''biji tirkiye'' tarafından postalanan herşey
-
Sivil Darbenin Üç Ayağı
Seneryo hep ynı zaten,halkın dini ve milli duygularını kabartan seneryolar yazıp halkı birbirne kırdırmak ve korku hükümdarlığını devam ettirmek ama artık öyle kolay değil,cehalet içerisinde olmayan her birey bunların ne olduğunu biliyor artık....
-
'Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın, adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın'
Türkiyede gerçek Atatürkçülük değil,Atatürk'e verilen değer üzerinden çıkar elde etme politikası yürütüldü yıllarca,Atatürk'ün ismini kullanarak halk sömürüldü,halkı,aslında Atatürk'ün söylemediği ama ETÖ üyelerinin çıkarına olan şeyleri Atatürk söyledi yada istedi diyerek kandırdılar,buna karşı çıkıp,Atatürk'ün gerçekte bu ülke için öngördüğü vizyonu açıklayıp,ülkenin önünü açmaya çalışanlarıda Atatürk'ün maneviyatına zarar vermeye çalışmakla suçlayarak hapislere,zulümlere marus bıraktılar,işin kısacası bunların yaptığı Atatürkçülük değil,Atatürk'e verilen değer üzerinden rant elde etmeye çalışmaktı...
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın haziran 2008’de Diyarbakır’a gerçekleştirdiği seyahat sırasında parti otobüsüne yumurta ve domates atan dört kişi, 1 yıl 15’er gün hapis cezasına çarptırıldı. İzmirde polis aracına taş atanlara çarpan şahıs dışında kimi gözaltına aldı? Kamera görüntülerinden yararlanarak bu saldırganla yakalanıp cezalanırılacaklarmı acaba? yoksa bu olayda her seferinde olduğu gibi ''Kürtlere yapıldı nasılsa'' diye kapatılacakmı? Bayramiçte halkı galeyana getiren teröristler içinde geçerli bu sorular.... Bu soruların cevabını zaman içerisinde alıcaz...
-
SENDİKALAR BUGÜN İÇİN BİRLEŞTİ...
Bir ülkede 500 lira asgari ücretle çalışan işçiler varken bu tür girişimleri açıkçası doğru bulmuyorum....
-
'Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın, adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın'
Yok canım bu ülkede devletin resmi ideolojisi uğruna halkı rencide eden gazeteler dışında gazete okunmamalıdır,örneğin ortaya çıkan bunca mühimmat için soba borusu benzetmesi yapınca G.Kurmay başkanı,okuduğumuz gazetenin kocaman puntolarla ''ONLAR LAW SİLAHI DEĞİL,SOBA BORUSUYMUŞ'' şeklinde başlık atıp bu yalanı destekler yayınlar yapması gerekir,tutuklanan ETÖ üyelerini vatanperver göstermesi gerekir ki,biz bizi saran bu oyundan bi haber olup halen Türk-Kürt,Alevi,Sünni,Başörtülü,Açık,diye birbirimizi yiyelim onlarda bizim ülkemizi yesinler....
-
Katsayı zulmü...
Katsayı darbesi Elimizde kalan sonuç bu. Bir cinayet. Eğitime, yani gençlerin umutlarına yönelik taammüden işlenen bir cinayet. Eğitim sisteminin cansız bedenini, milyonlarca öğrenciye yerlerde sürütmek. Danıştay 10. Dairesi'nin önceki kararları ile çelişkili biçimde, YÖK'ün katsayıyı kaldırma kararını iptal etmesinin anlamı bu. YÖK katsayıyı kaldırarak, eğitim sistemimizin toparlanmasını sağlayacak çok hayatî bir karar vermişti. Şöyle tarif edelim: Eğitim sistemi ayaklarından yere bağlanmıştı. Bu yüzden kanatlanıp uçamıyor, yükseklere çıkamıyordu. YÖK katsayıyı kaldırarak bu bağı çözdü. Danıştay ise bu kararı iptal ederek, ülkenin geleceğini yani eğitimi ayaklarından yere çiviyle çakmış oldu. Sorunun tanımının eğitim konusundaki uzmanlıkla ilgisi yok. Yani, bu sorun uzmanlarına bırakılmayacak kadar ciddi. Çünkü sorun eğitimin, hepimiz için geçerli varlık sebebiyle ilgili. Eğitime, hayatın ihtiyaç duyduğu becerileri ve donanımı kazandırma görevi yüklüyoruz; öyle değil mi? Canlı bir şekilde ilerleyen toplumsal, kültürel ve ekonomik hayat talep edecek ve eğitim sistemi bu talebi karşılayacak şekilde kendisini organize edecek. Elimizdeki ne? Ortaöğretimi bitirdiği halde hiçbir beceriye ve donanıma sahip olmadan üniversite kapılarında bekleyen yüz binlerce genç. Daha ötesi talep baskısını karşılayabilmek için genel kültür öğretimine yönelen ve gençleri aynı şekilde donanımsız biçimde üniversiteden mezun ederek kapının önüne koyan bir yükseköğrenim sistemi. Pek telaffuz edilmeyen bir gerçeği hatırlatalım: Üniversiteden mezun olan gençlerin % 85'i eğitim aldıkları alanın bütünüyle dışında kalan mesleklere girerek hayatlarını sürdürüyor. Kısaca eğitim sistemi ile eğitimin varlık sebebi olan hayatın ihtiyaçları arasında derin bir uçurum var. Peki sebebi ne? En başta gelen sebep meslek liselerinin, hem nitelik hem de nicelik olarak ara işgücü ihtiyacını karşılayamaması. Üniversiteye