Canraşit tarafından postalanan herşey
-
CHP 41 ilde ön seçim yapacak
Gerçekten yapılabilirse, Lider Sultası oluşturmak için 12 Eylül Cuntası'nın getirdiği Siyasi Partiler Kanunu'nun sunduğu imkanlara ( hani geçtiğimiz referandumda bir maddesi bile değiştirilmesi söz konusu edilmeyen ) rağmen, '' katılımcı demokrasi ''nin sağlanması yolunda önemli bir adım olur. Saygılar sunarım.
-
Bilmek iyi midir ?
Aslında mutsuzlukla direk bağlantı var. Çünkü, insanın ulaştığı derinlik ve olgunluk, bildiklerinin üzerine çıkması, bu bildikleri doğrultusunda yaşadıkları acı ve mutsuzluklarda gizli. Bakın Schopenhauer bu konuda ne demiş : '' Tüm sınırlamalar kişiyi mutlu kılar. Görme, etki ve temas alanımız ne denli dar ise o denli mutlu oluruz; ne denli geniş ise o denli ve o sıklıkta kendimizi azap içinde ya da ürkütülmüş duyumsarız. Çünkü bu alanla birlikte kaygılar, istekler, ürkünç şeyler de çoğalır ve büyür...'' Sayın Dayı, üst bilinç derken, öyle gizemli bir şey gibi düşünmek de gerekmez yani. Basit bir örnek : Hayatında hiç ciğer yememiş, hep çer çöple karnını doyurmuş bir kediye ciğer vermek gibi. Ciğeri bir kere tadan kedi artık eskiden en iyi yemek bu diyerek hapur hupur yediği çöplerdeki artıkları beğenmez olur, bir daha kimsenin ona ciğer vermediğini varsayarsak, hayatı hep o tadı aramakla geçecek ve eskiden mutlu süren hayatına şimdi mutsuzluk sebebi olarak bir yoksunluk katılacaktır. Eğer, imkanları ve şansı el verirse yeni bir ciğer kaynağı-bu bir insan olur, kuş olur, ciğerci olur, her neyse- bulabilirse ne ala, peki ya bulamazsa ? '' Eninde sonunda çalışır, bulur ve mutlu olur canım, ne olacak '' dersek güçlü olandan yana bir tavır almış olmaz mıyız ? Peki, ya zayıf olan ? Her kedi, uzanamadığı ciğere '' murdar '' der mi acaba ? Acaba, bir insanın bir konuda bilinç düzeyini artırmaya ( kendimizce tabii ) karar vermeden önce, onun imkanlarını ayrıca değerlendirip, onun her zaman çok kolayca ulaşabileceği ama şimdilik göremediği için ulaşamadığına hükmedip, eyleme girişmek daha mı doğru olur. Yani; mevcut bilinç düzeyini taşıyacağımız düzeyin ona sürdürülebilir bir mutluluk sağlayacağından emin olmadıkça yardım etmek ona mutsuzluk mu verecektir gerçekte ? Yoksa, Schopenhaur'un şu dediği her halükarda doğru mudur ? '' Doğuştan gelen tek bir yanılgı vardır. O da mutlu olmak için burada olduğumuzu sandığımızdır. '' Saygılar sunarım.
-
Bilmek iyi midir ?
Sayın Fuşya, bu cümlenizden, yani; paylaşmaktan, çoğaltmaktan kaçınmak, insanın derinlik ve olgunluk kazanmasına mani olur gibi faydacı bir yaklaşım sezinledim. Ama bunu tartışmayalım bence. Bu ayrı bir tartışma konusu olabilir. Bakın; '' Ey büyük yıldız! Aydınlattıkların olmasaydı nice olurdu mutluluğun! '' diyerek üstün olmanın '' iyi '' olduğunu düşünen Nietzsche bile bu konuda ne demiş; '' Uygarlaşmış dünya ilişkilerinde herkes, hiç değilse bir konuda kendini başkalarından üstün hisseder. Genel iyi yüreklilik buna dayanır. Çünkü, durum elverirse herkes yardım edebilir, o halde bir utanç duymaksızın bir yardımı da kabul edebilir. '' Peki, herkes yardım ister mi ? Yardım istemeyen birine üstün olduğumuzu düşündüğümüz konuda yardım etmek onu gerçekten mutlu mu kılar ? Benim ortaya attığım soru, daha çok, bilmenin, beğeni düzeyini, bilinç düzeyini arttırmanın iyi bir şey olup olmadığı... Saygılar sunarım.
-
Aile İmamlığı
Sayın raif bostan bey, Engizisyon İslam ülkelerinde mi var idi? Devlet üzerinde Kilise Egemenliği İran'da mı var idi ? Fransız ihtilali, Suudi Arabistan Kralı'na karşı mı yapılmış idi ? Bizans'da, İmparator'un üzerinde Şeyhülislam mı söz sahibi idi ? Böyle gider bu... Hayır, çevrenizdeki tüm Müslümanlar Siyasal İslamcı mı nedir anlamıyorum ? En basitinden, hiç mi dindar olan ama dini siyasete karışmayan bir müslüman görmediniz, insaf yani ? Saygılar sunarım.
-
Aleviler...
Çaresizlikten Şah İsmail'e sığındıklarını söylemek de pek doğru olmaz sayın Ulaş_82. Çünkü, Osmanlı'daki sistem, savaşçı yörük grupları sınır boylarında tutarak gereğinde savunma gereğinde fetih amaçlı kullanmaktı. Ki bu sistem de Selçuklu'dan devralınmıştır. Emevi halifelerinin Türklerle savaşlarında esir alıp müslümanlaştırarak yanında kapıkulu askeri olarak bulundurduğu ve Horasan tarafından gelen Şamanist-Gök Tanrıcı Türk akınlarına karşı kullandığı Türkler, Türkmen ( yani Arapça '' zararsız Türk '' veya '' Müslüman Türk '' ) olarak adlandırılmıştır Araplar tarafından. Abbasi döneminden sonra iktidarı ele geçiren bu egemen Türkmenler, sonrasında dinin felsefesini temel alıp, İslamı Türk gelenekleriyle sentezleyen Ahmet Yesevi sayesinde kitleler halinde Müslümanlaşan diğer Orta Asya Türklerini, bu kez, Bizans sınırında kullanmaya başlamışlardı. Osmanlı'nın da aynı şekilde Selçuklulardan devraldıkları bu sistem nedeniyle, Doğu'daki Yesevi-Alevi Türkmenlerle bir sorunu yoktu, taa ki Çaldıran savaşı öncesindeki Doğu Türkmenlerinin Safevi etkilenimine kadar. Ki ondan sonrasında bile Balkanları fetheden, Müslümanlaştıranlar da yine sınır boylarındaki Alevi-Bektaşi yörük gruplardır. Mesela, '' Alperenlik '' kavramı bu yörüklerde var olmuştur. Ve şehirlerde Aleviliğin bir tarikati olan ve aynı zamanda yeniçeri ocağının bağlı olduğu tarikat olan Bektaşi tarikati de serbestti. Yani; Çaldıran'dan sonra baskı gören hep Doğu Anadolu Alevileri olmuştur. Bu sınır boyuna Yavuz tarafından ilk defa İran'dan Doğu Anadolu'ya Sünni-Şafi Kürtlerin getirilip, bu Kürtler kullanılarak Alevilerin kah kıyımla kah asimile olmaya zorlanmakla yok edilmesi de Doğu'da İran sınırı boyunca tampon bölge oluşturmak amacıyla olmuştur. Ondan evvel Doğu'da ne Sünni ve Alevi Kürt olmamıştır. Saygılar sunarım.
