-
İçerik Sayısı
2.917 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
2
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
_asi_ tarafından postalanan herşey
-
Muş Camileri Ulu Cami (Merkez) Muş il merkezinde, Alâeddin Bey ve Hacı Şeref camilerinin batısında bulunan Ulu Cami’nin kitabesi günümüze gelemediğinden yapım tarihi ve banisi bilinmemektedir. Bununla beraber caminin avlusunda gömülü bulunan Şeyh Muhammed-i Mağribi tarafından h.979’da (1571) yaptırıldığı söylenmektedir. Ancak bu söylenti kesin bir belgeye dayanmamaktadır. Yapı üslubundan XIV.yüzyılın ikinci yarısında yapıldığı sanılmaktadır. Cami kesme taştan dikdörtgen planlı olarak yapılmıştır. Caminin önünde üç kubbeli bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Giriş kapısı sivri kemerli bir niş içerisinde olup, kesme taştandır. Caminin batı yönündeki ana mekâna iki kemerle açılan, üzeri çapraz tonozlu ek yapının sonradan buraya eklendiği sanılmaktadır. Bu mekâna da küçük bir mihrap yerleştirilmiştir. İbadet mekânı orta bölümü pandantifli dıştan sekizgen kasnaklı ve basık bir kubbe ile örtülmüş, kubbe dışında kalan alanlar beşik tonozludur. Mihrap oldukça sade ve bezemesizdir. İç mekân batı duvarı dışındaki duvarlarda bulunan ikişer pencere ile aydınlatılmıştır. Caminin orijinal minaresi günümüze gelememiş olup, bugünkü minare Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1968 yılında yaptırılmıştır. Depremden zarar gören minare 1972 yılında bir kez daha onarılmıştır. Son cemaat yerinin içerisindeki minare kaidesi kesme taştan, dikdörtgen planlı olup, tek şerefeli minarenin gövdesi yuvarlak, üzeri zikzak motifleri ile hareketlendirilmiştir. Hacı Şeref Camisi (Merkez) Muş il merkezinde, Selçuklu döneminde yapılmış olan ve günümüze yıkık durumda gelebilen Arslanlı Han’ın içerisinde bulunan bu caminin yapım tarihi ve banisi kitabesi günümüze ulaşamadığından kesinlik kazanamamıştır. Yapı üslubundan XVII.yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Cami Sultan II.Abdülhamit tarafından h. 1318 (1900) tarihinde yeniden yapılırcasına onarılmıştır. Cami kesme taştan, kare planlı olarak yapılmıştır. Ahlat taşından yapılmış olan son cemaat yeri daha geç dönemde eklenmiştir. Son cemaat yeri dışa kapalı olup, üzeri kubbeli, üç bölüm halindedir. Giriş kapısı kesme taştan, sivri kemerli bir niş içerisindedir. İbadet mekânını ortada büyük merkezi bir kubbe, yanlarda da daha küçük basık kubbeler örtmüştür. Mihrap yuvarlak kemerli bir niş şeklinde, oldukça sade ve bezemesizdir. Caminin batısındaki minare kaidesinin üzerinde bulunan bir kitabeden 1902 yılında yapıldığı yazılıdır. Minare kaidesi kesme taştan olup, tek şerefeli, yuvarlak gövdeli minare, iki renkli taşlarla zikzak ve geometrik motiflerle bezelidir. Alaaddin Bey Camisi (Merkez) Muş il merkezinde bulunan bu camiyi XVIII.yüzyıl başlarında Vali Alaeddin Bey tarafından yaptırılmıştır. İlk yapımında medrese ve imareti de olan bu yapı topluluğundan günümüze yalnızca camisi gelebilmiştir. Cami kesme taştan kare planlı olarak yapılmıştır. Önünde basık kubbeli, üç bölümlü son cemaat yeri bulunmaktadır. Camiye giriş kapısı kesme taş çerçeve içerisine alınmış bir niş şeklinde olup, iki yanına kabartma kandil motifleri yerleştirilmiştir. İbadet mekânı ortada büyük, yanlarda da küçük kubbelerle örtülmüş dokuz neften meydana gelmiştir. Mihrap nişinin iki yanında sütunçeler bulunmakta olup, bitkisel motiflerle bezenmiştir. Bu bezemeler XIX.yüzyılın sonlarında yapılmış ve sanat tarihi yönünden bir özellik taşımamaktadır. Caminin kuzeybatısındaki minare iki renkli taştan yapılmıştır. Kesme taştan kare kaide üzerine yuvarlak gövdeli, tek şerefelidir. Kaide ile yuvarlak gövde arasına sağır nişler yerleştirilmiştir. Gövdenin ortasına iç içe geçmiş bitkisel motiflerden oluşan bir kuşak yerleştirilmiştir. Esenlik Camisi (Bulanık) Muş Buanık ilçesi Esenlik Köyü’nde bulunan bu camiyi Selçuklu döneminde Şeyh Abdülmelik 1194 yılında yaptırmıştır. Cami Ahlat taşından dikdörtgen planlı olarak yapılmıştır. Yapı üslubu Selçuklu Ulu Cami plan tipini andırmakta olup, iç mekân sahınlara ayrılmıştır. Orta sahın basık bir kubbe ile örtülmüştür. Caminin dış duvarları taş payandalarla desteklenmiş, içerisi dört pencere ile aydınlatılmıştır. Kubbe kasnağında da dört küçük penceresi bulunmaktadır. Mihrap yuvarlak niş şeklinde dışarıya çıkıntılıdır. Minaresi günümüze gelememiştir. Değişik dönemlerde yapılan onarımlar nedeniyle orijinalliğinden kısmen uzaklaşmıştır. Mollakent Camisi (Bulanık) Muş ili Bulanık ilçesi Mollakent Köyü’nde bulunan cami kitabesinden öğrenildiğine göre 1290 yılında Şeyh İbrahim tarafından yaptırılmıştır. Cami Ahlat taşından, dikdörtgen planlı olarak yapılmıştır. İbadet mekânının üzeri dört küçük kubbe ile örtülmüştür. Değişik dönemlerde yapılan onarımlarla özelliğini kısmen yitirmiştir.
-
Muş Köprüleri Muş’a 10 km. uzaklıkta Muş-Varto yolu üzerinde, Murat Nehri üzerinde bulunan bu köprünün kitabesi bulunmadığından yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Selçuklu döneminde yapıldığı ileri sürülmüşse de bu iddia kesinlik kazanamamıştır. 1817 tarihli mermer onarım kitabesinden de bu tarihte onarıldığı anlaşılmaktadır. Köprü kesme taştan yapılmış, 143 m. uzunluğunda olup, genişliği 4.77 m.dir. Su seviyesinden yüksekliği ise 16-18 m. arasındadır. Köprü on iki gözlüdür. Bu gözler kalın taş ayaklar üzerine hafif sivri kemerlidir. Köprü ayakları üzerinde tahfif kemerleri bulunmaktadır. Köprünün ortadaki gözü diğerlerinden daha büyüktür. Köprü ayakları üzerinde üçgen şeklinde selyaranlar bulunmaktadır. Değişik zamanlarda onarılan köprü günümüzde orta gözün bulunduğu bölüm yıkılmıştır. Malazgirt (Hatun) Köprüsü (Malazgirt) Muş ili Malazgirt ilçesine 15 km uzaklıkta, Malazgirt-Bulanık yolunda, Şekerik Deresi üzerindedir. Köprünün yapım tarihini belirten kitabesi günümüze gelememiştir. Selçukluların son döneminde yapıldığı sanılmaktadır. Kesme taştan yapılmış olan köprünün uzunluğu 29.80 m., genişliği de 6.60 m.dir. Kemer açıklığı 12 m.dir. Kız Köprüsü (Malazgirt) Muş ili Malazgir ilçesine 2 km. uzaklıkta bulunan köprünün kitabesi bulunmadığından yapım tarihi bilinmemektedir. Kesme taştan tek gözlü olan köprü 3 m. uzunluğunda, 1 m. genişliğindedir. Köprünün gözünün üst kısmı yıkılmış ve düz bir taşla üstünden geçiş sağlanmıştır. Kaynarca Köprüsü (Varto) Muş ili Varto ilçesinde bulunan bu köprünün kitabesi bulunmadığından yapım tarihi bilinmemektedir. Bununla beraber yapı üslubundan XVI.yüzyılda Osmanlılar tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Kesme taştan yapılmış olan köprü günümüzde harap bir durumdadır.
-
Muş Medreseleri Alaaddin Bey Medresesi (Merkez) Muş il merkezinde bulunan bu medreseyi Vali Alaeddin Bey, camisi ile beraber XVIII.yüzyılın başlarında yaptırmıştır. Medresede Sultan Abdülaziz tarafından görevlendirilen Ahmet Hamdi Efendi ders vermiş ve yöredeki birçok âlim ve bilgin bu medresede yetişmiştir. Bunların arasında İlyas Sami Bey, Molla Mehmet, Osman Kadri Bey ve Hacı Halit Efendi gibi âlimler bulunmaktadır. Medrese yanındaki imaret ile birlikte yıkılmış olup, günümüze gelememiştir. Yapı topluluğundan yalnızca cami iyi durumdadır. Murat Paşa Medresesi (Merkez) Muş il merkezinde bulunan ve Murat Paşa tarafından yaptırıldığı söylenen medresede Molla Hacı Halil Hoca tarafından mantık, belagat, hadis ve tefsir dersleri verilmiştir. Bu medrese yıkılmış ve günümüze gelememiştir. Mahsut Paşa Medresesi (Merkez) Muş il merkezinde Vali Mahsut Paşa’nın yaptırmış olduğu bu medresede Abdurrahman Hoca ve İlyas Sami Bey gibi yörenin ünlü âlimleri ders vermişlerdir. Medresede İslam Hukuku, Meal, Sarf, Mantık Beyan, Hesap, Hadis, İçtimaiye gibi ilimler okutulmuştur. Bu medrese de yıkılmış ve günümüze gelememiştir. Mollakent Medresesi (Bulanık) Muş ili Bulanık ilçesi, Mollakent Köyü’nde bulunan bu medrese Şeyh İbrahim tarafından h.1321’de (1903) yaptırılmıştır. Medrese Ahlat taşından yapılmış olup, kareye yakın dikdörtgen planlıdır. Medresenin iki büyük odası ve bir de dershanesi bulunmaktadır. Medrese odaları üçer pencere ile aydınlatılmıştır.
-
TURİZM Bilinen tarihi Urartularla başlayan ilimizde Persler, Romalılar, Sasani, Bizans egemenliğinin yanı sıra Selçuklular, Eyyübiler, Akkoyunlular ve Şerefhanlar gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. İlimiz bu dönellere ait tarihi eserler ve inanç turizmi için önemli potansiyele sahiptir. Karın uzun süre yerde kalması ve kar kalitesi ile kış turizmine, zengin bitki varlığı ve yürüyüş parkurları ile dağ turizmine ilişkin önemli bir merkez olabilecek imkânlara sahiptir. Ancak bu güne kadar gereken ilgiyi görememiştir. MUŞ’TA KIŞ TURİZMİ Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de tatil dönemi ağırlıklı yaz aylarını kapsamaktadır. Bu nedenle turizm sektörü mevsimsel bir karakter taşımaktadır. Bu mevsimselliği hafifletmek alternatif turizm türlerine müsait konaklama arzı yaratmak mümkün gözükmektedir. Dağ ve Kış turizmine yönelik tesisler bu açıdan önemli bir avantaja sahiptirler. Kışın kayak turizmine hizmet veren tesisler diğer aylarda iklim kürü, doğa yürüyüşleri, flora zenginliği gibi doğaya dönük turizm hareketleri açısından elverişli konuma sahiptirler. Göl ve orman gibi doğal kaynakların değerlendirilmesiyle talebin mevsimsellik özelliği yıl bazına yayılmak suretiyle azaltılarak talep istikrarı sağlanabilecektir. Farklı dönemlerde değişik talep gruplarına, yönelik tanıtım ve pazarlama faaliyetleri ile özellikle kışın kayak, diğer dönemlerde iklim kürü, dinlenme (3. Yaş grubu), doğa yürüyüşleri (genç ve orta kesim), toplantılar (kongre, iş toplantıları) gibi farklı programlarla talebin hem arttırılması hem de mevsimselliğinin hafifletilmesi mümkün olacaktır. Doğu Anadolu bölgesinde yer alan ve Güneydoğu Toros Dağları’ndan olan Karaçavuş dağlarının eteklerinde kurulu olan ilimizde; 2.500 metreye kadar varan yüksek tepeler, değişik bitki örtüsü, etkili ve uzun süreli kar yağışları nedeniyle dağ ve kış turizminde oldukça yüksek bir potansiyele sahiptir. Zengin bir kar örtüsüne sahip Muş ilinde kar kalitesi, pist uzunlukları ve meyilleri açısından her türlü kayak uygulamalarının rahatlıkla yapılabilecektir. Kasım ayında başlayan kar mevsimi nisan sonuna kadar devam etmektedir. İlimizin bu özelliği göz önüne alınarak İl Özel İdaresince Kayak evi yapılarak hizmete sunulmuştur. 2 adet 300 metrelik baby-lift kurulmuştur. Kış Turizmi, Kış Sporları ve Dağ Turizmi, Dağ Sporları Projesi hazırlanmıştır. Proje kapsamında ilimizde kurulacak teleferik sistemi ile, yaz aylarında dinlenme ve sportif amaçlı konaklamalara, kış aylarında da kış sporlarına hitap edebilecek, ayrıca yıl boyunca yakın civardaki yerleşim merkezlerinde yaşayanlar için günübirlik olarak da oldukça yoğun ilgi çekecektir. NATO standartlarına uygun havaalanı, kara ve demiryolu ulaşımına sahip ilimizde konaklama tesisleri atıl durumdadır. Projenin uygulamaya konulması ile havayolu taşımacılığı başta olmak üzere ulaştırma sektörü ve diğer hizmet sektörlerinin gelişimine katkı sağlanacaktır. Kış Sporlarına özellikle Mukavemet Kayak dalında Milli Takımın büyük çoğunluğunu Muş’lu sporcular oluşturmaktadır. YEREL ETKİNLİKLER ETKİNLİK ADI : Nevroz Bayramı DÜZENLEYEN KURULUŞ : İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ETKİNLİK TARİHİ : 21 Mart ETKİNLİK ADI : Varto’nun Düşman İşgalinden Kurtuluşu DÜZENLEYEN KURULUŞ : Varto Kaymakamlığı- Belediye Başkanlığı ETKİNLİK TARİHİ : 31 Mart ETKİNLİK ADI : Muş Lale Festivali DÜZENLEYEN KURULUŞ : Muş Valiliği – Belediye Başkanlığı ETKİNLİK TARİHİ : 29-30 Nisan ETKİNLİK ADI : Muş’un Kurtuluşu DÜZENLEYEN KURULUŞ : Muş Valiliği – Belediye Başkanlığı ETKİNLİK TARİHİ : 30 Nisan ETKİNLİK ADI : Hıdrellez Şenlikleri DÜZENLEYEN KURULUŞ : İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ETKİNLİK TARİHİ : 6 Mayıs ETKİNLİK ADI : Varto Koğ Şenlikleri DÜZENLEYEN KURULUŞ : Belediye Başkanlığı ETKİNLİK TARİHİ : 18–20 Temmuz ETKİNLİK ADI : Malazgirt Anma Törenleri DÜZENLEYEN KURULUŞ : Malazgirt Kaymakamlığı – Belediye Başkanlığı ETKİNLİK TARİHİ : 25–26 Ağustos GEZİLECEK YERLER DİNİ YAPILAR Ulu Camii Haci Şeref Camii Alaattin Bey Camii Bulanık -Esenlik Camii Kilise Merkez Bucağı Güllü ova Köyü Tekke Erentepe Bucağı Abdulbeyazit Köyü Erentepe Camii Türbe Erentepe Bucağı Esenlik Köyü Camii Erentepe Bucağı Moolakent Köyü Medrese Erentepe Bucağı Mollakent Köyü KÜLTÜREL YAPILAR Yıldızlı Han Havuzlu han Muratpaşa Köprüsü Malazgirt Hatun Köprüsü Malazgirt Kız Köprüsü ÖREN YERLERİ Kızıl Ziyaret Tepesi Varto Kayalıdere Köyü Kale Ören yeri Malazgirt Bostankale Köyü Ören yeri ASKERİ YAPILAR Malazgirt kalesi ve Sur Duvarları Murtaza Bey kalesi ( Merkez Karaburun Köyü ) Zırnai Kalesi ( Karaağıl Bucağı Kurganlı Köyü ) SİTLER Adalar Şelalesi ( Doğal Sit ) Bostankale Höyüğü ( Arkelojik Sit ) Dolabaş Höyüğü ( Arkelojik Sit ) MEZARLIKLAR İslam Mezarlığı Erentepe Bucağı Esenlik Köyü Mezarlık Erentepe Bucağı Mollakent Köyü Malazgirt Selçuklu Mezarlığı TÜRBE VE YATIRLAR Kesik Baş Türbesi ( Haci Şeref camii Avlusu ) Zerzami ( İbrahim Samidi ) Muş Cumhuriyet İlkokulu Altı Şeyh Muhammedi Mağribi ( Muş Ulu Camii ) Şeyh Halit ve Şeyh Mustafa ( Muş Kızılay İşhanı Karşısı Muştak Baba ( Muş Karasu hamamı Karşısı ) Şeyh İbrahim Hazretleri ( Bulanık Esenlik Köyü ) Şeyh Ömer Sahubi ( Bulanık Mollakent Köyü ) KALELER Muş kalesi Malazgirt Kalesi Malazgirt Bostankale Muş Eski Çarşısı Malazgirt Tıkızlı Kalesi Muş Hapset kalesi MESİRE YERLERİ Varto Hamurpet Gölü Muş Arıncık Barajı Hasköy Otaç Barajı Toprakbaba Muş Malazgirt Adalar Bulanık Şor Göl TURİZM ANTİK KENT Varto Kayalıdere Harabeleri ARKEOLOJİK ALANLAR Bostankale Höyüğü ( Arkeolojik Sit ) Dolabaş Höyüğü ( Arkeolojik Sit ) Milli Park kale Muş kale Parkı KARA SPORLARI Avcılık Bisiklet SU SPORLARI Olta Balıkçılığı İNANÇ TURİZMİ Ulu Camii Hacı Şeref Camii Alaattin Bey Camii Bulanık -Esenlik Camii Kilise Merkez Bucağı Güllüova Köyü Tekke Erentepe Bucağı Abdulbeyazit Köyü Erentepe Camii Türbe Erentepe Bucağı Esenlik Köyü Camii Erentepe Bucağı Moolakent Köyü Medrese Erentepe Bucağı Mollakent Köyü Kesik Baş Türbesi ( Haci Şeref camii Avlusu ) Zerzami ( İbrahim Samidi ) Muş Cumhuriyet İlkokulu Altı Şeyh Muhammedi Mağribi ( Muş Ulu Camii ) Şeyh Halit ve Şeyh Mustafa ( Muş Kızılay İşhanı Karşısı Muştak Baba ( Muş Karasu hamamı Karşısı ) Şeyh İbrahim Hazretleri ( Bulanık Esenlik Köyü ) Şeyh Ömer Sahubi ( Bulanık Mollakent Köyü )
-
MAHALLİ GİYİM KUŞAM Muş’ta geleneksel özellikler giyim kuşamda da açıkça görülür. Şehirdeki giyim kuşamdan bazı farklılıklar gösterir. Genellikle dokuma elbiseler yaygındır. Konfeksiyon giyim yaygın olmasına rağmen, evlerde yada terzilerde diktirilen ısmarlama elbise giyim önemini korumaktadır. Başlıca örgü giyimler ise kazak, süveter,çorap ve eldivendir. Kadın Giyimi Muş’ta kadınlar, giyim-kuşamlarına özel bir önem verirler. Ağır ve pahalı, özellikle kadifeden elbiseler tercih edilir. Elbise boyları uzundur. “Melekof” denen iç gömleği, Muş kadın giyim kuşamının önemli unsurlarındandır. Altından ziynet eşyaları takınma yaygındır. Beşibirlik, gramsiye, zincir, kolye, bilezik, yüzük ve ‘sırga’ denen küpeler, en çok kullanılan takılardır. Genç kızlar ve gelinler, boncuk yada oya ile çevrilmiş ‘leçek’ denen yazma yada ‘krap’ denen ipekten başörtüsü bağlarlar. Tesettür için bir tür çarşaf olan, renkli ipekten ‘şal’ örtünürler. Şemsiye, çokça kullanılan bir kadın aksesuarıdır. Yaşlı kadınlar ise başlarına ‘kofi’ denen bir tür fes giyerler. ‘Kofi’nin en önemli özelliği, alna gelen ön yüzündeki “kıntik’ denen altın dizileri yada pullardır. Yanlardan da ‘şal’ denen kara ipek püsküller sarkar. Varlıklı kadınların ‘kofi’lerinde altın dizi, yoksullarınkinde pul vardır. Kofinin başa yakın kısmında altından yada gümüşten yapılmış dairemsi bir levha vardır. Bu levhanın boyutu, tıpkı altın dizi yada pullar gibi varlık seviyesinin bir işaretidir. Kofi, çene altından ipekten yada lastikten bir bağla bağlanır. Şehir de kadınlar, iş yaparken önlük giyerler. Bazıları da fistanlarını geniş bir şalvarı andıran pijamalarının içine sokar, öyle çalışırlar. Köylerdeki kadın giyim kuşamı, tamamıyla geleneksel özellikler gösterir. İpekli ve simli kumaşlara ilgi büyüktür. Üst üste üç dört kat entari giyilir. En üsteki entarinin önü açık ve etekleri kıvrımlı ve işlemelidir. Dikiş yerlerinde renkli kaytanlar bulunur. Bele, ‘palaşka’ denen bir tür kemer dolanır. Yanlarında püskülleri olan ‘şehre’ de yaygın olan bir tür kemerdir. Başa giyinen ‘kofi’de, genellikle birkaç ‘krep’in üst üste bağlandığı görülür. Genç kızların saçlarını örmeleri günümüzde de sürmektedir. Şehirdeki takı türleri, köylerde de yaygındır. Ne var ki, köylerde takılar, özel günlerde kullanılır. Burna yapıştırılan ’hızma’ denen madeni pul, yaygınlığını sürdürmektedir. Altın ya da parlak metalden dişler, bir estetik unsuru olduğu kadar bir maddi seviye sembolüdür de. Kışın yün yada tiftikten, yaz aylarında ise uzun tire çoraplar giyilir. Çarığın yerini, kundura ya da topuklu lastik ayakkabı almıştır. Köylerde kadınlar, günlük olağan elbiseleri ile iş yapar. Erkek Giyimi Muş’ta erkek giyim kuşamı sadedir. ‘Şal geleneksel erkek giyiminin en önemli unsurudur. Pantolonun yerini tutan ‘şal’, bol paçalıdır. Geniştir, şalvarı andırır. Gömlek yerine giyinen renkli ve yakasız ‘işlik’, ‘şal’ gibi geleneksel erkek giyiminin bir diğer önemli unsurudur. Bele kalınca dokunmuş kuşaklar dolanır. İşlik, külot pantolon ve çizme gençlerin tipik giyim kuşamlarıdır. Orta yaşlılarsa, lacivert kumaştan bol paçalı pantolon, yırtmaçlı ceket ve yelekten oluşan takım elbiseleri tercih ederler. Kış aylarında ak yün çoraplar giyilir. Başlıca erkek ayakkabıları iskarpin, galoş, potin, ‘roğan’ kundura ve ‘şippik’(talik), kışları da mest-lastik türü ayakkabılara rastlanılır. Altın ya da gümüşten büyük köstek saat, başlıca erkek takısıdır. Köylerdeki erkek giyim kuşamı, kadın giyim kuşamına benzer biçimde geleneksel özellikler gösterir. ‘Şalşepık’ denen elbiseler yaygındır. Gömlek yerine yakasız, renkli işlik, pantolon yerine bol paçalı ‘şal ‘ ya da büzmeli , bol, ayak bileklerine kadar uzanan ‘tuman’ denen bir tür külot giyerler. ‘Agal’ denen renkli puşular başlık olarak kullanılır. Kış aylarında tiftik başlıklar ve desenli çoraplar giyilir. Başlıca ayakkabı çeşitleri, çarık, pabuç, ‘garuk’, ‘gargar’ ve kara lastiktir.
-
Geleneksel El Sanatları Muş'ta geleneksel el sanatları, il folklorunun temel unsurlarından biridir. Bazıları zamanla unutulmuş olmasına rağmen, çok sayıda el sanatı günümüzde de canlılığını korumaktadır. Bugün Muş'ta yaşayan başlıca el sanatları kilimcilik, halıcılık, semercilik, keçecilik, çorap ve hasır örmeciliği ile boncuk ve dantel oyacılığıdır. Kilimcilik: Halıcılıktan önce gelişen bir dokuma türüdür. Kilim, halıya göre daha ucuz ve daha hafiftir. Katlanması da kolaydır. Bu nedenle ilde, yaygın olarak kullanılan bir ev sergisidir. Kilimciliğin Muş'a ilk ne zaman geldiği bilinmemektedir. Muş'ta bugün Merkez İlçe'nin Kızılağaç Bucağı ile Mercimekkale Bucağı'na bağlı Yağcılar Köyü'nde ve bu yerleşimlerin yakın çevresinde dokunmaktadır. Halıcılık: Halıcılığın Anadolu'ya Selçuklularca girdiği kabul edilmektedir. Muş'ta bugün dokunan halılardaki hakim motifler, bu genel kabulü doğrulamaktadır. Geçmişte, yaygın bir sanat olan halıcılık, zamanla önemini yitirmiştir. Halıcılık, 1970'li yıllarla birlikte Halk Eğitim Merkezi ile El Sanatları Merkezi'nin yoğun çabalarıyla yeniden canlanmıştır. 1986'da da Muş Valiliği'nin soruna el atması, halıcılığa yeni bir dinamizm kazandırmıştır. Muş'ta halıcılık Merkez İlçenin Mercimekkale Sürügüden ve Çiçekli köyleriyle Varto, Bulanık ve Malazgirt ilçelerinde yapılmaktadır. En çok dokunan halı tipleri Isparta, Hereke ve Bünyan'dır. Hakim motifleri ise Türkmen, Yörük, Kula, Yedi Dağın Çiçeği ve Asmalı Laledir. Keçecilik: Geçmişte yaygın bir ev sergisi olan keçe, zamanla daha az kullanılır bir sergi türü olmuştur. Çoban abası olarak kullanımı daha yaygındır. Keçe, ilkel usûllerle yapılır. Muş'ta bugün keçecilik sanatını sürdüren yalnızca bir sanatkâr kalmıştır. Semercilik: Muş'ta semercilik çok eskilere dayanır. Geçmişte, başta odun olmak üzere her türlü yük taşımacılığında eşek kullanılırdı. Eşekle taşımacılıkta ise semer, vazgeçilmezdi. Bu da semercilik sanatının canlı kalışının en önemli sebebiydi. Teknolojik gelişme, Muş'ta bu geleneksel sanatın zamanla sönmesine ve unutulmasına yol açmıştır. Çorap örmeciliği: Muş'ta örme çorap, günümüzde de önemini sürdürmektedir. Bu el sanatının canlılığını korumasının temel sebebi, kışları çok sert geçen ilin karasal iklimidir. Çorap, genellikle beş şişle örülür. Topuk ve parmak uçlarının örülmesi, büyük beceri gerektirir. Düz, tek renkte örüldüğü gibi, boğaz ve parmak uçlarına değişik renklerde motifler işlendiği de olur. Genellikle ihtiyaca dönük olan çorap örmeciliği, çok az da olsa piyasa için üretilmektedir. Hasır Örmeciliği: Muş'ta, günümüzde de yaygın olan bir el sanatıdır. Sazlıklardan elde edilen ve "Çil" diye adlandırılan bir bitkiyle yapılır. Önemli bir ev sergisidir. Yaz aylarında yere çıplak, kış aylarında ise kilim altlarına serilerek kullanılır. Beton ve toprak döşemelerde, rutubeti önlemek için kilim ve halı altlığı olarak kullanılmaktadır. Hasır, Muş'ta en çok Hasköy İlçesi'nin Korkut Bucağı'na bağlı Sazlıkbaşı Köyü ve çevresinde örülmektedir. Boncuk ve Dantel Oyacılığı: Muş'ta oyacılık, ev kadınlarının en önemli uğraşılarından biridir. En yaygın iki oya türü boncuk ve danteldir. Boncuk oyası işler, Muş'ta hem iğne hem de tığla yapılır. Özellikle genç kızların ilgi gösterdiği, çeyizlerin vazgeçilmez parçaları olan ve gelin gidilen evin akraba ve yakınlarına armağan edilen boncuk oyaların başlıca türleri şunlardır: Çilek, Karanfil, Biber, Fener, Kuş Bacağı, Çifte Yaprak, Böğürtlen, Doktor Gözü, Mısır ve Yılandır. Dantel oyacılığı da boncuk oyacılığı kadar yaygındır. Genellikle tığla yapılır. Dantel, yastık başlarına, karyola örtüsü eteklerine, perdelere, elbiselerin kol ve eteklerine süs olarak eklendiği gibi, ayrıca televizyon, masa, sehpa, büfe gibi ev eşyalarının üzerlerine bir estetik unsur olarak da örtülmektedir.
