Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Ahmet AY

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    332
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Ahmet AY tarafından postalanan herşey

  1. Evet Güler ZERE çok mutlu; Kalmış ise birkaç aylık ömrünün geri kalan kısmının ızdırabını ve kanserin verdiği dayanılmaz acısını ailesiyle hafifletecek. Peki ya Yeşiller nasıl mutlu mudurlar?
  2. Evet sayın dominik, biz sorunlarımızı asgariye çekersek bizim üzerimizde oyun oynayanlar etkili olamayacaklardır. Sorun yıllarca "kuzu sarması" ülkenin MOSSAD'ının ne zamandan beridir bu ülkenin yumuşak karnını delik deşik ettiğidir. Bunun görmezden gelinmesine içerleniyorum. Elbetteki biz kendi sorunlarımızı anlamsız gerekçelerle büyütüp besliyoruz ve yabancı servisler de bunu fırsatbilip kaşıyorlar. Yanlış çoğukez olduğu gibi bizde...
  3. "Büyük abileriniz ABD ve AB neyin pesindedir.Iran'da Irak'ta ve Türkiye'de neyapmaya calisiyor.Suriye ile alip veremedikleri nedir.Ahmet AY arkadasim,bunlari sordunmu kendine hic.Büyük Kürdistan kimlerin hayallerini süslüyor?Barzani nerenin baskani,nasil baskan oldu Barzani.Kim onu baskan yapti.Irak niye bölündü?Kim böldü Irak'i,Irak'in bölünmesinde kimlerin isbirligi vardi.Ahmet AY kardesim,yazin cok güzel ama hepsi degil.Bence biraz daha düzeltme yap sen o yazinda." Az önce bir arkadaş aradı, yukarıda alıntıladığım bölüm ile ilgili olarak; "dikkatinizden kaçmış mıydı" dedi. ABD, AB ve türevleri asla bie "yakın"olamazlar bu böyle biline. Ömrümün 30 yılını emperyalizme karşı mücadelede geçirmekteyim. Bunu elalem bilir dostum. Herkes ensesine baksın. Diğer yazılarım okunsa kimlerle olduğum anlaşılacaktır. Saygılar.
  4. Dersimde bir şeycikler olmamış mı? İnsaf tarihimize bakalım yeter...
  5. Sayın dominik; vet ülkemizin ürettiği ve de türettiüi saorunlrdır bu çektiğimiz, yaşadığımız olumsuzluklar. Ancak bizim dışımızda bu sorunun sürmesini isteyenler kimler? Bu konuda çabalayanlar kimler? Ona dikkat çekiyorum.
  6. İsrail eğer bu sorun(lar)la ilgilenmezse İsrail olmaktan cıkacağı gibi İsrail devleti diye bir devlet de kalmaz.Ama bunu anlamak dahi olmaya gerek yok. 1923'lerde de İsrail'i Orta doğuya getirenler vardı. İngilizler, Fransızlar...
  7. MOSSAD ve KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ “Netanyahu, İsrail'in Suriye ile barış görüşmelerini, ön koşulsuz olarak yeniden başlatmaktan yana olduğunu ifade etti ve ‘Ben doğrudan görüşmelerden yanayım... Ama bir aracının karışması gerekiyorsa, adil bir aracı lazım' diye konuştu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 'objektif ve ön yargısız bir arabulucu imajını uzak olduğunu' savunan Netanyahu, 'Fransa arabulucu olmak isterse, biz hazırız' diye konuştu”. Yukarıdaki paragraf gazetelere yansıyan haberden kısa bir alıntıdır. Aslında çok şey ifade eden bu kısa alıntı artık yeni bir Ortadoğu düzenine doğru gidişin kodlarını da içermektedir. Tabi, bu haliyle çok hayati bir anlam vermenin yeterli doneleri bulunmamaktadır. İsrail meclis başkanının görüşmelerinde yaşanan gerginlikler ve bu görüşmeler esnasında kullanılan ifadeler iki ülke ilişkileri için “n’oluyoruz” dedirten seviyeye geldiğini göstermektedir. İsrail Büyükelçisinin Karadeniz turu ise bütün çıplaklığıyla ilişkilerin seyrini gözler önüne sermiştir. Tam da böyle bir süreç yaşanırken TBMM Kürt/Kardeşlik açılımı görüşmeleri için toplanmış ve siyasi parti temsilcileri grupları adına konuşuyorlardı. 13 Kasım günü meclisteki oturumla ilgili olarak Ak Parti grubu sözcüsü Ömer ÇELİK’in konuşmasını dinlememi isteyen bir arkadaşa “aradığımı bulamazsam yandın” dedim. Konuşma uzun sürdü, sayın hatip olumlu olmasına olumlu konuştu ancak gelen telefonu karşılayacak bir şey buladım. Arayıp “bugün yarın bana vuruş mesafesi kadar yaklaşma” dedim. Cevaben, “bekle bir, konuşma daha bitmedi” dedi. Tam bu konuşma biterken hatip Ömer ÇELİK mealen; “Bugün bu açılıma (Kürt/kardeşlik açılımı) karşı olanların (CHP ve MHP kastediliyor) hangi yabancı gizli servisle aynı tarafa düştüklerine bir baksınlar” dedi (gerçi aradığım bu değildi ama neyse). Dedi de bu öyle hafife alınacak geçiştirilecek “laf” olmaktan öte bir tespittir, hem de iktidar partisinin tespiti. Çünkü sözcü 7 yıldır ülkeyi yöneten iktidar partisinin grup sözcüsü. Hem de Sayın başbakanın ilk günden itibaren danışmanlarından biri. İlgili konularda sayın başbakanın en çok danıştığı bir siyaset bilimci kimliğine de sahip Ömer ÇELİK… Anlayacağımız ifadelerinin altı çizilirken bütün bunlar hesaplanmıştı ve boşuna değildi. 2 gün aralıklarla gelen bu ifadeler Türkiye-İsrail ilişkilerini anlatmaya yeter artar bile. Daha düne kadar kuzu sarması iki ülke “birbirine posta koyuyor, güvensizliklerini yüksek sesle dile getiriyor ve neredeyse ‘çık git dünyamdan’ diyecek hale gelebiliyorlar”. Sanır mısınız ki iki ülke arasındaki ilişkinin bu duruma gelmesi sadece “one minute”den kaynaklanıyor olsun. Belli ki öncesi ve/veya sonrasında farklı gelişmeler olmuştur. Şimdi beraberce Sayın ÇELİK’in konuşmasında ifade ettiği ve altı tarafımca çizili ifadelere yakından bakalım ve cümlenin öğelerini -biraz da bozarak- moleküllerine ayıralım: “hangi yabancı gizli servisle aynı tarafa düştüklerine bir baksınlar” Kimler baksınlar? CHP-MHP Neye baksınlar? Düştükleri tarafa? Kiminle, hangi yabancı servisle? Harikasınız ben de cümleye; Ömer ÇELİK’in tespitine anlam vermeye başladım. Hatta ve hatta “hangi gizli servis” sorusunun cevabı da sizde olduğu gibi benim de zihnimde netkleşti: MOSSAD… Aman Allah’ım! Yeryüzünün en lanetli, en fesat, en katil, en şer … en kir(li)leri pazara çıkmış servisi olan MOSSAD ile aynı tarafa düşmek… Allah korusun! En makul, en yararlı şeyi hedeflese bile MOSSAD’la iş yapmak yalnızca şer verir. Ancak ben bu MOSSAD’la muhalefet partilerinin “aynı tarafa” düşüşlerine takmıyorum. Doğrusu beni çok ilgilendirdiği de yok. Hatta doğru olup olmaması da beni ırgalamıyor… Beni ilgilendiren 1. MOSSAD’ın “Kardeşlik Projesini” neden istemediğidir? 2. Ve ayrıca bu sorunun çözümünü istemediğine göre bu güne kadar “taraflara” ne tür “katkılarıyla” sorunun sürmesine katkıda bulunmuştur? Öncelikle ilk soruyu cevaplayalım: 1. Kürt sorununu çözmemize MOSSAD neden karşıdır? Elbette ki farklı sebepler bulmak mümkündür. Ancak isterseniz bunları sadece iki gerekçe ile sınırlandıralım; “Milli birlik ve bütünlüğümüze çok değer verdikleri için!” “Kardeşkanının akmasını istedikleri için” Bence şıkkı; “Kardeşkanının akmasını istedikleri için”. Evet, MOSSAD hiçbir zaman ülkemizin güçlü, sorunsuz, ileri, uygar bir ülke olmasını istemedi ve de istemeyecektir. Bunu ortalama zekâya sahip herkesin bileceğini sanıyorum. Bu kadar açık-seçik bir gerçektir mesele. Zira MOSSAD -işine geldiğinde kurcalaması için- el altında Kürt sorunu hazır varken bitmesini istemez. Çünkü yeni bir sorun türetmek, yeni bir örgüt üretmek ve yeni bir kaos ortamını oluşturmak çok zordur. Öyleyse Kürtlerle mevcut sorun kaşındıkça kaşınmalı ve gerektiği zaman Türkiye aleyhine kullanılmalı. Sayın Ömer ÇELİK bu ifadeyi “laf ola beri gele” diye söylememiştir. Muhalefet partilerini uyarırken aynı zamanda MOSSAD’a da bir mesaj vermiştir. “Ey MOSSAD! Senin ne ‘nonoşluklar’ yaptığını biliyoruz…” “Kimleri (nasıl) kullandığını biliyoruz” Kullanılanlara da “Kullanıldığınızı biliyoruz siz bilmiyor olsanız da…” demek de olmuyor mu acaba? MOSSAD mesajı almıştır. Hatta hatta karşı hamleye de başlamıştır. Gereğini ne, ne ile, nasıl, kimlerle ve nerede yerine getirecektir sorularını cevaplamak için “KAFES”ten çıkmak gerek. 2. sorumuzun cevabını yazamadıM. Neyse ”Kafes” üzerine yazacağım yazıda konuya farklı açıdan da bakıp cevap arayalım.
  8. Benim yazımda sadce ve yalnızca ölümle pençeleşen kanser hastası bir mahkumun affıyla ilgiliydi. Buralara çekmeyi insafla bağdaştırmıyorum.
  9. "Katillere iş ev ve tazminatlar ödeniyor.buna ne diyeceksiniz". Sayın Kaplan Yazınız -ki haberlerden alıntı olduğu anlaşılıyor- yazı olmaktan öte birilerini tahrik ve teşvik etmeye yönelik acınılası bir döküm... Bu iktidarın elbetteki yanlışı, hataları vardır ve de olacaktır. Ancak ülkenin beraberliği, kardeşliği ile ilgili bir zaafiyet içinde olduklarına asla inanmıyorum. Yukarıda alıntıladığım ve bir alt başlıktada gördüğüm; "Katillere ev, iş ve tazminatlar" yine başka bir yazının alt başlığında; "Teröristlere TOKİ'den ev..." gibi uyduruk şeylerle sadece birilerini galeyana getirebilirsiniz o kadar. Sayın Kaplan-200 eğer siz alıntıladığım bölümle ilgili samimiyseniz ispatlarsınız. Bir şekilde ispatlayabilirsiniz: Bütün Kürtleri terörist ilan edersiniz olur biter.
  10. Ahmet AY