-
Aile İmamlığı
Efendim, işte bu tarifiniz, benim yaptığım 2.tip dindar sınıfı ile aynı. '' İkinci tip olarak, yine aynı şekilde laik ve demokratik devletin olduğu bir ülkede bir insan, bir dinin evrensel olduğunu kabul etmişse, anlamışsa, özümsemişse, fakat ulus birliğini kabul etmemişse, anlamamışsa, özümsememişse yani farklı inançlardan, ırklardan olan insanlarla aynı coğrafyada birlikte yaşama iradesine sahip olmayıp, farklı inançlardan, ırklardan olan insanlarla aynı coğrafyada aynı kadere sahip olduğunu kabul etmemişse, anlamamışsa, özümsememişse, dininin toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerinin uygulanmasının ancak ve ancak ulustaki her bireyin de dini kendisi gibi algılaması ile mümkün olmasını beklemez, dini siyasallaştırarak dinin bir çatışma konusu olmasını ister ve kendi dini anlayışını dayatmak için iktidarı ele geçirmeye çalışır. Fakat bunu gerçekleştirmek için, siyasal anlamda demokrasiyi de benimsemiş görünebilir, siyaset felsefesi olarak liberalizmi de, laikliği de savunuyor görünebilir, Sosyal Hukuk Devletini de, Sosyalizmi de... çünkü, bu ideolojilerin kendi varlığının teminatı olduğunu da bilmekle beraber, hayatta öncelikli olanın, temel olanın, kendi anlayışının tersine, diğerleri için haklar açısından özgürlük veya ekonomik eşitlik, iş, aş olduğunu da göz ardı etmeyerek, nihai amacı olan dinin toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerini olduğu gibi yerine getirmek için, takiyye yapabilir. '' 3. tip olarak tarif ettiğim ise 2.tip gibi olmayan yani dinini siyasallaştırmayan, dini siyasete alet etmeyen, dini bir dayatma ile hakim kılmak için iktidara bir şekilde gelmek gibi bir amaç taşımayan dindarın tarifi; '' laik ve demokratik devletin olduğu bir ülkede bir insan hem bir dinin evrensel olduğunu kabul etmişse, anlamışsa, özümsemişse, hem de ulus birliğini kabul etmişse, anlamışsa, özümsemişse, yani farklı inançlardan, ırklardan olan insanlarla aynı coğrafyada birlikte yaşama iradesine sahip olup, farklı inançlardan, ırklardan olan insanlarla aynı coğrafyada aynı kadere sahip olduğunu kabul etmişse, anlamışsa, özümsemişse, dininin toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerinin uygulanmasının ancak ve ancak ulustaki her bireyin de dini kendisi gibi algılaması ile mümkün olacağını görür ama dini siyasallaştırarak dinin bir çatışma konusu olması yerine kendi dini anlayışını dayatmadan yaymaya, insanları ikna etmeye çalışır. Onun dışında siyasal anlamda demokrasiyi de benimseyebilir, siyaset felsefesi olarak liberalizmi de, laikliği de savunabilir, Sosyal Hukuk Devletini de, Sosyalizmi de... çünkü, bu ideolojilerin kendi varlığının teminatı olduğunu da bilmekle beraber, hayatta öncelikli olanın, temel olanın haklar açısından özgürlük veya ekonomik eşitlik, iş, aş olduğunu da göz ardı etmez. '' Saygılar sunarım.
-
Aile İmamlığı
Efendim, kalınlaştırdığım cümlelere kimse itiraz edemez fakat şu cümleleriniz birbiri ile çelişiyor : Peki, bir kaç kişi aynı fikirde buluşur ve bir başkasının fikrini eleştiremez mi ? Bu neden baskı veya dayatma olsun ? Saygılar sunarım.
-
NÜKLEERE HAYIR... Nükleer santral istemiyoruz...
Ne Yapmalı? Öncelikle gerçekçi ve merkezi bir enerji planlaması yapılmalıdır. Ülkemizde geleceğe yönelik projeksiyonlar ve planlamalar genellikle bugünkü üretim/tüketim dengesine ve bugünkü kurulu güç/puant dengesine dayandırılmaktadır. Oysa yapılması gereken fiili tüketimin esas alınması ve ondan geriye doğru gidilmesidir. Bu tüketim değerinin üstüne gelişmiş ülkelerdeki dağıtım kayıpları oranı olan %8 ilave edilmeli, daha sonra iletim kayıpları ve diğer kayıplar ilave edilmelidir. Bu noktadan hareketle önce yıllık nüfus artışı daha sonra da yıllık büyüme oranlan esas alınarak gelecek yıllara yönelik planlamaya gidilmelidir. Geleceğe yönelik projeksiyonlardaki bir diğer hata ise son beş yıldaki artış trendinin gelecek otuz yılda da süreceği varsayımıdır. Oysa gerçekçi bir planlamayla artış trendinin 2010 yılı itibari ile düşeceği söylenebilir. Bugün gelişmiş ülkelerdeki yıllık artışların %1‘ler civarında olduğu unutulmamalıdır. Özellikle termik santrallerin baca gazı arıtma ve kül tutma tesisleri hızla devreye sokulmalı ve çevreye olan etkileri azaltılmalıdır. Böylelikle kapasite kullanma oranı yukarı çekilecektir. 1997 yılı içerisindeki termik santrallerde ortalama kapasite kullanma oranı %55‘tir. Bu oran %65‘lere çekilerek sisteme bugünkü kurulu güçle yaklaşık yedi milyar kwh enerji verilebilir. Termik santrallerde hızla otomasyona geçilerek santrallerin verimi yukarıya çekilmelidir. Uygun bir fiyat politikası benimsenerek özellikle puantın yüksek olduğu saatlerde (17.00-22.00 saatleri arası) puantın aşağı çekebilecek önlemler alınmalı -tarifeli sayaçlar vb- ve varolan kapasite ile daha uzun süre sisteme düzenli enerji verilebilecektir. Kademeli bir şekilde az enerji tüketen ev aletleri ve az enerji tüketen sanayi tesislerine geçilmelidir. Özellikle ulusal kaynaklarla çözüme yönelinmeli ve gerek proje, gerek plan, gerekse başlanılmış olan ve bitirilmiş olan toplam 702 hidroelektrik santralın (sadece 510 adedinin ekonomiklik analizi yapılmıştır) tümünün çalışmaları tamamlanmalıdır. Böylelikle hem ucuz enerji üretilecek hem de tüketime ucuz elektrik verilerek sanayinin rekabet gücü artırılacaktır. Elektrik enerjisi üretimindeki dışa bağımlılık en alt düzeye indirilecektir. Gelişmiş ülkelerde kullanılan Energy Managment System (EMS) ve Supervisory Control And Data Acqusition (SCADA) sistemleri hızla devreye sokularak etkin bir yük izleme ve yük yönetimi sağlanmalıdır. Dünyadaki yeni elektrik enerji üretim teknolojileri hızla gündeme alınmalı ve bu konudaki pilot uygulamalar teşvik edilmelidir. Ülkemizin acilen bir rüzgar haritası çıkarılmalı ve bu konudaki potansiyel tespit edilmelidir. Bugün rüzgar türbünlerinde pilot uygulamalarda 1000 MW‘lar düzeyine çıkılmıştır. Maliyetlerde termik santrallerde yarışabilir düzeydedir. Rüzgar konusunda hızla pilot uygulamalar başlatılmalıdır. Güneş enerjisinde en çok oranda yararlanma konusunda teşvik edici bir politika benimsenmelidir. Fotovoltaik piller henüz elektrik enerjisi üretimi için ekonomik değildir. Ancak özellikle güneyde su ısıtmada güneş enerjili sistemler teşvik edilmeli ve bu işler için harcanan elektrik enerjisinden tasarruf sağlanmalıdır. Fotovoltaik piller 2015-2020 yıllarından itibaren kwh başına maliyetlerinin makul düzeylerde olacağı bilinmektedir. Bu konudaki Araştırma/geliştirme AR/GE çalışmalarına başlanmalıdır. Sadece %2.97‘sinde yararlanılan ülkemizin 2450 MW‘lık elektriksel kullanılabilir jeotermal potansiyelinin tümüyle kullanılması konusunda gerekli yatırımlara gidilmelidir. Elektrik tüketiminde tasarrufu teşvik edici uygulamalara gidilmelidir. Elektrik enerjisinin verimli kullanımı konusunda merkezi projeler geliştirilmeli, özellikle elektrik enerjisinin yoğun olarak kullanıldığı çimento ve demir çelik sektörlerinde hızla az elektrik tüketen teknolojilere yönelinmelidir. Elektrikli ev aletlerinde kademeli olarak az enerji tüketen teknolojilere geçilmelidir. Üretim, iletim ve dağıtımda bozulan merkezi yapı yeniden oluşturulmalı ve sistemin bütünlüğü sağlanmalıdır. Özelleştirme uygulamalarından hızla vazgeçilmelidir. Özelleştirilmiş olan bölgeler derhal merkezi sisteme dahil edilmelidir. Planlama ve karar vermede çok merkezli yapı terk edilmeli ve ulusal düzeyde konunun tüm taraflarının özellikle (EMO ve tüketici temsilcileri bu kurulda yer almalıdır) yer aldığı Elektrik Enerjisi Ulusal Kurulu oluşturulmalıdır. Sektördeki ekonomik olmayan küçük ölçekli yatırımlardan vazgeçilmelidir. Bu konuda merkezi kurul optimum ölçekleri