. M.Ö.334'de Granicos Savaşında, kendisinin sol kanadında Trakyalıları mevzilendirmiş ama, savaş boyunca iyi bir sonuç elde edememiştir. Trakyalı süvarileri İskender'in Miletos'a yaptığı hızlı saldırıda da yer almışlardır.Ayrıca İskender'in Pisidialılara karşı yaptığı savaşta da Makedonya Ordusunun sol kanadını korumakla görevlendirilmiş mızraklı Trakya birliği kullanılmıştır. M.Ö.333'de Issos savaşında Giritli okçularla birlikte, aynı tugayda Trakyalı savaşçılara da yer verilmiştir. İskender'in ardılları ve daha sonraları Roma İmparatorluğu zamanında da Trakyalı savaşçılar, ordularda paralı asker olarak kullanılmıştır.
  15. _asi_

    Edirne tarih öncesi dönem

    TARİH ÖNCESİNDE EDİRNE Elde edilen bulgular neticesinde, Edirne ve çevresinin Neolitik çağdan Tunç çağına kadar geçen sürede Balkanlar'da ve Trakya'da rastlanan Neolitik Karanovo kültürü etkisi altında kaldığı gözlemlenmiştir. Edirne'nin yazılı tarih öncesi dönemlerini gün ışığına çıkaran ilk araştırmalar, 1936'da Türk Tarih Kurumu'nca, Arif Müfid Mansel yönetiminde başlamıştır. Bu araştırmaları, 1959 yılında yine Türk Tarih Kurumu'nca düzenlenen Şevket Aziz Kansu yönetimindeki araştırmalar izlemiştir. 1979 yılından itibaren ise Prof. Dr. Mehmet Özdoğan başkanlığındaki ekibin, Edirne ve çevresinde yapmış olduğu araştırmalar ve 1995 yılından itibaren de başta Trakya Üniversitesi Arkeoloji bölümünün olmak üzere birçok üniversitemize bağlı Arkeoloji bölümlerinin gene bu bölge de yapmış olduğu kazılar neticesinde bölgenin kültürel süreci belirlenmeye çalışılmıştır. Elde edilen bulgular neticesinde, Edirne ve çevresinin Neolitik çağdan Tunç çağına kadar geçen sürede Balkanlar'da ve Trakya'da rastlanan Neolitik Karanovo kültürü etkisi altında kaldığı gözlemlenmiştir. Edirne ve civarında yapılan, Edirneli Arkeolog ve Antropolog Şevket Aziz Kansu yönetimindeki araştırmalar, yazılı tarih öncesine ait olan ve "Çardakaltı Prehistorik istasyonu" diye adlandırdığı önemli bir yerleşim yerinin aydınlatılmasıyla sonuçlanmıştır. Çardakaltı Prehistorik istasyonu, Edirne'den Sarayakpınar köyüne giderken Eski Asker Hastane ile Avarız köyü arasındaki bölgededir. Kazı çalışmalarında Prof. Dr. Kansu tarafından ilk kültür buluntusu olarak nitelenen keramikler bulunmuştur. Çardakaltı kültürünün M.Ö. 4000-3000 li yıllara ait olduğu zannedilmektedir. Son Tunç çağı bitimi ile ilk demir çağı başlarında ise Balkan ve Anadolu kültürünün etkisi Edirne ve çevresinde birlikte görülmektedir. Bu dönemin en önemli kültür özelliği olarak Megalithik (İri Taşlardan yapılma) anıtlarını söyleyebiliriz. DOLMENLER Dolmen kelimesi keltçe olup "Tolmen" taş masa anlamına gelmektedir. Megalithik anıtları dolmen ve menhir olmak üzere iki ana başlıkta toplayabiliriz. Anıtsal mezar yapıları olarak tanımlanan dolmenler Edirne Istıranca dağları kesiminde yer alan Lalapaşa ilçesinde yoğunlaşmaktadır. 1960'lı yıllarda Prof. Kansu'nun Lalapaşa ve çevresinde yaptığı incelemeler sonucunda 19 civarında dolmen ve bir takım menhirler (dikilitaş) saptanmıştır. 1990'lı yılların sonlarında Prof. Dr. Mehmet Özdoğan ve ekibinin yapmış olduğu araştırmalar sonucunda 1998 yılı itibarıyla 118 adet dolmenin bölgede yer aldığı tespit edilmiştir. Trakya'da dolmenler genellikle tepelerin ve alçak sırtların üzerinde dururlar. Düzlüklerde bulunanlara da rastlamak mümkündür. Bazıları ise gruplar halinde bulunurlar. Trak dolmenleri tek odalı ve iki odalı olmak üzere iki ana gruba ayrılabilir. Her iki grubunda önünde dromos şeklinde bir giriş bölümü bulunmaktadır. Bazı örneklerde aynı tepe içerisinde birbirine paralel iki odalı dolmenler bazen de bir dolmenin çevresinde dikilitaşlar vardır. Dolmenlerin üzeri çoğunlukla bir tümülüs ile örtülmektedir. TÜMÜLÜS Tümüslerin ilk yapılış nedeni mezar amaçlıdır. Tümüsler Trak topluluklarının seçkin sınıflarının üyelerini temsil eden mezarlıklardır. Ölen kişilerin zenginliklerini korumak amaçlı yapılardır. Tümülüslere yerleşim yerleri civarında rastlanılması oldukça doğaldır. Bu yapılar, genelde civara hakim tepeler ve sırtlar üzerinde bulunmakta ve bu suretle sahiplerinin zenginlik ve gücünü ilan etmektedir. Günümüzde Tümülüsler, Trakya bölgesinde üç ana bölgede toplanmıştır. Bu bölgeler,Edirne-Kırklareli-Pınarhisar-Vize-Saray yolu olmak üzere birinci bölge, Ergene vadisindekiler ikinci bölge, Edirne-Uzunköprü-Keşan-Malkara-Tekirdağ istikameti olmak üzere üçüncü bölge şeklindedir.
  16. _asi_