girmeyi başaran genç bile, onca emek ve zamana rağmen bir meslek lisesi mezununun sahip olabileceği nitelikleri bile kazanamıyor. Çünkü gençler meslek liseleri yerine genel liselere ve genel kültür eğitimi veren üniversitelere yöneliyor. Bu tablonun sebebi de kendiliğinden ortaya çıkıyor. Meslek liselerinin cazibesi yok. Çünkü, meslek liselerine yönelen genç peşinen üniversite okuma umudunu kaybetmiş oluyor. Üniversiteye giden kapı, meslek lisesine başladığı gün kendisine kapanıyor. O yaşta en değerli şeyini, yani umudunu kaybetmek istemeyen gençler ve onların üzerine titreyen ebeveynler de genel liseler ve üniversiteye hazırlık kursları ile şanslarını denemeye karar veriyor. Meslek liselerinin cazibesini kaybetmesine yol açan sebep ise, Danıştay'ın yeniden can verdiği katsayı uygulamasından başka bir şey değil. Eğitimin tek gayesi ideoloji aşılamak mı? Dünya çapında eğitimin yerli yerine oturmuş makul dengeleri var. Ortaöğretimin üçte ikisinin meslek liselerinden, üçte birinin ise genel nitelikli liselerden oluşması normal kabul ediliyor. Bizde ise katsayı uygulaması yüzünden durum tam tersine. Binanın temelinde bu esaslı sorun varken, bu temelin üzerinde hareket eden yükseköğrenim sisteminin makul bir dengeye ulaşması neredeyse imkânsız. Nitekim YÖK katsayıyı kaldırır kaldırmaz meslek liselerine öğrenci akını başladı. Bazı meslek liseleri ikili eğitime geçti. Koç Grubu'nun, katsayının kaldırılmasına alkış tutması ve meslekî eğitime kampanyalarla destek vermesi, ülkenin reel ihtiyaçlarını gösteriyordu. Peki bu kadar hayati bir konuda Danıştay niçin direniyor? Bu direnci açıklayan ve Danıştay'ın iptal kararının gerekçesinde yer almayan bir tek gerçek sebep var: İmam hatip liseleri. Katsayı cinayeti, askerî vesayet mantığının somut göstergelerinden biri. Eğitim, üniforma giydirilmiş erat gibi tek tip kafalar ve birlikte uyum içinde aynı sesleri çıkartan insanlar yetiştirmek zorunda. Hayatın ve özellikle ekonominin ihtiyaçları bu vesayet mantığının çok uzağında; hele demokratik ve özgür bireyler yetiştirmek bu dar kalıpları çatlatacağı için zaten eğitim sisteminden uzak tutulmalı. Hepimiz silahlı gücün bizi kötülüklerden koruma yeteneğine ve ülkeyi yönetme ayrıcalığına boyun eğmeliyiz. Silahın üstünlüğünü kabul edince, zaten medenî bir topluma ulaşma şansınız peşinen ortadan kalkıyor. Bunun için de eğitimin tek tipleşmesi, ideolojik eğitimi veren ana gövdenin geliştirilmesi şart. Meslek eğitimi mi? Askerî vesayete bir faydası var mı? Sorun varsa yasak koyarsınız. Sorun var mı? Din eğitimini devlet tekeline alan devlet, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun emri gereği imam hatip liseleri açıyor. Sonra vatandaşlardan gelen yoğun talep üzerine bu okulların sayısı hızla artıyor. Bu okullar, amaçlanan ideolojik eğitimi beklendiği gibi veremiyor. Devlet kendi müfredatını koyduğu, kendi öğretmenlerine eğitim verdirdiği ve genel lise eğitimini uygulattığı bu liseleri, askerî mantığa göre bir tehlike olarak görmeye başlıyor. O zaman bu okullardan yetişenlerin önünün kapatılması gerekiyor. Çare askerî mantığa uygun genel bir yasak koyarak bulunuyor: Bütün meslek liselerinin önünü kapatmak. Katsayı uygulamasını havan ve topçu atışları olarak görürsek, imam hatip liselerinin de içinde yer aldığı meslek liselerinin başına geleni anlayabiliriz. Bütün meslekî eğitim sistemi, konulan katsayı ile çökertiliyor. Böylece imam-hatip liseleri, eğitim sistemini bütünüyle işlemez hale getirme pahasına devreden çıkartılmış oluyor. Halbuki, katsayının kaldırılması sadece meslekî ve teknik eğitimin önünü açmıştı. İmam hatipler büyük ölçüde tarihî misyonunu tamamladı. Bu durum katsayı kalktıktan sonra da, imam hatiplere kaydolan öğrenci sayısında ciddi bir artış görülmemesinden belli. Ortaöğretimdeki özel okullaşma, toplumun eğitim talebini karşılamaya başladı. İmam hatiplere karşı sürdürülecek savaşın hiçbir anlamı kalmadı. Katsayı uygulaması bir cinayet. Üstelik seri bir cinayet. Bu seri cinayetlerin önünü alabilmek için eğitimin tek taraflı bir ideolojik savaş alanı olmaktan çıkartılması lâzım. Katsayı uygulaması, mesleki eğitime tam olarak askerî mantıkla yasak getirmek demek. Dünya ile rekabet bu ilkel yasaklarla yürümez. Bu yasakları koyanların dışımızda akıp giden hayatı kavramaları galiba çok zor. Hiç olmazsa Koç Holding'in sesine kulak verseler. Mümtaz'er Türköne
-
SAYIN GENERAL, BU HALK SİZİ UNUTUR MU?