belirlemelidir. Siyasi nedenlerle kenara itilmiş olan deneyimli kadrolar derhal sistemin ilgili birimlerinde görevlendirilmelidir. Oluşturulacak olan merkezi kurula siyasi iktidarların kolayca müdahale edemeyeceği özerk bir yasal statü kazandırılmalıdır. Başta Avrupa Enerji Şartı (ki bu sözleşmeyi dönemin hükümeti TBMM‘ye onaylatmadan imzalamıştır) olmak üzere ülkemiz enerji sektörü üzerine ipotek getiren tüm uluslararası sözleşmeler iptal edilmelidir. Özelleştirme adı altında verilen tüm imtiyazlar geri alınmalıdır. Bütün dünyanın gerek çevre ve insan üzerindeki olumsuz etkileri gerekse ekonomik olmayışı nedeniyle terk ettiği nükleer teknoloji ülkemiz gündeminden çıkarılmalıdır. Enerjide çevre boyutu göz ardı edilmemelidir. Enerjinin bir boyutu da çevredir. Enerji tüketim karakterinden dolayı her şekliyle çevreye bozucu bir etki gösterir. Bu tür bozucu etkiler azaltılsa biler hiçbir zaman engellenemez. Daha fazla kazanç uğruna yapılan aşırı üretim ve kontrolsüz tüketim, doğada yıllarca oluşan dengeleri birkaç yıl içinde bozabilmektedir. Hidrolik santraller eko dengeyle birlikte iklimsel değişikliklere neden olduğu gibi termik üretim sözü çok edilen sera gazı etkisi ile buna bağlı küresel ısınmanın temel nedenleridir. Nükleer atıklardan korunmak ve nükleer atıkların saklanması ise imkansızdır. Kısaca her tür kültürel üretimde olduğu gibi enerjinin her tür üretimi de doğal çevreyi bozar. Üretimdeki bozucu etkide her zaman olumsuz yöndedir. Oysa enerji aynı zamanda bir zorunluluktur. O halde enerji verimli kullanılmalı, üretimindeki çevresel etkiler değerlendirilmelidir. Enerji maliyetindeki temel kriter toplumsal maliyet olmalıdır. Oysa sermaye açısından temel güdü kardır. İstatistikler enerjinin Türkiye‘de, OECD ortalamasından üç kat daha verimsiz kullanıldığını göstermektedir. Bundaki temel neden ise emperyalist odakların kendi ülkesinde çevresel sorunları ve enerji yoğunluğu nedeni ile geliştiremediği çimento sektörünü Türkiye‘ye kaydırmıştır. ABD miadı dolmuş ark ocaklı demir çelik fabrika teknolojisini Türkiye‘ye satmış, buna da teknolojik yardım adını vermiştir. Bütün bu hovardaca yapılan tüketim doğal olarak ülkenin enerji talebini yüksek olarak gösterirken, çevrenin de gereksiz yere tahribine neden olmaktadır. Planlamada sırf finansal maliyet gözetilerek yapılan maliyet analizleri ile insanlığın yüzlerce yıllık birikimlerinin ürünü kültürel kalıntılar yok edilmektedir. Hasan Keyf kalıntıları sırf bu yüzden yok edilmektedir. İnsanlar ya aydınlık ya kültür ikilemi ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Oysa bu iki olgu birbirine koşul değil aksine destek olmalıdır. Sonuç olarak ekonomik sistemin gereği sanayileşme ve elektriklendirme birlikte kavranmalıdır. Kapsamlı ve uygulanabilir bir planlama söz konusu olmadığından sanayinin tutarlı gelişiminin ve buna bağlı elektrik üretiminin sağlanamayacağı ortadadır. Sanayileşme tercihleri ve bunun bir parçası enerji politikaları doğrudan düzene bağlıdır. Emperyalist-Kapitalist sistem içerisinde ve kapitalist yoldan kalkınma söylemi ile ülkenin az gelişmiş sürecinden çıkarılması ve toplum yararına bir sanayileşmenin gerçekleştirilmesi olanaklı değildir. Bu sorun ise ancak halkın doğal kaynaklara, sanayiye ve geleceğe sahip olduğu bir düzen içerisinde ve halkın örgütlü mücadelesinin ve iradesinin ürünü olan iktidarlarca çözülür. Kaynak : -http://www.tmmob.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=3218&tipi=16-
-
NÜKLEERE HAYIR... Nükleer santral istemiyoruz...
Ülkemizdeki Elektrik Enerji Sektörünün Acil Sorunları Sektörde Yönetim Krizi yaşanmaktadır. Sektörle merkezi planlama kaybolmuş ve yönetim krizi yaşanmaktadır. Daha doğru bir deyişle "yönetememe krizi" vardır. Sektör son on iki yılda en az beş kez yeniden yapılanma sürecine sokulmuştur. Son on bir yılda on bir genel müdür değişmiştir. Her yapılan yeniden yapılanmada deneyimli kadrolar tasfiye edilmiştir. Kurumda son yıllarda istihdam edilmiş yeni mühendis yok denecek kadar azdır. Oysa ihtiyaçlar düşünüldüğünde son derece dinamik olması gereken sektör bir durağanlığa ve işlemezliğe itilmiştir. Arıza, bakım ve onarım hizmetleri aksatılmakta yenileme yatırımları yeterince yapılmamaktadır. Teknik ve uzmanlık gerektiren bu sektörde bilgiye beceriye ve deneyime bakılmaksızın politik yandaşlık esasında bir kadrolaşma benimsenmiştir. Sektörde yetişen ve sektörü tanıyan kadrolar ya tasfiye edilmiş, ya sürgün edilmiş ya da danışman/uzman statüsünde etken olmayan görevlerde bekletilmektedir. Sektör Hukuk Dışılık Kıskacındadır. Ülkemizde 1970 yılında Türkiye Elektrik Kurumu (TEK)‘nun kurulmasıyla, merkezi yapının oluşumuna başlanmıştır. Bu yapıya 1982 yılında belediyelerdeki kent içi elektrik dağıtımı da katılarak bütünlüklü bir yapı oluşturulmuş, ülkemizdeki elektrik enerji sektörünü başarıyla 1990‘lı yıllara kadar taşımıştır. Ancak 1984 yılında TEK dışındaki kuruluşlara elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı ve ticareti yetkisini veren 3096 sayılı yasa çıkarılmıştır. (Bu yasaya dayanılarak İstanbul‘un Anadolu yakası elektrik dağıtımı konusunda 1989 yılında AKTAŞ A.Ş. görevlendirildi. 1990 yılında ise AKTAŞ ile sözleşme imzalandı. İmzalanan bu sözleşme EMO tarafından açılan dava sonucu Danıştay tarafından 1993 yılında iptal edildi. Ancak dönemin iktidarı 1995 yılında yeni bir görevlendirme yaparak AKTAŞ‘ı sözleşmesiz olarak çalıştırmayı sürdürdü. AKTAŞ ile ancak 1998 yılında sözleşme yapılmıştır. AKTAŞ 1989 yılından 1998 yılına kadar yasa dışı bir şekilde çalıştırılmıştır.) Daha sonra 1993 yılında 513 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile sektör önce TEAŞ ve TEDAŞ ardında da TEDAŞ‘ın satışına yönelik olarak dağıtım şirketlerine ayrılmasıyla merkezi yapı kaybolmuştur. 1994 yılında çıkarılan ve bazı hizmetleri Yap İşlet Devret (YID) modeliyle yaptırmaya yönelik 3996 sayılı yasa çıkarılmış ve bu yasa daha sonra 4047 sayılı yasa ile değiştirilerek 3096 sayılı yasaya atıfta bulunulmuş ve elektrik sektöründe YİD modeline yönelinmiştir. Daha sonra 1996 yılında 8269 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile YİD modelinin devret kısmı atılarak Yap İşlet (Yİ) modeline yönelinmiştir. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Yİ modeline karşı Danıştay.a yürütmeyi durdurma istemiyle dava açtı ve bu dava 19 Şubat 1997 tarihinde yürütmeyi durdurmayla sonuçlandı. Böylelikle hem hukuksal dayanaktan yoksun hem de Danıştay denetimi yerine uluslararası tahkimi öngören uluslararası finans kuruluşlarının dayatması olan bu modelin önü kesilmiş oldu. Ancak, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (ETKB) yürütmeyi durdurmayı ciddiye almayarak hukuk dişi bir şekilde ihale süreçlerini işletmektedir. Daha sonra 19 Temmuz 1997 tarihli Resmi Gazete‘de 4283 sayılı Yİ Yasası yayınlanmış ve bu yasaya eklenen geçici madde ile daha önce yapılmış sözleşmeler de bu yasa kapsamına alınmıştır. Sektörde Çok Başlılık ve Eşgüdüm Eksikliği Yaşanmaktadır. Sektörün en önemli sorunlarından birisi de öteden beri ETKB, Devlet Su İşleri (DSİ), Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ), Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) ile TEAŞ ve TEDAŞ arasında gerekli eşgüdüm sağlanamaması ve çok başlılıktır. Bu yüzden sektördeki tıkanmaların en önemli nedenlerinden birisi de bu çok başlılıktır. Bu çok başlı yapının her bir biriminin önceliği diğeriyle uyumlu olmadığı için sektörün öncelikleri tespit edilememektedir. Zaten olaya hakim olamayan çoğu politik yandaşlık ilkesi ile gelen bürokratlar tam bir beceriksizlik ve iradesizlik göstermişler ve adeta sektörün nasıl kötü yönetileceğini ispat etmektedirler. Merkezi iktidarlar ise sektörün durumunu kavrayamamakta ve gerekli yatırımları zamanında yapamamaktadırlar. Elektrik Enerjisi Üretimi İhmal Edilmiştir. 