-
İçerik Sayısı
2.917 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
2
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
_asi_ tarafından postalanan herşey
-
BATMAN VE PETROL Batman yöresinde petrol bulunma ihtimali ilk kez Raman Dağında 1934 yılında söz konusu olmuş ve ilk jeolojik çalışmalar da 1937 yılında yapılmıştır. Bu çalışmalar sonunda Raman Dağı eteklerinde bulunan Zivika Alikan köyü civarında bir sondaj yapılması teklif edilmiş, ancak o günkü ekonomik şartların yetersiz olması nedeniyle, 350 metre kotta bulunan Maymuniye boğazında kuyu kazılmasına karar verilmiştir. 20 Nisan 1940 tarihinde 1048 metrede Türkiye’deki ilk petrole rastlanmış, Raman-1 ismi verilen bu kuyudan günde 100 varil ile üretime geçilmiştir. Ancak bir süre sonra su üretimindeki artış nedeniyle kuyu terk edilmiştir. 1945 yılı Şubat ayında Avusturya’dan alınan “TRAUZEL KULESİ” ile ilk defa farklı bir teknoloji kullanılarak sondaj çalışmalarına devam edilmiş ve bu yöntemle 17.01.1946 tarihinde Ramanda 1361 metrede yeniden petrole rastlanmıştır. Raman-8 ismi verilen bu kuyudan da yaklaşık günde 45 varille üretime başlanmıştır. Ancak bu kuyuda 1948 yılında yapılan asit operasyonu ile günlük verim 450 varile yükseltilmiştir. Günümüzde ise Raman-8 kuyusu 32 varil/gün verimle üretime devam etmektedir. 1948-2000 yılları arasıdaki 52 yıllık sürede T.P.A.O. nun (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı) Batman yöresindeki muhtelif sahalarda kazdığı kuyulardan 471 adetinde petrol bularak üretimini sürdürmekte ve Pipe Line (boru hattı) vasıtasıyla Batman Rafinerisine aktarmak suretiyle Türk ekonomisine önemli katkılar sağlamaktadır.
-
CAMİ VE MESCİTLER Ulu Cami (Hasankeyf) Hasankeyf Ulu Camisinin ne zaman yapıldığını belirten bir kitabesi günümüze ulaşamamıştır. Ancak bu yapı XII.yüzyılın başlarında Mezopotamya bölgesine egemen olan Artuklular zamanında (1101-1232) yapılan Mardin, Dunaysir (Kızıltepe) ve Manyafarikin (Silvan) Ulu Camileri gibi yapıların bir devamıdır. Kalenin en yüksek noktasında bulunan bu cami Eyyubiler döneminden kalmıştır. Hasankeyf Ulu Camisinin silindirik gövdesinin alt kısmı ile kaidesi kalabilmiş minaresindeki 1327, eyvandaki 1394 ve minberdeki 1396 tarihlerini veren yazıtlar bulunmaktadır. Burada kazı yapan Prof.Dr.M.Oluş Arık’a göre bu kitabelerin Eyyubilerin (1232-1524) Hasankeyf’te yapmış oldukları onarımlar sırasında konulmuştur. Oluş Arık bu kitabelerin hiç birisinin ilk yapılış tarihine ait olduğunu düşünmemektedir. Ulu Cami Büyük Saray höyüğü ile iç içe olacak kadar yakın ve karışık bir konumdadır. Buradaki sarayın Ulu Caminin ve çevresinde yapılacak kazılar bu eserin ne zaman yapıldığı konusunda bir açıklık getirecektir. Bununla beraber yapının bugünkü bulgulara göre XIV.yüzyılın ilk yarısında yapılmış olabileceği sanılmaktadır. Ulu Caminin güneybatısında çukurlaşan arazide, caminin altındaki mağara ve kayalarla kaynaşmış eski yapılar ve kalıntılar da görülmektedir. Bu yapıların bir avlu etrafında toplanan caminin müştemilat yapıları olması da muhtemeldir. El-Rızk Cami (Hasankeyf) El-Rızk Camisi Dicle Nehri’nin güneydoğusundaki dik kıyı üzerinde kale ile köprü arasında bulunmaktadır. Hasankeyf’in kuzeybatısındaki bu caminin birçok bölümü yıkılmış olmasına rağmen yine de planı çıkarılmıştır. Caminin güneyde kale tarafındaki ibadet mekanı heyelan yüzünden nehre uçmuştur. Günümüze ibadet mekanının bir bölümü ile en kuzeydeki anıtsal taç kapısına kadar olan 53.28 m. uzunluğundaki kalıntıları gelebilmiştir. Camiden günümüze gelebilen en önemli eser başlı başına bir anıt niteliğinde olan silindirik gövdeli minaresi, anıtsal kapısı ve ibadet mekanının kalıntılarıdır. Yapının hemen hemen bütünü gibi bunlar da düzgün kesme taş bloklardan yapılmıştır. Ayrıca ileri düzeydeki taş oymalarla süslenmiştir. Hasankeyf’in simgesi olan bu minare, üzerindeki kitabeye göre 1409’da Eyyubi Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Ancak caminin yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Minare, doğudaki sokak zemininden 37.57 m., çukurda kalan ibadet mekanından 40.85 m. olarak ölçülmektedir. Kare prizma şeklindeki kaidesi 3.61 m., silindirik gövdesinin çapı da 3.41 m.dir. Caminin kuzeydoğu köşesine bitişik yüksek kare prizma kaide üzerindeki minare küçük mozaikler halinde kesilmiş renkli taşlar ve kakma tekniği ile düzenlenmiş ince geometrik örgülerle bezenmiştir. Bu kaidenin üzerinde daha çok Selçuklu kubbeye geçiş sistemlerine benzeyen biri baş aşağı, ondan sonra gelen başı yukarda olmak üzere üçgenler dizisi bulunmaktadır. Bunları sekizgen prizma şeklinde ara bölümler tamamlamaktadır. Bunun üzerinde yükselen silindirik gövdenin tüm dış yüzleri son derece ileri düzeyde bir taş işçiliği ile yapılmıştır. Gövde üzerinde plastik etki bırakan yatay profil kuşaklar minareyi üçe bölmüştür. İlk bölümde damla motifi şeklinde dört büyük rozet belirli aralıklarla dizilmiştir. Bu rozetlerin içerisine girift örgü kompozisyonları işlenmiştir. İkinci katta ise profil kuşakları sekiz kemer oluşturacak şekilde gövdeyi dolaşmaktadır. Üçüncü kat profilli sütuncuklar, mukarnas dilimleri ile bezelidir. Minarenin şerefesi dışarıya fazla çıkıntı yapmamakta, üzerindeki petek kısmı da oldukça kısadır. Burası da küçük sivri kemerlerle sekiz sahte cepheye ayrılmıştır. Bunun üzerine de dilimli bir kubbe şeklinde minare külahı oturtulmuştur. Minarenin gövdesi içerisinden iki ayrı merdivenle şerefeye ulaşılmaktadır. Anadolu taş mimarisinde o zamana kadar görülmeyen, yalnızca anıtsal kapılarda uygulanan bu tür bezemeler Artuklular döneminde kullanılmıştır. Büyük olasılıkla da bu tür süsleme Zengiler döneminde başlayarak İlhanlıların etkisi ile zenginleşmiş ve Eyyubiler zamanında da klasik bir konuma getirilmiştir. Günümüze harap bir durumda gelebilen avlunun kuzey duvarının ön yüzü de ileri düzeyde bir taş işçiliği göstermektedir. Ancak arka yüzü çeşitli dönemlerde değişikliklere uğramıştır. Sultan Süleyman Camisi (Hasankeyf) Sultan Süleyman Camisinin minare kaidesinde bulunan bir kitabeye göre; bu yapı 1407 yılında Eyyubi Sultanı Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Yapının doğu ucundaki kubbeli odanın 1432’de ölen Sultan Süleyman’ın türbesi olduğu da iddia edilmektedir. Sultan Süleyman Camisinin en önemli bölümü günümüze kadar gelebilmiş olan minaresidir. Avlu giriş kapısının güneyinde bulunan dikdörtgen kaideli minarenin her cephesine Arapça kûfi yazı frizleri yerleştirilmiştir. Kaidenin üzerinde yükselen silindirik gövde dört kuşakla bölümlere ayrılmıştır. Buradaki her kuşak birbirinden farklı şekilde motifler kapsamaktadır. Şerefenin yukarısı ne zaman ve nasıl olduğu bilinmeyen bir nedenden ötürü yıkılmıştır. Bugün minare gövdesinde de derin çatlaklar bulunmaktadır. Caminin kıble duvarı boyunca doğudan batıya doğru sıralanan bir takım mekanların camiyi oluşturduğu anlaşılmaktadır. Kubbe içerisi alçı bezemelerle süslenmiştir. Mihrabı Mardin Artuklu eserlerini andıracak şekilde çift renkli taş geçmelerden yapılmıştır. Minberinde ise oldukça ileri düzeyde taş işçiliği ile yapıldığı günümüze gelebilen kaidesinden anlaşılmaktadır. Minberin kendisi yok olmuştur. Caminin ibadet mekanı ve üst örtüsü yıkılmış olup, Prof.Dr.Oluş Arık başkanlığındaki kazılar burada yapılmaktadır. Koç Cami (Hasankeyf) Koç Camisi Sultan Süleyman Camisi’nin güneyinde yer almaktadır. Kitabesi bulunmadığından ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Büyük olasılıkla XIII.yüzyıla ait bir eser olduğu sanılmaktadır. Bu camide Mezopotamya ve Arap ülkelerinde ortaya çıkan ilk camilerin çizgileri görülmektedir. Ayrıca burada İran geleneğinin kubbe-eyvan ikilisini bir araya getiren sentez de görülmektedir. Mihrap duvarı önündeki ince uzun dikdörtgen planlı bir ibadet yeri, doğudan batıya doğru uzanmaktadır. İbadet mekanının önünde oldukça büyük bir alanı kaplayan anıtsal bir avlu bulunmaktadır. Bütün bu bölümler 32x44 m.lik bir alanı kaplamaktadır. İbadet mekanının güney duvarının ortasına 5x3 m2 boyutlarında bir alçı mihrap yerleştirilmiştir. Mihrabın önünde maksura kubbesini taşıyan dört büyük kemer bulunmaktadır. Bu kemerlerden ikisi mihrap ve kuzey duvarına yaslanmaktadır. Diğer ikisi de ibadet mekanının doğu ve batısındaki duvarlara bağlantılıdır. Böylece bu dört kemerle yapı ortasında baldaken denilen bir iç bölüm meydana getirilmiştir. İbadet mekanının ana ekseni ortasındaki büyük eyvan kuzeye, avluya açılmaktadır. Çeşitli dönemlerde onarımlar geçiren bu eyvan duvarlarında her türlü taş kullanılmıştır. Eyvanın iki yanına peş peşe ikişer oda simetrik olarak yerleştirilmiştir. Bu eklemelerin yapı ile birlikte tasarlandığı sanılmaktadır. Kızlar Camisi (Hasankeyf) Aşağı Şehirde Koç Camisinin doğusunda yer alan Kızlar Camisi’nin ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı, kitabesi günümüze gelemediğinden bilinmemektedir. Bununla beraber bu yapının Eyyubiler dönemine ait olduğu sanılmaktadır. Bu cami alışılmadık bir plan düzeni göstermektedir. Düzgün duvarlarla çevrili kare şeklindeki bir orta avlunun dört köşesinin her birine kubbeli birer yapı yerleştirilmiştir. Büyük olasılıkla bu yapı Albert Gabriel’in dediği gibi; bir anıt mezar külliyesidir. Yapının kuzey cephesinin ortasında bulunan girişinde ve pencerelerinde ileri düzeyde bir taş işçiliği görülmektedir. Bu bezeme kalıntılarının Mardin Artuklular dönemi kalıntıları ile Halep Eyyubi eserlerinde benzerleri görülmektedir. Yapının korunabilen kuzey cephesinde ve türbelerin duvarları kûfi yazı frizleri ve dekoratif bitkisel bezeme ile süslenmiştir. Günümüzde bu yapı topluluğundaki dört odadan biri odunluk haline getirilmiş, diğerleri birer camekanlı koridorla birleştirilerek içerisi yeni Kütahya çinileri ile kaplanarak cami haline getirilmiştir. Küçük Mescit (Hasankeyf) Küçük Mescit’in ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Yapı üslubundan XIV.yüzyıl Artuklulara ait olduğu anlaşılmaktadır. Ancak burada Zengi mimarisine ait özellikler de görülmektedir. Caminin planı enine dikdörtgen olup, sütun ve ayaklarla desteklenmeyen bir ibadet yeri olduğu kalıntılarından anlaşılmaktadır. Mihrap, kıble duvarının ortasında olup, önü kubbe iki yanı da tonoz ile örtülüdür. Böylece İslâm mimarisinde görülen enine planlı cami planı burada uygulanmıştır. İbadet mekânı doğu yönünde düzgün taş döşeli bir avluya açılmaktadır.Ancak bu avlunun çevresinde başka yapıların olup olmadığı anlaşılamamaktadır. Hasankeyf’te yapılan arkeolojik araştırmalar buna benzer biçimde bir çok küçük caminin yapıldığını da göstermektedir. Küçük Külliye (Hasankeyf) Prof.Dr.Oluş Arık’ın başkanlığında, Hasankeyf Aşağı Şehirde yapılan kazılarda ortaya çıkmıştır. Ancak bu alan buldozerlerle tahrip edildiğinden plan düzeni anlaşılamamıştır. Kazılarda ortaya çıkarılan bu külliyenin mescidinin taş süslemeli mihrabı, düzgün kesme taşlarla kaplı zemini, havuzlu avlusu ortaya çıkarılmıştır. İbadet mekanı küçük mescit ile benzerlik göstermektedir. Avlunun batı cephesi boyunca uzanan dikdörtgen mekanın avlu cephesi önünde bir kuyu ve havuza su çeken bir ark bulunmuştur. Avlunun güneyindeki küçük bir kapı ve bölgeye özgü kaburgalı tonoz kalıntıları ile karşılaşılmıştır. Anonim Külliye (Hasankeyf) Hasankeyf Aşağı Şehirde Küçük Külliye’nin güneydoğusunda yapılan kazılarda ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen bir külliye ortaya çıkarılmıştır. İsmi bilinmediğinden de buraya Anonim Külliye denmiştir. Yapılan kazılar sonucunda Küçük Cami’ye benzeyen bir mescit ve onun müştemilat kısımları ortaya çıkarılmıştır. Diğerleri gibi gösterişli olmayan bu yapının mihrabı ve ibadet yerinin yanındaki bir oda dikkati çekmektedir. Yamaç Külliyesi (Hasankeyf) Hasankeyf Aşağı Şehir’de Mevlâna Camisi’nin arkasında, mağaralarla kaplı kayalık alanda ortaya çıkarılan bu yapının ne olduğu kesinlik kazanamamıştır. Burada dik kayalar içerisine yerleştirilmiş setlerde çok katlı ve çok gözlü bölümler ortaya çıkarılmıştır. Bu bölümdeki kazılar tamamlanamamıştır. Mevlâna Camisi (Hasankeyf) Hasankeyf Aşağı Şehir’de Anonim Külliye denilen yapının 200 m. doğusundadır. Bu yapı ile ilgili kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Gabriel’in gördüğü ve yerini işaretlemekle kaldığı bu yapı ile ilgili olarak 1985’te yörede araştırmalar yapan Prof.Dr.Oluş Arık; yapılan onarımlarla caminin büyük ölçüde orijinalliğini yitirdiğini belirtmektedir. Büyük olasılıkla bu yapı küçük avlusu, havuzu ve küçük bir revakı ile bir semt camisidir. Mevlâna isminin bu camiye verilmesini Prof.Dr.Oluş Arık şöyle tanımlamaktadır: “Adı sanı belli olmayan camilere bir takım tarihi büyüklerin adını vermek, Hasankeyf’te ilginç bir moda haline gelmiş, Hasankeyf’te 1985’te çalışmaya başladığımda, bu mütevazı semt camisi de dahil, bir çok eserin adı sanı yoktu. Son yıllarda buna Mevlana, Kızlar Camisi ve Selahattin Eyyubi Camisi gibi aslı olmayan isimler verildiğini görüyorum”.