-
HALK OYUNLARI Milli kültürün ayrılmaz bir parçası olan Muş Folkloru yöre insanının iç dünyasını, neşesini, yaşantısını, üzüntüsünü, geleneklerini, tabiat olayları karşısındaki tavırlarını geçmişten günümüze günümüzden geleceğe taşır. Muş ve çevresindeki mahalli oyunlar geleneklerin yaşama tarzının bir parçasıdır. Bu oyunlarda Doğu Anadolu Bölgesinin özellileri görülür. Muş’un başlıca mahalli oyunları; Aşırme, Ağırbar, Keçiki, Ayşoki, Koçeri, Zeyno, Botani, Dendikbade, Gerandi, Yalkuşta ve Mendo gibi oyunlardır. Aşırme Anlam olarak "ayırma"'dan gelen bu oyun genellikle oyunlara başlama özelliği taşır. Kılına oyun türüne girer. Oyuncular serçe parmaklarını birbirlerine bağlar, düz, yarım daireler oluşturarak oyunu sürdürürler. İleriye doğru çekilerek, sol ayak dizden kıvrılıp yukarıya kaldırılır. Bu figür oyun süresince tekrarlanır ve bitiş sırasında bütün oyuncular düz bir hatta öne doğru seke sek yürüyüş biçiminde ilerler ve oyun hep bir ağızdan Tey" denilerek bitirilir. Ağır Bar Kılına oyunların diğeri ise ağır bar’dır. Genellikle kına gecelerinde damat oynatılırken oynanır. Parmaklar tutularak oyuna sağ ayakla başlanır ve ileriye doğru üç adım atılarak sol ayak ileri vurularak ilerlenir ve aynı şekilde geri dönülür. Oyun bu figürlerle sürer. Oyun, ileri çıkışlardan birinde sol ayağın öne vuruluşu sırasında biter. Keçiki: Genellikle düğünlerde oynanan keçiki kılına oyun türüdür. Merkez ilçe dışında daha yaygın oynanan bu oyun çok hareketlidir. Parmaklar tutuşturularak oyuna, sağ ayakla başlanır ve üç adım ilerlenir, sekerek ayak değiştirilir. Sol ayak bir kez öne vurulur, tekrar ayak değiştirilip sağ ayak kaldırılarak sabit kalan sol ayak çevresinde üç noktada ayak ucu ile yere vurularak sol ayağın yanına bitiştirilir. Ayşoki: Kılına oyun türündedir. Keçiki oyununa benzer. Oyuna, sağ ayakla sağa yaylanılarak başlanır. Aynı anda ellerle yaylanış istikametinde yuvarlak daireler çizilir, sağ ayak sol tarafa geçirilir, iki adım atılır ve sekerek ayak değiştirilir. Aynı figür sol ayakla ters tarafa doğru yapılır. Oyun sol ayak öne vurularak bitirilir. Koçeri: Omuzlar bitiştirilerek eller arkada kenetlenir. Ayaklar hazır ol duruşunda dizlerden kırılarak yerli yerinde üç kez hafif, bir kez de tam kırılır. Bu figür belirli sayıda tekrarlandıktan sonra sağ ayakla bir adım öne çıkılır ve sol ayakla yere aynı noktaya üç kez vurulup sağ ayağın yanına getirildiği sırada sağ ayakla tekrar öne bir adım çıkılır. Bu figür üç kez tekrar edilir. Geri çıkış, sol ayağın geriye bir adım atılışı ile başlar ve üç adım sürer. Bu oyun, Merkez ilçe ve yakın çevresinde genellikle düğünlerde oynanır. Zeyno: El parmaklarının tümü geçmeli olarak birbirine kenetlenir. Kollar, dirsekten doksan derece öne doğru çıkarılır. Ayaklar birleşik olarak diz kapağından belirli sayıda kırılır, ayaklar ve kesilecek şekilde sıçranır. Öne eğilip sağ ayak üzerinde sabit durularak sol ayağın ucu ile arkaya üç kez vurulur. Daha sonra doğrularak sol ayak tabanı ile üç kez de öne vurulur, sağ ayak üzerinde bir kez silkindikten sonra sol ve sağ olmak üzere ayaklar üzerinde üç kez ileriye doğru çıkılır. Üç adımın bittiği yerde sol ayak ile tekrar üç kez öne vurulur. Sol ayak ileriye doğru sallanarak geriye doğru, aynı şekilde, bu kez sekmeden geri çıkılır. Oyun bu şekilde sürer. Botani: Kenetli oyunlardandır. Oyuna başlarken, kollar düz olarak arkadan, parmaklardan kenetlenir. Sol ayak önde, üç kez öne hafif olarak yaylanılır, jki ayak dizlerden bir kez tam kırılır. İki kez daha yaylanılır. Vücudun ağırlığı sol ayak üzerine verilerek , öne doğru meyledilir. Arkadaki sağ ayak öndeki sol ayağı geçecek kadar sallanır ve tekrar geri çekilirken dizden kırılarak yere değecek şekilde bükülür, vücut tekrar doğrultulur. Bütün bu hareketler yapılırken sol ayak önde hareketsiz tutulur. Bu oyun, Merkez ilçe ve yöresinde, düğünlerde oynanır. Dendikbade: Kollar yana açılarak dirseği geçecek şekilde kenetlenir. Sağ ayak öne sallanır, aynı ayakla yana ve sağa doğru üç adım atılır. Aynı figür, sol ayakla yapılır. Bu figürler, bir kaç kez tekrarlandıktan sonra oyun hızlanır. Sağ ve sol ayak üzerinde birer kez sağa ve sola ayak atılır, oyun bu şekilde sürdürülür Gerandi: Askeri dizilişte eller belde, sağ ayakla öne doğru adımlanır. Üç adım sonunda, sol ayak silki-lerek öne vurulur, eller belden çözülerek ayak ve el aynı anda çırpılır. Oyun bir süre böyle sürer. Dizilişte tek ve çift sayılı oyuncular, komutla birbirlerinden ayrılarak karşı karşıya gelirler. Oyunun başındaki figürler bu konumda da tekrarlanır. Her oyuncu karşısındaki oyuncunun eline çift elle aynı anda vurur. Bu figür de birkaç kez tekrarlandıktan sonra oyuncular tekrar bir dizi şeklinde birleşir. Bu oyun, daha çok köylerde oynanır Yalkuşta: Genellikle dört kişi ile oynanır. Oyun iki aile arasındaki kavgayı temsil eder. Bu oyunda, tek sıra halinde ileriye doğru gidilirken sol ayağın ileri her atılışında eller çırpılır. Oyuncular, birbirinden ayrılarak ikişerli, karşı karşıya gelirler. Gerardi oyununda olduğu gibi eller yerde çırpılır ve karşıdaki oyuncunun önüne kadar gidilip dönülür. Birbirlerini kovalarcasına süren bir gidiş dönüşlerde sıra ile, duran oyuncular gelenleri, tek ellerini havaya kaldırarak beklerler. Karşı sıradaki oyuncular, sol ayaklarını ileri atıp sağ ayaklarını yerden sürükleyerek sol ayaklarının yanına getirirler. Bu figür üç kez tekrarlanır. Geriye doğru yaylanmanın sağladığı güçle karşıdaki oyuncuların ellerine vurulur. Daha sonra roller değiştirilir ve oyun aynı figürler sürer Mendo: Muş ve çevresinde kadınlar genellikle kol oyunları oynarlar. Bunun yanı sıra erkeklerin oynadıktan oyunların nispeten kolay figürlü olanlarını da oynarlar. Koçeri oyununa benzeyen "Men do" oyunu, kadınların düğünlerde sıkça oynadığı bir oyundur. Bu oyunda kollar belden arkada bağlanır.
-
EFSANELER Muş yöresi, efsaneler bakımından zengindir. Şehrin adı, tabiatı, ermiş kişileri pek çok efsaneye konu olmuştur. Bunların en çok bilinenleri şunlardır: Kızıl Ziyaret Efsanesi Muş'un güneyindeki Kurtik Dağları üzerinde, eşsiz tabiat güzellikleriyle dolu bir düzlük vardır. Buraya Kızıl Ziyaret Tepesi denir. Tepeye ait efsanenin çeşitli anlatılarının en yaygın olanı şöyledir: Bir zamanlar Kızıl Ziyaret Tepesi'nde yaşayan fakir bir adamın, güzeller güzeli bir kızı varmış. Periden daha alımlı olan kızın güzelliği dillere destanmış. Kız bir çobana sevdalıymış ve onun yavuklusuymuş. İki sevdalı bir araya geldiklerinde, hep kuracakları yuvayı konuşur, gelecek mutlu günlerin hayaliyle yaşarlarmış. Yine aynı yörede yaşayan zengin mi zengin bir ağa varmış. Bu ağanın da şımarık mı şımarık bir oğlu varmış. Kızın güzelliği bu ağa oğlunun da kulağına gitmiş. Ağa oğlu, kızı gidip babasından istemiş. Kız, “Ben ağa oğlunun olmam” demiş. Ağa oğlu da, “Ben ki bu yörenin ağasının oğluyum, beni istemeyen kızı zorla da olsa alırım” demiş. Ağa oğlu, adamlarını alarak kızın yaşadığı Kızıl Ziyaret Tepesi'ne gitmiş. Kız ve çoban yavuklusu, ağa oğlunun zorbaca bu niyetinden habersiz, her zaman olduğu gibi kuracakları yuvayı konuşuyorlarmış. Ağa oğlu ve adamları, kızla çobanın buluştukları yere gelmişler. Ağa oğlu, daha önce söylediklerini bir kere daha tekrarlamış ve “Güzel kız, ben seni istedim, ama sen bani almadın. Ben de seni zorla alacağım.” demiş. Ağa oğlu ve adamlarının niyetini anlayan kızla yavuklusu, kurtulmak için çareyi kaçmakta bulmuşlar. Onlar kaçmış, ağa oğlu ve adamları kovalamış. Bu kovalamaca, dik bir uçurumun başına kadar sürmüş. Kız çaresizlikten Allah 'a yalvarmaya başlamış: “Yarabbi, ne olur, beni bu adama yar edeceğine, yer yarılsın da ikimiz de içine girelim.” demiş. Allah kızın duasını kabul etmiş ve kız duasını tamamlar tamamlamaz yer yarılmış ve kızla yavuklusu yarılan yerin içine girmişler. Yerin içine girerken, kızın bir tutam saçı, dışarıda kalmış. O gün bu gündür, kızın bir tutam saçının dışarıda kaldığı yerde, yemyeşil çimenler çıkar. Kızıl Ziyaret Tepesi'ne, güzeller güzeli kızla, yavuklusu çobanın yerin içine girdiği yere gelenler, bu efsanevi âşıklara dua ederler. Üç Kardeşler Hikâyesi Zamanın birinde bir baba ile üç oğlu varmış. Gel zaman git zaman, baba ölünce oğulları babalarından kalan malları bölüşmüşler. Büyük ile ortanca oğlan, küçük kardeşleri İdris'e otuz koyunun sadece beşini vermişler. İdris bu duruma çok içerlemiş ve ağabeylerinden intikam almaya and içmiş. Kendi payına düşen koyunları kurtlara parçalatmış. İdris ertesi sabah, sahipsiz bir koyun sürüsü görmüş ve sevinmiş. Koyunları alarak köyüne gitmiş. Kardeşleri koyun sürüsünü görünce, şaşırmış ve “Bu kadar koyunu nereden buldum' diye sormuşlar. İdris'te; “Koyunlarımı karşı dağa götürdüm, sabah kalktığımda baktım ki bu kadar olmuşlar, siz de götürün, sizinki de çoğalsın” demiş. İki kardeş koyunlarını aldıkları gibi dağa çıkmışlar ve gece sürünün yanında uyumuşlar. Sabah olunca ne görmüşler: Bütün sürüyü kurtlar yemiş! Bir teki dahi sağ kalmamış. Büyük kinle köye inip İdris’in evini yakmışlar. İdris büyük bir üzüntü içinde evinin yanışını seyretmiş. Ev tümüyle yanıp kül olunca külleri torbalara doldurmuş, karısını da yanına alarak köyü terk etmiş. Yollara düşmüş, bir paşanın konağına varmış. Paşanın adamları torbaların içinde ne olduğunu merak edip sormuşlar. İdris de, “İran Şahı'nın bizim padişaha gönderdiği hazinedir.” demiş. Adamlar buna inanmamışlar. “Hazine tek kişi ile yola çıkarılır mı?” diye sormuşlar, idris te, “Kimsenin dikkatini çekmesin diye benimle gönderdi” demiş. İdris, adamların niyetlerinin kötü olduğunu anlamış ve gece torbaların içindeki külleri boşaltarak yerine küçük taş parçaları ve madeni eşyalar doldurmuş. Karısıyla birlikte yatıp uyumuşlar. Gecenin bir vaktinde paşanın adamları gizlice yaklaşarak getirdikleri bir miktar altını İdris'in başucuna bırakarak çuvalları alıp gitmişler. Bunlar gören İdris, hemen karısını uyandırmış, altınları aldığı gibi kaçarak köyüne dönmüş. Kardeşleri İdris'in bu zenginliğini görünce şaşırmış ve sormuşlar “Bu kadar altını nereden buldun? Bize de söyle!” İdris de, “Ben yaktığınız evimin kömürlerini toplayıp paşa konağına götürdüm. Orada, kömür alan var mı, diye sordum. Bana altın verip kömürleri aldılar, demiş. Bunu duyan ağabeyleri hemen evlerini yakmış ve çıkan kömürleri çuvallara doldurdukları gibi yola koyulmuşlar. Paşanın adamları bunları görünce temiz bir dayak atarak şehrin dışına atmışlar. İki kardeş oturup, İdris'ten nasıl bir intikam alacaklarını düşünüp planlamışlar. Köye dönünce, İdris'i öldürmeye kıyamamış, ama bir torbaya koyarak dağlarda kuşlara yem olması için bir ağaca aşmışlar ve köylerine dönmüşler. İdris birinin asıldığı ağacın yanından geçtiğini fark edince, “Ben muhtar olmak istemiyorum” diye bağırmaya başlamış. Adam şaşırarak yanına gelmiş ve sormuş; “Ne diye bağırıyorsun, seni buraya kim astı?” İdris, “Bana muhtar ol, dediler, ben de kabul etmedim. Beni soyarak buraya astılar. Akşama kadar kabul etmezsem elbiselerimi vermeyecekler” demiş. Yabancı, “Ben muhtar olabilirim” demiş. İdris de “Tabii olabilirsin, sen elbiselerini bana ver ve bu torbanın içine gir. Akşam gelip seni alıp muhtar yaparlar” demiş. Yabancı bu öneriyi kabul ederek elbiselerini çıkartıp İdris’e verdikten sonra çuvalın içine girmiş. İdris, adamın atını ve kırbacını alarak köye gitmiş. Kardeşleri, İdris'i bu halde görünce şaşırmışlar, “Nerden buldun bunları?” demişler. “Beni astığınız yere bir kervan geldi. Çok zengindiler. Yükleri de çok olduğu için dağıtacak adam arıyorlardı. Gidin size de versinler” demiş. İki kardeş hemen dağa doğru koşmuşlar. Bu arada, çuvalın içindeki adam kendisini kurtarmış ve bir ağacın altına oturmuş. İki adamın geldiğini gören adam eline geçirdiği kalın bir sopayı alarak gizlenmiş. Kardeşler aralarında, “İdris bizi yine kandırdı, burada kervan falan yok, onu öldürelim” demişler. Gizlenen adam da sanmış ki, kendisini öldürecekler. Gizlendiği yerden aniden fırlayarak iki kardeşi oracıkta öldürmüş. Böylece İdris iki kardeşinden kurtulmuş. Kambur Hikâyesi Bir zamanlar iyi mi iyi, çalışkan mı çalışkan bir külhancı varmış. Otuz- otuzbeş yaşlarında olan külhancı şehrin hamamında çalışırmış. Kimsenin varına yoğuna karışmaz, kendi halinde bir adammış. Ne var ki, sırtındaki kamburu yüzünden herkes ismi yerine “kambur” diye çağırırmış. Bir gece hamamda kimse kalmamış. Külhancı da bundan istifade ederek hamama girmiş ve göbek taşının üzerine uzanıp yatmış. Gecenin geç saatlerinde, garip sesler duymaya başlamış. Taht üzerine kurulmuş birinin kalabalık bir gurup adamla hamama girdiğini, tahttaki adamın kalabalığa konuştuğunu görür gibi olmuş. Külhancı da elini önünde hürmetle bağlayarak tahtın üzerindeki adamı dinlemeye başlamış. Adam bazı talimatlar vermekteymiş. Biraz sonra çalgılar çalmaya başlamış. Hamamdakiler çeşit çeşit oyunlar oynamış ve türküer söylemişler. Külhancı da bu oyunlara katılmış. Onlarla beraber oynamış ve eğlenmiş. Hamam faslı bittiğinde, tahtta kurulan adam, el etmiş, birkaç kişi yanına gelmiş. Onlara sormuş, “Söyleyin bakalım, biz bu külhancıya ne iyilik edelim”. Aralarından biri, “Şu belindeki kamburu çıkaralım” demiş. Tahttaki adam çok memnun olmuş ve emir vermiş. Kamburu yere yatırmış ve belindeki kamburu çıkarmışlar, biraz sonra da geldikleri gibi kalkıp gitmişler. Giderlerken de kambura sıkı tembihte bulunmuş, “Sakın sırrını kimseye söyleme!” demişler. Sabah olup da külhancı uykudan uyanınca, bakmış ki belindeki kambur yok! Çok sevinmiş, şöyle bir doğrulmuş, filiz gibi bir delikanlı olduğunu görmüş. Hamam zamanı halk hamama gelirken, külhancı da çarşıya çıkmış. Külhancıyı gören herkes hayretler içinden sormuş, “Külhancı, hayrola, ne oldu senin kamburuna? Ne yaptın da kayboldu?” Külhancı da gayet sakin cevaplarla karşılamış bu sorulan: “Efendim, beni hamam iyileştirdi, gece, gidip kızgın göbek taşının üzerine uzandım, herhalde, iyi terlemişim, sabahleyin kalktığımda kamburumu inmiş gördüm. O şehirde çok zengin bir kambur daha varmış. Zengin bunu duyunca külhancıya koşmuş. Külhancı zengin kambura da aynı açıklamalarda bulunmuş. İyileşmek isteyen zengin kambur, hamama girmeye, külhancı olmaya karar vermiş ve bu kararını uygulamış. Birkaç gün sonra zengin kambur bir gece sıcak göbek taşının üzerine uzanmış. Gecenin geç vaktinde hamamın kapıları açılmış. Zengin kambur büyük bir korkuya kapılmış. Tıpkı önceki külhancının görür gibi olduğu manzarayla karşılaşmış. Tahtın kenarından tutan zengin kamburun, içinden kötü kötü şeyler geçmeye başlamış. Tahttaki adamın emri üzerine, zengin kamburu tutup bir köşeye bağlamışlar. Hamam ve eğlence faslı bittiğinde tahtın üzerindeki adam, yine yanına adamlarını çağırıp sormuş: “Arkadaşlar, biz bu adama ne iyilik yapalım?”. Onlar da, “Şöyle bir iyilik yapalım, öbürünün kamburunu buna takalım” demişler. Zenginin kamburuna bir kambur daha eklemişler. Sonra da çekip gitmişler. Zengin kambur sabah kalkıp doğrulduğunda, kamburunun ikileştiğini görmüş ve hemen gerçek külhancıya gitmiş: “Yahu sen ne yaptın, beni mahvettin demiş.” İyi kalpli külhancı onun, ikinci kamburunu görünce hiç sesini çıkarmamış. Zengin kambura, “Ne yapalım, herkes, kalbinin barını yer” demiş. Bunun üzerine zengin kambur, külhancıya “işte, senin kamburunu da ben taşıyorum” demiş. Külhancı da zengin kambura ders verircesine şu sözleri söylemiş: “Sırrını söyleme dostuna, o da söyler dostuna. Sen sen ol kimseye sır verme” ATASÖZLERİ Muş ve çevresi insanının tabiat ve hayat tecrübelerini, değer yargılarını dile getiren atasözlerinde, diğer anonim ürünlerde olduğu gibi mahalli dil özellikleri hâkimdir. “Keçel karganın sözü geçe, vartvare (15 Ağustos) kar yağar”; Kötülerin dileği yerine gelse, kâinatın dengesi değişir, anlamındadır. “İt araba gölgesinde yatar, sanar ki öz daldasıdır”; Başkasının desteğiyle iş gören yeteneksiz kişinin, bir süre sonra bu gerçekliği unutarak kendi gücüne inanacağını dile getirir. “İt'in aslını ara, sonra kapında bağla”; Bir şeyin aslını araştır, ipin ucunu elinde tut, anlamındadır. “Ölü lanetlik olmasa yeri dar olmaz”; Kötü insanın, ölümünden sonra da kötü anılacağını anlatır. “Üç şeye bel bağlama; atın kulesi, itin tullesi, insanın fillesi”; Atın çiftesine, itin yeni yetişmişine, insanın asılsız olanına güvenilmeyeceğim' belirtir. “İt kursağı yağ kaldırmaz”; Her insanın bir kapasitesinin olduğunu, bu kapasitenin zorlanmaması gerektiğini dile getirir. “Ağanın mali gider, hızmetkerin cani çıker”; Zengin kaybettiğinde malından olur, fakir ise bedenen tükenir, demektir. “Yaş kesen, baş kesen, illah balıkçı hiç toğ yemez”; Katiller, ağaç kesenler ve balıkçıların hiç bir zaman bağışlanamayacaklarını dile getirir. “Görmemişin oğli olur, vurur çükünü keser; Sonradan görmelerin davranışlarını dile getirir. “Horoz kadar eri olanın meydan kadar yeri olur; Evliliğin, kadınlara toplum içinde değer kazandırdığını, dile getirir. “Sıçan deliğe sığmaz poççiğine süpürge bağlar; Kendi sorumluluğunu yüklenemediği halde, başkalarının Sorumluluklarını yüklenmeye kalkışanlar için söylenir. “Fukarenin talani bir örkendir; Fakirin, bir örkenden (kıl kendir) başka kaybedecek bir şeyi yoktur, anlamındadır. “Keçel derman bule öz başını sürter; Derdine çare bulan, önce kendi derdini çözer, yetebilirse, başkasının derdine çare olur, anlamındadır. “Men isterem bacımdan bacım ölür acından”; Kendinden daha kötü durumda olan birinden yardım talep edenler için söylenir. “İç güveyi tandırın başındeki itten iyidir; İç güveyi gidenler, aile reisliği yapamaz, demektir. “Heydo yedi kaldı iti” “Keçinin aceli gelende çobanın ekmeyini yer “Yedi gün yürümüşem, yine eşeğe binmemişem” “Horozu çok olan köyün sabahı erken olur “Elbise yürüyüş, para söyleyiş öğretir “Evlat hoş emek boş” “Harman yelle, düğün elledir “Bağı kaz üzüm olsun, üzümü yemeye yüzün olsun” “Bir gram et bin ayıp örter “Kadının arka eteği, ön eteğine düşmandır “Arsızın yüzüne tükürmüşler, nisan yağmurudur demiş” “Oğlan evladı karnında yel gibi, elinde gül gibi, evlenirse el gibidir “Ben verirem oğluma, oğlum verir öz oğluna” “Atta karın, erkekte burun” Toydur düğündür, o de bir gündür “Alme alı, satma kırı, illah doru” “Yılan eğilir bügülür, çıktığı deliği tanır “Ane, derdime yane” “Anamın aşı, tandırımın başı” “Balım olsun, çibinim Bağdattan gelir “Ne koyun oldok tok ot yedok, ne kuzi oldok tok süt emdok” “Asil azmaz, ipek tozmaz” BİLMECELER Muş ve çevresinde, bilmece sorarak eğlenme, birbirini sınama geleneği günümüzde de yaşamaktadır. Allah yapar yapısını Demir açar kapısını (Karpuz) Altı sudur içilir, Üstü çimen biçilir (Koyun) Alt lapligim üst lapligim Senin hıllıgin, benim bıllıgim (El değirmeni) Burdan vurdum kılına Halep'tan çığlı uçi (Yıldırım) Bu yol pazara gider İzi nezere gider, Anası altı aylık, Oğli pazare gider (Salatalık) Benim babamın saroği Bu odeyi doldurur (Lamba) Bir pace dolu çağmur taş (Diş) Dört köşedir beş değil, Başi sunan hoş değil (Sabun) Dağda değdim Yeşil başlı beğdim Eve geldim dul oldum Eli bağlı kul oldum (Süpürge) Gök üzünde pencere Kalaylı bir tencere (Ay) Dağdan gelir taştan gelir, Başı püsküllü enişte gelir (Uşkun) Gelen leyli, giden leyli, Tek ayağ üstünde, duran leyli (Kapı) Kat katıdır katkati, Allah'ın bir hikmeti (Lahana) Kare deve girmez eve, Kes başını, girsin eve (Şemsiye) Kara katır yane yatır, Kalkar otlar yine yatır (Makas) Koce bir kare mande, Kulağınde var sırge (Kazan) Kare tavuk kakırdar, Kanatlan sakırdar (Gök Gürültüsü) Harharane gurruane, Pişik çıkmiş pehlivane (Çoratan, Sivik, Saçak; Toprak damlardan suyu akıtan tahta boru) Soğaram küser, Çekerem küser (Kahve pişirmesi) Üçü uçan dağıdır, Üçü cennet bağidır, Üçü dörer döşürür, üçü vurar dağıtır (İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış) Yer altında kürklü hece (Soğan) Tuzsuz bişen aş, Köpük veren taş (Sabun) Yer yer doymaz, Oturup kalmaz (Fırın) TEKERLEMELER Muş yöresi tekerlemelerinde, ilin maddi ve manevi özellikleri, yerel ağızla dile gelir. Altı aydır kışımız Çortidir aşımız Kargadır kuşumuz Darıdır lavaşımız Binmeye atın kulesi sinesi dar olmazsa Sevmeye avrat kısası eğer fettan olmazs Hizmetçiden ağa olsa çarşı yıkar sef sinen Besmeleden hanım olsa hamam yıkar tasinen Yûzbin sene yağmur yağsa kar eylemez mermare Yazık olsun tellak ile berberinen kasaba Eğer karın güzelse düğün senin evinde Eğer karın çirkinse şivan senin evinde Eğer taş yuvarlandı çömleye değdi vay çömleyin haline Eğer çömlek yuvarlandı taşa değdi vay çömleyin haline
-
GELENEKLER Muş ve çevresinin sosyal hayatında geleneksel yapı hâkimiyeti sürmektedir. Tarihe bakıldığında Türk Devlet geleneğinin en köklü ve en belirgin yapısı olan aşiret unsuru özelliğini halen korumaktadır. Zira Türk devletleri Tarihinde, aileler birleşip obaları; obalar birleşip aşiretleri; aşiretler birleşip oymakları; oymaklar birleşip beylikleri; beylikler birleşip devletler oluşturuyorlardı. Bu noktadan hareketle töreler inançla birleşip önemli bir konuma gelmiş özellikle köylerimizde bu hayat biçimi sosyal yapıyı güçlendiren bir faktör olarak karşımıza çıkar. DOĞUM TÖRENLERİ Muşlular esasen kalıplaşmış ve eskiden beri devam ede gelen birçok merasimleriyle kendi gelenek ve göreneklerini devam ettirmektedirler. Doğum törenleri de modern tıbbın hayatımıza girmesiyle unutulmaya yüz tutmuştur. Doğuma Hazırlık: Doğumun olacağı ev büyük bir temizlik yapılarak hazırlanılır. Güzel kokularla evin havası değiştirilir. Anne adayı yıkanır ve yeni elbiseler giydirilir. Göbek annesi (Çocuğun göbeğini kesen) denilen çok çocuklu anneler ve tecrübeli nineler davet edilir. Komşuların hazırlamış olduğu çörek ve yemekler, gelen misafirlere ikram edilir. Doğum zamanı yaklaştığında evin yeme içme ihtiyaçları genellikle komşular tarafından karşılanır. Sofra hazırlanarak anne adayının evine getirilir. Bu durum doğum gerçekleştikten sonra yedi gün boyunca devam eder. Doğum müddetinden kırk gün sonra ya da kırkı çıktıktan sonra baba, yeni doğan bebekle birlikte eşini kayınpederine götürür. Belli bir süre geçtikten sonra ya kendisi ya da kayınpeder tarafından eşi ve çocuğu geri getirilir. DOĞUM SONRASI TÖRENLER Ad Verme: Çocuğun doğumunu müteakip 3–7 gün içerisinde özellikle baba (damat) tarafının büyükleri ve anne (gelin) tarafının büyükleri, bebeğe isim verilmesi için davet edilirler. Büyüklere danışılmadan ve onay alınmadan büyüklerden herhangi birinin adının bebeğe verilmesi hoş karşılanmaz. Bebeğe isim verilirken, kundaklı bebek kucağa alınır. Sağ kulağa ezan, sol kulağa tekbir okunarak bebeğin ağzına kızılcık ya da içinde şeker eritilerek hazırlanan sudan verilir. Bu merasimin sonunda çocuğa ismi verilir. Doğan her çocuk için maddi durumları iyi olan ailelerce ‘Akika’ denilen kurbanlar, fakir ailelere dağıtılmak amacıyla kesilir. Ayrıca yakın komşular yemeğe çağrılır. Beşik: Bebek dünyaya geldikten 40 gün sonra anne ayağa kalkarak evin dışına çıkar. Loğusa annenin, anası kız kardeşi babasını evlerine gönderme amacı ile bu merasim düzenlenir. Kırkıncı günde eve yakın komşular ve akrabalar davet edilir. Her davetli yanında çocuk için giyim, beşik aksesuarları çeşitli hediyeler getirirler. Bu hediyeler arasında nazar boncuğu mutlaka bulunur. Getirilen bu hediyeler, önceden hazırlanmış beşiğe ya da yastığa iliştirilir ve hayır duada bulunulur... Misafirlerin gitmesinden sonra yaşlı ve saygın bir bayan tarafından (genelde loğusa annenin kayınvalidesidir) bir leğende ‘Kırk Suyu’ hazırlanır. Çocuğun saçını kesmekle görevli kişice çocuğun saçı kesilir ve çocuk yıkanmaya alınır. Tas veya büyükçe bir tahta kaşıkla su, ‘Kırk Suyu’ndan dua ve niyazlarla alınıp çocuğun başına dökülür ve annesinin ziynet eşyalarının batırılmış olduğu ılık suda yıkanır. Daha sonra yıkama işini yapan hanım tarafından bir defa sallanır ve kurulanıp pudralanarak giydirilir ve kundaklanır. Bebeğin tıraşındaki saçı toplanarak tartılır. Bu saçın ağırlığınca altın, gümüş ya da para, tıraşı yapana verilir. Zengin aileler de adak kurbanı keserek etini yedi yoksul aileye dağıtırlar. Bebeğin saçı ise yeni bir beze sarılıp saklanır. Sünnet Merasimi: Eğer bebek erkek ise, masraflarını üzerine alan bir yakının kirveliği eşliğinde sünnet ettirilir. Sünnet zamanı bebek ya bir haftalık iken ya da yedi yaşına kadar bekletilebilir. Kirve olanın bütün ailesi de sünnet olan çocuğun ailesinin kirvesi sayılır ve yeni bir yakınlığın doğmasına sebebiyet verir. Bu gelenek karşımıza çok eskilerde yaşanan ‘Putlaç’ geleneğinin uzantısı olarak çıkar. (Putlaç, kirvelik geleneğinde kirvenin ailesi ile çocuğun ailesi arasında, - İslam’dan gelen bir hüküm olmamasına rağmen- kız alıp vermeme ve kirveliğin akrabalık derecesine vardırılmasıdır.) Diş Hediği: İlimizde çocuğun ileride hangi mesleği seçeceğini belirlemek amacıyla veya gurbette bulunan çocuğun hal ve durumunun nasıl ya da ne şekilde olduğunu anlamak için uygulanan bir takım pratik ve yorumlara dayalı fal şeklidir. Çocuk ilk dişini çıkardığında yakın akrabalarının katılımıyla ‘Diş Hediği’ adı verilen küçük bir merasim de çocuğun önüne her birisini ayrı mesleği temsil eden bıçak, kalem, kitap, bilezik, ekmek gibi nesneler bırakılır. Çocuk bunlardan hangisine uzanır ve alırsa ileride o mesleği seçeceğine inanılır. Eğer çocuğun diş çıkardığının farkına ilk annesi varır ve bir büyüğe sürpriz yaparsa çocuğun dişlerini gören ilk kişinin de çocuğa hediye alması usulden de olsa gerekli hale gelir. EVLENME GELENEĞİ İlimizde ataerkil aile düzeni hâkimdir. Bu nedenle geleneksel olan görücü usulü ile evlenme Orta Asya’dan gelen bir yaşam biçimi olarak karşımıza çıkar. Bilindiği üzere Dede Korkut Destanlarından Bamsi Beyrek, evlendirilmek istendiğinde babası, Kanlı Koca’ya evleneceği kızın vasıflarını ve bu vasıflar doğrultusunda evleneceğini, kızı görmeye bu şekilde gidebileceklerini ifade etmiştir. Hatta günümüzde izleri yavaş yavaş silinmeye başlayan Beşik Kertmesi olayının benzerine de Dede Korkut Destanlarından Bamsi Beyrek hikâyesinde rastlıyoruz. Kız Görme (Bakma): Kız görmeye (bakmaya) erkek tarafının büyükleri karar verir. Aracılara müracaat edilir. Kız tarafına yakın (genellikle akraba) birinin vasıtasıyla ya haber gönderilir ya da beraber görücü gidilir. Görücü gidenler, kızın ev içerisindeki hal ve hareketlerini, güzelliğini gözlerler. Kızdan, el ve ev işlerindeki becerilerini görmek amacıyla işlediği nakışları göstermesi istenir. Usulen su istenir. Su verirken gelişine, yürüyüşüne; suyu verirken duruşuna dikkat edilir. Kız da bu konularda dikkatli ve eğitimlidir. Suyu ikram ederken elini göğsüne koyar ve saygıyla hafifçe tebessüm eder. Bunu bardağı geri alırken de