
Ahmet AY
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
332 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
Ahmet AY tarafından postalanan herşey
-
Bir siyasi partinin yanında ve karşısında olmak çok doğal ve gereklidir. Ancak o karşıtlık siyasi görüş mesafesini ortadan kaldırmamalıdır. ETÖ diye bir örgüt vardır ve şu anda yargılanmaktadır. Köklerine ulaşmada sıkıntı var. Asla cemaatçi, örgütçü olmadım. Türkiye'nin yakın tarihine ve eylemlere baktığımızda ETÖ'nün çok etkin olduğuu görmek mümkündür. Saygılar
-
Sayın politika siz düşüncenizi Ak Parti karşıtlığı üzerine kurduğunuz için değerlendirmelerinizi de bu eksende yapıyorsunuz. Müslüm GÜNDÜZ "dinci" falan değil derin yapılanmaların-Ergenekoncuların palazlandırıp iktdarı zor durumda bırakmak için günü geldiğinde tedavüle sokulan bir kukladır. Bakın başörtüsü ile ilgili güzel gelişmeler olunca derhal emir verip piyasaya sürdüler. Ama artık halk uyandı ve iltifat etmiyor. Rejimi kaldıracakmış! O artık hiç bir şey yapamaz. Saygılar.
-
İnsanoğlu hayatı boyunca o kadar çok enteresanlıklar yaşamak zorunda kalıyor ki bunu yaşamayanlara anlatmanız imkânsız gibi. Anlatsanız bile ya anlaşılmaz bir duruma neden olur ya da inandırıcılık sorunu doğar. Bunu neden söylüyorum? Bazen ilk kez gördüğünüz bir yeri daha önce gördüğünüze yemin billâh edebilirsiniz. Size o kadar tanıdık, o denli yakın ki ancak daha önce defalarca görmenizle mümkün olabilecek bir durum… Bu yaşamı boyunca her insan için birden fazla kez söz konusu olabilmekte. Bunu anlamak mümkün. İnsanlar gıyabında aşina oldukları bazı olayları, yerleri, şahsiyetleri ilk defa gördüklerinde sanki daha önce görmüş gibi olabiliyorlar. Ama tam tersi de mümkün. Sizin sık gördüğünüz mekânlar, Hep gezdiğiniz yerler, İçinde yaşadığınız toplumla o kadar yabancılaşabiliyorusunuz ki… ilk kez karşılaştığınız bir yer, olay ve durummuş gibi tepki verirsiniz. Aynı olayla defalarca karşılaşsanız bile her gördüğünüzde ilk kez görmüş gibi davranırsınız. Bu jamais-vu’dur. Fransızca bir sözcük/terim olan jamais-vu zaman ve mekâna yabancılaşma olarak tanımlansa eksik kalır. Bu sebeple cümlelerle ifade etmek gerekir. Anlayacağınız jamais-vu dejavu denilen zihinsel yanılsamanın zıddıdır. Dejavu hayatı boyunca görmediği bir kişi ya da mekanı daha önce gördüğünü zannetmesidir. Bu zihinsel bir yanılgı halidir. Jamais-vu ise tam tersi durumdur. Yani defalarca gördüğünüz, karşılaştığınız bir kişi ya da yeri hiç görmediğinizi sanıp ilk kez görür gibi davranmanızdır. (Bakın sabahtandır aynı cümleleri sanki bu yazıda ilk kez kuruyor gibi gereksizce tekrarlayıp durmaktayım) İşte bende de son haftalarda jamais-vu denen durum gelişti. Çevreme ortama, her zaman karşılaştığım olaylara yabancılık çekmekteyim. Her sabah kapıyı açıp abonesi olduğum gazeteleri görünce “bunların ne işi var burada” der gibi bir durum yaşıyorum. İşe geç kaldığımı gören şoför ağabeymiz telefonu çaldırınca sanki ilk kez arıyormuş gibi tepki gösteriyorum ve daha benzer pek çok olay. Asıl beni bu yazıyı yazmaya sevk eden şey şu; Az önce NTV’de 28 Şubat’ın GDO’lu şeyhi Müslüm GÜNDÜZ’ü izledim. Aklıma (şeytandan! olsa gerek) Fransız üretimi dejavu geliverdi. Dejavu hatırlanınca jamais-vu’yu hatırlamamak mümkün mü? Fadime’nin şeyhi Müslüm bunca zaman işlediği haltları, 28 Şubat’ın kendisini hormonlatıp piyasaya sürdüğünü, inançlı insanların haysiyetiyle oynamak isteyenlere nasıl malzeme olduğunu unutmuş gibi konuşuyordu. Pişkin, ukala, utanmaz bir tavır içindeydi. Zira o ve gibilerinin (hayâ damarı olmadığı için çatlamış diyemiyorum. Onun için yüzsüz ve hayâdan yoksun kişi diyorum.) Bize bu filmi defalarca izlettikleri halde sanki ilk kez piyasaya sürüyorlar ve sanki bizler de ilk kez karşılaşıyoruz gibi davranıyoruz (jamais-vu). Müslüm sahte şeyhi Elazığ’dan kalkıp Ankara ve nihayetinde İstanbul gibi kentlerde arz-ı endam ederken bu imkânların kendisine nasıl tanındığını bilmeden davranıyordu. 