    Kocaeli Resimleri

  17. _asi_

    Kocaeli Resimleri

  18. _asi_

    Kocaeli- Pişmaniyesi

    KOCAELİ PİŞMANİYESİ Yag,un,seker ile yapılan ve gücü ve kuvveti yerinde kollar isteyen bir helvadır Pişmaniye. Bu helvanın neden pişmaniye olarak anıldığına dair rivayetler muhtelif. AnaBritannica' ya bakılırsa ,ilk yapıldığı yerin İran olma ihtimali var. Bu ülkede “pesmek” diye adlandırıldığı için de sözcüğün zamanla Türkçe'de “pişmaniye” biçimini almış olması muhtemel. 1957'den bu yana pismaniye ustaligi yapmis Mehmet Ustaya bakilirsa da, bu helvanın yapımına girişenlerin ağdaya kıvam tutturmakta karşılaştıkları güçlükler üzerine bu işe kalkışmış olmaktan duydukları pişmanlığı ifade ediyor helvanın adı. Başka bir rivayette ise: Çok uzun yıllar önce İzmit’ te nam salmış bir tatlıcı varmış. Yaptığı tatlılar çok meşhurmuş. Yolcuların, onun tatlılarını yemek için dükkanının önünde uzun kuyruklar oluşturup beklemesi, Baharat ve İpek yollarının geleceğini dahi tehlikeye sokmuş. Bizim tatlıcı ustanın, güzeller güzeli çok şişman bi sevgilisi varmış. Aşkın gözü kördür. Bizim tatlıcı ustanın gözü şişman sevgilisinden başka kızı görmüyomuş. Kızı o kadar çok seviyomuş ki çıkardığı anda çok meşhur yeni tatlısının ismini, ’Şişmaniyem’ koymuş. Tatlıcı sonunda muradına ermiş ve sevgiliyle evlenmiş. Ancak evlilik, sevgilisinin kıskançlıkları ve huysuzlukları yüzünden cehennem azabına dönüşmüş. Bizim tatlıcı ustamız da, o çok sevdiği, uğruna tatlılar yaptığı sevgilisinden ayrılmak zorunda kalmış. Evlendiğine pişman olan ustamızın tatlısı da, bu olay duyulduktan sonra, ’Pişmaniye’ olarak anılmaya başlamış. Görüyosunuz değil mi? Nerdeen, nereye... Bileği güçlü delikanlılar geniş sini etrafında halkalanıp da genci yaşlısı bütün konuklar yerlerini aldığında, kaynatılan şekerli su limonla kestirilmesiyle hazırlanmış ve mermere yayılarak dondurulmuş olan ağda, yuvarlak siniyi çepeçevre saracak biçimde yerleştirilir, halkanın ortasına kulak memesi kıvamını alıncaya dek tereyağıyla kavrulmuş un (meyhane) boşaltılır ve güçlü bilekler, helvada mahir büyüklerinin talimatları ile başlarlarmış o kaskatı ağdayı unun üzerinde çevirmeye. Sininin altında yakılan ateşin ayarının önemi ise büyük. Çünkü ısının ayarlanmayıp, helvanin tel tel olmak yerine bulgur gibi dökülüp ellerinde kalmasi ihtimali, sık karsılaşılan bir durum değilse de, her zaman mevcut. Burada hüner talimatları verende. İzmit pişmaniyesine ün kazandıranlar, 1601-1611 yıllarında İran ve Ermenistan'dan gelerek İzmit ve çevresinde yerlesen Ermeni ustalar olmus. İzmit pişmaniyesine ününü kazandıran ise bu ustalardan Şekerci Hacı Agop Dolmacıyan. Ne var ki 1. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda diğerleri gibi Dolmacıyan da şekerci dükkanını kapatarak başka ülkeye göçmüş. Onun maharetinin de kendisiyle birlikte göç etmesini önleyen ise, Dolmacıyan'in çocuklarına Türkçe ve Fransizca ögretmek üzere dükkanında çalışmış bulunan İzmit Muhasebe Başkatipliği'nde görevli İbrahim Ethem Efendi olmuş. Kendisine pişmaniye yapımının tüm inceliklerini öğreten Hacı Agop Dolmacıyan'in Amerika'ya göç etmesi üzerine, Kapanönü semtinde bir şekerci dükkanı açmış. Botanik kültürü, müzik yeteneği ile de tanınan ve soyadı kanunu çıktıktan sonra Çınar soyadını alan, 1892-1953 yılları arasında yaşamış bu renkli kişiliğin imalathanesi adeta pişmaniye ustası yetiştiren bir okul olmuş ilerleyen yıllarda. Türk mutfağının en ünlü helvaları arasında bir yeri olan pişmaniye, Anadolu folklor geleneğinde önemli bir yer tutar. Daha çok erkekler tarafından yapılan bu helva, Anadolu'nun bir çok yerinde yapılmasına karşın İzmit pişmaniyesinin özel bir tadı ve dolayısıyla haklı bir ünü vardır. PİŞMANİYENİN YAPILIŞI Pişmaniye, ana maddeleri şeker, un ve yağ olan, yapımı ustalık gerektiren, yapıldıktan sonra tel tel olan kendine özgü bir tatlı çeşididir. Kavrulmuş una kaynamış şekerin yedirilmesi ilk bakışta kolay gibi görünse de, küçük bir yanlışlıkla tüm emek ve harcamalar boşa gidebilir. Çevrede “pişmaniye” adının buradan kaynaklandığı öne sürülür. Teknoloji pişmaniye imalatını ne kadar kolaylaştırmış olursa olsun, bu tatlının yapımı hâlâ ustaların maharetine muhtaçtır. Şeker ve sudan oluşan karışım bir kazanda 165 dereceye kadar kaynatılır. Kaynamış şeker soğutma tazgahlarına dökülür. Şeker soğutma tezgahlarında soğuyup yavaş yavaş macun halini alır. Macun halini almış şeker daha sonra beyazlatma işlemine tabi tutulur. Eski zamanlarda ustanın şekeri demir bir çubuğa asarak uzata uzata yaptığı beyazlatma işini, günümüzde özel beyazlatma makineleri yapmaktadır. Bu işlem bittiğinde şeker büyük bir sakıza benzer. Diğer yandan un ve yağdan oluşan ve bir kazanda 7-8 saat pişen özel hamur, pişmaniye’nin çekileceği büyük tepsiye belli bir miktar yayılır. Bu özel hamura pişmaniyeciler “Miyhane” adını verirler. Halka haline getirilmiş ve hamur ile karıştırılmış şeker çekilerek açılmaya başlanır. Şeker, esnedikçe ve tepsi genişliğinde açıldıkça katlanıp tekrar açılır. Bu işlem, hamur kaybolana (hamurun şekere yedirilmesi) ve şeker tel tel ayrılana kadar (yaklaşık 15-20 dakika) sürer. Hamurun zamanla şekeri tel tel ayırıp, kendisinin kaybolması, çekimi izleyen kişiler tarafından şaşkınlıkla ve ilgiyle izlenmektedir. Şeker tel tel ayrılıp hamur kaybolduktan sonra artık "pişmaniye" olmuştur. 2 usta tarafından karşılıklı çekilerek koparılan pişmaniye halkası, soğutma tezgahlarına serilerek soğutulur. Eskiden pişmaniye ustalar tarafından elle çekilirdi. Günümüzde ise özel makinelerle çekilmektedir. Kaliteye ve hijyenik üretime önem veren Öz Can Pişmaniye, yaptığı otomasyon çalışmaları sonucunda otomatik pişmaniye çekim makinelerini ilk kullanan firma olmuştur. Pişmaniye'nin elle çekilmesinin tarihi ve sembolik bir yönü olması nedeniyle firmamız, özel günlerde ve 1976 yılından beri Kocaeli Fuarı'nda gösteri amaçlı olarak pişmaniye'nin ustalar tarafından çekimini yapmakta, halkımıza pişmaniye yapılışını izlettirmektedir. Çekilen pişmaniye’nin bir kısmı tel tel yemekten hoşlananlar için o şekilde paketlenirken, büyük bir kısmı sade, kakaolu ve şamfıstıklı olarak özel fincanlar ile top haline getirilir. Pişmaniye’nin top şekli yeme kolaylığı sağlaması açısında daha çok tercih edilmektedir. Pişmaniye’nin yanı sıra “Saray Helvası” da çok sevilen bir üründür. Pişmaniye’den farklı yanları; hamurunun farklı olması, özellikle ufalanarak daha pamuksu hale getirilmesi ve özel makinelerle preslenerek basılmasıdır. Zamanla çikolata kaplı ürünler tüketicilerin beğenisine sunulmuştur. Çikolata kaplı pişmaniye ve çikolata kaplı saray helvası ürünlerimiz, halkımızdan büyük rağbet görmüştür.
  19. _asi_