yeniler. Bu hareketler, kızın aile terbiyesi ve inceliği açısından önemli göstergeler olarak kabul edilir. Görücüye gelen misafirler giderken yine gelin adayının ayakkabılarını nasıl önlerine koyduğuna dikkat ederler. Kız İsteme ve El Öpme: Bu konu iki aile arasında ortaklaşa tespit edilir. Genellikle Perşembe günleri kız istemeye gidilir. Günümüzde hafta sonları da ‘kız istemeye’ dâhil edilmiştir. Erkek tarafı yakın akraba ve komşularının ileri gelenleri ile birlikte erkekli kadınlı yatsı namazından sonra kız evine giderler. Erkekler ayrı bir odada toplanırlar. Yapılan ikramlar özellikle kabul edilmeyip önce hal hatır sorularak erkek tarafının en yaşlı olanı söze başlar — Efendim siz bize buraya neden geldiğimizi hiç sormadınız? ( Kızın velisi biraz sıkılgandır. ) — Hoş geldiniz, sefa getirdiniz. Misafire niçin geldiniz diye sormak bizim gelenek ve göreneklerimizde yeri yoktur, ayrıca bunu sormak bize düşmez. — Eh o halde biz buraya niçin geldiğimizi açıklayalım: Biz buraya Allah’ın emri Peygamberin kavli ile kızınız .......’yi oğlumuz .........’e istemeye geldik. Kulun takdirinden çok Takdir-i Huda önemlidir. Rızayı-i Bariye itaat etmek gerekir. Hz. Peygamberimiz ‘evlenin’ diye buyurmuşlardır. Bu sünnette uymak muteberdir. İcap etmesi durumunda diğer misafirlerde söze karışırlar. Neticede kızın babası kendi ev halkının ve kızının görüşünü de aldıktan sonra ve uygun görülmüşse şunları söyler: “Misafirler siz hoş geldiniz, sefa geldiniz. Siz böyle uygun görüyorsanız ben de; bir kızdır size kurban ettim. Allah mutlu ve hayırlı etsin” diyerek rızasını bildirir. Bunun üzerine erkek tarafının en genci kız tarafının en büyüğünden başlayarak ellerini öper. Bu törene ‘el öpme’ denir. Bu arada hazırda bekletilen fakat başta kabul edilmeyen ikramlar yeniden talep edilir ve koyu bir sohbet ortamı sağlanmış olunur. Kadınları bulunduğu odaya da haber salınır. Erkeğin annesi, babası veya bacısı gelin adayına söz yüzüğünü takarlar. Çeşitli ikramlardan sonra erkekler arasında gelin adayı tarafına istenen hediyeler konuşulmaya başlanır. Bu hediyeler genelde at, silah, takı ve başlık parası kararlaştırılır. Bazı yörelerimizde başlık parasına”Süt Hakkı” denir. Bu adetler günümüzde unutulmaya yüz tutmasına rağmen az da olsa bazı köyler de bu adetler halen sürmektedir. Şerbet İçme: Nişan törenine yörede ‘şerbet İçme’ denilmektedir. Bu tören genellikle Pazar günleri yapılır. Erkek tarafı, eş-dost dolaşarak ya da koçurgan (davet edici) vasıtasıyla tören duyurulur. Şerbet İçme töreni kızın evinde yapılır. Erkek evinden en az iki kadın şerbet ezmek ve dağıtmak üzere sabah erkenden kız evine gider. Erkek evinden getirilen şeker, suda eritilir ve şerbet renklensin diye içine kızılcık şekeri katılır. Şerbet ikramı sırasında biri misafirlere kuru, diğeri ise ıslak havlu tutarlar. Erkek tarafının davetlileri öğleye kadar törene katılırlar. Misafirler, erkeğin babası ve mahallenin hocası tarafından karşılanır. Şerbet, gümüş kupalarda ikram edilir. Erkeklerin töreni bitince, kadınlarınki başlar. Tören gece yarısına kadar sürer. Kadınlar, önce erkek tarafının evinde toplanırlar. Sonra topluca kız evine giderler. Burada önce eğlence faslı başlar; kadınlar bir ağızdan oyun havaları söyleyip def çalarlar. Bu şenlik vakit ilerledikçe nişan yapılacak yere doğru kayar. Erkek tarafının eşya sandığı odanın ortasına konulur. Sandık açılır, içindekiler teker teker gelen kadınlara gösterilir. Takılar gelin adayına takılır. Buradaki tören böylece sürer gider. Sabah kız tarafı bir sürahi şerbetle nişan yüzüğünü erkek evine yollar. Damat adayı nişan yüzüğünü parmağına takar ve yüzüğü getiren kadına şerbet ve bahşiş verir. Nişanla düğün arasında geçen her ayda ‘Pay Töreni’ (Gelin Görme) yapılır. Erkek evi, bir tepsi kurabiye, baklava, tatlı, elbise, bilezik, terlik gibi hediyeler gönderir. Güveyi Giydirme: Düğün genellikle çarşambadan başlar. Davetlilerin öğleyin güveyin evinde toplanmalarıyla ‘Güvey Tıraşı’na başlanır. Berber tıraşa başlayınca sesi güzel olanlar yanık türküler okurlar. Berber bahşiş almak için ‘ustura kesmiyor’ diye birkaç kez durur. Tatmin edici bahşişini aldıktan sonra tıraşa devam eder. Tıraştan sonra damadı giydirme işlemine başlanır. ‘Damatlık’ elbiseler, güveyin başı üzerinde üç kez dolaştırılarak tek tek giydirilir. Güveye elbiseleri sağdıçlar giydirir. Güveyin iki sağdıcı olur. Bunlardan biri evli, diğeri ise bekâr olur. Damatlık giydirildikten sonra sağdıçlardan biri damadın sağ koluna girerek gelen davetlilerin önünde saygı gösterisi olarak durulur ve ilk önce aile büyükleri olmak üzere büyük olanlarının elleri öptürülür. Bu törenin ardından topluca yemek yenilir. Gece Düğünü: Gece düğünü, yatsı namazından sonra başlar. Misafirler hep beraber çalıp eğlenirler. Eğlence aracı genellikle davul–zurnadır. Bu arada damadın sağdıçlarının yerine oturmak isteyen ya da sağdıçların iyi hizmet etmediklerini gören davetlilerden biri, çarşıdan bolca yemiş alarak döner ve sağdıçlara şöyle der: “Bu yemişleri şimdi dağıtacağım. Ya bedelini ödersiniz, ya da biriniz yerinden kalkar, sağdıç ben olurum.” Yemişler dağıtılır. Sağdıçlar da bedelini öderler. Yemişi çarşıdan alıp getiren kişi düğünü terk eder. Eğer sağdıçlar yemişin karşılığını ödememişler ise biri yemişi getirene yerini bırakmak zorunda kalır. Ama yerini bırakma çok büyük bir hakaret olarak kabul edildiğinden, yeri terk etmektense neyse bedel ödenir. Kına: Gelinin baba evinden ayrılışın ilk işaret kına yakmak törenidir. Gece düğün sürerken kına töreni yapılır. Düğün evindeki davetlilerden kadınlı erkekli bir bölümü kız evine gider. Erkekler ve kadınlar ayrı odalarda eğlenirler. Kadınlar, götürdükleri çerezleri misafirlere dağıttıktan sonra bir tepsi içinde kına getirilir. Tepsinin çevresi mumlar ile donatılarak ortaya konur. Gelinin ellerine ve ayaklarına kına yakılır. Kına yakılırken gelinin annesi tarafından hediye olarak gelinin kınalı eline altın bırakılır. Bu arada yanık türküler, maniler. Okunur. Bu türküler okunurken gelin ağlar, erkek tarafı ise güler. Misafirlere de kına dağıtıldıktan sonra eğlenceler sürdürülür. Kınacılar düğün evine yani erkek tarafının evine döner. Bunlardan ‘yenge’ denilen üç bekâr kız gelinin yanında kalır. Uyuyanların eteklerini birbirine dikmek, uykuda iken birbirinin yüzünü boyamak gibi eğlenceler gece boyu yapılır. Damadın kınası, düğün evinde yapılır. Kına tabağı içindeki mumlar yakılır ve evin genç kızlarınca içeriye getirilir. Biraz eğlenildikten sonra damadın sağ elinin serçe parmağına kına sürülerek bağlanır. Davetliler de parmaklarına kına sürerler. Her iki kına töreninde de çalgıcılara bolca bahşiş verilir. Damadın yakınları gece düğün evinde sabaha kadar eğlenme için kalırlar. Gelin Götürme: Sabahın erken saatlerinde düğün alayı kız evine gider. Kız evinde kapı genellikle kapalı tutulur. Kapının açılmayacağını, açılabilmesi için taleplerini şöyle dile getirir: “ya tabanca, ya para, ... İsterim. Vermezseniz kapıyı açmam”. İstedikleri ya temin edilir ya ad gönlü hoş edilerek kapı açtırılır. Gelin hazır olunca bir koluna damadın sağdıçlarından biri, diğer koluna ise kızın kardeşlerinden biri girerek gelin yavaş yavaş baba evinden çıkarılır. Gelin bütün ailesi ile helalleşip vedalaşır. Anne ve baba kızlarına, “iyi bir gelin olasın, kaynananın sözünden dışarı çıkmayasın. Yoksa emeğimizi ve sütümüzü helal etmeyiz” derler. Gelin alayının dönüşü mutlaka farklı yoldan olmalıdır. Alay, yolda bahşiş almak isteyenlerce kurulan barikatlarla sık sık karşılaşır. Düğün alayından önce gelinin aynası, çeyiz sandığı, yatağı ve diğer eşyaları gider. Yol boyunca testi kıranlara, su dökenlere de bahşiş verilir. Damat sağdıçlardan biri ile dama çıkarak gelini bekler. Gelin attan ya da arabadan inerken başına çerez, bozuk para serpilir. Paralar bereket getirir inancıyla orada bulunanlarca paylaşılır. Yemişler de “ağbat başan, (darısı başına)” denerek gençlere yedirilir. Kapının girişinde gelinin avucuna bal sürülür. Oda bu balı kapının üst eşiğine sürer. Bu adet ile gelinin-kaynana ilişkinin tatlı olacağına inanılır. Bereket getirsin diye su dolu küp hızla yere çarpılarak kırılır. Gelin odasına alındıktan sonra damat ile bir süre baş başa kalır. Damat gelinin duvağını açarak “Yüz Görümü” hediyesini takar ve sağdıçlarca gezmeye götürülür. Komşular gelin görmeye gelirler. Yatsı namazından sonra damat, sağdıçlarınca odasına götürülür. Damat iki rekât namaz kılar. Damadın ablası kardeşi ile gelinini el ele tutuşturur: “bunu sana teslim ettim. Seni de Allah’a teslim ettim” diye nasihatte bulunur. Güvey ile gelin baş başa bırakılır. Gelin yüz görümlüğünü almadan damatla konuşmaz. Sabah namazından çıkılınca sağdıçlar gelerek damadı evden alır, hamama götürürler. Gelin ise gerdekten üç gün sonra hamama götürülür. Sağdıçlar hamamdan sonra birer gün arayla yemek verirler. Pazar günü de damat sağdıçları yemeğe çağırır ve hediyeler verilir. Muş’ta, evlenme çağına gelen kız, kısmetinin bağlı olduğuna inanır. Eğer bu kız, arka arkaya üç çarşamba bir oklava alıp, oklavayı ata biner gibi bacağı arasına alarak minareye çıkar ve şerefeden üç kere “Kırnavır, âdetiz batsın, it babaliler” diye devir yaparsa o kızın kısmeti hemen açılırmış ve istemeye gelirlermiş. Bu gelenekte, genç kızların oklavaya at gibi binmeleri eski Türk din adamı görevi üslenen “Kam veya Saman”ın ayin sırasında kullandıkları sembolik tahta ata benzemektedir ki harekette de göğe doğru bir çıkış olması da dikkat çekicidir. Ayrıca, kısmeti kapalı kızların, kısmetinin açılması için hiç kullanılmamış bir kilidin, kilitlenerek kilidin Cuma namazından ilk çıkan kişiye açtırılması ile kısmetinin açılacağına inanırlar. Muş ilinde ve çevresindeki aşiretlerde, ölenin ardından acıları dile getiren ağıtlar dökülür. Ağıtçılar ölenin hayatta iken yaptığı iyilikleri terennüm eder. Yas tutma haftalarca sürer. Yas sırasında ölü evi badana edilmez, hamama gidilmez, kına yakılmaz, takı takılmaz bu şekilde yas da olduğu belirtilir. Ölen kardeşin eşini alma veya ölen gelinin kız kardeşi ile evlenme ile öleninin ruhunun rahat edeceğine, huzur bulacağına inanılır HARAFANE Kış Muş’ta çok uzun sürer bazen mayıs ayım kadar devam eder. Bundan ötürü İlkbahar gelir gelmez halk düzlüklere, su boylarına, ağaç altlarına hücum ederler. İşte bu gezilere Harafane denir. Ekseriya tatil gününe tesadüf eden pazar günleri olur. Sabahleyin bütün aile çoluk çocuk hep birlikte akşama kadar yiyecekleri yiyecek eşyalarını, oturmak için minder kilimleri alarak giderler. Bu eğlence akşama kadar devam eder. Akşamüzeri mutlaka etli bulgur pilavı yapılır, yeşillikte hep birlikte yenir, akşam üzeri yola dizilerek tekrar evlere dönülür. Bu geziler aile olduğu gibi mahalleden bir kaç kişinin bir araya gelmesiyle de mümkün olur. Kırlarda bol; bol oyunlar oynanır, koşulur eğlenilir. DİĞER KIŞ EĞLENCELERİ Kışın evlerde toplanan mahalle halkı kendi aralarında bazı oyunlar oynarlar. Bunlar yüzük oyunu, Ceviz yuvarlama, Hikâye anlatmaları gibi oyunlar yapılır, ancak son zamanlarda bunlar tamamen unutulmuştur. Artık böyle toplantılar yapılmaz olmuştur. Mahalle çocuk oyunları da aynı şekildedir. Geceleri mahallenin bir düzlüğünde toplanan çocuklar, Saklambaç, Saman saman, Ebe oyunu gibi oyunlar oynarlar. Gündüz ise çeşitli taşla oynanan oyunlar, bilye oyunları, hostanik, birdir bir oyunu, Pabuç çevirme oyunu gibi oyunlar oynanırdı. Ancak bunlar da hemen hemen oynatmamaktadır. Bunların yerine sportif oyunlar geçmiştir. Her mahallenin düzlüğünde top kovalayan çocuklara rastlanılmaktadır.
-
HALK İNANIŞLARI Muş Yöresine Ait Bazı İnanışlar: — İki bayram arasında düğün yapılmaz ve nikâh kıyılmaz. — Akşamları tırnak kesilmez. — Aluç meyvesinin bol olduğu yıl kış, uzun ve çetin geçer Hıdır Nebi – Hıdır İlyas ( Hıdrellez ) : Nisan ayının yirmi ikinci gecesi Hıdır Nebi, Hıdır İlyas’ın geleceğine inanılır. Gece yağan yağmur damlaları temiz kablara alınır. Bu su şifa niyetine içilir Hastalara da verilir. Vartivar : Temmuz ayının onbeşinci günüdür. Bugün yazın en sıcak günüdür. Köylerde toplanan halk koyun sürüsünün bulunduğu beriye giderler. O gün koyun ile kuzunun birbirinden ayrılır. Koyunlar ayrı bir sürü kuzular da ayrı bir sürü olur. Kuzuların bakıcısına Berivan denir. Yazın sıcağına işaret bir tekerleme şöyledir: Keçel karganın sözü olsa Vartivarde kar yağar. Bölgenin diğer illerinde olduğu gibi Muş’ta da, Ay tutulduğu zaman aynen eski Türk inancında olduğu gibi havaya silahla ateş edilir. Teneke davul çalınıp gürültü çıkarılır. Ay’ın kendisini yutan ejderden kurtarılacağına inanılır. Yine ayın ilk halini gören kişi hemen yanında kimse yoksa gözünü kapatıp dilek tutar. Eğer yanında biri varsa o kişiye bakar ve o kişinin sonraki günlerde uğurlu olacağına inanır ve o günlerin güzel, bereketli geçeceği kanaatine varılır. İslam’dan sonra Ay’ı ilk gören kişinin Peygamberimize salâvat getirme geleneği de eklenmiştir. Eski Türklerde gökte her insanın bir yıldızı olduğuna inanılırdı. Gökte yıldız kayması olduğu zaman birinin öleceği düşünülürdü. Bu inanış ilimizde halen geçerliliğini korumaktadır. Ay Tutulması: İslam’dan önceki devirlerde Natüralist inancında olan Türklerde, Güneş ve Ay ile ilgili kötü ruhlar mücadeleye kalkışırlar. Bazen bu kötü ruhlar Ay ve Güneşi yakalayıp karanlık dünyasına sürüklerler. Yine İslam’dan önceki devirlerden kalan ve şu anda hurafe ve batıl olarak kabul ettiğimiz inançlardan biri de ay tutulduğu zaman Ay’ı ejderin ya da canavarın (Asya Motifidir) yutmaya çalıştığıdır. Ay’ı ejderden kurtarmak için bağırıp çağırma, davul çalma veya değişik şekillerde gürültüler çıkarma Şamanizm’den gelen bir inanıştır. Muş ilinde sıkça rastlanılmaktadır. Kara Çarşamba: Tunceli - Bingöl - Erzincan çevresinde ve Muş’un dağ köylerinde ‘Kara Çarşamba’ olarak kabul edilen ve mart ayının ilk çarşamba günü erkekler alınlarına ‘kara bir leke’ ya da ‘is’ sürerek ırmak ve derelere girerek bu karaları temizlerler ve bu ara suya karşı dua ve niyazda bulunurlar. Ayrıca yabani gül ağacı veya esnek ağaçların uçları kesilir. Bu uçlar, daire şekli verilmek amacıyla birbirine yaklaştırılır. Hastalıklı olanlar bu daireden geçirilirken ‘Kurt Kafasının’ ağzını bağlayıp, “kurtulmamıza sebep olduğun o günün hürmetine hastamıza şifa ver, bu günün hatırına da sürülerimize dokunma” diye niyazda bulunulur. Günümüzde de ilimizin merkeze yakın köylerinde bile sürülere dadanmaması için ‘kurtağzını bağlama’ geleneği devam etmektedir. Bu gelenek ister istemez bize ‘Ergenekon Destanında’ yaşanan hadiseleri çağrıştırır. İslam dinin kabulünden sonra bu gelenek değişik şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan biri şudur: Peygamber Efendimize yapılan eziyetlerden kurtuluşunu kutlama maksadıyla halkın bir araya gelmesi, dua ve niyazlarda bulunmasıyla anılır. Bu gün de Şubatın son, Mart ayının ilk haftası arasındaki Çarşamba gününde evlerde çokça sevilen yemekler yapılıp bir kısmı fakirlere dağıtılarak Peygamber Efendimizin ‘Nefsin için neyi çok istersen başkalarına da ondan iste’ Hadis-i Şerifinin gereği yerine getirilir. Geleneğe göre bu hafta Şubat ayının son Çarşamba’sından başlayıp Mart ayının ilk haftasına kadar devam eder. Bu haftada Peygamberlere Allah tarafından bazı belalar verildiğine inanılır. Hz. Eyyüb’ün bu hafta içinde vücudunun yaralandığına inanılır. Bu hafta içerisinde evlerde bol, bol tatlılar yapılır. Fakirlere ve komşulara dağıtılır. Bazen birkaç aile bir araya gelerek bu haftayı beraber geçirirler. Burada “Nefsin için istediğini başkası içinde iste” düsturuyla yapılan her yemek ve tatlı dağıtılır. Son Çarşamba kurtuluş Çarşamba’sıdır. Bu hafta içinde bazı evlerde Kur’an okunur. İlahiler söylenir. Bazen de Mevlit okutulur. Ziyaret Ağacı: Ağaca bez bağlama geleneği, bütün tarihçilerin ittifakla ortaya koydukları Şaman İnancının direk yansımasıdır. Şöyle ki; Şamanizm’de iyi ruhların tutulan dilek ve temennileri ulaşması gereken yere ulaştırmasına dayanır. İslam’ın kabulünden sonra da yoğun bir şekilde ilimizde görülmektedir. Sagu (Sadu - Ağıt - Yas): Mezarın etrafında yedi defa dönülerek yapılan bir çeşit yas gösterisidir. Şamanizm de ayinleri yapan din adamlarınca yapılır. Ölüyü kötü ruhlardan uzak tutma amacı taşır. Günümüzde de geleneksel olduğu için özellikle yaşlılar tarafından (unutulmaya yüz tutmuştur) uygulanırlığı vardır. Ancak ölünün arkasından vızıldanarak ve sağa sola sallanarak yapılan Yasa, ‘Sadu’ denilip yas tutan kadınlar arasında yoğun bir şekilde uygulanır. Kampos (Alkız, Alkarısı) İnancı: Doğum sırasında ve sonrasında gerek ana gerekse çocuk için en büyük tehlike olarak kabul edilir. “Kampos” adıyla isimlendirilen Alkarısı ya da Alkız Zıviztan (Loğusa) ve yeni doğmuş çocuklara musallat olan bu kötü ruh bazen de evde, tarlada, bağda, bahçede tek başına iken uyumakta olan kişilerin üzerine ağırlığı ile çöker. Bu şekilde şahsın korkup çarpılmasına dayalı bir takım hastalıkları verdiğine veya kişiyi boğmak suretiyle öldürüleceğine inanılır. Kampos geceyi ve karanlık âlemi sever. Kampos’un fiziki yapısı ile ilgili olarak birbirini tutmayan tasvirler ve buna bağlı inançlar da mevcuttur. Kampos’un bazen papağı (börk) olan iri-yarı bir insan, bazen kara bir kediye benzediği, bazen de yüzü tarif edilemeyecek şekilde tüylü küçük bir yaratığı andırdığı ifade edilir. Kişiye zarar vermek için gelen bu meçhul yaratığın çıkardığı hırıltıyı henüz uyku haline geçmemiş kişiler duyduğu halde hiçbir harekette bulamaz. Böyle durumlarda kişinin kanının çekildiği, damarlarının kuruduğu söylenir. Kampos’tan korunmanın yolu, onun korktuğu, iğne gibi demirden imal edilmiş bir eşyayı üzerinde bulundurmaktır. Yörede Kampos tarafından verildiğine inanılan hastalıkların tedavisi için ocaklara ve muhtelif ziyaret yerlerine gidilir. Türklerde bu tür hastalıklar Kamların aracılığıyla tedavi edilirdi. Yöremizde Kampos’un (Alkız-Alkarısı) ağıl, samanlık, su kenarları ve ıssız yerleri kendisine mesken tuttuğuna; korktuğu şeylerden olan iğneyle esir alındığında ise çok bereketli kabul edilen eli ile o aileye ölene kadar hizmet ettiğine inanılır. Dağ, Ata ve Ağaç Kültürü: Eski Türk’lerin ölen büyüklerini kutsallaştırmak için yüksek dağ tepelerine gömdüklerini, ulu dağların tepelerinin de aynı şekilde kutsallaştırıldığı, atalarına ait mezarları bu mekânlarda yapıldığı, gökyüzüne yakın kabul edilişi ve uzaktan mavi renkte görünmelerinden ötürü kutsal mekânlar olarak nitelendirildikleri anlaşılmaktadır. Kaldı ki Altay dağlarında rastlanılan kurganların çoğunun yüksek dağlarda bulunuş sebebinin bu olduğu bilinmektedir. Bu inanışların Anadolu’da da aynı şekilde yaşandığını görmekteyiz. İslamın etkisiyle eski Şamanist inanışlarındaki ulu dağlar ve üzerindeki Ata Ruhlarının yerini, aynı dileklerin yapıldığı Evliyaların ve Yatırların ruhu almıştır. İşte, ilimizin Varto ilçesinde dağ kültürü ile ata kültürünü andıran “Koçkar Baba” adı verilen ve adına törenler yapılıp dualar okunan bir ‘Ziyaret Tepesi’ mevcuttur. Koçkar Baba ya da Köşker Baba Ziyaretinde, çevredeki bütün halkı bayramlık elbiselerini giyer, yiyeceklerini hazırlar tepeye çıkarlar. Burada Kurbanlar kesilir, çeşit çeşit yemekler yapılır, gönüllerdeki dileklerin tutması için Evliyanın yattığına inandıkları (Ata ruhu) mezar taşına dualar yapılıp ve öperek dile getirdiklerini, dağdan aşağıya, düzlüğe indiklerinde at koşturup eğlendiklerini ve bu arada davul sesine benzeyen sesler işitildiğini, halkında bunun “Koçkar – Köşker Baba tarafından çalındığına inanılır. Koçkar ya da Köşker Baba, bazı kaynaklarda 786’da Varto’ya Oğuz Boylarından Akkoyunlu Oymak Başı olarak geldiği ve burayı yurt tuttuğu, vefatı ile birlikte de Bingöl dağlarının üzerinde yüksek bir tepenin üzerine defnedildiğidir.
-
MALAZGİRT ZAFERİ SONRASI ANADOLU 'NUN VATANLAŞMASI Malazgirt Meydan Savaşı tarihin kaydettiği en büyük savaşlardan birisidir. Ama Alparslan Gazi' nin bu kadar büyük zafer sonucunda niçin bu kadar hafif şartlarla antlaşma imzaladığı hâlâ bilinmemektedir. Romanus Diogenes, Bizans tahtına oturabilseydi, bir süre için bile olsa Selçukluların Bizans'a karşı uyguladığı "Batı Siyaseti" duraklayacaktı. Fakat Diogenes'in Bizans tahtına oturamaması yapılan antlaşmanın uygulanmadan uzak tutulması, Selçukluların, Malazgirt savaşı sonuçlarından daha geniş olarak istifade etmelerine neden oldu. Sultan Alparslan kendisi Rey ve Hemedan'a dönerek Orta Asya'ya doğru seferler düzenlerken, Kutalmış'ın oğulları ve birçok Selçuklu şehzade ve kumandanlarını Bizans aleyhine Anadolu'nun fethi ile görevlendirdi. Bundan sonra harekete geçen Selçuklu akıncıları, 2 yıl içinde Adalar Deniz (Ege) ile Marmara'yı. Üsküdar önlerine kadar ulaştırdılar. Daha önceki akınlarda, ganimet toplayarak Ahlat ve Halep'teki üstlerine dönen akıncılar, artık Anadolu içlerinde kalmaya, buraları yeni yurt edinmeyi plânlamaya başladılar. Malazgirt savaşına kadar Sâsâni-Bizans Arap- Bizans, Selçuklu, Bizans kanlı askeri mücadelelerine sahne olan Doğu, Orta ve Batı Anadolu’nun yerli halkları sürekli olarak daha emniyetli gördükleri Batıya, Adalara ve Trakya'ya doğru göç ettiler. Bu nedenle özellikle Doğu ve Orta Anadolu' da belirli bazı şehirlerin dışında köylerin tamamına yakını harabeye döndü. Toprak bakımsız ve atıl bırakıldı. Çukurova ve Batı Anadolu'da ise. o kadar verimli arazi üretimden yoksun, çayırlık. Sazlık ve bataklıklar durumuna geldi. Bu nüfus yokluğunu gören Selçuklu Komutanları batıya doğru ilerledikçe yakaladıkları halkıtopraklarına zorla göçürüp iskân ederek, boş toprakları yeşertmeye çalıştılar. Malazgirt’le beraber açılan Anadolu kapılarından giren akıncılar ileri harekâtla Adalar Denizi (Ege) ve Marmara’ya ulaşırken arkadan Oğuz (Türkmen) boyları akmaya başladı. 8–10 yıl içinde Horasandan kalkan Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepni, Salu, Eymür, Alayund, Ürker, Iğdır, Büğdüz, Yıva, Kınık, Kayı, Bayat, Alkaev-li, Karaevli, Yund, Döğer, Dodurga, Yazırlı, Afşar. Kızık, Beydili. Kargın vb. gibi Oğuz boylan ile Özbek, Kazak, Kuman, Karluk, Kırgız. Ku-muk, Hazar vb. gibi diğer Türk boylan Anadolu'ya gelmeye başladı. Anadolu'ya gelen Türkmenler Doğu, Güney, Kuzey, Batı ve Orta Anadolu yönlerinde ilerleyerek, bir taraftan virane olmuş eski köyleri yeşertirken, diğer taraftan kendi adlarıyla yeni köyler kurarak İskâna başladılar. Kısa sürede bazı Türkmen grupları da şehirlerde yerleşerek şehir hayatına uymaya çalıştı. Anadolu' ya ilk büyük Türkmen kafilesi 100.000 ve 320.000 kişilik olarak geldi. XI. yüzyılda ise bir milyon Türkmen kafilesi geldi. Anadolu'ya gelip yerleşen Uç-Türkmen Beyleri, Bizans'a ait topraklarda sürekli olarak genişleme siyaseti güderek, Batı Anadolu, Marmara ve Karadeniz çevresinde tam olarak alınamamış yerleri hâkimiyetleri altına almaya çalıştılar, Malazgirt’ten sonra yapılan Mikrokefolon (Sultandağı geçidi. Eskişehir yakınlarında) (1176) savaşı işlerini iyice kolaylaştırdı. Türkmenler bir taraftan askeri ve siyasî hâkimiyet mücadelesi verirken, diğer taraftan Anadolu'yu mamur bir Türk-İslâm beldesi yapmak amacıyla, camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, yollar ve köprüler gibi dinî ve sosyal kurumlar yaptırmaya başladılar. Türkistan ve Horasandan gelen Türkmen akınları bu göçlerle de kalmadı. 1220'de Harzemşahlar'ın Cengizhan'a yenilmesinden sonra istilâsından kaçan tüccar ve zanaatkâr Türkmenler yeniden Anadolu'ya akmaya başladı. Bu göçlerle Anadolu, hem nüfus itibariyle fazlalaştı, hem de iyice Türk İslam karakterine büründü. Anadolu’ya gelen Türkmenler, yeni yerleştikleri köylere Şehirlere, Ova ve yaylalara Kınık. Bayındtır, Kargın, Peçenek. Eymür, Iğdır, Döğer, Kayı, Afşar, Beydili, Salur, Çubuk, Afşin, Oğuzeli, Artuklu, Alagöz, Ahmetli, Hüsiyenli, Aktepe, Göktepe, Uzunyayla, Karayayla, Bozova, Çukurova, vb. gibi tamamen öz Türkçe olan kendi boy ve şahıs adlarını verirken kendileri de yer adlarını almaya, bu topraklar üzerinde çok çeşitli hatıralarla dolmaya başladılar. Bu uygulama ile uğrunda her aile ferdinin ölebileceği yeni Türk vatanı doğdu. Dil, din. kültür, gelenek ve görenek ve etnografya yönünden tam bir birlik sağlayan Türk Milleti yeni Vatan Anadolu ile kaynaşarak vatan ve millet bütünlüğü sağladı. Dökülen kan ve gözyaşı, sarf edilen el emeği ve göz nuru ile Anadolu maddî ve manevî yönden kutsallaştı. Bu kutsal kabul edilen topraklar üzerinde, acı, ızdırap, el emeği ve göz nuru simgeleyen mezar taşları, türbe ve anıtlar, camiler, mescitler, hanlar, hamamlar ve köprüler birer birer yükselerek kutsal mühürler durumuna geldiler. Malazgirt'ten sonra, yeni doğan Türk vatanı Anadolu üzerinde, Anadolu Selçuklu Devleti, Beylikler, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti gibi Devlet ve İmparatorluklar ard arda doğdu. Bundan sonra Türkmenler bir taraftan Anadolu'ya her yönden mamur ve müreffeh hale getirirken, öbür taraftan Türk siyasi ve askeri faaliyetleri için karargâh haline getirdiler. Özellikle XV ve XVI. yüzyıllarda orta ve batı Anadolu ile Marmara Bölgesindeki Türkmenlere dayanan Osmanlılar Balkanlar üzerinden Batı'ya ilerlerken. Doğu ve Güney-Doğu Türkmenlerine dayanan Kara Koyunlu, Ak Koyunlu ve Safavi Türkmen Devletleri de Timur istilası ile gecikmiş İran tarafındaki fetihlerine devam ettiler. Daha sonra ki yüzyıllarda Kırım'ın, Irak ve Suriye'nin. Filistin'in, Mısır ve Kuzey Afrika'nın. Yemen'in. Kıbrıs'ın, Girit, Rodos ve diğer adaların fethi hep bu yeni vatandan, yani Anadolu’dan gerçekleştirilmiştir. Bütün bu başarı ve zaferlerin altında, Alparslan ve Malazgirt Zaferi gerçeğinin yattığını söylemek doğru bir söz olacaktır. SONUÇ Türklerin Anadolu ile 395–396 M. tarihlerinde, Batı Hun Türkleriyle başlayan siyasi ve askeri ilişkileri. Büyük Selçuklu Devletinin kurulmasından önce ve sonra 1015–1071 tarihleri arasında Çağrı Bey, Tuğrul Bey, Alparslan ve diğer Selçuklu emir ve kumandanlarıyla da devam etmiştir. 1071 Malazgirt Savaşıyla noktalanma derecesine gelen askeri bir vatan kazandırmıştır. Bu zaferden sonra yeni vatanı dili, dini, kültürü, sanatı, elemeği ve göz nuru ile dantel gibi işleyen Türkler daha sonra Balkanlarda Akdeniz de, Karadeniz de, Orta-Doğu'da, Kuzey Afrika ve Yemen'de yaptıkları siyasi ve askeri mücadelelerde burasını birer üst olarak kullanmışlardır. Yeni kazanılan vatan, siyasi ve askeri mücadelelerin merkezi olduğu kadar Türk dilinin, Türk Kültür ve Sanatının, Türk Etnografyasının, İslam dininin de merkezi olmuştur. Bütün bu olumlu sonuçlar. Sultan Alparslan ve arkadaşlarının sarsılmaz iman ve gayretleriyle kazanılan Malazgirt Meydan Savaşı sayesinde gerçekleşmiştir.