Almanya Genelkurmay Başkanı, Afganistan’daki bir olayla ilgili bilgileri hükümetten gizlediğinin ortaya çıkması üzerine istifa etti Bu gelişmeyi dün, Alman meclisinde Afganistan konusu tartışılırken söz alan Savunma Bakanı Karl-Theodor zu Guttenberg duyurdu. Zu Guttenberg, eylül başında Taliban’ın kaçırdığı iki yakıt tankerinin Afganistan’da bölge sorumlusu bir Alman komutanın talebi üzerine Amerikan savaş uçakları tarafından vurulması sırasında sivillerin de zarar gördüğünü belgeleyen gizli rapor ve belgeleri, ordu yönetiminin zamanın Savunma Bakanı Franz Josef Jung’dan gizlediğini ve kendisinin de bu rapor ve belgelerden yeni haberi olduğunu söyledi. Bakan zu Guttenberg, bunun üzerine bu hatanın sorumluluğunu üstlenen Genelkurmay Başkanı’nın istifasını sunduğunu ve kendisinin de bu talebi kabul ettiğini anlattı. Zu Guttenberg’in verdiği bilgilere göre, Savunma Bakanlığı yardımcılarından Peter Wichert de aynı gerekçeyle görevinden ayrıldı. Basına sızdırılan rapor Her ne kadar resmî olarak Genelkurmay Başkanı Schneiderhan’ın kendi isteği üzerine ayrıldığı açıklansa da, buna neden olan asıl gelişmenin ülkenin en büyük gazetesi olan Bild gazetesinin, hükümetten saklanan belge ve raporları kamuoyuna açıklaması olduğu belirtiliyor. Bild gazetesindeki haberde, bir Alman subayının emriyle Afganistan’ın kuzeyindeki Kunduz şehri yakınlarında iki yakıt tankerinin bombalanması öncesinde yeterli keşif yapılmadığını ve dolayısıyla olay yerinde sivillerin de bulunabileceğinin bilindiğini Alman ordusunun üst kademelerine kadar herkesin bildiğini yazdı. Gazete haberinde, hem Amerikan savaş uçaklarının saldırı anında çektiği video filmlerden görüntülere, hem de bir Alman komando timinin hazırladığı rapora yer verdi. Bild’e göre, bu rapor bugüne kadar sivil otoritelerden ve Alman Başsavcısı’ndan da gizlendi. Olay günü Afganistan’daki Alman birliklerinden Almanya’ya gönderilen gizli yazılarda, Taliban’ın yakınlardaki bir köyün camiini basarak, oradaki köylüleri yakıt tankerini boşaltmaya gitmeye zorladığı bidiriliyor. Olaydan sonra gönderilen bir başka yazıda da, hastanede aralarında çocukların da bulunduğu birçok yaralının tedavi gördüğüne yer veriliyor. Oysa eski Savunma Bakanı Franz Josef Jung, ilk açıklamalarında hiçbir sivilin zarar görmediğini iddia etmişti. Ayrıca, bombardıman emrinden önce yeterli bilgi toplandığını ve olay yerinde hiç sivilin bulunmadığını tesbit ettiklerini belirtmişti. Yeni hükümetin ilk krizi Resmî açıklamalara göre 142 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombardıman hakkındaki bilgilerin sivil otoritelerden gizlenmesi ve sonuçta Genelkurmay Başkanı’nın istifa etmek zorunda kalması, yeni Alman hükümetinin ilk ciddi krizi olarak algılanıyor. Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, olayı yorumlarken, “Güvenin temeli samimiyettir. Hükümet de meclise karşı samimi olmakla yükümlüdür” diyerek, hükümetin bu konuda araştırma yapmak isterse meclise her türlü bilgiyi vereceğini bildirdi. Muhalefet komisyon istiyor Muhalefet partileri ise şimdi olayın tümünün araştırılması için bir meclis komisyonu kurulmasını gündeme getirdi. Sosyal Demokrat Parti üyesi milletvekilleri, zamanın Savunma Bakanı Jung’un, konudan uzun süredir haberi olduğu kuşkusunun bulunduğunu öne sürerek, bugün Çalışma Bakanı olan muhafazakâr politikacının da istifa etmesini istedi. Bu iddialar üzerine Jung, meclisteki görüşmeler sırasında kısaca söz alarak, bu belge ve bilgilerden kendisinin de haberi olmadığını savundu. Ancak, belgeleri gözden geçirerek, tekrar açıklamada bulunacağını da sözlerine ekledi.