    HUKUK-MUKUK

    HUKUK-MUKUK Bir ülkede eğer hukuk “mukuk”laşıyor ise ve bu devletin en üst düzey yetkilisinin zikrine dönüşmüş fikri ise; way limine… Eğer bir ülkede üst düzey hukukçu(lar) hukuku “mukuk” (367, taş atan çocuklara inanılmaz hapis istemleri, hortumculara af…) anlayışıyla görüp o şekilde karar veriyorlar ise; way limine… Eğer bir ülkede devletin en tepesinde yer alan zat (cumhurbaşkanı rahmetli ÖZAL -ki kendilerini rahmetle anıyorum) “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz ” diyor ve gerçekten de “mukuk”laştır(ıl)dıktan sonra “bir şey” olmuyor ise; way limine… Hukuk en son bile terk edilmemesi gereken “ilke” olmalıyken bizim ülkemizde “mukuk”laştırılabiliyor ise; way limine… Darbecilerin hesap vermemesini düzenleyen yasal ve/veya anayasal hükümler hala olduğu yerde duruyor ve hukukun "mukuk"laşması sağlanıyor ise; way liminé… Güler ZERE kansere yakalanıp sayılı gün sayıyor ve hukuk “mukuk”laştırılğı için buna dilsiz kalıyor ise; Way limine… Yıllar önce yazdığım bir oyunda kentin ana artellerinde yolların bozukluğunu ifade etmek için sürücüye bir replikte; “yollarımız çukur-mukur dolu abrayla geldik ama burnumuzdan geldi” şeklinde söyletmiştim. Tam da benzeşen bir edayla söyleyiverirler bizim üst düzeydeki sorumluluk sahibi yöneticilerimiz: hukuk-mukuk; çay-may, kedi-medi, çukur-mukur, peynir-meynir… Olmaz, olamaz böyle bir şey, İnanılır gibi değil! Hukuk bir ülkede “çukur-mukur”un “mukur”una benzetilmişse, ya da “mukur”laştırılmış ise; way limine tabi ki… “Way limine”; Vah/veyl bana yerine geçer kırmanci şivesinde. Şimdi şu duruma bakın Allah aşkına: Hukuk yani devletin yasalarla belirtilmiş hakları yine devlet erkânınca “mukuk”laştırılıyor. Yani hukukumsu, hukukumtrak, hukukvari bile değil. Hukuk bu şekliyle cıvıklaştırılmış, yeri gelince hukuk, yeri gelmeyince de (nasılsa artık) “mukuk” oluveriyor. Kısacası hukuk; “Ya kardeşim ne hukuku? Hukuk ne gezer” türü bir garibi hilkat ediliyor yetkililerce... Way limine… Oysa medeni, çağdaş, özgürlükçü, sosyal ve hukuk devletinde böyle bir şey mümkün olabilir mi? ABD’de, Avrupa’da, gelişmiş diğer ülkelerde böyle bir saçmalık düşünülür mü? Alimallah bu yetkili ağzıyla kuş değil kuş sürüsü bile tutsa yetkileri ellerinden alınır. Ya bizde? Nerede o hukuk? Beyler hukuk bir ülkede “mukuk”laşırsa o ülkede artık hiç kimse emniyette değildir. Hiç kimsenin hak garantisi, hak arama garantisi, haksızlık ve zülme uğramama; uğradıktan sonra da hakkına kavuşma garantisi olmaz olamaz. Nasıl olsun ki? “Birilerinin işine gelince hukuk” anlayışının tek garantisi! vardır: Her an herhangi birimizin hakkı ve hukuku ayaklar altında pert edilebilir. Zaten ülkemizin de çağdaş bir demokrasiye, en ileri seviyedeki insan hakları bilincine ve eşit, adil, dengeli bir paylaşıma sahip olamaması “hukukî anlamda evrensel normlardan ve uygulamalardan” uzak durmasındandır. Ülke yönetimi vatandaşının eğitim, bilgi ve bilinç düzeyinin artmasını ancak ve ancak yukarıda saydığımız olmazsa olmaz koşullarla gerçekleştirebilir. Ama gelin görün ki 70–80 yıl boyunca –zaman zaman demokrasiyi darbelerle askıya alma cüreti de dahil- her yol denenerek ülkenin ilerlemesi durdurulmuş hatta ve hatta gerilere götürülmüştür. Anlaşılan odur ki birileri tarafından yine aynı çağdışı durum arzu edilmekte… zira hukuku “mukuk”laştırma projesi ve hukuka düzenlenen sabotajlar bu kötü amaca hizmet etmektedir. Peki, Buna seyirci mi kalacağız? Bunu söyle(n)memiş mi kabul edeceğiz? Yahut; “olsun canım ne var bunda, demişse demiş amaaaaan boşver” mi diyeceğiz? Demokratik, hukuki haklarımızı “mukuk”laştırmalarına izin mi vereceğiz? Asla! Öyle yağma yok! Yine demokratik ve hukuki haklarımızı kullanıp buna izin vermeyeceğiz. Çünkü kolay elde edilmedi bu hak-hukukumuz. Cesedimizi çiğnetir hak ve hukukumuzu “mukuk”laştırmayacağız. Bu böyle biline… Yoksa; Way limine…
  11. Haberlerde duyduğumuza göre Güler ZERE ömür yeterse "tedavi olmak üzere" artık serbest. Ancak bir kaç hususa değinmem gerektiği kanaatindeyim. 1. Hiç kimse bu yazı bağlamında "Güler ZERE uçsuzdur" dememiştir. Suç, suçlu yargılarına kamuoyu vicdanından öteye Kamu adına bağımsız(sa) yargı belirler. 2. "Güler ZERE avfedilsin" diyen de olmadı; sadece "amansız bir hastalıktan dolayı mahkûm terörist, gagster vs. olsa da daha insani ve sağlıklı koşullarda tedavisi yürütülmeli ve iyileşince de cezasına devam edilmeli" dedik. Böylesi durumlarda -ZULU kabileleri ve bu anlayıştaki ülkeler hariç- her devletin tanıdığı haktır. 3. İdeolojik olarak, dünya görüşü ve okuyuşu babında Mahkûm ve hasta olan Güler ZERE ile hiç bir yakınlığım söz konusu değildir. Ancak "insan"lık ortak paydası ve bir İnsan Hakları Aktivisti olarak "mağdur her kim olursa olsun yanında olmamın gerekliliği" temel ve vazgeçilmez ilkesince böyle bir yazıyı kaleme aldım. Dilerim bir daha bir mahkûm böylesi bir hastalığa yakalanmaz. Ancak hangi suçtan olursa olsun, dünya görüşüne bakmadan yanında olacağımı burada ilan ediyorum. 4. Yorum ve eleştirileriyle katkı sunan herkese minnettarlığımı sunuyorum. Saygılarımla.