-
TÜRK TARİHİNDE AĞUSTOS AYI VE MALAZGİRT ZAFERİNİN ÖNEMİ Yrd. Doç, Dr. Mustafa ÖZTÜRK Türk tarihi, diğer milletlere misal olacak birçok zaferlerle doludur. Tarihimizde kazanılan büyük zaferlerin birçoğu Ağustos ayı içerisinde toplanmıştır. İlk Türk devletlerinden başlayarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşuna kadar Türk milleti Ağustos ayında pek çok zaferler kazanmıştır. Ancak kazanılan bunca zaferden bugün elde ne kaldığı düşünülürse, Malazgirt zaferinin değeri daha iyi anlaşılır. Malazgirt'te tümüyle şehit olmayı göze almış ve ant içmiş bir orduya, Tanrı armağan olarak şanlı bir zafer ve ebedi bir ülke vermiştir. Malazgirt zaferi, yalnız Türk tarihinde değil, Dünya tarihinde de bir "Dönüm Noktası" olacak kadar önemli bir hadisedir. Çünkü Türklerin tarih boyunca kazandığı zaferler içinde ileriye doğru en çok tesirde bulunan bu zaferdir. Bu zafer, Türk milletinin geleceğini sağlayan ve ona yeni bir yurt, yeni bir tarih hazırlayan çok büyük bir hadisedir. Kısa bir süre içerisinde, Türkleri İran sınırından, Marmara kıyılarına ve İstanbul önlerine getiren bu zaferdir. Bu büyük zaferi Türk tarihine kazandıran Büyük komutan Alparslan, Büyük Selçuklu Devleti'nin ilk hükümdarı Tuğrul- Bey'in yeğenidir. Babası Çağrı Bey, Horasan valisi iken vefat edince, onun yerine geçmiş ve 1063 yılında Tuğrul Bey'in vefatı üzerine Büyük Selçuklu Devleti'nin başına geçmiştir. Alparslan başa geçtikten sonra, kısa bir zamanda idareye hakim olmuş ve iç durumu düzeltmiş, arkasından fetih hareketlerine girişmiştir. Bu arada asırlardan beri Batı'ya yönelen Türk akınları, Selçuklular ile beraber yön değiştirerek Kuzey yerine, Güney'e yöneliyordu. Ancak bu akınlar, gelişigüzel akınlar olmayıp "Yurt Tutma" başta gelen hedef olmuştur. Türk milleti yürümektedir ve başında Alparslan gibi büyük bir lider vardır. Türklerin, Dünya siyaset sahnesine büyük bir güç olarak çıkmaları, İslam dünyasındaki siyasi bölünmelere de son verecek ve Batı orduları karşısında gerileyen İslam Orduları, kendilerine dâhil olan bu büyük güçle, Hıristiyan Avrupa'nın ordularını durdurdukları gibi, bu büyük dalga Viyana önlerine kadar gidecektir. Bu sırada Batı’nın ileri karakolu olan Bizans İmparatorluğu tehlikeyi çabuk sezer, ancak 1048 Pasinler'de ağır bir mağlubiyete uğratılır. Türk akınları daha sonrada da devam eder. Fakat yeni başa geçen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes, Türk akınlarını durdurmaya bu sefer kesin kararlıdır. Orta ve Batı Anadolu’da akınlarını sürdüren Türklerden kurtulmak ve ortalığa dehşet saçan bu korkusuz süvarileri, Anadolu’dan çıkarmak amacıyla ordusunun hazırlıklarını tamamlar. Bizans tarihinin en kuvvetli ordusu olarak tarihlere geçen ikiyüzbin kişilik bu ordu, Selçuklu Türk Hakanı Alparslan'ın ordusunun dört katıydı. Bu arada Selçuklu tahtı üzerinde hak iddia eden Alparslan'ın eniştesi Erbasgan (Kurtçu), Afşin Bey'in önünden kaçarak, Bizans'a sığınmış geri verilmesi yolunda yapılan teklifleri, Bizans’a geri çevirmişti. İmparator R.Diogenes hazırlıkları tamamlanan ordusuyla, yanma Erbasgan'ı da alarak 13 Mart 1071 de İstanbul'dan hareket etti. Ankara, Kayseri yolu üzerinden Sivas'a vardı. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, Güney'de Suriye civarında bulunuyordu. Bizans ordusunun geldiği haberini alınca, ani bir taarruzla Bizans'ın, Doğu Anadolu'daki müstahkem kalesi Malazgirt'i ele geçirdi. Bunu takiben tekrar Haleb'e dönerek, Bizans elçilerini buraya kabul etti. Bu sıralarda Afşin Bey, Bizans'ın Anadolu'daki belli başlı askeri üslerinin ve levazım depolarının tahrip edildiğini, esas Bizans ordusu üzerinde bir zafer kazanmak mümkün olabildiği takdirde Anadolu'nun Türklere karşı koyamayacağını bildiren raporunu. Sultan Alparslan'a yolladı. Bu raporu alan Sultan Alparslan, Bizans İmparatorunu karşılamak üzere Doğu Anadolu'ya yöneldi. Bu arada Türklerin yaptıkları çeşitli sulh teklifleri kendisine çok güvenen Bizans İmparatoru tarafından reddedildi. 26 Ağustos 1071 de iki ordu Malazgirt Ovasında karşı karşıya gelmiş ve Türk ordusu kendisinden çok daha büyük imkânlara ve sayıya sahip olan, Bizans ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Burada savaşın nasıl gerçekleştiğini ve savaşın içerisinde cereyan eden birtakım hadiseleri anlatmayacağız. Bu büyük zaferin sonuçlarını ve önemini tahlil etmeye çalışacağız. Bütün tarihçiler, Malazgirt’in bütün Dünya tarihinde bir "Dönüm Noktası' teşkil ettiğinde birleşmektedirler. Zaferden sonra Anadolu, Türkler için yeni bir "Vatan" olmuş, Türk akıncıları daha önce 25 yılda Batı'da denize ulaştıkları halde, Malazgirt'teki Bizans ordusunun komutanı R.Diogenes'in ölümünden sonra iki yıl içinde Adalar Denizi ve Marmara kıyılarına inmişlerdir. Bu zafer bütün Anadolu'yu, Türklere açık hale getirmiştir. Türklerin tarih boyunca kazandığı sayısız meydan muharebelerinden hiçbiri istikballerine bu derece tesir edici mahiyette olamamıştır. Türk tarihinde Malazgirt'ten mühim tek vaka İstanbul'un fethidir. Dandanakan'da kazanılan zaferi Malazgirt tamamlamış, İstanbul'un fethi ise taçlandırmıştır. Bu zaferlerden sonra Türkiye Devleti kurulacak ve Osmanlı çağında, bu cihan devleti, tarihin en büyük siyasi teşekkülü haline gelecektir. Alparslan, R.Diogenes'le yapılan anlaşmayı Bizanslıların tanımaması üzerine, Kutalmışoglu Süleyman Şah'a Adalar Denizine ve Marara'ya kadar Anadolu kıtasının açılmasını emretmiştir. Bu kadar büyük bir zaferin neticesiz bırakılmayacağı tabi: idi. Bizans'ın değil Fırat-Toroslar sınırını tutması, Doğu Anadolu'dan bile vazgeçmek istememesi şüphesiz siyasi görüşsüzlüğünün şaheser numunesi olmuştur. Büyük zaferin Türk ve İslam âlemindeki akisleri de büyük olmuştur. Fatımiler hariç, birçok yerde Alparslan yüzlerce kaside ve tebrikname ile övülmüştür. Malazgirt Alparslan'ın adını ölümsüzleştirmiş ve zamanımıza kadar bu büyük komutan saygıyla anılmıştır. Haçlı seferlerinin doğmasında başlıca amil olan bu zaferin, Avrupa medeniyetinin de gelişmesinde büyük payı vardır. Gerçekten Anadolu'nun fethine karşı, Avrupa'da bilgisizlik ve yoksulluğun doğurduğu Haçlı seferleri yüzyıllar boyu sürmüş, Müslüman Türkler karşısında, Hıristiyan Avrupa devamlı mağlup olmuştur. Fakat bu savaş ve seferler sayesinde, Avrupa, Doğu Dünyası ile münasebetlerini geliştirmiş ve İslam medeniyetinin bilim, kültür ve servetini Batı'ya taşımıştır. Akdeniz hâkimiyetini Müslümanlara kaptıran Avrupalılar, bu sebeple başka yollar aramışlar ve Okyanuslarla Dünya ticaretini ellerine geçirmişlerdir. Malazgirt zaferinden önce, İslam Dünyası siyasi bakımından büyük bir karışıklık içerisindeydi. Özellikle Abbasi Devleti'nin son zamanlarında ortaya çıkan yıkıcı akım ve cereyanlar İslam Dünyası için büyük bir tehlike arzediyordu. Malazgirt zaferinden sonra, Türkler bu anarşi devresine son vermişler, Afganistan'dan, Akdeniz kıyılarına ve Mısır sınırlarına dek uzanan alanlarda tek bir yönetime bağlı, disiplinli bir devlet kurmuşlardır. Türkler Anadolu'ya gelmeden önce, burası harabe bir halde idi. Uzun süren Bizans-Sasanı ve daha sonra Bizans-Emevi ve Abbasi mücadeleleri, Anadolu'yu bir harabe haline koymuştu. Nüfus azalmış, hayvancılık gerilemiş, arazi kırlaşmıştı. Öyle ki, ziraat sadece kalelerde yapılabiliyordu. Malazgirt’i takiben Türkler büyük nüfus kitleleriyle Anadolu'yu doldurdukları gibi, kırlaşan araziyi ve fakirleşen hayvancılığı yeniden canlandırdılar. Harabe yerleri yeniden inşa ettiler. Bunların sayıları oldukça fazla idi. Bunun en açık misali, bugün bile Anadolu'da onbinlerce yerin Ören-Viral-Höyü gibi adlar taşımasıdır. Türkler ziraat ve hayvancılığı canlandırmakla kalmadılar. Buna kendi damgalarını vurdular. Pek çok hububat ve hayvan cinsini Anadolu'ya getirdiler. Bunlar arasında At, Koyun, Çift hörgülü Deve sayılabilir. Hububat cinsleri içerisinde ise buğday, arpa, ayçekirdeği, pamuk, kavun, karpuz ve birçok çiçek cinsi sayılabilir. Denilebilir ki, Anadolu’yu Türkler yeniden inşa ettiler. Kısa zamanda her su başında, her yeşil yamaçta, her yayla doruğunda uzaktan uzağa minareler, medreseler, aşevleri, kütüphaneler, hastaneler ve köprülerle Müslüman-Türk'ün elinde Anadolu nakış nakış işlendi. En sonunda sıcak denizlere değin uzanan büyük göçün yılları kapsayan yorucu yolculuğu bitmiş ve kesinlikle Anadolu Türklerin ebedi vatanı olmuştu. Karışıklıklardan faydalanarak Doğu Roma'yı tekrar diriltmek isteyen Bizans'ın bu gayesi günden güne geriledi ve 1453 de bu emelleri tamamen söndürülerek, Türkler Anadolu'nun kesin hâkimi oldular. Başlangıçta da belirttiğimiz gibi Ağustos ayı, Türk'ün büyük zaferleri ile doludur. Alparslan 26 Ağustos 1071 günü, "Anadolu benim ve milletimin olacaktır. Onlarla yeni bir yurdun kapısın) açıyorum" diyerek nasıl savaşıp, düşmanı esir etmiş ise 26 Ağustos 1922 günü Mustafa Kemal Paşa da "Alparslanlar'ın milletine hediye ettiği bu aziz yurdu, Megalo idea’nın sarhoşlarına bırakamam. Anadolu benim öz yurdumdur." diyerek, Bizans'ın halefi Yunanlıları "Başkomutanlık Meydan Muharebesi"nde öyle yenerek esir etmiştir. Bu rast-gele seçilmiş ve tesadüfî bir tarih olamazdı. Bu kader gününün seçimi, Atatürk ve silah arkadaşlarınca kararlaştırılmıştır. Sonuç olarak denilebilir ki, temeli Alparslan tarafından atılan ve Fatih Sultan Mehmet tarafından sağlamlaştırılan Anadolu Türklüğü, Atatürk' ün aynı günün 851. yıl dönümünde (26 Ağustos 1922) kazandığı eşsiz zaferle anıtlaştırılmıştır. ANADOLU'NUN TÜRK VATANI ZAFERİNİN OLUŞUNDA MALAZGİRT’İN ÖNEMİ Dr. Rifat ÖZDEMİR Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü ELAZIĞ Malazgirt Zaferi Öncesi Türklerin Anadolu ile İlişkileri Türkler, Malazgirt savaşından önceki asırlarda Doğu Avrupa, Orta Asya, İran, Orta-Doğu, Hindistan gibi değişik coğrafi mekânlarda çeşitli devletler kurarak dil, din ve kültür farkı olan değişik insan topluluklarını yönetmişlerdir. Türkler tarafından kurulup geliştirilen bazıları kendi bölgelerinde faaliyet gösterirken bazıları ise değişik ülkeler yanında Anadolu ile de ilgilendiler. Askeri ve Ekonomik amaçlı plânlarını ve Suriye üzerinden Kudüs'e kadar akınlar düzenlediği bilinmektedir. Meselâ Kudüs'e kadar akınlar düzenlediği bilinmektedir. Meselâ M.Ö. IV. yüzyılda kurulup gelişen Hun İmparatorluğu, dünya devleti haline geldiği bir sırada M.S.55 yılında "Doğu ve Batı Hunlar" diye ikiye ayrıldı. Doğu Hunlar. Uzak-Doğu seferi ile meşgul olurken, Batı Hunlar, Kara Deniz'in Kuzeyindeki bulunan Gotlar, Vandallar vb. gibi kavimleri Batıya sürerek Avrupa'ya doğru ilerlemeye başladılar. Doğu ve Orta Avrupa-ya kadar ilerleyen Hunlar, Tuna'yi da geçip, Trakya'da ilerleyerek Roma’yı tehdit ettiler. Batı Hunların bir kolu Avrupa'ya akınlar düzenleyip Roma'yı sıkıştırırken. M.S. 395–396 yıllarında Kafkaslardan güneye inen diğer bir kolu da Anadolu'da ilerlemeye başladı. Erzurum, Karasu, Malatya, Urfa, Çukurova. Antakya'ya kadar ilerledikten sonra. Suriye üzerinden Kudüs'e ulaştılar. Sonbahara doğru kuzeye doğru dönen Hun Kuvvetleri Orta-Anadolu, Ankara, Nevşehir, Ürgüp, Göreme, Kayseri üzerinden doğuya hareket ederek Azerbaycan ve Bakû yoluyla merkezlerine ulaştılar. Türklerin Anadolu içlerine kadar yaptıkları akınlardan yaklaşık olarak 620 yıl, yani Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun kurulması arefesinde, Büyük Selçuklu Devleti'nin kurucularından olan Çağrı Bey'in 1015–1021 M. tarihleri arasında Doğu-Anadolu'ya askerî mahiyetli akınlar yaptığını biliyoruz. Bu tarihlerde, 3000 atlı ile Maveraünnehir'den hareket eden Çağrı Bey Horasan ve Azerbaycan üzerinden Doğu-Anadolu’ya gelerek Van Gölü Bölgesine girdi. O zamana değin hiç Türk Görmemiş Ermeniler, yazdıkları kaynaklarda; "Mızrak Ok ve yaydan silahları çekili olan, beli kemerli, kodluların ki ne benzeyen uzun ve Örülü saçlı. Rüzgâr gibi uçan Türk atlıları" karşısında dehşete düştüklerini belirtmektedirler. Çağrı Bey, bu akını ile Van ve Batı bölgesini aldıktan sonra. Kuzeye dönerek Gürcüleri yenerek geniş toprak fetihlerinde bulunmuştur. Çağrı Bey'in seferinden yaklaşık 13 yıl sonra. 1028 yılında Arslan Yabgu'ya bağlı Türkmenler Azerbaycan’dan hareket ederek Aras ırmağı yörelerine gelmişler, Anı Ermeni Krallığına belirli saldırılar düzenledikten sonra birçok ganimetle Rey'e dönmüşler,. Yeni kurulup gelişmekte olan Selçuklu Devletinin, kısa sürede Dünya İmparatorluğu haline gelebilmesi için birçok fetihlerde bulunması icap etmekteydi. Bunun farkında olan devlet kurucuları gözlerini batıya çevirerek Bizans aleyhine genişlemeye yöneldiler. Bu amaçla Sultan Tuğrul'un emriyle 1045 M. yılında harekete geçen İbrahim YINAL ve Kutalmış sefere çıktılar. İbrahim YINAL Güneyden Hemedan ve İsfahan'ı aldıktan sonra Dicle Nehrine dayanırken, Kutalmış da Aras ırmağını geçerek Ermeni Gürcü memleketlerine girdi. Bu seferi devam ettiren YINAL ve Kutalmış Pasin ve Hasan kale’yi Selçuklu topraklarına kattılar. Selçuklu, emir ve komutanlarının, Doğu-Ana-dolu üzerindeki askerî baskıları, bundan sonra da devam etti. 1054 m. tarihinde harekete geçen Sultan Tuğrul, bizzat kendisinin yönettiği ordu ile Doğu-Anadolu’ya gelerek Muradiye ve Ercisi fethetti. Çoruh Nehri havzasına gönderdiği kuvvetler ise Bayburt’u aldıktan sonra Trabzon'a kadar akınlar da bulundular. Tuğrul Bey aynı yıl. Bizans Muhafızı olan Ermeni Vasil'in savunduğu Malazgirt Kalesini kuşattı ise de alamadı. Bundan sonra. Selçuklu emir ve kumandanlarına "Fethi devam" emri veren Tuğrul Bey. Anadolu'dan ayrıldı. Fethe devam emri alan emirler, Malatya'yı fethettik sonra, Temmuz 1059'da Sivas'ı Selçuklu topraklarına kattılar. Alparslan'ın tahta geçmesine kadar devam eden Türk akınları, Bizans’ı kesin olarak Anadolu'dan atmaya yetmediği gibi. Anadolu'yu Oğuz (Türkmen) yurdu yapmaya da yetmemiştir. Yakuti, Erbasan, Afşin, Ahmedşah, Türkmen et-Tükî vb. gibi şehzade ve kumandanları tekrar fetihle görevlendirdi. Bu Selçuklu, emir ve kumandanları büyük ölçüde Bizans'ı darbelediler. Bizanssın bu kadar darbelenmesinden sonra geniş canlı bir askeri harekâtla çökertilmesi zaruret haline gelmişti. Bu yapılmalı ki, Anadolu. Türkmen eli, Oğuz eli, durumuna gelebilsin. Türklerin doğudaki akınlarına son vermek isteyen Bizans İmparatoru Romanus Diogenes (1067–1071) 1068 M. Tarihinde hazırladığı bir ordu ile Doğu-Anadolu'ya hareket ederek Kayseri, Sivas, Divriği ve Maras üzerindeki güzergâhlardaki Türk kuvvetleri, Ahlât üstünden Sakarya'ya kadar akınlar düzenleyen Türk kuvvetlerini bertaraf etmeye çalıştı. Anadolu'ya akınlar yaparak, geniş tecrübe ve bilgiler kazanan Bekçioğlu Afşin Bey'in getirdiği yeni bilgilerle Bizans’ın çöktüğünü öğrenen ve Bizans İmparatoru Romanus'a iltica eden eniştesi Kurtçu'nun (Erbaskan) teslim edilmemesine kızan, Mısır'ın Fethi için bir Fatımî devlet adamı tarafından davet edilen Alparslan, Azerbaycan üzerinden Bizans ülkesine girdi, önce Ani gibi müstahkem bir mevki olan Malazgirt'i aldı. (1070) sonra Erciş'i alarak, Diyarbakır bölgesinden geçip Siverek'i alarak Urfa'ya geldi. (10 MART 1071) İyi bir kuşatmaya rağmen Urfa'yı almayan Alparslan Suriye'ye doğru ilerleyerek, 21 MART 1071 tarihinde Fırat nehrini geçerek Haleb'i aldı, Şam’a gitmekte iken, Bizans İmparatoru Romanus Diogenes'in Doğu-Anadolu'ya hareket ettiğini duyması üzerine, Mısır'ın Fethi için bazı kuvvetlerini oğlunun kumandasında Halep'te bırakarak hemen geri dönüp (27 NİSAN 1071), Fırat nehrini geçerek Urfa'dan Musul'a geldi. Fakat bu arada Fırat Nehrinden geçerken hayvanlarının birçoğunun boğulması, Irak askerlerinin dağılması üzerine adeta ordusuz kalan Sultan, Azerbaycan'a dönerek büyük hazırlıklara başladı. Hemen emrindeki 4000 hasgulâmı ve teçhizatı 10000 kişilik kuvveti alarak Ahlat'a doğru yola çıktı. Yolda kuvvetleri 40.000 kişiyi buldu. Diğer taraftan 1071 de yola çıkan Bizans ordusunun, yaklaşık olarak 100.000 kişiden fazla mevcudu vardı. Önce Ürgüp dolaylarında kurulan bir savaş meclisinde istişare eden Diogenes, daha sonra Erzurum'a gelerek karargâhını kurdu. Selçuklu kuvvetlerinin bulunduğu yerde savaşma eğiliminde olan Bizans komutanları, hızla Malazgirt ve Ahlat kalelerini işgal ettiler. Alıntı...