    Kocaeli-Hereke Halısı

    HEREKE HALISI Osmanlı saraylarının halı ihtiyacı, Hereke Fabrikası kurulmadan önce Uşak, Gördes, İzmir ve Bursa'da saray tarafından verilen resim ve örneklere uygun olarak imal ettirilmekteydi. 1891 yılında Sultan II. Abdülhamid'in girişimleriyle, kumaş dokumanın yanı sıra halı üretimine başlayan Herek fabrikası seçkin ürünleriyle, küçük bir kasabanın ismi, dünyaca tanınan ve bilinen ilk Türk markası olmuştur. Bu dönemde fabrikada üretilen halı ve kumaş desenlerinin, Yıldız Sarayı bünyesindeki Tamirhane-i Hümayun Ressamı olan Emil Meinz tarafından çizildiği bilinmektedir. Sultan Reşad döneminde (1909-1918) faaliyetlerine aynı şekilde devam eden Hereke fabrikasının, yalnız saray ve yakın çevresinin dışında, Avrupa'daki fabrikalar gibi daha geniş bir kesime hitap etmesi düşünülmüş ve bunun için el tezgahları yanında makine üretiminin artırılması gerekli görülmüştür. Halıcılık ticari açıdan İmparatorluğun son dönemlerinde çok ilgi çekici gelişmeler göstermiştir. Yabancı piyasalarda Türk halısına karşı ilginin artması o günlerin önemli olaylarındandır. Osmanlı Saray Nakkaşları'nın çizdiği halı tasarımları ile kendi ne özgü desen ve renk yapısı bulunan Hereke halılarının desen adları: Yedi Dağın Çiçeği, Bindallı, Sultan Ahmet, Gülnazar, Kırçiçeği, Pençeli, Lalezar, Dolmabahçe, Kafkas, Zümrüdü Anka, Tavuz kuşu, Tebriz, Buruciye, Polonez, Bademli, Yıldızeli, Çeşmibülbül, Şale, Binbirçiçek. Hereke halısı kurulduğu 1843 yılından beri Osmanlı Dokuma Sanayi'nin en önemli k urumu olarak faaliyet gösteren ve ürünleriyle İmparatorluk yaşantısının son yüzyılını belirleyen Hereke Fabrikai Hümayunu Avrupa'da prestijli bir markaya dönüşmüştür. Avrupa'da birçok sergilere katılarak ödüller almıştır. Bunlar: 1855 yılında "Paris Uluslar arası Sergisi" 1862 "Londra II.Uluslararası Sergisi",1892 Viyana, 1894 Lyon, 1910 Brüksel ve 1911 Torino sergisi gibi… Hereke halısı saf ipeğin ve yünün olağanüstü işlenmesiyle sanatsal formunu yakalamıştır. Hereke'nin dünyaca ünlenmiş ipek halılarında yine dünyaca kalitesi bilinmiş bir başka Türk gelenekseli olan Bursa'nın saf ve kaliteli ipeği kullanılır. Herek yün halısı ise; daha yüksek gerilme kuvvetine dayanan pamuk atkı ve çözgülerin kullanılmasıyla sık ve uzun ömürlü hale getirilir. Hereke yün halılarındaki düğüm yoğunluğu; yün halılarda m2'de 360 bin, ipek halılarda m2'de 1 milyondur. Hereke zarif çiçeklerin salındığı rengarenk zeminlerini büyük bir incelikle gözler önüne serer. Lacivertin en gecesini, fildişi ve tarçının en baharatlısını, sarının ve yeşilin en doğalını, kırmızının en ateşlisini, sayısız tonuyla kaynaştırır, çiçekleri dallara, yapraklara sarar. Bir dönem Hereke Fabrikai Hümayunu, Sanayi ve Maadin Bankası tarafından, daha sonra Atatürk döneminde Sümerbank tarafından idare edilmiştir. Sümerbank idaresinde bulunduğu dönemde 16. ve 17. yüzyıl Osmanlı süsleme sanatlarında görülen motiflerden yola çıkılarak tasarımı yapılan halı örnekleri dokunmuştur. Milli Saraylar koleksiyonunda görülen 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında dokunmuş özgün tasarımların üretimi ise durmuştur. 1994 yılına kadar Sümerbank ve bağlı kuruluşlarına bağlı olarak faaliyet göstermeye devam eden fabrika, 1994 yılında Özelleştirme Yüksek Kurulu Kararı ve 4046 salıyı Özelleştirme Kanunu gereğince Türk Kültür ve Sanatının korunması, devam ve geliştirilmesi için bu konuda önemli görevler üstlenen Milli Saraylar Daire Başkanlğı'nın bünyesinde "Müze-Fabrika" statüsünde faaliyetini sürdürmesi amacıyla TBMM'ye devredilmiştir. 1995 yılından bu yana Hereke halılarını özgün örnekleriyle üreterek 19. yüzyıl estetiğini yaşatmayı amaçlayan çalışmalara başlanarak (gerek fabrikanın arşivlerinde bulunan çizimler, gerekse Milli Saraylar koleksiyonunda bulunan halılar arasından seçim yapılarak) koleksiyon serisi oluşturulmaktadır. Koleksiyon serisi dışında, fabrika desinatörleri tarafından eski örneklerden yararlanılarak ve küçük boyutlarıyla hediyelik olarak tasarımı yapılan pano tipi ipek halılar da yeni çalışmalar arasındadır. Hereke üzerinde söylenebilecek en önemli şey halıda ilmekleşen, yıllarla büyütülen emektir. Osmanlı döneminde dünya çapında ün kazanan Hereke halıları, eski ününü yeniden yakalayacak özgün örneklerin tekrar üretilmesiyle kültürel mirasımızı ilelebet yaşatacaktır.
  20. _asi_