28 Şubat hazırlığında olanların kendisini nasıl imkânlarla donattığını unutmuş gibi konuşuyordu. Şimdilerde aramız çok iyi olmasa da dönemin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olan sayın başbakan, Müslüm GÜNDÜZ’ün haberlerini ilk gördüğünde; “Bu adam özellikle bu günler için hazır bir şekilde bekletilip piyasaya sürüldü” mealinde bir tespitte bulunduğunu duymuştum. Ve; “Bu adama neler neler yaptırıp bunun üzerinden inançlı insanları sıkıntıya sokup rencide edecekler” diye bir ön tespitte bulunmuştu. Nitekim öyle de oldu. Anıtkabir, cübbe şov, Atatürk ve demokrasiyle ilgili tuhaf ve kasıtlı hakaretler… Sonra genç, alımlı, maviş, allı-pullu Fadime Şahin ile koyun koyuna kameralara çıkmalar… Çok iyi hatırlıyorum, o bir iki yıl boyunca pek çok kötü niyetli soytarı örtülü hanım görünce Fadime soytarısını düşünüyordu. Hem de yüksek sesle… Şimdi Müslüm Fadimesiz kameralarda boy gösteriyor. Sorası gelir insanın; Müslümanlıktan dem vuruyorsun, Bunca zaman insanlara yüz, hatta beş yüz karası olması ona bir şey öğretmediğini gördüm. Fadime ile ilişkisini savunuyor. Dinen nikahlı olduğunu iddia ederek işin içinden çıkmaya çalıştı. Mirgün CABAS’ın “20 yıldır nikahlıyım ifadene ne diyorsun” sorusunu “onu karıştırma” diyerek savuşturdu. Fadime’nin bar ve pavyon kadını olduğunu, bunun özellikle size “sunulduğunu” sorunca “karıştırma” gibi cevaplar vererek işin içinden çıkmaya çalıştı. Fadime’nin bir tuzak olup olmadığını soran Ruşen ÇAKIR’a “laikleri adam/insan saymıyorum” dedikten sonra sözüm ona lafını düzeltmek için “laikler bizi adam saymıyorlar, biz de onları insan saymıyoruz” diyerek daha da battı. Kalkmış başörtüsünü savunuyor. Hanımların başörtüsü sorununa çare bulana bakın!
-
Bir süreden beridir yazmaya mecalim yok. Doktorlar; “ en az 2 ay boyunca kesinlikle zihni yorucu faaliyette bulunma” diye ısrarla uyardılar. Ancak S. DEMİREL bırakmıyor ki… Türkiye’nin yaşadığı karanlık yılların baş mimarlarından olan S. DEMİREL Sayın GÜL’ün 29 Ekim resepsiyonu davetlileri için başı açık-kapalı ayırımı yapmayacağını ifade etmesi üzerine; ”Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunları bir şey ‘olmaz’ diyorsa o kanunları bir kenara atıp olur hale getirmek mümkün değil. O kanunları değiştirmeleri lazım. Kanunları değiştirmeden eğer kanunlar aşılıyorsa o kaosa götürür Türkiye’yi” diyor. (Sahi siyaseten atalarınız bir zamanlar “bu kış komünizm gelecek” diye bizi uyarmalarının o “kaos”la bir alakası var mıydı?) Tanıdık tehditler; Kaos çıkar, Kriz olur, Gerginlik tırmanır, Öcüler yer, Gulyabaniler gelir vs. Kaosa götürürmüş ülkeyi… Şaftı kayan bir adamın edasıyla konuşmuş S. DEMİREL. S. DEMİREL’in –hele hele olmayacak bir- “kaostan dolayı” uyarma girişimi kendi yaşamıyla asla uyumlu değil. Niçin mi? Yaşı müsait olanlar bilirler; 12 Mart’taki askeri muhtıra onun başbakan olduğu dönemde verildi. O da TBMM genel kurulunda halkın yani cumhurun saygınlığını, onurunu hiçe sayarak okuttu. O dönem genç bir milletvekili (Denizli) olan Hasan KORKMAZCAN S. DEMİREL’e; “Sayın başbakanım muhtırayı iade edelim” demişti de DEMİREL bu onurlu teklifi red etmişti. İşte bu S. DEMİREL o süreçte derin devlet/kontrgerilla vb. darbecilerin önüne geçmeyi başaramadığı (belki başarmak istemediği demeliydim) için ülkenin geçmekte olduğu “kaos” ortamını darbecilere emanet etti. Sadece şapkasını alıp kaçmayı denedi ve başardı da… Aynı S. DEMİREL 12 Eylül 1980 askeri darbesinde de başbakandı. O yıllarda ülke kan gölüne döndürülmüştü. Darbeciler sağcı ve solcu diye iki kampa ayırdıkları gençlerin ellerine silahlar tutuşturarak aynı silahlarla yeri geldiğinde sağcıları yeri gel(me)diğinde de solcuları öldürtüyorlardı. İnandığım bütün değerlere yemin ederim ki farklı köylerde, kasabalarda, illerde bu cinayetleri sağcı-solcu gençlerden ziyade “devletin içindeki yapılanmaların işlediklerini/işlettiklerini” duyuyorduk. Genç olmamıza rağmen biz de aynı kanaatteydik. Zira şahit olduğumuz izahı çok net o kadar olay vardı ki. İşte bu S. DEMİREL o cinayetleri önleyeceğine; “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” mealindeki sözleriyle gaflet deryasında