-
BATMAN KALELERİ Hasankeyf Kalesi Hasankeyf Kalesinin ne zaman kurulduğu kesinlik kazanamamıştır. MÖ. Dönemlerde burada bir yerleşim olduğu söylenirse de bunu kesinleştirecek bilgi ve buluntuya rastlanmamıştır. Büyük olasılıkla bu kale Bizanslıların MS.363 yılında Sasanilere karşı koruma amaçlı olarak yapıldığı sanılmaktadır. Kalenin bütünü doğal kayalardan oluşmuş olup, biri doğuda, diğeri de batıda olmak üzere iki merdivenli yol ile kaleye çıkılmaktadır. Bunlardan doğudaki yol diğerine göre daha geniş olup, moloz taşlarla döşenmiş ve belirli aralıklardaki kapılardan geçilmektedir. Tarihi kaynaklarda Artukluların da kullandığı bu kalede yedi kapının bulunduğu yazıldır. Ayrıca kalenin kuzeyinde yine kayalara oyulmuş yapıldığı dönemde gizli olan iki merdivenli yol daha bulunmuştur. Bu yollar kaleye su çıkarılamadığı dönemlerde bu merdivenli yollardan yararlanılarak Dicle’den su sağlanmakta idi. Kale ile El-Rızk Camisi arasındaki yolun girişinde kalenin birinci kapısı bulunuyordu. Günümüzde burası ana kayadan kopan parçalarla dolmuştur. Bu parçalardan bazıları içerisinde bir takım yapı kalıntılarının izleri de görülmektedir. Bu yol kanyonun en dar yerinden başlayarak dar açılımlı bir dirsek yaparak kale tepesine kadar yükselmektedir. Sonradan da bu yol kaldırım döşeli geniş basamaklı bir rampaya yönelmektedir. Bu rampanın başlangıcında bulunan aslan kabarmalı kalıntı 1992 yılında bir fırtına sırasında çökmüştür. Kalenin ikinci kapısına ait olan bir aslan kabarması geometrik motifli bezemeler ve kitabe koruma altına alınmıştır. Rampadan sonraki dirsek dönülünce kalenin en güçlü girişi olan Orta Kapı’ya ulaşılır. Bu kapı tılsım içeren motifler, palmetler ve sitilize edilmiş ejder figürlü kabarmalarla bezenmiştir. Kalenin üçüncü kapısı olan bu bölüm, Eyyubi dönemi mimarisini yansıtmaktadır. Kalenin tepesine yakın yerdeki üçüncü kapıda Muşarabiye denilen balkon gibi çıkmalar bulunmaktadır. Aslında mimari bir süs olarak görülen bu çıkmalar düşmanın üzerine kızgın yağ, ateş ve ok atılan yerdir. Bu kapının arkasında askerlerin nöbet tuttuğu Seyirdim denen yollar bulunmaktadır. Yüksek dikdörtgen cephesi olan bu giriş, batısındaki ana kaya kütlesine dayanmakta olup, doğusu açıktadır. Doğu yüzü düzgün taşlara oyulmuş silmeler ve dekoratif şekillerle hareketlendirilmiştir. Rampanın doğu kenarı ile birlikte buraya bağlantılı olan surlar, günümüzden yaklaşık 150 yıl önce yıkılmıştır. Basamaklı ve zikzak rampalı bu tepenin üzerinde Yüksek şehre ulaşılan noktada doğal şartlardan ötürü özelliğini yitirmiş kalenin dördüncü ve son kapısı bulunmaktadır. Küçük Kale (Hasankeyf) Hasankeyf Kalesi’nin doğusunda, kaya kütleleri arasındaki alan Küçük Kale veya İkinci Kale ismi ile tanınmaktadır. Hasankeyf Kalesi’nden buraya bakıldığında zikzak yaparak yukarıya doğru çıkan merdivenlerin mağara, konut ve dehlizlerinin izleri görülmektedir. Ancak bu bölüm büyük ölçüde tahrip olmuş ve günümüze pek az kalıntı gelebilmiştir. Artuklular ve Eyyubiler Küçük Kale denilen bu bölümü darphane olarak kullanmışlardır. Nitekim burada basılan sikkelerden oluşan bir koleksiyon bugün Mardin Müzesi’ndedir. Eyyubilerden önce, Moğollar burasını kullanmışlardır. Bu mekana kale kapısı karşısındaki bir merdivenden çıkılıyordu. Ancak merdiveni taşıyan kaya kütlesinin kısmen yıkılmasından ötürü bugün buraya çıkılamamaktadır. Prof.Dr.Oluş Arık’ın yaptığı araştırmalarda Küçük kale’nin içerisinde evlere, su havuzuna, su kanallarına, sarnıçlara ve değişik amaçlarda kullanılan mağaralara rastlamıştır. Bu arada Küçük Kale’yi çevreleyen burç kalıntıları ile de karşılaşmıştır.
-
Zeynel Bey Türbesi (Hasankeyf) Hasankeyf’te Akkoyunlular dönemine ait olan Zeynel Bey Türbesi üzerindeki kitabeden bu türbenin Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey’e ait olduğu anlaşılmaktadır. Zeynel Bey türbesi tuğla ve sırlı tuğladan yapılmış duvar işçiliği ile tanınmaktadır. Dicle Nehri’nin sol yanında açık alanda yükselen bu türbe harap durumda olup, uzun süre samanlık olarak kullanılmıştır. Türbe, dışarıdan silindirik olup, üzeri kubbe ile örtülü sekizgen bir mezar odasını kapsamaktadır. Türbenin altında mumyalık olup, sembolik lahit hücresi üst kısımda iki yöne açık bir konumdadır. Aynı zamanda türbeye kaide görevi yapan mumyalık türbenin bodrum katını oluşturmaktadır. Bu katın üzerine dıştan silindirik, üst kat için de yayvan kubbeli sembolik sandukanın bulunduğu kısım oturtulmuştur. Türbenin kuzeyinde bir kapısı, güneyinde de bir penceresi bulunmaktadır. Alt bölümü düzgün kesme taşlardan yapılan türbenin asıl bölümü tuğladandır. Duvarların içerisine yapıyı sağlamlaştırmak amacı ile ahşap taban kirişleri yerleştirilmiştir. Dış kısımda kullanılan tuğlalar kızıl kahverengi, basit tuğlalar olup, bir bölümü de turkuvaz mavisi ve lacivert sırlıdır. Türbe kapısının ve pencerelerin üzerindeki alınlık ve kemer uçlarındaki köşe taşları çini mozaik bir kuşakla kaplanmıştır. Bunların bir bölümü bugün dahi görülebilmektedir. Kapının üzerindeki kemerler ve çerçevesi arasında kalan bezemeler oldukça iyi bir durumdadır. İmam Abdullah Türbe ve Zaviyesi (Hasankeyf) İmam Abdullah Zaviyesi, Raman Dağları’nın kuzeybatısında höyük olduğu sanılan bir yükselti üzerinde yer almaktadır. Bu yapıdan günümüze yalnızca kubbeli türbe kısmı ile onun bitişiğinde kule şeklindeki minaresi gelebilmiştir. Bu türbede İmam Abdullah’ın gömülü olduğuna inanılmıştır. Halk arasındaki yaygın bir inanışa göre İmam Abdullah Hz.Muhammed’in amcası Cafer-i Tayyar’ın torunlarındandır. Sultanı Takyeddin Abdullah (1249-1294) zamanında bir hizmetçi, rüyasında İmam Abdullah’ın bu civarda şehit düştüğünü görmüştür. Sultanın izin vermesi ile yapılan araştırmada İmam Abdullah’ın naaşı bulunmuş ve oraya gömülmüştür. Yapı topluluğu türbe ve onun çevresindeki sonradan eklenen odalardan meydana gelmiştir. Bugün orijinalliğini yitirmiş olan yapı topluluğuna sonradan eklenmiş olduğu anlaşılan bir eyvandan girilmektedir. Bu eyvandan türbeye geçilen kapı üzerinde de Akkoyunlu Sultanı Halil’in 1474’te onardığını belirten bir kitabe yerleştirilmiştir. Eserin ayakta kalan tek bölümü, kare planlı kubbeli mezar kısmıdır. Kubbenin etrafındaki külliye bölümleri tamamen harabe olmuş, kubbenin bitişiğindeki kule biçimindeki minare de kısmen harap olmuştur. Bu yapılar çeşitli dönemlerde yapılan onarımlarla tarihi önemini yitirmiştir. Günümüze gelebilen en önemli özelliği bitkisel arabesk kompozisyonlu, bugün Diyarbakır Müzesinde olan kapı kanatları ile kule biçimindeki minaresidir. Külliyenin çevresinde zamanla bir mezarlık meydana gelmiştir.
-
BATMAN KÖPRÜLERİ Hasankeyf Dicle Köprüsü (Taşköprü) (Hasankeyf) Hasankeyf Kalesi’nin kuzeyinde, Dicle Üzerindeki bu köprü, Ortaçağ’ın en gösterişli ve en büyük köprüsü olarak tanımlanmaktadır. Ancak kitabesi günümüze gelemediğinden ne zaman yapıldığı tespit edilememiştir. K.Ritter bu köprünün 1122’de Emir Fahrettin tarafından yaptırıldığını belirtmiştir. Lehmann-Haupt’a göre Artukoğullarının dördüncü hükümdarı Fahrettin tarafından XII.yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Köprü üzerindeki figürlerden ve taşlardaki işaretlerden Artuklu yapısı olduğu sanılmaktadır. Eyyubiler döneminde, Sultan el-Melik el_Adil 1349’da bu köprünün tamirini istemiştir. Beş ay içerisinde onarılan bu köprü ile ilgili İbn Şeddat bazı bilgiler vermektedir: “ Köprü taştandır. Ancak ortası ahşap bir tavandır, düşman şehre saldırınca mevzilere çekilinir ve köprü kapanır, mevzilerde dolaşılır ve ikamet edilir. Ancak mevzilere kimse erişemez”. Gezgin J.Barbaro da Hasankeyf’ten Siirt’e giderken Dicle üzerindeki tahta bir köprüden geçtiğini yazmıştır. Büyük olasılıkla bu köprü üzerinden geçmiştir. Barbaro, XV.yüzyılda geçtiği bu köprüyü şöyle tanımlamaktadır: “Köprünün kemeri o kadar yüksek ve geniştir ki, altından 300 fıçılık bir gemi bütün yelkenleri açık olarak geçebilir. Gerçekten, çok kere köprünün üzerinde durup nehre baktığım zamanlar, bu kadar yükseklikten dolayı bana korku gelirdi. Köprü fevkalade ve kayda şayan özelliktedir”. Köprü sivri kemerli olup, batıdan doğuya doğru 15, 22, 40, 22 m. ölçüsünde kemer açıklıkları bulunmaktadır. Buradaki 40 m.lik açıklık bölgedeki en büyük kemer açıklığıdır. Batıdaki ayağın kalınlığı 8.90 m.dir. Köprünün boyunun 100 m.den fazla olduğu sanılmaktadır. Ayrıca köprü ayaklarına üçgen ve yuvarlak şekillerde selyaranlar yapılmıştır. Ayak temellerinin üst seviyesinden yukarıya doğru kemerli, küçük oda boşlukları yapılmıştır. Köprü ayaklarının üzerinde yıpranmış bazı kabarma şekiller vardır. Bunları ilk defa Reybaut L.Taylor görmüş ve parsa benzetmiştir. Ayakların her bir yüzü üzerinde üçer adet olmak üzere dört cephesinde sayıları 12’yi bulmaktadır. Ancak bunların büyük çoğunluğu yok olmuş, yıpranmış ve silinmiştir. Taylor, bunların her birinde insan vücudunun alt kısmı ve bacaklarını görmüştür. Malabadi Köprüsü (Merkez) Malabadi Köprüsü’nün ne zaman yapıldığı kesinlik kazanamamıştır. İbn el Azrak’a göre; köprü bir çok defa onarılmıştır. Reybaut L.Taylor, köprü kitabesinde Osman ismi ile h.643 tarihini okuyabildiğini yazmaktadır. Bazı araştırmacılar da köprünün 1147-1148’de Artukoğulları zamanında yapıldığını belirtmişlerdir. Evliya Çelebi ise; köprünün Al-ı Abbas soyundan bir kişi tarafından yapıldığını, bunun için de üç bin kese altın sarf ettiğini ve birçok mimar ile usta çağırıldığını belirterek sözlerini şöyle sürdürmüştür: “Köprünün iki tarafında kale kapıları gibi demir kapıları vardır. Bu kapıların içinde, sağ ve solda köprünün temeli beraberliğinde, kemerin altında hanlar vardır ki gelip geçen, sağdan ve soldan geldikleri vakit misafir olurlar. Köprünün kemeri altında birçok odalar vardır. Demir pencereler şahneşinlerine misafirler oturup, kemerin karşı tarafındaki adamlarla kimi sohbet eder, kimi ağ ve oltalarla balık avlarlar. Bu köprünün sağ ve solunda da nice pencereli odalar vardır. Köprünün sağ ve solundaki bütün korkuluklar Nehcivan çeliğindendir. Ama demirci ustası da var kudretini sarf ederek bir türlü sanatlı kafesli korkuluklar yapmış ve doğrusu elinin ustalığını göstermiştir. Doğrusu, üstat mühendis var kuvvetini sarf ederek bu köprüde öyle sanatlar göstermiştir ki, bu işçiliği geçmiş mimarlardan hiç birisi göstermemiştir.” Albert Gabriel de köprü için “Modern statik hesabının olmadığı devirde bu açıklıkta o zaman için böyle bir eser hayranlık ve takdiri muciptir. Ayasofya’nın kubbesi köprünün altına rahatlıkla girer. Balkanlarda, Türkiye’de, Orta Şark’ta bu açıklıkta, bu yaşta köprü yoktur.” Demektedir. Malabadi Köprüsü taş köprüler içerisinde kemeri en geniş olanıdır. Kemerlerin her iki yanında, iç taraflarda kervan yolcuları için kış aylarında barınak olarak kullanılan iki odası bulunuyordu. Kaynaklardan öğrenildiğine göre, köprü nöbetçileri tarafından kullanılan bu odalar dehlizlerle yolun alt kesimi ile bağlantılı idi. Köprü bekçileri gelen kervanların ayak seslerini bu dehlizlerin yardımı ile uzaklardan duyuyorlardı. Köprünün ayakları birbirinden farklı olarak üç bölümden oluşmakta idi. Bunlar doğu ve batıdaki hafif eğimlerle yollara bağlanmıştı. Köprünün orta bölümü kayalıklar üzerine oturtulmuş olup, burada 38.60 m. açıklığında çok geniş sivri bir kemer bulunuyordu. Bunun yanında 3 m. açıklığında daha küçük bir kemer vardı. Köprü biri büyük diğerleri de küçük olmak üzere beş gözden meydana geliyordu. Köprünün boyu 150 m. eni ise 7 m. idi. Renkli taşlardan yapılan köprünün yüksekliği 19 m.yi buluyordu. Köprünün büyük kemeri altında ve küçük kemerinin iki tarafında biri üçgen diğeri altıgen iki selyaran vardı. Selyaranların üzerinde insan ve hayvan figürleri bulunmakta idi. Buradaki figürlerde Artuklu hükümdarları tasvir edilmiştir. Ayrıca Santur ismi verilen belden yukarısı insan, aşağısı da hayvan olan mitolojik yaratıklar da burada kullanılmıştır. Erken İslâm kültüründe figür yasağının olmadığını bu köprü üzerindeki figürler göstermektedir. Köprünün girişinde 5 m. genişliğinde kagir bir kapı olup, bunun altında da iki kapısı daha vardı. Buradaki merdivenlerle de yüksek tavanlı, tuğla örtülü, geniş pencereli odalara iniliyordu. Günümüzde bu girişlerin Batman yönündekiler kalmış, diğerleri ise yıkılmıştır.
-
BATMAN SARAYLARI Büyük Saray (Hasankeyf) Hasankeyf Yukarı Şehir’de, Dicle’nin kuzey kesiminde yer alan Büyük Saray yaklaşık 2.350 m2’lik bir alanı kaplayan bir höyük üzerinde kurulmuştur. Sarayın ne zaman yapıldığı konusunda bir kitabeye rastlanmamıştır. Ancak duvarlardaki taşçı işaretlerinden köprü ile benzerlikleri olduğu görülmüş ve sarayın Artuklu eseri olduğu anlaşılmıştır. Sarayın kuzey tarafının cephe olduğu sanılmaktadır. Günümüzde kuzey kısmı ayakta kalmıştır. Buradaki duvarlar düzgün bloklar halinde, beyaz kalkerden yapılmıştır. Ayrıca yarım silindirik payanda kuleleri ile desteklenmiştir. Sarayın kuzey duvarı ile uçurum kenarı arasında ancak bir kişinin durabileceği kadar bir mesafe vardır. Sarayın güney kısmındaki bölümleri ise toprak dolgulu kütlelerden oluşmuştur. Sarayın iç yapısının planı karmaşık bir düzen göstermektedir. Bugün ancak iki katının varlığı anlaşılıyorsa da üçüncü katın bulunduğunu düşündürecek izlerle de karşılaşılmıştır. Burada yapılan kazıların sonraki yıllarda buna açıklık kazandıracağı sanılmaktadır. Kuzey yönündeki izlere ve mukarnas yuvalarına bakılarak bu kısmın bir konsol gibi genişleyerek ana binadan uzatılan bir çıkmaya oturtulduğu sanılmaktadır. Büyük olasılıkla da burada bir seyran köşkü bulunuyordu. Konya, Alanya ve Kubadabad Selçuklu saraylarında da aynı şekilde, buna benzer seyran köşkleri vardır. Kazılar sonucunda kuzey bölümde, kemer ve tonozlu küçük mekanlar ortaya çıkarılmıştır. Burada kazı yapan Prof.Dr.Oluş Arık’a göre, “Dıştan doğrudan doğruya girilemeyen, manzaraya karşı olmakla birlikte külliyenin doğu ucunda kalan bu bölüm, yöneticilerin özel dairelerini ve haremi içeriyordu”. Sarayın bu bölümü daha eski dönemlerden kalan bir başka yapı ile kaynaşmış olup, onlar da daha alt seviyedeki mağara ve mahzenlerin üzerine oturmuştur. Batı yüzünde bu mağara ve mahzenler düzeyinde birinci katta birer yan giriş bulunduğu sanılmaktadır. Güneye doğru yamaçta, Ulu Cami’ye doğru yükselen dış zemin birtakım göçüklerle dolmuştur. Saray höyüğünün güneyinde kalan kısımların üzerine sonraki dönemlerde bir takım mezarlıklar yapılmıştır. Bu mezarlıkların altında kalan sarayın avlu ve hizmet bölümleri, kubbeli taht ve tören salonlarının bulunduğu kalıntılardan anlaşılmaktadır. Büyük höyüğün güneye bakan doğu kenarında ise Yukarı Şehre bakan bir cephe ortaya çıkarılmıştır. Burası düzgün kesilmiş, ancak doğudakilere göre daha küçük ölçüde duvarlar örülmüştür. Doğu cephesinde de ana giriş olduğu sanılan büyük bir açıklık bulunmaktadır. Küçük Saray (Hasankeyf) Büyük Sarayın doğu ucunda yer alan alandaki gözetleme kulesi olarak nitelenen burç, halk arasındaki söylentiye göre Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın sarayı olarak bilinmektedir. Küçük Saray diye isimlendirilen bu yapı büyük tahribata uğramıştır. Tarihi kaynaklarda bu bölümün 1328’de Eyyubi Muciruddin Muhammed tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Günümüze en iyi şekilde ulaşabilen bölümü, köprünün bulunduğu yöne bakan kuzeydoğu cephesidir. Buradaki pencerelerin üzerine karşılıklı simetrik biçimde işlenmiş iki aslan kabarması yerleştirilmiştir. Buradaki pencerenin iki yanına da damla motifi denilen rozetler oturtulmuştur. Bu tür rozetler Artukluların çok sık uyguladıkları bir bezemedir. Aslan figürleri ise Selçukluların Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da uyguladıkları örneklerin bir benzeridir. Küçük Saray’ın orta ekseninde 22 m. uzunluğunda, 980 m. eninde ve 7.60 m. yüksekliğinde dört köşe plana sahip bir mekan görülmektedir. Bu nedenle de buraya saray ismi halk tarafından yakıştırılmıştır. Bu mekanın aslanlı pencere dışında batı ve doğuya bakan iki penceresi daha bulunmaktadır. Ancak bunlar oldukça hasar görmüştür.