-
Cuntacıların 3 Ayağı....
Aslında oyun çok basitti. Sistemi “üç ayak” üstüne kurmuşlardı. Ordu, yargı, medya. Ve, bunlar gerçekle hiç alakası olmayan bir Türkiye tablosu çizip insanları buna inandırmaya çalışıyorlardı. Ordu, disiplinli, güvenilir ve şanlıydı. Yargı, bağımsız, tarafsız ve saygıdeğerdi. Medya, dürüst ve gerçekçiydi. Halkı da parçalara ayırıp biçimlendirmişlerdi. Kürtler teröristti, dindarlar yobazdı, solcular haindi, Aleviler ahlaksızdı. Sistemin hedefi olmak istemeyen bu gruptakilerin neler yapacağı, nasıl davranacağı da belirlenmişti. Kürt olabilirdin ama “aslında Türk” olduğunu söyleyecektin, dindar olabilirdin ama dinin gereklerini yerine getirmeyecektin, solcu olabilirdin ama hayatı “yüce Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına” göre değerlendirecektin, Alevi olabilirdin ama Alevi olduğunu söylemeyecektin. İtiraf etmek gerekir ki bu oyun tuttu. Ezilenler, sistemin birbirleri hakkında söylediklerine inandılar çünkü. Kendine “yobaz” denen dindar buna kızdı, bunu haksız buldu ama Kürtlerin “terörist” olduğuna inandı. “Bana yobaz derken haksızlık eden biri, Kürt’e terörist derken de haksızlık yapmış olamaz mı” diye sormadı. İşkencelerden geçen, köyleri yakılan, insanları sokaklarda öldürülen Kürtler, kendilerine “terörist” denmesindeki haksızlığı görüyorlardı ama dinarların “yobazlığı” konusunda bir kuşkuya düşmediler. İnsafsız bir propagandayla “ahlakları” sorgulanan Aleviler, “insan sevgisini ibadetinin merkezine koyan birine ahlaksız diyenin, diğerleri hakkında söylediklerine inanmam doğru mu” diye sormadı. Her askerî darbede belleri kırılan, en büyük acıyı çeken solcular, “Kürtlerin emperyalizmin ajanı teröristler olduğuna, dindarların irticacı yobazlar” olduğuna inanmakta neredeyse hiç duraklamadı. Bu tabloyu olaylarla kanıtlamak için aşağılık oyunlardan da geri kalmadılar, Kürtler vahşi baskılarla dağlara sürüldü ve böylece boyunlarına “terörist” yaftası daha rahat asıldı. Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da kitle eylemleriyle Alevilere saldırıldı, bütün Sünnilerin “yobazlığı” hak etmesi sağlandı. Aleviliğin ne olduğunun anlatılmasına izin verilmedi ama onlar hakkındaki rezil propagandalar hep sürdürüldü. Sistemin bu “yalancı dürbününün” merceği medyaydı. Sistemin istediği görüntüler oradan yayılıyordu topluma. Orduyla yargı hiç sorgulanmıyor ama halkın bütün kesimleri sürekli yaftalanıyordu. Yalana ve çarpıtmaya dayalı bu sistem sonunda inanılmaz yolsuzluklar ve suçlar üretmeye başladı “sorgulanmayan kurumların” içinde. Dünya da değişmeye başlamıştı. Devletin her istediği suçu işleyebildiği, halkın sürekli baskı altında kaldığı ülkenin “bir çöplük” haline gelmesi, bütünleşmekte olan dünyayı da rahatsız etti. Ülkenin içi de huzursuzlanıyordu, sermaye el değiştiriyordu. Gerilim gittikçe artıyordu. Sonunda sistemin “üç ayağı” göbeğinden yarıldı. Ordunun içinden “darbeciliğe engel olmak” isteyen askerler çıktı, yargıda “hukuksuzluktan rahatsız olan” hukukçular hareketlendi, medyada bu sistemin dışında kalan gazeteler ve televizyonlar belirdi. Türkiye gerçekleri görmeye başladı ve ikiye ayrıldı. Ordunun içinde cunta kuran subaylarla, cuntalara karşı çıkan subaylar var ve “sistemden” yana olanlar “cuntacıları” gerçek ordu kabul edip, buna karşı çıkanlara “muhbir” diyor. Yüksek yargıçlar, Ergenekon savcılarını durdurmaya çalıştığında, sistemden yana olanlar “yüksek yargıçları” yargının temsilcisi kabul ediyor. Ordunun cuntacılarıyla, yargının “hukuksuzlarını” sahiplenen medya da kendine “merkez” medya adını takıyor. Ama bu sistem, “yarım ordunun, yarım yargının, yarım medyanın” taşıyamayacağı kadar ağır suçlarla yüklü, onun için de “üç ayak” bel veriyor, esniyor ve kırılmaya doğru gidiyor. Ordunun içindeki cuntaların planları ortaya çıkıyor, “askerî muhtıralara” karşı çıkmayan barolar “hoş geldin darbeci” pankartlarıyla karşılanıyor, Kafes planını görmezden gelen medyaya “senin asıl görevin ne” diye soruluyor. Şimdi sıra, Kürtlerin, dindarların, Alevilerin, solcuların, bu baskıcı sistemin kendileri hakkında söylediklerini gözden geçirmesinde, “benim için yalan söyleyen, diğerleri için neden doğru söylesin” diye sormasında. Ezilenler bu soruyu sorduğunda bu sistem bitecek, bu ülkenin çocukları eşitsizlikten, esaretten, baskıdan kurtulacak.