-
MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ VE ALPARSLAN'IN HARP STRATEJİSİ Bundan tam 917 yıl önce 26 Ağustos 1071 Cuma günü, Malazgirt ovasında Türk ve Dünya tarihinin kesin neticeli ve iz bırakmış meydan muharebelerinden birisi yapılmıştır. Türk tarihi açısından bir dönüm noktası olan bu zafer Anadolu'nun, Türklere yeni bir yurt olma imkanını sağlamış, Türkün damgasını yer, yer vurmasını kolaylaştırmıştır. Bu zaferle, Türkün yiğitliği, civanmertliği ve insanlığı kanını ve canını, gerektiğinde çok daha kuvvetli ordulara karşı durarak vermekten çekinmemiş, milli şeref ve haysiyetini, manevi değerlerini her şeyin üstünde tutmasını bilmiş, onları düşmana asla çiğnetmemiştir. Gelecek nesillere şerefle yad edecekleri, iftiharla anlatacakları bir zafer hediye etmişlerdir. Malazgirt zaferinin çok yönlü olarak incelemek, bu zaferin yeni nesillere aktarılması için zaman, zaman değerli bilim adamlarımız tarafından çalışmalar yapılarak zaferin daima canlı tutulmasına çalışmak milli bir görev telakki edilmesi lazımdır. Bu maksatla bizler de bir nebze olsun bu görevi yerine getirmek için gayret sarf etmekteyiz. Ancak zaferin çok yönlü anlatılmasından ziyade, olayın oluşunu, kuvvetlerin durumu ve savaşın stratejisini anlatmaya çalışacağız. Selçuklu orduları Anadolu'ya girmeye başladıklarında karşılarında o zamanın ünlü devleti Bizans bulunuyordu. Bu İmparatorluğun dışarıdan çok heybetli güçlü görünüşü altında çeşitli sebeplerden içten zayıflamış, güçlükle ayakta kalmaya, var gücüyle çalışmıştı. Konuyu daha iyi anlayabilmek için şüphesiz, 1071 yılı öncelerine gitmekte fayda vardır. Bu iki kuvvetin durumunu incelediğimiz zaman Bizans Konstantin 1067 yılında ölmüş, çocuklar küçük yaşta bulunduğundan onların adına kraliçe Eudoxia yönetimi ele almıştı. Kraliçenin idaresinden memnun olmayanların derhal harekete geçmesine ve çeşitli entrikalar çevirmelerine yol açmıştı. Durumu kritikleşen kraliçe 1068 yılında, değer verdiği ve beğendiği komutanlarından Romanos diagenos'u kocalığa seçmiş ve tahtın başına geçirmiştir. Ancak zaman yeni imparatorun aleyhine çalışmış, İslamiyet’i seçen Oğuz'lar İslam dininin hamisi olmuş, İslamiyet’i yayma ve yeni fetihler için gözlerini Anadolu'ya çevirmişlerdir. Bu tehlike yeni imparatorun, bazı tedbirler almaya sevk etmiş, aksi takdirde çok vahim durumların ortaya çıkaracağını tahmin etmişti. Alınan tedbirler arasında, derhal bir Anadolu seferi yapılması da düşünülmüştür. Bunun gerçekleştirilmesi için derhal büyük bir ordu toplamaya başlamıştır. Makedonya, Trakya ve Yunanistan kuvvetleri yanında Anadolu'da, Kapadokya ve Frigya bölgelerindeki vatandaşlarını silah altına çağırmıştı. Bütün bunlara ilaveten. Kümelideki Uz (Oğuz) ve Peçenek Türklerini, Frank, Germen, İskandinav İtalyan ve Normen'lerden paralı askerlerde temin etmeye çalışmıştır. Neticede 100.000 piyade ve bir o kadar süvari toplamayı başarmıştır. Buna daha sonra Nikephoros Basilikes'in kuvvetlerinde katılınca çok güçlü bir ordu ortaya çıkmıştır. Bizans İmparatoru Türkleri Anadolu'dan atmanın güçlüğünü gayet iyi bildiğinden bu ordunun yeterli olmayacağı düşüncesiyle sefer boyunca da bazı kuvvetleri emri altına alarak daha da güçlü durumu geçmeye çalışmıştır. Ancak, Kuvvetlerinin tam ve kesin bir rakamını vermek mümkün değildir. Yine de kaynaklardan bu rakamın 150.-000 nin üstünde olduğunda hemfikir oldukları görülmektedir. Bizans ordusunun sayıca üstünlüğüne rağmen bazı zayıf noktalarını görememiştir. Bu zayıf noktaları arasında; 1. Bizans ordusunun karışık ve kozmopolit olması, 2- Ordusunun disiplinden yoksun bulunması, 3-Bizans İmparatorunun başa geçtikten sonra bazı komutanları tasfiye etmesi, 4-Ordunun maddi ve manevi bir çöküntü içinde bulunması, 5-Komutanlar arasında çekememezlik ve büyük bir rekabetin bulunması ve birbirlerine entrikalar çevirmeleri, 6-Ordunun iyi idare ve şevkten yoksun olması, organize bozukluğunun bulunması. 7-Türk ve Bizans ordularının savaş düzenlerinin ve taktiklerinin farklı olması Yukarıda belirttiğimiz gibi Bizans ordusu sayı itibarı ile kabarık olmasına karşı Türk ordusunun miktarına gelince, Alparslan'ın halep dönüşü yanında 4000 gulan askeri, 10.000 gönüllü, 15.000 hassa askeri, Malazgirt'in kuzeyinde katılan birliklerin sayısı, 20.000 Ahlat'ta katılanların sayısı, 20.000 olmak üzere toplam 64.000 olduğu ancak bazı kaynaklarda bu sayının 50.000 civarında bulunduğu belirtilmektedir, Türk ordusunun sayıca az olmasına rağmen bazı avantajlarının bulunduğu görülmektedir. Bu avantajlara baktığımızda: 1- Türk ordusunun yalnız Türklerden Kurulu olması 2- Ordunun tamamına yakın süvarilerden teşkil olması 3- Çok değerli bir komutan kadrosuna sahip olması. 4- Ordusunda intizam, nizam ve disiplini olması. Sevk ve idare kabiliyeti çok üstün komutanlar arasında Bizans ordusunda olduğu gibi rekabet ve anlaşmazlığın olmaması. Bizans İmparatoru bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 1068 yılında İstanbul’dan hareketle Kayseri'ye kadar hiç zorlukla karşılaşmadan gelmiş, kendisine güveni artmıştı. Bu arada, Türk kuvvetlerinin Azerbaycan’da olacağı düşüncesi, aldığı bir haberle alt üst olmuştu. Çünkü Türk kuvvetleri Niksar yakınlarında görülmüş ve İmparatora bildirmişti. İmparator derhal Sivas'a hareket etmiş, Türk birliklerine darbeler vurmak istemişti. Ancak Türk birlikleri kendilerini fazla yıpratmamak için kısımlara geri çekilmişlerdi. İmparator bunu birliklerinin kaçtıklarına yorumlamış ve Maras bölgesine dönmüştü. Bu bölgeleri itaat altına aldıktan sonra daha güneye Halep istikametine yönelmişti. Haleb'i de itaat altına almış ancak Türk kuvvetleri ordusunu rahat bırakmamış, vur-kaç taktiğiyle onu yıpratmaya başlamıştı. İmparator bunun üzerine daha fazla kayıp vermemek ve daha büyük kuvvetler ile seneye yeniden sefere çıkmak için. İstanbul'a geri dönmeyi uygun bulmuştu. 1069 yılında Selçuklu şehzadeleri eşliğinde, Afşin, Atsız, Çavlı, Arslantaş, Dilmaçoğlu Mehmet, Sanduk ve diğer Komutanlar Bizans ordularına karşı harekete geçmişlerdir. İmparator yine bu hareketleri durdurabilmek için sefere karar vermiş, Kayseri üzerinden Malatya ve Harputa kadar bazı başarılar elde ederek gelebilmiştir. Türk birlikleri Fıratın doğusuna çekilmiş, onunla büyük çatışmalara girmekten kaçınmıştı. İmparator bunu Türk birliklerinin korktuğuna ve kaçtığına yorumlayarak takiben karar vermişti. Aslında İmparatorun asıl gayesi; hareket Üssü Ahlât’ı ele geçirmek, doğuda kaybettiği kaleleri geri almak, en önemlisi Türkleri Anadolu'dan atmaktı. Ancak bunları uygulamaya fırsat bulmadan, Harputtan hareket etmeden, Malatya civarlarında Türk kuvvetlerinin Ermeni Komutan Fleratos idaresindeki Bizans ordu birliklerin mağlup ettiğini öğrenmiş; Palu üzerinden geri dönmek zorunda kalmıştı. Bizans ordusundaki bu geri dönüşler ve bilhassa Türk birliklerinin sürekli olarak vur-kaç taktiği ile Bizans ordusu taciz etmeleri, bunlarda moral ve disiplin bırakmamıştı. Artık seferlerden usanmışlar ve bir an önce İstanbul'a geri dönme arzuları artmıştı. Bu dönüşte pek kolay olmamıştı. Çünkü Türk ordusunun süvari birlikleri ile hantal ve hareket kabiliyeti az Bizans Ordusuna kayıplar verdirmesi, geriye dönmelerini zorlaştırmıştı. Bizanssın flanj gruplarına, Türk süvarileri baskın akın-imha taktiği ile başarılı neticeler almışlar ve ileride Malazgirt Muharebesine tecrübe kazanmışlardır. Bilhassa yanıltıcı ve sahte çekilme hareketleri, pusuda bekleyen birlikler ile desteklenmiş "Kapan Taktiği", Bozkır Taktiği" gibi imha hareketleri harp oyunlarında devamlı denenen taktikler pek çok muharebelerde başarı kazanmalarına büyük fayda temin etmişti. Ancak bütün bu taktikleri Bizans İmparatorunun ve komuta heyetinin bilmemesi ve ders almamaları onların sonunu hazırlamaya yetmiştir. 1070 yılında Bizans İmparatoru her yıl olduğu gibi Anadolu seferini yeniden düzenlemiştir. En güvendiği komutanları da yanına alan İmparator, İznik, Adapazarı, Yozgat, Kayseri. Sivas yolu ile bölgede ağırlığını koymaya çalışmıştır. İmparatorun bu seferi sırasında ünlü Komutanlarından Nikefor Briyennos, Magıratörs, Tarkhan eşlik etmişler ve İmparatorlarının hayallerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. İmparator bu seferde ise; öncelikle stratejik önemi bulunan Ahlât’ı ve Malazgirt'i almak istemişti. Bunun gerçekleşmesi için harekete geçmek istemesine, komutanları karşı çıkmıştı. Hâlbuki İmparator hareketin tam zamanı olduğuna karar vermişti. Çünkü aldığı habere göre Alparslan panik içinde olduğu ve birliklerinin dağıldığı bildirilmişti. Komutanların bir kısmı yine de ihtiyatı elden bırakmamak için Alparslan'ın ordularını Sivas'ta, Erzurum ovasında veya Pasinler ovasında karşılamalarını istemişti. Nikefor Briyennos'un ısrarına rağmen İmparator kendi fikrinin geçerli olmamasını sağlamıştı. İmparator bu maksatla Ursel ve Boyyol komutasında bir öncü birliği Ahlâttan gelecek tehlikeyi önlemek üzere hemen harekete geçirmiş, kendisi ise Malazgirt'i almak için yola çıkmıştı. Bu arada Nikephoros Basilikas birliklerinde kendisine katılması ile daha da güçlenmiş ve kısa zamanda Malazgirt'i ele geçirmiştir. Ancak kendisine teslim olan asker sivil halkı tamamen kılıçtan geçirerek Türklere gözdağı vermek istemiştir. Aslında Türk birlikleri Ahlâtın stratejik önemi dolayısıyla Malazgirt'te az bırakılmıştı. Bu durum İmparatora kolay bir zafer kazanmasına yardımcı olmuştu. Bu sırada Alparslan ise Suriye Seferinde bulunuyordu. Azerbaycan üzerinden Anadolu'ya girmiş Malazgirt’i ele geçirmiş, Bitlis üzerinden Diyarbakır'a ve oradan da Urfa'ya yürümüştü. Urfa kuşatması 50 gün sürmüş neticede burayı almaktan vazgeçmiş ve Şam'a hareket etmiştir. Burada Bizans İmparatorunun Anadolu’ya girdiğini Türkleri Anadolu'dan atacağının haberini almıştı. Ayrıca kendisine gelen Bizans elçisinin de Alparslan'a karşı saygısızca davranıp Ahlat ve Malazgirt'i geri istediği görülmüştü. Alparslan durumu kritik olduğunu anlamış, elçinin isteği kabul edilmemiş ve derhal geri dönme hazırlıklarına başlamıştı. Bunun Bizans ordusu ile çarpışmanın kaçınılmaz olduğu anlaşılmıştı. Alparslan ağırlıklarını bırakmış süvarilerden teşkil olunmuş çevik, hareket kabiliyeti üstün birlikleri ile geriye dönmeye başlamıştır. Güney seferini ise oğlu Melikşah'a bırakmıştır. Melikşah Halep emin mirdasoğlu Mahmut İle Suriye seferini sürdürürken Alparslan 27 Nisan 1071 de Fırat nehrini geçmeye çalışmış, ancak atlarının ve süvarilerinin pek çoğunu boğulmaktan kurtaramamıştır. Az bir kuvvetle Van bölgesi üzerinden Azerbaycan'a gelmeye muvaffak olması o günün şartlarında çok büyük bir başarı elde etmesini sağlamıştır. Bu haberi alan Bizans İmparatoru inanmak istememiş ise de tedbirleri almaktan geri kalmamıştır. Çünkü gerçeği Alparslan’ın Hoy'u merkez edinmesi, 4000 gulam ve 10.000 kişilik süvari ve ayrıca yolda katılanlar ile 40.000 kişilik bir ordunun Ahlât’a geçtiğini haber alması ile görmüştü. Alparslan bütün bu faaliyetleri yürütürken düşmana açık vermemeye ve onları yanılmaya çalışmıştır. Böylece isabetli kararlar almalarını gayet sükûnetli ve intizam içinde yürütmeye çalışmış, önemli stratejik noktaları tutmaya başlamıştı. Bilhassa Malazgirt ovasının önemini bilmesi hazırlıklarını o yöne kaydırmasına ve tedbirler almasına yetmişti. Alparslan iyi bir stratejik uzmanı ve her şeyi planlı yürüten usta bir komutan olduğunu her çıktığı seferde ispat etmiş, kararlarında çok isabetli olduğunu göstermiştir. Nitekim askeri birliklerinin süvarilerden kurulu oluşu sebebiyle stratejik önemi bugün bile olan Murat yolunu seçmesi, atlarına su ve ot bulmasıyla doğru orantılı idi. Şüphesiz bunda Alparslan'ın coğrafya bilgisininse iyi olmasının yararları olmuştur. Bu hususta Malazgirt'in doğusundaki bölgenin kuzeyinde, gerisinde, Sarp Katavin dağlarını Murat suyunun kestiğini. Güneyde; Süphan dağlarının Sarp yamaçlarında, Grakül ve Ziyaret tepenin sahaya hakim olduğunu, dağların Malazgirt ovasını bir hilal gibi kavradığını gayet iyi bildiğini, bunun yanında tecrübeli Komutanlarından, devamlı bilgiler aldığını söylemek mümkündür. Bu bilgiler ışığında Malazgirt'te Bizans’sa güzel bir tuzak kurması stratejiyi çok iyi bilen usta bir komutan olduğunun açık bir örneğidir. Alparslan ara sıra bölgeye keşif kolları göndermiş Bizans ordusu hakkında devamlı bilgi almıştır. Böyle bir keşifte 23 Ağustos günü gerçekleşirken, Basilikos komutasındaki bir Bizans birliği hezimete uğratılmış komutanları esir edilmiştir. 24 Ağustos günü ise, Ahlât’ın önemine binaen, Bizans İmparatoru Komutanlarından Nikefor Bri-yennos'u kuşatmaya göndermiş, ancak bu da Emir Sanduk komutasındaki birliklere yenilemekten kurtulamamıştır. Arkasından komutanlarından Basilikas'm esir düşmesi ve hazimete uğraması, Bizans İmparatorunun morali tamamen bozulmuştur. İmparator daha sonra Zayve (Zeho) ovasına indiğinde ise, tepelerin Türk askerleri tarafından tutulduğunu görmesi, buda yetmiyormuş gibi, Bizans ordusundaki Türk birliklerinin Alparslan tarafına geçmesi onu çileden çıkarmaya yetmişti. Bu kızgınlık için de Alparslan'ın elçisi Emir Savtekin'e hakaret etmiş, barış teklifini reddetmiştir. Alparslan, bütün bu olacakları tahmin etmiş, önceden Zeho ovasına karargâhını kurmuştu. (Selekütlü köyü civarı) Grakül tepede ise meşhur nutkunu atmış milli ve manevi şuuru en yüksek düzeyde tutmasını bilmiştir. 25 Ağustos günü ise Alparslan ön hazırlıklarını yapmaya devam etmiş, düşmanın son durumu hakkında bilgiler almış, Bizans ordusunun moralini bozmak için, gündüzleri uzaktan ok atışları, geceleri ise naralar ile ordugâhlarına dalışlar yaptıkları görülmüştür. Yine bu tarihte Alparslan ve Romanos Diogenes harp meclislerim toplamış, değerlendirmelerini yaparak, harp planını açıklamışlardır. BİZANS PLANI Selçuklu ordusu üzerine direk olarak yürünecek bir meydan harbi verilecek. Ordu tahkimat bölgesinde tutulacak, kuşatma ile Türk ordusunun yolları kesilecek, yiyecek sıkıntısı için mahsuller yakılacaktı. Bizans İmparatoru, kendisine ve ordusuna pek güvenmesi sebebiyle birinci görüşü uygulamaya karar vermişti. TÜRK PLÂNI Birinci Safha: Bizzat Alp Arslan'ın komuta ettiği geniş çevrede yer almış merkez kuvvetleri cepheden Bizans ordusu üzerine gidecek, tahrikler ile Bizans birlikleri Merkeze çekilecekti. Belirli bir mesafeye kadar girmelerine müsaade edilecek. Türk birlikleri pusudaki yerlerinden çıkmayacaklar. İkinci Safha: Bizans Ordusu taarruza geçtikten sonra zamanı gelince pusudaki birlikler kanat ve yanlarına. Merkez kuvvetleri de cepheden taarruz edecek. Üçüncü Safha: Bizans ordusunda görülecek bir gevşeme hareketi, geri de ihtiyatta saklı tutulan dördüncü kuvvet, ordugâh yönünde Bizans ordusunun gerilerine saldıracak ve çift taraflı kuşatma ile düşman birlikleri imha edilecekti. Her iki tarafta uygulanacak planı son defa gözden geçirdikten sonra, çevre yeniden gözden geçirilmiş, son hazırlıklarını yapmıştı. Türk tarafı ayrıca, en son sınırlarını ziyaret tepe (Grabudo Tepesi), Grakül Tepe, Selekütlü köyü ve Karahan köyü olarak tespit etmişti. 26 Ağustos, önemli gün gelip çatmıştı. Her iki ordu da savaş düzenini almıştı. Buna göre; TÜRK KUVVETLERİNİN SAVAŞ DÜZENİ İslam ve Bizans Kaynaklarında Türk birlikleri Sağ-Sol-Merkez ve ihtiyat olarak gösterilmiş, ancak bu birliklerin hangi komutanlar tarafından sevk ve idare edildiği hakkında kesin bilgiler verilmemiştir. Şüphesiz bu komutanların sevk ve idare kabiliyetlerini, ileri tarihlerde her birinin bir beylik veya devlet kuracak güçte kişiler olduklarını söylersek, bunun pekte önemli olmadığını belirtmiş oluruz. Bunların isimleri verilmek istenirse, Yaku-ti, Kutaşmış oğulları (Süleyman ve Mansur, Sev-Tekin, Afşin, Gevheri Ayin, Sanduk, Tarankoğlu, Aytekin, Ahmet Şah, Dilmaçoğlu, Artuk, Danişmend, Mengüçek, Çavlı, Porsuk, Tutak, Altuntaş, Atsız. Aksungur ve Bozam Önde gelen isimler olmuştur. Bu muharebeyi Türk tarafında, Urfalı Meteosun vakayinamesinde, Süleyman Şah'ın idare ettiği belirtilmiş ise de pek çok kaynak, savaşın bizzat Alparslan'ın sevk ve idare ettiği hususunda hem fikirdirler. Savaş düzeni gereği ihtiyattaki Türk birlikleri Tarankoğlu komutasında, tepelerin arkasında pusuda bırakılmış emir almadıkça yerlerinden oymamamaları, ancak zamanı gelince pusudan çıkıp düşmanı önce ok yağmuruna sonra da imha etmeleri emredilmişti. BİZANS KUVVETLERİNİN SAVAŞ DÜZENİ Malazgirt' in doğusunda düzgün, peş peşe saflar sıkışık kare nizamına göre dizilmiş olan Bizans ordusunu da Sağ-Sol-Merkez ve ihtiyatlar olarak düzenlenmişlerdir. Bu nizamda; Merkez de İmparator. Sol kanatta Rumeli birlikleri komutanı, Nikephoros Briyennos, Sağ kanatta Anadolu birlikleri komutanı, Kapadokyalı Attaliates, ihtiyat kuvvetlerinin başında ise Andririkos Ducor bulunması planlanmıştı. Yukarda belirtilen plân gereği birlikler savaş düzenine girmeden önce her iki orduda dualar etmiş, papazlar ayin düzenlerken, Türk birlikleri topluca cuma namazını kılmışlar ve konuşmalar ile heyecan had safhaya çıkarılmıştı. Bu maksatla Alparslan namazda yaptığı duada, Allah'a en içten yalvarış ve yakarışla "Tanrım niyetim halistir. Bana yardım et. Şayet sözlerimde hilaf varsa beni kahret". Sözleri ile inancının gereğini yapmıştır. Alparslan bundan sonra atımın kuyruğunu bir gelenek olarak kendi eliyle bağlamış, ok ve yayını atıp, kılıç ve gürzünü alarak ordusunun başında yerini almıştır. Merkez kuvvetlerinin başında düşman birliklerine şiddetli bir şekilde hücum etmiş süvarilerinin attıkları oklar ile Bizans ordusunun ön safları dağılmış büyük bir şok ile gerilemeye başlamışlardır. Diyojen bu durum karşısında büyük bir endişeye kapılmış, tarihi büyük hatasını yaparak asıl kuvvetlerini harp sahasına sürmüştür. Bu Alparslan’ın beklediği bir netice olarak planın diğer kısımı icabı gayet cesur çarpışmalar ile Bizans'a karşı konulmaya çalışılmış. Neticede yeniliyormuş izlenimini vermek suretiyle geri çekilmeye başlanılmıştır. Bu sahte ricatten imparator hiç bir şekilde şüphelenmemiş, Türk ordusunun tamamen imha edilme zamanını geldiğine kanaat ederek, büyük güçleriyle saldırıyı sürdürmüştür. Ancak Alparslan, ricat ettiğini pusu bölgesine Bizans birliklerini yeterince çektikten sonra, derhal hücum emriyle değiştirmek suretiyle düşmanı şaşırtmıştır. Romanos Diogenes bunun üzerine geride kalan birliklerimde anlamış, müthiş bir şekilde ok atışlarıyla düşmanı çembere almaya çalışmıştır. "Kaptan taktiği olarak bilinen bu usulde düşman pusuya düştüğünü anlamış, çemberi yarıp çıkmak için savaş düzeninin tamamen bozmuş ve tam bir panik içinde kalmıştır. Ancak esas panik, Rumeli Türk birliklerinin komutanları Tamiş ile birlikte Alparslan birliklerine katılmaları sebebiyet vermiştir. Bu durumda Bizans ordusu tam bir umutsuzluğa düşmüştür. (21). İmparator durumun kendi aleyhine devam ettiğini görmüş, Malazgirt'i terk etmeye karar vermiş, ancak buna fırsat bulunmamıştır. Tek çarenin çarpışmak olduğunu anlamış, bütün gücüyle harbe devam etmiştir. Bu arada ihtiyat kuvvetleri ve komutanları Andranikos dukas da dâhil tam bir panik içinde ricate başlamıştır. İmparator çok iyi çarpışmasına rağmen atının ve kendisinin yaralanması, atından düşmesi sonucu öldürülmek istenmişse de, İmparator olduğumu anlayan bir asker tarafından esir edilmiştir. Bu arada pek çok esir edilen komutan ile birlikte, zincirli olarak Alp Arslan'ın huzuruna getirilmiştir Bizans ordusu 6 saat içinde tamamen çökertilmiştir. İmparatorun yapacak bir şeyi kalmamış kaderine razı ölüm emrini beklemiş, ancak Alp Arslan'ın lütfuna mazhar olmuş sulh imzalayarak memleketine dönmüştür. 27 Ağustos günü tamamen imha edilmiş, kalanlar ise esir düşmüş olan Bizans ordusu Türkler için, artık bir tehlike olmaktan çıkmış, Anadolu kapıları ise Türklere tamamen açılmıştır. Büyük kuvvet dengesizliğine rağmen kısa bir zamanda kesin bir netice alınmasına Alp Arslan ve komutanlarının üstün sevk ve idaresinin bir sonucu olarak görülmesi, karışık düzensiz sevk ve idareden yoksun ve kendini beğenmiş bir imparatorun başta bulunması da yardımcı olmuştur. Anadolu’nun Türkleşmesine, İslamlaşmasına ve bir vatan olmasına yol açan bu büyük zaferin akisleri İslam alemi ve Hıristiyan alemin kalesi durumunda olan Bizans böyle büyük bir hezimete uğramasını Hıristiyan devletler gururlarına yedirmemişler, Türkleri bir tehdit aracı olarak görmeye ve Anadolu’dan atmaya karar vermişlerdir. Nitekim Avrupa kilisesi 1095 yılında Türklere karşı haçlı seferlerini de başlatmışlardır. Bu zaferle Türkler orta doğuda İslam âleminin koruyuculuğunu, İslamiyet’in kalkan görevini kazanırken,Bizans’ın nüfusunun kırılmasına, çeşitli din ve mezhepteki insanların Türkleri bir kurtarıcı olarak görmelerine sebep olmuştur. Bu aziz vatanın bizlere böylesine büyük bir zafer kazanarak armağan eden ecdadımız, şehadet mertebesine ermenin huzuru içinde görevlerini tam ve eksiksiz yapmışlardır. Şüphesiz yeni nesiller, böylesine büyük zaferler ile bizlere emanet ettikleri bu aziz vatanı korumak ve ecdadına layık olmak istemiş yakın bir geçmişte 30 Ağustos 1922 de düşmanlarına gereken dersi vermesini bilmiştir. Bu büyük zaferi kutlamanın sevincini yaşarken, aziz şehitlerimizi rahmetle anar, şerefli mazisi zaferler ile dolu kahraman Türk ordusuna ve mensuplarına şükranlarımızı iletmeyi bir borç biliriz. Alıntı...
-
MUŞ’UN COĞRAFİ YAPISI İlimiz Doğu Anadolu Bölgesindedir. 39 29’ ve 38 29’ kuzey enlemleriyle 41 06’ ve 41 47’ doğu boylamlarının arasındadır. Yüzölçümü 8196 km2’dır. Türkiye yüzölçümünün yüzde 1,1’ini kaplar. Muş, doğudan Ağrının Patnos ve Tutak, Bitlis’in Ahlat ve Adilcevaz, kuzeyden Erzurum’un Karayazı, Hınıs, Tekman, Karaçoban, batıdan Bingöl’ün Karlıova ve Solhan, güneyden ise Diyarbakır’ın Kulp, Siirt’in Sason ve Bitlis’in Güroymak ve Mutki ilçeleri ile çevrilidir. Muş Güney Doğu Toros Dağlarının uzantısı olan Haçreş dağlarının önemli zirvelerinden Kurtik Dağının kuzeye bakan yamaçlarında, Çar ve Karni derelerinin aktıkları vadiler arasında kuruludur. YERYÜZÜ ŞEKİLLERİ Muş yüksek ve dağlı bir yörededir. İl alanının yüzde 34,9’nü kaplayan dağlar, Güney Doğu Torosların uzantılarıdır. Bu dağlar, Alp-Himalaya kıvrım sistemiyle birlikte oluşmuş genç dağlardır. Rakım, genellikle 1250 metrenin üzerindedir. Genç ve verimli alüvyonlarla örtülü ovalar, il yüzölçümünün yüzde 27.2’sini kaplar. Murat vadisi il topraklarını doğu-batı doğrultusunda parçalamıştır. Genellikle 1500-1700 m rakımlı platolar il alanının yüzde 37.9’nu kaplar.. DAĞLAR Güneydoğu Toros Dağları’nın uzantıları Muş il alanını çevreler. Eskiden gür ormanlarla örtülü olan bu genç dağlar, zamanla çıplaklaşmıştır. Muş ilinin başlıca önemli dağları Akdoğan (Hamurpet), Şerafettin, Bilican, Bingöl, Haçreş (Karaçavuş, Çavuş), Otluk ve Yakupağa dağlarıdır. Akdoğan (Hamurpet) Dağı: Muş’un kuzeyinde yer alır. Doğrultusu kuzeydoğu-güneybatıdır. Bu doğrultudaki uzunluğu yaklaşık 30 km, genişliği ise kuzey–güney doğrultuda 10 km’dır. En yüksek zirvesinin rakımı 2879 m’dir. Muş’un önemli göllerinden olan Akdoğan (Hamurpet) Gölü bu dağın üzerindedir. Şerafettin Dağları: Muş il alanının batısını engebelendirir. Büyük bölümü Bingöl ilinde kalan bu dağlar, doğu-batı doğrultulu çok yüksek ve düzenli bir sırt görünümündedir. Bilican Dağları: Bulanık ve Liz Ovaları arasında yer alır. Doğrultusu kuzeybatı-güneydoğudur. Haçlı (Kazan, Bulanık) Gölünün kuzeybatısında balıksırtı biçiminde uzanan bu dağlar daha sonra düzenli bir biçim alır. Rakım güneye inildikçe artar. Bilican Dağları, Bulanık ilçesine doğru düzenli biçimde alçalarak uzanır. Burada Laris Tepesini oluşturduktan sonra birden kesilir. Bilican Dağlarının en yüksek zirvesi 2950 m. Rakımlı, Bilican Tepe (Ziyaret Tepe, Vangesor Tepesi) dir. Diğer önemli zirveleri Avni Kalesi Tepesi (2754 m), Şeyhtokum (2300 m), Karaburun (2500 m) ve Hasan Tepeleridir. Bingöl Dağları: Muş il alanının kuzey batısında yer alır. Bu dağların büyük bölümü Erzurum ilinde kalır. Doğu-batı doğrultusunda uzanan Bingöl dağları Muş il alanını engebelendirir. Otluk Dağları: İl alanının ikiye ayırırcasına kuzey batı güneydoğu doğrultusunda uzanır. Rakım genellikle 2000 m dolayındadır. En yüksek zirvesi ise 2155 m yüksekliğindedir. Haçreş (Karaçavuş, Çavuş) Dağları: Muş ilçe merkezinin güney-batısında kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanır. Muş şehri bu dağların önemli zirvelerinden olan Kurtik Dağı (2645 m)’nın kuzeye bakan yamaçlarında kurulmuştur. Yakupağa Dağları: Muş il alanının güneydoğusunda uzanır. Doğrultusu doğu-batıdır. Muş-Van illeri arasında tabii bir sınır oluşturacak biçimde uzanan bu dağların önemli bölümü Van’dadır. PLATOLAR Platolar il alanının 37,9’nü oluşturur. İl alanının kuzey ve kuzeybatısında yer alan bu platolar Murat vadisinin tavanı ile bu dağların zirveleri arasında sıralanır. Az dalgalı ve kalın bir toprak tabakası ile örtülüdürler. Bol sulu ve otludurlar. Bu nedenle Muş tarımının en gelişmiş dalı hayvancılıktır. VADİLER VE OVALAR Muş ilindeki vadiler Murat Irmağı ve kollarınca açılmıştır. Bu vadilerin en önemlisi Murat Vadisidir. Muş il alanının yüzde 27,2’sini ovalar oluşturur. En önemlisi Muş, Bulanık, Malazgirt ve Liz Ovalarıdır. Murat Vadisi: İl alanının kuzey batısında başlar. Başlangıçta kuzey güney doğrultulu derin bir boğaz biçiminde olan vadi sonra batıya döner. Bulanık ovasına girer. Vadi tavanı Muş ovasında genişler. Ovanın çıkışında yeniden derinleşir. Murat Vadisi Ulukaya Köyünün güneyinde il sınırlarının dışına çıkar. Muş Ovası: Türkiye’nin en büyük ovalarından biridir. Alanı yaklaşık 1650 km2’dır. Uzunluğu 80 km, genişliği ise 30 km’ yi bulur. Basamaklı bir yapı gösterir. Ovanın güneyini Haçreş Dağları çevirir. Kuzeyde ise Şerafettin Dağları ve bu sıranın uzantıları vardır. Muş ovasının doğu ucunda Nemrut Dağı yer alır. Batı ucunda ise dağlık alanlar vardır. Muş ovası 3. Jeolojik zamanın miyosen dönemi ortalarına kadar bir birikinti iken yer kabuğu hareketleri sonucu bir çöküntü alanına dönüşmüştür. Bu alan sonraki jeolojik dönemlerde yeni alüvyonlarla da örtülerek verimli bir alan durumuna gelmiştir. Bulanık Ovası : İlin doğusundadır. Yüzölçümü 525,2 km2’dır. Bu ova Murat ırmağı boyunca uzanan ince bir şerit görünümündedir. Genişliği ancak birkaç km. olan ovanın uzunluğu yaklaşık 20 km. kadardır. Bulanık ovasında genellikle tahıl ve bol miktarda koyun ve sığır yetiştirilmektedir. Liz Ovası : Bilican Dağlarının güneyinden başlar Murat Irmağına kadar uzanır. Yüzölçümü 160 km2’dır. Dalgalı bir yapı gösterir. Rakım Murat Irmağına doğru artar. Geniş kesimi mera olan Liz Ovasında tahıl, koyun ve sığır yetiştirilir. Malazgirt Ovası: Muş il alanının doğusunda yer alır. Yüzölçümü yaklaşık 450 km2’dir. Murat ırmağı ovanının kuzeybatısında geçer. Malazgirt ovası güneyde Süphan Dağı ve uzantıları ile Van Gölünden ayrılır. Yer yer bu dağlardan inen akarsularca yarılmış olan ova geniş bir bozkır görünümündedir. AKARSULAR Muş il alanı Fırat Havzası içindedir. İl topraklarını sulayan önemli akarsular Murat ile onun kolu olan Karasu’dur. Murat Irmağı: Van Gölünün kuzeyindeki Aladağ’dan doğar. Uzunluğu 600 km kadardır. Muş il sınırlarına kuzey doğudan girer. Kuzey-güney doğrultusunda bir süre akan ırmak bu sırada birkaç küçük dereyle ve doğuda da Karakaya Deresiyle birleşir. Debisi 200–300 m3’tür. Debi ırmağın kabardığı zamanlarda 2500 m3 bulur. Suyun azaldığı zamanlarda ise 50–70 m3 kadar düşer. Murat ırmağını besleyen diğer akarsular şunlardır: Badişah, Şehit, Heftreng, Körsuyu, Liz, Köşker dere ve çaylarıdır. Karasu: Güroymak’dan doğar. Muş il sınırlarına güneyde girer. Uzunluğu 68 km kadardır. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda akar. Başlıca kolları Daralı ovadan kaynağını alan 27 km uzunluğundaki Abdulbahar, Kazana Tepesinden doğan 35 km uzunluğundaki Kelereş ile Çar ve Karni’dir. Muş il sınırları içindeki diğer önemli akarsular şunlardır: Aynı adlı dağdan doğan Çiçekveren Deresi (13 km), Aktuzladan doğan Heronek suyu (24 km), Bilican dağından kaynağını alan Liz Suyu (32 km), Kımsoradan doğan Çılbuhur deresi (27 km) ve Hamurpet Dağından kaynağını alan Memanlı suyudur ( 24 km). GÖLLER Muş ili sınırları içinde kalan başlıca göller: Haçlı (Bulanık), Hamurpet (Akdogan), Küçük Hamurpet, Gaz (Kaz) gölleridir. Haçlı (Bulanık) Gölü: İlin güneydoğusunda Bulanık ilçesinin güneyindedir. Göl adını güneyindeki Haçlı Köyünden almıştır. Göl Bulanık adını ise suyun genellikle bulanık oluşundan almıştır. Bir lav seti gölüdür. Haçlı gölü de kuzeyindeki Kızkopan volkanının yükselmesi ile oluşmuştur. Yüzölçümü 10 km2 kadardır. Gölde derinlik 7 m. aşmaz. Haçlı Gölü güneybatıdan akan Şeyhtokum Deresi ile birkaç kaynaktan beslenir. Gölün su düzeyi bütün yıl boyunca hemen, hemen aynı kalır. Kışın donduğunda göl sathında yürünebilmektedir. Gölde alabalık ve aynalısazan bulunmaktadır. Büyük Hamurpet Gölü: Varto ilçesinin kuzeybatısında Hamurpet dağlarının batısında yer alır. 2149 Rakımda ve 21 metre derinliğindedir. Yüzölçümü 1088 km2’dır. Gölün her tarafı dik kayalarla çevrilidir. Derinliği küçük göle nazaran daha az olduğundan yeşil renktedir. Kaynak ve kar suları ile beslenir. Kış aylarında donar, su seviyesi tüm yıl boyunca pek değişmez. Gölde bol miktarda aynalısazan balığı ile ördek, kaz, turna ve kunduz da bulunmaktadır. Gölün bulunduğu alan volkanik özellikler taşımaktadır. Fazla olan suyu yakınından geçen İskender çayına boşaltır. Küçük Hamurpet Gölü: Büyük Hamurpet gölünün yaklaşık 300 m kadar güneyinde ve 2173 rakımda küçük dairesel bir yapısı vardır. Gölün alanı 149 km2 dir. 47 metre derinlikte olduğundan mavi bir görünüme sahiptir. Dipten Büyük Hamurpet’e akıntısı bulunmaktadır. Gaz (Kaz) Gölü: Malazgirt ilçesine bağlı Aktuzla Bucağının yakınlarındaki bu göl Karstik bir göldür. Gölün suyu tuzlu ve acıdır. Derinliği azdır. Kenarları sazlıktır. Bu nedenle ilkbaharda burası göçmen kuşların akınına uğrar. Kaz, ördek, su tavuğu en çok rastlanılan hayvan türleridir.