1990‘lardan sonra sektörde ciddi bir ihmal edilmişlik yaşanmaktadır. YİD ve Yİ modellerine bel bağlanarak devam eden yatırımlar bile bitirilememiştir. Bu durumu en iyi kurulu güç artış tablolarından görmekteyiz. Ortalama olarak sektöre her yıl yaklaşık 2000 MW‘lık kurulu güç ilave edilmesi gerekirken son yıllardaki artışlar l 995‘te % 0.5 ve 1996‘da % 1.4 gibi komik oranlardadır. Aynı dönem içerisinde olağan üstü imtiyaz şartlarında yapılan sözleşmelerle YİD ve Yİ modelleri ile kurulu güce 34 MW‘ı hidrolik olmak üzere toplam 297 MW‘lık 5 santral ilave edilebilmiştir. 1997 sonu itibariyle Yİ ve YİD modelleriyle yaptırılan santral kurulu gücü toplam 340 MW‘tır. Elektrik Dağıtım Şebekeleri Yetersizdir. Üretime gerekli yatırımların yapılmaması yanısıra sektörün bir diğer önemli sorunu özellikle büyük şehirlerde dağıtım kayıplarının yüksekliğidir. Bu nedenle üretim yeterli olsa bile tüketiciye istenilen kalitede elektrik verilmesi olanaksızdır. Resmi istatistiklere göre ortalama şebeke kayıpları % 18‘dir. Bu yazı yörelerde % 25 - 32 arasında değişmektedir. Oysa kayıplar gelişmiş ülkelerde % 8 - 10 arasındadır. Altyapıya yapılacak ek yatırımlarla sisteme sağlanan elektrik enerjisi miktarında artış sağlanması ve ülke ekonomisine katkının yanı sıra tüketiciye istenilen nitelikte elektrik enerjisi verilebilecektir. Termik Santrallerde Kapasite Kullanma Oranlan (KKO) Düşüktür. Teknoloji seçimindeki hatalar nedeniyle ülkemizdeki kurulu bulunan termik santrallerin KKO‘ları gelişmiş ülkelerdeki KKO‘dan %15-20 daha azdır. Termik santrallerin bir diğer sorunu da verimlerinin düşük olmasıdır. KKO‘nun düşük olmasının diğer nedenleri ise yer seçiminden kaynaklı olarak çevresel etkiler ve kömür sevkiyatındaki düzensizliklerdir. Özellikle yatırım aşamasında baca gazı arıtma ve kül tutma üniteleri ya yapılmamış ya da gerektiği şekilde yapılmamıştır. Bunun en iyi örneği Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santralleridir. Bu santraller kuruluşlarından bugüne kadar ortalama %30 kapasitede çalışmaktadırlar ve çevredeki ürünlere verdikleri zararlar nedeniyle 1986 yılından beri TEK (TEAŞ) çiftçilere tazminat ödemektedir. Sektör Dışa Bağımlı Hale Getiriliyor. Ülkemizde elektrik sektöründe dış kaynak kullanımı %20 civarındadır. Bu oran küçük ölçekli doğalgaz santralleri ile yukarıya doğru çıkmaktadır. 2020 yılına kadar ki sunulan planlara bakıldığında sektördeki dışa bağımlılık %56‘ya yükselecektir. Elektrik enerjisi bürokrasisi nükleer santral lobileri ile YİD ve Yİ lobilerine teslim olmuştur. Halen inşası sürmekte olan hidroelektrik santraller kasıtlı olarak tamamlanmamaktadır. Bu santrallerin Yİ modeli ile tamamlanması yolu tercih edilmiştir. Oysa bunların büyük bir çoğunluğunda işin yaklaşık %90‘ı tamamlanmış durumdadır. Ülkemiz yetmiş yılda yaklaşık seksen milyar dolar dışarıya borçlanmışken 2020 yılına kadar lobilerin dayattıkları sözde çözümlerle sadece elektrik sektöründe verilecek imtiyazlarla fazladan yaklaşık yüz milyar dolarlık bir ek borçlanmaya gidilmek istenmektedir. Başta Özelleştirilen Bölgeler Olmak Üzere Alt Yapı Yatırımları Yatırımlar durmuştur. Gerek İstanbul Anadolu Yakası‘nda gerekse Çukurova Bölgesi‘nde imtiyazlara sahip olan AKTAŞ ve ÇEAŞ şirketleri sadece abonelik yenileme ve ücret tahsilatı yapmaktadırlar. Her iki bölgeden gelen şikayetler ise hiçbir şekilde dikkate alınmayıp her ne pahasına olursa olsun imtiyazın sürmesi tavrı sergileniyor. Her iki bölgedeki alt yapı yatırımları gerektiği gibi yapılamamaktadır. Sektör bir yandan özelleştirme ile yağma kıskacına alınırken diğer yandan kaynaklarımız tükendi yalanıyla nükleer lobilere teslim edilmek istenmektedir.
-
NÜKLEERE HAYIR... Nükleer santral istemiyoruz...
ENERJİ Genel Toplumları oluşturan tüm bireylerin kullanımına açık olan ve kullanılmasının engellenemeyeceği her türlü mal ve hizmete toplumsal mallar denilmektedir. Denizlerdeki balık, hava, su, plajlar vb. oluşumlar ve bunların kaliteleri doğal toplumsal mallar olduğu gibi, kültürel faaliyetler sonucu oluşan belirli üretimlerde-kullanımlarının zorunluluğundan dolayı- toplumsal mal veya hizmet özelliği taşırlar. Sağlık, eğitim, güvenlik, iletişim, enerji vb. hizmetler yararlanılmasının zorunluluğu ve vazgeçilmezliğinden dolayı toplumsal hizmetlerdir. Herkesin kullanımının serbest olduğu toplumsal varlıkları her bir birey aynı miktarda kullanamaz (veya birinin kullanım şekli diğer bireylerin kullanımını engelleyebilir). Bu durum o hakkı kullanmayanın veya kullanamayanın hakkının kaybına neden oluşturmaz. Hastanelere hasta olunca gidilir. Hasta olmayan bir insanın hastaneden yararlanımı sadece moralsaldır. Gene belli kamusal değerlerin kullanımlarında da bireyler arasında farklılıklar oluşabilir. Ulusal parkları herkes ziyaret edemediği gibi elektrik üretimini de herkes aynı oranda kullanamaz. Bu tür oluşumlarda az kullananın haklarını koruyabilmek için, bu hizmetler bir bedel karşılığı sunulabilir. Bu bedel sunulan hizmetin kamu hizmeti olduğu gerçeğini değiştirmez. Kamu hizmeti tanımı konusunda ortak bir görüş yoktur. Ancak Anayasa Mahkemesi‘nin 28.06.1995 tarih, 1994/71 E. 1995/23 sayılı kararında kamu hizmeti; "En geniş tanıma göre kamu hizmeti devlet ya da diğer kamu tüzel kişileri tarafından ya da bunların gözetim ve denetimi altında genel ve ortak gereksinimleri karşılamak, kamu yararı ya da çıkarını sağlamak için yapılan ve topluma sunulmuş bulunan sürekli ve düzenli etkinliklerdir" şeklinde tanımlanmaktadır. Oysa kaliteli hava kullanımı her ne koşulda olursa olsun herkesin ve her kesimin doğal kullanım hakkıdır. Bu hak, sermayenin kar hırsı ile alınmayan önlemlerden dolayı çoğu zaman kullanılamaz. Bu durum hakkını kullanılamayan için bir hak kaybı, kullanımı engelleyenler içinde yeni türeyen bir hak değildir. Bu tür hakların kamusal hizmetler olmasından dolayı her yönetim sisteminde, bu tür hizmetlerin üretilip tüketilmesinde toplumsal yarar ve toplumsal ihtiyaçlar gözetilir. Bu hizmetlerin niteliğinden dolayı da hizmetlerin yönetim biçimleri doğal tekel olarak görülürler. Enerjinin Niteliği Doğadan belirli bir üretimin sonucunda elde edilen petrol, hidrolik, doğal gaz, kömür, uranyum türlerine "Birincil Enerji Kaynakları", kaynağın çevrimi sonucu elde edilen, elektrik, havagazı, petrol ürünleri, kok, briket gibi kaynaklara "ikincil Enerji Kaynakları", güneş, rüzgar, jeotermal ve deniz gibi enerji kaynakları ise "Yenilenebilir Enerji Kaynakları" şeklinde adlandırılmaktadır. İnsanoğlunun dünyadaki diğer canlılardan temel farklılıklarından en önemlisi kültürel bir yaşam sürdürüyor olabilmesidir. insanoğlu yaşamını coğrafi veya meteorolojik koşullara bağlı kılmaksızın dünyanın her bölgesinde sürdürür. Bu durumda da her zaman enerjiye gereksinim duyar. Bu temel davranış biçiminden hareketle, gereksinim duyduğu enerjiyi kültürel düzeyine bağlı olarak üretir ve tüketir. Bu yaşam ve tüketim biçimleri onun için aynı zamanda yaşamsal bir zorunluluk haline dönüşür. Bu zorunluluğu yaşadığı çağdaki teknoloji düzeyi belirlemektedir. Bu nedenle; Tüm bu yaşamsallıklardan dolayı enerji, ticari bir mal değil, toplumsal bir hizmettir. Bu hizmet çoğu zaman insanın kullanması zorunlu insanlık hakkına dönüşür. Bir kalp hastasının yaşaması için elektrikle çalışan cihazlara, kentsel yaşamın devamı için enerjinin bir çok kaynağına gereksinim duyar. Bu konuda Fransız Yüksek Mahkemesi borçtan dolayı elektrik kesintisini insan hakları ihlali olarak yorumlamaktadır. Bu nedenle; Borç nedeni ile enerjisiz bırakılma insan hakları ihlalidir. Enerji