-
EL SANATLARI Batman ve yöresinde geleneksel el sanatları olarak önem arz edenlerin başında dokumacılık gelmektedir Dokuma fabrikalarının henüz gelişmediği dönemlerde, Hasankeyf ilçemizde bulunan kaledeki mağaralarda yaşayan halk, bu meskûn mağara evlerinde kurdukları tezgahlarda bugün şile bezi olarak adlandırılan şeffaf kumaştan dokuyorlardı Yaklaşık 70 yıl öncesine kadar Hasankeyf’teki bu dokuma işi 300 ün üzerindeki tezgâhlarda dokunuyor ve halkın geçimi bununla sağlanıyordu Hasankeyf tezgâhlarında dokunan kumaşlar, çevre köy ve kasabalarda büyük rağbet görüyordu Erkek ve kadın giysisi olarak kullanılan bu dokuma işi kumaşların üretimi, zamanla gelişen teknolojiye ve tekstil sanayine yenik düşmüş ve bugün için bu ilkel tezgâhlardaki üretim durmuştur Ancak, halen Hasankeyf’te bu dokuma işi ile uğraşan 5-6 esnaf bu sanatı icra etmektedir Batman ve yöresindeki el sanatlarını şöyle sıralamak mümkündür: Kadınlar tarafından evlerde yapılan ine oyası, dantel, kaneviçe üzerinde nakış, yün çorap, kazak ve benzeri el örme işleri çok yaygındır Bunun dışında sonyıllarda çok kazançlı bir hal alan kilim ve halı dokumacılığına büyük bir rağbet vardır Gerek resmi ve gerekse özel sektör tarafından Batman merkez ve ilçelerinde kilim ve halı dokuma tezgâhları kurulmuş bu alanda eğitici temin etmek için kurslar açılmış ve bu kurslar sonunda yetişen eğiticiler başta Beşiri ilçemiz olmak üzere birçok yerde kilim ve halı dokumaya başlamıştır Bu dokuma işi ilimizde başlı başına bir sektör haline gelmiş olup, İlimizde dokunan halı ve kilimler yurt içi ve yurt dışında pazarlanmaktadır
-
YÖRESEL GİYİM KADIN GİYSİLERİ 1. BAŞA GİYİLENLER : Kofi, Temezzi ve tülbent 2. SIRTA GİYİLENLER : Fistan, şalvar, ( İç donu ) Kuşak ve yelek 3. AYAĞA GİYİLENLER : Yün çorap ve kundura 4. TAKILAR : Dizili altın, gümüş gerdanlık 5. SÜSLER : Sürme ve hızma 6. SAÇ ŞEKİLLERİ : Örgülü saç, KADIN GİYSİLERİ 1.BAŞA GİYİLENLER 1.1.KOFİ ( PÜSKÜLLÜ ) : Kadınların başına giydikleri, yan tarafları örgülü siyah saçaklı, saçaklar yanlardan sarkık ve serbest biçimdeki kadın başlığı, kadın boynuna olduğundan biraz daha uzun göstermesi bakımından önemlidir. Kofinin ön yüzeyi sarı altınlarla süslenir. 1.2.TÜLBENT ( TERHİ – ÇARİK ) : Beyaz renkli, etrafı çeşitli renklerle, boncuk oyalı, ( yaşlı, dul ve yaslı kadın tülbendi sadedir. ) 2.SIRTA GİYİLENLER 2.1.FİSTAN ( KIRAS ) : Siyah zemin üzerine, parlak desenli, işlemeli, kadife kumaş, belde küçük pililidir. Bol kollu, büzgüllü, manşetlidir. Ensede üç düğmeli ve sıfır yakalıdır. 2.2.ŞALVAR ( DERPİ ) : Basma renkli, paçaları lastiklidir. 2.3.YELEK : Kırmızı renkli, süvet kumaştan yapılmış, kenarları sarı işlemelidir. 2.4.KUŞAK : İpek kumaştan yapılmış, selemontte denilir. Sarı renklidir. 3.AYAĞA GİYİLENLER 3.1.ÇORAP ( GORE ) : Yünden örme, düz veya işlemelidir. 3.2. KUNDURA : Siyah renkli olup, poçiksizdir ERKEK GİYSİLERİ 1. BAŞA GİYİLENLER :Siyah püskülü agal. 2. SIRTA GİYİLENLER : Gömlek,yelek kuşak ve şalvar 3. AYAĞA GİYİLENLER : Yün çorap ve kundura 4. TAKILAR : Köstet ve pazubent 1.BAŞA GİYİLENLER 1.1 AGAL : Düz siyah veya siyah beyaz karışımlı ve püsküllüdür. Yün kumaştan yapılmıştır. 2. SIRTA GİYİLENLER 2.1.GÖMLEK : Hakim yaka önden üç düğmeli veya boydan da düğmeli olabilir. Sarı kırmızı renkler hakimdir. Celok veya kurtek adı da verilir. Kolları uzun ve bileği manşetlidir. 2.2. YELEK : Siyah ve gri kumaştan yapılır. Geniş yakalıdır. Sırtı astarlı ve tokalıdır. En az beş düğmeli ve iki ceplidir. 2.3. KUŞAK : İpek kumaştan yapılır. Renkli ve geniştir. 2.4. ŞALVAR : Siyah veya gri renkli kumaştan yapılır. Ağı boldur. Bele uçkurla bağlanır. Paça dizden aşağı dardır. 3. AYAĞA GİYİLENLER 3.1 ÇORAP ( GORE ) : Yünden örme, düz veya işlemelidir. 3.2. KUNDURA : Siyah renkli olup, poçiksizdir. KADIN GİYİM KUŞAMI BAŞ A- GİYİLENLER: AYNALI KOFU, TUNÇ VE TEMEZİ (POŞU) SAÇ ÖRGÜLERİ. B-ÖRTÜLENLER:LAÇIK (LEÇEK YADA TÜLBENT), ĞELİ (BÜYÜK NAKIŞLI POŞU) C- GENELLİKLE KULLANILAN RENKLER VE BİÇİM: RENKLER SERBEST OLARAK KULLANILABİLİR.AYNALI KOFU KULLANILDIĞI ZAMAN POŞULAR KOFU ETRAFINA BAĞLANIR, TÜLBENT BAŞA ÖRTÜLDÜKTEN SONRA , ÜÇ (3) RENK POŞU BİRİ SAĞA, BİRİ SOLA BİRDE ARKAYA GELECEK ŞEKİLDE BAĞLANIR. BU BAZEN İKİ (2) RENK; OLARAK; BİRİ SAĞA BİRİ SOLA GELECEK ŞEKİLDE DE BAĞLANIR. GELİNLERDE BUNLAR ÜZERİNE ĞELİ DE BAĞLANIR. BEDEN A- İÇ GİYİM: ASİU KIRAS(GECELİK), HEVAL KIRAS FİSTAN ÇIKARILDIĞINDA KULLANILIR. ALT: DERPE (ŞALVAR) GENELLİKLE BASMA VİSKONT KEŞMER, VE PAZENN KUMAŞLARDAN YAPILIR. B-DIŞ GİYİM:YELEK , FİSTAN , PIŞT (PÜSKÜLLÜ KUŞAK) MEZER AYAK: GORE (ÇORAP): DESENLİ OLUP OLMAMASINA KARIŞILMAKSIZIN AÇIK RENK OLMASI TERCİH OLUNUR. ÖZELLİKLE BÖLGE KÜLTÜRÜNDEN VE YAŞAM TARZINDAN DOLAYI YÜN OLMASI GEREKMEKTEDİR. ŞEKAL (AYAKKABI): AYAKKABIDA RENK : GENELLİKLE SİYAH YADA BEYAZ OLARAK TERCİH EDİLİR. (KIYAFET RENGİNE UYGUN OLMAK KAYDI İLE) ERKEK GİYİM KUŞAMI BAŞ A- GİYİLENLER: EGAL KOLOS - GENELLİKLE KULLANILAN RENKLER VE BİÇİM: RENKLER SERBEST OLARAK KULLANILABİLİR. BEDEN: ÜST: İŞLİK: GÖMLEK DÜĞMELİ OLUP GENELLİKLE AÇIK RENK TERCİH EDİLİR. GÖMLEKTE YAKA BİSİKLET YAKA DEDİĞİMİZ YUVARLAK YAKADIR. YELEK: DÜĞMELİ OLUP YANLARDAN İKİ CEPLİDİR. SAĞ KOLDA MEZER (MUSKANI N KONDUĞU DERİ CÜZDAN)YANİ NUSAK BULUNUR AKSESUAR OLARARK KÖSTEKLİ SAAT KULLANILIR. ALT: - ŞALVAR: BELDEN BÜZMELİ, BACAK VE BALDIR BÖLÜMLERİ GENİŞ AYAK BİLEĞİNİ İYİCE KAVRAYACAK ŞEKİLDE DİKİLİR. RENK KULLANIMI SERBEST OLDUĞU HALDE GENELLİKLE RENK SİYAH VE GRİDİR. AYAK: GORE (ÇORAP): DESENSİZ VE AÇIK RENK OLMASI TERCİH OLUNUR. ÖZELLİKLE BÖLGE KÜLTÜRÜNDEN VE YAŞAM TARZINDAN DOLAYI YÜN OLMASI GEREKMEKTEDİR. ŞEKAL (AYAKKABI): RENK : GENELLİKLE SİYAH YADA BEYAZ OLARAK TERCİH EDİLİR. (KIYAFET RENGİNE UYGUN OLMAK KAYDI İLE)
-
GELENEK GÖRENEKLER KIZ GÖRME VE KIZ İSTEME Evlenmeler, görücü usülü ile yapıldığı gibi, gençlerin birbirlerini görüp tanımaları ile de yapılmaktadır. Evlenmede görücü usulünü anlatacak olursak; erkek tarafı görücü gözüyle kız evine gider. Gelinlik kız tarafından sunulan kahveyi içerek kızı değerlendirirler. Kızı tekrar görmek isterlerse su isterler. Erkek tarafını temsilen yaşlı bir kadın, su getiren gelin adayının fiziğini süzer. Yürüyüşünü inceler, hafif seslenişle işitme özelliğini, ayrılırken de öperek ağız kokusunun olup olmadığını öğrenmeye çalışırlar. Görücü kız evinden ayrılırken, kendi aralarında beğendikleri kızı kimin için isteyeceklerini, istenildiği takdirde verilip verilmeyeceği hususunu kız yakınlarından sorup öğrenirler. Erkek tarafı bazen aracı kullanarak kız tarafından kız istemek üzere evlerinde çay içmeye gelip gelmeyeceklerini ve gün vermelerini isterler. Kız tarafı gerekli araştırmayı yapmak için “ Biz de aile arasında konuyu düşüneceğiz. “ diyerek zaman isterler. Kız tarafı isteği uygun görürse erkek tarafının aracısı ile çay içmek için misafir oldukları günü bildirirler. Bu da kızın verileceğinin teyidi olur. Erkek tarafı imam ile birlikte birkaç kişilik grupla kız evine gider. Kız istenir ve söz kesilir. Bundan sonra nişan ve düğün yapılır. İlimizde düğünler genelde Perşembe ve Cumartesi günleri başlar. Takip eden günlerde devam eder. Düğünlerde davul, zurna, tef, kemençe ve kaval çalınmaktadır. BAŞLIK PARASI Hızlı bir gelişim ve bu meydanda değişim gösteren topluluğumuzda eski adetlerin yerini yeni değer yargılarının aldığı görülmektedir. Toplumumuzda sosyal bir yara olan başlık parası kısmen kalkmıştır. Şehir ve ilçe merkezlerinde bilhassa okumuş aileler arasında bu usul terk edilmiştir. Köy bazında özelliğini muhafaza eden başlık geleneği, başlık parası alan kız tarafının bu paranın üstüne ilaveler yaparak geline çeyiz yapması suretiyle sürdürülmektedir. CENAZE TÖRENLERİ Cenazenin kaldırılmasını müteakiben üç gün taziye kurulur. Bu süre köylerde daha da uzar. Cenaze yakınları bu sürede işlerine gitmez. Başsağlığı vermek üzere çevreden gelenleri karşılarlar. Başsağlığı, (Taziye) için cenaze evine gelenler, maddi durumlarına göre beraberlerinde çay şekeri, un, yağ gibi hediyeleri getirirler. Bu durum il merkezinde yapılmaktadır. Başsağlığı (Taziye) için gelenler, Kuran-ı Kerim’den bir sure veya Fatiha Suresini okur. Mevtaya rahmet ve mağfiret dilerler. Eve gelen misafirlere çay ve yemek verilir. SÜNNET Dini bir vecibe olan sünnet, ailelerin maddi gücü nispetinde yapılan eğlence ile başlar. Önce sünnet olacak çocuk, arkadaşlarıyla birlikte araba ile şehirde gezdirilir. Sünnet giysileri giydirilir. Sünnet öncesinde evlerde mevlit okunur. Daha sonra davetlilere yemek ziyafeti verilir. Seçilen kirvenin kucağında çocuk sünnet edilir. Kirve, ömür boyu bir akraba gibi değer görür ve aileden sayılır.