-
MUŞ’UN TARİHİ İLK ÇAĞDA MUŞ Muş’un ilk çağ tarihi Urartu’larla başlar, ne var ki Muş’un dahil olduğu Doğu Anadolu’nun yüksek düzlüklerindeki M.Ö. II.bin’e ait yerleşmeleri, henüz yeterince gün ışığına çıkarılamadığından, Urartu’ların atalarının kimler olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Doğu Anadolu’nun bilinmeyenlerle dolu karanlık tarihi dönemleri, Asur kaynakları ve kitabeleriyle bir ölçüde aydınlanmıştır. İlk çiviyazılı kaynaklar Asur Kralı 1. Salmanassar (M.Ö.1274-1245) dönemine aittir. Asur kaynaklarına göre Doğu Anadolu’nun dağlık yörelerinde Nairi Konfederasyonu adı altında birbirinden bağımsız küçük beylikler vardı. Asurluların baskısı altında yaşayan bu beylikler 1. Salmanassardan önceki Asur kralının ölümünü fırsat bilerek ayaklandılar. 1. Salmanassar bu başkaldırıyı bastırmak amacıyla Urartu topraklarına girdi. Asur’luların Urartu-Nairi ayaklanmalarına karşı giriştiği saldırılar aralıklarla 400 yıl kadar sürdü. Urartu’ların tarih sahnesine çıkışları M.Ö. XIII. YY’a rastlamakla birlikte devlet olarak teşkilatlanmaları MÖ. IX. YY.’dadır. Önceleri dağınık bir konfederasyon durumunda olan Urartu’lar Asur Kralı III. Salmanassar’ın çağdaşı olan ilk Urartu Kralı Aramu (MÖ.850-840) dan sonra birleşik bir krallık durumuna geldiler. Urartu devletinin gerçek kurucusu Aramu’dan sonra kral olan I. Sarduri (MÖ.840-830) dir. Kral İşpuini dönemi (MÖ.830-810) Urartuların büyük bayındırlık işlerine giriştikleri, Menuas dönemi (MÖ. 810-786) Urartu devletinin Ön Asya’nın en güçlü devleti durumuna geldiği ve devletin egemenlik alanının genişlediği dönemdir. MÖ. VIII. YY. ortalarında, Urartu Devletinin egemenliği tüm Doğu Anadolu Bölgesine yayıldı. 1. Argişti (MÖ. 786-764) den sonra yerine geçen oğlu II. Sarduri’nin dönemi (MÖ. 764-735) Urartu Devletinin zirvesi sayılmaktadır. Muş Varto’ nun Kayalıdere mevkiinde 1965’te yapılan kazılarda ortaya çıkarılan Urartu kalesi bu Kralın dönemine aittir. Urartu Devletinin bundan sonraki tarihi Asurlular, Kimmerler ve İskitlerin bitmez tükenmez saldırılarıyla sürdü, Urartu Devleti, MÖ. 585’te İskid akınları sonunda yıkıldı. Muş’un Urartu Devleti için önemi krallığın batı yolunun önemli bir merkezi durumunda olmasından geliyordu. Başkent Tuşpa’dan batıya giden yol Malazgirt Ovasını geçtikten sonra Murat Irmağı vadisi boyunca Varto’nun güneyinden Muş Ovasına varıyor. Buradan batıya yöneliyor, Bingöl üstünden Elazığ-Malatya yolu ile de Orta Anadolu ve Kuzey Suriye’ye uzanıyordu. Muş’un ilk çağ tarihinde Urartular’ı Medler takip etti. Günümüz İran Azerbaycan’ında yaşamakta olan Medler, Asur Devleti’ni ortadan kaldırdıktan (MÖ 609) sonra Muş Ovası’na yöneldiler. Medler, Kimmer-İskit saldırılarından yorgun düşen Urartu Devleti’ni, tarih sahnesinden silmekte zorlukla karşılaşmadılar. Ne var ki, Medler’in Doğu Anadolu’daki hâkimiyetleri fazla uzun sürmedi. Persler, Med ordusunu yenerek (M.Ö. 550) bu devleti ortadan kaldırdılar. Persler’in Doğu Anadolu’daki hâkimiyetleri yaklaşık 200 yüzyıl kadar sürdü. Persler, I.Dareios zamanında güçlerinin zirvesine çıktılar. Muş ve çevresi Pers hâkimiyetinde Babil Büyük Satraplığı içinde yer aldı Pers döneminin en önemli gelişmesi, İmparator II. Artakserkses’e karşı baş kaldıran küçük kardeşi Kiros’un, savaşı kaybetmesi ve “Onbinler” diye anılan yenik ordusuyla ünlü Anabasis yürüyüşünü gerçekleştirmesidir. (MÖ 401) “Onbinler” Aras ve Kelkit vadilerine doğru çekilirken Bingöl ile Muş arasındaki alanları geçmişlerdir. Bu ordunun çekilişini yöneten Yunanlı komutan ve tarihçi Ksenofon, Muş ve çevre yaylalarında yaşayan halkın oymak hayatı sürdürdüğünü, ordusuna buğday, arpa, sebze, et ve binek atı sağladığını anlatır. Muş ve çevresi, uzun yüzyıllar Romalıların, Partların ve Ermeni derebeylerinin hâkimiyet mücadelelerine sahne oldu. Doğu Anadolu’nun bu bölgesi adı geçen devletler arasında sık sık el değiştirmesine rağmen, bu mücadelelerden üstün çıkan taraf Partlar oldu, Roma İmparatorluğu’nun üstünlüğü hiçbir zaman kalıcı olmadı. Partlar’la, Romalılar arasındaki bitmez tükenmez savaşların sonuncusu 215-216’da gerçekleşti. Roma İmparatoru Macrinus, Nisibis, (bugünkü Nusaybin)’i bırakarak geri çekilince, Güney Doğu Anadolu’dan Fırat’ın batısına kadar olan Roma hakimiyeti sona erdi (217). Part ve Pers kökenli Sasani hanedanından gelen I.Ardeşir’in İran’da kurduğu Sasaniler Devleti (MS 226), Doğu Anadolu’nun tarihinde yeni bir güç olarak ortaya çıktı. Sasaniler, çok kısa bir süre içinde hâkimiyet alanlarını genişleterek Roma İmparatorluğunun en büyük rakipleri oldular. Geçmiş Yüzyıllardaki Roma Part mücadeleleri yerini artık Roma- Sasani mücadelelerine bırakmıştı. Sasani’lerin hâkimiyeti yaklaşık 400 yıl sürdü. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasıyla ilkçağ sona erdiğinde Doğu Anadolu, bu kez uzun yıllar sürecek Bizans-Sasani mücadelelerine sahne olacaktı. ORTAÇAĞDA MUŞ Muş ve çevresindeki Sasani hâkimiyeti İmparator Heraklios döneminde Bizans Ordularının Sasani kralı Şahbaraz’ı yenmesiyle sona erdi. Bu arada, VII. yy başında gelişen Arap akınları sırasında Arap komutanlarından Saad ibn Vakkas, Sasani ordusunu bozguna uğratınca (637), Sasani devleti de çöktü. Araplar Muş’un güneyine kadar gelmelerine rağmen Muş ve çevresine Bizans ordusu sahip çıktı. Muş ve çevresi Arap akınları döneminden başlayarak Türklerin Bizans ordusunu Malazgirt’te bozguna uğratmasına kadar (1071) Bizans hâkimiyetinde, Taron (Taran) Theması idari bölgesinde yer aldı. Bölge bütün ortaçağ boyunca bu adla anıldı. Müslüman Arap ordularının Anadolu’ya akınları 640’da başladı. Halife Ömer devrinin sonlarına doğru 641’de İyaz bin Ganın komutasında Bir Arap ordusu Bitlis, Ahlat ve Muş’u aldı. Habib bin Mesleme ve Salman bin Rabia bu bölgeye ikinci bir sefer düzenlediler. (642) Ahlat ve çevresindeki beyleri idareleri altına aldılar. Ne var ki Arap Müslümanlarının hakimiyeti sürekli olmadı sık sık kesintiye uğradı. Muş, Bitlis ve çevresi, Muaviye zamanında bir ara Bizans hâkimiyetine geçtiyse de Emevi’ler yöreyi yeniden denetimleri altına almakta gecikmediler. Halife Abdulmelik zamanında Muhammet bin Mervan, Muş ve çevresini Diyarbakır Amirliğine bu amirliği de El Cezire Genel Valiliğine bağladı. Muş ve çevresi Emevi’lerden sonra Halifeliği ellerine geçiren Abbasilerin ilk yıllarında Avasım Bölgesi sınırları içinde yer aldı. Sonraki yıllarda Abbasilerin yöredeki hâkimiyetleri zayıflayınca Muş ve çevresi Bagradiler den Bagrad adlı prensin yönetim merkezi oldu. Bagrad’ın Bağdat’a gönderilmesi üzerine bu prensin yönetiminden hoşnut olmayan Muş’lular ayaklandılar. Ayaklanma sırasında Vali Yusuf Bin Abi Said Al-Marvazi öldürüldü. Bu olaydan sonra Muş Bagrat Krallığına bağlandı. X.yy’ın ikinci yarısı ile XI.yy’ın ilk yarısında Muş, Ahlat ve çevresi doğuya doğru genişlemek isteyen Bizans İmparatorluğu ile Doğu Anadolu’ ya hakim olan Abbasiler arasında sık sık el değiştirdi. Selçuklular Dandanakan Savaşında (1040) Gaznelileri yenip bir devlet olarak tarih sahnesine çıkınca Tuğrul Bey’in sultanlığı devrinde Abbasiler Selçukluların koruması altına girdiler. Tuğrul Bey Selçukluların Doğu Anadolu’ya düzenledikleri seferlerden birinde Malazgirt’i kuşattı (1054) Bu seferle birlikte Selçuklularla Bizanslılar arasında Doğu Anadolu’daki hakimiyet mücadelesi başlamış oluyordu. Sultan Tuğrul Bey’in ölümünden sonra Selçukluların başına geçen Sultan Alparslan Malazgirt Kalesini ele geçirip, Suriye’ye yönelince Bizanslılar Selçuklu Türk’lerini kesin yenilgiye uğratmak için İmparator Diogenes komutasında büyük bir orduyla Doğu Anadolu’ya bir sefer düzenlediler. Bizans Ordusu Malazgirt’i kuşatıp, ele geçirdi ve kaledeki bütün Müslümanları kılıçtan geçirdi. Bizans ordusunun Doğuya yöneldiğini haber alan Sultan Alparslan Güneye seferinden vaz geçti. Hızla Anadolu’ya yöneldi. Malazgirt önlerine geldiğinde kalenin Bizanslıların eline geçtiğini görünce savaş hazırlıklarına başladı. Romanos Diogenes’e bir elçi yollayarak barış teklifinde bulundu. O yüzyılın en kalabalık ordusunu toplamış olan İmparator, Sultan Alparslan’ın barış teklifini reddetti. Alparslan Türklerin Turan diye anılan klasik savaş taktiğini uygulayarak ordusunu dörde ayırdı. Bu taktiğe göre Selçuklu ordusu biri merkezde ikisi yanlarda, biride merkezdeki birliklerin önünde olacak şekilde mevzilendi. Sultan Alparslan Merkezdeki kuvvetin önündeki az sayıdaki birlikle birlikte saldırıya geçti. Bu kuvvet kısa süren bir çatışmanın ardından yenilmiş görünerek geriye merkeze doğru çekildi. Türklerin yenilgiye uğrayıp geri çekildikleri sanan Bizans ordusu karşı saldırıya geçince sağ ve sol tarafta mevzilenmiş olan Selçuklu kuvvetleri, Bizans ordusunun artlarına sarkarak kıskaç içine aldılar savaş kısa sürede sona erdi. Bizans ordusu büyük kayıplar verdi. İmparator Romanos Diogenes esir edildi. Sultan Alparslan Romanos Diogenes’le antlaşma yaptı ve daha sonra onu serbest bıraktı. Malazgirt Savaşının sonuçları büyük oldu. Bu savaşla Anadolu’nun Türkleşmesi dönemi başladı. Sultan Alparslan komutanlarından Anadolu içlerine seferler yapmalarını istedi. Böylece Muş ve çevresi kesin olarak Türklerin hâkimiyeti altına girdi. Muş ve çevresi 1100 de Selçuklu hanedanlarından Melikşah’ın amcası Yakuti’nin oğlu olan Kutbettin İsmail’in kölesi Sökmen El-Kutbi Ahlat’lıların daveti üzerine Ahlat’a gelerek Van Gölü çevresinde Ahlatşahlar Beyliği’ni kurunca bu beyliğin sınırları içerisine katıldı. Ahlatşahlar zamanında Muş, Malazgirt ve çevresi tamamen Türkleşirken Muş’da doğunun kalkınmış ve zengin şehirleri arasında yerini aldı. Muş ve çevresi Ahlatşahlar, Artuklular ve Eyyubilerin hâkimiyet mücadeleleri sırasında birkaç defa el değiştirdi. 1191’de Eyyubi Meliki, Malazgirt Kalesini kuşattı ve kaleyi mancınıklarda dövmeye başladı. Erzurum Hükümdarı Saltuk’un kızı Mama Hatun, başında bulunduğu askeri kuvvetlerle Ahlatşahların yardımına gelince kuşatma kaldırıldı. Muş ve çevresi, tekrar Sökmenliler’in idaresine geçti. 1196’da Ahlatşahı Beg Timur’u öldürerek yerine geçen kölesi ve damadı Aksungur, hükümdarın karısını ve oğlunu Muş Kalesine hapsetti. Ahlatlılar Aksungurun ölümünden sonra Beg-Timur’un oğlu Muhammet’i hapisten çıkararak 1197’de hükümdar ilan ettiler. Ahlatşahlar’daki bu karışıklıklardan yararlanmak isteyen Suriye Eyyübileri’nden Necmettin Eyyüb, Muş şehrini ele geçirince Ahlatşahlar’da Erzurum Meliki Tuğrulşah’tan yardım istediler. Tuğrulşah, Eyyübileri Muş’tan çıkarıp Ahlatşahlar’ın hükümdarı Balaban’i öldürerek bu ülkeye sahip olmak istediyse de halk Tuğrulşaha ayaklandı. Tuğrulşah önce Malazgirt’e çekildi ve burada da tutunamayarak Erzurum’a geri döndü. Muş ve çevresi, Ahlatşahlar Devleti’nin 1207’de yıkılmasından sonra Necmettin Eyyubi’nin eline geçti. Necmettin Eyyübi Ahlat halkına kendisini kabul ettiremedi. Ahlatşahlar ülkesi, Gürcüler’in baskınlarıyla perişan edildi. Moğol tehlikesinden kaçan Celalettin Harzemşah Doğu Anadolu’ya girdiği sırada Van, Ahlat,Erciş, Muş, Malazgirt ve Bitlis çevresi Suriye Eyyübileri’nin kontrolü altında idi. Gürcüleri ezerek Ahlat’a gelen Harzemşah Celaleddin, Ahlatı kuşattı ve o devirde Kutbet Al-Islam sıfatını taşıyan Ahlat’a girerek, şehri üç gün boyunca yağmalattı. Bu arada Malazgirt ve Muş çevresi de bu yağmadan kurtulamadı. Ahlatşahlar’ın bir kültür merkezi haline getirdiği belde böylece, bir diğer Türk hükümdarı tarafından perişan edilmiş oldu. Harzemşah’ın Islam Türk dünyasındaki yanlış politikası üzerine harekete geçen Anadolu Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat, 10 Ağustos 1230’da Yassıçemen’de Harzemşah’ın ordusunu perişan etti. Harzemşah Celaleddin, kaçarken Dersim Dağlarında öldürüldü. Muş ve çevresi Anadolu Selçuklu idaresi altına girdi. Alaeddin Keykubat Iran üzerinden gelen Moğol tehlikesine karşı topraklarını korumak için hazırlıklarda bulunurken Moğollar’ın önünden kaçan Türkmenleri Malazgirt ve Muş çevresine yerleştirerek bunlardan yararlanmayı düşündü. Malazgirt ve Muş Kalelerine askerler yerleştirdi ve suları tamir ettirdi. Alaeddin Keykubat’ın ölümünden sonra Anadolu Selçuklu Devletinde Alaeddinin yerini dolduracak değerli bir devlet adamı çıkmayınca Moğollar hızla Doğu Anadolu’ya girdiler. 1243 Kösedağ Savaşıyla Anadolu tamamen Moğollar’ın egemenliğine girdi. Muş ve çevresi de Moğol tahribat ve katliamına uğradı. Muş ve Malazgirt Moğollar’dan sonra Iran, Doğu Anadolu ve Irak havalisinde kurulan İlhanlılar Devleti’nin idaresine geçti. Ne var ki, Doğu Anadolu, hiçbir zaman Ahlatşahlar zamanındaki zenginliğine ve kültür yüksekliğine ulaşamadı. Ilhanlılar’ın Iran’da yıkılmasından sonra Muş ve çevresindeki Türkmenler. Bağdat’ta hüküm süren Celayirliler’in hanı Sultan Üveys (1356-1357) zamanında katliama uğradılar. Bu esnada Bu esnada Doğu Anadolu’da Karakoyun ve Akkoyun Türkmenleri hâkimiyet kurmak için mücadeleye başladılar. Doğu Anadolu’ya hâkim olan Karakoyunlu’lar zamanında Muş, bu beyliğin sınırları içerisinde kaldı. Bu arada İran üzerinden batıya doğru ilerleyen Timur tehlikesi ortaya çıktı. Timur’un önünden kaçan Türkmen boyları Karakoyun’lu topraklarına girince Karakoyunlu hükümdarınca Muş, Bulanık Malazgirt ve Varto’nun dağlık kesimlerine yerleştirildiler. Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf, Timur’a karşı koyamayınca Osmanlılara sığındı. Karakoyunlu topraklarına giren Timur girdiği her yerde yaptığı gibi Muş ve Malazgirt’i de tahrip etti, halkı kılıçtan geçirdi. Evliya Çelebi seyahatnamesinde Muş şehrinden bahsederken Timur’un Muş’ta yaptığı tahribatın izlerinin hala mevcut olduğunu söyler. Timur Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıt’ı l402 yılında Ankara savaşında mağlup edince Anadolu tamamen Timur’un kontrolü altına geçti. Timur Çin seferine gitmek için Anadolu’dan ayrıldıktan sonra Anadolu’da Osmanlı şehzadeleri arasında taht kavgaları başladı. Doğu Anadolu’ya geri dönen Karakoyunlu Yusuf. Beyliğini yeniden kurdu. Kara Yusuf’un ölümünden sonra Akkoyunlular Karakoyunluları tehdit etmeye başladılar. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ordusunu Muş Ovası’ nı doğudan çeviren dağların gerisine gizleyerek Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah ‘ı beklemeye başladı. Pusudan habersiz ihtiyatsız hareket eden Cihanşah bir gece baskınında ele geçirilip öldürüldü. Uzun Hasan böylece Karakoyunlu Devleti’nin çöküşüne zemin hazırladı ve Doğu Anadolu’yu hâkimiyeti altına aldı. Osmanlılarla komşu olan Akkoyunlu hükümdarı, bütün Anadolu’ya hâkim olmak için Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’le 2 ağustos l473 ‘de Otlukbeli’nde savaşa tutuştu. Uzun Hasan, bu savaşta yenilince ülkesi sarsıldı. Uzun hasan,l478’de ölünce Akkoyunlular’da iç karışıklıklar baş gösterdi. İran’da şeyh Seyfettin Erdebili neslinden şeyh Haydar’ın oğlu olan Şah İsmail, İran ve Akkoyunluların toprakları üzerinde Safeviler Devleti’ni kurdu. Şah İsmail’in annesi Alemşahbanu Uzun Hasan’ın kızıdır. Şii itikadını benimseyen Şah İsmail, Doğu Anadolu ‘da sünni Türkmenlerin arasında katliama başladı. Akkoyunlu Türkmenleri’yle Şah İsmail arasındaki mücadeleden en çok Doğu Anadolu halkı acı çekti. Muş ve çevresi Ahlatşahlar yönetimindeyken tamamen Türkleşmiş ve Ahlatşahlar’ın imar faaliyetleriyle de Doğu Anadolu’nun zengin yörelerinden biri haline gelmişti. Marco Polo XIII yy ortalarında Muş ve Mardin’de pamuk baharat ve çeşitli kumaşların çok miktarda imal edildiğin kaydeder Muş ve çevresi Moğolların ve Timur’un tahribatından bir hayli etkilendi ve geriledi. Şehirleri terk eden Türkler köylere ve yaylalara doğru çekilip çiftçiliği bırakarak hayvan beslemeye başladılar. Akkoyunlu Uzun Hasan zamanında Uzun Hasanı ziyaret eden İtalyan elçisi Barbaro Muş’tan bahsederken şehrin meskûn ve kalesinin müstahkem olduğundan söz eder. YENİÇAĞDA MUŞ Osmanlı Sultanı II Beyazıt zamanında kuvvetlenen Şah İsmail Anadolu’da hâkimiyetinin kurmaya çalışılırken aynı zamanda müritlerini de el altında Anadolu’nun çeşitli yerlerine göndererek Osmanlılar aleyhine isyanlar çıkartmaya başladı. Şehzade Yavuz Trabzon Valiliğinde bulunduğu yıllarda Şah İsmail’in durumu yakından takip ederek tehlikenin farkına vardı. Babasıyla girdiği taht mücadelesinde galip çıkıp Osmanlı tahtını ele geçirdiğinde ilk işi büyük bir orduyla Doğu Anadolu’ya yürümek oldu. 23 Ağustos 1514’de Çaldıran’da Şah İsmail’i bozguna uğrattı. Böylece Doğu Anadolu ve Tebriz Osmanlıların hâkimiyetine girdi. Yavuz Sultan Selim Doğu Anadolu’da iken bu bölgedeki aşiretler İdris’i Bitlisi’nin önderliğinde Yavuz’un emrine girdiler. Yavuz Sultan Selim Doğu Anadolu’yu İran’a karşı korumak için bu aşiretleri birtakım derebeyliklere ayırarak onlara geniş imtiyazlar verdi bu aşiretlerden İran’a karşı uç beyleri olarak yararlanmaya çalıştı. Kanuni zamanında Safeviler Doğuya saldırıp Erzincan’a kadar olan yerleşim bölgelerinde yağma ve katliama girişince Muş ve Malazgirt çevresi de tahrip oldu. Doğu seferine çıkan Kanuni İran içlerine sefer yaptı ise de da Doğu Anadolu’daki sınır çatışmaları Sultan IV Murat zamanında 1639 da yapılan Kasr’ı Şirin antlaşmasına kadar devam etti. Osmanlı Devletinin mülki taksimatında Muş ve çevresi bazen Van eyaletine bağlı sancak merkezi bazen de eyaletin Bitlis Hanlığına bağlı bir nahiye oldu. Bitlis hanlığının ortadan kalkmasından sonra Muş Erzurum eyaletine bağlı sancağın merkezi olurken, Bitlis’te Muş’a bağlandı. 1700 yılları sonrasında Muş ve çevresinde bir nevi babadan oğula geçen yerel paşalık vardı. YAKINÇAĞDA MUŞ Muşta yerel paşalık yapan Aleaddin paşa zamanında 1794’te İran şahı Doğu Anadolu’ya girerek Muş ve Hınıs’ı yağmalattı. İran’lıların kışkırtmasıyla çıkan isyanları bastırmak için harekete geçen Osmanlı Devleti yardımcı kuvvet olarak yerel paşalardan asker toplarken Muş Beylerbeyi Aleaddin paşanın oğlu Emin paşadan da yardım aldı ve isyancı aşiretler üzerine yürüdü. 1821 de Kaçar hanedanından Fatih Ali Şahın veliahtı ve Iran şahı Abbas Mirza Doğu Anadolu’ya girerek Muş ve çevresini yağmaladı. 1826’da Sultan II. Mahmut Yeniçeri Ocağını kaldırırken Erzurum Eyaletinde Yeniçeri ağası olan Gürcü Osman Paşa, Muş Beylerbeyi Emin paşa tarafından yakalanarak Varto’ya getirilip idam edildi. Bu esnada Doğu Anadolu’daki yerel paşalar, nüfuslarını artırarak merkezi otoriteye karşı ayaklanmaya başladılar. 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu’ ile birlikte yerel beyliklere son verilmeye başlandı. Muş’un Bağlar Köyü yakınındaki Alaeddin Paşa oğullarının konağına hücum eden halk, konağı yağmaladı. Devlet Muş’ta yerel paşalığa son vererek burayı Erzurum’a bağlı sancak merkezi haline getirdi. 1889’da II. Abdülhamit Doğu Anadolu’da sükûneti sağlamak ve doğudan gelecek Rus tehlikesine karşı mahalli güçleri kullanmak için Hamidiye Alayları kurdurdu Hamidiye alaylarının paşaları yöredeki aşiret ağalarından seçildi. Aşiret ağalarının oğulları İstanbul’da açılan askeri okullarda eğitilerek Hamidiye alaylarının başına getirildi. 1890’lı yıllardan itibaren Doğu Anadolu’da Ermenilerin faaliyetleri başladı. Çeteler halinde hareket eden Ermeniler Muş, Bulanık, Malazgirt ve Varto köylerinde katliama giriştiler. Hıristiyan ve doğuda Rusların müttefikleri olmaları sebebiyle Ermeniler hem Avrupa âleminden hem de Çarlık Rusya’sından yardım görerek komiteler kurmaya başladılar. Dışarıdan Osmanlı Devletine baskı yaptırarak Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurmak için harekete geçtiler. Hamidiye alayları doğuya dışarıdan gelecek tehlikelere karşı koymada yararlı olurken aşiret kavgalarında aynı başarıyı gösteremediler. Muş, Malazgirt, Varto ve Bulanıkta aşiret kavgaları alevlendi bazı Hamidiye alaylarının taraflı hareket etmesi üzerine yörede asayiş tamamen bozuldu ve aşiretler arası çatışmalar yoğunlaştı. XIX. yy’ın sonları ve XX yy.ın ilk yıllarında Muş bölgesi harici teşviklerle körüklenen Ermeni Taşnakları’nın ihtilal hareketine sahne oldu. 1894’de Sason ihtilalini müteakip 1895 senesi içerisinde hükümetin kurduğu ve Erzurum’daki Fransa, İngiltere ve Rus Konsoloslarının katıldığı bir heyet Muş’ta toplanarak isyanın sebeplerini görüştü. 1901 senesinde Muş ovasında faaliyetlerde bulunan Ermeni çeteleri köyleri yağmaladılar ve hükümet kuvvetleri ile çarpıştılar. 1905’teki Ermeni baskınları Muş ve çevresine büyük zararlar verdi. 1.DÜNYA SAVAŞINDA MUŞ 1914’de 1. Dünya savaşlarında Osmanlı Ordusu’nun Kafkas seferi büyük hezimetle sonuçlandı. Rus orduları Doğu Anadolu’yu işgal etmeğe başladı. 1915 yılında Ruslar Eleşkirt ve Pasinler üzerinden Malazgirt’e doğru ilerlediler. Bundan cesaret alan Ermeniler Rus işgalini kolaylaştırmak için Muş Varto ve Bulanık’ta Müslüman köylerine baskınlar düzenlemeğe başladılar. Rusların desteklediği ermeni katliamlarından korkan halk Elazığ ve Diyarbakır tarafına kaçmağa başladı. 1915 yılının Şubat ayında Varto, 1916 yılında da Muş Rus ordusunun eline geçti. Rus ordusu içerisinde gönüllü askerlik yapan Ermeniler asırlar boyu beraber yaşadıkları Muş halkını katletmeğe başladılar. 1916 yılında Diyarbakır 16. Kolordu Komutanlığına Çanakkale’de başarı kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa atanınca buradaki çatışmaların seyri değişti. Kısa zamanda toparlanmağa başlayan 2. Ordunun 16. Kolordusuna ait 8 tümen Muş çevresinde toplanmış, gönüllülerle 3 Ağustosta saldırıya geçti ve Kurtik dağları üzerinden Muş şehrine girdi. Rus birlikleri kontrolleri altındaki köylerde katliam yaparak geri çekildiler. Ne var ki Ruslar yeni birliklerin katılmasıyla yeniden saldırdılar ve Muş’a girdiler. Ama Rus işgali fazla uzun sürmedi. Türk ordusu 1917 yılının bahar aylarında karşı saldırıya geçerek 30 Nisan günü şehri Ruslardan geri almağa muvaffak oldu. 18 Ağustos 1917 de yapılan ateşkes antlaşmasına göre Ruslar Doğu Anadolu’dan çekildiler. Ruslar çekilirken ordunun ağırlıklarını Ermenilere bırakarak onları Türk’lere karşı harekete geçirmeğe çalıştılar.1. Dünya savaşının galipleri Mondros Mütarekesi Wilson prensipleri ve Sevr antlaşmasında açıkça görüldüğü gibi Doğuda Ermenilere devlet kurdurtmağa çalıştılar. Ermeniler de bu toprakları ele geçirmek özellikle Wilson prensiplerindeki maddeye göre bölgede çoğunluğu elde etmek için katliamlara giriştiler. Muş ve çevresi de bu katliamlara maruz kaldı. KURTULUŞ MÜCADELESİNDE MUŞ Sevr anlaşmasına dayanarak Doğuda devlet kurmak isteyen Ermeniler teşkilatlandırdıkları komitelerle katliamlarına devam ederken, Anadolu’da işgal edilmeye başlanmıştı. 19 Mayıs 1919’da Samsuna çıkan Mustafa Kemal Paşa Amasya tamimini yayınladıktan sonra Erzurum’a geçti. Bu sırada Doğu Anadolu halkı Ermeni katliamlarını durdurma ve Ermenilere karşı mücadele kararı alırken civar vilayetlere dağılmış olan Muş halkı da yeniden şehre dönmeye başladı. Ermenistan üzerinden Doğu Anadolu’ya giren Ermeni orduları, Kazım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusunca yenilgiye uğratıldı. Gümrü Antlaşmasıyla da Doğu Anadolu işgal ve katliamlardan kurtuldu. CUMHURİYET DÖNEMİ'NDE MUŞ Cumhuriyetin ilânından sonra yurtta kalkınma hamlesiyle birlikte önemli inkılâplar yapılmaya başlandı. Bu inkılâplara tepki. Olarak Doğu Anadolu' da Şeyh Sait İsyanı patlak verdi. Bu isyanı destekleyenlerin başında Ha-midiye Alayları'nın komutanlığını yapan ve doğuda büyük nüfuzu olan Halit Paşa da bulunuyordu. Halit Paşa'nın Osmanlı Devleti'nin çöküşü sırasında kurulan zararlı cemiyetlerden Kürt Teali cemiyetiyle yakından ilişkisi vardı. Hamidiye Alayları'nın gücüne güvenen Halit Paşa, dışardan da destek göreceğini umarak isyan etmek için yöre halkından kuvvet toplamaya başladı. T.B.M.M. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey'le anlaştı. Kendisi Doğu Anadolu'da ayaklanırken bir yandan da isyanının amacını diğer Cemiyeti Akvama duyurarak olayı milletlerarası mesele haline getirmeye çalıştı. Halit Paşa bu maksatla Varto'nun Kereç Köyü'nde aşiret ağalarıyla yaptığı toplantıda umduğu desteği bulamadı. Bunun üzerine kendisine katılmayan ağaları, Ankara Hükümeti'ne isyan etmiş gibi göstermeye çalıştı. Aşiretler üzerine yaptığı baskınlarla Varto ve Bulanık çevresinde yağmalama hareketlerinde bulundu. Olayın aslı anlaşılınca Halit Bey Erzurum'a davet edilerek orada Kolordu Divanı Muhasebat Komisyon Reisliği vazifesiyle alıkondu ve miralay rütbesi verildi. Erzurum'da siyasi faaliyetlerine devam eden Halit Paşa bu sefer şeyhlere yanaşmayı denedi. Türkiye Cumhuriyeti'nin çıkarmış olduğu kanunları İslam'ın aleyhine göstererek Şeyh Sait'in desteğini aldı. Pasinler depremi sebebiyle Erzurum'a gelen Mustafa Kemal Atatürk, Halit Bey'in faaliyetlerini öğrenerek tutuklanmasını emretti. Bitlis Cezaevi'nden Şeyh Sait'le haberleşen Halit Bey, isyanın bastırma emrini verdi. 5.2.1925'de Doğu Anadolu'da büyük bir isyan çıktı. Şeyh Sait'in kuvvetleri dört kola ayrılarak Doğu Anadolu'ya yayılırken dördüncü kol Muş, Varto, Malazgirt ve Göynük çevresini işgal etmeye çalıştı. Varto'yu ele geçiren isyancılar Muş'a ilerledilerse de Muş Vali Vekili Sırrı Bey, halktan topladığı yardımcı kuvvetlerle Murat Köprüsü civarında Şeyh Sait'in isyancılarını mağlup etti ve isyancıların Varto'ya geri çekilmesini sağladı. Bu olaylar esnasında Halit Bey ve Yusuf Ziya, Bitlis Cezaevinde idam edildi. Dört ayrı yerdeki isyanın üçü bastırılınca Şeyh Sait Varto'ya gelerek Bulanık üzerinden İran'a geçmeye çalıştı. Şeyh Sait'in önderliğinde Muş'a doğru tekrar ilerleyen isyancılar, Muş-Varto arasındaki tarihi Abdurrahman Paşa Köprüsü üzerinde askeri kuvvetlere teslim olmak zorunda kaldı. Böylelikle Muş halkının desteklemediği, ama Varto'ya büyük zararlar vermiş olan Şeyh Sait isyanı sona erdi.