    Kocaeli- Kandıra Bezi

    KANDIRA BEZİ Bir bahar günü Kandıra'ya yolunuz düşerse İzmit-Kandıra otoyolu etrafında masmavi keten tarlalarını görebilir özlenen mavilikleri daha Karadeniz sahillerine ulaşmadan seyredebilirsiniz. İsterseniz yol kenarında bir tarladan birkaç keten çiçeğini alıp gölgede kurutabilir mavi çiçekleri, narin yeşil yaprakları ile yıllarca evinizin bir köşesinde saklayabilirsiniz. Elbette ketenle yapılacaklar çiçeğini bir köşede kurutup saklamaktan ibaret değil. Yazın serin, kışın sıcak tutucu özelliği ve sağlamlığı için tercih edilen, deseni ve dokuma tekniği ile Kandıra'ya has karakteri olan “Kandıra Bezi”nin kaynağı da yine keten. “Kandıra bezi”nin öyküsü keten bitkisinin ekimi ile başlar. Keten, sonbaharda ya da ilkbaharda ekilen, tohumu ve lifi için yetiştirilen yıllık bir bitkidir. Tohumundan beziryağı yapılan ketenin lifi de Kandıra Bezi yapımında kullanılmaktadır. Rengi sarımtırak, beyaz ve esmer olan keten lifi, bitkinin sap ve gövdesini oluşturur. Keten bitkisinde dışta görülen kabuk tabakasının iç kısımlarında, odunsu hücreler arasında, demetler halinde lif hücreleri vardır. Bu lif hücreleri demetleri birbirine ve kabuktaki diğer dokulara pektin denilen bir maddeyle bağlıdır. Olgunluğa erişen keten bitkisinin hasadı, kesilmeden topraktan elle yolunarak yapılır. Kökler bir tarafa saplar bir tarafa olmak üzere demetler haline getirilir. Tarlada kurumaya bırakılan keten, üzerindeki yapraklar kuruyup döküldükten sonra, yine tarlada birbirine çatılarak, beş ile yedi gün süreyle kuruma işlemi devam ettirilir. Bu bekleme süresi sonunda kendi saplarıyla bağlanarak oluşturulan keten demetleri harmana getirilerek sırayla serilip kurumaya bırakılır. Tohumlarından ayırmak için yivi denilen silindir şeklindeki taş bir aletle ve öküzler yardımı ile üzerinden geçilir. Keten liflerinin yapışık olduğu dokulardan ayırmak için derede ıslatılarak çürütme işlemi uygulanır. Yedi gün bekletilen lifler, dereden çıkartıldığında yabancı maddelerden uzaklaştırılmış olur. Harmana getirilen keten demetleri kurutularak tokmak denilen odundan yapılmış bir aletle dövülür. Dövme işlemiyle keten bitkisinin içindeki odunsu parçaların kırılması sağlanır. Sonrasında keten demetleri tutamlanarak (bir avuç içerisine sığacak kadar) mengenez denilen aletten geçirilir. Mengenez'de keten lifinin içindeki odunsu parçalar temizleninceye kadar işlem yapılır. Bu odunsu parçalara keçin denir. Mengenezden çıkan keten lifleri yivi tarağı denilen tarakla taranır ve iki parça halinde birbirine dolanarak burmalar oluşturulur. Tokmakla dövülen burmaların yumuşaması sağlanarak tekrar yivi tarağı ile taranır. Taranan lifler çıkrık yardımı ile büküm verilerek iplik haline getirildikten sonra ılgıdır denilen çatal bir sopaya dolanarak çile haline getirilir. Çileler kül ile 4-5 saat kazanlarda kaynatılarak ipliğin beyazlaması sağlanır. Kaynatılma sonra kurumaya bırakılan çilelere ipliklerin tüylenmesini önlemek ve dokumada kolaylık sağlamak için çiriş yada haşıllama denilen işlemler yapılır. Bu işlem sırasında düğümlenip karışan iplikleri ayırmak için çileler, kelebe denilen tahtadan yapılmış aletlere geçirilir. Ilgıdır yardımı kelebedeki ipler, zincir atılarak kazıklardan toplanır. Yücüler ve taraktan geçirilerek düzen denilen el tezgahına yerleştirilir. Kumaşın boyuna olan ipliklerine çözgü ipliği, enine olan ipliklerine atkı ipliği denir. Bu uzun ve kademeli süreç sonunda yapılan iplikler Kandıra Bezi'nin çözgü ipliğini, pamuk ipliği ise atkı ipliklerini oluşturur. Keten iplerinin ekiminden itibaren yapılan bu zor ve meşakkatli işlemlerden sonra kumaşın dokunması işlemi de kendine özgü ve zordur. Dokuma tezgahında dokunan kumaşın sıklaşmasını ve ipliklerin üzerindeki çirişi (Haşıl) gidermek için kumaş dokunduktan sonra yıkanır. Bütün bu işlemlerden sonra el emeği ile dokunan bu kumaşlar gerek tekstilde, gerekse el işlemelerinde kullanıma hazır hale gelmiştir. Kandıra'daki keten dokumaları, ipliğinin özelliğine göre temelde kalın ve ince olmak üzere ikiye ayrılır. Kalın dokumalar, Çöp-kıtık ipi dokumalarıdır ve dokumalardan çuval, yaygı bezi gibi ürünler elde edilir. İnce bez dokumalarının ipliklerine, desenlerine ve karıştırıldığı diğer dokuma ipliği cinslerine göre farklı çeşitleri vardır. Bunlar; yalıngat, çezme, üskülü-idare, kirli dudu gibi adlar alır. Kandıra bezi, kundak bezinden, kefen bezine kadar hayatın tamamında kullanılan bir üründür. Bu kumaştan gömlek, iç çamaşırı, hırka, gelinlik, elbise, şalvar, yatak-yorgan çarşafı, yastık kılıfı, sedir örtüleri, masa ve minder örtüleri, perdeler, kilimler, sofra puğları gibi ürünler yapılır. Ketenden dokunarak yapılan Kandıra Bezinin diğer bir özelliği ise çeşitli ip ve sim kullanılarak üzerine yapılan işlemelerdir. Günümüzde Kandıra ve yakın köylerde keten ekimi az da olsa devam etmektedir. Diğer yandan önceden dokunmuş sandıklarda saklanan bezler artık gün yüzüne çıkmış, modern hayatın getirdiği bir çok üründe keten bezleri malzeme olarak kullanılmaya başlanmıştır. Meslek Liseleri el sanatları bölümlerinde Kandıra Bezinden el işlemeleri yapılarak çıkan ürünler sergilenmektedir.
  21. _asi_