-
HALK EDEBİYATI Batman Halk Deyimleri - Bilmeceler - Maniler - Atasözleri HALK DEYİMLERİ 1- Akıl bir altın taçtır her kafaya uymaz 2- Komşu komşunun işine muhtaçtır 3- Oğlan gitti sefere , gitti geldi aynı hergele 4- Küheylan at, yemin arttırır 5- Çingeneler aç kalınca eski düğünlerden bahsederler 6- Al asili ser hasırı 7- Garip kuşun yuvasını Allah yapar 8- Kar eden ar etmez 9- Gezen tilki yatan aslandan iyidir 10- Gönlü namazda olanın kulağı ezanda olur 11- Evlat aziz, terbiye daha aziz 12- Büyüğün yoksa büyük taşa danış 13- Asil azmaz, bal acımaz 14- Arif olan sözü aş gibi tadar 15- Atla katır döğüşür arada eşek ezilir 16- Bülbülün çektiği dilinin belasıdır. 17- Mal malumat örter 18- Ölürse yer beğensin kalırsa el beğensin 19- Anamın aşı derdimin başı 20- Elbise yürüyüş para söyleyiş örter 21- Delik büyük yama küçük 22- Dil otu yemiş 23- Azdan az gider, çoktan çok gider 24- Haram yelle düğün elle olur 25- Sırrını söyleme dostuna, dostun söyler dostuna 26- Dil ustası iş hastası 27- Bağı kara üzüm olsun, üzümü yemeğe yüzün olsun 28- Komşu hakkı Allah hakkıdır 29- Ölürse yer beğensin kalırsa el beğensin 30- Doğru duvar yıkılmaz eğri kaçar kurtulmaz BİLMECELER 1-Bir tarafta hafif bir taş, öbür tarafta hafif bir taş, içinde var eksik bir kurt. (Tezek) 2-Düz bir yerde var bir tas yoğurt. (Ay) 3-Duvarın üzerinde düz bir yamaçtım, ayaklarım girdi bir tuluma. (Ayakkabı) 4-Hilindir milindir oğul babadan yükselir (Ateş ile duman) 5-Bu taraf yamaç, öbür taraf yamaç içinde var bir tövbe kumaş. (Kur’anı-ı Kerim) 6-Kazığı orda çakarım, buzağı ise buradan uzak büyür. (Kabak) 7-Sarı örüklü kız gibi, dam üstünde yükselir. (Duman) 8-Bıraktığımızda kalkmaz, toza doymaz, gittiğinde de gelmez. (Soba) 9-Taşa vururum kırılmaz , suya vururum kırılır. (Kağıt) 10-İki delikli bir şey. (Silindir) 11-İçi yarıklı bir tavuk. (Baca) 12-Yıkanmış bir odada , otuz iki öğrenci de içinde oturur. (Ağız ve dişler) HALK MANİLERİ Ekmek atlı ben yaya Bülbülem bağ gezerem Yetişmek kaldı Allah’a Mecnunam dağ gezerem Anna bedduanı al geri Seksen yerden yaram var Biraz da yalvar Allah’a El bilir sağ gezerim Ben bir bahtsız dilberim Bu dağlar bele bağlar Hem ağlar hem giderim Hayasız arsız bağlar Kaynana çok sevinme İşte ben gider oldum Oğlunu alıp giderim İşte siz işte bağlar Dicle boyu sazlıktır Bülbülem hava bilmem Ablam sana aşıktır Dertliyem deva bilmem Oğlan yine bilmezsin Bana bir sevda gelmiş Geçtiğim yollar taşlık Başımdan sava bilmem Dicle geçit vermez Bahçede barksız adam Mezrabota ovası Aynasız yarsız adam Sevda başımdan gitmez Kalaysız kaba benzer Yaram gönül yarası Dünyada yarsız adam Koyun sağar berivan Bu dağı aşam dedim Sevdiğini düşlerken Aşam dolaşam dedim Bahar çiçekleri ile Bir vefasız yar için Boynu bükük beklerken Aleme paşam dedim Oğlan kızı gördükçe Bayıra serdim kilim Tutulmuş dilleri Gel otur benim gülüm Gözleri kör olurmuş Ne dedim ne söylerim Bilmezmiş kimseleri Lal olsun benim dilim ATASÖZLERİ 1. Avlunun otu acı olur. 2. Tuloğ dolu bal, ama domuz derisinden 3. Kara it, beyaz olmaz. 4. Çömlekçi kırık tastan su içer. 5. Can çıksa, huy çıkmaz, 6. Mendal uzak ol, mısıra Sultan ol. 7. Ucuz et satır kırdırır. 8. Yaşlı öküzle çift sürülmez. 9. Gelin atın üstündedir, Kimse bilmez kimin kısmetidir.
-
TARİHÇE Milattan sonraki asırlarda Bizans ve Sasanilerin mücadele sahası olmuş, kimi zaman Bizanslıların, kimi zaman da Sasanilerin eline geçmiştir. M.S. 4. asrın ortalarında Bizanslılar buraya yaptırdıkları sağlam kale ile bölgedeki ve Hasankeyf’teki hakimiyetlerini pekiştirmişlerdir. Muhtemelen bir daha burayı Sasanilere kaptırmamışlardır. Müslümanlar Hasankeyf’i Hz. Ömer döneminde h.l 71 m. 638 yılında fethettiler .Bu tarihten itibaren Hıristiyan ahali burada yaşamakla birlikte hep Müslümanların hakimiyetinde kaldı.Önce Emeviler, sonra Abbasiler tüm bölge ile beraber Hasankeyf’e de hükmettiler. Bu dönemde Hasankeyf'in stratejik bir önemi olmadığı için pek dikkatleri çekmedi. Hamdaniler (m.906-990) ve Mervanilerin (m.990-1096) hakimiyetleri döneminde Hasankeyf aynı özelliğini korudu. Bu hanedanlar Hasankeyf’i merkez edinmediklerinden burayı temsilcileri vasıtası ile idare ettiler. Günümüzde civardaki ''Mervani'' (Akyar) Köyü ve o yönden Hasankeyf e getirilen su yolu dışında Mervanilerle ilgili bir ize rastlanmıyor. ARTUKLULAR DÖNEMİ Hasankeyf’in parlak dönemi M.11O1 yılında Artukluların buraya sahip olması ve merkez edinmesi ile başladı. Selçuklu sultanı Melikşah'ın komutanı Artuk'un oğlu Sökmen bu tarihte Hasankeyf’e yerleşerek Hasankeyf Artukulularının temelini attı. M.I232 tarihine kadar burada ve Amid (Diyarbakır) deki hakimiyetleri devam etti. Buraya hükmeden Artuklu hükümdarlarından Rükneddin Davut b. Sökmen (1112-1144) ile yerine geçen oğlu Fahreddin Karaaslan ( 1144-1167) döneminde Hasankeyf'in mamur bir şehir haline geldiği günümüze ulaşan eserlerden anlaşılmaktadır.Bu iki hükümdar siyasi olarak çok hareketli oldukları, bölgedeki mücadelelere aktif olarak katıldıkları gibi, şehri imar etmeyi de ihmal etmediler. Diyarbakır (Amid)’ın 1183 Salahaddin Eyyubi tarafından alınarak Hasankeyf Artuklularına hediye edilmesi ile Artuklular Diyarbakır’a yerleştiler. Artuklular bu tarihten yıkılışa kadar (1232) Hasankeyf’i temsilcileri vasıtası ile buradan idare ettiler. Bu gelişme Hasankeyf’in stratejik önemini gerilettiği gibi mimari gelişmesini de aksatmıştır. Artukluların Hasankeyf’te kurdukları darphanelerde para bastıkları, medreseler yaptıkları, kaleye su çıkardıkları, köprüyü ve Büyük Sarayı inşa ettikleri kaynaklardan anlaşılıyor. EYYUBİLER DÖNEMİ Eyyubiler, 1232 yılında Hasankeyf’i. aldıklarında burayı mamur bir şehir olarak buldu1ar. Ancak i1k etapta gerek siyasi gerek mimari açıdan atak olmadılar. 12601ı yı1larda Moğo1ların bölgeyi harap etmesi Hasankeyf’i de etkiledi. İlk etapta Hülagu'nun katına çıkan Eyyubi sultanı Takyeddin Abdullah (1249-1294) Hasankeyf’i harap olmaktan kurtardı. Hükümdarın Eyyubi nes1inden geldiğini öğrenen . Hülagu ona iltifat etmiş ve tüm ülkesini ona bağışlamıştır. . 1301 yılında Hülagu'nun yerine geçen oğlu Gazan komutasındaki moğo11ar bölge ile beraber bu sefer Hasankeyf’i de harap etti. Hasankeyf Moğol afetinden fazlası ile nasibini aldı. Moğol şokunu üzerinden atan Eyyubiler Hasankeyf’i yeniden imar etmeğe başladılar. Bu gün Hasankeyf’te mevcut birçok eserde imzası bulunan El Melik El Adil Sultan Süleyman (1378-1432) zamanında bu imar faaliyetleri zirveye ulaştı. Hasankeyf, Artuklu dönemindeki haşmetine yeniden kavuştu. Bu sultandan sonra Hasankeyf’te duraklama dönemi başladı. Hükümdarların iç çatışmaları, bölgedeki güçlü devletlerin nüfuzu altında olmaları, hem onları hem Hasankeyf’i zor durumda bıraktı. Akkoyunluların (1461-1482) Hasankeyf’e tamamen hakim olması Eyyubilerin gücünü iyice kırdı. 1482 de burayı tekrar ele geçiren Eyyubiler bu sefer Safeviler'in baskısı ile karşı karşıya kaldı. Osmanlılar 1515 yılında bölgeyi İdris-i Bitlisi'nin gayretleri ile ele geçirince, burası da Safavilerden temizlenerek Osmanlı hakimiyetine geçti. Ancak mahal1i idare yine Eyyubilere bırakıldı. Eyyubilerin bu zorluklarla beraber saltanat kavgası içine girmesi sonlarını hazırladı. 1524 de son Eyyubi hükümdarı Melik Halil’in saltanattan feragat etmesi ile Eyyubiler tarihe karıştı. OSMANLILAR DÖNEMİ Hasankeyf’in içinde bulunduğu bölge Osmanlıların eline, Diyarbakır eyalet merkezi kabul edilmiştir. Hasankeyf bu idari düzenlemeye göre liva (sancak, kaza) merkezi olmuştur. Osmanlı kayıtlarına göre 16. asırda şehir gelişmiş, 10 000’e yakın bir nüfusu barındırmıştır. Bu sıralarda Hıristiyan nüfusu oranı yüzde atmışı bulmaktadır. Osmanlı dönemi Hasankeyf’in idari sınırları bir hayli geniş olduğu anlaşılıyor. Bu günkü Batman’ın tümü ile Siirt ilinin (merkez dahil) önemli bir kısmı ve Mardin’in Midyat, Dargeçit, Ömerli ilçeleri Hasankeyf’e bağlı olmuştur. Ancak buranın idari ve stratejik önemi zamanla azalmıştır. 19. yüzyılın ortalarına geldiğimizde Hasankeyf, Midyat ilçesine bağlı bir nahiye konumuna gerilemiştir. Cumhuriyete kadar bu durum devam etmiştir. CUMHURİYET DÖNEMİ Hasankeyf, cumhuriyet ile beraber Mardin’in Midyat ilçesine bağlı bir nahiye idi. 1926 yılında Gercüş’ün ilçe yapılması ile buraya bağlanmıştır. İ990 yılına kadar idari statüsü böyle devam etmiş, 1990 yılında Batman’ın il olması ile Hasankeyf de ilçe yapılarak buraya bağlanmıştır. Hasankeyf, insanlık tarihinin çok önemli yerleşim yerlerinden biri olmasına rağmen son 20-30 yıla kadar pek dikkatleri çekmedi. Paha biçilmez kültürel değerine rağmen hep ihmal edildi. 1970’li yıllardan itibaren ILISU Barajı projesi ile birlikte gündeme geldi. Hasankeyf’in sular altında kalmaması gerektiği, gerek ulusal bazda,gerekse uluslar arası düzeyde dile getirildi. Hasankeyf’in kurtarılması yönündeki çabalar 2003 yılında sonuç verdi. T. C. Başbakanı Hasankeyf’i kurtaracaklarını kamuoyuna duyurdu. Bu tartışmalar nedeniyle Hasankeyf, kimi ülke gündemini işgal etti. Öte yandan Hasankeyf’teki kültür varlıkları, içinde bulundukları şehir ile birlikte 1981 yılında Kültür ilgili birimlerince koruma altına alınarak SİT alanı ilan edildi. 1986 yılından itibaren de arkeolojik kazılara başlandı. Bu kazılar halen devam etmektedir. Hem Sit alanı olması, hem de baraj suları altında kalacak düşüncesi, ilçenin gelişimini engelledi. Son yıllarda Türkiye’de yapılan araştırmada bütün tarihi zenginliğine rağmen ülkenin en geri, fakir üç ilçesinden biri oldu. 2003 yılı ve sonrasında Hasankeyf’in artık sular altında kalmayacak olması, hem ilçenin gelişmesine, hem de bölge ekonomisine olumlu katkıda bulunması bekleniyor. İlçe, ekonomik olarak gerilediği gibi, nüfus olarak da gerilemiştir. Bölgedeki son 15-20 yıldaki olağanüstü durumlar da eklenince bu gerileme dramatik bir duruma gelmiştir. 2000 yılı nüfus sayımı sonuçlarına göre ilçenin toplam nüfusu 7500’ün altında kalmıştır.
-
TARİHÇE Batman ilinde bulunan tarihi yapılar ve bu yapıtların ait olduğu medeniyetlerin tarihi NEOLİTİK çağ öncesine dayanmaktadır. M.Ö. 7000-6300 yıllarına ilişkin elde edilen buluntular doğrultusunda Anadolu’nun en eski yerleşim yeri olarak Konya’nın Güneydoğusundaki ÇATALHÖYÜK kabul edilmekte idi. Bölgede 1963 yılından beri Prof. Dr. Halet ÇAMBEL ile Prof. Dr. Robert J. Braid Wood yönetiminde İstanbul Üniversitesi Prehistorya Kürsüsü ile Chicago Üniversitesi Doğu Bilimleri Enstitüsü tarafından ortaklaşa yürütülen “Güneydoğu Anadolu Tarih Öncesi Araştırmaları Karma Projesi” çalışmaların yanı sıra Batman Çayı’nın batısında bulunan Demirköy höyüğünde Amerika Deleware Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. Michael Meir Rosenberg ile Diyarbakır Müzesi Müdürlüğü işbirliği sonucu 1990 yılından beri sürdürülmekte olan kazılarda bölge tarihini aydınlatıcı çeşitli buluntular elde edilmiş, buranın çok eski ve önemli bir yerleşim alanı olduğu saptanmıştır. Aynı ekip İlimiz Kozluk ilçesi Kaletepe köyü sınırları içerisinde kalan ve Batman Çayı kenarında bulunan Hallan Çemi höyüğünde yapılan kazı çalışmalarında elde edilen buluntular (M.Ö. 10.600-10.000) yıllarına ait kadın süs eşyaları, taştan yapılmış hayvan figürlü heykel ve taş silahların incelenmesi sonucunda bu yörenin yaklaşık 12.000 yıl öncesi bir yerleşim alanı olduğu ortaya çıkmıştır. NEOLOTİK çağda Hallan Çemi tepesi ile Çayönü yerleşmeleri arasında yer alan bölgenin kronolojik boşluğu dolduran bir öneme sahip olduğu kabul edilmektedir. Anadolu’nun en eski yerleşim yeri olarak ÇATALHÖYÜK kabul edilse de Çayönü ve Hallan Çemi höyüğündeki buluntular ile en eski yerleşim biriminin Batman-Kozluk sınırları kapsamında yer aldığı teyit edilmiştir. Batman ilinin yer aldığı bölge çok gelişmiş bir kültürün varlığını ortaya koyması açısından önem taşımaktadır. M.Ö. 3 Bin yıllarında , bugün Mezopotamya denilen Dicle-Fırat nehirleri arasında yer alan bölgeye “SUBARU” denildiği, Sümer ve Akad’lardan kalma belgelerden anlaşılmaktadır. Yukarı Dicle bölgesinin ilk uygar halkı SUBARU’lardan sayılan HURRİLER’dir. Hurri Babil dilinde mağara demektir. Hurri’ler kendi aralarında Hurri ve Mitani olmak üzere iki ayrı konfederasyona ayrılır. Zamanla Mitani Krallığı güçlenmiş, Hurri Krallığı ise zayıflayarak tarihten silinmiştir. Mitanilerden sonra bölgeye Asurlular ve Urartular egemen olmuşlardır . Asur lideri 3. Tiglattpileser, M.Ö. 736’da doğuya yönelerek SASUN (SASON) mıntıkasındaki ULLUBA ülkesini hükmü altına aldı. Urartu’lardan sonra bölge sırasıyla; İskitlerin, Medlerin, Perslerin, Selevosların, Partların, Romalıların, Bizans’ın egemenliği altında kalmıştır. (M.Ö. 653 – M.S. 639 ) İran ve Bizans’ın uzun süren egemenlik kurma savaşlarına tanıklık eden bölge, Hz. Ömer’in Kuzey Mezopotamya’yı fethiyle İslam ordusu egemenliğine girmiştir. Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de İslam ordusu egemenliğinde bulunan bölge daha sonra sırasıyla Emevilerin (551-750), Abbasilerin (750-869), Hamdanilerin ve 984 yılında Mervanilerin yönetimi altında bulundu. 1085 yılına kadar Mervanilerin hüküm sürdüğü bölge, 1071 yılında Malazgirt’i ele geçiren Selçuklular tarafından, 1085 yılında Amid kuşatma altına alınarak, Silvan zapt edildi. 1183 yılına kadar Selçukluların yönetiminde bulunan bölge aynı tarihte Selahattin Eyyubi’nin seferleriyle yönetim Eyyubilere bağlı Hasankeyf Emiri Artuklu Nurettin Mehmet’e verilir. Bu tarihten itibaren başlayan Artuklu oğulları dönemi Anadolu Selçukluların 1240 yılında bölgeye egemen oluşuyla son bulur. 62 yıllık Selçuklu Hanedanlığının ardından 1304 yılında başlayan ve 92 yıl süren Mardin Artukluları dönem ise, Timur’un bölgeye hakim olması ve Diyarbakır yöresini Akkoyunlu Kara Yölük Osman Bey’e bırakmasıyla sona erer. 1527 yılında Vilayet-i Kürdistan (Cizre, Bitlis, HASANKEYF, Siverek, Çemişgezek, İmadiye, SASON, Palu, Çapakçur, Eğil ) altında toplanan ve yurtluk, ocaklık, hükümet adlarıyla anılan bu yerler, (1578-1588 ) idari düzenlemesinde Diyarbakır Beylerbeyliğine bağlı görünmektedir. Batman’ın tarihi hakkında en eski bilgiler halk hikayeleri, mitler ve heredot tarihinde verilmektedir. Ortak verilere göre MED Kralı Abtyagestin’in torunu Kyros karşıtı Erpagazso M.Ö. 550 yılında yenilince MED asilzadeleri arasındaki utancından dolayı MED’lerin yaşadığı Media bölgesinin kuzey batı ucundaki topraklarına çekilmek zorunda kalmış. Başka bir görüşe göre de Kyros Pers egemenliği altında kalmamak için bu bölgeye yerleşmiştir. Karaçalı, sazlık ve bataklıktan oluşan bu bölgenin ortasında yapay bir adacık oluşturup, adına han obası anlamında olan “ELEKHAN“ denilmiştir. (M.Ö. 546 ) ELEKHAN 194 yıl bağımsız ve mutlu bir dönem geçirerek 352 yılında Büyük İskender’in istilasına uğramıştır. Daha sonra Lesepkoslar, Partlar, Romalılar, Sasani ve Bizansın hakimiyetine girmiştir. Artuklular, Moğollar, İlhanlılar, Celaliler, Karakoyunlu (Pezreşe) Akkoyunlular ve 1500 yılında Sevafilerin eline geçmiştir. 1638 yılında, IV. Murat’ın Bağdat seferi sırasında kendisine büyük yararlıklar gösteren Turhan oğlu Mahmut Paşa’ya ELEKHANI içine alan Batman suyu ile Botan suyu arasında kalan bölgenin tamamını vermiştir. Bu gelişmeden sonra ELEKHAN talafuz değişikliğine uğrayarak halk dilinde ELAH zamanla “İLUH“ ismini almıştır. İluh köy birimi olarak kayıtlara geçmiş ve Siirt vilayeti, Elmedin kazasına bağlı olarak benliğini sürdürmüştür. Elmedine yerleşim birimi 1926-27 yılı ilkbaharında bugünkü Batman çayının taşması nedeniyle haritadan silinmiş ve İluh köyü, Beşiri (Kobin) ilçesine bağlanmıştır. Batman isminin nereden geldiği hakkında gürüşler olmayıp, bir görüşe göre bugünkü Batman çayının adı 1950’li yılların başında İluh köyüne verilmiştir. Yaygın olan görüşe göre de İluh köyünün aşağı kısmında ilk deneme kulesi kurulduğunda TPAO’nun tesislerinin bulunduğu bölgeye bakmaktan gelen Batman adı verilmiştir. 1937 yılında bucak haline getirilen İluh, 1940’lı yılların sonları ile 1950’li yılların başlarında bölgede varolan petrol filizlerinin değerlendirilmesi sonucunda İluh bucağında her alanda büyük gelişme sağlanmıştır. Bu gelişmeler üzerine 2 Eylül 1957 tarihinde ilçe teşkilatı olarak kabul edilmiştir. 1955 genel nüfus sayımında İluh nüfusunun 4713 olarak kaydedilmesiyle 2 Kasım 1955 yılında Belediye teşkilatı kurulmuştur. 1990 yılına kadar çok hızlı bir gelişme yaşayan Batman, 16 Mayıs 1990 tarih ve 3647 sayılı kanunla Türkiye’nin 72. ili olma ünvanına kavuşmuştur