yüzüyordu. “Bu terörü önleyemediği için” askeri müdahaleye kapı açtı ve nitekim 12 Eylül sabahı TRT radyolarından spiker, Hasan MUTLUCAN’ın askeri darbelerin vazgeçilmez marşlarından en anlamlısını S. DEMİREL’e gönderiyordu. Yani S. DEMİREL iki darbe ortamında başbakan… İkisinde de askere esas duruş gösterip şapkasını (önüne mi arkasına mı bilmem) alıp ülke yönetimini faşist ve diktatör darbecilere teslim etmişti. Neyi? Halkın/cumhurun kendisine emanet ettiği ülke yönetimini. Kime? Faşist darbecilere… İşte bu S. DEMİREL 1997 postmodern darbe döneminde de ülkemizde cumhurbaşkanıydı. Kurgularla bir “kaos” ortamının hazırlanmasında önemli bir figüran iken postmodern darbede başrol oyunculardan olmuştu. O zaman ülkenin anayasası, yasaları, halkın iradesi vs. umurunda değildi. Seçim meydanlarında kutsal kitabımız Kur’an’ı alıp öpüp halkın dini duygularını istismar ederken kanun, kural, vicdan, haysiyet gibi bağlayıcı hiçbir değeri saymayan S. DEMİREL, Cumhurbaşkanı Sn. GÜL’ün bundan böyle “resepsiyonlarda hanım davetlilerin tesettürlü olup olmadığına bakmadan davette bulunacağını” ilan edince birden aklına yasalar, kurallar geliverdi. Sahi bu S. DEMİREL yakın zamanda “devlet bazen rutin dışına çıkabilir” saçmalığında bulunmamış mıydı? Bu “rutin dışına çıkma” ifadesi güvenliğinden 1. derecede sorumlu olduğu kendi halkının katledilmesi üzerine söylenmemiş miydi? “Rutin dışına” çıkarak halkının katledilmesini meşru gören S. DEMİREL acaba hangi kanuna uyarak bu fetvayı vermişti? Yoksa S. DEMİREL’in “rutin dışına çıkma”ları kanun üstü bir durum muydu? Evet, Bu S. DEMİREL yaşadığımız kaosların, darbelerin, cinayetlerin bir yönüyle müsebbibi iken başörtüsü serbestisi için atılan adımları da “kaos” sebebi görme garabetini göstermektedir. Şimdi; S. DEMİREL’e masum, makul ve önemli birkaç soru sormak istiyorum; 1. Siz 1997’de sn. Yalım EREZ’e hükümeti kurma görevini verdiğinizde hukukun üstünlüğüne mi uydunuz? 2. Hükümet olduğunuz dönemlerde işlenen faili malum-meçhul cinayetlerle ilgili olarak hukukun üstünlüğü ile ifade edilebilecek ne yaptınız? 3. Bu cinayetlerden R. Uğur MUMCU’nun faillerinin bulunması için “şeref sözümüzdür” dediniz. Mahkûm ettiğiniz şahıslar; a) gerçek failler miydi? Onlar tetiği çekenler ise onları bu işe sevk edenleri ve amaçlarını bulmak için kılınızı kıpırdattınız mı? 4. Cumhurbaşkanı olduğunuz dönemde başörtülülere reva görülen ve bazen şiddete varan müdahaleler sizin hukuk anlayışınıza uygun muydu? (Bu soruyu geri çekiyorum. Zira bu sorunun cevabı kesin kes evet…) S. DEMİREL nere hukukun üstünlüğü nere? Zühre ve Süreyya yıldızları kadar birbirinizden uzaksınız hak ve hukuktan. Olsa olsa halkın lehine olan konularda despot, gaddar ve katı kuralcı bir şahsiyetsiniz. Cumhurun yaşadığı her yer onun değerlerine, örf ve adetlerine saygılı olmak durumundadır. Yoksa Cumhura rağmen bir durum oluşur ki o zaman kendinize uzaydan halk getirmeniz icap edecektir. Yani diyorum ki al hukukunu git başımızdan. Yeter sizin gibi hukuk deyip canımızı alanlardan çektiklerimiz.
-
Bunu sevdim, ben varım. İfşa edilecek her ne varsa buyurun. "ONE MINUTE"nin perda arkasını en iyi bilenlerden biri olduğuma inanıyorum.
-
Evet, Kanıma ve canıma ahd olsun ki MOSSAD ve avanelerinin işidir. Siz inanmazsanız MOSSAD ve İsrail'in amaçlarını bilmiyorsunuz demektir. Saygılar.
-
İran'dan gelen dolarlar olsaydı nereye gittiğini söylerdik. Gelen dolar yok ki giden yeri olsun. MOSSAD'iftira şebekesinin ABD kolunun füze yerleştirme planı öncesi Türkiye'yi sıkıştırma yalanlarıdır. Saygılar.
-
Irak'ı Çekoslovakya'yı, Yugoslavya'yı Kürtler bölmediler. Batılı, seküler, profon, totaliter anlayışın çökme zamanıydı ve çöktü. Ancak ülkemiz böyle bir tehlike yaşamamaktadır. Bizler adil, eşit demeyelim mi? Bizler "Kürt ve Türkler kardeştir ve kardeşliğin gereği ne ise o olmalıdır" deyince bölünecek miyiz? Eğer bu talepler bölünme gerekçesi ise hepimize geçmiş olsun biz çoktan bölünmüşüz. Saygılar.
-
İnatsa inat; Bölünemeyeceğiz. Eşit, adil, hakkaniyete uygun beraberlik.