    Kocaeli-Karamürsel Sepeti

    KARAMÜRSEL SEPETİ Kestane ağacının çubuğundan örülen, kendisine özgü özelliği ile gayet pratik, kullanışlı basit bir el taşıma aracı olan Karamürsel sepetinin özelliği, ağaçtan toplanan yaş meyveyi zedelemeden kabına ulaştırmasıdır. Üne kavuşması ise, Osmanlı padişahlarından Abdülaziz'in gezi için Hereke'deki av köşküne gelmesiyle olur. Padişah'ın Hereke'ye geleceğini duyan Karamürsel eşrafı, âdet olduğu üzere bir hediye götürüp sunmaya karar verirler. Mevsimin yaz olması sebebiyle hediye olarak kirazı seçerler. Padişahın huzuruna çıkacak olan kasaba temsilcileri, itina ile toplanan kirazları bir sepete doldurarak sandalla Hereke'ye geçerler. Padişahın huzuruna kabul edilirler ve hediye sepetini sunarlar. Oldukça değişik ve sade hediyeyi gören Abdülaziz, biraz şaşırarak birazda küçümseyerek hediye sepetini şöyle bir süzer. İçinde ne olduğunu merak etmekten kendini alamaz. Derhal gümüş bir tepsi getirilir, sepetin içindeki kirazlar tepsiye boşaltılır. Sepetin içindeki kirazlar tepsiye sığmayıp taşınca, Abdülaziz hayretle şöyle mırıldanır " Sepeti ufak tefek gördük amma, içindekini tepsiye sığdıramadık!". Abdülaziz'in bu sözü daha sonraları halk arasında, bir nevi deyim olur çıkar. Karamürsel sepetinin tabanı 15–20 cm.dir. Ağız genişliği 40.45 cm , boyu ise 60–65 cm.yi bulur. Yarım koniyi andıran sepet iyi kesilmiş ve kurutulmuş kestane çıtalarından örüldüğünden iç hacmi, dış görünüşünün aksine geniştir. Sepetin tek hammaddesi, düzgün ve budaksız kestane çubuğudur. Bu çubuğun "şah" denen körpe devresi vardır ki, bu devre içinde kesilip kurutulmaya bırakılan çubuktan daha sağlam ve kaliteli sepetler yapılır. Ormandan getirilen kestane (yabani olanı makbuldür) çubukları, en az bir hafta süreyle kurumaya bırakılır. Daha sonra usta, özel çok keskin bıçağı ile çubukları çıtalar halinde keser, kesilen çıtalar suya batırılarak yumuşatılır. Sepetin örülmesi için ana malzeme böylece tamamlanır. Usta sepeti tabanından tıpkı bir örümcek ağı gibi örmeye başlar. Çıtalara kazandırdığı esneklik, maharetli elleri arasında şekillenir ve bir süre sonra sepetin iskeleti ortaya çıkar. Usta ölçü kullanmaz, ama şaşılacak bir uyum ve alışkanlıkla sepete koni biçimini verir. Usta sepetin dik durabilmesi için ona bir denge kazandırmak sorundadır; bunu da bilgi ve tecrübesiyle ama el yordamıyla yapmayı başarır. Sepetin ortasına ağaç kabuğundan bir kuşak döşer; kuşak üstü örmesine de, kamalarla ayrı bir biçim, ayrı bir desen verir. Üst kuşakla orta kuşak arasında örgünün çözülmemesi için yine çıtalardan yapılmış bağcıklar kullanılır ki, böylece kamalar ve bağcıklar sepetin uzun süre dağılmadan dayanmasını sağlamış olur. Kurutulmuş kestane çıtalarından yapılan Karamürsel sepeti yüzyılların birikimiyle ortaya çıkan ölçülere sahip. Sepetçilik tarımın bölgede yaygınlaşmasıyla birlikte gelişmiş. Ustalar da bu ölçüleri yıllar boyu el ve göz yordamı ile yakalamış. Bir zamanlar bahçelerde çalışanlar İstanbul'a sandıkla taşınan meyvelerin bozulup, ezilmeden toplanması amacıyla sepetleri iple bellerine bağlarmış. Günümüzde de kiraz toplamada bu sepetler kullanılıyor ama eskisi kadar rağbet görmüyor.
  22. KOCAELİ KÜLTÜREL ÜRÜNLERİ KANDIRA YOĞURDU Kandıra, çevrede yoğurdu ile ünlü olan bir ilçemizdir. Kandıra Yoğurdu’nu ünlü yapan en önemli özellik; geçmişte çok sayıda bulunan, günümüzde ise sayısı azalmakla birlikte hala varlığını devam ettiren manda sütü katkılı yapılıyor olmasıdır. Bu nedenle hem Kandıra’yı hem de yoğurdunu tanıtmak, yoğurt üreticilerini teşvik etmek amacıyla, Kandıra’da 2000 yılından bu yana her yıl Ağustos ayında, Kandıra Yoğurdu Festivali düzenlenmektedir. İlçeyle adı özdeşleşmiş Kandıra Yoğurdu, yine ilçeye has yöntemlerle yapılmaktadır. 2005 yılı itibari ile Kandıra Kaymakamlığı girişimi ile Kandıra Yoğurdu patent çalışmaları başlatılmış ve 24/04/2005 tarihinde resmi gazetede tescil ilanı verilerek Kandıra Yoğurduna Patent alınmıştır. PİŞMANİYE Yag,un,seker ile yapılan ve gücü ve kuvveti yerinde kollar isteyen bir helvadır Pişmaniye. Bu helvanın neden pişmaniye olarak anıldığına dair rivayetler muhtelif. AnaBritannica' ya bakılırsa ,ilk yapildigi yerin İran olma ihtimali var. Bu ülkede “pesmek” diye adlandırıldığı için de sözcüğün zamanla Türkçe'de “pişmaniye” biçimini almış olması muhtemel. 1957'den bu yana pismaniye ustaligi yapmis Mehmet Ustaya bakilirsa da, bu helvanın yapımına girişenlerin ağdaya kıvam tutturmakta karşılaştıkları güçlükler üzerine bu işe kalkışmış olmaktan duydukları pişmanlığı ifade ediyor helvanın adı. Bileği güçlü delikanlılar geniş sini etrafında halkalanıp da genci yaşlısı bütün konuklar yerlerini aldığında, kaynatılan şekerli su limonla kestirilmesiyle hazırlanmış ve mermere yayılarak dondurulmuş olan ağda, yuvarlak siniyi çepeçevre saracak biçimde yerleştirilir, halkanın ortasına kulak memesi kıvamını alıncaya dek tereyağıyla kavrulmuş un (meyhane) boşaltılır ve güçlü bilekler, helvada mahir büyüklerinin talimatları ile başlarlarmış o kaskatı ağdayı unun üzerinde çevirmeye. Sininin altında yakılan ateşin ayarının önemi ise büyük. Çünkü ısının ayarlanmayıp, helvanin tel tel olmak yerine bulgur gibi dökülüp ellerinde kalmasi ihtimali, sık karsılaşılan bir durum değilse de, her zaman mevcut. Burada hüner talimatları verende. İzmit pişmaniyesine ün kazandıranlar, 1601-1611 yıllarında İran ve Ermenistan'dan gelerek İzmit ve çevresinde yerlesen Ermeni ustalar olmus. İzmit pişmaniyesine ününü kazandıran ise bu ustalardan Şekerci Hacı Agop Dolmacıyan. Ne var ki 1. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda diğerleri gibi Dolmacıyan da şekerci dükkanını kapatarak başka ülkeye göçmüş. Onun maharetinin de kendisiyle birlikte göç etmesini önleyen ise, Dolmacıyan'in çocuklarına Türkçe ve Fransizca ögretmek üzere dükkanında çalışmış bulunan İzmit Muhasebe Başkatipliği'nde görevli İbrahim Ethem Efendi olmuş. Kendisine pişmaniye yapımının tüm inceliklerini öğreten Hacı Agop Dolmacıyan'in Amerika'ya göç etmesi üzerine, Kapanönü semtinde bir şekerci dükkanı açmış. Botanik kültürü, müzik yeteneği ile de tanınan ve soyadı kanunu çıktıktan sonra Çınar soyadını alan, 1892-1953 yılları arasında yaşamış bu renkli kişiliğin imalathanesi adeta pişmaniye ustası yetiştiren bir okul olmuş ilerleyen yıllarda. Türk mutfağının en ünlü helvaları arasında bir yeri olan pişmaniye, Anadolu folklor geleneğinde önemli bir yer tutar. Daha çok erkekler tarafından yapılan bu helva, Anadolu'nun bir çok yerinde yapılmasına karşın İzmit pişmaniyesinin özel bir tadı ve dolayısıyla haklı bir ünü vardır. DEĞİRMENDERE FINDIĞI Degirmendere Fındığı sivri ve yassıdır , taze olarak yenir. İri, kalın kabuklu, turfanda ve çok lezzetli bir fındık çesidi olup daha ziyade Degirmendere civarında yetistirilmektedir. İç meyve randımanı % 47-48, yag oranı % 52-56'dır. 520 - 590 adet kabuklu fındık 1kg. gelmekte olup zuruflar oldukça uzun ve meyve boyunun iki katı büyüklüktedir. Yaklasık 150 yıl önce “Degirmendere Fındığı” olarak meşhur olan bu taze fındık, belde halkı tarafından bu dönemlerde kayıklarla İstanbul´a götürerek satılıyor ve halk geçimini bu yolla sağlıyordu. 20-25 yıl öncesine kadar Degirmendere'nin büyük bölümü, fındık bahçeleri ile doluydu. Ancak artik Degirmendere fındığı çok sınırlı bir alanda varlığını sürdürüyor. Şimdilerde Degirmendere Fındığı üreticileri genellikle Bursa yolu üzerinde, Gölcük ile Halıdere arasındaki alanda satış yapıyorlar. ÇENESUYU Osmanlı öncesi dönemlerdeki durumu hakkında bilgi sahibi olmadığımız Çenesuyu, ismini, Derince'nin kuzeyinde bulunan Çenedağ'dan alır. Kendine has damak tadı ve kalitesiyle bardağınıza kadar gelen Çenesuyu; Çenedağı'nın 1500 yıllık hazinesinden, hiçbir işlem görmeden yeryüzüne kendiliğinden çıkar. Şöhreti Osmanlıdan beri gelen bu su o dönemlerde İstanbul'a Kocaeli'nden hediye olarak götürülürdü. Evliya Çelebi seyahatnâmesinde bahsetmese de Çenesuyu en az 2-3 asırdır bilinen bir su. 1863 yılında Sultan Abdülaziz tarafından İzmit‘te yaptırılan Kasrı Hümayun'un en önemli bölümlerinden birisi saat kulesi yanındaki taç kapının üstünde bulunan kitabededir. Bu leziz su, kitabede İzmitli şair Savfet tarafından yazılan şiirde “Acebi sözlerim olup Çenesuyu gibi ihla” (Toy sözlerim Çenesuyu gibi tatlı oldu) mısrası ile kendine yer edinmiştir. 1930'lu yıllardan önce at-eşek sırtında veya at arabası ile getirilen Çenesuyu'nun dağıtımı ihaleye verilirdi. Su dağıtımını elinde bulunduran son kişi, Moralı ailesinden Hayri Bey idi. Ahşap damacanalara doldurulan su, arabalarla Yemeniciler Sokağı başında Sucu Hayri'nin yerine getirilir, su satın almak için burada kayıt yaptırılarak sıraya girilirdi. Ö zel sakalar tarafından ahşap fıçılar içerisinde şehre getirilerek satılan su, 1932 yılında şehre gelen isale hattının bir kısmı ile Donanma'nın gemi kazanlarında kullanılmak istendi ise de, sonradan suyun azlığından dolayı Donanma bu inşaattan vazgeçti. Bir yıl sonra Belediye 2 parmak bitünlü borularla şehre suyu getirdi. Kozluk Muhtarlık Binası'nın bulunduğu yerde Çenesuyu deposu yapıldı. Çenesuyu çeşmelerinden biri istasyonda, diğeri Yalı Hamamı Sokağı'nın doğusundaki ilk sokağın başında, biri de açılış töreni için belediye önüne yapıldı. Ancak; Ankara-İstanbul karayolunun yapımı sırasında isale hattının yol güzergâhında kalmasıyla suyun şehirde akıtıldığı depo ve çeşmeler iptal edilerek halkın su ihtiyacı Çınarlı Köyü altında inşa edilen tevzi merkezinde karşılanmaya başlandı. Çene Dağı'ndan itibaren yaklaşık 8 km'lik bir hatla tesislere ulaşan suyun 1995'e kadar Kaşık Tesisleri'nde dağıtımı yapılıyordu. Mart 2002'den itibaren ise yeniden inşa edilen halihazırdaki tesiste 19 lt. PC damacana ile 250 cc'lik ve 200 cc'lik bardaklara dolum yapılmaya başlandı. Hiçbir suni işleme tabi tutulmayan Çenesuyu Sağlık Bakanlığından ruhsatlı doğal kaynak suyudur. 