-
GENEL BİLGİLER Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan Batman İli, kuzeyde Muş, batıda Diyarbakır, doğuda Bitlis ve Siirt, güneyde Mardin illeri ile çevrilidir. Arazi, iç kesimlerde plato özelliği gösterir. Batman'ın batı sınırını çizen Batman çayı kıyılarında ova niteliğini alır. Batman'daki en yüksek nokta güneydoğudaki Yama (Raman) Dağıdır (1.263). Yama Dağında aynı zamanda zengin petrol yatakları bulunmaktadır. İlin en önemli akarsuları Dicle Irmağı ile onun kollarından biri olan Batman çayıdır. Dicle, Batman'ın Mardin, Batman Çayı ise Diyarbakır ili ile olan sınırını çizer. Batman Çayı vadisinin Dicle Dicle vadisi ile birleşmeden önce genişlediği kesimde yer alan alüvyal Batman Ovası, bölgenin bitkisel üretim yapan en önemli alanıdır. Yüzölçümü 4.694 km2 olup, toplam nüfusu 463.749'dur. İlin ekonomisi petrol ve arıtımıdır. Türkiye'de çıarılan petrolün büyük bölümünü Batman karşılar. Kırsal kesimde ise ekonomi tarıma dayalıdır. Batman Ovasında en çok buğday, arpa ve pamuk yetiştirilmektedir. Mercimek, tütün ve üzüm de üretilmektedir. Ayrıca hayvancılık da yapılmaktadır. Bölgede 1963 yılından beri Prof. Dr. Halet Çambel ile Prof. Dr. Robert J. Braid Wood yönetiminde İstanbul Üniversitesi Prehistorya Kürsüsü ile Chicago Üniversitesi Doğu Bilimleri Enstitüsü tarafından ortaklaşa yürütülen “Güneydoğu Anadolu Tarih Öncesi Araştırmaları Karma Projesi” çalışmaların yanı sıra Batman Çayı’nın batısında bulunan Demirköy höyüğünde Amerika Deleware Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. Michael Meir Rosenberg ile Diyarbakır Müzesi Müdürlüğü işbirliği sonucu 1990 yılından beri sürdürülmekte olan kazılarda ele geçen eser ve buluntulardan, burasının çok eski ve önemli bir yerleşim alanı olduğu anlaşılmıştır. Aynı ekibin Batman'ın Kozluk ilçesi Kaletepe köyü sınırları içerisinde kalan ve Batman Çayı kenarında bulunan Hallan Çemi höyüğünde yaptıkları kazı çalışmalarında elde edilen buluntular (M.Ö. 10.600-10.000) yıllarına ait kadın süs eşyaları, taştan yapılmış hayvan figürlü heykel ve taş silahların incelenmesi sonucunda bu yörenin yaklaşık 12.000 yıl öncesi bir yerleşim alanı olduğu ortaya çıkmıştır. Neolitik çağda Hallan Çemi tepesi ile Çayönü yerleşmeleri arasında yer alan bölgenin kronolojik boşluğu dolduran bir öneme sahip olduğu kabul edilmektedir. Anadolu’nun en eski yerleşim yeri olarak Çatalhöyük kabul edilse de Çayönü ve Hallan Çemi höyüğündeki buluntular ile en eski yerleşim biriminin Batman-Kozluk sınırları kapsamında yer aldığı teyit edilmiştir. Batman ilinin yer aldığı bölge çok gelişmiş bir kültürün varlığını ortaya koyması açısından önem taşımaktadır. M.Ö.3000 yıllarında, Dicle-Fırat nehirleri arasında yer alan bölgeye “Subaru” denildiği, Sümer ve Akad’lardan kalma belgelerden anlaşılmaktadır. Yukarı Dicle bölgesine ilk yerleşenler Hurriler'dir. Hurri Babil dilinde mağara demektir. Hurri’ler kendi aralarında Hurri ve Mitani olmak üzere iki ayrı konfederasyona ayrılır. Zamanla Mitani Krallığı güçlenmiş, Hurri Krallığı ise zayıflayarak tarihten silinmiştir. Mitanilerden sonra bölgeye Asurlular ve Urartular egemen olmuşlardır . Asur lideri III.Tiglattpileser, M.Ö. 736’da doğuya yönelerek Sasun (Sason) yöresindeki Ulluba ülkesini egemenliği altına aldı. Urartu’lardan sonra bölge; İskitlerin, Medlerin, Perslerin, Selevosların, Partların, Romalıların, Bizans’ın egemenliği altında kalmıştır. (M.Ö. 653 – M.S. 639 ) İran ve Bizans’ın uzun süren egemenlik kurma savaşlarına tanıklık eden bölge, Hz. Ömer’in Kuzey Mezopotamya’yı fethiyle İslam ordusu egemenliğine girmiştir. Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de İslam ordusu egemenliğinde bulunan bölge daha sonra, Emevilerin (551-750), Abbasilerin (750-869), Hamdanilerin ve 984 yılında Mervanilerin yönetimi altında bulundu. 1085 yılına kadar Mervanilerin hüküm sürdüğü bölge, 1071 yılında Malazgirt’i ele geçiren Selçuklular tarafından, 1085 yılında Amid kuşatma altına alınarak, Silvan ele geçirilmiştir. 1183 yılına kadar Selçukluların yönetiminde bulunan bölge aynı tarihte Selahattin Eyyubi’nin seferleriyle yönetim Eyyubilere bağlı Hasankeyf Emiri Artuklu Nurettin Mehmet’e verilir. Bu tarihten itibaren başlayan Artuklu oğulları dönemi Anadolu Selçukluların 1240 yılında bölgeye egemen oluşuyla son bulur. 62 yıllık Selçuklu Hanedanlığının ardından 1304 yılında başlayan ve 92 yıl süren Mardin Artukluları dönem ise, Timur’un bölgeye hakim olması ve Diyarbakır yöresini Akkoyunlu Kara Yölük Osman Bey’e bırakmasıyla sona ermiştir. 1527 yılında Vilayet-i Kürdistan (Cizre, Bitlis, Hasankeyf, Siverek, Çemişgezek, İmadiye, Sason, Palu, Çapakçur, Eğil ) altında toplanan ve yurtluk, ocaklık, hükümet adlarıyla anılan bu yerler, (1578-1588 ) idari düzenlemesinde Diyarbakır Beylerbeyliğine bağlanmıştır. Batman’ın tarihi hakkında en eski bilgiler halk hikayeleri, mitler ve heredot tarihinde verilmektedir. Ortak verilere göre MED Kralı Abtyagestin’in torunu Kyros karşıtı Erpagazso M.Ö. 550 yılında yenilince MED asilzadeleri arasındaki utancından dolayı MED’lerin yaşadığı Media bölgesinin kuzey batı ucundaki topraklarına çekilmek zorunda kalmış. Başka bir görüşe göre de Kyros Pers egemenliği altında kalmamak için bu bölgeye yerleşmiştir. Karaçalı, sazlık ve bataklıktan oluşan bu bölgenin ortasında yapay bir adacık oluşturup, adına han obası anlamında olan “Elekhan“ denilmiştir. (M.Ö. 546 ) Elekhan 194 yıl bağımsız ve mutlu bir dönem geçirerek 352 yılında Büyük İskender’in istilasına uğramıştır. Daha sonra Lesepkoslar, Partlar, Romalılar, Sasani ve Bizansın hakimiyetine girmiştir. Artuklular, Moğollar, İlhanlılar, Celaliler, Karakoyunlu (Pezreşe) Akkoyunlular ve 1500 yılında Sevafilerin eline geçmiştir. 1638 yılında, IV. Murat’ın Bağdat seferi sırasında kendisine büyük yararlıklar gösteren Turhan oğlu Mahmut Paşa’ya Elekhan'ı içine alan Batman suyu ile Botan suyu arasında kalan bölgenin tamamını vermiştir. Bu gelişmeden sonra Elekhan halk dilinde değişikliğine uğrayarak, Elah, İluh ismini almıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında İluh adlı bir bucak merkezi olarak Siirt iline bağlıydı. 1957’de Batman adıyla ilçe, 1990 da aynı isimle il olmuştur. Batman ve yöresinde tarihi eser olarak günümüze gelebilenlerin başında; Hasankeyf’te, Eski Köprü, Rızk Camii, Ulu Cami, Sultan Süleyman Cami, Kızlar Cami, İmam Abdullah Zaviyesi, Zeynel Bey Türbesi, Küçük Saray, Büyük Saray gelmektedir. Ayrıca birçok uygarlığın yaşadığı Hasankeyf’in yanında Beksi, Bozikan, Hazro, Kandil, Rabat kaleleri de Batman’ın diğer kültür varlıklarını oluşturmaktadır.
-
Cahit Sıtkı Tarancı aSIL aDı: Hüseyin Cahit dOğUm: 2 Ekim 1910, Diyarbakır veFaT: 13 Ekim 1956, Viyana Diyarbakır il merkezinde, Cami-i Kebir Mahallesi, Cahit Sıtkı Tarancı Sokak'ta bulunan yapı 1820 yılına tarihlenmektedir Diyarbakır sivil mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak günümüze ulaşmıştır Haremlik ve selâmlık olarak inşa edilen evin selâmlık kısmı sonradan yıkılmıştır İki katlı bir yapıdır ve kesme siyah bazalt taşından inşa edilmiştir Bu binada içe dönük mimari plan uygulanmış olup, cepheler iç avluya bakmaktadır Tek katlı ahşap giriş kapısı dar bir koridorla avluya açılmaktadır Binada mekânlar, iklim şartlarına uygun olarak mevsimlere göre cephelere yerleştirilmiştirBeyaz renkli "ciz" veya "kehal" denilen süslemeler bu binada da en güzel şekilde kullanılmıştır 1973 yılında Bakanlığımıza intikal eden Cahit Sıtkı Tarancı Evi, şairin eşyaları ile Diyarbakır yöresinin etnografik nitelikli eserleriyle düzenlenerek müze-ev olarak ziyarete açılmıştır
-
DİYARBAKIR KARPUZU Diyarbakır karpuzu dünyaca ünlü ender tarım ürünlerimizden birisidir. Dicle nehri kenarında çakıllı,kumlu arazilerde yöreye özgü yöntemlerle yetiştirilen bu karpuz çeşidinin Diyarbakır’ın ekonomik,sosyal ve folklar yaşantısında değerli bir yeri bulunmaktadır. Diyarbakır karpuzunu meşhur eden en önemli özellikleri irilik ve lezzet halkı için önemli bir sosyal ve ekonomik değeri vardır. GİRİŞ : Ülkemizde hemen hemen her şehrimizin sembolü olmuş kendine özgü bir tarım ürünü vardır. Örneğin şeftali dediğimizde Bursa,incir dediğimizde Aydın,pamuk dediğimizde Anana, fındık dediğimizde Giresun,çay dediğimizde Rize illerimiz akıla geldiği gibi karpuz dediğimizde de herkesin aklına Diyarbakır ilimiz gelir. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki saydığımız bu ürünler yıllardan beri bu illerin sosyal ve ekonomik yapılarında önemli roller oynamaktadırlar ve bundan dolayıdır ki haklı olarak bu illerin sembolü olmuşlardır. 1 - DİYARBAKIR KARPUZU SÜRME ÇEŞİDİ Diyarbakır ili toplam sebze alanı 25.273 ha. dır. Bu alanda üretilen toplam sebze miktarı 514.000 ton’ dur. Bu toplam sebze üretim miktarının içinde karpuz üretiminin payı ise 276.000 ton’ dur. Bu karpuz üretiminin büyük bir çoğunluğunu da Diyarbakır karpuzu oluşturmaktadır. Her ürünümüz olduğu gibi Diyarbakır karpuzunun da kendine has özellikleri vardır. İlk göze çarpan özelliği iriliğidir. İkinci özelliği ise lezzetli oluşudur. Ancak günümüzde bu lezzetini yitirmiştir. Diyarbakır karpuzunun önceden var olan bu lezzetini yörede halen söylenmekte olan şu maniden de anlamak mümkündür. Diyarbakır karpuzu “ karpuz kuyusu” adı verilen yerlerde yetiştirilmektedir. Bu kuyular Nisan – Mayıs aylarında Dicle nehrinin çekilmesinden sonra kalan nehir yatağında açılmaktadır. Yaptığımız inceleme gezilerinde gördük ki üreticilerin nehirin çekilmesiyle kalan araziyi paylaşmaları da oturmuş bir düzen dahilinde olmaktadır. Nehir çekildikten sonra nehir kenarında arazisi olan her üretici arazisi doğrultusunda ki nehir yatağına sahip olmaktadır. Büyük karpuz yetiştirmek için açılan her kuyu,boyu 2m. genişliği 60 cm. olacak şekilde hazırlanmaktadır. Kuyuların derinliği ise taban suyuna ulaşılacak derinliğe bağlı olarak değişmektedir ve genellikle taban suyuna 40 – 60 cm. ulaşılmaktadır. Diyarbakır karpuzunun iriliğini bu kuyuların hazırlanmasında kullanılan ahır gübresi; (ki bu gübrenin özellikle çift tırnaklı hayvanlardan koyun ya da keçi gübresi olması tercih edilmektedir.) lezzetini ise güvercin gübresi vermektedir. Bu amaç için kullanılan yarasa gübresinin de iyi sonuç verdiği bilinmektedir. Buradan da anlaşılmaktadır ki organik gübrelemenin Diyarbakır karpuzu yetiştiriciliğinde önemi büyüktür. Bunun da sebebi; Dicle nehrinin kış aylarında taşıdığı su miktarı artınca karpuz yetiştiriciliği yapılan yerlere kadar nehir genişlemekte çekilirken de alıp götürmektedir. Yapılan bu gübreleme sonucunda bir tanesi 60 – 70 kg. olan karpuzlar yetiştirilebilmektedir. 35 – 40 yıl kadar önce 50 kg’lık karpuz gördüğünü yazılarında bizzat belirtmektedir. Hatta Enver Paşa’nın iki karpuzu bir deveye yüklemek suretiyle padişaha hediye gönderdiği halen söylenmektedir. Fakat daha sonra bölgeye giren hibrit karpuz çeşitleriyle Diyarbakır karpuzu rekabet edememiştir. Bunda ticari zihniyetlenme de rol oynamıştır. Yeterince ilgilenilmediği için Diyarbakır karpuzunun nesli dejenere olmuş,eski lezzet ve iriliğini yitirmiştir. Arandığında bırakın 30 – 35 kg’lık Diyarbakır karpuzunu 25 kg’lığı bile bulunamaz olmuştur. Ve bunun Diyarbakır ekonomisine büyük zararı dokunmuştur. İlk kez 1968 yılında düzenlenen karpuz festivali ile bu konuya el atılmış,üretici teşvik edilmek istenmiş ancak bu iş 1982 yılına kadar düzenli olarak yapılamamıştır. 