-
Bölmek yok; İnsani ve doğuştan gelen haklar hiç bir kesimden esirgenmemelidir. Bö-lü-ne-me-yiz.
-
Bu ülkeyi istesek de istemesek de; NATO, SENTO, CENTO, ABD, BM bölünmemiz için yardıma gelse bile bölemeyiz. Bunu anlamamak için biraaaaaazzcık önyargısız olmak yeterli. saygılar.
-
Rabbim! İşte, halk olarak bu gibi konularla uğraşıyoruz ve bunun için yakarışa devam.
-
Rabbim! Benim Rabbim! Annemin-babamın, Sevdiklerimin-sevebileceklerimin, Sevmediklerimin- sevemeyeceklerimin Rabbi! Rabbim! Sevgilinin-en sevgilinin ve bütün sevgililerin, Bana arkadaş olanların-düşman olanların-tanıdıklarımın-tanımadıklarımın Rabbi! Rabbim! Eşimin-yoldaşımın-çocuklarımın, Akrabalarımın-komşularımın Yaşayanların-ölülerin-ölüm yolunda olanların Rabbi! Rabbim! Kolaylıkların-zorlukların, Dertlerin-dermanların, Çarenin-çaresizliğin Rabbi! Rabbim! Katilin-maktulun, Yüreği yanan annenin-sevinen gelinin, Gözleri yollara esir olanların-gözleri ömre bedel olanların Rabbi! Rabbim! Tutsak esirlerin-özgürlerin, Mazlumların-mağdurların, Kralların-reislerin Rabbi! Rabbim! Peygamberlerin-bilgelerin-cahillerin, Bebeklerin, çocukların, gençlerin, yaşlıların Hastaların, yolcuların, kölelerin Rabbi! Rabbim! Gecenin-gündüzün-zamanın Varlığın-yokluğun-canlıların-cansızların, Yerin-göklerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbi! Rabbim! Ey Rabbim! Ey âlemlerin Rabbi! Her şey sana ayan beyan ve her şeyin açığı, gizlisi senin için bir. Rabbim! Sen hiçbir şeye, hiçbir kimseye ve hiçbir zaman muhtaç değilsin, olmazsın. Ama ben sana hiçbir zaman olmadığı kadar muhtacım. Ve hiç kimsenin olmadığı kadar. Rabbim! Sana kimse(ler)i şikayet etmiyorum. Tam aksine kendi yetersizliğimi ve acizliğimi sunuyorum. Herkes dışımı biliyorken sen en gizlimi biliyorsun. Artık hiçbir şey bana deva olmuyor hiçbir şey… Kimsenin yardım ve desteği bana umut vermiyor. Bu sebeple beni ayakta tutan senin eşsiz ve sonsuz merhametine ne kadar da ihtiyacım var. Rabbim! Bugüne kadar senden dünya lezzeti adına (bir harikuladelik dışında) tek bir şey bile istemedim. Onu da seninle alış-veriş pazarlığı olmasın diye verip vermediğine bakmadan “candan öte” eyledim. Yine de yetmedi… Çaresizim Rabbim çare sende. Yalnızca senin teselline muhtacım. Rabbim! İmtihandayım biliyorum; hem de iki yönlü… Eğer bana basiret ve hikmet vermez isen (yok olmaktan yana telaşsızım ama) mahv olurum. Rabbim! Kalplerde geçenleri bildiğine iman ettim ama neden hala kalbimi sana açma ihtiyacı duyuyorum? Rabbim! Asla sana uzak ol(a)madığım halde sesimi duyuramama endişesi ile nedir bu avaz avaz bağırışım, zar-u figanım nedendir anlayamadım? Rabbim! Cayır cayır yandığımı görüyorsun ve sebebini sadece ve yalnızca sen biliyorsun. Neden ateşime bir damla su taşıyan İbrahim kuşunu gönderiyor ve sonra da yolda tutuyorsun? Rabbim! Erim erim eridiğimi fark etmeyen(ler)e, fark edipte dünya süsü kaygılarıyla aldırmayanlara lafım yok; ama sen beni kendinle tanıştırmaya layık bir insan eylemedin mi? Peki neden yalnızlıkla terbiye ediyorsun, neden? Rabbim! Ey Rabbim! Sadakatimi, sevgimi sınıyorsan biliyorsun ki yardımınla daima bugünkü gibiyim. Hal böyleyken çaresiz düşmeme izin mi vereceksin? Değilse neden beni param parça eyledin? Ve bütün parçalarımı da ayrı diyarlara dağıttın, bende kalan parçam ise yakıp yıkıyor zaten tarumar olan gönlümü. Ey Rabbim! İbrahim’in “mutmain” olma gibi bir derdi vardı ve ona öğrettiğin gibi alıştırdığı kuşlarını ayrı dağlara bırakınca senin izninle ona geri dönmüşlerdi. Peki benden parçalarımın bana dönüşleri mahşerde her şeye rağmen onu/onları aramamdan sonraya mı kalacak? Velev ki öyle bile olsa “mutmain”liğimde hiçbir zaaf olmayacağına göre neden? Rabbim! Ey sevginin kaynağı Rabbim! Sana ve halkına karşı sorumluluğumun bilincindeyim. Bu zorlukları gönderdiğin teselli ve destekle aşıyordum. Ama en büyük teselli ve desteğimi kaybediyorum korkusuna ilk kez yenik düştüm. Çünkü beni (t)aşan bir hal ile karşı karşıyayım. Ben senin adına söz verdim. Eğer “sözlerinize sadık kalın” emrine muhalefet olmasaydı biliyorsun ki beni hiçbir şey durduramazdı. Ve Rabbim! Beni kendi halime bırakmıyorsun değil mi? Yoksa seni tarife sığmaz bir şekilde ve sonsuza dek seven bir kulunu kaybeden olursan; Ben her şeyini kaybedenlerden olurum. Yakarış devam edecek.