  12. Yazımda da ifade etmştim;Güler ZERE'nin dünya görüşüne katılmıyorum. Yazılarımda nasıl bir fikriyata sahip olduğum rahatlıkla anlaşılabilir. "Kim olursa olsun zalime karşı ve kim olursa olsun mazlum ve mağdurun yanında olmak gerek" anlayışımın temelini oluşturur. Bu -asla yaptıklarını tavsip etmemekle beraber- OKKIR için de bir başkası için de geçerlidir. Suçlu veya değil; hastalık vb. durumlarda bir mğduriyet söz konusu ise farklı bir muameleyle bu mağduriyet giderilmelidir diyorum ve bu konuda ısrarlıyım.
  13. Bir insan, herhangi bir insan; kim olur ise olsun, cinsiyeti, ırkı, siyasal düşüncesi, dinli-dinsiz anlayışı fark etmeden yalın insandan yanayız. Elbette ki OKKIR için de aynı şey geçerli. Onun da can emniyetini sağlayamayan yetkililere tepkimizi dile getirdik. Hiç kimse suçu ne olursa olsun ölüme terk edilemez, edilmemeli. Söylemek istediğimiz bu...
  14. Güler ZERE'nin cezasını çektiğini/çekmekte olduğunu ve çekmesi gerektiği konusunda bir itirazımız olmadı. Ancak böyle bir hastalığa yakalanan biri (hangi suçu işlemiş olur ise olsun) sağlığına kavuşturlmalıdır. Ve bunun için af da dahil her seçenek göze alınmalı. Bunu istemek farklı, cezasız kalsın farklı birer yaklaşımdır. Güler ZERE öldürme eylemine katıldı diye hastalıklı bir halde ölüme terk edilmemelidir. Evet, Önce Güler ZERE sağlığına kavuşturulmalı.
  15. "GÜLER ZERE ÖLÜRSE TÜRKİYE EKSİK KALIR" Sayın başbakan Ak Parti Genel Kongresinde yüzyıllardır bu halkın şu veya bu kadarının sevdiği saydığı şahsiyetleri -bütün ülkeyi baştanbaşa kucaklayacak şekilde- isim isim saygıyla yâd ederek takdiri hak etmişti. Ülkemin insanı yöneticilerinin böyle bir söylem geliştirememenin, bu dili oluşturamamanın ağır bedellerini ödemekteydi. Doğrusu bedel ödemekle çok da mesafe alınmıştı. Bu yüzden sayın başbakanın birkaç kezdir ülkeyi kuşatıcı söylemini vurgulaması bizim yarınlara bir hayli umutla bakmamıza vesile olmuştur. Ancak; Bilinmesi herkesçe malum olan odur ki bu söylemin pratik bulması veya hayata geçeceğine dair sağlam karinelerin varlığı ümidi pekiştirir. Bazen henüz münbit olmayan ortamlarda; zamanından önce söylemlerin söze dökülmesi, fikrin açığa çıkması tehlikeli olmaktadır. Zira toplumun inanması, beklenti içine girmesi akabinde hayal kırıklığına uğraması gibi durumlar arzu edilmeyen sonuçları beraberinde getirir. Biz sayın başbakanın ülkeyi bir baştan öbür başa kuşatan ve kucaklayan konuşmasının ümitlerimizi pekiştirebilmesi için zamanın çok uygun, şartların elverişli ve ortamın oldukça müsait olduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki; Aylardır bir çığlık ortalığı kaplamış Bir zar-u figan Bir duyarlılık arayışı Biliyoruz suçlu cezasını çekmeli, hatta bu konuda hiç bir iltimasın, kayırmanın olmaması lazım. Öyle ki “cezanın caydırıcılığı” ilkesine hizmet etmiş olsun. Suç cezayı gerektirici boyutta ise ve cezasız kalırsa toplumun huzur ve emniyeti sağlanamaz üstelik adalet ve hakkaniyetin tahakkuk edilmesi de mümkün olamaz. Ancak öyle durumlar, anlar, gelişmeler ve mazeretler olur ki suçluya cezayı reva görmek ve/veya sürdürmek “yazılı metinlere” uysa da adaletin uygulandığı anlamına gelmez. Pek çok mazeret ve olağan üstü durumu zikretmek mümkün. Hastalık da bu durumlardan biri, hem de amansız bir hastalıksa eğer hukuk orada “önce mahkûmun canı” der veya demeli. Demiyorsa hukuk eksik kalır. Zira hukukun temel amaçlarından biri de “bireyin yaşamasını en uygun şekilde sürdürmesine engelleri ortadan kaldırmaya” yöneliktir. Evet, Güler ZERE’den söz ediyorum: Kanser hastası, damaktan kulağa doğru hızla yayılan bir seyirde… Güler cezasını çekmiştir. Yaptıklarının veya yaptıkları varsayılan (hakikaten işin bu boyutu beni fazla ilgilendirmemektedir zira Güler ölüyor) bedelini göze almış ve de bu bedeli ödemekten kaçınmamıştır. Devlet vatandaşının yararını düşünüp bu konuda gereken düzenlemeleri yapacak ve gerekli önlemleri de alacaktır elbet. Devlet vatandaşının can, mal vb konulardaki güvenliğini tehlikeye atacak unsurlarla mücadelesini “hukuk” içerisinde verecektir. Söz konusu “gerekenler” ve “önlemler” “evrensel ve doğuştan gelen insan hakları ilkelerince” uygulanmasını olmazsa olmaz kabul ediyoruz. Ne var ki Güler ölüyor, Güler devletinin kendisinin can güvenliğinden sorumlu olduğu yerde can çekişiyor. Hasta O… Evet O hasta ve “hepimiz hastayız” Kanser hastası, daha ne olsun? Tedavisi doğru dürüst yapılamıyor, gıdasını alamıyor, ilacını hatta nefesini dahi sağlıklı alamıyor. Yasaların dili var, eminim ki vicdanı da vardır eğer vicdansızların eline düşmemiş ise… Bu insanlık adına çağrımdır, feryadımdır: Çıkarın Güler’i tedavi edin/olsun söz kefil benim tekrar gelsin yatsın; fikirlerine, inancına, dünya görüşüne büyük oranda katılmasam da kalan cezasını çekmek üzere tekrar cezaevine o gelmez ise ben yatarım yerine… Kanserli hastayı cezaevinde tutmanın ne anlamı var? Böyle bir hastaya ceza vermede ısrar etmenin ne anlamı var? Böyle bir hastaya cezanı bitir demenin ne anlamı var? Güler’i bu şartlar altında bile affetmeyen devletin ne anlamı var? Tut ki bu şartlar altında Güler cezasını çekti ve “tövbe” etti; O zaman böyle bir hayatın ne anlamı var?
  16. Ahmet AY