1982 yılında konuya tekrar el atılmış 1985 yılına kadar bu festivaller düzenli olarak tekrarlanmış ve en iri Diyarbakır karpuzu yetiştiren üreticiler ödüllendirilmiştir. Bu sayededir ki bu gün 40 – 50 kg’lık Diyarbakır karpuzu bulmak artık mümkün olabilmektedir.Bunlar üreticiyi teşvik etmek amacıyla yapılan işlerdir. Ancak halen konuya bilimsel olarak yaklaşılıp da bu konuda bir bilimsel araştırma yapılmamıştır. Eskiden Anadolu insanı okuma yazma bilmezdi. Ama karnını doyuran,geçim kaynağı olarak saydığı herşey öyle güzel sahip çıkmış ve onu yaşatmak,kendisinden sonra gelen nesillerine aktarabilmek için kendince elinden geleni yapmıştır.Böylesine değer verdiği şeyleri yazamıyor çizemiyorsa da sözlü sanatı olan manilerinde,türkülerinde işlemiş böylece bunları ölümsüz kılmıştır. Anadolu insanı bu vefalılığını Diyarbakır karpuzu için de göstermiştir. Şu manilerde olduğu gibi: Diyarbakır karpuzu Ata vurdum mahmuzu Anası ceyiz ister Gel de satma öküzü Bir hanım gördüm Entarisi al Çarşafı yeşil Kopcası siyah Erkek isen bil Karpuzun irisine Uruldum birisine Analar kız verdiler Yiğidin birisine Karpuzlar biter oldu Bostanı tutar olduGel artık ey sevgilim Ayrılık yeter oldu Bu gibi manilerin daha bir çoğunu sıralamak mümkün. Ama gönül ister ki böylesine güzel ve ekonomik değeri olan bir ürünümüz yalnızca manilerde kalmasın. Bu nedenledir ki konuya el atma ihtiyacı duyduk. Günümüze yaşlılar hariç,bizler gibi yeni nesil hiçbir Diyarbakırlı bilmez ki Diyarbakır’da menekşe tarlalarının olduğunu,bunlardan menekşe rakısı yapıldığını,ya da rengarenk gül karanfil bahçelerinin olduğunu ve bunlardan gül rakısı,gül yağı üretilip,bir zamanlar Diyarbakır’da karanfil çayından başka çayın içilmediğini veya bir zamanlar en güzel aromalı şeftalinin Diyarbakır şeftalisi olduğunu ve büyük seyyahımız Evliya Çelibi’nin Seyahatnamesinde bahsettiği Dicle nehri kenarındaki fesleğen bahçelerini. Bunları öğrenince insanın oturup düşünmemesi ve düşündükçe üzülmemesi mümkün değil. Eğer bizler bir şeyler yapmasak bizden sonraki nesiller Diyarbakır karpuzunu birkaçını kaybetmeye muaffak olduğumuz manilerden öğrenecekler. Bırakın ülkemizi dünyanın hiçbir yerinde Diyarbakır karpuzunun bir benzeri yetiştirilememektedir. Hatta Amerikalılar ülkelerinde Diyarbakır iklim ve toprak koşullarına uygun bir yer bulmuştur ve yetiştirmek gayesi ile Diyarbakır karpuzunun tohumundan götürmüşlerdir. Ancak beklenen sonucu elde edemedikleri için bu işten vazgeçmişlerdir. Diyarbakır halk hekimliğinde da karpuzun ayrı bir yeri vardır. Yörede karpuzun idrar söktürücü ve böbrek taşlarını düşürücü etkisinin olduğuna inanılmaktadır. Ayrıca karpuzun hazmı çok kolaylaştırdığı da bilinmektedir. Bu konuda anlatılmakta olan bir efsane vardır ve efsane şöyledir. Lokman hekim bütün dertlerin dermanını bilen bir hekimdir. Günün birinde ölümsüzlüğün dermanını bulmak için yollara düşer. Kırları dolaşa dolaşa,diyar diyar gezenken yolu Diyarbakır’a düşer. Urfa kapısından içeri girer ve zerzevatçılar meydanına gelir. Orada gözü uzun,iri patlıcanlara takılır. (Bu patlıcanlar yöreye ait olan ve günümüzdeki Şeyhkent patlıcan çeşitidir. Güneydoğu Anadolu tarımsal Araştırma Enstitüsü bu konuya da el atmış ve Şeyhkent Patlıcan Islah projesi adı altında bu konuya yönelik ıslah çalışmaları yürütülmektedir.) ve “hayret demiş” bu patlıcanları yiyorlar da bu halk nasıl hasta olmuyor: Biraz daha yürüyüp de üst üste yığılı koca koca karpuzları görünce “ha yemekten sonra bu karpuzlardan bol bol yiyorlar hastalanmayışlarının sebebi bu” demiş.Diyarbakırlılar,karpuz yetiştiricililiğinde kullandıkları güvercin gübresi ihtiyaçlarını karşılamak için güvercin yetiştirmektedirler. Yörede güvercine “bora”,güvercin yetiştirilen yerlere ise “borahane” adı verilmektedir. Borahaneler bir kuş beslemek için oldukça büyük ve bazen da çok katlı binalardır. Kerpicten olmalarına rağmen sağlam yapılan borahanelerin iç bölümlerine “lüle”denmektedir. Yapılarda güvercinlerin girip – çıkması için yuvarlak delikler açılmıştır. Her lülenin içinde güvercinlerin tünemesi için basamaklar vardır. Ancak günümüzde bu borahanelerin bakımları yeterince yapılmamakta olup birçoğu yıkılmaya yüz tutmuştur. Diyarbakır’da karpuz ekilen yerlere “bostan” adı verilir. Karpuzun hasat zamanında Dicle nehri kenarında bulunan bu bostanlarda şenlikler düzenlenip türküler – maniler söylenirmiş. Davul,Zurna,Darbuka ve kemanlar çalar halk eğlenirmiş. İlk hasat edilen karpuz ortadan ikiye kesilir,içi çıkarıldıktan sonra boş kalan kısma kül konup üstüne gazyağı döktükten sonra ateşlenip nehire bırakılırmış. Bu işe nehir kenarındaki en yüksek köyden başlayıp aşağıya inene kadar her bostancı böyle yanan karpuzlar bıraktığından nehirin üstü alev alev yanar görünürmüş. Bu ortam gece eğlencelerine ayrı bir renk verdiğinden halk coşar çayda çıra oynarmış. Günümüzde bu şenliklerin hiçbiri yapılmamaktadır. 2 – DİYARBAKIR KARPUZUNUN YETİŞTİRME TEKNİĞİ Karpuzlarda irilik vasfı başta çeşit karakteri olmak üzere kısmen de yetiştirme ve bakım şartlarına bağlıdır. Diyarbakır karpuzunun yetiştirme tekniği alışılagelmiş karpuz yetiştiriciliğinden farklıdır. İri Diyarbakır karpuzları daha önce de belirttiğimiz gibi Dicle nehrinin çekilmesinden sonra kalan kumlu – çakıllı nehir yatağında açılan ve adına “kuyu” denilen yerlerde yetiştirilmektedir. Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki Diyarbakır’da karpuz ziraatı yalnızca bu şekilde yapılmamaktadır. Diyarbakır’da karpuz ziraatı üç şekilde yapılmaktadır. 1 – Köylerde Pınar Karpuz ve Kavunculuğu: Dere ve pınar sularından faydalanılarak yapılan karpuz ve kavun ziraatıne denir. 2 – Kuru Ziraatte Karpuz ve Kavun Ekimi: Bu tarz ekimle elde edilen karpuz ve kavuna “Beji” denir. Köylülerin sırı kendi ihtiyaçları için ektikleri bu karpuz ve kavunların verimleri ve ekonomik önemi azdır. 3 – Çay Karpuz ve Kavunculuğu: Dicle kenarında yapılan karpuz ve kavun ekimine denir. Diyarbakır’ın ünlü iri karpuzları bu yetiştirme şekliyle yetiştirilir . 1 – Kuyuların Hazırlanması: Kuyuların açılması için bahar aylarının sonuna kadar Dicle nehrinin çekilmesi beklenir. Nehir yetirince çekildikten sonra genellikle 15 –30 Nisan tarihleri arasında kuyu açmak üzere Dicle kenarına inilir. Günümüzde birim alandan kazanmak amaçlanmış olmalı ki kuyuların boyutları küçültülmüştür. Kuyular,kuyu uzunluğu 150 cm kuyu genişliği ve derinliği 40 cm. olacak şekilde hazırlanmaktadır. İki kuyu arası da 50 cm. iki kuyu sırası arasında ise 2 m. mesafe bırakılmaktadır. Kuyuların derinliği her ne kadar 40 – 60 cm. arasında değişiyorsa da derinlikte amaç su seviyesine ulaşmaktır. 2. 2 – Karpuz Fidelerinin Hazırlanması: Fideler iki şekilde hazırlanmaktadır. 2.2. 1 – Tüplü – Fide Yetiştiriciliği: Tüplere konacak harç milli kum ve elenmiş koyun gübresinden hazırlanmaktadır. 10x13 cm. boyutlarındaki her bir tüpe 3 – 4 karpuz tohumu konmaktadır. Karpuz fideleri ikişer yapraklı olunca topraklı olarak kuyular da hazırlanmış olan yerlerine dikilmektedir. 2.2. 2 – Harmanda Fide Yetiştiriciliği: Dicle kenarında suya çok yakın olan milli kumlu bir yerde karpuz fidesi yetiştirmek için yer hazırlanıyor ki buraya harman deniyor. Burada yetiştirilen fideler üç yapraklı iken buradan alınıyor,kök bölgesindeki milli kum yıkandıktan sonra kuyuda hazırlanmış bulunan yere dikiliyor. 2. 3 – Kuyularda Fide Yatağının Hazırlanması ve Fidelerin Dikimi: Açılan kuyuların her iki başında fide dikimi için küçük yastıklar hazırlanmaktadır. Tüplerden çıkarılan ya da harmandan getirilen fideler bu yastıklara dikilir. Dikim,direk kuma fidelerin kökleri su ile temas edecek şekilde yapılmaktadır. Fideler herbir kuyuda dörder fide bulunacak şekilde kuyuların sağ ve sol başlarına ikişer tane dikilmektedir. 2. 4 – Gübreleme: 2.4. 1 – Gübrenin Hazırlanması: Karpuzlara verilecek koyun gübresi ve güvercin gübresi kum ile karıştırılıp harç haline getirilerek verilmektedir. Yörede genel uygulama olarak bu karışım şöyle hazırlanmaktadır: Kuyu başına; 6 – 8 kg. güvercin gübresi, 20 – 25’şer kg. koyun gübresi ve kum. Yaptığımız inceleme gezilerinde görüştüğümüz tüm üreticilerin tecrübelerine göre güvercin gübresi ne kadar çok verilirse karpuzlar o oranda lezzetli olmaktadır. Ancak bu maliyeti artıran en büyük unsur olduğundan günümüze üreticiler bu miktarı artıramadıkları gibi bir çoğu kuyu başına 6 kg. nın da altında güvercin gübresi vermektedir. 2.4. 2 – Gübrenin Veriliş Şekli: İlk gübreleme fide dikiminden iki gün sonra yapılmaktadır. Bu ilk gübrelemede herbir kuyu başına hazırlanan harçtan yaklaşık ikişer kilogram gübre verilmektedir. Gübre su ile kökün temas ettiği bölgeye konuyor. Böylece suda çözünen organik maddeden bitki daha çabuk yararlanmış olmaktadır. Bu ilk verilen gübreye “avuç” adı verilmektedir. Birinci gübrelemeden 10 gün sonra ikinci gübreleme yapılıyor. Bu 10 gün süresince kuyu içinde bulunup da kök ile temas halinde olan su çekilmiştir. Suya ulaşıncaya kadar tekrar kazım yapılıyor. Ve çıkarılan kumlar bitkinin kök bölgesindeki daha önce verilmiş olan gübrenin üzerine konuyor. Bu kazım esnasında suya ulaşmış halde bulunan karpuz kökleri de açığa çıkarılmış oluyor. ikinci verilen gübre bu köklerin üzerine konuyor. Yani kökün sürekli olarak su ve gübre ile temas halinde olması sağlanmaktadır. Tabanda bulunan su ne kadar çekilirse kökler de beraberinde o kadar derine inmektedir. İkinci gübrelemede pratik olarak onaltı kilogramlık tenekelerle herbir kuyu başına birer teneke gübre verilmektedir. Bu gübrelemede de daha önce hazırlanmış bulunan harç kullanılmaktadır. Bu gübrelemeye “ilk taam” adı verilmektedir. Üçüncü gübrelemenin zamanı bitkinin gelişimine bakılarak tayin edilmektedir. Eğer bitki çabuk gelişip kendini toparlamışsa ikinci gübrelemede 12 – 15 gün sonra üçüncü gübreleme yapılmaktadır. Eğer bitkilerin gelişimi iyi değilse gelişimlerini tamamlamaları beklenerek üçüncü gübre ikinci gübrelemeden 20 – 25 gün sonra verilmektedir. Yörede çiftçiler tarafından bu istenmeyen bir durumdur. Çünkü bu şartlarda hasatta da en az bir 10 günlük gecikme söz konusudur ki bu da üreticinin zararına olmaktadır. Üçüncü gübrelemede önce de ikinci gübreleme de olduğu gibi tekrar taban suyuna ulaşılmaktadır. Üçüncü gübreleme esnasında yalnızca kuyunun ortası boş kalmıştır ve artık kökler karşılıklı olarak burada buluştuklarından gübre ayrı ayrı kuyu başlarına değil kuyunun tam ortasına konmaktadır. Üçüncü gübrelemede önceki teneke hesabıyla bir teneke gübre, kuyunun ortasında su ile köklerin temas ettiği yere konmaktadır. Bu gübrelemeye “son taçim” adı verilmektedir. Böylece gübreleme işlemi tamamlanmış olmaktadır. Üçüncü gübrelemeden 2 – 3 gün sonra ilk kuyu kazımında çıkarılan kum ile kuyuların üzeri kapatılmaktadır. 3 – Bakım İşleri: Gübreleme işi tamamlandıktan sonra gönümüzde önemli bir bakım işlemi uygulanmaktadır. Bir bitkiden çok sayıda meyve almak birim alandan elde edilen ürün miktarını artıracağı düşünülerek eskiden uygulanan seyretme işlemi bu gün uygulanmıyor. Çeşittin eski iriliğini kaybetmesinde bunun olumsuz etkisi olmuştur. Gübrelemeden sonra uygulanan en önemli bakım hastalık ve zararlılarla mücadele olmaktadır. Yörede üreticiyi en çok üzen hastalık etmenleri fusarim, mycoplazma; zararlılar ise aphid (yörede “gezo” adı ile bilinmektedir, ve kırmızı örümcektir,hastalık etmenlerine karşı önlem amacıyla tohum ilaçlaması yapılmamaktadır. Oysa ekimden önce tohumlar 50 – 55 cº’ lik suda birkaç dakika bekletilseler üzerlerindeki zararlı organizmalar etkisiz hale getirilebilir 4 – Hasat İşlemi: Diyarbakır karpuzu eylül ayının ilk haftasından sonra hasat edilerek satışa çıkarılmaktadır. 5 – Yetiştirilen Karpuz çeşitleri ve Özellikleri: İrilikleri itibariyle dünyaca meşhur olan Diyarbakır karpuzları yuvarlak – beyzi alacalı karpuzlar sınıfına girmektedir. Bunlar arasında özellikle sürme,pembe ve ferik adları ile tanınan çeşitler yaygın olarak yetiştirilmektedir. 1 – Sürme Çeşidi: Diyarbakır karpuzları arasında en iri olan çeşittir. Kabuk renkleri,koyu yeşil üzerinde uzunlamasına geniş dilimler halinde çizgilidir. Kırmızı renkte olan eti oldukça tatlıdır. Fakat bilhassa biraz fazla olgunluk halinde tamamen lifli bir hal almaktadır. Kabuğu kalın ve dayanıklı olduğundan hem nakliyat hemde uzun süreli muhafazaya oldukça elverişlidir. Tipik yetiştirme usulü ile yetiştirildiğinde 50 – 60 kilo hatta 75 kilo kadar iri meyveler elde edilebilmektedir. Bütün meyve olarak yenmesi hemen hemen imkansız olduğundan çoğunlukla dilimler halinde satılmaktadır. Çekirdekleri yörede yetiştirilen diğer yerli çeşitlere nazaran iri ve siyahtır. Sürme çeşidi “Sürme hırsızı” adıyla da anılmaktadır. 2 – Pembe Çeşidi: Kabuğu parlak yeşil üzerine koyu yeşil renkli çizgilerle uzunlamasına çizgilidir. Kabuğu 1.5 cm. kadar kalındır. Eti pembeye yakın açık kırmızı renktedir. Bundan dolayı pembe karpuz adını almıştır. Eti hafifçe lifli olmasına rağmen oldukça tatlıdır. Çekirdekleri küçük ve siyah renktedir. Meyvelerde ortalama ağırlık 23 – 30 kilo arasındadır. 3 – Ferik Çeşidi: Şekil ve kabuk özellikleri itibari ile sürme çeşidine benzer. Fakat meyveleri daha küçüktür. Ortalama meyve iriliği 8 – 15 kg arasındadır. Eti daha kırmızı renklidir. Çekirdekleri siyah bazende sarı olabilir. – Siyah (Kara Kış) Karpuz: Ağırlığı 5 – 20 kg arasındadır. Çekirdeği siyahtır. Yörede “siyah kışlık karpuz” adıyla anılmaktadır. Hasattan sonra kış aylarında bahara kadar adi depo şartlarında muhafaza edilmektedir. İnceleme gezime esnasında çiftçilerden tohumunu istediğimizde bu çeşidin artık yetiştirilmediğinden dolayı tohumunu bulamayacağımızı öğrendik. Bu durum beyaz kabuklu kışlık karpuz için de geçerlidir. Bu sonuç da gösteriyor ki korunmaya alınmadığında ıslah materyali olabilecek bir çok çeşidimiz kaybolmaya mahkumdur. 5 – Beyaz (Beyaz kış) Karpuz: Kara karpuz gibi bu çeşit de kış ayları sonuna kadar saklanabilmektedir. Kabuk rengi hariç tüm özellikleri “kara kış karpuzu” gibidir Diyarbakır Karpuzunun Yoğun Olarak Yetiştirildiği Köyler: Diyarbakır karpuzu,merkeze bağlı olan ve Dicle nehri kıyısında bulunan şu köylerde yoğun olarak yetiştirilmektedir. 1 – Sivritepe (Şeyhelan) Köyü 2 – Erimli (Sımakı) Köyü 3 – Tekkaynak (Yuvacık) Köyü 4 – Feri Köyü 5 – Tepe Köyü
-
BİRKLEYN MAĞARALARI Antik dönemde Dicle’nin doğu kolu olarak bilenen Bırkleyn (Dibni) Suyu’ndan Anadolu ile Kuzey Mezopotamya arasında en kolay geçiş sağlayan yollardan biri geçer. Bırkleyn Suyu bu antik yol ile kesişmeden önce yerin altına iner ve doğal bir tünelden geçtikten sonra yeniden yeryüzüne çıkar. Bu özel oluşuma Bırkleyn Mağaraları ya da Dicle Tüneli adı verilir. Antik dünyada, Bırkleyn Suyu’nun kaybolduğu bu yere “dünyanın bittiği yer” gözüyle bakılmıştır. Plinius, bu geçidi “ölülerin yer altı dünyasına giriş yerlerinden biri” olarak yorumlar. Belki de bu inanış nedeniyle Asur kralları I.Tiklatpileser ve III. Salmanassar bu özel yere kabartmalar ve yazıtlar bırakarak “ölümsüz” olmayı denediler. Birbirine paralel uzanan iki kayalığın içinde üç mağara vardır. Güneydeki kayalığın altında ve içinde Bırkleyn Suyu’nun açıktan aktığı 1 numaralı mağarada, Asur kralları I.Tiglatpileser’e ait (M.Ö 1114-1076) kabartma ile çivi yazılı kitabe; III. Salmanassar’a ait (M.Ö. 859-828)kabartma ile iki adet çivi yazılı kitabe bulunur. 2 numaralı mağaranın girişinde ise, antik çağa ait yapı kalıntıları ve yine III.Salmansar’a ait kabartma ile iki adet çivi yazılı kabartma yer alır. Diğerlerinden daha büyük olan üç numaralı mağara ise, bir doğa harikasıdır. Onbinlerce yılda oluşan sarkıt ve dikitleri ile bu mağara, yöre halkı tarafından astım tedavisinde kullanılmaktadır. Yine bu mağarada Kuzey Mezopotamya’ya özgü, Hassuna-Samarra seramikleri bulunmuştur.