kaynakları kömür, petrol, uranyum vb. doğanın insanlara sunduğu doğal miraslardır. Bu kaynakların tamamı ise tükenebilir niteliktedirler. Eski çağların kalıntıları (kültürel miraslar) Çin Şeddi, Hasan Keyf gibi varlıkların nasıl özel kişilerin mülkiyetinde ve tasarrufunda olması düşünülemiyorsa, bu durum enerji ve enerji kaynakları içinde geçerlidir. Bu nedenle; Enerji, toplumsal bir varlıktır. Günümüzde elektrik enerjisi toplumlar için vazgeçilmez duruma gelmiş durumdadır. Şu an için dünyadaki toplam enerji kullanımının %35‘i elektrik enerjisidir. Yakın gelecekte bu oranın daha da yükseleceği beklenmektedir. Bu artışın en temel nedeni kullanım kolaylığı ve atık bırakmamasıdır. Elektriğin bu denli yoğun kullanılması, tüketicilerin üreticiler konusunda, piyasa mekanizmaları içerisinde tercih şanslarının olmaması gibi nedenler, elektrik enerjisini sermaye sahibi için cazip kılar. Bu enerjinin üretiminden ve ticaretinden doğabilecek rant, sermaye kesiminin ilgisini çekmektedir. Tüketicilerin elektrik enerjisini kullanmada, üretim yerlerine birden çok hatla bağlantı yapabilmeleri bugünkü teknolojik koşullarda ekonomik değildir. Elektrik üretimi yapısı gereği doğal tekeldir. Sorun, doğası gereği tekel olan bu sektörün mülkiyetinin kimde veya nerede olacağıdır. Bundan da önemlisi elektrik üretim plan ve programlarının yapımında karar verme hakkının kimde olacağıdır. Elektrik enerjisi yapısı gereği depo edilemez. Üretildiği an tüketilmelidir. Bu nedenle kapasite fazlası yatırımlar elektriği pahalı kıldığı gibi, gerektiğinde bulunamayan elektrikte pahalı bir enerji türüdür. Bu nedenle; Elektrik enerjisinde merkezi planlama zorunludur. Planlamanın yanı sıra elektrik enerjisinin toplumsallığı nedeni ile elektrik üretiminde üretim güvenliği ve fiyatlandırmada merkezi denetim gerekir. Enerji üretiminde kamu yararını koruyucu merkezi denetim mekanizmaları zorunludur. Enerji yapısı gereği tüm sanayi üretimlerinin temel girdisidir. Öte yanda kullanımının yaygınlığı nedeni ile geniş halk yığınlarının yaşamlarında vazgeçilmez temel bir maldır. Bu özellikleri nedeniyle elektrik enerjisini ticari değeri değil katma değeri yüksek bir mal haline sokar. Enerjinin özellikle elektrik enerjisinin kesintisiz, yeterli ve ucuz olması zorunludur. Bunlar enerjinin kalitesini belirleyen temel argümanlardır. Enerji fiyatlarındaki artışların, ona bağlı olarak çalışma durumundaki sanayi ürünlerinin fiyatını doğrudan etkilediği sonucu enerjinin toplumsallığını belirler. Bu da onun bir kamu hizmeti olarak algılanmasını gerektirir. Kesintisizliğinin ve yeterliliğinin koşulu ise merkezi planlamadır. Kesintili ve yetersiz enerji değişim fiyatından öte pahalı bir enerji türüdür. Enerjinin yukarıdaki özellikleri enerji yönetimini doğal tekel kılar. Doğası gereği tekel olan bir üretimin veya hizmetin yönetiminin kamuda olması gereği ise açıktır. Bu nedenle; Elektriğin katma değeri ticari değerinden yüksektir. Globalleşme ve yeni dünya düzeni adı altında bizlere dayatılan özelleştirmeler, aslında kamusal hizmet alanlarının (yani ticari kara kapalı alanların) kar alanı olarak yeniden örgütlenmesidir. Yani kamu hizmeti fikrinin tümden reddedilmesidir. Ancak bugünkü hukuk sistemimizde; bir kamu hizmetinin üçüncü şahıslara devredilmesi imtiyaz olarak tanımlanmaktadır. Bugün elektrik enerjisi sektörü uluslararası tekellerin kar hırsına terk edilmek istenmektedir. Bu işler yapılırken de elektrik enerjisinin kamu hizmeti olduğu fikri ve iç hukukumuz reddedilmektedir. İç hukukumuz yerine uluslararası tahkimin dayatılmaktadır. Ulusal devlet yapısı, yeni dünya düzeni sahipleri emperyalist odakların çıkarlarına şu an için ters düşmektedir. Söz konusu odakların ulusal devlet yapısından anladıkları şey emekçi yığınların taleplerini baskı altında tutacak jandarmalık görevidir. Bilindiği gibi bağımsızlığı tanımlayan önemli argümanlardan birisi de kendine özgü bir hukuk sistemine sahip olmasıdır. Başka bir deyişle kendini belirleyen sınırlar içerisindeki hükümranlığıdır. Bu özellik ulusal devlet yapısının temel argümanıdır. İşte bu noktada uluslar arası sermaye ve onun yerli işbirlikçileri ulusal devletin bu yapısına saldırılarını yoğunlaştırmaktadır. Enerji sektörünün özelleştirilmesi tartışmalarının karakterini de bu kavga belirlemektedir. Bunu yüksek sesle "hoyratça" söylemekten de kaçınmamaktadır. Bugün enerji bürokrasisi yaptığı bazı açıklamalarla adeta emperyalist tekkelerin sözcülüğünü yapmaktadır. (Oysa ki Kanuni Sultan Süleyman‘ın Fransızlara verdiği ilk imtiyazla başlayan süreç dört yüz yıl sonra kapitülâsyonları ve Düyunu Umumiye İdaresi‘ni getirmiştir. Emperyalizme karşı dünyanın en önemli kurtuluş savaşlarından birini gerçekleştiren Mustafa Kemal ve arkadaşlarının meclisteki ilk gündem maddeleri imtiyazların devrinin TBMM‘ye verilmesidir. 1961 ve 1982 Anayasalarında bu güvence daha artırılmış ve imtiyazlar Danıştay güvencesine kavuşmuştur.) Özelleştirmeler Ulusal Devlet Yapısına Bir Saldırıdır. Gelecekte ülkemizin enerji politikaları (teknolojik tercihler, mülkiyet, kaynak kullanımı) globalleşme söylemine paralel olarak kendi dışında çizilen senaryolara göre belirlenmektedir. Senaryonun ismi ise Avrupa Birliği ülkelerince saptanmış "Avrupa Enerji Güvenliği Anlaşması" başka bir deyişle "Avrupa Enerji Şartı"dır. Söz konusu anlaşmaya göre Avrupa enerji gereksinimini sağlamak üzere dört ana güzergah belirlenmiştir. Bu güzergahlardan gelecek enerji ile Avrupa Enerji Pazarı oluşturulacak ve enerji fiyatları da Avrupa sermayesinin kontrolünde olacaktır. Bu hatlardan ilki Kuzey Avrupa‘yı ve Britanya Adası‘nı beslemek üzere öngörülen Kuzey Denizi enerji kaynaklarını Avrupa‘ya taşıyan hattır. İkinci hat Rusya enerji kaynaklarını Avrupa‘ya taşıyan hattır ki, Orta Avrupa‘ya taşıyan petrol ve doğalgaz hatlarıdır. Üçüncü hat Kuzey Afrika enerji kaynaklarını taşıyacak olan Magrip hattıdır. Bu hat şu günlerde tamamlanmıştır. Dördüncü hat ise Ortadoğu ve Orta Asya enerji kaynaklarını Avrupa‘ya taşıması düşünülen hattır. Bu hattın Anadolu‘dan geçmesi ise zorunluluktur. Avrupa ülkeleri belirlenen bu hatların güvenliğini, hatların kontrollerinin kendi sermayelerinde olmasında görmektedir. Bu amaçla iletim hatlarının geçeceği ülkeleri enerji sektörlerini özelleştirmeye zorlamaktadır. Anlaşma koşullarına göre taraf ülke sermayeleri yatırım yaptıkları ülke topraklarında belirli ayrıcalıklar alacaklardır. Bu anlaşmalarda ise yatırım yapılan ülke hukuku değil Avrupa da belirlenmemiş hukuk kuralları geçerlidir. Ülke içinde yaptıkları yatırımlardan doğan karlarını koşulsuz olarak yurt dışına (kendi ülkelerine) transfer edebileceklerdir. İletim hattının geçtiği ülke hat kira bedeli tespit hakkını Avrupa enerji marketine devredecektir. Uyuşmazlık konularında ise Avrupa mahkemeleri yetkili olacaktır. Söz konusu anlaşmaya bugün için Avrupa Birliği Ülkeleri dışında sadece Türkiye ve Cezayir imzalamıştır. Anlaşmaya paralel olarak da Türkiye‘de enerji işkolunda özelleştirme çalışmalarına başlanmıştır. Türkiye‘de yakın dönem özelleştirme çalışmaları her ne kadar 24 Ocak 1980‘de ortaya konan politikalarla dillendirilse de ilk kez 1984 yılında uygulamaya konulmuştur. Bu yıllarda özelleştirmeye karşı olabilecek muhalefeti engellemek üzere sendikalar yasasında ciddi değişikliklere gidilmiştir. Sendika yönetimlerinin yönetim süreleri arttırılarak sendika bürokrasisinin oluşması sağlanmıştır. Sendika seçimlerinde ise yöneticilerin atadığı delegelerle seçim yapılması getirilerek sendika bürokrasisinin yeri garantilenmiştir. Öte yanda hak ve destek grevleri yasaklanarak grev sadece ücret düzeyine indirilmiştir. Bu yıllarda uygulanmaya çalışılan yeni liberal politikalar sonucunda 1984 yılında 3096 sayılı yasa çıkarılarak enerji iş kolundaki özelleştirmelerde ilk yasal düzenleme sağlanmıştır. KİT‘lerin özelleştirilmesine yönelik çalışmalar KİT‘lerin gerekli yeni teknolojik yatırımlar yapmasını engellemiş, yönetim kadrolarında ise doğal olarak, oluşturulan belirsizlik ortamında performans düşüklüğüne neden olmuştur. Enerji iş kolunda yapılan ilk özelleştirme çalışması, İstanbul‘un Anadolu yakası elektrik dağıtımının Aktaş A.