1.2 (Fr) sertlik derecesiyle ülkemizin en yumuşak suları arasında yer alır ve şişkinlik yapmaz . Doğal yapısında kireç bulunmayan, yumuşak olması nedeniyle böbreklerin dostu, zengin ve dengeli mineral içeriği ile şifa kaynağı olan su, 0.25 mg/lt doğal florür oranıyla çocukların diş sağlığı ve kemik gelişimi için faydalıdır. Hamile ve yaşlılar için idealdir. Yıllardır değişmeyen Çenesuyu, 3.22 mg/lt'lik sodyum oranıyla sodyum diyetine de uygundur. Çenesuyu, zengin ve dengeli minarellere sahip, eski tabir ile- bir “mâ-i lezîz”dir. KANDIRA TAŞI Kocaeli/Kandıra ilçesi sınırları içerisinde, ilçenin batı bölgesinden çıkartılan krem-bej ve gri-beyaz renklerdeki doğal taşın adı, literatürde ve ticari piyasada Kandıra Taşı olarak yer almaktadır. Kullanım alanları, tüm iç ve dış mekanlarda giderek artan bir hızla yaygınlaşmaktadır. Bu doğal taş malzeme, duvar kaplaması, heykel, barbekü, şömine ve parke taşı vb. olarak kullanılmaktadır. Killi ve oolitik kireçtaşları, travertenler, kumtaşları gibi tortullar ile andezitler ve çeşitli tüfler gibi volkanikler, blok verebilseler bile geniş yüzeylerle üretilmeye ve parlatılmaya elverişli değildirler. Mermerler gibi parlak yüzeyli levhalar haline getirilemeyen bu taşların da önemli özellikleri bulunmaktadır. Bu özellikler; yumuşak ve homojen yapıları vardır, sertlik ve özellik değiştirmelerine neden olacak çatlak dolgular ve mineralli karmaşıklıklar içermezler, izotropik olduklarından, el aletleri ve bazı küçük cihazlarla, her yönde kolayca işlenebilir veya kesilebilirler, genellikle hafiftirler, nakledilmeleri, işlenmeleri ve işlenmişlerin montajı kolaydır, pahalı ve az bulunur olmadıklarından, çalışırken ortaya çıkan fire korkutucu bir faktör değildir. Birçoğu özellikle tüfler ve killi kireçtaşları, bazen de oolitikler, değişik göz alıcı renklere sahiptirler. Bina balkonlarında, görünür yüzeylerde, bazı sanat yapılarında, yerleri bulunmaz şekilde kullanılmaktadırlar. Ucuz, kolay işlenebilir ve genellikle renk açısından homojen olduklarından, aşınmış veya bozulmuş olanları yenisiyle kolaylıkla değiştirilebilir. Literatürde çeşitli yazarlar tarafından volkanosedimanter kum taşı , volkanik tüf ve biyomikritik kireç taşı gibi kayaç gruplarına örnek gösterilen Kandıra taşı, gerek doğal dokusu, gerekse kullanıldığı ortamdaki dayanımı açısından cazip olmakta ve çeşitli alanlarda tercih edilmektedir. Bu çalışmalar içerisinde Kandıra taşı konusunda petrografik açıdan yapılan tek spesifik akademik sınıflandırma Tansel’ e aittir, diğer tarifler literatürde genel kabul olarak bulunmaktadır. Dolayısıyla bu çalışmada, taşın biyomikritik kireç taşı sınıfında olduğu hipotez olarak kabul edilmiştir. Bileşiminde % 90’ dan fazla CaCO3 bulunan kayaçlara kimyasal veya biyokimyasal sedimanter (tortul) kayaçlar başlığı altında incelenen kireçtaşı (kalker) adı verilmektedir. Mikrit, 4 µm’ den küçük boyutlu CaCO3 kristallerine verilen isimdir. Mermer ile kalker arasındaki fark mermerin metamorfizma geçirmiş olmasıdır. İri kristaller ışığı çeşitli yönlerde yansıttıklarından mermerler gösterişlidir, küçük kristalli kalkerler ise parlamazlar. Mikritik olmayan kalkerler de bulunmaktadır. Kireçtaşları genellikle organizmaların, biyolojik işlevleriyle oluşmakta, denizel orijinli olmakta ve yapısında denizlerde yaşayan organizmaların (mikrofosiller) fosillerini bulundurmaktadırlar. Kireç taşları, fazla sert olmamaları, kolayca işlenebilmeleri, bol bulunmaları nedenleriyle hemen her türlü yapıda inşaat malzemesi olarak kullanılmaktadır. Günümüzde, Kandıra taşının en çok kullanıldığı alan kesme veya dekoratif taşlar olarak da isimlendirilen yontma taşlar grubudur.Yontma taşlar, eski zamanlarda da kullanılmışlardır. En göz alıcı örnekleri, Selçuklular zamanında yapılan camiler, hamamlar, medreseler ve kümbetlerde görülmektedir. Aynı örnekler daha önceki tarihlerde, Ani şehri harabelerinde de kullanılmıştır. Osmanlılar döneminde, yine aynı tür yapılarda ve Ankara’ da Cumhuriyetten önce ve sonra yapıtaşlarından çok geniş şekilde yararlanılmıştır. Kandıra taşı; tarihi ve günümüz yapılarında dış cephe/bahçe duvarı kaplamaları, parke taşı, barbekü, şömine veya bir heykel şeklinde yaygın kullanım alanı bulmaktadır. Çorlu’ da 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Süleymaniye Camii ile 1453 yılında yaptırılan Fatih Camii' nin dış bahçe duvarları tekrar yapılarak Kandıra taşı ile dekore edilmiştir. Kolay şekillendirilebilmesi, krem-sarı rengi ve dayanıklılığı sebepleriyle Kandıra taşının kullanımı sadece bu alanlarla sınırlı kalmamaktadır. Restorasyon diğer bir kullanım alanıdır. İstanbul’ daki bazı tarihi eserler Kandıra taşı ile restore edilmişlerdir. Son olarak, ünlü iş adamı Vehbi Koç’ un çalışma hayatına ilk adım attığı nalburiye dükkanının restorasyonunda Kandıra taşı kullanılmıştır. Dükkanın yer aldığı tarihi Çengel Han’ ın (İstanbul), müze haline getirilme çalışılmaları sürmektedir. Han’ ın pencere ve şömine kenarlarında Kandıra taşı kullanılmıştır
  23. _asi_