    "DEVLET"e AÇIK MEKTUP

    “DEVLET’E” AÇIK MEKTUP* Sayın devlet eğer sen devlet isen Ceylanlarına sahip çıkman gerek; devlet değilsen Ceylanlarımdan uzak durman... işte o zaman ben sahip çıkmasını pekâlâ bilirim. Sayın devlet sen eğer devlet isen koyun otlatmaktan öte hiçbir “suçu” olmayan Ceylan kurşunlarla yere yığılıp ölüyorsa neden var olduğunu merak ederim? Sen Ceylanları koruyamadığın halde “ben buradayım” diyorsan gereğini yapmalı değil misin? Sayın devlet eğer sen devlet isen Ceylanlarını hadi koruyamadın, hadi onları henüz genç kız olma yolunda iken yaşatamadın, hadi yaşamına devamına katkı sunamadın, hadi onun ölümüne-öldürülmesine engel olamadın; El insaf cesedine bari devletlik yapman gerekmiyor muydu? Ey devlet! Ceylanımın pak cesedi yerlerde kaldı, Sıcak yüreğinden vurmuşlardı, darmadağın oldu bedeni; Meyve veren kalbi ağaçlara çıkmış erik yerine “etik” olmuştu anlayanlara, anlamak isteyenlere. Anasının yüreğini anlamalısın, ana yüreği nasıl yangınlarla köz köz olur bilirsin. Çünkü ana yüreği başkadır bilirsin… Devlet (ana) yüreği(ni) bilir… Yürek evlat sancısıyla tutuşuyorsa devlet iyi biliyor olmalı. Çünkü devlet çok evladını kaybetti böylesi durumlarda. Ey devlet! Ceylanımın mübarek bedeni kalakaldı orta yerde Lice’nin bayırlarında, dağlarında, Ceylanım seni son kez yanında görmeyi ne kadar da istemişti?.. Ceylanım senden hiçbir hayır görmedi ölürken. Hiç bir analığını, şefkatini, yakınlığını görmedi. Duymadıysan haberlerde, gazetelerde, fısıltılarda İşte söylüyorum sayın devlet: Kendine, bana, bize inanıyorsan işte söylüyorum: Ceylanımın bedeni orta yerde kaldı, sahip çıkılmadı, otopsisi ne zamandır yapılmadı. Devlet, devlet gibi olmalı Devlet zaten Ceylanlarına iyi bir yaşam sunamamışken yaşamlarına kast edenlere de engel olamıyor. Bari devlet Ceylanlarımın cesedine sahip çıksaydı. Otopsisi zamanında yapılmalı, Ceylanımın paramparça edilmiş mübarek cesedi daha fazla bekletilmemeliydi. Sayın devlet; Hiçbir yetkilin olay yerine gitmemiş, Üstelik adına da “Devlet yetkilisi” denilen küstahın biri buyurmuş ki: “Toplayın getirin parçalanan cesedini“!!!** Bir de küstahlık yapıldı Ceylanıma, ailesine, insanlığa... Ve “…terör kapsamında soruşturulacakmış”, daha kaç zaman oldu devletinin “köye dönüş projesi”yle köyüne döndü devletine güvenerek… Yine mi yanıldı diyelim? Daha öncede köyünü koruyacağına inanmıştı da koruyamamıştı devlet Yine mi güvenmekle hata etti diyelim? Dilim varmıyor ama durum fiili olarak böyle değil mi? Devlet zaten Ceylanıma bir can, bir hayat, bir gelecek bir eğitim… ve bin özür borçlu idi; Köyünden etmişti, Peki, nasıl ödeyecek? Öldükten sonra? Devlet Ceylanlarıma artık iyi bir hayat sunmasının zamanının geçtiğini ve gereğinin yapılması gerektiğini ne zaman fark edecek. Ey devlet eğer sen devlet isen bu; bari bu son olsun ihmalkârlıklarının! Buna da razıyız ama Ceylanımın hukuki haklarını aramak şartıyla. Bulmalısın failleri, Ceylanıma kıyanlardan sormalısın sebebini ve hesabını. Ne istediler gül yanaklı Ceylanımdan ki henüz tomurcuk bir güldü ve gül bakışlı… Ey devlet eğer sen devlet isen biz senin çocukların ölmesin diye çırpınıyoruz N’olur sen de biraz çırpın… Yoksa dilim tutulsun ama hepimiz tek tek yok oluruz... ÖNEMLİ NOT: Ceylanımızın bir Kürt kızı olduğunu belirtmeyişimin nedeni amacımın konunun istismarı ve bağcıyı dövmek olmadığındandır. *Devletin yetkililerinedir. ** Vurguları özellikle çoğalttım.
  17. Ahmet AY