Ş.‘ye devredilmesi olmuştur. Bu devir işleminde sendika tepkisini yok etmek için enerji iş kolunda en örgütlü sendika olarak görülen TES-İŞ‘e %5‘lik bir hisse verilmiştir. Söz konusu bu pay daha sonraları bir çok alanda sendikanın prangası olmuştur. Dağıtım işinin Aktaş‘a devredilmesi İstanbul‘un Anadolu yakasındaki dağıtım problemini çözmediği gibi sorunları da ağırlaştırarak yaratmıştır. Enerji iş kolu 1970‘li yıllardan bu yana grev yasağı kapsamındadır. Bu durum enerji iş kolu çalışanlarının iş yerlerinin geleceği konusunda en doğal tepkilerini gösterememe sonucunu doğurmakta hak gasplarının yoğunlaşmasına neden olmaktadır. ÇEAŞ ve KEPEZ çoğunluk hisseleri Uzan ailesinin eline geçtiğinde bu hak gaspları yoğunlaşmıştır. Yasa gereği on ve üstündeki işten çıkarmalar toplu işten çıkarma kapsamındadır ve yasaktır. Uzan‘lar ise her hafta periyodik olarak dokuzar kişilik işçi gruplarını işten çıkararak bu yasağı aşmaktadırlar. Bugün gerek ÇEAŞ ve gerekse KEPEZ‘de taşeronlaştırma yoğun olarak yaşanmaktadır.
-
Dünya Işıklarını Söndürdü, ya siz?
Canraşit şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Küresel Isınma / İklim Değişikliği / Karbon ve Ozon SorunuDoğal hayat için 1 saat karanlık 27 Mart 2011 Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF), iklim değişikliğine dikkat çekmek ve kitleleri bilinçlendirerek önlem almaya teşvik etmek amacıyla 60 dakikalık "ışıkları söndürme" eylemi gerçekleştirdi. 2007 yılından bu yana düzenlenen "Dünya Saati" eyleminde dünyanın her yerinde insanlar ve kurumlar, ev ve binalarında ışıkları 1 saat boyunca kapatıyor. Bu yolla büyük bir enerji tasarrufu sağlanmış oluyor. İstanbul Haber Servisi- İstanbul’da başta Boğaz Köprüsü olmak üzere 250 kurum ve 7 belediye 1 saat süreyle karanlıkta kaldı. İstanbul’da eylemin en önemli merkezi olan Boğaziçi Köprüsü’nde saat 20.30’da ışıklar kapatıldı. WWF Türkiye Genel Müdürü Tolga Baştak, doğal kaynaklar üzerinde yaratılan baskının büyüklüğüne dikkat çekerek, “Bu şekilde yaşamaya devam edersek, 2030 yılında iki, 2050 yılında ise 2.8 gezegene ihtiyacımız olacak. Yaşam şeklimizdeki küçük değişimlerle dünya üzerindeki baskıyı azaltmak elimizde. Bu şekilde çevresel sorunlara çözüm bulabiliriz” dedi. Dünya Saati uygulaması Avustralya’da 2.2.milyon birey ve 2 binden fazla işyerinin iklim değişikliğiyle mücadeleye dikkat çekmek için ışıklarını kapatmasıyla 2007 yılında başladı. Sadece bir yıl sonra Dünya Saati, 128 ülkeden 50 milyondan fazla insanın katıldığı küresel bir harekete dönüştü. Kaynak : Cumhuriyet
-
Ankara Kedisi
Yalnız arkadaşlar, bu tip cins hayvanlara sahip olmak için lütfen Petshoplara gitmeyelim. Petshopların nasıl '' kanlı para '' kazandığını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz. LİNK : PETSHOP GERÇEĞİ / KANLI PARA Sokaklar karne hediyesi diye alınıp, heveslerin alınmasıyla birlikte bakılmayıp atılan cins hayvanlarla dolu. Bir tanesini sokaktan kurtarıp evinin prensi/prensesi yapabilirsiniz. Saygılar sunarım.
-
Ankara Kedisi
Hoşgeldiniz sayın Gravity ! Ankara Kedisini duymamış olamazsınız. Yani, ben de duymayanı ilk defa duydum diyebilirim. Hatta, bir ara Ankara'nın amblemi yapılacaktı hani, epey tartışılmıştı. Saygılar sunarım.
-
PETSHOP GERÇEĞİ / KANLI PARA !
Artık Tepkisiz Toplum Olmayalım! Pet shopların Tarım İl Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen denetimlerinin yetersiz ve etkisiz olması nedeni ile her gün birçok hayvanın yaşama hakkı ellerinden alınıyor, birçok vatandaş mağdur oluyor, genellikle faturasız satış yapılıp vergi kaçırıldığı için mağazalar haksız kazanç elde ediyor, devlet mağdur oluyor, vatandaş dolandırılıyor, en önemlisi hayvanların yaşama hakkı bu kanlı para için ellerinden alınıyor, ve bu konuda bir takipsizlik ve denetim yetersizliği süregelmiş gidiyor, bu sayı gitgide arttığı için tüm canların avukatı Ahmet Kemal Şenpolat’a ve Haytap’a gelen şikayetleri ayrı bir sitede toplamak ve mağdurları kanuni hakları konusunda bilinçlendirmek amacı ile bir site düzenleme ihtiyacı doğdu. Birçok pet shopta usule aykırı satış yapıldığı, ve mağazalarda yaşı küçük, belgesiz ve de kaçak hayvan bulundurulduğu, menşei şehadetnamesiz, veteriner denetimsiz satış yapıldığı, hatta bunları faturasız olarak satıldığı yönündeki şikayetler gün geçtikçe artmaktadır. Ne kadar küçükse o kadar sevimli ve aciz gözüktüğünden çabuk satılacağı düşünüldüğü için pet shoplar genellikle yaşı küçük hayvan satmaktadırlar, oysa yaşi küçük hayvan satmak kanunlarımıza aykırıdır, anne altından erken alınan yavruların bağışıklık sistemleri kuvvetlenememekte ve bu da hayatlarını tehlikeye atmaktadır. Ayrıca, her pet shop kanunen bir veteriner ile çalışmak zorundadır, ilgili veteriner satılacak hayvanı kontrol eder, aşılarını yapar, ve aşı karnesine işler, hastalıksız olduğunu belirlemek zorundadır, çünkü hasta hayvan satışı kanuna aykırıdır. Oysa birçok pet shopta satışların çoğu karnesiz, ya da sahte veteriner muayene mührü ile gerçekleşmektedir. Ya da muayene olmamiş ve muhtemelen hastalık kapmış hayvana bir de üzerine aşı yapılarak hastalığının artmasına sebep olunmaktadır. Özellikle yurda giren kaçak ithalatın önünü kesemediğimiz sürece ve bunlara talebi yaratan pet shop’ların önünü kesemediğimiz sürece (hatta bunlara gelişigüzel ruhsat verildiği sürece) yapılan tüm çalışmalar aslında küçük iyi niyetli hareketler olarak kalacaktır. Gelişmiş ülkeler kendi memleketlerine insan bile sokmadan önce ne kadar tedbirli davrandıklarını, insanlara vize, hayvanlara karantina ve aşı karnesi uygulamaları, hatta her türlü bitki tohumu girişinin bile sıkı denetime tabi olduğu malumunuzdur. Halbuki biz bunu bir türlü uygulayamadığımız, ev ve süs hayvanı ticareti yapanların sırf ekmek parası kazansın diye vahşi ticaret yapmalarına sessiz kaldığımız sürece, ve denetim mekanizmalarımız gereği gibi çalışmadığı için bu canlarla ilgili ortaya çıkacak hiçbir problemin de önüne geçememekteyiz. Bu vehametin içerisindeki en önemli mağdur tabii ki yaşama hakları ellerinden insanlar tarafından alınan hayvanlar, bu mağduriyetin geride kalanları ise kısa süre içerisinde bu canlara bağlanıp onları bir aile ferdi yerine koyan ve sonra da acı içerisinde ölmelerini seyretmek zorunda bırakılan hayvanseverler… Bir canın ihmal nedeni ile ölümünün herhangi bir yöntemle telafi edilmesi, bizim açımızdan kesinlikle mümkün değildir, ama yine de Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir ve kanunların öngördüğü ceza ile sorumluların cezalandırılması için vakit ve enerji harcamanın o canlara karşı görevimiz, borcumuz olduğunu düşünüyoruz, ve de mağaza sahiplerinin sorumsuz tutumlarının, gelecekteki bir çok evcil hayvanın ve toplumun sağlığını tehdit etmemesi için bu noktada, mağaza sahibinin hukukun öngördüğü yaptırımlarla cezalandırılması için gereken tüm idari ve hukuki mercileri sonuna kadar tüketmenin insani bir görev olduğunu düşünmekteyiz. '' Ahmet Kemal Şenpolat-Burcu Sevim-Tansu Günay Kaynak :-http://www.petshopgercegi.com-
-
Ankara Kedisi
Evet, tam bir prenses ! Yani dişileri tabi. Erkekleri yine dayı dayı yürüyor, sağda solda kavga çıkarıyor ama yine de asil yani. Hadi onlara da prens diyelim o zaman... Saygılar sunarım.