-
REFERANDUM SONUÇLARI Referandum sonuçları gösterdi ki halkın tercihleri her şeyin üstündedir. Kimse kendini halkın önüne geçiremez, geçirmeye çalışmamalıdır.Propaganda konuşmalarında; Kimi zaman kırıcı, kimi zaman aşağılayıcı Bazen küfürlü, bazen de alaylı konuşmalar oldu. Ama netice itibariyle süreç halkın tercihiyle son buldu. Hepimiz bu karara saygılıyız. Sonuç aksi de olsaydı (saygı konusunda) durum değişmeyecekti. Sonuçlar ne demek istedi? Nasıl okumalıyız sonuçları? Sonuçları mercek altına aldığımızda halkın değişim ve dönüşümden yana olduğunu net bir şekilde görmek mümkün. Hayır diyenlerde de çoğunluğun değişimden yana olduğunu biliyorum. Ancak hayır’cıların nezdinde önemli olan bu değişim ve dönüşümün “kimin üzerinden” ve “nasıl” gerçekleşeceğidir. “Gizli ajanda” propagandasının kısmen tuttuğunu bu oylardan çıkarmak mümkündür. Ak Parti iktidarına güven duymayan önemli bir kesim aynı zamanda değişimden de yana vatandaşlardır. Tabi ki bu dönüşümün emin oldukları iktidarlar tarafından gerçekleştirilmesi onların hakkıdır. Mutlaka her iktidara güven duymayan kesimler olacaktır. Ancak değişimi esas alan bir iktidara yine değişimden yana olan vatandaşların güven duymaması iktidarın o kesimin kaygılarını gidermede yeterince çalışmadığına bağlamak mümkündür. Bu sebeple; Hükümet yeni anayasa çalışmalarına başlarken bu kesimin dışlanmadığını, onların kaygılarını anladığını bir şüphe bırakmadan göstermelidir. Bu değişiklik paketinin kabulü ülkenin önünü açmıştır. Artık geri dönüşü olmayan bir ilerleme sürecine giren Türkiye, özellikle insan hakları konusunda en üst seviyeye gelmenin gayretine girmelidir. Elbette ki siyasi ve ekonomik gelişmişlik bu konuyla direkt alakalıdır. Ama öyle inanıyorum ki insan eksenli/merkezli bir anlayış bunu başarabilir. Gelelim oy oranlarına; Evet oylarının bu oranda (%58-63 arası) çıkacağını bekliyordum. Bunu halkın anayasa maddelerinin ideolojik kaygılardan uzak okuyabileceklerini düşündüğüm için inanıyordum. Ancak MHP’nin “kara milliyetçilik” propagandası tutmuşa benzemiyor. ÖCALAN ve PKK evet oylarının oranını -sandığa gitmeyerek- düşürttüğü halde meydanlarda Ak Parti ile yandaş gibi anlatıldı. (Bu tarz-ı siyaseti sevmediğim için referandum boyunca değinmedim) Her neyse, Hayır oylarının yine belli bölgelerde yüksek çıkması Ak Parti’nin geçen süre içinde o bölgelere yönelik ciddi “ikna” çalışmasına gitmediğini gösteriyor. Anlaşılan iktidara talip partiler referandumu (yaklaşan genel seçimler için) ciddi bir veri olarak alırlar. Eksiler ve artılar doğru yere atılırsa kazançlı çıkmak zor olmasa gerek.
-
Zat-ı alinizin buyurdukları gibi bir daha okudum ve önceki gibi doğru anlamışım. Yazım Nuro ile alakalı. Taş atan çocuklar konusunda ayrıca yazmıştım. Şimdi söz konusu Nuro. Allah var siz de himmet buyurup bana cevabı verdiniz; Zaten Nuro öyle ölmeseydi mayınla ölecekti (Allah Allah malum olmuş size, Bence şöyle bitirmeliydiniz; Nuro mayınla da ölmeseydi Yeşil, Mavi, Mor ya da "yeşilimsi" biri öldürecekti) Ne söyleyebilirim ki? Haklısınız.
-
Özür diliyorum politika... Çünkü siz "bazı gerçekleri dile getirdiniz!" mesela: Nuro hiç taş atmamıştı, siz de attı demediniz, Nuro'ların köyünde polis yok ki saldıra, siz de saldırdı demediniz, Nuro ömründe otobüs görmedi ve molotof kokteyl nedir telafuz bile edemez. Nuro ... neyse özür diliyorum.
-
Sonrada ne mi oluyor;bir koro halinda agitlar düzülüyor,Nuro Öldü diye.Kimdi Nuro?Cocuk peki cocuk niye tas atar,cocuk mayinli arazide ne arar,cocuk neden polise karsi gönderilir?Kim gönderir. Pes vallahi! Yazıyı okumadan ezbere, önyargılı olunca böyle olur sayın politika; Nuro taş atan bir çocuk değil, polis yok köylerinde, mayın falan hak getire... Nuro'dan özür dilemelisiniz. Zira o bunları yapmadı. Sadece atlarla beraberdi, ;ran'a kaçak mazot getirmek için. Sadece diğer vatandaşlarımızın kaçak çay, sigara, benzin, kumaş vs getirdiği gibi. Ya böyle sayın politika. Nuro'nun ruhu sizden özür bekliyor. Siz bilirsiniz.