    O'NA DOĞRU

    O'NA DOĞRU* Gelin hep beraber toplum, toplumun değişim-dönüşüm ve önündeki engelleri mercek altına alalım. Tabi kullanacağımız merceğin kalitesi ve büyütme kapasitesi burada büyük önem arz eder. Mesela asırlardır değişimi esas alanlara karşı ifade edilen o meşhur! cümleyle başlayalım: "Toplum değişmiyor ise sen -ona uyarak- değişeceksin" ne demek bu Allah aşkına!? Toplum değişmiyorsa biz uyacak idiysek bunca Peygamberin gönderilmesinin ne anlamı vardı ki? Bütün Resuller en azında inancın temel ilkelerinde topluma aykırı değiller miydi? Bilge bir insanın dediği gibi: "Dünyada en zor iş, en zor söz topluma: ‘siz yanlıştasınız, doğru bende ' sözünü söylemektir. Ama bütün Nebiler bu söylemle ortaya çıkmıyorlar mı?" sözü konuya ışık tutacak niteliktedir. Bunun adı "insanın Allah'a doğru yürüyüşüdür." Yani ‘...we inna ileyhi raciun' kısmı ... ‘şüphesiz biz O'na doğru yani aslımıza doğru (zira biz O'nun üflemesiyle varız, çamur işin maddi boyutudur) yol alıyoruz'. Evet bu yürüyüşte yol kazaları olabileceği gibi, yolu şaşırmak ve/veya yoldan çıkmak da mümkündür. Toplumsal bozulma, çürüme, kokuşma ve çökme bu sebeplerden dolayı kaçınılmaz olmaktadır. Tabi benim söyleyeceklerim yeni şeyler değil, toplum mühendisliği hiç değil. Ama neticede bir parça imar ve dolayısıyla minnacık mimarlık söz konusu olabilmektedir. Biliyorum toplumla değişip dönüşme uygun şartlar, projeler, fedakarlıklar, bedeller ister. Ama en önemlisi doğru bir klavuz, doğru tesbit, hakkaniyet, merhamet, feraset, basiret, hikmet (yani ileri görüşlülük, olayları doğru okuma ve doğru çareler ortaya koyma yetkinliği) ister. Mademki hayatımızı büyük ölçüde Yüce dinimizin etkilediğine inanmışız o zaman dinin katışıksız (yani halis, tertemiz) olmasına dikkat etmemiz gerekecektir. O zaman o dinin insanların özgürlüğüne önem verdiğini, özgürce karar vermelerinin gerekliliğini vurguladığını göreceğiz. "Cemaatim, mezhebim, aşiretim vs. şunu istiyor o halde öyle yapmalıyım" anlayışının asırlardır bizlerden neler götürdüğünü bilmeyenimiz var mı bilmem? Ne zaman sonra "İnsanlık benden ne istiyor. Rabbim kendi halkı için benden/bizden hangi taleplerde bulunuyor?" sorularını sorup cevap arama yoluna gireceğiz, ne zaman? (Evet artık kuşatıcı olmanın zamanı geçti bile. Her dine, her inanca, her siyasi düşünceye tahammül etmek, kendimiz için istediğimizi başkaları için de istemek bizim yaşamımızda yer etmeli.) Öncelikle bu sorular ve aranacak cevaplar için olmazsa olmaz şartlar vardır ve bunların başında da insanın özgürleşmesi gelmektedir. Özgürleşebilen insan, ne yapacağını, kiminle, niçin, nasıl, hangi prensipler gereğince yapacağını bilen, kararlaştıran insandır. (Bu insanı -avfınıza sığınarak- ipini koparan kişi, yani ‘beşer' ile karıştırmayacağınızı umuyorum) Bu insan kaypak olmayan, iç hesapları olmayan insandır. Birey olabilen, kişi -the person- kişilik sahibi... Yani adam gibi adam. İşte bu insan 2. aşamaya gelebilmiş kişi/insandır: (hemen parantezde şunu söylemem gerekti: sayacağım aşamalar başlı başına uzun uzadıya konferas konularıdır, ama ben elimizde olmayan nedenlerden dolayı jet hızıyla geçeceğim, ne diyelim bol zamanlarda bekleriz) neyse ne demiştik?: Aydınlanabilen insan... Aydınlanmasını tamamlayabilen insan...Bu insan yazılı, tabii ve toplumsal ayetlerle nurlanan insana dönüşür. Özgürlükten sonraki bu süreç karar verebilen, verilen kararları sorgulayabilen ve yanlışlara ‘yanlış' deyip direnebilen insanı oluşturur. Resul-i Ekrem'in bir değerli arkadaşı Halifeye: "bozulman halinde seni gerekirse şu kılıcımızla doğru yola getiririz" dememiş miydi? İşte özgür ve sorumluluk sahibi insanın tavrı. Fakat keşke diyorum kılıçla değil de seçimle değiştirme imkanına sahip olsalardı. (Ama o imkana sahip değillerdi) (Gerçi daha sonraları özgürlüğü sarımsak ve soğana değişen İsrailoğulları gibi makama, mevkiye değişenler -ki rahmetli Şeraiti bunu ‘beşer' olarak tanımlıyor-: "Halife sizi kılıcıyla kesse bile ses çıkarmayın zira fitne çıkar" demeye başladılar. Hem de özgürlük peygamberinin ‘hadisi' olarak yutturmaya çalıştılar". Sanki Halife Hz.leri!nin yaptığı fitne değilmiş.) Evet özgürleşen, aydınlanan insan bu yükten kurtulan ve 3. aşamaya gelebilen insandır. Toplumsallaşan insan... Toplumsallaşan insan toplumun yani Allah'ın (günahkar, hizmet bekleyen ve ayağa kalkması gereken) halkının insanı olmuş olur. Yoksa fil dişi kulelerin insanı değil. Toplumun değil; örgütünün selametini, mezhebinin, aşiretinin, cemaatinin geleceğini her şeyin önünde tutar toplumsallaşamayan insan... Toplumun huzur ve güvenini, sulh ve selametini, gelişmesini, ilerlemesini isteyen ve bu uğurda cehd eden insandır, toplumsallaşabilen insan. Zira artık bu insan 4. safhaya gelebilen insan olmuştur. Fayda sağlayan, iyiye, güzele, hayra, esenliğe hizmet eden (ameli salih sahibi) insan. Ve bu değerleri üretebilen, üretmeye katkı sunan insan olmuştur. İşte size İnsan... Evet işte tam da bu insan artık toplumla beraber, toplumla iç içe, "toplumun yan etkilerinden" etkilenmeden yürüyüşe başlayabilen insandır. Bu insan(lar) geldikleri yöne yolculuklarını tamamlama seyrinde "dosdoğru yolu" takip eden insan(lar)dır. Yolculuk için yeterli donanım, azık, yoldaş ve enerji bulunmuştur. HAYIRLI YOLCULUKLAR Vesselam. Ahmet AY
  18. Ahmet AY

    AŞK ANLATILAMAZ MI?