-
Aile İmamlığı
Efendim, dinin kendisi toplumsal bir olgu olduğu, ortak kabüllere dayandığı için sınır, kalıp, biçim, standart tayin edilmesi doğası gereğidir. Örneğin, kurban bayramında inek kesen birinin Hindu olduğunu iddia etmesi garip olmaz mı ? Elbette, kişi kendine göre dini algılama biçimi geliştirebilir. Fakat, kendini tanımlarken, genel kabül gören adı kullanırsa, mutlaka dini algılama biçimini dinin kaynaklarına dayandırıp rasyonelleştirmek zorundadır. Yoksa, çelişkiye düşer. Mesela Mezhep ayrılığı bu denli bir derin çelişki barındırmaz. Ama temel ilkelerdeki ayrılık derin bir çelişkiye sebep olur. Keza din ayrılığı da böyle bir çelişkiden kaynaklıdır. Yani, kişi genel kabül gören adı kullanmazsa zaten sorun olmaz ama kulanırsa sorun vardır. Saygılar sunarım.
-
Aile İmamlığı
Efendim, bir ulema heyetinin veya kişinin kendi kafasında dinin siyasal hükümlerinin artık geçerliliği olmadığına karar vermesi konusu ayrı bir konudur. Bir kısım ulema bunu dinde reformden ziyade, dinin kendi kaynaklarına dayandırarak ortaya koydukları iddiasındalar. Bu da ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, bir önceki yazımda dediğim gibi, laik ve demokratik devletin olduğu bir ülkede dini siyasallaştırmamak için, kişinin bir dinin evrensel olduğunu kabul etmemesi, anlamaması, özümsememiş olması yada işine gelmediği için toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerini olduğu gibi yerine getirmek istememesi gerekmez. Saygılar sunarım.
-
Aile İmamlığı
Efendim, şimdi şöyle oluyor; laik ve demokratik devletin olduğu bir ülkede bir insan bir dinin evrensel olduğunu kabul etmişse, anlamışsa, özümsemişse, toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerini olduğu gibi yerine getirmek istiyorsa, önünde 3 seçenek vardır. Eğer, laik ve demokratik devletin olduğu bir ülkede bir insan, bir dinin evrensel olduğunu kabul etmişse, anlamışsa, özümsemişse, fakat ulus birliğini kabul etmemişse, anlamamışsa, özümsememişse yani farklı inançlardan, ırklardan olan insanlarla aynı coğrafyada birlikte yaşama iradesine sahip olmayıp, farklı inançlardan, ırklardan olan insanlarla aynı coğrafyada aynı kadere sahip olduğunu kabul etmemişse, anlamamışsa, özümsememişse, dininin toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerinin uygulanmasının ancak ve ancak ulustaki her bireyin de dini kendisi gibi algılaması ile mümkün olmasını beklemez, dini siyasallaştırarak dinin bir çatışma konusu olmasını ister ve kendi dini anlayışını dayatmak için iktidarı ele geçirmeye çalışır. Demokrasiyi de benimseyemez, siyaset felsefesi olarak liberalizmi de, laikliği de savunmaz, Sosyal Hukuk Devletini de, Sosyalizmi de... çünkü, bu ideolojilerin kendi varlığına tehdit olduğunu da bilmekle beraber, hayatta öncelikli olanın, temel olanın, ne olursa olsun, dinin toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerini olduğu gibi yerine getirmek olduğunu düşünür. İkinci tip olarak, yine aynı şekilde laik ve demokratik devletin olduğu bir ülkede bir insan, bir dinin evrensel olduğunu kabul etmişse, anlamışsa, özümsemişse, fakat ulus birliğini kabul etmemişse, anlamamışsa, özümsememişse yani farklı inançlardan, ırklardan olan insanlarla aynı coğrafyada birlikte yaşama iradesine sahip olmayıp, farklı inançlardan, ırklardan olan insanlarla aynı coğrafyada aynı kadere sahip olduğunu kabul etmemişse, anlamamışsa, özümsememişse, dininin toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerinin uygulanmasının ancak ve ancak ulustaki her bireyin de dini kendisi gibi algılaması ile mümkün olmasını beklemez, dini siyasallaştırarak dinin bir çatışma konusu olmasını ister ve kendi dini anlayışını dayatmak için iktidarı ele geçirmeye çalışır. Fakat bunu gerçekleştirmek için, siyasal anlamda demokrasiyi de benimsemiş görünebilir, siyaset felsefesi olarak liberalizmi de, laikliği de savunuyor görünebilir, Sosyal Hukuk Devletini de, Sosyalizmi de... çünkü, bu ideolojilerin kendi varlığının teminatı olduğunu da bilmekle beraber, hayatta öncelikli olanın, temel olanın, kendi anlayışının tersine, diğerleri için haklar açısından özgürlük veya ekonomik eşitlik, iş, aş olduğunu da göz ardı etmeyerek, nihai amacı olan dinin toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerini olduğu gibi yerine getirmek için, takiyye yapabilir. Fakaat, laik ve demokratik devletin olduğu bir ülkede bir insan hem bir dinin evrensel olduğunu kabul etmişse, anlamışsa, özümsemişse, hem de ulus birliğini kabul etmişse, anlamışsa, özümsemişse yani farklı inançlardan, ırklardan olan insanlarla aynı coğrafyada birlikte yaşama iradesine sahip olup, farklı inançlardan, ırklardan olan insanlarla aynı coğrafyada aynı kadere sahip olduğunu kabul etmişse, anlamışsa, özümsemişse, dininin toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerinin uygulanmasının ancak ve ancak ulustaki her bireyin de dini kendisi gibi algılaması ile mümkün olacağını görür ama dini siyasallaştırarak dinin bir çatışma konusu olması yerine kendi dini anlayışını dayatmadan yaymaya, insanları ikna etmeye çalışır. Onun dışında siyasal anlamda demokrasiyi de benimseyebilir, siyaset felsefesi olarak liberalizmi de, laikliği de savunabilir, Sosyal Hukuk Devletini de, Sosyalizmi de... çünkü, bu ideolojilerin kendi varlığının teminatı olduğunu da bilmekle beraber, hayatta öncelikli olanın, temel olanın haklar açısından özgürlük veya ekonomik eşitlik, iş, aş olduğunu da göz ardı etmez. Yani, laik ve demokratik devletin olduğu bir ülkede dini siyasallaştırmamak için, kişinin illlaki bir dinin evrensel olduğunu kabul etmemesi, anlamaması, özümsememiş olması yada işine gelmediği için toplumsal ve siyasal alanlardaki hükümlerini olduğu gibi yerine getirmek istememesi gerekmez. Saygılar sunarım.
-
Aleviler...