-
Türk ve Kürt çocuklarının kanının akmaması için (aklı olmasa da) ağzı olan konuşuyor. Hem de söylediklerinin bir karşılığının olup olmadığına bakmadan. Bir akıllı! çözüm önerisi Rize Belediye Başkanı’ndan geldi. Tanımasam çözümün en az 50 yıl daha gecikmesi için söylenmiş bir söz diyecektim. Neymiş efendim; Kürt kızlarla evlilik yapalım. Hani dinimizde dörde kadar evlilik “helal” ya!.. Akraba olacakmışız, hasım-hısım ilişkisi düzlüğe çıkaracakmışız! E zaten Kürt kızları-kadınları çok da duyarlı ve( dilim kurusun) onurlu olmadıkları! için kuma olarak almanızda ne sakınca var ki? Üstelik al-i cenaplık yapıp imam nikâhı da kıyacakmışsınız. Metres lekesinden de böylece kurtaracakmışsınız… Başkan, Siz sadece “Kürt kızlarına ikinci evliliği reva göreceğinize birbirleriyle evliliklerinin daha da yaygınlaştırılması gerekir” deseydiniz anlayışla karşılardık. Ama kuma olmalarını istemeniz ahlaken ciddi sorunlar barındırır. Başkan Bey, Ne dediğinizin farkında mısınız? Kulaklarınızı göbeğinizin dışında engelleyen bir şey varsa bilmiyorum. Allah aşkına sağlığınız yerinde mi? Kafanıza kavanoz düşmemiş ise, Karadeniz’in temiz havası çarpmış olmasın? Ya da yeni bir provokatörlük değilse –ki öyle olduğuna inanmıyorum- o zaman fazla yemek mi çarptı? Bir anlık gaflet miydi? Başkan, Dilim varmıyor söylemeye (çünkü sizi iyi tanıyorum) Bu talihsiz açıklamayı veya saçmalamayı bir Kürt siyasetçi yapmış olsaydı nasıl karşılardınız? Ne kadar onur kırıcı değil mi? Başkan, Dikkat edin uzatmıyorum. İyi niyetliyiz, isteseydim sayfalarca yazar ömrünüzce unutamayacağınız ifadeleri kullanırdım. Şükür ki partiniz sağduyulu davrandı. Ve zamanında harekete geçerek inceleme-soruşturma başlattı. Benden size bir teklif; Gelin geç olmadan özür dileyin ve “bir anlık gaflete düştüm” deyiverin. Yoksa bu iz silinmez, bu böyle biline…
-
Pardon anlamadım! Terör örgütü nasıl neden olmuştur acaba? Kaza sonucu Allah sabır versin denemez miydi? Terör örgütü Ceylan'ı koyun gütsün diye zorlamış mıydı da biz duymadık? Sahi ben ne diyorum ki?
-
Ceylana üzülen oldu da biz mi duymadık? Ceylan için kim kimi kınadı bilelim. Tam dersi kamuoyu ve basın dilini yutup sustu.
-
Şiddetin, öldürme sendromunun dini-imanı olmadı gibi statü ve cinsiyeti de yoktur. Bir kere öldürme meşrulaşmış ise ve “öldürdüklerinizin sayısı ile acısı ne kadar çok ise o kadar karlıyız” anlayışındaysanız öldürürken hiçbir ayırım yapmazsınız. Geçen gün İstanbul Halkalı’da bir askeri servis aracına yapılan saldırıda genç kızımız Buse hayata veda etti. Buse bir genç kız, üniversiteye hazırlanan, gelecek hayalleri olan bir kızımız. Elbette ki ne araçta bulunan ve ne de hiçbir insanın şartlar ne olur ise olsun öldürülmesini doğru bulmuyoruz. Ama Buse hiç ölmemeli ve öldürülmemeliydi. O bir genç, o bir kız, o ömrünün en zararsız çağını yaşıyordu. Yüreğimiz kan ağlıyor, ciğerimiz pare pere. Bir can daha asla öldürülmemesi gerekirken öldürüldü. Tıpkı Lice’li Ceylan’ımız gibi. Ceylan da genç kız olma yolundayken öldürülmüştü; koyun otlatırken. Nasıl oldu, neden olduyu tam olarak bilmeden. Ceylan yüreğimizi yakmıştı. İnsanlığımızdan utanmıştık. Yerin dibine girmiştik. Yerin dibine girdiğimizde Serap kızımız otobüse atılan bir molotof kokteylle yanarak can vermişti. Suçu otobüse binmek, suçu Türkiye’de yaşamak… Acılarımız üst üste gelmişti, yüreğimizin isyanını bastırmaya çalışıyorduk, olmadı. İzin vermediler. Savaş, kan, gözyaşı tek geçim kaynakları olanlar izin vermediler. Rahat ve huzur bize göre değilmiş. Buse neden vuruldu? Serap neden yandı? Ceylan neden avlandı? Bu sorulara dünyanın bütün düşünürleri bir araya gelip süresiz tartışsalar vicdanıma makul bir cevap bulamazlar. Buse dünyanın en masum insanı, Serap hakeza ve Ceylan en günahsız bir çocuktu. Bizler farklı saiklerle aynı acıyı yaşamadığımız için bu haldeyiz. Evet, ısrarla söylüyorum; Bizler aynı acıyı hissetmedik; Buse, Serap ve Ceylan bu ülkenin vatandaşları