    Aşk anlatılmazmış! Aşk anlatılır dostum; Yaşanmışsa Aşk ise gerçekten ve âşıksan iliklerine kadar O zaman anlatılır en yalın haliyle… Yalandır, ya da aşk ile tutku karıştırılır anlatılamazsa; Beğeni, tutku, heves ne kadar ağır olursa olsun aşktan çok çok gerilerdedir. Çünkü aşk karşılık beklenmeden gelişen duygudur ve belki de emsalsiz oluşu bundandır. Yoksa aşk neden anlatılmasındı? Yürek yetiyorsa aşka ve aşkı ifade etmeye; İşte o zaman en güzel, en “kutsal”, en sahici olan bu duygu anlatılır. Yoksa eğer yürek sancısı; volkanlar kaynamazsa her haliyle ve paramparça değilse hücreler… Neyi anlatabilirsiniz ki? Aşk anlatılır canım En net En berrak En temiz En açık ve seçik haliyle anlatılır. Yeter ki aşk olsun, Yeter ki Âşık olun ve aşkı diğer taklidi duygulardan ayırabilin. Yoksa böyle bir duygu anlatılamayacak da ne anlatılabilinir ki? Aşktan daha etkili Daha çarpıcı Daha sahici hangi duygu olabilir ki? Mesela “iliklerim maşuka kilitlenmiş, Onu düşünmeden dayanamıyorum” demek; “ona ait ne varsa en büyük hazzı verir” demek anlatılamaz mı? “Ya adını anınca tir tir oluyorum”, “gözleri gözlerimi başka bir şeyi görmeme izin vermiyor” demek neden aşkı anlatmak olmasın? Neden “o benim her nefes alışıma ortak olduğu için nefes alma sıkıntısı yaşıyorum, kalbim bu sebeple yerinden çıkar gibi oluyor” demek aşkı bal gibi anlatmak değil de nedir? Yürek varsa aşk anlatılır dostum, Sadece aşk anlatılır aslında. Çünkü hileye, abartıya, dolaylamaya ihtiyaç duymaz aşk cümleleri. O; evet sadece o duygu katıksız ve katışıksızdır. Riya yapışmaz âşıka ve bu sebeple çekinmeden söyler onun evrenin en harikası olduğunu. Evet, sadece aşk en güzel şekliyle anlatılır ancak; Yüreğinizin sesidir aşkı anlatan sözcükler, Hiç düşünmeden peş peşe sıralarsınız aşkı anlatan cümleleri “Onu düşünürken bütüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüün dertlerimi tatile gönderiyorum” neden aşkı anlatmasın? Neden tatil dönüşü dertlerim onu andığımda ebedi dinlenmeye çekilircesine uzaklaşıyor” demek aşkı ifadede yetersiz kalsın? Başka hangi duygu bu eşkâlsiz ve emsalsiz sözcükleri bir araya getirebilir ki? “O benim sol yanımda pır pır eden serçedir ve hiç durmadan benimledir kıpırtısıyla” dediğinizde aşkı anlatmış olursunuz. Yürek varsa, Yürek yetiyorsa aşk anlatılır en halis kelimelerin dansıyla… Yok, eğer “yoluna ölürüm” derseniz ve sonra bir şekilde ayrılık vuku bulmuşsa İşte o zaman halinize gülersiniz; “Meğer âşık değilmişim” dersiniz ve yeniden âşık olma hakkınızı kullanmak istersiniz. Elbette ki bu duygu aşk diye anlatılamaz. Haksız da sayılmazsınız. Çünkü aşk başkadır dostum. Aşk tek kişilik ve tek kereliktir. Ötekiler mi dediniz? Dedik ya Taklittir, tutkudur, üst seviyede beğenidir, heves ve ait etme/olmadır. Herkes yaşamasa da büyük oranda yaşanır taklidi duygular ve işte yazık eden de budur. Zira o süreçte âşık olduğunuzu zannedip onurunuzu heder etmiş olursunuz, yani vurgun yemiş olursunuz. İşte dostum anlatılmayan budur, Bunu anlatamazsınız Anlatmazsınız bu pişmanlık vere(bile)cek duyguları… Neyini anlatacaksınız ki? Yaşanır ve biter olanı nasıl anlatabilirsiniz? Ya da Yüreğiniz yetmiyorsa neden aşka iftira edersiniz? İşte sabahtandır ne güzel anlatıyorum aşkı. Demek ki aşk anlatılır! Ya da aşkı anlattığınızı zannedersiniz kenarından kıyısında bir bukle cümleyle… Tıpkı benim yaptığım gibi aşkı değil de maşuku anlatır; anlattığınızı aşk sanırsınız. Olsun “kendiniz olup” dağarcığınızı dökersiniz ya Yüreğinizin taşkınlığına bentler ve barajlar dayanmıyor ya Bir kirtik de olsa aşktan anlatacağınız bir şeyler vardır demek… Yoksa aşk anlatılmaz yaşanır elbet; çevresinden, sahilinden bir şeyler de anlatılır. Aşksız kalmamanız ve onurunuzu tutku ve hevesinize unu ufak etmeme temennisiyle… Ahmet AY Diyarbakır
  19. Ahmet AY

    GİT(MEEEEEEEEEE)

    GİT(MEEE)! Git Sen giderken bu şehrin surları yıkılıyor üstüme ben seni özlüyorum ölesiye Öyle ki başı gövdesinden kopan bir kuş gibi çırpınıyorum gittiğinde Git Sen giderken kopuyorum en ince yerimden ardın sıra pamuktan ip gibi Depremzedeye çıktı adım, yara berelerim gün yüzüne çıkıyor gittiğinde Git Sen giderken kalbim en olmaz anda ve yerde duruyor; "ya gelmezse" diye? Boğuluyorum, en kalın düğümler boğazımda solarken seni gittiğinde Git Sen giderken lâl oluyor duyularım, dönüşüne ayarlamışım tüm şifrelerimi Adağın koç elimde kaldı, bıçak yüreğimden başlıyor kesmeye beni gittiğinde Git Sen giderken gecelerim milatları turluyor, korkuyorum yalnızlıktan "Geleceği sabah olmaz" diyen şeytanımla baş edemiyorum gittiğinde Git Sen giderken tutunduğum bir kuru yaprak sürüklüyor beni peşinsıra Yeryüzünde Havvasız son Ademim sanki, yapayalnızım gittiğinde Git Sen giderken yollar değil bakışlarım eziliyor ayaklarının altında Un ufak oluyor bütün renkler, param parça gözlerim gittiğinde Git Sen giderken oksijen hidrojene kavuşamıyor, kuruyor her yer benimle Yezidvari sensizliğin çölünde Kerbelayım Dicle'ye rağmen gittiğinde Git Sen giderken başına ettiği yemini bozuyor musonlara gebe gözlerim Avutamıyorum kendimi, bedenimde tufanlar kopuyor gittiğinde Git Sen giderken yedi kat gök kapanıyor alevler içindeyim, imdat! yanıyorum Kara delikler yutuyor beni, yok oluyorum sensizlik girdabında gittiğinde Gitme Sen giderken virane olduğumu hatırlıyorum, yine razıyım eğer gitmezsen Füzelerle delik deşik et beni; Basra'n, Kandahar'ın, Gazze'n olayım gitme Gitme Güneş toplayayım senin için, yıldızları tek tek avuçlarına koyayım gitme Yaylaların, kırların bütün çiçeklerini saçlarına takayım, anla beni n'olur dur! Söz ver Başın için Gitmeeeeeeeeeeeeeeeeee! 26 Kasım 2006-16 Temmuz 2008/Diyarbekir
  20. Ahmet AY