-
HASUNİ MAĞARALARI Diyarbakır Silvan ilçesinin 7 km. doğusunda bulunan Hasuni Mağaraları Malabadi Köprüsü ile Hasankeyf yakınındadır. Anadolu’nun en eski mağara yerleşim yerlerinden biri olan Hasuni Mağaraları Prof.Dr.İ.Kılıç Kökten tarafından araştırılmıştır. Aynı zamanda Prof.Dr.Kılıç Kökten Diyarbakır çevresinde 1.161’i yapay, 2.418’i doğal olmak üzere toplam 3.579 mağara ve kaya sığınağını tespit etmiştir. Hasuni Mağaraları Mezolitik dönemde ilk defa yerleşime sahne olmuş, daha sonra Hıristiyanlığın ilk yıllarında ve Ortaçağda da yerleşim özelliğini sürdürmüştür. Bu mağaraların aralarındaki kayalar düzleştirilerek yollar ve merdivenler yapılmıştır. Ayrıca sarnıçlar, su havuzları, kaya kiliseleri ile atölye gibi yapılarla da burada yaşayanların sosyal yaşamları kolaylaştırılmıştır. Hasuni Mağaraları Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulunca koruma altına alınmıştır.
-
SİLVAN EVLERİ Evler genelde siyah taş denilen çok sağlam kesme taşlardan veya modern yapı malzemelerinden yapılmıştır. Damları da betonarmeden yapılmış olup taş dokusuyla uyum güstermiştir. Bazı evlerde ise alt katta yazın serin olan oturma salonları hala revaçtadır. Yeni yapılan binalar artık taş olmaktan çıkmış yeni modern araçlarla yapılıyor. dağ köylerindeki muazzam taş işçiliği birbiriyle adeta yarışırcasına ermeni ustalarının ellerinden çıkan birer sanat eseri gibi bugun bile tüm ihtişamıyla zamana meydan okurcasına dimdik ayakta duruyor. Pencereler genelde geniş ve süslemeler bulunuyor.ova köylerinde haberleşme amaçlı kullanılmak üzere insan gücü ile toprak taşınarak oluşturulan yüksek tepeler tüm havzayı birbirine bağlayarak iletişim sağlayan doğal bir ağ oluşturmuştur. Sadık Bey Kasrı - Mala Beg Azizoğlu Konağı Silvan Kalesi üzerine yapılan Silvan Evleri Bedri Bey Konağı - Gazi İlk Okulu Hatip Bey Konağı Silvan Müzesi Silvan Evleri - Giriş Kapısı
-
DİYARBAKIR KİLİSELERİ MERYEM ANA KİLİSESİ MOR YAKUP KİLİSESİ SURP GRAGOS ERMENİ KİLİSESİ SAINT GEORGE KİLİSESİ MAR PETYUN (KILDANİ KATOLİK) KİLİSESİ ÇELTİK KİLİSESİ ANTİK HASUN KAYA KİLİSESİ HASUN ŞEHİR KİLİSESİ
-
DİYARBAKIR EVLERİ VE KÖŞKLERİ Cemilpaşa Konağı - Diyarbakır Erdebil (Berderipir) Köşkü Cahit Sıtkı Tarancı'nın Evi Gazi (Seman) Köşkü Diyarbakır Evleri (Dengbej Evi) Belediye Konukevi Diyarbakır Bağ Evleri
-
DİYARBAKIR EVLERİ Diyarbakır, sivil mimari yönünden Güneydoğu Anadolu’nun en zengin örneklerini bir araya getirmiştir. Yaklaşık 5 bin yıllık bir geçmişi olan Diyarbakır, Anadolu’nun bütün tarihi dönemleri yaşamış bundan ötürü de büyük çoğunluğu günümüze gelebilen sivil mimari örneklerini bu uzun geçmişin bir ürünü olarak korumuştur. Diyarbakır’ın ünlü sur ve kalelerinin yanı sıra camileri, medreseleri, türbeleri, dergahları, hanları, hamamları, köprüleri ve sivil mimari örneklerinin de kendisine özgü bir konumu olmuştur. İklim koşullarından ötürü yapılarda farklı yapım teknikleri uygulanmıştır. Şehrin tarihi kimliğinin yanı sıra iklim koşulları da sivil mimaride en uygun biçimde kullanılmıştır. Bu arada yerel malzemeler ile dışarıdan getirilenler yapılanmada büyük rol oynamıştır. Diyarbakır sivil mimarisinin oluşmasında surlar önemli bir rol oynamaktadır. Surlar kentin genişlemesini sınırladığı için sur içinde yoğunlaşma artmış, evler birbirine bitişmiş, sokaklar daralmıştır. Bu tür bir sıkışıklık sokakların şekillenmesinde ve mahremiyeti sağlamak için evler, sokaklardan yüksek duvarlarla ayrılmıştır. Roma döneminde kalan ve günümüzde de halen kullanılan kanalizasyon ağı, mimari dokunun eskiden de sıkışık olduğunu göstermektedir. Diyarbakır evleri genel olarak düzensiz bir geometri ile birbirinden ayrılır ya da birbirlerine yaklaşır. Atatürk, l937 yılında burayı ziyaretinde kentin imarı için verdiği emirde Diyarbakır’da yeni yapılanmanın yanı sıra sivil mimari örneklerinin de korunması gerekliliğini vurgulamıştır; “Yeni Diyarbakır kurulur ve eski Diyarbakır da imar ve tezyin edilirken, tarihi kıymeti haiz tek bir eser hırpalanmayacaktır ve iyi bir surette muhafaza edilecektir.” Diyarbakır evleri köylerde ve şehirlerde farklı ev tiplerinin olduğu açıkça görülmektedir. Köy ve kasaba evlerinde Orta ve Doğu Anadolu’nun ker**** duvarlı, toprak damlı, küçük pencereli, çamur veya tezekle sıvanmış evleri çoğunluktadır. Bu evler tek katlı, uzun ağıllıdır ve geniş bir avlu içerisinde yer almışlardır.Yazların çok sıcak, kışların da çok soğuk geçtiği Diyarbakır evlerinde avluların büyük önemi vardır. Bundan ötürü de yerleşim ve yaşam avlu etrafında yoğunlaşmıştır. Dış dünyadan soyutlanmış ve kendi mahremiyeti içerisinde ev halkı burada yazın sıcağına, kışın soğuğuna karşı yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Yazlık, kışlık ve baharda kullanılan mekanlar aynı ev şeması içerisine yerleştirilmiştir. Diyarbakır evlerinin bütün bölümleri avlu ile bağlantılıdır. Bu avlulardan bodrum ve sergah için alt kata, oda, sofa, eyvan, ara katlar, üst katlardaki odalar ve dam için yukarıya yönelirler. Evlerde oda sayıları ailenin büyüklüğüne göre değişmektedir. Diyarbakır evlerinde bahçenin de büyük önemi vardır. Evler şehrin dar sokakları, yüksek avlu duvarları içerisine kapanmışlardır. Avlu ve bahçeye girildiğinde dış dünyadan tamamıyla ayrılır; havuz, açık eyvan, tulumba, kuyu ve merdivenlerle bu avluda karşılaşılır. Avlularda yer alan havuzların da ayrı birer görünümleri vardır; bunların bazılara dikdörtgen, elips, sekiz köşeli ve dilimli daire şeklindedirler. Havuz kadar önemli olan havuzdan boşalan sular için yapılan su kanalcıklarıdır. Eski çağlardan itibaren bu evlerin muntazam kanalizasyon yolları da bulunmaktadır. Ayrıca Diyarbakır’a l5 km. uzaklıktan Gözeli’nden getirilen Hamravat Suyu her eve künklerle dağıtılmıştır. Bu su Diyarbakır’a kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle getirilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman 1549’da İran seferi nedeniyle Halep’ten dönerken yolda hastalanmış ve Diyarbakır’da kalmıştır. Karacadağ’da istirahat eden padişah sağlığına kavuşunca da Hamravat suyunun şehre getirilmezsini emretmiştir. Bunun için Vali Bali Paşa görevlendirilmiş, Mimar Sinan’ın kalfalarından Kastamonulu Kasım Çelebi künklerle şehre sular getirilmiştir. O günden bugüne kadar şehir içerisinde bir su dağıtım şebekesi kurulmuştur. Nitekim günümüzde söylenen “ Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözü o günlerden kalmıştır. Bu yüzden de her eve ayrı ayrı havuzlar yapılmıştır. Diyarbakır evlerinde havuz, vazgeçilmez bir unsurdur. Zengin evlerinde bazen bu havuzların eyvanın içerisine kadar girdikleri görülmüştür. Bazı örneklerde buralara küçük selsebiller eklenmiştir. Bunun da nedeni selsebillerin eve serinlik sağlamasıdır. Ataerkil aile yapısına sahip olan Diyarbakır’da evler büyük aile yapısına uygun olacak biçimde düzenlenmiştir. Bunun yanı sıra eski köylerde geniş kemerli, eyvanlı eski taş yapılarla da karşılaşılmaktadır. Bu tür evler daha çok Diyarbakır’ın eski yerleşim alanlarında bulunmaktadır. Diyarbakır evlerinde suyun, sıcaklığın, soğuğun da büyük etkisi vardır. Diyarbakır surları dışında kalan evlerde surlarda kullanılan taşların benzerleri kullanılmış, üzerleri toprak damla örtülmüştür. Evlerde kullanılan ana malzeme lavların püskürtmüş olduğu bazalt taşlarıdır. Bu taşların işlenmelerinin kolay olmasının yanı sıra aynı zamanda klima işlevini de sürdürmeleri yörede kullanılmalarının başlıca nedenidir. Ayrıca bazalt taşı suyu emmez. Dona, darbelere, asitlere, sürtünmeler karşı dayanıklıdır ve renk değiştirmezler. Kalker taşı Diyarbakır’a dışarıdan getirilmektedir. Bu nedenle ve pahalı oluşundan ötürü de ancak süs malzemesi olarak zengin konaklarında dekoratif nitelikte kullanılmıştır. Diyarbakır’ın ormanlık alanlarının olmaması ahşabın yapılanmada ikinci planda kalmasına ve yalnızca dekoratif olarak kullanılmasına yol açmıştır. Bununla beraber Diyarbakır’da bulunan kavak ağacından da yararlanılmıştır. Esnemeye belirli ölçülerde dayanıklı oluşundan ötürü de çoğunlukla tavan kirişlerinde kullanılmıştır. Bununla beraber doğramalık kereste dışarıdan getirilmiştir. Evlerde bağlayıcı unsur olarak kireç kullanılmıştır. Duvarlarda görünen yerlere ince yontma taşlar, onların arka yüzlerine moloz taşlar dizilmiştir. Taşlarda iç sıra ile dış sıra birlikte örülür. Bu yapı tekniği Roma ve Bizans duvarlarında da görülmüştür. Tuğla üst örtülerde pek fazla görülmemektedir. Diyarbakır evleri, dış baskınlara karşı korunaklı olarak yapılmış, avlu çevresinde gelişmiştir. Evlerin plan düzeninde de iklimin büyük etkisi olmuştur. Bunun içinde, çoğu kez dar sokaklarda bulunan evlerin dışa açılan pencereleri oldukça azdır. Dışarıdan şekilsiz görülen bu evlerin içerisi bezeme yönünden oldukça zengindir. Ahşap işçiliğine ve çeşitli boyalı nakışlara içeride, özellikle tavanlarda geniş yer verilmiştir. Zenginlere özgü evlerde tepe pencerelerinde renkli camlar, alçı içlik pencereler değişik şekillerde kullanılmıştır. Bu tür tepe pencereleri de evlere ayrı bir hava vermiştir. Diyarbakır’ın zenginlere özgü evleri harem ve selamlık olmak üzere iki ayrı bölümden meydana gelmiştir. Bu bölümlerin dışarıdan birbirlerinden ayrı girişleri vardır. İçerideki bağlantıları da döner dolapların yardımıyla sağlanmıştır. Ancak günümüz Diyarbakır evlerinde, yakın tarihlerde yapılan yapılanmalarda bu düzen tamamen ortadan kalkmıştır. Avluya açılan odalar yazlık ve kışlık olarak avlunun değişik yönlerine iklim koşulları dikkate alınarak yerleştirilmiştir. Diyarbakır evlerinde eyvanların da büyük önemi vardır. Bu evlerin odağı avlulu evlerdeki eyvanlardır. Diyarbakır’da eyvansız ve avlusuz ev bulunmamaktadır. Eyvanın görevi avlu ile evin kapalı mekanları arasında yarı açık alan olmasıdır. Bu yöredeki eyvan ön yüzü avluya açılan ve serinlemeye yönelik bir bölümdür. Daha çok da sıcak ülkelerde görülmektedir. Diyarbakır da eyvanlar tek gözlü, iki gözlü ve üç gözlü olarak bölümlere ayrılmaktadır. Ev sahiplerinin maddi güçlerine göre evlerde eyvan sayısı da artmaktadır. Bunların altlarında bodrumlar bulunmaktadır. Bununla beraber altlarında bodrum bulunmayan eyvanlara da Diyarbakır’da rastlanmaktadır. Diyarbakır evlerinde odalar kapalı alanlarda yer alır ve bunlar yemeye, oturmaya ve yatmaya ayrılmışlardır. Bu odalar doğrudan avluya açılabildiği gibi eyvanlarla da bağlantılıdır. Avludan veya avludan bağlantılı odalar arasında da bazı farklılıklar bulunmaktadır. Avludan girilen odalar doğrudan doğruya toprağa oturmaktadır. Evlerin dışarısında ve içerisindeki pencereler, merdiven kenarları demir parmaklıklarla hareketli bir görünüme ulaşmıştır. Evlerin içerisindeki duvarlara kapıları olmayan nişler ve dolaplar yerleştirilmiştir. Alt kattaki zeminler betona benzer bir örtü ile kaplanmıştır. Kışın bunların üzerine halılar, düz yaygılar serilir, yazın da bunlar kaldırılırdı. İkinci katlar genellikle sokağa bakan odalar konsollar ve bağdadi şahnişler, cumbalar ile dışarıya taşırılmıştır. Buradaki odaların zemini şahnişlerden biraz daha yüksek tutulmuştur. Pencereler daha alçak olup, sedirlerin üzerinde oturanların, oturdukları yerden rahatça dışarıya seyredebilmeleri sağlanmıştır. Bu tür odalara yörede örtme odalar ismi verilmiştir. Dar sokaklarda bulunan odaların karşı evlerin duvarlarına yakınlığından ötürü bu yöne pencereler açılmıştır. Ancak avluya bakan cephelerde pencere sıralarına fazlaca yer verilmiştir. Diyarbakır evlerinin bir özelliği de sertaplardır. Sıcak yaz günlerinde eyvan ve avlular yetersiz kalınca buna önlem olarak bir nevi sığınak olan sertaplar yapılmıştır. Bunlar evlerin yerleşme planı içerisinde bir tür bodrum odası olup avluya açılırlar ve kuzeye yöneliktirler. Diyarbakır Cahit Sıtkı Tarancı evinde olduğu gibi bazı örneklerde iki basamakla içerisine girilen dikdörtgen mekanlardır. Bunların uzun kenarları avluya bakar ve iki, üç pencere ile aydınlatılmışladır. Evlerin üzeri çoğunlukla sıkıştırılmış toprak damla örtülmüştür. Bu tür toprak damlar yazın sıcağına karşı korunaklı, kışın da soğuğundan arındırılmıştır. Yaz aylarında bu toprak damların üzerine taht denilen karyolalar kurulur. Oldukça yüksek olan tavanlarda üst örtüde tavan kirişleri düzgün uzun kavak ağaçlarından yararlanılmıştır. Diyarbakır evlerinde odalar avluya açıktır. Ancak şahnişleri sokağa bakar, pencereler kafeslidir. Diyarbakır evlerinin her birisinde mutlak bir avlu bulunmaktadır. Bu avlular bazalt kesme taşından muntazam olarak yapılmıştır. Avlu zemininden bir iki basamakla çıkılan eyvanların üç tarafı penceresiz olarak kapalı, avluya bakan tarafı da tamamen açıktır. Çoğunlukla bu avlular iklimden ötürü kuzeye yöneliktir. Eyvanların arkasındaki odalar evin en geniş ve en ferah odasıdır. Mutfakların yüzleri avluya bakar ve çoğunlukla bir kemerle avludan ayrılmışlardır. Rüzgarı az, güneşi bol olan evlerin kuzey yönleri mutfak için ayrılmıştır. Mutfağa avludan düz ayakla geçilir. Mutfakların altına bu nedenle bodrum, kiler gibi bölümler yapılmamıştır. Mutfaklarda su ve ısıtma tesisatına da rastlanmaz. Bunun için evin bu işle uğraşanları mutfağa yakın yerde yemek hazırlığını yapar ve mutfağa yalnızca pişirme amaçlı olarak girerlerdi. Diyarbakır evlerinde helalar avlu ile doğrudan bağlantılı olarak sokağa en yakın yerde yapılmıştır. Bunun da nedeni kanalizasyon kanallarının boylarının sağlık açısından kısa tutulmasındadır. Kesme taştan meydana gelen evlerin taş aralarına derzler yapılmış, bunlar evlerin görüntüsüne değişik bir şekil vermiş ve bazı örneklerde de üzerlerine motifler de işlenmiştir. Bu derzleri terkibi günümüzde de bir türlü çözülememiştir. Cephelerde uygulanan beyaz-siyah cephe düzeni avlu ve ev duvarlarında çok sık kullanılmıştır. Horasan harcın kullanılması yörede ikinci plandadır. Diyarbakır evlerinde merdivenlerin de ayrı bir yeri vardır. Bunlar avlulardan eve girişlerde sağır duvarlara yaslanırlar. Odalara çıkan merdivenler oldukça sadedir. Diyarbakır evlerinde süslemeler evlerle bütünleşmiştir. Evlerde en çok süslenen bölümler avluya bakan cepheler olmuştur. Bunlarda taş içliğinin örnekleri ile karşılaşılır. Duvara gömülü geometrik şekiller , dilimler, zikzaklar en yaygın olan örneklerdir. Diyarbakır evlerinin demir parmaklıkları, alçı tepe pencereleri, renkli camları, alçı tepe pencereleri, vitrayları, ahşap kapı ve doğramalar, saçak bordürlerinin çoğu evlerin bazıları yıkıldığından müzelere taşınmıştır. Ahşap malzeme olarak çoğunlukla çıralı çam kullanılmıştır. Evlerin alt katlarına depo ve kilerler yerleştirilmiştir. Diyarbakır evlerinde odaların içerisinde banyo düzenine, gusülhaneye pek rastlanmaz. Yalnızca birkaç evde özel olarak yapılmıştır. Evlerin ayrı hamamları vardır. Bunlar küçük ölçüde kurnalı yapılardır. Hamamların soyunma ve sıcaklık bölümleri vardır. Bunlar avludan tepe pencereleri ile aydınlatılırlar. Bu evlerin ana yapım malzemesinin taş, toprak oluşu da onların uzun süre ayakta kalmalarını sağlamıştır. Çinili bezemeye, demir lokumlu parmaklıklara, tuğla, sırlı tuğla süslemelere evlerde rastlanmaktadır. Ancak ev duvarlarında sülüs nesih yazılı kitabeler taşa oyularak duvarlara yerleştirilmiştir. Diyarbakır’ın eski evlerine Balıkçılarbaşı, Savaş Mahallesi’nde,Yukarı Al Emiri Sokak’ta Köprülü Sokak’ta, İshak Sükuti Sokak’ta, Küçük Sürgü Sokak’ta, Büyük Sürgü Sokak’ta Küçük Kavas Sokağı’nda, Orta Kavas Sokağı’nda, Saatçi Sokak’ta, Zingilli Sokak’ta, Yumurtacı Sokak’ta; Cemal Yılmaz Mahallesi Dutlupınar Sokak’ta, Muallak Sokak’ta; Hasırlı Mahallesi Çizmeci Sokak’ta; Fatihpaşa Mahallesi Kumlu Sokak’ta; Özdemir Mahallesi Sabuncu Sokak’ta, Direkçi Sokak’ta; Süleyman Nazif Mahallesi Ocak Sokak’ta; Abdal Dede Mahallesi Teyze Sokak’ta, Deve Hamamı Sokak’ta, Özbay Sokak’ta; Ziya Gökalp Mahallesi Behram Paşa Sokak’ta Sülüklü Sokak’ta, Lale Sokak’ta, Dabanoğlu Mahalle Çelikmen Sokak’ta Orta Karataş Sokak’ta, İnönü Mahallesi İskender Paşa Sokak’ta,Telgrafhane Sokak’ta görülmektedir. Bunların yanı sıra Arap’ın Köşkü, seman Köşkü, bugün Muş Oteli olarak kullanılan yapı, Üstünler Evi, Azizoğulları Evi ile Ziya Gökalp Müzesi olarak kullanılan yapı Diyarbakır’ın en önemli ve tanınmış sivil mimari örnekleri arasındadır.
-
MALABADİ KÖPRÜSÜ Diyarbakır Silvan yakınlarında ve Batman çayı üzerindedir. Artuklular döneminde 1147 yılında Timurtaş bin İlgazi bin Artuk tarafından yaptırılmıştır. 7 m. eninde ve 150 m. uzunluğunda bir köprüdür. Yüksekliği, su seviyesinden kilit taşına değin 19 m.'dir. Renkli taşlarla inşa edilmiş, onarımlarla günümüze kadar ulaşmıştır. Malabadi Köprüsü dünyada taş köprüler içerisinde kemeri en geniş olandır. Köprü, Diyarbakır'ın Silvan ilçesi sınırları içerisindedir. Kemerin her iki yanında, iç tarafta kervan ve yolcular tarafından, özellikle kışın zorlu günlerinde barınak olarak kullanılan iki oda bulunmaktadır. Köprü nöbetçileri tarafından da kullanılan bu odaları daha önceleri dehlizlerle yolun dipleri ile bağlantılı olduğu, gelen kervanların ayak seslerinin bu dehlizler vasıtası ile daha uzaklarda iken duyulduğu söylenir. Her biri başka uzunluklarda ve kırık hatlar halinde üç bölümden oluşan köprü, doğu ve batıda hafif eğimlerle yollara bağlanmıştır. Orta bölüm kayalıklar üzerine oturtulmuş bir kitle halindedir. Burada sivri şekilde ve 38.60 m açıklıkta çok büyük bir kemer ile sepet kulpu şeklinde, 3 m açıklıkta küçük bir kemer vardır. Üçüncü bölüm fark edilir derecede birinci kısma paralel bir durum arzeder Burada sivri kemerli iki açıklık ve ayrıca yola bağlanan yer yakınında da bir açılık görülür. Böylece köprü, biri çok büyük olmak üzere beş gözlüdür. Köprünün boyu 150 m, eni 7 m, yüksekliği ise alçak su seviyesinden kilit taşına kadar 19 m'dir. köprü renkli taşlarla inşa olunmuştur. Büyük kemerin iki tarafında 4.5-5.3 m ölçüde, iki hafif kemerli odacıklar, büyük kemerin üstü ortasında, gelip geçişin kontrol edildiği 5 m genişlikte kargir bir kapı ve bunun iki tarafında da ayrıca iki kapı vardır. Bunlardan Batman tarafındaki kalmış, diğeri yıkılmıştır. Bunların sol taraflarından birer merdivenle odacıklara inilir. Bu odalar yüksek tavanlı ve tuğla örtülüdür. Pencereleri geniş ve büyüktür. Evliya Çelebi köprüyü şu şekilde tanıtmaktadır: “Köprünün iki tarafında kale kapıları gibi demir kapıları vardır. Bu kapıların içinde, sağ ve solda köprünün temeli beraberliğinde, kemerin altında hanlar vardır ki gelip geçen, sağdan ve soldan geldikleri vakit misafir olurlar. Köprünün kemeri altında birçok odalar vardır. Demir pencereler şahneşinlerine misafirler oturup, kemerin karşı tarafındaki adamlarla kimi sohbet eder, kimi ağ ve oltalarla balık avlarlar. Bu köprünün sağ ve solunda da nice pencereli odalar vardır. Köprünün sağ ve solundaki bütün korkuluklar Nehcivan çeliğindendir. Ama demirci ustası da var kudretini sarf ederek bir türlü sanatlı kafesli korkuluklar yapmış ve doğrusu elinin ustalığını göstermiştir. Doğrusu, üstad mühendis var kuvvetini sarfederek bu köprüde öyle sanatlar göstermiştir ki, bu işçiliği geçmiş mimarlardan hiç birisi göstermemiştir. Albert Gabriel de köprü içine şöyle demektedir: “Modern statik hesabının olmadığı devirde bu açıklıkta o zaman için böyle bir eser hayranlık ve takdiri muciptir. Ayasofya’nın kubbesi köprünün altına rahatlıkla girer. Balkanlarda, Türkiye’de, Orta Şark’ta bu açıklıkta, bu yaşta köprü yoktur.”
-
DİYARBAKIR KÖPRÜLERİ Silvan Köprüsü (Ongözlü) Kara Köprü - Pıra Reş Devegeçidi Köprüsü Kemuk Köprüsü
-
KALELER Çermik Kalesi (Çermik) Diyarbakır, Çermik ilçesinin batısındaki bir tepe üzerinde kale kalıntıları bulunmaktadır. Bu kalenin ne zaman yapıldığı kesinlik kazanamamıştır. Ancak, Osmanlılar burayı ele geçirdikleri zaman yörede yaşayan halkın büyük çoğunluğu bu kalede idi. Çermik’in fethinden sonra halk burasını terk ederek ovaya inmiştir. Çermik Kalesi Osmanlı fethi sırasında top ateşleri ile yıkılmış ve yeniden onarılmasına da gerek görülmemiştir. Kale, yüksek ve oldukça kayalık bir yerde olup, kalenin içerisinden Sinek Çayı’na kayaların oyulması sureti ile 150-170 m. uzunluğunda bir yer altı geçiti yapılmıştır. Günümüzde harap halde olan kalenin kitabesi bulunamamıştır. Yalnızca İçkale’nin kapısı birkaç sarnıç, dört su kuyusu ve bir de eski bir kiliseye ait duvar kalıntısı dikkati çekmektedir. Kale içerisinde Berber Dükkanı diye isimlendirilen, kayalara oyulmak sureti ile 3.00x4.50 m. ölçüsünde bir mekan ortaya çıkarılmıştır. Bu mekanın yüksekliği 1.55 m. olup, kuzey, güney ve batısında oturma yerleri bulunmaktadır. Kalede çok sayıda ok uçlarının bulunması yerleşimin oldukça eski yıllara kadar indiğinin kanıtıdır. Eğil Kalesi (Eğil) Diyarbakır’ın Eğil ilçesinde, Dicle Vadisinin kıyısında bulunan kale, yöredeki en eski kalelerden birisidir. Ancak ne zaman ve kimin tarafından yaptırıldığı bilinmemekle beraber, MÖ.VII.yüzyıldan kaldığı sanılmaktadır. Kale tek parça büyük bir kayanın üzerine yapılmıştır. Kalenin bulunduğu kayanın etekleri ve yanları yontulmuş ve böylece daha dik bir konuma getirilmiştir. Günümüze yalnızca surların kalıntıları, sur içerisindeki bazı yapıların temelleri ve sarnıçlar gelebilmiştir. Kalenin batısındaki bir kaya üzerinde de Asur hükümdarlarına ait yazılı bir stel bulunmuştur. Burada Asur hükümdarlarına ait kaya mezarları da bulunmaktadır. Ayrıca kaleden Dicle Nehri’ne inen, kayaların oyulması ile yapılmış merdivenli bir de yolu vardır. Antak Kalesi (Lice) Diyarbakır, Lice ilçe merkezinin 15 km. güneydoğusunda Kayacık ve Kabak Kaya Köyü’nde bulunan Antak Kalesi’nin ne zaman ve kimin tarafından kurulduğu kesinlik kazanamamıştır. Bununla beraber kalenin Roma döneminden kaldığı ve 532 yılında Bizans imparatoru I.Iustinianus tarafından onarıldığı sanılmaktadır. Ebu Abdullah Muhammed bin Ömerü’l Vakadi’nin yazmış olduğu kitapta bu kalenin hicretin 17.yılında, VII.yüzyılda Diyarbakır bölgesini ele geçirmek isteyen Iyaz bin Ganem ve Halid bin Velid tarafından Diyarbakır’ın fethinden hemen sonra Arapların eline geçtiğini yazmaktadır. Kalenin ismi farklı kaynaklara değişik isimlerle geçmiştir. Eski Arap kaynaklarında Hetax, Silvanlı tarihçi İbnü’l-Ezrak da Hatak olarak bu kaleden söz etmişlerdir. Bununla beraber bir çok kaynakta da Atak olarak geçmiştir. Burada bulunan Entak şehri Mervaniler ve Artukoğulları döneminde (X.-XIII.yüzyıl) önemli bir yerleşim yeri idi. Yavuz Sultan selim’in Çaldıran Savaşı’ndan (1514) sonra kale Osmanlıların eline geçmiştir. Evliya Çelebi bu kaleden “Kale nehir kenarında yüksek bir tepe üzerinde, dört köşe taş yapılı güzel bir kaledir” diye söz etmiştir. Kaleden günümüze yalnız temelleri gelebilmiştir. Kalenin üzerinde yıkık bir cami kalıntısı bulunmaktadır. Güneyinde de Ak Kilise isimli bir kilise kalıntısı vardır. Zülkarneyn Kalesi (Çeper Kalesi) (Lice) Diyarbakır, Lice ilçesinin Çeper Köyü yakınlarında bulunan bu kale dağların ovalara açıldığı dar bir geçidin ortasındadır. Ovaya hakim bir konumdadır. Halk arasında bu kaleye Çeper, Şeter kalesi gibi isimler de verilmiştir. İskender-i Zülkarneyn’in buradan geçtiği ve bu kalede misafir edildiği, bundan ötürü de bu kaleye Zülkarneyn Kalesi isminin verildiği yöre halkı tarafından söylenmektedir. Bununla birlikte kalenin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesinlik kazanamamıştır. Büyük olasılıkla MÖ.VI.yüzyılda bölgeye hakim olan Persler tarafından kurulduğu sanılmaktadır. Kale surlarının büyük bir bölümü yıkılmış, günümüze ancak sur temelleri, surlara ait üç burç kalıntısı gelebilmiştir. Kalenin çevresindeki köyler bu kalenin taşlarını sökerek kullanmışlardır. Bu da kalenin harap olmasını hızlandırmıştır. Evliya Çelebi bu kaleden söz etmiştir: “Makdisi tarihine göre meşhur İskender-i Zülkarneyn buradaki hayat suyunu içince iyileşmiş ve boynuzları düşmüş. Bunun üzerine 315 gün içinde bu kale tamamlanmıştır. Burç ve kuleleri büyük taşlarla yapılmış olup beşgen şeklindedir.”