çocukları. Onlara eşit olarak acımızı ortaya dökemedik. Ceylan ve Serap öldürülünce tepkimiz yeterli olmuş olsaydı bugün Buse’miz hayatta olacaktı. Bugün bu sendroma “dur!” diyebilecektik. Ama inanın çok geç kaldık. Çocukların, gençlerin ölümleri de bizde kategorize; “Ceylan Kürt çocuğu o halde es geçebiliriz, Serap PKK tarafından yakıldı o halde vaveylayı koparalım” anlayışı çare olmuyor. Çocuklar bizim çocuklarımız, kızlar bizim… Biz nasıl ayırım yapabiliriz? Nasıl farklı değerlendirebiliriz? Dedim ya biz öldürülmeleri kategorize ettik? Vuran ve vurulana göre acımızı ortaya döktük. Oysa çocuk çocuktu, genç de genç. Üstelik masum insanlar. Ne zaman ki acımız bir, neşemiz bir olduysa o zaman bu kan içicilere karşı “dur” sözümüz anlamlı ve çözüme destek olur. Gelin ses verelim; Kim olursa olsun bizden can almaya kalkışırsa karşısında duralım. Kim olursa olsun öldürülürse aynı acıyı dile getirelim. O zaman yüreğimizin yangını dile gelince yankı bulur ve hiçbir silahlı güç bunun önünde duramaz. Hiçbir güç öldürmeyi bu kadar rahat düşünüp gerçekleştiremez. Yeter ki biz karşı dururken ayırım yapmayalım. Buse’mize, Serap’ımıza ve Ceylan’ımıza kast edenleri ayırmayalım. Yoksa 26 yıl daha kan içinde geçecek. Dayanabilene aşk olsun. Buselere, Seraplara ve Ceylanlara kıymayalım. Kıyanlara lanet olsun.
-
Maalesef haklısınız
-
Yazılacak çok şey var, söylenecek sonsuz söz… Aziz kardeşim, “şehadetten başka bir şey düşünmüyorum” diyen aziz yoldaşım tertemiz, yiğit ve onurlu insan şehid Ali Haydar’ı; birebir dostluğum, arkadaşlığım bulunan “esir” alınan aziz kardeşlerim Çelebi abi (hala nerde olduğu dahi bilinmiyor) Hakan, Salahatin, Hüseyin abimi (YENİCE), Bülent, Behcet (ondan da hiç haber yok) ve daha nicelerini anlatamıyorum. Ancak Şehid Ali Haydar BENGİ kardeşimden ve “esir” Hüseyin abimden bir özür diliyorum; Aziz kardeşim sizi yolculamak için Antalya’ya geleceğim diye söz vermiştim. Sözümü tutamadım ve biliyorsunuz ki elimde değildi. Hatta “beraber gidelim” dediğiniz gün ne kadar da sevinmiştim değil mi? Gerçi hakkınızı helal etmiştiniz ama yıkılmış bir insanın takatsizliğini anlatmak istedim. Seni/sizi seviyorum. Yazamıyorum, takatsizim. Hatta günlerdir yazamıyordum. Kara bulutlar vardı üzerimde. Bu yazıyı da zoraki yazmaya başladım. Peşinen hatalarımdan dolayı özür diliyorum. Şimdi olup biten ne? Söyle, söyle, söyle dilinde tüy bitsin ve sonuç bu olsun. Tamam, kendi hatalarımızı da kabul ediyor ve bedelini de seve seve öderiz. Ama Allah aşkına böyle mi olmalıydı? İsrail bunu yapabilmeli miydi? Buna cesaret edebilmeli miydi? Hayır hayır bin defa hayır. İHH insani yardım gemi filosu Gazze’ye yardım götürürken Akdeniz’in hem de uluslar arası sularında İsrail’in kanla büyütülüp askerleştirilmiş komandoları tarafından kanlı bir şekilde ele geçirilip İsrail’e götürüldü. Bu işin görünen tarafı. Ancak asıl olan biten başka; Gelinen noktada görüldü ki yılanla aynı yorgan altına girilmez. Girilirse sonuç böyle olur. Sahte ve zoraki dostluk bitti. Türkiye ile İsrail artık ABD ve batılı ülkelerin menfaatleri gereği dost değildirler. Türkiye bunu anladı ama kavradığından endişeliyim. Bugüne dek yazılarımda lafı hep yalın/çıplak kullandım. Okuyucu yazdıklarımı “ne demek istedi” demeden anlayıp kavradı. Acaba katilliği tarihten gelen İsrail Devletinin bu kanlı eyleminin karşılığı ne olmalıdır? Şimdi de aynen söylüyorum; Türkiye ne yapmalı sorusunu cevabı her akıl sahibince bilinen şu soruyla cevaplayalım. Çünkü sorunun en net, en açık, en berrak en mert cevabı soracağımız sorunun açık ve seçik cevabındadır. “İsrail korsan devletinin insani yardım gemilerine yaptığı kanlı eylemi başka bir ülke İsrail’in yardım gemilerine yapsaydı İsrail devleti ne yapardı” sorusunu sormamız yeterlidir. Misilleme yapardı İsrail. Çünkü İsrail yapacaklarını eğip bükmeden yapıyor. Gemileri vururken de aynı şeyi yaptı. Peki neden? Bu yardım gemileri vurulmadan da İsrail