    DARBELER-II-

    DAVACIYIM HÂKİM BEY (II) Evet Hâkim Bey, ben davacıyım bana zehir edilen çocukluğum, bana yaşatılmayan gençliğim, bana çok görülen yetişkinliğim ve heba edilmek istenen geleceğim için davacıyım... Ben davacıyım, çünkü dünyanın en güzel duygularından mahrum edildim... her insanın en güzel duygusu, en anlamlı, en gerekli ve en tatlı yanı: AŞK'tan, SEVDA‘dan ettiler bizi... Ben davacıyım Hâkim bey!.. 1980 Eylülünden önce bir lise öğrencisi iken bugün okullarımızı/üniversitelerimizi kurcalayıp kan gölüne çevirmek isteyen "derin çeteler" o yıllarda emdiğimiz sütü burnumuzdan getirmişlerdi ve aşık olur isek yarimizi yerde bırakacaktık; ölüm vardı, çürümek vardı mahpus damlarında çok iyi bilirsiniz... Her günümüz bu telaşla, öldürülme korkusu yaşıyorken kimin günahını alabilirdik söyler misiniz Hâkim Bey, kimin? Hal böyleyken nasıl aşık olabilirdik nasıl? Olmadık olamadık işte. Ben aşkımı istiyorum Hâkim Bey! Bana ne ben aşkımı istiyorum!!! Davacıyım Sayın Yargıçlar! "Biz delikanlı idik; sevgilimiz orta yerde kalmamalıydı... Korkumuz yarın vurulur veya hapis yatar isek sevgilimiz bizsiz ızdırap çekmesin" idi... Haksız mıydık Hâkim Bey? ERKEK ADAM! ın sevgilisi uluorta kalır mıydı yerde? Sen içerdeyken onu kime bırakacaktın?! Bırakamazdık, bırakmamalıydık ve bırakmadık da... Haklı değil miyim Hâkim Bey? Bir gün bir inci tanesine ne dedim biliyor musunuz Hâkim Bey? "Sen dünyanın en güzel yarınlarına müstahaksın, ama ben korkuyorum" dedim!.. Aldığım cevabı hala unutamıyorum Hâkim Bey: "Bir gün bile bütün ömre bedel değil mi, neden korkuyorsun?" Hiçbir cevap veremeden ayrılmıştım ve bir daha asla görmemek üzere döndüm ve gittim... o gün bu gündür gördüğüm her güzel gözün beyazlığında inciler görüyorum Hâkim Bey! O gün gitmiştim gitmesine de neyi kaybettik biliyor musun Hâkim Bey? AŞK'ı SEVDA'yı KAPKARA, volkanın en kızgın yerindeki yangın karası gibi KARA SEVDA'yı...Ben aşkımı istiyorum Hâkim Bey! Bana ne ben aşkımı istiyorum, hiç itiraz istemem, bana aşkımı verin... Bir bu mu sanki? Kazandığımız fakültelerde okuyamamıştık. Birçoğumuz mecburen ve istemeyerek can güvenliği olan ama istemediğimiz bölümlerde iyi eğitim alamadan okumak zorunda bırakıldık... Ben de öyle bir yerde okumak zorunda bırakılmıştım. Babam annem günlerce yalvardılar: "Yavrum n'olur uzaklarda okuma gözümüzün önünde ol, hatta boş ver okul falan istemiyoruz" deyip beni iyi bir eğitimden mahrum bıraktılar istemeyerek... Sadece yaşayayım, hayatta kalayım, yeter ki bir kör kurşuna hedef olmayayım diye. Çünkü beni onlar yetiştirmişlerdi ve haksızlıklara tahammül etmeyeceğimi çok iyi biliyorlardı. Kırmadım onları, aşamadım, kıramadım, kıramazdım. Çünkü onların her şeyiydim, "okuldan olmak candan olmaktan daha iyi" tercihine zorlandık Hâkim Bey. Ne acı değil mi? Yoksa sizce acı değil mi?.. Bütün sıkıntılara rağmen okumaya mecbur bırakıldığım okulda (arkadaş ve hocalarımızla) can derdine düştüğümüz için iyi bir eğitim alamadım. Bir insanın en iyi şekilde yaşaması gereken gençlik yıllarımı can korkusu, öldürülme paranoyasıyla geçirdim. Geçirdiğim travmalar neredeyse Aksaray-Sirkeci hattında çalışan tramvayların sefer sayısı kadardı. 12 Eylül 1980'de sabaha karşı düdük çaldılar ve terör olayları bıçak gibi kesildi. Bir zamanlar cumhurbaşkanlığı da yapan ve bu günlerde de darbe çığırtkanlığına soyunan s. DEMİREL de sormuştu: "11 eylülde akan kan nasıl oldu da 12 eylülde durdu?" gerçekten de bunun makul-gayrimakul bir açıklaması yoksa -ki 28 yıldır yok- o halde (akan kanın hesabını istemiyorum) ben gençliğimi istiyorum... çalınan o 8 yılımı kim, nasıl ve ne zaman geri verecek?! Ben davacıyım Hâkim Bey! "Netekim amca" 12 Eylül darbesini yaptığında henüz dünyayı tanımaya başladığım yıllardı ve yaşayamadığım gençliğimin en güzel olması gereken yılları... Ama her nereye gittiysek karşımızda elleri silahlı üstümüzü başımızı arayan, bir çakı için (bazen dayak, ama her zaman) olmadık hakaretler savuran, "bu köye gelen-giden kim?" sorularına varana dek abuk sabuk sorgulamalarla insanları muhbirleştirici yeni mezun görevlilerin acımasızlığıyla karşılaştık. Siyaseti, sosyolojiyi, yörenin örf ve adetlerini bilmeyen, bildiklerini de hiçe sayan bu eli silahlı görevliler o yıllarda gençliğimizi burnumuzdan getirdiler. Dünyadan, dünyanın gidişatından sosyal bilimlerden o kadar habersizlerdi ki kitaplara ismine göre yasak kararı getriyorlardı. Benim çocukluğumu aldılar elimden, gençliğimden 8 yıl almışlardı. Bu yıllarda ömrümüzden yıllar almaya devam ediyorlardı... Bu hale biz kendiliğimizden gelmedik. Ülkem bana iyi bir gelecek, iyi bir gençlik, iyi bir eğitimi çok gördü... Üstelik en güzel yıllarım sıkıyönetim, askeri darbeler ve terör olaylarından dolayı acı içinde geçti. Devlet dediğin vatandaşını mutlu etmeli, can güvenliği sıkıntısı yaşatmamalı; eğitim, sağlık vb. konularda da bir ihmale mahal vermemeli değil mi Hâkim Bey? Ama ben devletimin bu imkânlarından doğru dürüst yararlanamadım ki?.. Ben davacıyım Hâkim Bey, ben davacıyım... Duruşmaya haftaya devam ediyor buluşuncaya değin Sevin sevilin...
  21. Ahmet AY

    DARBELER I

    DAVACIYIM HÂKİM BEY (I) Davacıyım hâkim bey, doğduğum yıldan itibaren gasp edilen haklarımdan dolayı davacıyım. Ben dünyaya geldiğimde Mendereslere yönelik darbe yapılmış ve bir başbakan ile iki bakan darağacına çekilmişti vatanı kurtarmak uğruna!.. hayır Menderes adına davacı değilim, o konuda halk davacı olmuş ve davayı kazanmıştı zaten. Ben kendi adıma davacıyım. Zira Mendereslere karşı yapılan darbe bu halkın kendisine karşı yapılmış darbe idi. Rahmetli babam o darbeleri iyi tanıyor, biliyordu. Ne kanlar dökebileceklerini, kendi vatandaşlarına nasıl kıyacaklarını biliyordu. Bu sebeple yıllarca uykusu kaçmıştı. "Acaba sıra hangimizde" diye sabahlıyordu. Hayır, bir suçu yoktu demiyorum, o halktı, halktandı ve dolayısıyla suçluydu ve bu sebeple de tedirgin oluyordu. Ta İttahad ve Teraki döneminden, 31 Mart uyduruk vakalarından, Bab-ı Ali baskınlarından beri darbelerin halkına neler reva gördüğünü çok iyi biliyordu. Günlerini bu tedirginlik ve endişe içinde geçiriyordu. Ben yeni doğmuştum, dünyaya gelişim onun en büyük temennisiydi. Zira iki abim ölmüş uzun yıllar onun sonra erkek evladı olarak dünyaya gelmiştim. Dünyaya gelişime doyasıya sevinememişti. Ve huzur içinde, yeterince beni sevmesine izin vermediler. "Çocuklarım, yeni doğan yavrum babasız mı kalacak, bana baba diyemeyecek mi" diye çok telaşlanmıştı. Yerden göğe kadar haklıydı. O, halka küçük çaplı da olsa öncülük ediyor, bu halkın mazlumiyetini dile getiriyor, dini ve örfi değerleri öğretiyordu elbetteki suçluydu! Neticede defalarca ev bastılar, benim de zar-zor hatırladığım kadarıyla evde Arapça yazılmış Türk, Arap, Fars ve Kürt bilgelere ait ne kadar eser varsa hepsini yerlere atıp tekmelediler. Rahmetli babamın yıllar sonra bile bunları anlatırken nasıl duygulandığını, gözlerinin nasıl dolu dolu olduğunu unutamıyorum. Halkına bunları reva görenlerin kendilerine de rahat vermeyeceklerini çok iyi biliyordu. Bu halet-i ruhiye ile çocuklarını ve en çok da beni yeterince sevemedi, doğru dürüst gönül rahatlığıyla kucaklayıp öpüp koklayamadı. Darbelerin suçlu aramada kriter aramadığını bildiği için gece en ufak hışırtı bile uykusunu kaçırmaya yetiyordu. Ben de çocukluğumda babamdan 1960 darbesinin acılarını masal gibi dinliyordum, derin derin dalışlarını 4-5 yaşlarımdayken hissedebiliyordum. Hatta bir gün köye yaya gelirken eli silahlı bir görevli tarafından babamın başındaki takkenin yerlere atıldığını dünyam başıma yıkılarak seyrediyordum. Ama Allah var o haddini bilmez görevliye karşı gözümde kahramanlar gibi çıkışını asla unutamıyorum: "Siz ne yaparsanız yapın bu millet dinini ve asaletini bırakacak değildir, öldürerek de sonumuzu getiremezsiniz" demişti... ve beni kucaklayıp sinirden titreyişini hiç ama hiiiç unutamıyorum. Onun çektiklerini şimdi daha iyi anlıyorum. Davacıyım hakim bey, babamın sevgisini istiyorum! Bana babamın sevgisini geri verin: Beni yeniden kucaklasın, bağrına bassın, koklasın... benim de onun kokusuna ihtiyacım sudan daha fazla... babamın kokusunu istiyorum, bana ne? Ben babamın bana gösteremediği sevgisini, onun bana çok gördüğünüz kokusunu istiyorum... babam beni kucaklasın istiyorum, öpsün beni o sımsıcak dudaklarıyla... bana dünyanın en güzel babasını ve bütün güzel kokuların kokteylini geri verin!.. Yoksa davacıyım hepinizden!.. 1971'lere geldiğimizde yine darbe, yine kendi halkına güvensizliğin çirkinliği... Çocuktum, artık ilkokulu bitirecek ve ortaokula başlayacaktım, babamın en çok görmek istediği, hayal ettiği şeydi bu... 1960'lı yılların sonunda ortam biraz normalleşmişti. Beni ortaokula hazırlıyordu. Tek erkek evladı olmam hasebiyle üzerime titrerdi. Beni evin dışında bir yerlere; ilçeye veya ile göndermek zorunda kalması onu çok üzüyordu ancak geleceğim için bunu yapmalıydı. Her fırsatta bu konuda nasihatler eder beni hazırlıklı bir gurbetçi yapmak istiyordu. 12 Mart 1971 günü yapılan darbe babamın bütün moralini yerle bir etmişti. Çok iyi hatırlıyorum, zira 1960 cuntası sonrasında ortamın doğal seyre girmesiyle bana karşı olan o güzel ilgisi, şakaları yerini sessiz ama derin ve duygusal bir kucaklamaya bırakmıştı... Bazen kucaklayıp dakikalarca öyle kalakalırdı bırak(a)mıyordu. Sanki geçmiş ve gelecek yılların payını da şimdi kullanıyor gibiydi... zira darbe ile devlet evlatlarını yeme dönemini tekrar başlatmıştı. Of çekerek; "neymiş? birkaç öğrenci devletin düzenini bozacakmış... niye devlet darbe yapmadan, gençleri darağacına göndermeden yapamazmıymış?" diyordu rahmetli. "Hesap başka başka" diyordu hep ve dediği çikıyordu. Evimiz günlerce, haftalarca, aylarca radyo haberlerini dinlemek için dolup taşıyor ve herkes aynı kanaati dile getiriyordu; "derde wan mıllete, baweriya wan bı mılleté tuné" yani "onların (dabecilerin) derdi millettir, onlar millete güvenmiyorlar". Bu dönemde de babamın çok istemesine rağmen kendisinden yine yeterince ilgi ve sevgi göremedim. Çünkü hep kötü geleceğimizin endişesini taşıyordu. Başına gelecekleri düşünüp tedirginlik yaşıyordu. Gıyabımda "oğlumun seksen yıl ömrü ve benim de bir gün ömrüm kalmışsa o bir günlük ömrüm de oğlumun olsun isterim" diyecek kadar sevdiği halde gönlünce koklayamadı, çok tedirgindi yeterince sevemedi, endişeliydi bizim için, memleket için. Gelecekten ümitvar değildi korkuyordu ve haklıydı da... 65 yaşındayken başına gelenlerden sonra daha çok hak verdim endişelerine... Davacıyım darbecilerden. Hiç lamı cimi yok, ben davacıyım hakim bey!.. 1970'li yılların ortalarını henüz geçmiştik. Gencim, gençliğimi yaşamak istiyorum, arkadaşlarımla en güzel yıllarımı en güzel şekilde geçirmek istiyorum ama nerdeeeeeeeeeeee! ders çalışmak, okumak istiyorum. Ama okuduğum memlekette 54 tane fraksiyon çatışıyor. Okulum bir gün açık 3 gün boykot. Doğru dürüst gelip birkaç ay kalan hocamız yok, kalanı da can derdinde, ne ders anlatabilir ki?.. İyi bir eğitim alamadığım için çok istediğim Hukuk Fakültesini kazanamadım (bu halkın haklarını sanki hukuk fakültesini okumadan savunamıyorduk), beni boş iddialarla, gerçekleştirilen darbelerle eğitimsiz bıraktınız. Zaten diğer akranlarım gibi eğitim maratonuna 2000 m. geride başlamıştım, devletim bana iyi bir eğitim imkânı da sunmayınca babama "babacığım oğlun Hukukçu olacak diyemedim". 1970'li yıllarımı "komünizm gelecek" kâbusuyla heba ettiler, komünizm gelmedi ama darbe geldi... binlerce insanımız öldü. Sonradan öğrendik ki sabah komünistleri vuran silah akşam anti-komünistleri vuruyormuş... Evet Sayın Hâkim, doğru dürüst -bırakın iyi şartlardan vazgeç(iril)dik- normal şartlarda iyi büyümedim bu memlekette, çocukluğumu hele hele gençliğimi hiç yaşayamadım. Ülkem bana iyi bir gelecek hazırlamadı ve bana da ülkeme faydalı olmam için yeterli olanak sunulmadı, davacıyım. Ben davacıyım hakim bey!.. Haftaya duruşmaya devam edinceye kadar; Sağlık ve mutlulukla kalınız.
  22. Evet işte konuşulunca, tartışılınca adı barış olsun, terörü durdurma olsun, kanın akmasunı engelleme olsun.. bir şekilde anaların göz yaşları dinmesi ortak paydasında buluşuyoruz. Bu da mutluluk verici tabii ki...
  23. Peki pkkli olanın annesinin yüreği yanmaya devam mı etsin? Böyle birşey düşünülebilir mi? Hayır diyoruz. Artık öyle bir ortam oluşsunki kavgasız, çatışmasız pkklinin annesi de ağlamasın. Çünkü anne annedir. Şunun annesi ağlasın, bunu ağlamasın deme hak ve lüksümüz yoktur. Yapacağımız tek şey PKK dağdan silahını bırakacak ve annelerine kavuşacaklar. Bundan böyle ebediyyen kardeşlik şarkıları söylensin ülkemizde. Bunun neresi kötü?..
  24. 26. yıldır aynı kafadan, aynı ses ve bundan dolayı konuştu. Sonuç: 46 bin insanımız öldü. Artık Türkiye insanı, Türk ve Kürt kardeşler sizin: "...konuştuğu dilden..." bozuk plaklarına, " lakaytlığına prim vermez, vermeyecektir. İnadına kardeşlik, İnadına huzur ve refah olacak... Birilerinin canı istemese de. Artık kimse tutamaz bizleri; Çünkü insan yaşasın diyoruz. İnsanlık ONURU ve onların yaşamına katkı sunanlara dua ediyoruz.
  25. Dağdakiler bir sebep ve bir şekilde dağa çıkmışlar. Artık çatışmalar öncesine; başa dönemeyiz. Şimdi onları dağdan indirme zamanıdır. Terördür, mücadele ederiz naraları yetti artık. Ortalama vatandaşın bile gördüğü şu ki; 26. yıldır silahla bitirme sadece annelerin ciğerlerinin sökülmesinden öteye geçmedi. Biz de diyoruz ki, Allah aşkına yeter artık! Bu kanı durdurmak için devlet büyüklüğünü göstermelidir. Ve bu çocuklarını dağdan huzur içinde indirsin. Mehmetcik annesi de ağlamasın, Kürt çocuklarının anneleride... Bunu bize çok görmeyin lütfen.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.