-
Muş Genel Bilgi Doğu Anadolu Bölgesi’nde il merkezi olan Muş, doğuda Ağrı’ya bağlı Patnos ve Tutak, Bitlis’in Ahlat ve Adilcevaz, kuzeyden Erzurum’un Karayazı, Hınıs, Tekman, Karaçoban, batıdan Bingöl’ün Karlıova ve Solhan, güneyden ise Diyarbakır’ın Kulp, Siirt’in Sason ve Bitlis’in Güroymak ve Mutki ilçeleri ile çevrilidir. Doğu Anadolu Bölgesi’nin oldukça yüksek kesiminde yer alan Muş, Güneydoğu Toroslara bağlı dağlarla çevrilidir. Buradaki dağ kütleleri volkanik kökenli olup, kuzeyde Bingöl Dağları ile Akdoğan Dağı (2.879 m.), doğuda Top Dağı (2.256 m.) ve Süphan Dağı’nın batı uzantıları, güneyde Bilican Dağı’nın Karaburun Tepesi (2.754 m.), güneybatıda Karaçavuş Dağları (Haçreş Dağları), batıda da Şerafettin Dağı’nın doğu uzantıları bulunmaktadır. İlin orta kesimindeki platolar kuzeybatı-güneybatı doğrultusunda sırtlar halinde uzanırlar. Bunlar güneybatıda Karaçavuş Dağları ile birleşirler. Otluk Dağları ile Karaçavuş dağlarına Muş Güneyi Dağları ismi de verilmiştir. Doğu Anadolu Bölgesi’nin çöküntü alanının ucunda yer alan Muş Ovası ile Malazgirt Ovası ilin belli başlı ovalarıdır. Türkiye’nin en etkin faylarından olan Muş Ovası, Şerafettin Dağı, Bitlis Dağı’nın uzantıları, Nemrut Dağı ve Dut Dağları ile çevrelenmiştir. Yüksekliği 1.250 ile 1400 arasında değişen bu ova, 25 km. uzunluğundadır. İl topraklarını kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda akan Murat Nehri ile onun kolları ile Karasu Irmağı sulamaktadır.Güneybatıdaki küçük bir bölüm de Batman Çayı’nın başlangıç kolları ile sulanır. İlin başlıca gölleri ise Haçlı (Kazan), Büyük Hamurpet (Akdoğan), Küçük Hamurpet ve Kaz (Gaz) gölleridir. İlin yüzölçümü 8.196 km2 olup, 1990 Yılı Sayım sonuçlarına göre toplam nüfusu 736.543’tür. Muş ilinin bitki örtüsü tiplerini step (bozkır) bitkileri, çayır otları ve meşe ormanları oluşturur. İlde Karasal iklim hüküm sürmekte olup, yazları sıcak ve kurak, kışları ise soğuk, sert ve yağışlı geçer. İlin ekonomisi tarım, hayvancılık ve sanayie dayalıdır. Muş kalkınmada öncelikli iller arasına alınmıştır. Büyük çoğunluğu kırsal kesimde yaşayan il halkının temel geçim kaynağı tarımdır. Yetiştirilen başlıca tarımsal ürünler; buğday, şeker pancarı, nohut, arpa, kavun, karpuz, lahana, domates, ayçiçeği ve patatestir. Tütün ekimi eski önemini kaybetmiştir. Hayvancılık daha çok canlı hayvan ticaretine dayanmaktadır. Sığır koyun ve kıl keçisi besiciliği yapılmaktadır. İldeki Süt Endüstri Kurumu Muş Sek Mama Mamulleri İşletmesi köylerden toplanan sütleri değerlendirmektedir. Hayvancılığa bağlı yün ve kıl da il ekonomisinde değerlendirilmektedir. Türkiye Şeker Fabrikaları Muş Şeker Fabrikası, Muş Meyankökü Sanayi ve Ticaret Şirketi ilin başlıca sanayi kuruluşlarıdır. Ayrıca kırsal kesimdeki el tezgahlarında dokuma, kilim ve halı üretilmektedir. İl topraklarında çimento hammaddesi ve barit yatakları bulunmaktadır. Muş, Asur kaynaklarına göre MÖ.XIII.yüzyılda, bir nevi konfederasyon olan idari bir sistemle yönetilen Nairi isimli bir ülkenin sınırları içerisinde idi. Daha sonra Taron ismini alan bu yöre, Urartular zamanında önemli bir konuma gelmiştir. Urartu hükümdarı Muşet’in kurduğu bu kente Urartular krallarının ismini vermişler ve bu isim, zamanla değişime uğrayarak Muş haline dönüşmüştür. Ayrıca Muş sözcüğünün Süryani dilinde “suyu bol” anlamına gelen Muşa veya şehri kuran Muşet sözcüklerinden geldiği söylenmektedir. Araplar ise şehre Tarun adını vermişlerdir. Muş yöresine hakim olan Urartu Devleti MÖ.585’te İskit akınları sonunda yıkılmıştır. MÖ.612’de Medler, Asur Devletini yıktıktan sonra Güney Anadolu topraklarında Mardin yöresine kadar ilerlemişler ve bu arada Muş’u da ele geçirmişlerdir. Medlerin ardından Persler, Makedonyalılar, Seleukoslar buraya egemen olmuşlardır. Arap akınlarından sonra Roma, Part, Artaşes Hanedanı ve Bizans arasında Muş yöresi el değiştirmiştir. Malazgirt Savaşı’ndan (1071) sonra yöre, Selçukluların egemenliğine girmişse de Sökmenliler ile Eyyubiler arasında el değiştirmiş, XIII.yüzyılda da Anadolu Selçukluları tarafından imar edilmiştir. Bu yüzyılda Moğol istilasına uğramış (1260), onu Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safavi dönemleri izlemiştir. Muş yöresi Şerefhanlar’ın yönetiminde iken, Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı döneminde Van Beylerbeyliğine bağlı olan Muş, 1879’da Bitlis Eyaletine bağlı bir sancak merkezi konumunda idi. I.Dünya Savaşı sırasında yörede çeşitli çatışmalar olmuş, 18 Şubat 1916 - 1 Mayıs 1917 tarihleri arasında Rus işgalinde kalan şehir, Ruslar ve Ermeniler tarafından yakılıp yıkılmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında yörede Hallo Ayaklanması (1920) baş göstermiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra 1924’te il konumuna getirilmiş, ancak Şeyh Sait Ayaklanmasından sonra 1926’da ilçe olarak Bitlis’e bağlanmıştır. 1929’da yeniden il yapılmıştır. Muş’ta günümüze gelebilen tarihi eserler arasında; Muş kalesi, Varto Kayalıdere Kalesi, Malazgirt'te Yıkık Kale, Surp Karabet Manastırı (Çengel Kilise), Murat Irmağı Köprüsü, Muş Ulu Camisi (XIV.yüzyıl), Hacı Şeref Camisi (XVII.yüzyıl), Alaaddin bey Camisi (XVIII.yüzyıl), Aslanlı Han bulunmaktadır. Ayrıca Muş'ta Türk sivil mimari örneklerinden evler vardır. Kızılziyaret Tepesi, Mongok Bağları, karni Deresi ilin başlıca mesire yerleridir.
-
Hakmehmet Köyü Anıt Mezarı HAKAHMET KÖYÜ KATLİAMI Iğdır merkeze bağlı Hakmehmet köyünde 17 Eylül 1919 tarihinde Ermenilerce katledilen 51 vatandaşımızın anısına Iğdır Valiliğince yaptırılarak 4 Ağustos 2002 tarihinde açılmıştır. Tarihte Su Kuyusu katliamı olarak bilinir. Toplu mezar 5 Ekim 1999 tarihinde açılarak Dünya kamuoyuna gösterilmiştir.
-
Soykırım Anıt ve Müzesi Soykırım Anıt ve Müzesi 1.3 hektarlık bir alan üzerine kurulmuştur. Türkiye’nin en yüksek anıtlarından biri olup, yüksekliği 43.50 m.dir. Anıtın altındaki 350 m2’lik alan müze olup, üzerine beş kılıcın oluşturduğu bir anıt dikilmiştir. Bu anıtın kılıçlarının granitleri Çin’den, diğer mermer, granit, taş ve keramik gibi malzemeler de Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden getirilmiştir. Anıttaki kılıçların kabzalarında tunç döküm rölyeflerle eski Türk devletlerinin kuruluşundan Cumhuriyete kadar gelen devreler anlatılmaya çalışılmıştır. 24-26 Nisan 1995 tarihleri arasında Iğdır'da düzenlenen "Tarihi Gerçekler ve Ermeniler" konulu Uluslar arası Sempozyum'a çeşitli ülkelerden bilim ve siyaset adamları katılmıştır. Sempozyuma Azerbaycan'dan katılan Mimar Prof. Dr. Cafer Gayisi'nin, Ermeniler tarafından katledilen Türkler hatırasına hazırladığı anıt projesinin katılanlar tarafından beğenilmesi üzerine anıt projesinin inşa edilmesinin gerekliliği sempozyum sonuç bildirisinde şu şekilde vurgulanmıştır: "Doğu Anadolu'da geçmişte kaybettiğimiz bir milyondan fazla şehidimizin aziz hatırasını gelecek kuşaklara aktaracak ve 24 Nisan'ı Katliam günü olarak kabul edenlere ve onlarcası dünyanın birçok yerinde açılan sözde soykırım anıtlarına cevap verecek bir Şehitler Anıtı'nın Iğdır'da açılması ve Oba Köyü'nde bir şehitlik düzenlenmesiz kararlaştırılmıştır. Iğdır'da inşa edilecek bu anıt; geçmişteki kötü günleri ve bizleri düşman eden sömürgeci devletleri sürekli aklımızda tutmamızı sağlayacak, geleceğimize dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği temelinde ışık tutacaktır." Soykırım anıtı için seçilen yer, Iğdır şehrinin doğu girişinde yani Azerbaycan, İran ve Ermenistan'dan gelen yolların kavşağında seçilmiştir. Üçgen biçimli arazinin alanı 1.3 hektardır. Ayrıca seçilen araziye dikilen anıt Ağrı dağı fonunda yükselmektedir. Anıtın temeli 1 Ağustos 1997 yılında atılmıştır. Anıt, üçgen arazinin odak noktasında yükselmekte ve temelini 7.20 metre yüksekliğinde tepe-kurgan oluşturmaktadır. Türklerin yaşadığı geniş coğrafi mekanda-Avrasya bozkırlarında hükümdarlar ve ordu komutanlarının hatıralarına dikilmiş suni tepeler-kurganlar günümüze kadar yaşamaktadır. Kurganların iç kısmında defin odası bulunmaktadır. Bu eski gelenek Iğdır anıtında da korunmaktadır. Suni tepenin ortasında konuşlanan daire planlı salon içerisinde Ermenilerin katlettiği şehitlerin sembolik mezarı bulunmaktadır. Ortasında şehitlerin simgesel mezar taşı olan bu salon, tepe içerisinde yerleşen soykırım müzesinin de merkezi bölümüdür. Dairevi salonda Ermeni vahşeti açılan toplu mezarlara ait resim ve belgelerle sergilenmektedir. Bu salondan dışarıya uzanan koridorun sağ tarafındaki odada Ermenilerin yaptıkları katliamlara ait fotoğraflar, sol tarafında ise soykırım araştırmaları için bir kütüphane bulunmaktadır.
-
Ağrı Dağı - Tarihçesi Ağrı Dağı, jeolojik konumunun yanı sıra, tufandan sonra Nuh''un gemisine ev sahipliği yaptığı inanışı dolayısıyla efsanevi kimliğiyle de ön plana çıkan bir dağdır. Kutsal kitaplarda da adı geçen bu dağ, birçok dilde farklı adlarla anılmaktadır. Bunların başlıcaları, Ararat, Kuh-i Nuh, Cebel el Haris''tir. Marco Polo''nun yazılarında, hiçbir zaman çıkılamayacak bir dağ diye sözünü ettiği bu etkileyici dağın ilk tırmanışı, kayıtlara göre 9 ekim 1829 yılında Profesör Frederik Von Parat tarafından gerçekleştirildi. Dağın ilk kış tırmanışı ise çok daha geç bir tarihte, 21 Şubat 1970''de Dağcılık Federasyonunun eski başkanlarından Dr. Bozkurt Ergör tarafından gerçekleştirildi. Bilindiği kadarıyla kalabalık bir ekip halinde denenen tırmanışta yalnızca Dr. Bozkurt Ergör zirveye ulaşmayı başardı. İzleyen yıllar da özelliklede 1980''li yılların ikinci yarısında başarılı kış tırmanışları gerçekleştirildi. Kış koşulları çok fazla dağcının zirveye ulaşmasına izin vermese de 1980''li yılların yaz aylarında binlerle ifade edilebilecek sayıda yabancı dağcı bu dağı ziyaret etti. Günümüze kadar Ağrı Dağı''nın solo kış çıkışı yapılmamıştır. Dağın coğrafi konumu nedeniyle çok sert fırtınalara hedef olması ve hızla değişebilen hava koşulları nedeniyle, kış aylarında yapılacak bir solo tırmanış halen dağcıların önünde başarılamamış bir hedef olarak durmaktadır. Ağrı Dağı - Jeolojik Yapısı JEOLOJİK YAPI Volkanik bir dağ olan Ağrı Dağı bilindiği üzere ülkemizin en yüksek dağıdır. Ancak sanılanın aksine tek bir kütleden oluşmaz. Çevresi yaklaşık 130 kilometreyi bulan bu dağ 3000 metreden sonra ikiye ayrılır ve Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı olarak adlandırılır. Büyük Ağrı''nın zirvesi ve krater kalıntısı geniş buzulların altındadır. Küçük Ağrı''nın ise buzul hareketleri ve erozyonlar sonucu krater çanağı yok olmuştur. Bu nedenle 3896 m yüksekliğinde olan dağ oldukça sivri bir yapıdadır.Büyük Ağrı Zirvesi ise birbirine yakın iki ana zirve bloğundan oluşur. Güney ve batı yüzlerinde 4800 metreden itibaren daimi buzullar dağı kaplar. Dağın diğer yüzeylerinde ise buzullar daha da aşağılara kadar ilerlemektedir.Dağın Güneyinde ve kuzeyinde zirveden başlayarak yaklaşık 2000 metre kadar aşağıya uzanan iki derin vadi bulunmaktadır. JEOLOJİK YAPISI VE ROTA Ağrı Dağı, Türkiye, Ermenistan, Nahçıvan ve İran devlet sınırlarının kesişme noktası yakınında yer almaktadır. Türkiye’nin en yüksek noktası olan bu dağ, Doğu Anadolu Bölgesi’nde, Erzurum-Kars Yaylası kesimini Murat havzasından ayıran merkezi sırt Karasu-Aras Dağları’nın doğu ucunda yükselen büyük bir volkan konisidir. Her iki dağın çevre uzunluğu 128 km olup, 1.188 km2’lik bir taban üzerinde yükselmektedir. Dağın tepe tarafı üç çatallıdır ve en yükseği Iğdır’a bakmaktadır. Ağrı dağı küçük tepeler teşkil etmeden, birdenbire tek başına yükselerek dünya volkanlarının en görkemlisi olmuştur. Dağ geniş bir alana egemen olduğu için Iğdır İli’nin ne Nahçıvan’ın her tarafından, Ağrı ilinin birçok yerinden, Van, Erzurum, Kars, Ermenistan ve İran’ın yüksek yerlerinden görünmektedir.Genellikle doğu-batı doğrultusunda uzanan kıvrımlı temelin güneye doğru yön değiştirdiği ve Van havzasını İran Azerbaycan’ından ayıran dağlara geçtiği bir kesime yerleşmiştir. Dağın,% 65’lik kesimi Iğdır İli’nde, % 35’lik kesimi ise Ağrı İli topraklarında kalır. Ağrı, en yakın kentler olan Iğdır’a 15 km, Doğubeyazıt’a ise 20 km uzaklıktadır. Gürbulak Sınır Kapısı’na ulaşan E 23 ve Dilucu Sınır Kapısı’na ulaşan D 080 devlet yolları yöreyi ülke içi ve ülke dışı karayolu ağına bağlamaktadır. Iğdır ve Doğubeyazıt ile Türkiye’nin büyük kentleri arasında her gün düzenli otobüs seferleri yapılmaktadır. En yakın havaalanları, Ağrı (100 km), Kars (130 km) ve Erzurum (345 km) illerinde bulunmaktadır. Iğdır’da da bir havaalanının yapım çalışmaları halen devam etmektedir. Ağrı Dağı, çeşitli geleneklerde farklı şekilde adlandırılmıştır. Yakut dilinde “Ağr”, Selçuklu Türkleri’nde “Eğri Dağ”, bazen de “Ağır Dağ”, İranlı’larda “Kûh-ı Nûh”, Araplar’da Büyük Ağrı’ya “Cebelü’l-hâris”, Küçük Ağrı’ya ise “Cebelü’l-huveyris” isimleri verilmiştir. Ermeniler bu dağa “Massis” veya “Masik” derken, sadece Batı coğrafyacıları “Ararat”demektedir. Ararat adının Nuh söylencesinden geldiği belirtilir. MÖ Ortadoğu tarihinin en geleneksel kaynağı olarak kabul edilen ve Musa tarafından yazıldığı ileri sürülen Eski Ahid’in (Tevrat) beş kitabından ilki olan Tekvin’de Ararat ilk kez şöyle geçmektedir: “Ve gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde Ararat Dağları üzerine oturdu” (8. Bap 4. Ayet). Ağrı Dağı’na Ararat denmesi de, Tevrat’ta geçen Ararat Dağları’nın Ağrı Dağı ile aynı sayılmasından kaynaklanmıştır. “Ararat” Ermenice bir kelime olmayıp, Asurlular’ın Urartu ülkesine verdiği addır. “Ağrı” adının Şamanizm devri Türkçesi’nden gelmiş olma olasılığı fazladır. Çünkü Pekarsky’nin Yakut Dili’nin Sözlüğü’nde “Ağr” veya “Ağrı” “Kocaman” ya da “Tanrı” anlamındadır. Büyük Ağrı’nın etrafı andezitlerden ibarettir, dağın yamaçlarında muhtemelen yarıklardan püskürmüş genç bazalt akıntıları bulunmaktadır. Süngerimsi yapı gösteren bazalt lavları Iğdır-Doğubeyazıt asfaltına kadar yayılmıştır. Yükseldikçe yamaç eğimi artan Büyük Ağrı Dağı kütlesinin ana çatısını andezit bileşiminde lavlar oluşturmaktadır; yarıklardan ve parazit konilerden çıkan lavlar dağın özellikle kuzeybatı ve güneydoğu yamaçlarını önemli ölçüde kaplamıştır. Bunlardan Büyük Ağrı zirvesinin 5 km kadar kuzeybatısında bulunan Kıpgöl Dağı bazaltik bir kütleden oluşmuş olup, yüksekliği 3.300 m’yi aşmaktadır. Güneydoğusunda ise Biçare Dağı (3.093 m) çevresinde parazit koniler halinde tepeler yer almaktadır. Burada 400 m çapında batıya doğru ağzı açık olan krater tespit edilmiştir (Karnıyarık Dağı 2.259 m). Diğer taraftan, yine Büyük Ağrı volkanik kütlesinin doğu kesiminde üç parazit koni daha bulunmaktadır. Bunlardan Çataltepe (4.500 m)’den çıkan lavlar Aras Nehri’ne kadar yayılmıştır. NUH TUFANI Tevrat, incil ve Kuran gibi kutsal kitapalara konu olan Nuh tufanı, M.Ö. 5000 yılına ait Sümer - Babil tarihinde "Gılgamış Destanı" olarak da geçmektedir. Kutsal kitaplarda yer alan bilgilere göre, kötü alışkanlıklar kazanmış ve ıslahı mümkün olmayan insan neslini yenilemek amacıyla tufan kararı alan Tanrı, Hazreti Nuh ''a tufanı bildirir ve bir gemi yapmasını ister. Uzun zaman süresince, 22 metre eninde, 150 metre boyunda, üst üste oturmuş 3 güverteli bir gemi yapan Hz. Nuh tufan gününü bekler. Bir süre sonra şiddetli yağışlarla tufan başlar ve Ortadoğu bölgesi sular altında kalır. Tufan sırasında karısını, üç oğlunu ( Sames Hames ve Yasef), gelinini ve her türlü hayvandan birer çift alarak gemisini yüzdüren Hz. Nuh, böylece ölümden kurtulur. Tufan sırasında aylarca sular üstünde dolaşan Nuh ''un gemisinin, İslami inançlara göre 2114 yüksekliğindeki Cudi dağı ''nda (Mardin-Cizre) Hrıstiyan inançlara göre ise adı "Ar ar at" olan Büyük Ağrı Dağı ''nın Kuzeybatı veya Batı yamaçlarında karaya oturduğu burada karaya çıkan insanların tekrar çoğalmaya başlayarak, dünyaya yayıldığı, "Adem" ile "Havva"''nın yaşadığı " İrem Bağları" ''nın da Büyük Ağrı Dağı ''nın Kuzey eteklerinde (İğdır Ovası) yer aldığı kabul edilmektedir. Turizm Aktiviteleri Bölgede, zengin bir turizm potansiyeli bulunmasına rağmen, bu potansiyelin iyi değerlendirilemediği ve turizm faaliyetlerinin henüz istenilen düzeyde bir gelişme göstermediği söylenebilir. Bunun nedenleri olarak; Bölgenin sahip olduğu turistik değerlerin yeterince tanıtılmamış olması, az sayıdaki konaklama tesisleri hariç, bölgede bu amaca yönelik tesislerin kurulamamış olması gibi faktörler gösterilebilir. Iğdır Ovası''nın güneyindeki Büyük Ağrı Dağı ülkemizin dağ turizmi yönüyle yüksek bir potansiyele sahip dağlarından birisidir. Bu volkanik dağ, dağcılık sporu ile uğraşanların belki de aradığı bütün özelliklere sahiptir. Gerçekten, tırmanış mesafesinin yüksek olması ve çıkışın başladığı yere kadar motorlu araçlarla gidilebilmesi önemli bir avantajdır. Bir çok ülkede, dağın kaidesine varabilmek için bazen günlerce yürümek gerektiği halde, Ağrı Dağı; Doğubeyazıt, Iğdır ve Aralık gibi merkezlere gelen asfalt yollarla kolayca ulaşılabilecek bir konumda bulunmaktadır. Büyük Ağrı Dağı''na tırmanışlar, sadece dağcılık sporuna yönelik olmayıp, bunların çoğu bilimsel amaçlıdır. Bu tür tırmanışların ilki, 1829''da F. Parrot ve ekibi tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunu, 1845''te H. Abich, 1848''de M. Wag-ner, 1900''de A. Osvvald ve 1955''te M. Blumental gibi jeologların, dağın jeolojik yapısını incelemek amacıyla gerçekleştirdikleri tırmanışlar izlemiştir. Dağcılık sporu amacıyla daha bir çok iniş ve çıkışlar yapılmıştır. Ağrı''ya tırmanan ve zirvesine Atatürk''ün büstünü koyan, 1937''de Binbaşı Cevdet SUNAY olmuştur. Ağrı Dağı''nın Hz. Nuh Tufanı hadisesi dolayısıyla diğer dağlara göre daha fazla turist çekme özelliği bulunmaktadır. Ağrı Dağı''nda yüksek bir turizm potansiyelinin varhğını ve değerlendirilmeyi beklediğini söyleyebiliriz. Bu konuda yapılan bir araştırmada, dağın belli bir yüksekliğine Hz. Nuh''un temsili gemisi yerleştirilip, Aralık KKTİ yakınlarından buraya ve tesislerden dağın doruk noktasına bir teleferik hattı döşenerek, bölgenin turist çekme cazibesi artırılabilir.Bölgede, tarihi ve turistik değer taşıyan 7 adet eser bulunmaktadır. Ancak, bu tarihi eserlerin yerli ve yabancı turist çekme özelliğinin zayıf olduğunu söyleyebiliriz.
-
Koç Başlı Mezar Taşları Iğdır Karakoyunlu ilçesinde bulunan koç başlı mezar taşları Karakoyunlular döneminden günümüze gelebilen eserler arasındadır. Selçuklular ve Karakoyunlular döneminde yapılmış Doğu Anadolu’nun bir çok yerinde hayvan şeklinde mezar taşlarına rastlanmaktadır. Bu mezar taşları genellikle kahramanlıkları görülen kişiler ile genç yaşta ölen kişiler için dikilmiştir. Bu taşların üzerinde kitabelere rastlanmamaktadır.Koç-koyun heykellerinin üzerlerinde bulunan alet ve eşya resimleri ile muhtelif figürler, ölen şahsın kişiliği ile ilgili işaretler olsa gerek. Başlangıçta genç yaşta ölen ve yiğit, kahraman insanlar için dikilen bu koçbaşlı mezarlar zamanla bu özelliğini yitirmiş, bu vasıfları taşımayan insanlar için de dikilmeye başlanmıştır. Iğdır ve yöresinde özellikle ova köylerinde hemen her mezarlıkta karşımıza çıkan koçbaşlı mezarlara dağ köylerinde rastlanmaz Karakoyunlu’daki koç başlı mezar taşları yöresel taşlardan yapılmışlar ve bunların büyük bir kısmı da günümüze iyi bir durumda gelebilmiştir.