istediği sonucu alamaz mıydı? Elbette ki alırdı. Hem de hiç sorun yaşanmadan. O zaman İsrail neden kan akıttı? (Yaradılışı gereği) cevabını geçiyorum ve İsrail’in açıkça şunu istediğini haftalar, aylar öncesinde yazdım. Kimileri uyardığı halde korkmadan, bıkmadan yazdım: İsrail savaşmak zorunda, İsrail “ONE MINUTE” ile kaybettiği prestijini kazanmak zorunda. Bunun için de Türkiye’yi içerden MOSSAD ve yerli uzantılarıyla sıkıştırıp darbeyi vuracağını yazmıştım. Keşke haklı çıkmasaydım. Şimdi ne oldu? Karadenizli Temel haftalarca “ölüyorum, ölüyorum” diye inlemiş ama aldıran olmamış. Sonra ölüm vaki olunca söylenmiş akrabaları; rahmetli hep söylerdi de inanmadık. Temel de mezar taşına yazdırmış; Şimdi inandunuz mi? Evet, şimdi inandınız mı? Ama inanın çok geç oldu. Çünkü İskenderun Deniz İkmal Komutanlığına yapılan saldırıyla size önce uyarı mesajı verildi. Sonra gemilerdeki vatandaşlarınız katledildi. Efelenmekten başka ne yapabildiniz ve ne yapabileceksiniz? Silahın icadıyla efeliğin dönemi kapandı. Adamlar; Silah bende, MOSSAD gibi operasyonel kabiliyeti yüksek timler bende ABD de benden yana… Varın yapacağınızı yapın diyor. Biz ise özür ve İsrail kabinesinin düşmesini yeterli görüyoruz. Zaten kabine kanla birbirine bağlı ve İsrail hükümeti zaten istifa edecekti. Çünkü koalisyon partileri anlaşamıyorlar. Bu hükümet düşmüş ne kalmış ne… Evet, önce İskenderun baskını ardından gemilere kanlı baskın. Ne demek istedi İsrail? “Bakın, beni zora düşürecekseniz yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır” diyerek gözdağı verdi. Şimdi düşünüyorum mesaja “eyvallah kabul” deyip kükremekle mi yetineceğiz? Gidişata bakılınca maalesef böyle. İşi “uluslar arası sorun” görüp çözümü de uluslar arası çözümde mi arayacağız? Maalesef bu sorunun da cevabı evet oluyor. Beyler bitersiniz, bütün kazanımları kaybedersiniz. İsrail’in; “Orta doğu benden sorulur” iddiasına kabul demiş oluyorsunuz. Şu da var ki İsrail kaybetti, İsrail yanlışların büyüğünü yaptı ama bu arada bize de olan oldu, bilen bilir. İsrail’in eli kana bulaştı deniyor; Yok ya, İsrail ilk kez mi kan akıtıyor? İsrail İsrail olmadan önce bile eli kanlıydı. Şimdi mi eli kana bulaştı? İsrail yapacağını yaptı sıra sizde ve yapacağınız tek şey var: Aynıyla değil daha ağırıyla mukabele yapılmalıdır. Bildiğiniz MOSSAD elemanlarını derhal etkisiz kılacaksınız, İsrail korsan devleti ile bütün ilişkilerinizi kesersiniz. Heron meron derdine düşmeden… Çünkü İsrail size savaş açmış masum vatandaşlarınızı öldürmüştür. Savaşın birinci ayağını kaybettiniz. Bundan sonrası sizin tavrınız belirler. Yoksa sürece bırakıp soğutma yoluna giderseniz tarih sizi asla affetmeyecektir biz de… Tekrar söylüyorum ki yapılacaklar bellidir. Acilen de yapılmalıdır. Defalarca söyledik, İsrail başka hesaplar peşinde, gerekeni yapmazsanız hesaplarının faturası ağır olur. Gerekenler zamanında yapılmış olsaydı bu hale gelinir miydi? Dandik kaset kayıtları ile ödü kopanların yapabileceği fazla bir şeyi olamaz. Son söz; İsrail yaptığını fazlasıyla ödemelidir. Hükümet derhal harekete geçmelidir. Bana “İsrail ile aramızda savaş çıkartmak istiyorsun” diyenlere; Ben asla savaş istemedim ancak hamlelerde geri kalmamak gerek dedim. Şimdi; Siz savaş çıkartmadınız İsrail çıkarttı ve bir adım öne geçti. (hemen belirtelim ki İsrail bu yaptığı insanlık dışı eylemiyle orta ve uzun vadede kaybedecektir, o başka) Şimdi ki hedefi hükümeti yıkmak olacaktır. Terörü arttırmak, vatandaşları sokaklara sürmekle vs. Ne diyelim Allah affetsin.
-
Çok çok haklısınız!
-
Çocuk Kalkan falan değildi. Ebeveyni cehalet ve yoksulluktan dolayı onu da beraber götüreceklerdi. Olay köyün hemen çıkışında meydana geliyor. Kimseyi kınamıyorum. Sebep ne olursa olsun çocuk vurulmaz. Kaldı ki kaçakçılıktan dolayı büyük de vurulmaz. Çocuğun çocuk olduğu alnında, ayağında, elinde, belinde, gölgesinde yer yerinde yazılı... Çocuğun çocuk olduğu bilinmez mi?