Efendim, Alevilerin bir kısmının, yani Doğu Anadolu Türkmenlerinin, Şah İsmail tarafından siyasi olarak yönlendirilmeleri Çaldıran savaşından öncedir. Bu yönlendirmenin mümkün olması da, Şah İsmail'in de kökeninin bir Türkmen aşireti olan Ak Koyunlu Türkmenler olması ve gerçekten '' inançsal benzerlik ''tir. Çünkü, Şiilik Humeyni'den ibaret olmadığı gibi, Doğu Anadolu Türkmenleri yani Kara Koyunlular da, tarihte, Orta Asya'dan, uçakla falan Anadolu'ya gelmiş değildir. İran'da epey bir vakit geçirmişlerdir. Öncesinde ise, Aleviliğe temel oluşturan Yeseviliğin etkisinde olan bir toplumdu. Şah İsmail'in mensup olduğu Ak Koyunluların devamı olan Safeviler'in bağlı olduğu Şii-Sufi tarikati olan Safevilik de doğal olarak Şiiliğin yoğun olduğu İran 'da ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, siyasetin dinlerle ve aynı din içerisinde ise tarikatlerle yürütüldüğü bir çağda, Doğu Anadolu Türkmenlerinin, Sünni Osmanlı'ya karşı, Şah İsmail'in davetine icabet etmemesi garip olurdu. Bu ittifakın göstergesi olan ''kızıl başlık '', Safevilerin kullandığı siyasi bir simge idi. Çaldıran'dan sonraki, Aleviler için kullanılan '' Kızılbaş '' tabiri de bundan gelir. Çaldıran savaşından önce, Alevilerin '' devlet tarafından hayvandan daha kötü muamele gördüğü '' iddiası da yanlıştır. Alevilerin, devlet tarafından hayvandan daha kötü muamele görmesi, Doğu Anadolu Türkmenlerinin Şah İsmal'in yanında savaşmış olmaları nedeniyle Yavuz Selim'in Mısır seferinden önce, arkasını sağlama almak için, yaptırdığı kıyım sırasında ve sonrasındadır. Bu katliamdan kaçabilenler de İran ve Azerbaycan 'daki Azerileri oluşturmuştur. Hatta bu kadar yoğun bir siyasi sebep olmamasından dolayı Batı Anadolu Türkmen-Yörük gruplarının yerleşik hayata zorlanmaları daha sonradır ( Kanuni dönemi ) ve temel nedeni düzenli kayıtlarının tutulup vergi alınmasını kolaylaştırmak içindir. Evet, bu doğru olabilir. Çünkü, eski devirlerde kandil sönene kadar ayin düzenlendiği söyleniyor. Hatta, çok ********* bir iftira olan '' mum söndü '' söylencesinin çıkış noktasının da, evlerde ayin yapan Alevilerin, Osmanlı Zabitlerinin geldiğini haber alınca yakalanmamak için kandili erken söndürüp sessizliğe bürünmelerinin, Sünniler tarafından kötü niyetli bir yorumlanması olduğu da biliniyor. Saygılar sunarım.
-
Aleviler...
Evet, tam bir felaket ! Fakat, Sızıntıcıların yaptığı yontma, '' Mecelle’nin dışında kalan bu konular yine İslâm hukuku esaslarıyla tanzim edilmiştir '' derken '' Ezmanın tağayyürü ile ahkâm tağayyür eder '' ( Zaman değişince hükümler de değişir. ) ilkesini es geçerek, içtihadi yenilikleri, statik İslami Hukukla aynı gibi lanse etmeye kalkmalarıdır. Saygılar sunarım.
-
Aleviler...
Efendim, Kararnamenin çıkarılmasında, İttihat ve Terakki'nin, Batıcıların, Türkçülerin ve hatta o dönemdeki, İslamcıların bile etkisi olmuş fakat, Şeyhülislamın müdahelesinden kurtarmak amacı ile savaşın ortasında alel acele çıkarılmıştır. Bu kararnameyi önceleyen Mecelle, Tanzimat sonrası 2.Abdülhamit döneminde, Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında bir komisyon tarafından ,1871'de yayınlanan Nizamnameye göre, ilk defa, Şerr-i Mahkemelerin yanısıra dünyevi, iktisadi ihtilaflar için kurulan Nizamiye Mahkemeleri için hazırlanmıştır. Ahmet Cevdet Paşa hem batı hem de doğu hukukunu bildiği için, Mecelle'de 3 mezhebin kaynaklarına da dayanarak eklektik içtihadi düzenlemeler yapmaya çalışmış, bir kısmını ise hanefi din adamlarının muhalefeti yüzünden gerçekleştirilememiştir. Daha önce de dediğim gibi Mecelle laik bir hukuk sistemi sunmaz. Yalnızca, dünyevi konularda bölük pörçük uygulanan içtifat ve fetvaların derli toplu bir sunumu ve ana ilkeler belirler. Bu ilkeler, Nizamiye mahkemeleri için kanunların bir derlemesini oluşturduğu gibi, Şer-i mahkemeler için de net kaynak sunmuştur. 1871'den sonra çıkarılan irade-i seniyyeler ve fermanlarda Mecelle'nin ilkeleri doğrultusunda genel anlamda Hukuk, özelde eğitim, Aile Hukuku alanında hep bir adım ileri kararlar alınmış, en son 1917 Hukuku Aile Kararnamesi ile en ileri seviyesine getirilmiştir. Bunda, Hukuku Aile kararnamesinin ayrı ayrı üç büyük dini içerecek şekilde düzenlenmiş olmasının da payı vardır. Önce, 1871'de Mizamiye Mahkemeleri kurulmuş, üç büyük mezhebin kaynaklarına dayanarak yapılan içtihadlarla çıkarılan Mecelle ile oluşturulan ilkeler ve kanunlar ile bu mahkemeler yürütülmekle birlikte, Şer-i Mahkemeler için, bu tarihten sonra çıkarılan çeşitli irade-i seniye ve fermanlarla ileri içtihadlar yapılmış, en son Hukuki Aile Karanamesi ile üç büyük din için maddeleri olan Medeni Hukuk sistemi getirilmiştir. Fakat, yürümemiştir o ayrı bir olay. Yani, 1871 Aile Hukuku alanında sekülerleşme yöneliminde bir milattır. Kopyalanmış bir bilgi de olsa 1871 tarihi önemli bir miladı belirttiği, kısa bir dönemi özetlediği için çok da yanlış sayılmaz. Fakat, aynı şekilde kopyalanan maddelerden biri olan; ''29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kadınların kamusal alana girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar hızlandı. 17 Şubat 1926 Türk Medeni Kanunu kabul edildi. Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan kanun 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi. '' gibi yazılıp, 1917 ayrı yazılsa daha doğru olurdu tabii ki. Saygılar sunarım.
-
Bilmek iyi midir ?
Bir insanın ufkunun genişlemesi onu mutlu mu kılar yoksa mutsuzluğuna mı yolaçar ? Bir insanın bilincini her hangi bir konuda üst seviyeye taşımak ne ölçüde doğrudur ? Saygılar sunarım.
-
İnsan hakkettiği gibi mi yaşar ?
İnsan hakkettiği gibi mi yaşar ? İnsan hakkettiğini mi yaşar ? Saygılar sunarım.
-
Aleviler...
Aşkolsun sayın demirefe, bir gerçeği dile getirmek reklam yapmak mı olur ? Mecelle Medeni kanundan daha iyidir desem neyse... '' 1871: Mecelle'nin (Osmanlı Medeni Kanunu) uygulanması için çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile; evlilik sözleşmesinin resmi memur önünde yapılması, evlenme yaşının erkeklerde 18, kadınlarda 17 olması, zorla evlendirmelerin geçersiz sayılması düzenlendi.'' Kaynak : Kocaeli Üniversitesi Kadın Sorunlarını Araştırma ve Uygulama Merkezi -http://kasaum.kocaeli.edu.tr/womenpages_tr2.php?id=Item%200.- Bu bilgi bir çok yerde geçer. Özellikle, ülkemizdeki kadın haklarının gelişim tarihinin anlatıldığı kaynaklarda. Mecelle elbette Osmanlı'nın, Hanefi mezhebi fıkhı temel alınarak yazılmış ilk derleme Medeni Kanunudur. Laik olduğunu iddia etmemiştim. Fakat, Mecelle de pozitif hukuk felsefesinin etkileri vardır. Sızıntıcıların kendine yontma çabasını doğru kabul ederek konu açıklığa kavuşmaz. Mecelle'de yeralan şu kural bile zamanına göre başlı başına bir devrim sayılır. '' Ezmanın tağayyürü ile ahkâm tağayyür eder '' ( Zaman değişince hükümler de değişir. ) Yani; Tanzimatla birlikte yürürlüğe giren kanunlarda sekülerleşmeye doğru bir yönelim görülür. Bunun en önemli göstergesi, 1871'de yayınlanan Nizamnameye göre ilk defa Şerr-i Mahkemelerin yanısıra Nizamiye Mahkemelerinin kurulmasıdır. Elbetteki, bu dünyevileşme önce iktisadi konulardan başlamış, dini etkilerin en fazla görüldüğü alan olan Aile Hukuku ile ilgili düzenlemelerde ise en son görülmüştür. Özellikle, Mecelle'nin uygulanması için çıkarılan Hukuk-i Ali Kararnamesinde, İslam Hukukunda ilk defa evlenme yaşının kızlarda 17, erkeklerde 18 olması şartı getirilmiştir. Saygılar sunarım.
-
SİYASAL İSLAM ve DEMOKRASİ (Evrensel bağlamdan Türkiye Özeline)...
Elbette, motamot tercüme ile '' şiddet dini '' olduğu anlaşılırsa, insanların korku, titreme duyması diye bir şey söz konusu olmaz, değil mi? Şiddetten kimse korkmaz, titremez çünkü, tabi... Saygılar sunarım.