-
IĞDIR YÖRESİ HALK OYUNLARI Iğdır halk oyunları, Türk'ünkendisidir. Yöre insanının duygularını, düşüncelerini en içten biçimde sergiler.Bazen bir ordunun atılışını yansıtan sesli bir tablodur. Cihandaki zaferlerimiziaksettiren canlı bir tarihtir. Bazen Türk'ün ölümsüz ruhu için dikilmiş birbağımsızlık anıtıdır. Bazen bir coğrafyadır, yer yüzündeki dağılışımıza,doğal koşullarımıza göre hareket ve ses alır. Çeşitli figürlerle bir destanolmuş, bir deniz kaynayışına ulaşmış, ovada da bir ipek yumuşaklığıylaincelmiştir. Kıskançlığımız onlardadır, yiğitliğimiz onla/dadır,kahramanlığımız onlardadır, neşemiz, sevincirniz onlardadır. Kısaca bütünyaşantımız onlardadır. Iğdır' da halk oyunlarının çok büyük birönemi bulunmaktadır. Azerbaycan Türk Halk oyunlarının oynandığı oyunlar, hemenhemen günlük yaşantımızda bize iz bırakan bir olaydan esinlenerekyaratılmıştır.Acı, tatlı, hüzünlü, yiğitlik, savaş bazen de aile içindeyaşanılan olayları mimik ve hareketle canlandırmanın en güzel örnekleridir. Bunedenle oyunlar çok canlı ve incelikle oynandığından izleyenlere büyük bir hazvermektedir. Mahalli düğün ve eğlencelerde oynananoyunlarla gösteri oyunları arasında bazı farklılıklar vardır. Türkiye' dehalkoyunları arasında yarışmalara başlanıldığında veya bu olayyaygınlaştırıldığında rahmetli Avukat İbrahim BOZYEL tarafından IğdırLisesi'nde oluşturulan bir ekiple gösteri yaparken bir yandan da Türkiye' de çeşitlibakanlıklarca veya kurumlarca düzenlenen yarışmalara iştirak edildi ve büyükbaşarılar elde edildi. Çeşitli defalar Türkiye birincilikleri alındı ve yurtdışında ülkemiz yöre folkloru ile temsil edildi. Folklorde bu başarıların yanında ikinci birekip de 1986 yılında Merkez Halk Eğitimi Merkezi bünyesinde Ziya Zakir ACARtarafından oluşturuldu. Gittikçe yaygınlaştırılan halk oyunları ekipleri birdenfazla gruplarla sahnelere çıkıp ve büyük başarılar elde ettiler. Çeşitli defalarTürkiye birinciliği, grup birincilikleri elde edildi. Yarışma ve gösteri oyunlarında en çok oynana oyunların başında Şeyh Şamil oyunugelmektedir. Bunun yanında oynanan oyunlardan bazıları şunlardır. Vağzalı,Kentvari, Yiğitler Reksi, Çay, Tamara, Maral, Terekeme, Sarıgelin, Gazağı, Saytağı,bu gün ayın üçüdür, Şamil, Gaytağı, Tello, Lalbeki, Ayşaf. IĞDIR YÖRESİ AZERBAYCAN HALK OYUNLARI Iğdır yöresinde ye çevresinde bilindiğiüzere "Azerbaycan Türk Halk Oyunları oynanmaktadır. Oyunların kendine özgü birdoğuşları mevcuttur. Her oyun belli bir olaydan esinle.erek ortaya çıkmıştır.Oyunlardan bazıları halk arasında şöyle anlatılır: Maral Oyunu Bu oyun ormanda ava çıkan avcılar ile Maral(geyik)'ler arasında geçen olaydan esinlenmiştir. Avcılar tüfeklerini gizleyerek arkaarkaya marallara doğru yaklaşmaya çalışırlar (yaklaşma çeşitli figürlerleanlatılmaya çalışılmaktadır. Avcılar bir masal (geyik) sürüsüne yaklaşırlar:Avlarını avlama hırsı ve sevinci içinde bulunan avcılar gözlerine inanamayacaklarıbir olay vuku bulur. Maralların (geyik) hepsi beyaz gelinlikler içinde süzüle süzüleortaya çıkan birer kız görünümünü alırlar. "Maral sözü Iğdır veçevresinde genelde kadınlar ve kızlar için kullanılan bir kelimedir. Maral olaraktabir edilen, çok güzel, eşi ve benzeri tarif edilemeyen biri olarak tanımlanır).Avcılar bu durum karşısında büyülenir her avcı birer genç kızı (maral) alarakeşleşirler, birlikte değişik figürlerle buluşmanın sevincini yaşarlar. Derkendüğün hazırlıkları başlar. Gelin Havası Bu oyun özellikle düğünlerin sonunda gelinimasadan alıp götürmeleri sırasında çalınır. Oldukça ağır hareketlerle oynanır.Bu oyun sırasında damatın akrabaları ve ailesi gelinin ailesine sataşmak amacıyla vesevinçlerini dile getirmek isteğiyle ellerine aldıkları kap ve kaşıkları birbirinevurarak müziğe eşlik ederler. Grup şeklinde hem oynanır hem de gelini damatın evinegötürmek amacıyla yürünür. Damat tarafları coşkulu bir şekilde etrafa şekerlerdağıtır. Gelin ailesinde, kızlarının evlerinde ayrılacağı için büyük birhüzün vardır. Damadın ailesinde ise büyük bir sevinç ve coşku vardır. Bu oyunundiğer bir adı da "mirzeyim vağzalı"dır. Bu oyun ve müzikte değişikduyguların hepsi bir anda yaşanır.Ayrılık ve kavuşma gibi... ' Şeyh Şamil Oyunu Şeyh Şamil Oyunu Türk'ün direnmegücüdür. Kafkasya'da yapılan uzun savaşlar içinde Türk Kahramanı Şeyh Şamil'indireniş gücünü belirtmek için bu adı aldığı söylenmektedir. Oyun bir kaçbölümde oynanmaktadır. Dua bö1ümü hüzünlü müzikle oynanmakta ve sahnede kız veerkek yerlerini almaktadır. Oyunun doğuşu şöyle anlatılır. Şeyh Şamil'in Ruslarlasavaşın son dönemlerinde yakınlarından bazıları savaşın bitmesini Rusların yalandolu iknaları ve vaatleriyle istemektedirler.Bu olayı Şeyh Şamil'e ancak anasıdiyebilir diye düşünüp ve annesini ikna ederek Şeyh Şamil'e gönderirler. ŞeyhŞamil olaya büyük tepki gösterir ve annesine a1tmış kırbaç cezası verir. Ancakcezayı kendisine de uygulattırır.Kırbaçlar Şamil'e vuruldukça halk acı vehüzünden kıvrılarak çeşitli hareketler yaparlar. Daha sonra bu olay oyun halinegetirilir. Diğer bir bü1üm bıçak atma olayıdır ve oyun esnasında kız oyuncu göğsünde birtahta parçası ile yere uzanır. Erkek ağzındaki bıçakları but tahtaya ağzıylasaplar. Bu oyunun doğuşu ise şöyle anlatılır. Şamil ve arkadaşları tutsakdüştüklerinde bir gemi ile sürgüne gönderilirken, Rus askerlerinin eğlencelerebaşladıkları ve Şamil'in arkadaşlarını ortada oynattıkları, Şamil'i de oynatmakistediklerini ancak Şamil bıçaksız oynamayacağını bildirmesi üzerine bıçaklarverildiği, bunlarla oynadığı zaman bıçakları arkadaşlarını önüne sapladığıve bir işaret üzerine bıçakları alarak döğüşe geçtikleri ve kurtulduklarınıanlatılmaktadır. Kıskanç Üç kişi ile oynanan bir oyundur. Bazen topluolarak da oynanır. Genelde iki kız bir erkekten oluşur. Kızların aynı erkeğe tutkunolmaları ötekinin kıskanıldığının gösteren bir açılışla kızla birlikte,alanın ters köşelerine doğru giderler. Oğlan oyunu tek ve beceri sergileyen birbiçimde sürdürür. ikisini de aynı sevgi sunuşları iletir. ikisinin de gönlünüyapar, geldiklerinde oyun üçlü görünüşünde sürdürülür. Hızlı melodisivardır. Vağzalı Son derece zarif melodisiyle, ince yumuşakhareketler bu oyunun halk arasında daha geniş yayılmasına neden olmuştur. Herdüğün töreninde vazlığının cazip edası işiti!ir. Vazlağının düğüntörenlerinde gelin oyununun ritmiyle bütünleştirdiği zarif, sade, ahenklifigürleriyle sergiler. Gazağı En eski oyunlardan birisidir. Oldukça çabuk,hareketli, coşkun bir oyundur.Blindiğine göre bir savaşçı oyunudur. Oyunu harbegidenler oynardı. Oyunda çeşitlilik ve teknik açıdan hareketler çoktur. Oyungüzellik, yapı ve incelik bakımından zengindir. Tamara Adını, Azerbaycan oyunlarını sergileyenmeşhur Salyanlı Reğgase Tamara'nın şerefine onun adı verilmiştir. Oldukçaçazibedar, lirik oyundur. Esasen kadınlar çoğu zaman da erkekler beraber oynanır.Oyunda rengarenk ritmik vurgular vardır. Terekeme Bu oyun çok eski zamanlarda Azerbaycan'damesken kurmuş olan kabilenin adıdır. Terekemeler hayat tarzı olarak ayrı göçebe birhayat yaşayan kabile idi. Aynı müziğe sahip olan Terekeme oyunu iki variantdaoynanır. Birinçi variantda onu yalnız 'kadınlar oynar. ikinci variantda daha çevik,oynaklı ve kırık sesli geniş hareketli oyundur. Bunu kadınlar ve erkekler oynarlar. Ayşat Oyun Aras Nehri'nin akışına bakarak sudakihareketlerden esinlenerek ifa edilir. Kızın hareketleri suyun dalgalanmasını, erkeğindönüşü ise girdapları andırır. Bu Bilgiler Ziya Zakir Acarın Iğdır Ve Çevresinde Nevruz Kitabından Alınmıştır
-
Iğdır Kervansarayı Iğdır’a 25 km. uzaklıkta Asma Köyü yakınında bulunan bu kervansaray XII.-XIII.yüzyılda Emir Şerafeddin Ejder tarafından yaptırılmıştır. Batum-Tebriz kervan yolu üzerinde, Çilli Geçidi’nden önce menzil noktasında bulunan kervansaray dikdörtgen planlıdır. Kervansarayın uzun kenarlarında silindir biçimli beş kule ile duvarları takviye edilmiştir. Kervansarayın son derece gösterişli bir giriş kapısı bulunmaktadır. Kapı baklava, sitilize edilmiş bitki motifleri ve yıldızlarla bezenmiştir. Giriş kapısı üzerinde kitabesi bulunmamaktadır. Bu kapıdan kare planlı bir hole geçilmektedir. Bu holün üzeri pandantiflerin taşıdığı manastır tonozu ile örtülmüştür. Holün iki yanında birer hücre bulunmaktadır. Bunların da üzeri manastır tonozları ile örtülüdür. Bu iki hücrenin kervan yolcularının yatması için yapıldığı sanılmaktadır. Buradaki holden üç nefli bir bölüm halinde ahırlara geçilmektedir. Bunlardan ortadaki nef, iki yanlardaki neflere göre daha yüksek ve daha büyük tutulmuştur. Kervansarayın kalıntılarından anlaşıldığına göre avlusuz bir kervansaray plan tipindedir. Yapı günümüze oldukça harap durumda gelmiştir. Bununla beraber Kültür Bakanlığı’nca 1988 yılında koruma altına alınmış,2007 yılında Erzurum Vakıflar Bölge Müdürlüğünce restorasyonu yapılmış. KERVANSARAY ESKİ HALİ KERVANSARAY YENİ HALİ
-
IĞDIR YÖRESEL KIYAFETLER Erkek Kıyafetleri Bölgede, giyim ve kuşamda kafkas özellikleri dikkati çeker. Erkek kıyafetlerinde başta koyun derisinden bir "papah", sırtta beli büzmeli ve göğüsü düğmeli vardır. Etekler, dize kadar gelen arkalık, belden bağlanan bacakları düz bir şalvardan ibarettir. Ayakkabı olarak ta yerine göre "çust", "çehme" denilen bir çizme veya çarık kullanılır. Arkalığın üstüne giyilen çuha da palto yerini tutar. Kışın çuha yerine çok defa koyun derisinden yapılan bir kürk giyilir. Arkalık üstünden bazı yerlerde "kuşak", bazı yerlerde "tokka" denilen kemer bağlanır. Törenlerde kemere bir kama veya hançer de asılır. Bazen "papah" yerine "kargül" derisinden ince "börk" giyilir. (1) Papah: Buna "kalpah" da denilir. Genç (körpe) kuzu derisinden yapılmış olup astarlı ve çoğu kere gök mavisi veya siyah renklidir. Bunların ayrıca Azerbaycan ve Dağıstan tipleri vardır. Dağıstan tipleri'' biraz daha tüylüce bir şekildedir. Eğer bu kalpakları yaşlılar kullanırlarsa o zaman da toklu (kuzunun biraz gelişmişi) derisinden yapılır. Bu kalpakların bazılarının üstleri yuvarlak olup dairevi yuvarlağın tam ortasında artı biçiminde bir sicim yapılır. Kalpakların diğer bir adı da "börk"tür. Bir kısım kalpakların üst tarafı çatı biçiminde olup balık sırtını andırmaktadır. (2) Üst Köyneği: Yakası uzun, önden sedef düğmeli olup kollarda da aynı sedef düğmeler vardır. İpekli kumaştan veya kara "laskirt" (parlak bir keten çeşidi) ten yapılır. (3) Gazeki: Yakasız, göğüs kısmı açık, kısa etekli ve işlemelidir. Eğer bu olmazsa "arhalıh" giyilir. (4) Arhahh (Arkalık): Yakası tahminen üç santimetre uzunluğunda ve dik olup boğazdan itibaren çapraz bağlarla bağlanarak göbeğe kadar iner. Göbekten aşağıya dizi geçmemek şartıyla etekler açılır. Arkalığın bir kısmının eteği Mevlevilerin eteğine benzer. Her iki yanında etek körüğünün ağzından başlayarak içe doğru torba biçiminde cepler bulunur. (5) Çuha: En üstten giyilir. Umumiyetle koyu renkli kumaştan ve siyah las-kirtten yapılır. Dizlere kadar uzundur. Etek ve kol ağızları geniş olup göğüste veznelik (çuhanın yakasındaki süslü kısım) vardır. Veznelik çoğu zaman gümüşle süslüdür. (6) Şalvar: Buna aynı zamanda pantolon da denilir. Çünkü, Azeriler bilhassa dağlık bölgelerde yaşadıkları için at, hayatlarında önemli bir yer tuttuğundan pantolon (şalvar) dardır ve kilot tabir edilir. Çivekinin altına sokulup üzerine sallama kemer takılır. (7) Çiveki: Dar çizmedir. Yumuşak deriden yapılmıştır. Körüklü ve düz olan çizmeler daha sonra girmiştir. Bunların da umumiyetle renkleri siyah olup, bazen sarı ve kahve renklerine de rastlanır. (8) Sarık: İpek, keten veya pamuktan dokunma olup kalpak yerine geçer. Bu bazen pusu (bir çeşit vala) veya çit te olabilir. Bu bezin uzunluğu tahminen 10,15 metredir. Rengi beyaz veya yeşildir. Bunların keçeden yapılanına "börk" te denilir. (9) Yelek: Buna Azerilerin yaşlılarında biraz değişik şekliyle rastlanır. Kırk düğme tabir edilen bu yelekler önden çapraz şeklinde bağlanırlar. (10) Kursak (Kuşak): Yünlü şaldan yapılmış olup bele bağlanır. Kursağın üzerinde kemerin bağlı olduğu yerde "serhat-lık" vardır. Serhatlık, sigara, tütün gibi şeyleri koymak için kullanılır. (11) Ayakta: Uzun ve renkli çorap, üstünden çizme veya yemeni giyilir. Şunu da belirtmeliyiz ki, Posof''ta bulunan Kuman/Kıpçak Türkleri de başlarına "kabalah" denilen uçları atkı ile yanlara sarkıtan ince yünden dokunmuş atkılı başlık giyerler. Yaşlıların kıyafetlerince fazlaca bir değişiklik görülmez. (12) Çoraplar: Uzun boğazlı, pamuk veya yünden yapılıp üzerleri çeşitli işlemelerle süslenir. Bazen de bu çorapların yerine bugünkü tozluklar şeklinde kullanılan "badıç" giyilir. Kadın Kıyafetleri Kadınlara gelince, bunlar duruma göre ve renkli kumaştan gömlek, göğsü dışarıda bırakan "arkalıh" ve bir biri üstüne giyilen "tuman" dedikleri fistanlarla gezerler. Kadınlar yüz örtüsü olarak "çatğu" taşırlar. Çatğu, peçeyi andırır bir askıdır. Bazen başa, çatğu yerine "yaylıh" bağlanır. Büyük kasaba ve şehirlerde çarşaf ta kullanılır. Bu da yerini "keleyağı" ya bırakmıştır. (1) Püşü: Kızlarda olduğu gibi, bunu aynı zamanda gelinler de bağlamaktadır. Bu uzun başörtüsünün üstünde sade bir şeyden "çalma" (renkli iplikle işleme) çalınır. İşte bu çalma, kızı gelinden ayıran başlıca özelliktir. Çünkü kızlarda çalma bulunmaz. (2) Araşğm: Yuvarlak bir karton (baş büyüklüğünde) gelişi güzel bezle ve hamurla yapıştırılıp üç santimetre yükseklikte bir duruma getirilir. Bunun üzerine ekseriya kırmızı kadife çekilir. Bu yuvarlağın etrafı ayrıca süslenir. Alına rast gelecek şekilde ufak altınlar takılıp, etrafına da baklava biçiminde, yaprak veya kalp biçiminde altın levhalar çift sıra ile dizilir. (3) Boğazalh: Tahminen bir veya birbuçuk santimetre genişliğinde bir bez, üç-dört kat yapıldıktan sonra dikilir. Boğazın altından yani çeneden geçip üstte açık kalan her iki ucu da çengelli olup araşğına takılır. (4) Çuha: Bu da kadifeden yapılır. Bunun en meşhuru "frenk kadifesi" dir. Önü açık veya yaka yoktur. Beden kısmı kalçaya kadar sıkı ve vücudu sarar, etek kısmı geniştir. Erkek arkalığına çok benzer. Her renk olmakla beraber kırmızı, bordo ve mavi renkleri tercih edilir. Açık olan, ön yakadan başlayıp eteklere kadar, kolların ağzına ve beline gümüş eğremen (beyaz şerit) konulup dikilir. Eğremenin üstüne de gümüş zincirlere dizilmiş 10 kuruş para büyüklüğünde gümüş pullar ve fındık büyüklüğünde "gorlar" (ufak zil) dizilir. Böylece yürüdükçe gorlar seslenir. (5) Peştemal: Buna da kızlarda pek az rastlanır. Ekseriya gelinler giyer. Üzeri çeşitli desenlerle süslenir. (6) Üç-etek: Gelinlerde, kızlarınkinden farklı olup kollarına "kolçak", göğüslerine önlük "döşlük" denilen üstten "kopçalı" ve alttan bağlı bir kumaş takılır. (7) Kemerler: Genellikle gümüşten kemer bağlanır. Bunlar; -Sallama Kemer: Kayışın üzerine aralı aralı gümüş levhalar dizilir. Yürürken bu levhalar parıldar. -Döşeme Gümüş Kemer: Kemerin üzerine sıkı bir şekilde gümüş dizilir. -Döşeme Kemer: Kadınlarda görülür. Üzerine altın dizilir ve erkeklerinkine nazaran daha geniştir. Erkeklerin kemeri bellerine bağlandıktan sonra diz yukarısına kadar sarkık vaziyette durur. (8) Tek-Etek: Bu bir entari olup, potur pek fazla bulunma/. Koyu renkler tercih edilir. Uzunluğu topuklara kadardır. (9) Önlük: Bu da koyu renklidir. Ba/.en belden aşağı bağlandığı gibi entari şeklinde olanları da vardır. Arkadan düğmeli bir iş elbisesidir. Çocuk Kıyafetleri Dünyaya gelen çocuk, erkek olsun kız olsun aynı elbise giydirilir. Çocuk doğduktan sonra onu gelişi güzel fakat temiz bir bezle sararlar. Önceden ona yapılmış olan elbiseyi getirerek giydirirler. Bu tahminen çocuğun boyunda (uzunluğunda) yapılmış bir gömlektir. Giyildiğinde zorluk olmasın diye önü göbeğe kadar açık fakat düğmelidir. Kolları da çocuğun ellerine ve hareketine mani teşkil etmeyecek kısalıktadır. Kundak, normal ölçüler dahilinde sağlığa uygun bir şekilde yapılmaktadır. Çocuğa hazırlanan gömlek giydirildikten sonra temiz bezlerle sarılır. Sonra kundağa, astar görevini gören bezle sarılır. Bu bezin koyu renklerden olmasına dikkat edilir. En üst kısma kundak bezi sarılır. Kundak bezi, işlemeli ve çeşitli motiflidir. Kundak, kundak bağı denilen bir bağla ayrıca sarılmaktadır. Bundan sonra çocukların başına ayrıca başlık yapılır, buna "papah" da denilir. Papahlar çeşitli olurlar. Bazılarının ortaları sivri olup, bir külahı andırmaktadır. Çocukların ayaklarına ayrıca çorap biçiminde "patik" giydirilir.
-
Mahalli Bayramlar Nevruz bayramı Iğdır ve yöresinde büyük bir sevinç ve sabırsızlıkla beklenen bayramların başında Nevruz bayramı gelmektedir. Iğdır''da nevruz, tabiatın uyanması ve ilkbaharın başlangıcıdır. Nevruzla birlikte herşeyin yeniden doğduğuna, yenilendiğine inanılır. Bölgede, Türklerin Ergenekondan çıkış bayramı olarak ta bilinen Nevruz''da birbirinden güzel ve görkemli etkinliklere rastlanmaktadır. 21 Mart, gece ile gündüzün eşit olduğu ve bütün Türklerin zaman hesaplamalarında önemli bir başlangıç sayılmıştır. Nevruzla birlikte aşağıda sıralayacağımız gibi birçok etkinlikler yapılmaktadır. Bunlar; - Evler ve ekleri onarılır-boyanır -Bahçeler geçen yılın atıklarından temizlenerek yeniden düzenlenir, -Bayramlıklar çıkarılır, yenileri dikilir veya alınır, - Evlerde kab veya saksı içerisinde yeşillik (semen) yetiştirilir, - Yedi çeşit çerez ve meyve alınır, (Yeddi levin) - Niyet tutularak kapılar dinlenilir, (Kulak asma adeti) - Ağaçlara asılan salıncaklarda (küflen) sallanılır, - Bilhassa çocuklar ve gençler bayram armağanlarını almak için evleri dolaşırlar, (Bacabaca yapmak) -Bacadan şal sallamak, (Özellikle nişanlılar) -Bayram yemekleri ve tatlılar hazırlamak, (semeni, helse aşı, helva, pilav ve et vs.) -At yarışı, manda, horoz ve koç döğüşleri, - Güreş tutma, - Akraba ve hastaları ziyaret etmek, - Küskün olanları barıştırmak, - İl tefili (dönümü) adetleri yerine getirirler, - Su başı adetleri (suya yüzük atmak, suda iğne yüzdürmek, akarsudan su getirmek) - Kösa oyunu, - Ahir çerşembe (Çarşamba), İlin (yılın) ahir tek günü adetleri, - Mezarlıklar ziyaret edilerek ölüler yad edilir (Ölü bayramı), -Büyük ateşler yakılarak üzerinde atlanılır ki; geçen yılın bütün ağırlıkları ve kötülükleri ateşe düşüp yok olsun. Nevruz Gelenekleri: -Çarşamba Gelenekleri: En eski Türk inanç sisteminin bakiyesi olarak "Nes", yani uğursuzdur. Bu inanıştan çeşitli çarşamba adetleri doğmuştur; Gara Çarşamba, Kül Çarşanba, Gül Çar-şanba, Gözel Çarşanba, Su Çerşen-besi, Yel Çerşenbesi, Evvel Çerşen-besi, Ahir Çerşenbe gibi... Bunlardan bu yörelerde ahir çarşanbaya önem verilir. Ahir çarşanba;21 Marttan önceki Salıyı, Çarşanbaya bağlayan geceye Ahir Çarşanba; yılın ahir tek günü denir. Bu gece evlerde ve mahallelerde öbek öbek ateş yakılır. Kızların bu gece bahtlarının açılacağına inanılır: Cızlar diyer atıl matıl çarşamba Ayna tekin bahtım açıl çarşamba gibi deyişleri tekrarlayarak eğlenirler. - Yeddi Levin: Yedi çeşit demektir. Bayramın en önemli etkinliklerindendir. Bu gece her evde meyve ve yemiş harmanlaması yapılır: Kuru üzüm, kuru incir, fındık, fıstık, ceviz, lokum, ama boyanmış yumurta mutlaka bu çeşitlerin içinde bulunur. Çeşit listesinin uzunluğu veya kısalığı, hiç şüphesiz ailenin ekonomik gücü ile orantılıdır. Bu meyve ve yemiş harmanlaması, evin büyüğü tarafından hakça pay edilir. Bu pay etmede yaşa, oğlana, kıza hatta doğmamış fakat doğmak üzere olanlara, uzaktaki akrabalara bile dikkat edilir. Ev halkı bunları tatlı tatlı yiyip, tatlı tatlı konuşurlar. Çünkü, bu gece evler de dinlenilmektedir. Bu da bir gelenektir. - Kulak Asmak/Gapı Pusmak/Niyet Tutmak: Bu gece "Yeddi Levin"in yenildiği gecedir. Evlere gelinerek gizlice içeride ne konuşulduğu dinlenir. Özellikle evlenecek yaştaki erkek veya kızlar, önceden niyet tutarak, akraba veya komşuların kapı veya pencerelerinin arkasında dinlemeye koyulurlar. Olumlu konuşmalar duyarlarsa niyetlerinin tutacağına inanırlar. Bu herkes tarafından bilindiği için bazen sürprizle de karşılaşabilirler. - Su Başı Adetleri: Akarsu başına gidilir, akarsu soğuk ta olsa yıkanılır, bu sudan eve de getirilir. Suya iğne, yüzük, yaprak, gül vb. şeyler atılarak bunlarla ilgili çeşitli oyunlar oynanır. Her oyun bir niyetle başlar ve sonuca göre de yorumlanır. Ayrıca bu oyunlarla beraber çeşitli maniler, türküler de okunur. - Bacadan Şal Atmak: Eski köy evlerinin, tam tepesinde bir havalnadırma penceresi vardır. Buna aynı zamanda "baca" da denir. Ahir çarşanbadan sonra bazı delikanlılar gizlice evin damına çıkar, kendi şallarını "bayramlığımı istiyorum" anlamında bu bacadan evin içine sarkıtırlardı. Ev sahibi de bayram hediyesini şalın ucuna bağlar. Şair Şehriyar bu adeti şöyle dillendirmiştir: Şal istedim men de evde ağladım Bir şal alıp tez belime bağladım Gulam gile gaçtım şalı salladım Ay ne gözel gaydaydı şal sallamah Bey şalına bayramlığın bağlamak -Baca Baca: Bu akşam her evin önünde, her mahallede, köylerde köyün ortasına ateş yakılır ve üzerinden atlanır. Ateş üzerinden atlanırken: "Ağırlığım, uğurluğum bu odun üstüne" tekerlemesi söylenir. Veya; Ağrım uğrum tökülsün Oda tüşüp kül olsun Yansın alov saçılsın Menim bahtım açılsın -İl Tefili: Yılın tahvili, değişmesi anlamındadır. Eski yıla ait gecenin bitip te yeni ait gecenin başladığı gün, saat, dakikadır. Bütün niyetlerin ve duaların bu anda (il tefilinde) olduğuna inanılır. Bu değişim saatinde ailenin bütün fertleri "honça" adı verilen yeddi levin sofrasının başına toplanarak daha iyi bir seneye girilmesi için dua edip Allah''a yalvarırlar. Bu geleneğe günümüzde ancak bir kaç evde rastlanılmaktadır. -Kösa-Gelin: Nevruzda oynanan bir orta oyunudur. Aynı zamanda Nevruzun habercisidir. Mahalli takvimde de yerini almıştır. Özellikle de küçük çocuklar bu maske''o.''. yundan çok korkarlar. Koşa; bey rolünde bir köy deli-kanlısıdır. Kıyafetler ö/eldir. Ekibin boynuna zil veya çıngıraklar takılır. Koşaya kambur yapılır. Bu oyunda bir de gelin rolünü üstlenen delikanlı vardır. Gelin gibi giydirilir. Başına kırmızı bir duvak, alnına küçük bir ayna takılır. Ayrıca ekibe, yaş ve başlarına uygun ö/el kıyafetler ile katılanlar olur. Çeşitli maniler eşliğinde oynanır. Ay koş koşa gelsene Gelip selam versene Çömçemi doldursana Koşanı yola salsana Nevruz nevruz bahara Güller güller nubara Hanım dursun ayağa Koşaya pay versin ağa Koşa oyununun sonunda, kışı soğuğu, karı, çileyi ve sıkıntıları temsil eden koşa ölür. Baharı, hayatı, sevinci, hürriyeti temsil eden kız hayatta kalır. Oyun bittikten sonra hangi evin önünde sergilenmişse o ev tarafından ödüllendirilir. Para, yağ, un, şeker verilir. Oyun bazen de tulum ve zurna ile de icra edilir. Iğdır''da Nevruz sofraları çok zengin olur. Bir nevruz sofrasına rastlayan mahalli ışığımız Karahanlı Murat YILDIZ, olayı şöyle destanlaştırarak, gördüklerini tam onbir kıtada ifade etmiştir. Yetmişiki türlü yemek var idi Bilinmez ahvali, bu ne sır idi Cem oldu, ol ile pilav yürüdü Yanımca haşabı düştü dediler Ballı börek tavuk eti salata Kuzu pirzolası taze yumurta Ağır hasta yese, gelir hayata Arayıp bulması işte dediler Yukarıda kısaca sıraladığımız etkinliklerden de anlaşıldığı üzere, Nevruz, Iğdır''da da insanımızın karşılıklı olarak sevgi ve saygısını, yardımlaşma duygusunu pekiştirmektedir. Dargınlıkların unutularak, kardeşçe yaşamayı telkin etmekte, milli birlik ve beraberlik içerisinde yaşama arzusunu kuvvetlendirmektedir. Nevruzla birlikte bölge, zirai faaliyetlere başlayarak, önündeki yılın hazırlıklarına girişir. uyurulur Hıdır-Ellez(Hızır-İlyas) Küçük çilenin bitimine doğru evlerde bir hazırlıktır başlar. Herkes, "Gavıt" yapmak için can atar. Çocuklar, büyükler bu gavıt denen macunu lezzetle yerler. Gavıt, bir tepsi içine konularak yanına bir tas su, bir tarak, bir ayna, bir şişe kolonya ve bu tepsinin üstüne de kırmızı bir örtü örterek, sessiz ve sedasız bir yere koyarlar. Böyle, sessiz ve sedası bir yere konmasının sebebi, "Hızır" peygamberin gelme ihtimali içindir. İnanışa göre, Hızır peygamber gelip, o kırmızı örtüyü açarak gavıt yedikten sonra, su içecek ve aynaya bakarak ta saçını tarayıp, atıyla çıkıp gidecektir. Atının ayak izlerine rastlanabilinir-miş. İşte o zaman bu izler, Hızır Peygamber''in geldiğine delâletmiş. Ayrıca, gavıtda el izi varsa, bu olayı bütünüyle doğruluyor. Bununla ilgili şöyle bir inanış daha vardır. Hıdır ve Ellez adında iki kardeş Allah''ın çok sevdiği kullardan imiş. Bunlar, Allah''tan darda kalanların yardımına yetişmeleri için izin istemişler ve istenilen bu izin de verilmiştir. Onların bu iki adını halk, bir ad şeklinde telaffuz ederek, Hıdır- Ellez demişlerdir. Bundan maksat aynı zamanda da Hızır Peygamberdir. Bunların her ikisi de, (Gerek iki kardeş, gerek Hızır Peygamber olsun) her tehlikeli anda, iyi insanların yardımına koşup, onları, düştüğü tehlikelerden kurtanrlarmış. Hızır''ı tanımak için de eline bakmak lazımmış. Eğer böyle bir sıkışık andan seni kurtaran adam, ortadan kaybolmadan elinde bir kemik görürsen, bil ki Hızır''dır. Bu anda farkında olup, yalnız bir dilek dilersen Allah katında kabul olunurmuş. Birden çok dilek kabul olunmazmış. Hızır, şubat ayının soğuk ve fırtınalı günlerinde atına binerek, dolaşıp, her sıkıntıya düşenin yardımına koşarmış. Hızır''ı daima atı ile birlikte anarlar. Hızır''ın attan inmesi şubat ayının yirmisine en yakın olan cuma gününe denk gelirmiş. İşte o cuma gecesi ve gündüzüne ait bazı inanışlar vardır. Bu gün oruç tutan genç, gece rüyasında onunla konuşan kızı alırmış. Genç kızlar o günkü cuma gecesi tuzlu ekmek yiyerek çok susamış vaziyette uyurlar. Rüyalarında kendilerine hangi erkek su verdiyse onunla evleneceklerine inanırlar. Daha başka bir inanışa göre, evlilik çağındaki gençler, bu tuzlu ekmekten (koka) yüksekçe bir yere koyarlar. O ekmeği, gelip götüren kuşun gittiği istikametten gelen birisi ile evleneceklerine inanırlar. Hızır, aynı zamanda yazın geleceğine de işarettir. Halk, şöyle söyler: Hıdır-nebi, Hıdır-ellez Çiçeklendi geldi yaz.