    Darıca Kuş Cenneti

    DARICA KUŞ CENNETİ Kocaeli Gebze ilçesi Darıca’da bulunan, Darıca Kuş Cenneti ve Temalı Parkı Bayramoğlu'nda nesli tükenmekte olan hayvanların bakımını üstlenmek için1991 yılında kurulmuştur. 140.000 m2'lik alanı kaplayan parkta, 350 çeşit hayvan ve 250 çeşit bitki bulunmaktadır. Darıca Kuş Cenneti ve Temalı Parkı, tropik merkez akvaryum, botanik bahçeleri ile çocuk oyun alanları ve kafeteryası ile bir bütün oluşturmaktadır. Sadece Gebze'yi değil, Türkiye'yi dışarıya tanıtan, yerli ve yabancı ziyaretçilerin ilgi odağı olan Darıca Kuş Cenneti çocuklara hayvan ve bitki doğa sevgisi aşılayan bir yerdir. İstanbul'a 38 km. mesafede bulunan Darıca Kuş Cenneti ve Temalı Parkı, kuş türleri açısından dünyada benzeri olmayan bir park haline gelmiştir. Hayvanat bahçesinde 350 çeşit hayvan ve 250'nin üzerinde bitki çeşitleri, tropik merkez akvaryum, botanik bahçeleri ile çocuk oyun alanları, teleferikler, restaurantları ile bir bütün oluşturmaktadır. Darıca Kuş Cenneti Avrupa ülkeleri Topluluğu Hayvanat Bahçeleri Birliği üyesidir. İnsanlığa, doğaya ve tüm canlılara hizmetin en güzel örneği olan Darıca Bayramoğlu Kuş Cenneti, Hayvanat Bahçesi & botanik Parkı 1991 yılında nesli tükenen kuşları bir araya toplamak, nesillerini devam ettirmek ve yanı zamanda yurdumuzda ve dünyanın muhtelif bölgelerinde yaşayan kuş türlerinin tanıtılmasını sağlamak amacıyla kurulmaya başlanan ve 1993 yılında ilk kez halka da açılan, Türkiye'de eşi olmayan, dünyada da sayılı örnekleri arasında yer alan gerçekten eşsiz ve muhteşem bir yerdir.Birer doğa harikası botanik parkları, özel seralarda yetiştirilen renk renk orkideler, zambaklar, tropikal bitkiler, çiçek ve ağaç türleri göz zevkinin alabildiği renkler ile birer cümbüş yaratmaktadır.
  24. _asi_

    Kocaeli-Bağırganlı

    BAĞIRGANLI Seyrek üzerinden gidilerek ulaşılan Bağırganlı, kendine özgü kayalık kıyıları, güzel plajı ve harika doğasıyla sakin bir dilenme yeridir. Kefken'den sonraki ikinci büyük tatil köyüdür. Balıkçılık yöre insanının önemli geçim kaynağıdır. Bu sektörü destekleyen balıkçı barınağı inşaası devam etmektedir.
  25. _asi_

    Kocaeli-Sarısu

    SARISU Kandıra'ya 8 km uzaklıktaki Babaköy sınırları içinde Sarısu Deresinin Karadeniz'le birleştiği yerde kurulmuştur. Ağaçlar arasında süzülerek gelen Sarısu deresinde sazan, tatlısu levreği ve çeşitli tatlısu balıkları yetiştirilmektedir. Sarısu, 1 km uzunluğundaki kumsalı ve masmavi deniziyle gerek günübirlik turizme, gerekse doğa ile baş başa kalmak isteyen tatilciler için ideal bir beldedir.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.