-
'Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın, adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın'
Kafes planı: Gayri Müslimlere ait mezarlıklara yönelik olarak sansasyonel eylemler icra edilecek. Olay: Zeytinburnu'nda bulunan Balıklı Rum Ortodoks Mezarlığı'nda yaz aylarında yaşanan saldırılarda ortaya çıkmıştı. Yaz başından eylül ayı sonuna kadar 90'u aşkın mezar tahrip edimişti Kafes planı: Tanınmış işadamı ve sanatçılardan belirlenen bir ya da bir kaçı kaçırılacak. Olay: Kafes Eylem Planı'nın hazırlandığı mart ayında kendisine Gayrettepe'deki Emniyet Amirliği'nden davet geldiğini ve koruma verilmek istendiğini belirten Şavata, "Ben de bu 'Kafes'in içindeyim. Beni de kaçırmak istiyorlar. Bana emniyetten iki kere davet geldi. 'Sizi koruma altına almak istiyoruz' demişti. Taraf gazetesi yazarı Seven Nişanyan ölüm tehdidi almıştı. Kafes planı: Azınlıklara tehdit telefonları açılacak ve tehdit mektupları gönderilecek Olay: 9 ayrı Ermeni okulu ve birçok cemaat kurumuna gönderilen tehdit mektubunun bir bölümünde 'Yoksa ne kadar Ermeni'nin öldürüldüğünü tabutlar halinde saymak zorunda kalırsınız.' mektubu gönderilmişti.
-
CHP ve MHP'YE SORUYORUM, SIZ NE YAPTINIZ ALEVILER ICIN?
Chp 1980'lerin sonlarına kadar Doğu bölgelerinin en yüksek oy alan partisiyken bile Kürtler için birşey yapmadı,şimdi sorsanız Kürtler bana oy vermiyorlarki iktidara gelip çözeyim der, alevi halkı Chp'ye desteğini hiç kesmeden devam ettirdi sonuç ne oldu? Onur Öymen Dersim Katliamının benzerini önerdi tekrar,ama unuttukları bişey var alevi oyları olmadan Chp barajı bile aşamaz.
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Bir kız meselesini ırki tartışmaya dönüştürenler şimdi gelmiş bize modernlikten bahsediyor bravo....
-
'Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın, adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın'
Bunların hepsinin yaratılmak istenen ulus uğruna yapılan provakasyon öte olmadıklarını hepimiz çok iyi biliyoruz,öyleki bir kaç yıl önce sarıklı cübbeli birileri Fadime Şahin isimli bir kıza dini kullanarak güya tecavüz etmişlerdi sonra ortaya çıktıki bu dini önderleri yıpratmak,halkı resmi ideolojiye mahkum etmek için yapılan bir oyundu,sivasta,çorumda,gazi Mahallesinde yapılanlar hep bu halkı bir birine düşman etme çabasıydı,bu halk birbirine düşman oldukça,birbiriyle uğraştıkça resmi ideolojinin yaptıklarını sorgulayamaz hale geliyordu çünkü....
-
'Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın, adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın'
Başkaları bizi 80 yıl yönettide ne oldu,kan,gözyaşı,açlık,işsizlik,içine kapanmış birülkeden başka ne verdiler bize? Kürtleri Türkleştirmeye çalıştılar,sünnileri sadece lafta müslüman olmaya zorladılar,alevileri sünnileri çekmek istedikleri çizgiye çekmeye çalıştılar,buna karşı çıkanları dersimde,çorumda,sivasta,Gazi Mahallesinde,başbağlarda,Diyarbakır cezaevinde katlettiler,ülkeyi Amerikaya peşkeş çektiler,çevremizdeki bütün ülkelerle Küstürdüler dAHa sayabileceğimiz yüzlercesi var,Akp içimize girip bizim kanımızı içen bu sülükleri dışarı çıkarma çabası verirken onlar ülkede kaos yaratma çabasına girdiler şimdide,olmayan bir ekonomik krizi yandaş patronlarla dayatıyorlar,olmayan bir Türk Kürt,Alevi Sünni çatışmasını yaratarak Akp'yi zora sokma çabasındalar ama başaramayacaklarbu halk artık eski halk değil onların bu oyunlarını başlarına çalacak güç ve akla sahip....
-
İstanbul'da İETT otobüsüne molotoflu saldırı
Bizim hiç kimsenin etnik kimliği ile sorunumuz yok,orada o saldırıyı yapanları kınayıp,Licede ceylanların ölümünde susanlar,konuyu örtpas etmeye çalışanlar üzerlerine alınsınlar sayın boşig....
-
Bölücüler İş Başında...
korkarim izmirdeki gibi olaylar gelisirse durum gercekten vahim...ortada tahrik falan yok resmen organizeli bir saldiri tahammulsuzluk var.isin kotu tarafi butun sehir yapilan bu saldiriyi dogru buluyor yada sessizce onayliyor.merkez medya ise yapilan saldiriya kilif bulma pesinde yada dtp yi sorumlu tutmakta.
-
Bölücüler İş Başında...
Sizin doğal gördüğünüz bu saldırılar yarın birgün (hoş gelemiyorlar ya) doğu illerine gelen diğer artilerin başına gelse oda normal olur o zaman....
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Sorun birilerinin Kürtlerin bilinçlenmesi ve örgütlenmesinden korkması sorunu Sorun Kürt halkının olan biteni Türk halkına doğru şekilde anlatabilecek konuma gelmesi halinde yıllardır yalan dolanlarla kandırılan Türk halkının uyanmasından korkanların sorunu ama artık kimseye boyun eymeye niyetimiz yok Türk halkı bizim kardeşimizdir,Türk'ünde Kürd'ünde arasından faşizan düşüncede insanlar çıkabilir ama biz bütün izmirlileri yada bütün Türk halkını asla suçlamadık suçlamayız....
-
'Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın, adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın'
Maraş, Çorum, Sivas ve ötesi Maraş, Çorum, Sivas, Gazi Mahallesi ve Başbağlar olayları... Bunlar, Türkiye'nin son 30 yıllık geçmişinde yaşanan en dramatik ve kanlı olaylar silsilesinin kilometre taşları... Sünnilik-Alevilik eksenli fay hattının kanlı bir boyuta taşındığı hadiseler. Kim ne yaptı da böyle oldu? Tahrik mi var, planlı bir hesaplaşma mı, yoksa planlı bir komplo mu? Bu hadiselerin, bugüne kadar Sünni-Alevi ilişkilerini hep bir öfke platformunda tuttuğu ve tarihten gelen soğukluğu beslediği kesin. Maraş, Çorum, Gazi Mahallesi dendiğinde Aleviler kendilerine karşı bir "Sünni saldırısı" görür ve Sünni renkli her şeye karşı öfke ile tavır koyarlar. Başbağlar ise Sünni camia tarafından, bir "Kürt-Alevi rövanşı" gibi algılanır ve orada da mukabil öfke birikimi hasıl olur. Bu hadiselerin bugüne kadarki siyasi yansıması, Maraş, Sivas, Çorum ve Gazi olaylarında sağ-muhafazakar tanımlama doğru olursa Sünni-İslamcı siyasi çevrelerin suskunluğu, tahrik savunması içine girmesi ve bunlara karşı Başbağlar katliamını ve o alandaki sol suskunluğunu öne çıkarmasıdır. Yani bu olaylar, derinden derine akan bir Sünni-Alevi geriliminin Cumhuriyet dönemi sıcak motivasyon unsuru olmuştur. Sünniler'in, Hazreti Ali ve Ehli Beyt'e karşı derin muhabbeti, Kerbela vahşetindeki yürek yangını Alevi kesimde fazla önemsenmemiştir. Ve Başbakan'ın son Kızılcahamam konuşmasındaki fark... Onur Öymen'le gelen "Analar ağlamadı mı" söylemi etrafında, Başbakan yepyeni bir duruş sergiliyor. Şunları söylüyor: "Kurtuluş Savaşı'nda analar ağlamadı, Çanakkale'de analar ağlamadı ama Dersim'de analar ağladı. Kahramanmaraş'ta analar ağladı, Çorum'da analar ağladı, Sivas'ta, Başbağlar'da, Gazi Mahallesi'nde analar ağladı. 30 yıldır benim 81 vilayetimin tamamında ağlayan, gözyaşı döken analar var." Başbakan'ın bu sözlerini Radikal gazetesi "Başbakan 'Milli görüş' gömleğini şimdi yırttı: Sivas açılımı" başlığı ile veriyor. Bu, Milli Görüş çizgisinden gelen bir siyasetçinin Başbakan Erdoğan'ın şahsındaki değişimine işaret eden dikkat çekici bir yorum. Peki Başbakan'ın bu yaklaşımının altındaki zihniyet çerçevesi ne olabilir? Başbakan, bütün bu olaylarda rol alan kesimler arasında bir "taraf" değişikliği içine mi giriyor yoksa herkesin ağzına bir parmak bal sürme siyaseti mi izliyor? Bence ikisi de değil. Çünkü bir "Taraf" değişikliği, Başbakan'ı oradan oraya savurur ve "Aleviler"i kazansa bile günahı "Sünniler" üzerine yıkmak gibi bir durumla karşı karşıya bırakır. Böyle bir tavrın, diyelim benim memleketim Kahramanmaraş'ta kabul edilebilir bulunmayacağı açık. Çünkü tüm bu olayların yaşandığı şehirlerde, farklı toplumsal algılar oluşturduğu bir gerçek ve bunların bir siyasi nutukla değişmesi kolay değil. Ben, Başbakan'ın konuşmasını, basit bir Sivas-Başbağlar dengelemesi ve gönül alma siyaseti olarak okumayı da doğru bulmam. Çünkü o tür gönül alma siyasetleri çok yüzeyseldir ve kimse tarafından kabul görmez. Hadiselerin gerçek boyutu ile toplumlarda oluşturduğu derin acılar, böyle yüzeysel yorumlarla telafi edilemez çünkü. Peki ne? Bu soruya karşılık olmak üzere Başbakan'ın konuşmasının son bölümündeki şu ifadeler kayda değer bulunabilir: " Hani bir türkü var, adı Drama Türküsü'dür. Hem drama türküsüdür hem de dramatiktir. 'Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın, adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın' der. Türkiye'nin yaklaşık 30 yıldır gördüğü manzara oyun değil. Bu süreç bu şekilde devam edemez, etmemelidir. Bu oyunları inşallah bozacağız. İstismar zeminlerini inşallah kaldıracağız." Bu sözlerle Başbakan, "Çocuk oyunu" olmayan bir "Oyun"un altını çiziyor ve "Bu oyunları bozacağız inşallah" diyor. Oyun ne? Oyunun arkasında kim var? Sanırım Türkiye, Ergenekon davaları ile bunu çözmeye çalışıyor. "Bizi kimse Kafes'e koyamaz" diye sesleniyor Başbakan Kızılcahamam'dan... Evet "Kafes Kod Adlı" günler yaşıyoruz. Bu planların içinde Sünni-Alevi gerilimini beslemek, Müslüman-Gayrimüslim hesaplaşması izlenimi oluşturmak ve oradan siyasi sonuçlar üretmek gibi provokasyon projeleri var. Başbakan, muhtemel ki kendi içinde, adı geçen illerimizi riskli iller haline getiren o mahut kanlı olayların, arkasındaki kanlı projeyi daha iyi görmüş ve bugün Sivas ile Başbağlar'ı aynı cümle içinde ve aynı yüklemde buluşturmayı tercih etmiş olmalı. Ergenekon dosyaları, gerçekten tarihi bir bilinçlenme-aydınlanma imkânı sunuyor. Tüm siyasetçiler de, Ergenekon'da direnç odağı oluşturmak yerine, şeffaflaşma sürecinin en sağlıklı biçimde işlemesini sağlamayı ve Türkiye'nin "bağırsaklarının temizlenmesi"ne katkıda bulunmayı tercih etmeliler. Sivas ile Başbağlar'ın arkasında aynı tahrik odakları varsa ve Türkiye bunu ortaya çıkarabilirse, ne müthiş bir aydınlanma olur, düşünebiliyor musunuz? Keşke Başbakan, edindiği bilgileri ve yaşadığı zihinsel süreci kamuoyu ile paylaşsa... Ahmet Taşgetiren Bugün Gazetesi
-
Gn.Kur.Başkanı Görevden Alınsın!....(!)
faili meçhullerle ilgili tutuklanan ve 9 kez ağırlaştırılmış müebbet hapsi istenen Kayseri Alay Komutanı Cemal Temizöz hâlâ görevinin başında. Üstelik on aydır tutuklu. Avukatlık masrafları da Jandarma'dan ödeniyor. Evinde 52 el bombası ve çok sayıda silah bulunan Yarbay Mustafa Dönmez de görevde tutuluyor. Oysa sivil memurlar ya da polisle ilgili en ufak şaibeli iş olsa en azından 'soruşturmanın salahiyeti açısından' açığa alınır. Nitekim Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan ve Sakarya Emniyet Müdürü Faruk Ünsal tutuklandıktan sonra açığa alındı. Başka örnekleri de mevcut. 'Destek' olarak algılanabilecek tavırların en dikkat çekeni ise şüphesiz 3 Eylül 2008 günü 'Genelkurmay Başkanı Emriyle' Kandıra Cezaevi'ne yapılan ziyaretti. Kocaeli Garnizon Komutanı Korgeneral Galip Mendi, o dönemde tutuklu olan emekli orgeneraller Hurşit Tolon ve Şener Eruygur'u 'TSK adına' ziyaret etmişti. Bu ziyaret de Genelkurmay web sitesinden yayınlanmıştı. Bunları neden hatırlattık? Malum olduğu üzere çetenin 'Bamya' adını taktığı Hava Kuvvetleri eski Savcısı Albay Zeki Üçok sahte çürük raporu hazırlayan bir örgütün üyesi olmak ve yağmaya teşvikten tutuklanmıştı. Ayrıca hipnoz ve işkenceyle ifade aldığı gerekçesiyle uzun süre kamuoyunu meşgul etmişti. Albay Cengiz Köylü de Ergenekon soruşturması kapsamında Karargah Evleri soruşturması kapsamında tutuklanmıştı. Her ikisi de açığa alınmamıştı. Biz Ankara'nın toz duman gündemleriyle uğraşırken geçtiğimiz hafta ilginç bir trafik yaşandı. Hasdal Askeri Cezaevi'nde tutuklu bulunan albaylara 'resmi' ziyaret yapıldı. 13 Kasım günü 'Hava Kuvvetleri' adına gelen heyet tutuklu bulunan albayları ziyaret etti. Ne konuştuklarını bilmiyoruz ama bu ziyaretin bizatihi kendisi, önceki örneklerle birleşince ortaya net bir resim koyuyor. Üstelik yoruma bile ihtiyaç bırakmayacak kadar açık bir resim... Adem Yavuz ARSLAN - BUGÜN
-
MOSSAD ve KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ
Atatürk'ün 1919'da Kürtlerle ilgili sözleri nasıl sansürlendi? Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, dipnotlu, akademik atıflarla bezeli ama son derece siyasî bir konuşma yaptı beklendiği gibi Türkiye'nin gündemini değiştirdi. Özal, Demirel ve Erdoğan gibi siyasetin zirvesindeki isimlerin de zaman zaman gündeme getirdikleri "Türkiye halkı" vurgusunu bu defa bir orgeneralin de içine sindirmiş olması, önemli bir değişimdi. Üstelik bunun kişisel bir yorum değil, Atatürk'ün bir sözüne dayandırılmış olması, kabul edilebilirliğini artırma gayretinin de ötesinde anlamlıydı. Anlaşılan, 'Post-Kemalizm' (Kemalizm-Sonrası) denilen, esasen Tek Parti döneminde oluşturulan Kemalist anlayışın çözülme süreci bundan sonra giderek hızlanacak. Hızlı bir bakışla 22 Ekim 1919 gününe gidelim ve İstanbul Hükümeti'nin Başbakanı Salih Paşa ile Heyet-i Temsiliye üyeleri (Mustafa Kemal, Hüseyin Rauf ve Bekir Sami beyler) arasında imzalanan Amasya Protokollerine bakalım. 2 No'lu protokolün ilk maddesi şu cümleyle başlıyor: "Beyannamenin birinci maddesinde Devlet-i Osmaniye'nin tasavvur ve kabul edilen hududu Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi ihtiva eylediği ve Kürtlerin camia-i Osmaniye'den ayrılması[nın] imkânsızlığı izah edildikten sonra bu hududun en asgari taleb olmak üzere temin-i istihsali lüzumu müştereken kabul edildi." Özetleyelim: 1. Osmanlı Devleti'nin düşünülen ve kabul edilen sınırı Türkler ve Kürtlerin oturdukları araziyi kapsar. 2. Kürtlerin Osmanlı topluluğundan ayrılması imkânsızdır. 3. Türkler ve Kürtlerin yaşadıkları bölgenin kurtarılması ortak olarak en asgari talebimiz olarak kabul edilmiştir. Cümlenin devamında ise İngilizler kastedilerek, yabancıların görünüşte Kürtleri bağımsızlıklarına kavuşturacakları vaadiyle yaptıkları tezvirlerin önüne geçmek maksadıyla bu hususun, yani Türk-Kürt ayrılmazlığının Kürtlere bildirilmesinin uygun görüldüğü belirtiliyor. (Orijinali: "Maahazâ ecanib tarafından Kürtlerin istiklali maksad-ı mahsusu altında yapılmakta olan tezviratın önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması tensib edildi.") Belgeler konusunda uyanık olmamız şart. Nitekim burada şüphemizi çeken bir nokta var. Bekir Sıtkı Baykal'ın yayınladığı "Heyet-i Temsiliye Kararları"na (Türk Tarih Kurumu Yay., 1989, s. 25) baktığımızda yukarıya aldığımız ilk cümlenin devamındaki tam 3 sayfanın 'kopuk' olduğu yazılıdır! Evet kopuk! İyi de bu kadar hayati bir kararın 3 sayfası neden kopuktur? Kim kopartmıştır? Arşivlerimizin birileri tarafından elden geçirildiğini mi anlamamız lazımdır bundan? Demek ki, belgeler üzerinde operasyonlar sadece Erzurum Kongresi tutanaklarına mahsus değilmiş. Amasya Protokolü'nün ilk maddesinin ilk cümlesinden sonraki 3 sayfanın kopuk olduğunu söyleyen Prof. Bekir Sıtkı Baykal ne yapmış dersiniz? 'Neden kayboldu?' sorusunun ardından seğirteceğine, oraya bir dipnot koyarak Başbakanlık Arşivi'nden bu defa protokolün Sadrazam Salih Paşa'da kalan nüshasına bakmış ve orada tamamen farklı bir cümlenin yer aldığını görmüş. Yukarıda okuduğunuz ikinci cümle, Salih Paşa'nın nüshasında şaşırtıcı derecede farklı olup 1923 sonrasının ideolojik inşa ortamında "Türkiye vatandaşlığı"nın yerini "Türklük" alırken, