
Ahmet AY
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
332 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
Ahmet AY tarafından postalanan herşey
-
Ben bir cocuğun ölümünden söz ediyorum bayım; Suçu ne olursa olsun ölen bir çocuk. Kaçakçılık suçmuş da, İran askeri vuracakmış da yok daha neler. Kardeşim adı üzerinde çooooocuk. Onu bu yolculuğa sevk edenleri elbette ki kınıyorum. Ama siz görmek istemeyince gerçekleri makyajı görürsünüz. İnsaf varsa insaf diyorum. Sebebi ne olursa olsun çocuk öldürülmez, öldürülmemeli. Kaldı ki ben medya münafıklarını eleştirdim. Nura'ya reva görülen ilgisizliği...
-
İran’ın Brezilya ve Türkiye’nin diplomatik girişimleriyle zenginleştirilmiş uranyumun takas edilmek üzere Türkiye’ye gönderilmesi anlaşması başta İsrail olmak üzere ABD ve bazı batılı ülkeleri tatmin etmedi. Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın İsrail’in tepesini attıracak şekilde defaatle dile getirdiği gibi Ortadoğu’yu kan gölüne çevirecek kadar tehlikeli silahlara sahip olan İsrail varken İran ile uğraşmak çifte standardın ötesinde bir şeydir. Çünkü İsrail’in elinde elan mevcut silahlara İran henüz saip olmamıştır. İkiyüzlülük buradadr. Yıllardır batılı ülkelerin temin ettiği imkânlarla nükleer silahlanmasını ürkütücü hale getiren İsrail hiçbir engelle karşılaşmamıştır. Dediğimiz gibi bugün İran’ın nükleer silahlanmasına karşı çıkan ülkeler İsrail’i bu silahlara sahip olmak için çeşitli şekilde desteklemiştir. Sebep; Kendi ülkelerini tehdit etmediğini sandıkları için mi? Yoksa bu silahları kendilerinin de yerine kullanacakları için mi? Doğrusu hayret etmemek elde değil. Peki durum bu aşamaya getirilirken batılı ülkeler neden takası yeterli görmemektedirler? Fransa bunu makul bir adım olarak değerlendirdi derken o da bunun yeterli olmadığını dile getirmeye başladı. İsrail durumdan rahatsız olabilir. Pek çok konuda İsrail’in işine gelmemektedir. (Türkiye’nin başarılı bir arabuluculuk görevi onları çok rahatsız edecektir. Onlar Prestiji olmayan bir Türkiye’yi sevebilirler) Zira onun derdi ille de İran’ı vurmak ve savaş çıkartmak, savaşa batılı ülkeleri bulaştırmak ve bunun neticesinde de kendi konumunu daha da güçlendirmektir. İsrail ancak gergin bir Ortadoğu’da rahat edeceğini düşünüyor. Anlayışı gereği sürekli kan akacak ve bundan batının desteğini yanında görecek. Savaş tamtamlarının çalmadığı bir Ortadoğu sivil düşünecek, sivil düşünen halklar yönetime dâhil olma kıvamına gelecek ve bu da İsrail’in kukla rejimleri boyunduruğu altına almayı zorlaştıracaktır. O zaman Ortadoğu halkı onurlu yöneticileri seçme yoluna gidecekler. Bu şuura sahip ülke ve halklar İsrail’in asla böyle gamsız zulmetmelerine izin vermeyecektir. Böyle bir Ortadoğu’da İsrail bu kadar pervasız davranabilir mi? İran abluka altına alınınca Türkiye diplomatik girişimleriyle İsrail’in oyununu bozdu, sonraki adımı İran’ı vurma üzerine kurgulanan senaryosu boşa çıktı İsrail’in… Türkiye’nin bu anlaşmayı sağlayan en aktif ülke oluşu da İsrail’i zora sokmuştur. Çünkü prestiji her geçen gün artan bir Türkiye İsrail’i çok ciddi bir şekilde rahatsız etmektedir. Güçlü bir Türkiye bölgede İsrail’in zulmünü sürdürmesine en ciddi engeldir. Ayrıca Arap ülkeleri bu başarıyı gösteren Türkiye’yi örnek alıp halkın egemenliğini esas alana yönetimlere geçer ise nelerin olacağını yukarıda anlattım. İran’ın ne yapmasını istiyorlar? İsrail başta olmak üzere ABD İran için tek şey düşünüyorlar; “Yok oluş”, Bu mümkün değilse diz çöküp yalvaracak İran; Ben yaptım siz yapmayın diyecek duruma gelmelidir. İran bu duruma düşer mi düşmez mi ayrı mesele, ancak Türkiye ve Brezilya bu son gelişmeyi en katı bir şekilde savunmalıdırlar. Yoksa arabuluculuk ve güven problemi doğmasını isteyenler en azında bu emellerine ulaşmış olacaklar.
-
BAYKAL: PERSONA NON GRATA BAYKAL-Nesrin BAYTOK kaseti ile ortaya çıkanları “derin proje” olarak görenlerdenim. Ve devamının geleceğini düşünüyorum. Ancak beni asıl ilgilendiren kısım BAYKAL’ın yaptığı basın açıklamasında “iktidarın samimiyetine güvenmiyorum” demesidir.Hem de; “Olayla ilgili elimizde bilgi ve belge var. Zamanı gelince ortaya konur. Ancak bu aşamada bir açıklama olmaz. Belgeler iş başındaki bu iktidara teslim edilmez. Hukuki bir değerlendirme yapılacağı yönünde kuşkularım var” demiş. Ne var Sayın BAYKAL? Şerefin, haysiyetin ile ilgili bir şey demeyeceğim ama siyaseten pert olmuşsun, 80’e varmakta olan yaşınla seks kasetlerinle gündem olmuşsun kalkıp güvenden, kuşkudan söz ediyorsun. Bu gün itibariyle güven sözcüğünü ağzına alacak en son kişi sensin. Biz şimdi “acaba BAYKAL” daha başka hangi cevizleri kırmış” diye kuşkulansak yeridir. İnsaf ya… Güvenilir olabilmen için elindekilerini acilen açıklamalısın. Dedim ya artık olan oldu ve daha da olacak şeyler var; Bu sebeple elinde ıslak-kuru, imzalı-imzasız ne bilgi belge varsa hukuka teslim et. Et ki seninle ilgili yazdıklarımızdan nedamet duyalım. İnsanlara sarsılan güvenimiz geri gelsin. İktidara güvenmiyormuş? Komploymuş; Peki sizi o eve götüren kim? Orada uygunsuz hale getiren kim? İnsan ve izan… Elindeki bilgi ve belgeleri hukuka teslim etmezsen aynı zamanda müfterisin de. Haydi bakalım. Ve demiş ki BAYKAL; “Olay daha da farklı boyutlara giderse, kavga başlarsa bildiklerimizi kamuoyuna ilan ederim.” Ne kavgası? Kim başlatacak? Neden kavganın başlamasını bekliyorsun? Önlemek daha yeğ değil mi? Önleyemiyor isen ne demek istiyorsun? Yine seni anlamaya zekâmız yetmedi! Evet, işin içinde çok derin güçler var; şimdilik “persona non grata” BAYKAL . Ama başkalarına da sıta gelirse şaşmayın. Zira projenin içinde başta MOSSAD olmak üzere yabancı servisler var. Unutmayalım ki bu operasyon ülke siyasetine ciddi yön verme gücündedir ve başka projeler de gelir diye endişe ediyorum. Bütün içtenliğimle söylüyorum ki; Böyle bir durumun yaşanmamış olmasını, yaşanmışsa bu şekilde ortalıklarda dolaşmamasını dilerdik ve mevcut hali de asla doğru bir iş olarak kabul etmiyoruz. Beyan esastır ve hükümet üzüntülerini dile getirmiş, olayın duyulmasıyla beraber el koymuş ve kasetin içeriğinin doğru olmamasını temenni etmiştir. Siz samimiyetsizliği nerede arıyorsunuz? Bildiğiniz bir şey varsa söylersiniz biz de iktidara en uygun dille sitemde bulunalım. Kendisi mi kaseti servis etmiştir? Onlar mı yayınlayın diye talimat vermişlerdir? Onlar önceden bildikleri halde göz yumarak yayınlanmasına izin mi vermiştir? Ne biliyorsanız söyleyin de gereken tepkiyi ortaya koyalım. Ama yok eğer sadece “ben gidiyorum bu çamurdan iktidar da nasiplensin” düşüncesindeyseniz yanıldınız bayım. Evet, bunun yayınlanmasını engelleyebilir de engellememişler ise son derece yanlış ve etik olmayan bir iş yapılmıştır. Çünkü siyasi rakiplerle siyasi mücadele verilir. BAYKAL’ın yaptığı gibi asker, yargı, darbe tehditleri ve “gericilik” şarkılarıyla değil. Siyasi arena siyasi söylemlere, siyasi projelere ve siyasi eleştirilere açık bir alandır. Bu sebeple siyasiler söylem ve projeleriyle rekabeti sürdürmelidirler. BAYKAL nefsine yenilmiştir. Hepimizin nefsimize, zevkimize, sevgi ve aşklarımıza yenildiğimiz olmuştur. BAYKAL’ın ömründe yaptığı en doğru iş istifa etmesidir. Bu kaset olayı başka bir vatandaşa ait olsaydı kişisel bedel dışında bir şey istenmezdi. Nesrin Hanım bekâr olsa yine hafif atlatılırdı; “Birbirimizi seviyoruz, ülkemizde iki kadınla evlilik yasak, ne yapalım biz de böyle sürdürüyoruz” denecek ve belki de “kahraman” olacaktı. Nasıl kahraman dediğinizi duyar gibiyim. Ne bileyim niye kahraman? Ama netice de “gönül ferman dinlemiyor” biliyoruz. Ama onurlu ise, duygularına kul-köle olmamış ise anlayışla karşılarız… Kimse bizden böyle bir durumda da BAYKAL ve Nesrin BAYTOK’u kahraman yapmamızı beklemesin. Hani filmlerde bazen kirli ilişkide bulunan Erol TAŞ ise kalleş, hain, ırz düşmanı, ama eğer aynı işi Cüneyt ARKIN, Tarık AKAN, Behlül olup yengesiyle yatınca “ayyyy birbirine çok yakıştılaaaar” diye en geri zekâlı ve de namussuzca yorumlara düşeriz ya, ondan yani… Neyse, BAYKAL yapılabileceğin en iyisini yaptı ve bundan böyle de aktif siyasete bulaşmamalıdır. Zaten bu güne değin siyasete bir katma değeri olmadı. Piyasalar istifayı görmedi bile. Mızıkçılık ve tehdit dışında hiçbir özelliği yoktu. Yani CHP bundan sonra büyüyebilme fırsatı yakaladı. İyi değerlendirilirse hem CHP hem de herkes kazanacak. Zira iktidarların güzelliği ve verimliliği kaliteli muhalefetle mümkündür. Alternatiflerin yarışması… Ama Allah aşkına ortada muhalefetin bir projesi, hükümeti zorla doğru ve faydalıya sevk edici siyasi program ve söylemi var mıydı? Yapma, yaptırmam, etme ettirmem. Olmam, oldurmam, oldurulmasın… Konumuza dönersek; Her şey ortada, olanları kimse inkâr etmiyor. Nesrin Hanım; “20 yıldır dişi(liği)mle, tırnağımla zar zor* buralara geldim istifa etmem demiş. BAYKAL ise siyaseten gerekeni yapmıştır. Siyasi kişilik bunu siyasi kimliğiyle ödemek zorundadır. BAYKAL da siyasi bedeli ödemiştir. Bundan sonrasını evinde “geçmişi sigaya çekmekle” geçirse ömrünün geri kalan kısmını ülke ve insanlık için daha verimli halde sürdürecektir, âcizane ve naçizane tavsiyem bu. Yoksa “uçkurdan”kahraman yaratmak beyhude bir uğraştır. ______________________________ * Bu paragraftaki italik vurgular bana aittir (A.AY).
-
"GÜLER ZERE ÖLÜRSE TÜRKİYE EKSİK KALIR"
Ahmet AY şurada cevap verdi: Ahmet AY başlık Politika Bilimi
Biz Güler ZERE için "halk kahramanı" demiyoruz. Cezasını çekerken amansız hastalığa yakalandı. Biz de dedik ki tedavi olsun iyileşirse cezasını çekmeye devam etsin. Tedavi oldu ama kurtulamadı. Ceylan kaza sonucu değil vurularak öldürüldü. Otobüste yanan kardeşimiz de Zeynep değil Serap'tı. yaaa...- 266 cevap
-
- GÜLER ZERE
- TÜRKİYE
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
"GÜLER ZERE ÖLÜRSE TÜRKİYE EKSİK KALIR"
Ahmet AY şurada cevap verdi: Ahmet AY başlık Politika Bilimi
siz bilmezsiniz belki ama bu yazıma yapılan yorumların önemli bir kısmı; "hani ölecekti, niye ölmedi" türündendi.- 266 cevap
-
- GÜLER ZERE
- TÜRKİYE
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
"GÜLER ZERE ÖLÜRSE TÜRKİYE EKSİK KALIR"
Ahmet AY şurada cevap verdi: Ahmet AY başlık Politika Bilimi
Güler ZERE'ye hayatı çok görenler; Güler ZERE öldü.- 266 cevap
-
- GÜLER ZERE
- TÜRKİYE
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
HUZURLARINIZDA ERGENEKON AŞ. Kaçtır söyleniyor; anayasa değişikliğinin sabote edilmesi için yakın zamanda şiddet tırmanacak, ülke kanlı eylemlere sahne olacak diye. İşte Ergenekon gücünü meclisin anayasa paketi değişikliğinin ikinci turundaki çalışmasında ispatladı. PKK eylemlerinin boşuna artmadığını söylememe gerek var mı? Tam silahların susma zamanıyken “Kandil’den bağımsız hareket eden bir gurup” olduğu söylenen şiddet ve kan hastası kişilerin kanlı eylemler gerçekleştirmesi kimin işine yaradığını iyi tespit etmemiz gerekir. Yoksa her zaman düştüğümüz hataya düşeriz. Siyasi partilerin kapatılmasını içeren madde Ak Parti içindeki 5–6 milletvekilinin ve BDP’nin desteğiyle reddedilerek paketten düştü ve en erken bir yıl sonra meclis gündemine alınabilecek hale geldi. Bildiğiniz gibi bu maddeler mecliste red edilince 1 yıl boyunca meclis gündemine getirilemez. Yani bu şu demektir: “Elinizi çabuk tutun ve bu yıl içinde Ak Parti’yi kapatın”. Bu maddeye red oyu veren Ak Partililer kendi partilerinin kapatılması konusunda bu günlerde bir çalışma olduğunu bilmiyorlar mı? Parti kapatmaları ile ilgili en çok Ak Parti’nin zorda kalacağını bilmiyorlar mı? Elbette benden daha iyi biliyorlar. Red oyu veren milletvekillerinin “bölücü partilerin kapatılması için red oyu verdik” gerekçeleri insaf ve akıldan uzaktır. Zira “bölücü” dedikleri partilerin kapatılması zaten öteden beri olagelen bir durum ve yeni bir parti ile yola devam ediyorlar. Ama zerre miktar aklı olan Ak Parti’nin kapatılmasını diğer partinin kapatılması ile aynı görebilir mi? Bakın BDP’li milletvekilleri bile bile red oyu verdiler. Ak Parti içindeki bu 5–6 kişilik vekiller ile kendilerine bölücü dedikleri BDP’li vekiller aynı safa buluştular. Ne kadar manidar değil mi? BDP’liler kendi partilerinin kapanmasını istiyorlar mı? Hayır. O zaman neden oylamaya katılmayarak partilerinin kapanmasını zorlaştıran maddeye destek vermediler? Şimdi eğri oturup doğru konuşalım; Kendi partilerinin kapanması gündemdeyken parti kapatma ile ilgili anayasa değişikliğine karşı çıkan Ak Parti milletvekilleri kendi partilerini gözden çıkarmış oldular. Neden? Nedeni açık; Bir yerlerden “talimat” alan bu vekiller bu değişikliklerin kimin yararına kimin zararına olduğuna bakmazlar. Talimatın gereği yapılır o kadar. Bir kez daha söylemek istiyorum; Ak Parti ile ilgili bir kapatma davasının açılması an meselesi. Bunu bütün millet biliyor ve vekiller de bekliyorlar. Parti kapatmalarını zorlaştıran maddenin meclisten geçmemesi demek Ak Parti’nin bir an önce kapatılması demektir. Kendi partilerinin kolayca kapatılmasına izin veren Ak Parti milletvekilleri ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Kendi partilerinin ipini çektiler. Bunlar kim? Neden yaptılar? Neye hizmet ediyorlar sorularını sormayacağım. Sadece sayın başbakana bu insanları refere edenlerin neye hizmet ettiklerini bir kez daha düşünmelerini öneriyorum. Zira sıkışınca sıvışacak o kadar çok vekil var ki…
-
Acaba Abdullah ÖCALAN avukatlarıyla yaptığı son iki haftalık görüşmelerde ilginç açıklamalar yaparak ortamı yeniden germeye mi çalışıyor? Zira ÖCALAN son görüşmede can tehlikesi yaşadığını; “ABD tarafından öldürüleceğimden kendi başınızın çaresine bakın” ifadeleriyle kamuoyuna duyurdu. ÖCALAN çok iyi biliyor ki bundan önce sempatizanları bu açıklamadan daha basit açıklamaları yüzünden özellikle Kürtlerin yoğun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde sokaklara dökülmüş, sokak eylemleri yapmışlar ve bu eylemler sırasında pek çok can kaybı olmuştur. Gerçekten böyle bir can tehlikesi var mıdır? ABD böyle bir şeyi istiyor mu? ABD böyle bir şeyi isterse dahi bunu başarabilir mi? Zira ÖCALAN çok kesin konuşuyor. İsterseniz önce basına yansıyan demecini okuyalım; “PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Mart ayı içinde avukatlarıyla yaptığı görüşmede, ‘Roj TV’yi artık ABD ve NATO’nun etkisi dışındaki bir ülkede yayınlatın. ABD tarafından öldürüleceğimden kendi başınızın çaresine bakın’ dediğini öne sürdü. Şimdi soruyorum: ÖCALAN ne demek istiyor? Gerçekten de can tehlikesi mi yoksa bununla pazarlık mı yapmak istiyor? Neyin pazarlığını dediğinizi duyuyorum; Gerçekten de böyle bir endişeye sahip ve yaşamına kast edilmeyeceğinin garantisini istiyor. “Bakın ben gerekirse öldürüleceğimi öne sürüp ortalığı karıştırırım haaa! O zaman gelin anlaşalım” demek istiyor. Aslında can tehlikesi yok ancak işlevsizliğini gördü ve PKK üzerindeki etkisinin kaybolduğunu görünce de bu yolla “başınızın çaresine bakın” demek istedi. Daha önce kolay bir şekilde sokaklara dökülen kitlenin son zamanlarda oldukça gerginlikten uzak durduğunu görüp nabız mı yokluyor? Kanaatim o dur ki açıklamalarının gayesi 1. ve 4. şıklar daha uygun düşer. Zira kulların ölüm, öldürülme sendromuna girmeleri oldukça sıkıntılı bir süreci yaşatır. Bu ÖCALAN için de pekâlâ mümkündür. Hatırlayın Türkiye’ye getirildiği ilk gün uçakta söylediklerini; “Benim annem de Türk, bir hizmet imkânım olursa yaparım”* diyerek endişelerini dile getirme gereği duymuştu. Bunu yadırgamıyorum, küçümsemiyorum da. Sadece “can havliyle genelde beklenmedik söz ve eylemler olabilir” diyorum. Kim olursa olsun söz konusu “can tehlikesi” olunca bazı garip halleri yaşar. Benim kanaatim bu. Ama eğer amacı sokakların yeniden çatışma alanına dönmesi ise o zaman farklı tespitlerde bulunmak durumundayız. Şayet amacı sokakları kan gölüne çevirmekse o zaman ÖCALAN “kime hizmet ettiğini” de açıklamış bulunuyor. Gerçekten de ülkenin geçmekte olduğu süreç tarihinin en kritik, kritik olduğu kadar uygar dünya ülkesi olmasına en yakın dönemdir. İsrail ile “güç” mücadelesinin en zirveye doğru çıktığı bir dönemdeyiz. Öyle ki MOSSAD açıktan açığa başta başbakan olmak üzere pek çok önemli ve değerli şahsiyeti öldürme hazırlıkları yapıyor (bu arada “biz ne yapıyoruz” başlıklı yazım son kez bekliyor) Öte yandan hükümet ERGENEKON, BALYOZ gibi tüm halkımızın geleceğini yerle bir eden planlarla uğraşmaktadır. Eğer ülkenin daha özgür ve daha demokratik bir yapıya kavuşması için yeni anayasa paketi hazırlayıp çok önemli bir referandum sürecine girilirken (enteresandır 12 Elül daebe anayasasına BDP destek vermekten kaçınıyor) ülkeyi sokak çatışmalarıyla meşgul eder de süreci baltalarsanız size “kime hizmet ediyorsun” diye de sorarlar. Tabi cevabı bilindiği halde… * “Türkiye’ye dönünce hizmet edeceğim. Fırsat verirseniz, hizmet ederim. Bunları, halkın içinde konuşuyorum. Başka bir şey de konuşmam. Bir hizmet imkánım varsa, ben inanıyorum vardır, daha üst düzeydekilere de bildirirsek, ben hizmeti seve seve ederim. Ben hizmet edeceğim. Çok iyi edeceğim.”
-
GÖLBAŞI MEZARLIĞI’NDAN FERYAT VAR! Gülsima SAKIK’a Anne! Beni çok gördüler biliyor musun mezarlıklarında? Bana yabancı muamelesi yaptılar, ben buralarda olmamalıymışım anne! Anne! Sana çok kızmam gerekirken kızamıyorum biliyor musun? Bize kardeşlikle ilgili neler neler anlatıyordun sen. Biz hem dinde ve hem de Âdem ile Havva’da kardeştik. Hani insan olmamız yeterdi kardeşlik için, hani nerede? Anne! Hani dedelerimiz beraber savaşmışlardı? Hani birlikte ölmüşlerdi? Hani kalubeladan beri kardeştik? Hani bizim kaderimiz birdi? Hani tasada-sevinçte, açlıkta-toklukta beraberdik? Hani kıblemiz, fatihamız, yasinimiz aynıydı hani! Anne! “Aynı mutfak, aynı sofra, aynı duamız var” diyordun, Peki anne böyle mi olmalıydı? Allah aşkına bir şeyler söyle; Susma anne, sen susarsan... Anne! Yoksa bizi kandırıyor muydun o kardeşlik sözleriyle? Anne! Bana şimdi doğrusunu söyle lütfen; Biz gerçekten buralı değil miyiz? Bizim yurdumuz değil mi buralar? Kaldı ki başka ülkelerde ölen yabancılara kimse ses çıkarmıyor ki ülkelerinde… anne ben buralı değil miyim? Değilsem yerim-yurdum nere? Anne! Sen söylerdin hep “ülkemizin insanının hanımlarına ve ölülerine saygılı” olduğunu… Söyle anne; Ben ölü bir hanım değil miyim? Artık beni Allah yargılayacak kullar değil, yalan mı anne? Ama anne mezarımı kimler yangın yerine çevirdi söyle anne? Hani hayatta olanların birbirleriyle alıp vermedikleri vardır biliyorum. Ama anne biz ölülerden ne istiyorlar? Biz artık cevap veremeyiz ki… Anne! Doğru söyle; “kardeşiz” diyerek bizi kandırıyor muydun? O zaman bana bir avuç toprak neden çok görüldü anne..? Anne, ben buraları çok sevdim; ezan sesleri seher yeli ve rüzgârlarla karışıp bizi sarıyor anne… Ama anne bana buraları çok görüyorlar Ne? Duymadın mı? Anne duymamış olamazsın; bütün dünya mezarlıklarında bile duyuldu anne! Sen yine beni kandırmaya çalışıyorsun anne. Burada diğer mezar arkadaşlarım duyunca bana geldiler; “biz kardeşiz sen merak etme”, “diriler de anlayacak kardeş olduğumuzu, üzülme” dediler. Anne! galiba bana asıl şimdi “başsağlığına” geldiler. Anne! Çok yorgunum, çok uykusuz ve çok mutsuz; Galiba ölmek istiyorum. Anne! N’olur beni Gölbaşı’na defnedin olur mu? Buraları çok sevdim zira buram buram Anadolu kokuyor. Ben burada mutlu olmak zorundayım. Anne! Üzülme olur mu? İlle de kardeşiz, inadına kardeşiz ve ebediyyen kardeş kalacağız. Anne! Biliyorum; “aferin kızım” diyeceksin ve ağlayacaksın… artık analar ağlamasın olur mu? Bunu bütün annelere söyle anne; çocuklarına sahip çıksınlar, onları başıboş bırakmasınlar ve ölümü anlasınlar yaşarken. Öpüyorum anne(ciğim). Be ölmeye gidiyorum, böylesi daha iyi… Gülsima’n
-
NURO HAT KUŞTİN! NURİ ÖLDÜRÜLDÜ! Nuro hat kuştin! Kırmanci şivesinde; “Nuro (Nuri) öldürüldü” demek… Köyün ötesinden çığlıklar yükseldi kurşun sesleri dinince. Bağırdılar avazları patlatan çığlıklarla; Nuro hat kuştin! Ağıtlar yükseldi köyün dört bir yanından. Akranları cesedini çevirip baktıktan sonra bağrıştılar; Nuro hat kuştiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiin! Evet Nuro hat kuştin. Daha 14 yaşında, ömrünün ilkbaharında ve baharına varmadan öldürüldü Nuro. “Suçu neydi” sorusunu sorma ahlaksızlığını kimsenin taşıyamayacağı yaştayken Nuro öldürüldü. Nuro bir çocuk, Nuro bir Kürt çocuğu, Nuro fakir bir aile çocuğu. Ve Nuro 14 yaşındaki çocuk; Anlatamıyorum galiba! Adı üzerinde işte; Nuro bir çocuk, ço-cuk… “Çocuk da vurulur mu” demeyin lütfen. Kaç çocuğumuz vuruldu? Daha önce de çocuklarımız vurulup, yakılıp öldürülmüşlerdi; Çok gerilere gitmeden Uğur KAYMAZ 12 yaşında 13 kurşunla “çatışmada” vurularak öldürüldü. Diyarbakı’da dersane önünde patlatılan bombada Eren’lerimiz katledildi. Lice’de 11 yaşındaki Ceylan vurularak öldürüldü. Kızımız Serap belediye otobüsüne atılan patlayıcıyla yakılarak öldürüldü. Kardeşimiz Aydın Diyarbakır’da kalbinden vurularak öldürüldü. En son Van’da İran’dan kaçak yollarla mazot taşıyan amcalarına uyarak “sefere” giderken köyün çıkışında askerlerle karşılaşınca atları bırakarak kaçan Mehmet Nuri sırtından vurulup öldürüldü. Allah’ım bu nasıl iş, nasıl vicdan, nasıl ülke, nasıl dünya, nasıl insanlık? Bildim bileli bu bölgede tütün, silah, sigara kâğıdı, kumaş, koyun vs kaçakçılığı yapılır. Öte tarafa da farklı mallar götürülür. Bunu bilmeyen, asker, bilmeyen polis, bilmeyen mülki erkân yok. İran’dan kaçak mazot getirmek için köylerinden daha yeni ayrılmışlardı. Kilometrelerce meşakkatli yolculuğa çıkmışlardı ve İran’dan getirecekleri mazotla Nuro’lar da geçimlerini kolaylaştıracaklardı köylülerle beraber. Bu iş hep yapılıyordu. Ve yine mazota gidileceği de biliniyordu. Ama adı üzerinde işin; Kaçak mazot taşımacılığı… Zaten 30 yıldır süren şiddet ortamının verdiği çaresizlikten dolayı geçim sıkıntısı had safhada. Zira meracılık, yaylak-kışlak hayvan besiciliği öldü. Bu bölge de kar üretimi! yapılamayacağından elde kaldı kaçakçılık. Elbette bu işi meşrulaştırmıyoruz. Ama “Türkiye’nin kendine özgü şartları” göz önünde bulundurulup darbe yapmanın cezası yokken, başbakana suikast planlarının cezası salıverilmek iken kaçak mazotun cezası bu mu olmalı? 14 yaşında bir çocuk vuruluyor hanımlar beyler! 14 yaşında bir çocuk… Türkiye’nin doğusunun “özel şartları” göz önünde bulundurulamaz mı? Buna rağmen bilinen bir kaçakçılık hadisesinde 14 yaşında bir çocuk sırtından vurulup öldürülüyor. Çok öfkeliyim, çok kızgın. Aslında neye kime kızdığımı da netleştiremedim. Vuranlara mı? Sessiz kalan devlete mi? Görmeyen iktidara yakın-uzak medyaya mı? Duyarsız halka mı? Dedim ya netleştiremedim; ama galiba hepsine birden kızgınım. Günlerdir medyayı Uşak’ta kaybolan ve maalesef dün ölü bulunan küçük Umut meşgul ediyor. Bu akşam da CNN TÜRK konu yapmıştı. Ve küçük Umut gerçekten de bu ilgiyi hak ediyor. Zira ortada kaybolan yatılı okuyan küçük bir kardeşimiz ve en son cesedi bulunarak acımızı katlayan bir olay var. Bu sebeple küçük Umut’un medyayı işgal etmesi çok tabii bir olay. Ancak Van’da kurşunla sırtından vurularak öldürülen Nuro’nun hiç mi haber konusu olmasını gerektirici önemi yoktu? Nuro neden haber konusu yapılmadı? Neden kanallar onun neden öldürüldüğünü, Neden kaçakçılığın hala devam ettiğini, Neden devletin komşu ülkelerle bir anlaşmaya varamadıklarını işleyebilirlerdi. Ve 14 yaşında “kaçakçılık” yapan bir çocuğun asla ölmemesi gerektiğini. Nerde? Nerede o “namuslu” medya? Nerede o “yaradılanı severiz yaradandan ötürü” anlayış? Nerede o “Türk_Kürt fark etmez, bütün vatandaşlarımız eşittir”i öttüren ve de tüttüren anlayış? Nerede, nerede, nerede? Biliyorum; “çok bekleriz”. Allah’a varsa inancınız Allah aşkına söyleyin. Yoksa inancınız kutsallarınız hatırına söyleyin; Böyle vurulur mu bir çocuk? Daha doğrusu bir insan, bir hayvanın vurulmaması gerekirken... Ama gelin görün ki Nuro gibi çocuklar vuruluyor işte. Tamam, büyük bir suç, büyük bir terslik, yanlışlık; hadi diyelim ki kaza… e peki medya buna böyle duyarsız mı kalmalıydı? Medyanın sağırları oynaması ne anlama geliyor bilen varsa söylesin. Çünkü ben söylersem “bölücülük” olur biliyorum. Siz söyleyin de “bölücülük”ten kurtulalım. Siz söylemezseniz ben söylerim yoksa. Medya Van valisini konuk edemez miydi? Medya Nuro’nun ailesini bulamaz mıydı? Medya bundan sonra benzeri olayların olmaması için işin üstüne gidemez miydi. Doğru olan bu değil miydi? Ama medya doğru olana değil “reflekslerine” meyletti. İşte bu yapmadığınız işin adı bö-lü-cü-lük-tür sayın medya!
-
"GÜLER ZERE ÖLÜRSE TÜRKİYE EKSİK KALIR"
Ahmet AY şurada cevap verdi: Ahmet AY başlık Politika Bilimi
Hukuk sizin sandığınız gibi "kendiniz neye hukuk derseniz hukuk odur". Anlayışından bambaşka birşeydir. Hukuk hukuça yapılan düzenlemelerle düşmanınız da olsa onu yaşatmayı esas almaktır. Yazımda belirtmiştim ve tekrarlıyorum ; Ben güler ZERE'nin siyasi ve felsefi hiç bir düşüncesine katılmıyorum. Kendim inançlı ve insan haklarına; onur ve özgürlüğüne adanmış biriyim. EĞER GÜLER ZERE İYİLEŞİR DE CEZASINI ÇEKMEZ İSE BEN ÇEKMEYE HAZIRIM. HEM DE SEVE SEVE. BURADA SAVCILARA, YARGIÇLARA DUYURUYORUM.- 266 cevap
-
- GÜLER ZERE
- TÜRKİYE
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Bu kadar basit. Taraftara sahip çıkmak kolaysa GS, FB. BJK BUrsa, G. ANTEP sahip çıksın önce. Bursa'da ırkçılık yapanlar Diyarbakırspor taraftarı değil Bursaspor taraftarıydı. Gaziantep'te slogan atanlar da D.Bakırspor taraftarı değil G.Antepspor taraftarıydılar. İki İngilizi İstanbul'da öldürenler de tuttuğum takım olan Galatasaraylılardı vs. Hiçbir zaman hiç bir takım taraftarına hakim olamamıştır. Avrupada da böyle bizde de. Ama asla D.Bakıspor taraftarlarının yaptıkları yanlışları onaylamam. Sadece başkalarının yanlışlarını da görelim ki çözüm bulalım. Yoksa millet "kendi ligini kuracakmış"
-
Diyarbakırspor bir spor kulübüdür. Ne demek kendini ispatlasın? Bunu istemek kimsenin haddi değildir? O zaman başkaları da şu takım şu sebepten, bu takım şu sebepten dolayı kendini kanıtlasın hadsizliklerde bulunma hakkını elde eder. saygılar.
-
ÖCALAN ile ilgili olarak söylenenler, yorumlar MOSSAD'ı es geçerse farklı bir konuya dönüşür. Neden? sorgulanırken Ak Parti düşmanlığına dönüştürülürse diyeceğim birşey yok.
-
"GÜLER ZERE ÖLÜRSE TÜRKİYE EKSİK KALIR"
Ahmet AY şurada cevap verdi: Ahmet AY başlık Politika Bilimi
Vicdanı yanlış yerde arıyorsunuz. Vicdan, hukuk, insanlık bunlar çok kolay harcanır. Herkes ve herkesim için adalet istemek gerçekten de vicdan işidir. Ama önce adil olmak gerek.- 266 cevap
-
- GÜLER ZERE
- TÜRKİYE
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Yılmaz bey, ben "taş atan çocukları" konu ediniyorum. Yasanın içinde sizce yanlış olan başka bir konu varsa dile getirirsiniz. ikinci sorunuzun muhatabı ben olmamakla beraber yanıtlayayım; Siyasette, devlet yönetiminde "görüşmem" kaydı doğru değil. O gün söylendiğinde de doğru bulmamıştık. Doğru olan görüşmeydi o da oldu.
-
TAŞ ATAN ÇOCUKLAR SUÇLU! Hükümetin uzun bir süredir meclise getirmek istediği “Çocuk Yasası” nihayet çıkacak. Bu yasa daha önce çıkacaktı. Ancak “çocukların sebep olduğu” ve Serap kızımızın yanarak hayata veda etmesiyle neticelenen olaylardan sonra beklemeye alınmıştı. Aslında sorun gelişmişlik, eğitim ve sorumluluk taşıma sorunu olarak değerlendirilmeliyken çocukların ceza görmesi ile sonuçlanan bir duruma dönüşmüştü. Hükümetin bu konuda atacağı adımın yerinde olduğunu vurgulamak isterim. Hele hele kararlı oluşu daha bir sevindiricidir. Bunun yanı sıra Sayın Cumhurbaşkanımızın da yasanın bir an önce çıkmasını beyan etmesi ülkenin selamete giderken ortak aklın nasıl çalıştığını görmek umutlarımızı arttırmıştır. Adı üzerinde “çocuk”; Çocukların “suç”la anılması, bu meyanda muamele görmesi ve “cezaya müstahaktır” anlayışının hakim olması ürkütücüdür. Bu durumun düzeltilmesi çoktan gerekliydi. Malum sebeplerden bugüne kalması çokça çocuğun cezaevinde kalmasına sebep olmuştur. Kimileri çocukların yaptığı eylemler ortada iken bu yasanın gerekli olduğunu ileri sürebilir ve ileri sürenler vardır da. Ne var ki sorun sadece çocukların olaylara karışması olarak değerlendirilince bu sonuca varılmasında tutarlılık vardır. Oysa sorunu ihmal edilen çocukların “suça teşvik edilmesi”, “suça zorlanması” olarak görünce suç-suçlu adresinin çok da doğru olmadığı anlaşılır. Dedik ya “çocuk”; Ne yaptığını kestiremeyen, yaptığının karşılığının ne olduğuna akıl erdiremeyen, eylemlerde nereye ve niçin zarar verdiği konusunda bilinçli bir tercih yapamayan bir kitle çocuklar… Taş attığı için 10-15 yıl ceza vermenin hukuk ve adaletle bağdaşmadığını hukukun evrensel değerlerinden anlamak zor değil. Nitekim Diyarbakır’da bu davaya bakan mahkeme “çocuğun suçu işlerken bilinçli olmadığı ve dolayısıyla ne yaptığını bilmediği için cezaya uygun olmadığı” kararı konuya açıklık kazandırmaktadır. Hakikaten çocukların böyle bir davaya konu olmaları acı vericidir. Hem böyle olaylara karışmaları ve hem de bu olaylardan dolayı “terör suçu”yla muhatap olmalarıdır üzücü olan. Yaşları 12 ila 16 olan çocukların iyi bir eğitim görmeleri halinde böyle eylemlere karışmaları mümkün olmamaktadır. Türkiye kendi çocuklarına sahip çıkmalıdır. Elbette ki çocukları suça teşvik eden varsa onlar için yasaların gereği yapılacaktır. Ancak büyüklerin cürmü çocuklara çektirilmemelidir. Hükümet nihayet çocuklarına “çocuk” muamelenin gereğini önemsemiştir. Muhalefetin de bu konuda hükümete diğer konularda çıkardığı sorunlar çıkarmamalarını bekliyoruz. Zira bunlar hepimizin çocuklarıdır. Çocukların yaptıklarının ne kadar kötü olduğunu anlamalarını sağlayıcı “sosyal dayanışma, sosyal bilinç” gibi uygulamalara tabi tutulmaları gerekmektedir. Alın size bu olayları tetikleyen bir taze haber; Ankara’dayım, az önce Ankara’da bomba yüklü kamyonun yakalandığını duyduk. Dilerim ki bu kamyon yasal yollarla ve yasaların uygun gördüğü bir sebepten dolayı şehre girmiştir. Yoksa nasıl facialara sebep olduğunu herkes çok iyi biliyordur. Eğer durum düşündüğümüz gibi kamyon yasaların uygun gördüğü bir yük taşıyor ise sorun yok; kötü niyetli bir yük ise çocukları eyleme sevk edenlerle amaçta birleşmeleri gibi bir durumla karşı karşıya olduğumuzu belirtmek isterim. Çok değindim; Birileri ülkemizi karıştırmak isteğini ortaya koma gayretindedir. Her zaman bu amaçları için çabalayanlar artık ibret almışlardır. Bizler de ibret alır isek sorun kalmayacaktır. Bakın İsrail Türkiye’nin Suriye ve Filistin arasında barış görüşmelerine devam etmesini ister hale geldi. Bu konu da sayın başbakanın tespit ve beyanı oldukça anlamlı ve barış için olmazsa olmazdır. “Sayın başbakan; barış görüşmelerine FKÖ’nün yanı sıra Hamas’ın da dahil edilmesini” dile getirmiştir. Gerçekten de Filistin’de iki gücün/tarafın olduğunu görmek lazım. Demem odur ki ülkemiz Ortadoğu için olmasa olmazdır. ABD’nin anlamış olduğu bu gerçeği görmek lazım. Bu sebeple çocuklarımızın bu duruma düşmesine sebep olan Kürt sorunu ile ilgili herkesin silahların susmasına yönelik tutum takınması gerekir. Artık silahla hak aramanın bir işe yaramadığını, silahla mücadele verenlere de “şiddete şiddet” anlayışıyla cevap vermenin zaralarını görmek gerek. PKK eğer silahlarını yeniden kullanma yoluna giderse Kürt kesimi tarafından kabul görmeyeceğini çok iyi kavramalıdır. Kürt ve Türk halkalarının eşit vatandaşlığına kimsenin gölge etme hakkı yoktur. Beklenen ortam sağlanırsa çocuklarımız daha iyi bir gelecek ve yaşam beklentisi içinde olurlar. Üstelik bu durum onların insana daha olumlu bakmalarını sağlayacaktır. Velhasıl; Çocuklar çocukluklarını yaşamalıdırlar. Ne taş atan çocuk olmalı ve ne de suçlu görülüp yargılanmaları söz konusu olmalıdır.
-
ÖCALAN’I MOSSAD MI VERDİ? Bakıyorum birkaç gündür basınımızın internet dünyası MOSSAD’ın menkıbelerini yazmaya bayılıyor gibi. Nereden icap etti diye sormayacağım ama en ilginç olanı MOSSAD’ın PKK lideri Abdullah ÖCALAN’ı “paketleyip Türkiye’ye teslim ettiği” haberleridir. 12 yıl önce yaşanmış bir olayı pişirip önümüze yeni menüyle servis yapmanın ne âlemi var? Kaldı ki zaten İsrail bu konunun neresinde olduğunu söylemişti; “MOSSAD’In o dönemdeki başkanı Efraim Halevy, emekli olmasının ardından yazdığı kitapta Öcalan’ın yakalanmasının bir MOSSAD operasyonu olduğunu ileri sürmüş, ancak Netanyahu’dan aldığı direkt emir nedeniyle tüm MOSSAD ajanlarına yönelik hazırladığı mesajda ‘Öcalan’ın yakalanmasıyla teşkilatımızın hiçbir alakası olmamıştır” ifadesini kullandığını itiraf etmişti. Ancak MOSSAD/İsrail her zaman yaptığını bu süreçte de yaptı ve Öcalan’ın yakalanmasıyla ilgisinin olmadığını açıkladı. Gerekçe çok basit: “Efraim Halevy kitabında şöyle anlatıyor: ‘Türk basınında çıkan haberlerin asılsız olduğu gerçeğinin hızla değişen durum içerisinde önemsiz olduğunun farkındaydım. Avrupa’daki Kürtlerin söylenenlerin gerçekten de doğru olduğuna inanmayı sürdürmeleri durumunda Avrupa topraklarında, uğratıldığına inandığı büyük ihanetin intikamını almaya çalışmakla kalmayıp, zor görevlerimizi daha da tehlikeli hale getirecek bir düşmanla karşı karşıya geleceğimizden endişeleniyordum. Bu şartlar altında Kürtler’e, liderlerinin yakalanmasıyla Mossad’ın uzaktan yakından alakası olmadığına dair açık ve net bir sinyal göndermek şart olmuştu.’ Olayın böyle cereyan ettiği bilinmekle beraber 2 gündür bu haberin yeniden servis edilmesi ‘acaba’ları arttırmıştır; “İflas etmiş tüccar eski defterleri karıştırır” misali “bakın size ne yararlarım dokunmuştu, hadi bunların hatırına verin” mi demek istiyorlar? Eğer böyle düşünüyorlarsa bildiğimizi biliyorlar ki onlar 1 koyup 10 almadıkça bir katkıda bulunmazlar. ANCAK ZORDA KALIRLARSA BAŞKA… Bunu zamanında yapmışlarsa eminim karşılığını fazlasıyla almışlardır. Hem de çok fazlasıyla… MOSSAD Rahmetli ECEVİT’lerin, DEMİREL’lerin, M. YILMAZ’ların, T. ÇİLLER’lerin hatta hatta ERBAKAN-ÇİLLER hükümetlerinin en gözde servisi, İsrail de en büyük müttefikiydi. İsrail ile yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük askeri anlaşması Refah-yol hükümetince imzalandı. Biz ülkelerle elbette ki dostlukların, ittifakların, anlaşmaların işbirliği yapmaların gerekliliğine inanırız. Ancak adil, eşitlikçi ve insanlık onuruna yakışan ve bu amaca hizmet eden bir anlayışta olmasını esas alıyoruz. Peki, İsrail bu amaca hizmet edecek tek bir davranışa sahip midir? İşte bu olumsuzluklara rağmen hükümetler İsrail ile “tek taraflı yararlanıcı” dostluklar imzalayıp onlara pek çok konuda boyun bükmek zorunda bırakmıştır kendisini. İsrail vakti zamanında bir konuda Türkiye’ye bir katkı sunmuş ise alasını almıştır. Bu gün için “ÖCALAN’ı verdik” derken biz de diyoruz ki; “Ne yani çirkefliklerine ömür boyu sessiz mi kalalım?” Şimdi kalkıp zamanında siz bunu yaptınız biz bunu yaptık demenin anlamı yok. Ancak şunu çok iyi bilmeleri gerek; Hiçbir şey onurlu insanların onuruna halel getirici bir hatayı affetmeye yeterli gelmez. Zira biliyorsunuz ki “değer üretme merkezi” ile “fitne üretim merkezi”nin ortak yapabilecekleri bir şeyleri de yoktur. Eğer İsrail devleti Ortadoğu ve Filistin özelinde insanlıkla bağdaşmayan faaliyetlerine son verir ise eminim ki bizlerin de tutumu farklı olacaktır. Zira hiçbir ülke, yapılanma ve bireyin kötülüğünü, kaybını istemiyoruz. Yeter ki insanlık haysiyetine zarar verici olmasın. Ama MOSSAD böyle mi yapıyor? Bakın sizlerle çok önemli bir bilgiyi paylaşayım; Ünlü “ONE MINUTE” birden bire o gece orada sayın başbakanın sözleri kesildi diye gelişen bir Hadise değildir. Dikkat ettiyseniz sayın başbakan İsrail’in işlediği bazı cinayetlerden; çocuklara karşı işlenen cinayetlerden söz ederek konuşmasına başladı; “Bunları cinayetleri nasıl işlediğinizi çok iyi biliyoruz” demiştir. ACABA SAYIN BAŞBAKAN BU İFADEYİ ÖYLESİNE Mİ SÖYLEDİ? Bence üzerinde durulması gereken bir mesaj vardı. Özellikle İsrail cephesi bunun ne anlama geldiğini henüz anladı. Geç kaldı sayılmamakla beraber bu kadar zaman kimin için kayıp bilemem? Onu da kaybedenler düşünsün. Doğrusu bazen iyi şeyler de düşünüyorlar; “Yiğitlerin en değerli ve en sevgililerine dokunulamayacağını”, “parayla her şeyin hallolmayacağını”, “her hesabın yapılamayacağını”, “önceden bazı durumların sonucunu kestirilemeyeceğini” Yoksa telafisi imkânsız kayıpları olacak “koca İsrail” ve MOSSAD’ının… Bakın yerim doldu, halbuki MOSSAD’ı yazacaktım. Neyse bir daha ki yazıda…
-
İki lider-ikişer sözcük; birinde demir eller, çelik bilekler, güçlü pazuları kıskandıracak kadar halk desteğini alan Türkiye Cumhuriyetinin başbakanının imzası var. Diğerinde ise arkasından darbe, kan, gözyaşı, 70 sente muhtac olunacak kadar yok(sul)luklar, gereksiz ve kıskançlığa dayalı kavgalar… bırakan, rahmetli ÖZAL’ın ani vefatıyla Erdal İNÖNÜ’nün omuzlarına binip 9. C.başkanı olmuş sn. DEMİREL’in imzası var. Ama evvela yıllar önce okuduğum bir kitabtan bugün için lazım olan bir pasajı aktarmak istiyorum: “Bilincimizin bütün yaşantılarının, bütün duygularının, bütün çabalarının, (bütün) tasavvurlarının her defasında benim kendi yaşantılarım, benim duygularım, çabalarım, tasavvurlarım oluşu, onun özünden kaynaklanan en belli başlı özelliğidir. Eski bir Hint filozofunun sözleriyle, nasıl ki tuzun tadı bütün yemeğin en ufak birimlerine kadar girerse, ‘ben’in tadı da bilincimizin bütün yaşantılarının içinde öyle yer alır” diyor. Ve devamla “her ruhsal yaşantıda bütün şahsiyet hazır ve nazırdır. Hiçbir tasavvur yoktur ki, duygu ve irade… içermesin…[1] diyor. S. Demirel’e ithaf olunur. ‘Ben’iniz sinmiş bütün harflerinize… Eğer 21. yüzyılın Türkiye’sinde yapılan genel seçimlerde halktan aldığı % 50′ye yakın oyla seçilen başbakan çıkıp; “beyaz çarşaf”tan yani beyaz idam giysisinden bahsediyorsa, eğer idam edilmeyi göze aldığını söylüyorsa ve 9. Cumhurbaşkanı S. DEMİREL açıklamalarında TV’lere çıkıp “ben bu durumdan dolayı ızdırap içindeyim” diyor. “Izdırap içinde”ymiş sn. Demirel… Onlarca gencimiz kurşuna dizilirken ızdırap duyacak vicdanın neredeydi? Kardeş kavgasında günde 20 vatandaşın sokak ortalarında vurulurken neredeydi o ızdırap duyan kalbin? 12 Mart’ta tanklar daha yola çıkmadan şapkanı alıp her şeyini bıraktığın gün vicdanın neredeydi? 12 Eylülde “bizim çocuklar” ülkenin anayasal düzenini giydiğin şapkanın içine sokup hokus-pokus oynadıklarında nerdeydi o ızdırap duyduğuna inandığın vicdanın? Sincan sokaklarında tanklar demokrasinin 3 kez tamir edilen bekâretini 4. kez tamir mecburiyetinde bırakırken o ızdırap duyduğun “organın” neredeydi? 28 Şubatta (bugün serbest olmasının mücadelesi verilen başörtüsü) yasal dayanağı olmadan üniversitelerde sayende yasaklanırken anayasal devletin başı olarak ızdırap duymayı bilen vicdanın neredeydi? Say say bitmez vicdanı olanın vicdanını sızlatan hadiselere imzaların… Başbakan demeye dilin varmadığı için “Hökümatın başı” diye hitap ettiğin merhum ECEVİT’le kavgaların vicdan işi miydi? Hadi kavga ettiniz diyelim; peki bu halkın, Anadolu’nun has evlatlarını sağcı-solcu diye ayıranlara “dur” diyeceğinize niye taraf oldunuz? Yoksa öldüren taraflardan birisinden yana olmak sizin vicdanınıza! çok mu uygun düşmüştü? “Bilincimizin bütün yaşantılarının, bütün duygularının, bütün çabalarının, (bütün) tasavvurlarının her defasında benim kendi yaşantılarım, benim duygularım, çabalarım, tasavvurlarım oluşu, onun özünden kaynaklanan en belli başlı özelliğidir. Eski bir Hint filozofunun sözleriyle, nasıl ki tuzun tadı bütün yemeğin en ufak birimlerine kadar girerse, ‘ben’in tadı da bilincimizin bütün yaşantılarının içinde öyle yer alır. Her ruhsal yaşantıda bütün şahsiyet hazır ve nazırdır. Hiçbir tasavvur yoktur ki, duygu ve irade… içermesin…” demişti W. PORZIG, değil mi? Gelelim “beyaz çarşafa”… Evet, beyaz çarşaf “İDAM” giysisi demektir. Bu ülkede gece yarısı-gündüz ortası, sabaha karşı-akşamüstü; çarşının orta yerinde-köyde dağda yargısız infazlar yapan, faili meçhul-malum cinayetler işleyen… İnsanlar! değil idamı; ceza almayı bile düşünmezken, bir başbakan daha özgür, daha müreffeh, daha eşitlikçi adımlardan dolayı idam tehdidine muhatap oluyor. Yoksa “Burası Türkiye, Burdan Çıkış Yok!” mu diyorsunuz sn. Demirel? Ak Parti’yi ve iktidarını savunmak bana düşmez. Hele hele kardeşlik tesisi tam olarak gerçekleşmediği sürece eleştirilerimiz devam da edecektir. Ama Allah aşkına bu ülkeyi ANASOL-D, ANASOL-M, ANASOL-H (bu ‘H’ hastanenin ‘H’si) 1. ve 2. MC, DYP-SHP ve diğer iktidarlar uçurumun kenarına getirmedi mi? hem de defalarca… Ak Parti iktidarı ülkeyi (dedik ya yanlışları elbetteki vardır ve eleştirilecektir) saydığımız iktidarlardan daha mı kötü yönetmiştir? Demek ki dert bu halkı düşünüp düşünmemek değilmiş. Ya neymiş peki? Bu ülke sadece ‘BALYOZ’cu anlayışın, beyazların, çetelerin, özgürlüklere karşı olanların ülkesi olsun istiyorlar. Ama hayır! “beyaz çarşaf” giysek bile; Özgürlükten Kardeşlikten Huzur ve kalkınmadan Daha çok demokrasiden Herkes ve her kesim için adaletten geri dönüş olmayacak, olmamalı… Kaç kez dünyaya gelinip gidiliyor ki zaten..? Büyük ülkelerin iktidarları da büyük olur. Bunun gereği olarak da iktidarlar halkın özgürlüğüne, katılımına, ihtiyaçlarına -uyduruk- “güvenlik” dedikleri statükocuların istekleri yüzünden sırt çeviremezler. Eğer büyük ülke iseler. Yok, biz hala büyük ülke değiliz diyorsanız; o öyle düşünenlerin sorunu… Elbette ki küçük düşünenlerin sorunlarını da dikkate almalı büyük ülkelerin güçlü iktidarları. O da onları büyük düşünmeye uygun seviyeye getirici imkân ve fırsatlar yaratmakla olur. “Beyaz çarşaf”ının hazır olduğunu ve bunu “ciğerden” söylediğini biliyor, inanıyoruz. Ama 21. yüzyılda AB’nin üyesi olmaya çalışan; hele hele geçmişte bir başbakan ve iki bakanını cuntacıların uyduruk mahkemelerinde ipe göndermiş bir ülkede hala vatandaşlarının insan haklarından kaynaklanan sorunlarından dolayı başbakan ipi göze almışsa vay anam vay… Sevsinler böyle demokrasiyi. Evet sayın başbakan! Sizi bu “ciğerden” ifadelerinde biz de “ciğerden” destek vererek diyoruz ki; Bu ülkenin sulh ve selameti için, kardeşlik türkülerinin dağlarda, köylerde, şehirlerde… bütün memlekette çalınması için sizi “ciğerden” destekliyoruz. İnanıyoruz ki bu çok geç olmayacak, olmamalı. Yoksa ciğerlerimizi sökenler pusuda ve anlarını beklemektedirler. “…Her ruhsal yaşantıda bütün şahsiyet hazır ve nazırdır. Hiçbir tasavvur yoktur ki, duygu ve irade… içermesin…” bizde de aynen… Sözlerimiz irademizden kaynaklı… Haydi, irademizle “ciğerden” söylenecek şarkıların mısralarını hep beraber dizelim; “Gelin Canlar Bir Olalım”.
-
Anayasa değişikliği ile ilgili tartışmalarda son haftada oldukça farklı bir gelişme yaşandı. Daha doğrusu Sayın cumhurbaşkanın konu ile ilgili -Hindistan yolculuğu sırasında- yaptığı açıklama kimi çevreleri hareketlendirdi. Bu hareketlilik beklenti içinde olanları oldukça sevindirdi. Bu yazıyı hazırladığım ana kadar (09 Şubat 2010) Sayın Cumhurbaşkanımızın konuya açıklık getiren bir açıklama yapmaması onu ve niyetini iyi bilenler için bir sorun teşkil etmemektedir. Ne var ki malum çevre; “işte devlette çatlak”, “birbirlerini (Sayın başbakanı da kastederek) cumhurbaşkanlığı seçimleri için zorda bırakmaya başladılar” gibi temennilerini yazıp söylediler. Dedim ya bunlar temenni babında tespitlerdir. Gerçekten durum ne? Sayın cumhurbaşkanı ve sayın başbakan cumhurbaşkanlığı seçimleri için hem de iki yıl kala birbirlerini ekarte etmeye mi çalışıyorlar? Daha düne kadar “kardeş”lik duygularıyla ülkeyi yönetmeye “ahd” edenler makam ve mevki hırsına mı kapıldılar? Doğrusu bunlar yabana atılacak şeyler değil. Demokrasilerde en küçük birimden cumhurbaşkanlığına kadar yol vardır. Eğer bu mücadelenin içine girmişseniz hedefiniz en tepe, en zirve olmalıdır ki dinamizm ve şevkiniz bitmesin. Hedefi küçük olanlar da enerjilerini de ona göre ayarlarlar. Bu hedef sizi ya daha büyük başarılara sevk edecek ya da elinizle yetinmesini bilip şükr edersiniz. Cumhurbaşkanı olabilecek insanlar bu büyük makamın mücadelesini verseler değer. Velev ki Tayyip ERDOĞAN ve Abdullah GÜL rekabeti olsa da… Ancak bu iki şahsiyeti iyi tanımayanların bilmedikleri bir şey var. Bu da söz konusu şahsiyetlerin dünyadaki hiçbir mevki ve makam için birbirleriyle mücadele içine girmeyecek kadar farklı duygulara sahip olduklarıdır. En azında şimdilik böyle, (beşer-insanlık halli belli olmaz!) O halde sayın cumhurbaşkanı ne dedi veya ne demek istedi? “Anayasa değişikliği için fırsat kaçtı” derken ne demek istedi? “Anayasayı bu meclis değiştiremez, sakın uğraşmayın mı”? “Siz anayasayı değiştirerek cumhurbaşkanlığına göz koyduğunuz için aleyhime düzenleme yapmaya kalkarsanız ben de sizi böyle sıkıntıya sokarım” mı demek istedi? Yoksa “Seçimlerden sonra oluşan olumlu havanın kaybolduğu, artık bir konsensüsün sağlanamayacağını mı” kast etti? Ya da Başka bir şey mi? Onu da ancak sayın cumhurbaşkanımız bir açıklama yapma gereği duyar ise anlarız. Aslında anayasa değişikliği için fırsat oluşmuş değildi. Ak Parti yeterli çoğunluğa sahip olmadı. Muhalefet desteği ile ancak referanduma götürecek sayıya ulaşırdı. Referandumun akıbeti bilin(e)mediği için anayasa değişikliğinde ciddi risk oluşurdu. Düşünün mecliste çoğunluğu sağlayamamış, referanduma gidip geri dönmüş bir anayasa değişikliği teşebbüsünden dolayı; İktidar bütün itibarını yerle ir etmiş olmaz mı? Böyle bir başarısızlık bu vesayetçi anayasanın daha uzun yıllar kalmasını sağlamaz mıydı? Bence sayın cumhurbaşkanı açıklamalarıyla isabet buyurmuşlardır. Kişisel kaygılardan uzak, geleceği iyi okuyan bir devlet adamı olarak düşüncesini paylaşmışlardır. Bu nedenle sayın cumhurbaşkanımızın açıklamalarını farklı mecralara çekmenin tabanı bulunmamaktadır. Umarım ki sayın cumhurbaşkanı konuya açıklık getiren bir açıklama yapacaklardır. Not: Yazıyı bitirdikten sonra bir arkadaşa gönderdim. Bana “sayın cumhurbaşkanının az önce açıklama yaptığını isterseniz yazıyı değiştirin” dediler. Ben de aynen kalmasını istedim. Demek ki neymiş?
-
Son günlerde ve haftalarda değil; aylardır İran ile ilgili çok şeyler yazıldı söylendi: “İran yine karıştı” “İran’da neler oluyor”? “İran dünyaya meydan okuyor” “İran ABD ve BM kıskacında” … Neler oluyor İran’da? Gerçekten İran karışıyor mu? Süper güçler İran’ın kendileri için tehlike arz ettiğini baştan beri biliyorlardı. Bunun için ne gibi önlemler almaları gerektiğini de… Devrimden hemen sonra ABD ve işbirlikçilerinin kurguladıkları bir savaşa İran’ın zorlanması bu tehlikeden dolayıydı. Zira yükselmekte olan “radikal İslamcılık” akımı üstelik Şii mezhebine bağlı İran’da zaferle sonuçlanması aynı zamanda diğer Arap ülkelerinde de kısa sürede batının arzu etmeyeceği bir duruma doğru gidebilirdi. Körfez ülkeleri, Mısır, Lübnan, Irak, Suriye, Pakistan ve hazırda bekleyen Afganistan ve diğer Afrika ülkelerinde bir “İslami devlet”in kurulma tehlikesi adımlarını hissettirmişti. Zengin petrol yataklarının “radikal İslamcı”ların eline geçmesi Batılı ülkelerin asla işine gelmeyecekti. Böylesi bir değişimde ucuza ve silah karşılığında aldıkları petrolü artık kolay alamayacaklarını biliyordu batılı ülkeler. Bunu bilen batı İran’da Rahmetli Humeyni ile başa çıkmanın tek yolu olarak Irak savaşını gördü. Bu savaş sürerken neler oldu? Batı beklemedik bir İran direnişi ile karşılaştı. Bu arada İşgal edilen ABD büyük elçiliğinde rehin tutulan Elçilik görevlilerini ajan olarak yargılayacağını açıklayan İranlı yetkililer ABD ile bilek güreşine başlamıştı bile. Zaman hızla akarken ABD savaşta istediği sonucu göremeyince yeni manevralara başladı. Bunlardan en çarpıcı olanı İran’a silah satmasıydı. İrangate olarak adlandırılan skandalın patlak vermesi aslında “kirlilerin” kirli işlerini de açığa çıkarıyordu. Yaklaşan başkanlık seçimlerinde C. CARTER’ın yerle bir ettiği ABD ve cumhuriyetçilerin prestijini kurtarmak için elçilik görevlilerinin kurtarılması gerekiyordu. Hava operasyonuyla hezimet yaşayan ABD silah konusunda sıkıntı yaşayan İran’ı masaya çekti. İran ve ABD yetkilileri silah alımı konusunda gizli görüşmelere başladılar. ABD yetkilileri İran için hayati önem arz eden silahların temini karşılığında elçilik görevlilerinin serbest bırakılmasını istiyorlardı. Skandal duyulduğunda ise olan olmuştu. Neticede ABD seçimleri bitti. Cumhuriyetçiler hezimeti yaşadılar. Aslında bu ABD’nin hezimetiydi. Bu acıyı dünya durdukça iliklerinde hissedecek olan ABD o gün bu gündür İran’ı rahat bırakmama kararında. Ama iş sadece ABD ile bitmiyor; Çin ve Rusya pek çok kez İran’ı yalnız bırakmadı. İsrail’in güvenliği İran’ın sahibi olacağı silahlara bağlı kılındığı sürece ne ABD ve ne de diğer batılı ülkeler İran’ı rahat bırakmayacaklardır. Hem içerden ve hem de dışarıdan İran’ı zor durumda bırakmak için seferber olan ülkeler şimdi hem muhalefeti destekleyerek ve hem de uluslar arası yaptırımlarla İran’ı kuşatma altına almaya çalışıyorlar. Doğrusu İran muhalefetini destekleyenlerdenim. Zira İran henüz “İran” olamadı, devrim çocuklarını harcamaya doğru yol almaktadır. Bütün inançları, etnik unsurları kuşatmayan bir düzenin adına “İslami” dense de İslami/insani olamayacağına inanıyorum ve bu sebeple muhalefetin taleplerini haklı ve yerinde buluyorum. İran İslam devriminin yıldönümünde yine muhalif kesimin gösterileriyle gündemi meşgul eden İran aynı zamanda silahlarıyla da boy gösterince medyada; “İran vurulacak”, “İran’ın sonu geldi” gibi yorumlar arttı. Herkes çok iyi biliyor ki İran Türkiye olmadan vurulamaz. Bunu çok iyi biliyorlar ki Türkiye ikna edilmediği sürece İran’a yönelik her operasyon başarısız olacaktır. Türkiye bu saate kadar iyi direndi. Aslında İsrail ile ilgili son iki yıldır yaşananların önemli bir kısmı Türkiye’nin İran’a yönelik operasyona hiçbir şekilde destek vermeyeceğini deklare etmesiyle (de) alakalıdır. İsrail’in zıvanadan çıkması önemli ölçüde İran’a yakın bölgelerde konuşlanmasına Türkiye’nin kesinlikle izin verilmeyişinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda oldukça erdemli bir siyaset yürütmüştür Türkiye. Satranç hamlelerini çok iyi düşünmüş ve oyunu öyle oynamıştır. Kişileri taciz edecek kadar alçalan İsrail hiç bit konuda en ufak bir ilerleme kaydedememiştir. Bunun neticesinde dönüp tekrar Gazze’yi bombalamakla teselli ve çare aramaya başlamıştır. Geçtiğimiz Salı günü Gazze’ye bomba yağdıran Siyonist rejim Filistin halkının alaylarına nasıl konu olduğunu duyunca da çılgına dönmüştür. Tekrar İran’a dönecek olursak İsrail İran muhalefetinin gösterilerinden yararlanmak istediğini alenen duyurmuştur. Ancak onurlu muhalefet sergileyen İranlı muhalifler İsrail’in desteğini “düşman başına” deyip geri çevirmiştir. Şimdi ne olacak? Eğer İran muhalefeti örülmekte olan ağı iyi fark etmiş ise hem muhalefetini yerine getirmeli ve hem de dış müdahalelerin doğuracağı sorunu iyi okumalıdırlar. Hem Musavi ve hem de Karrubi donanımlı şahsiyetlerdir. Geçmişte İran’ı yöneten kadrolarda en önemli mevkilerde olan söz konusu şahsiyetler oyunların farkındadırlar. Ahmedinecat da bu oyunu iyi görüyorsa gereğini yapmalıdır ve muhalefeti susturmak için değil; Muhalefetin söyleyeceklerini, isteklerini iyi dinlemelidir. Muhalefet de şiddete yol açacak her türlü davranıştan kaçınmalıdır. Yani, Hem içeriye yönelik muhalefet etkinlikleri olacak ve hem de dışarıya karşı ülkelerini satmayacaklardır. Asil bir geleneğe sahip İran’a da bu yakışır. İsrail’in kirli emellerine kavuşmasına engel olmak da bize…
-
Sayın politika, HAMAS ile MOSSAD arasında kurduğunuz bağın tamamen gerçek dışı olduğuna inanıyorum. Ancak HAMAS eleştirilmeli ve bu gereklidir de. Ne varki eleştiriye konu olan ilişki kısmı haklı olmaktan uzaktır. saygılar.
-
"GÜLER ZERE ÖLÜRSE TÜRKİYE EKSİK KALIR"
Ahmet AY şurada cevap verdi: Ahmet AY başlık Politika Bilimi
Ben sizlere 28 şubatta neredydiniz demiyeceğim, ben size balyoz, eldiven, sarıkız,yakamaz, kafes planları; ben sizelere EMASYA, BÇG, JİTEM, JİT, yargısız binlerce infaz olduğunda neredeydiniz diye sormayacağım... Ben size hiç bir şey sormayacağım. Ne diye sorayımki...- 266 cevap
-
- GÜLER ZERE
- TÜRKİYE
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
ABD'nin hesabı öyle ve inanıyorum ki ABD imajı düzelecek. Şahsımla ilgili ise ABD ve d,ğer emperyal amaçlar taşıyan güçler aklanamazlar ve sempati kazanamazlar.
-
Olup bitenlere baktığımızda sanki birileri görüntüleri, ses kayıtlarını, gizli dokümanları özel olarak bu günler için saklamış. Zira o kadar çok belge, görüntü ve kayıt var ki akıl alır gibi değil. Peki, nedir olup biten? Kim neden yapıyor bütün bunları? Balyoz nasıl oldu da bu kadar detaylı, net ve sağlam delillerle deşifre oldu? Balyoz harekâtı belgeleri neden saklandı? Asıl soru; Balyoz nasıl oldu da tanka çarptı? Şimdi olup bitenleri geriye sarıp görelim. ABD ve NATO soğuk savaş döneminde ABD tandanslı gladyo oluşturup NATO ülkelerini Sovyet tehlikesine karşı sivil-resmi hazırlıklarla teyakkuzda olmalarını hedeflemişti. ABD aynı zamanda bu güçleri o ülkelerde kendi isteklerini gerçekleştirmek için kullanıyordu. Nasıl kullanıldığıyla ilgili bir şey söylemeyi zaid buluyorum. Ama suikastlerden, darbelere ortam hazırlamalara kadar geniş bir “hizmet” modelleri vardı. Ancak gelinen nokta ABD artık böyle bir güce ihtiyaç duymamaktadır. Zira bu güçlerin kontrol dışı faaliyetleri ABD ile o ülke halkı arasında ciddi sıkıntılara sebebiyet verdiği de aşikârdı. Bunu ABD görmezden gelemezdi. Örneğin Türkiye halkı hükümete, millete, demokrasiye karşı gelişen her eylemin ABD kaynaklı olduğunu biliyordu. Bu sebeple ABD töhmet altında kalıyor ve kötü imaja sahip oluyordu. Bu kötü imaj sonunda ABD düşmanlığına kadar varınca burada ABD artık tanklara çarpmamak için bir şeyler yapmanın zamanını kaçırmak istemedi. Zaten öteden beri darbeleri yöneten, sevk ve idare edenler bir şekilde ABD ile ilişkiliydiler. Bu ilişki içli dışlı “geçişken” bir ilişki olarak ilerlemişti. Yani ABD gladyonun, derin devletin, darbecilerin her hareketini izleyecek pozisyondaydı. Bu pozisyonunu kayıt altına almayı asla bırakmadı. Hatta bazen teşvik ve tahriklerde de bulunmadı değil. Sonunda bunu deşifre ederek kamburdan kurtulmak istedi. Hem de Türkiye halkının güven ve sempatisini kazanarak… Balyoz vak’ası TSK içinde bir grubun öteden beri darbe, olmazsa sıkıyönetim, o da olmaz ise OHAL eğer o da tutmaz ise EMASYA çerçevesinde sivil inisiyatifi devre dışı bırakacak “emniyet tedbirleri” alarak ülkeyi arzu ettikleri darbeye doğru götürmekti. Hiç unutmuyorum 1978 yılında Uludağ Üniversitesine kayıt yapmak için gitmiştim aynı zamanda eğitimde de öğrenciydim ve sıkıyönetim vardı. Kampusun dört bir yanı askerlerle çevriliydi ve buna rağmen silahlı kişi(ler) okulun orta yerinde bir öğrenciyi öldürdüler. Döndüğümde okul koridorunda volta atan yüzbaşıya; “neden böyle çaresiz gibisiniz”? dediğimde o da gülümseyerek; “emir gelmiyor” diye geçiştirmişti. Evet, emir gelmiyor… nerden acaba ve neden acaba? Son yapılan anketlerde görülüyor ki TSK diğer kurumlarda da görüleceği gibi kötü niyetli personeli yüzünden güvenilirliğini düşürmektedir. Hatta 12 Eylül öncesi öldürme eylemlerinin sıkıyönetim döneminde daha da arttığını hatırlıyorum. Faillerin de ellerini kollarını sallayarak kayıplara karıştıklarını da. Dönemin içişleri bakanı sayın H. Fehmi GÜNEŞ’ten dinlemiştim; “Biz AĞCA için ek süre istedik ama sıkıyönetim komutanı buna izin vermedi” dedi. Eğer ek süre verilseydi AĞCA bülbül gibi öterdi. Çünkü AĞCA kendisinin en fazla yasal süre içinde gözaltında kalacağının sözünü almıştı. Kendisine verilen sözün yerine getirilmediğini görüp her şeyi anlatırdı. Keza cezaevinden kaçırılışı da aynı minval üzre kendisine verilen söze binaendi. Şimdilerde kimlerin ona destek çıktığı ayan beyan ortada. Balyoz’un amacı Ak Parti iktidarını devirmekti. Yani gayeleri o geniş tabanı sistemin dışına itmekti. Ama “sistemin dışına ittikleri halk öyle geniş bir çoğunluktu ki kahhar ekseriyetle iktidara geldiğini” görmüş olmalıydılar. Balyozcuların İnsanlığın saygınlığını erdemini esas alan her hareketin başarılı olacağını düşünüp konumlarını yeniden belirlemelidirler. Bu çirkin oyunları oynayanlar, Halka BALYOZ hazırlayanlar şimdi neye ve kime hizmet ettiklerini anlamışlardır ancak iş işten geçti. Bu duruma kimlerin teşvikiyle, desteğiyle geldiklerini anladılar anlamasına ama tren ebediyen kaçtı.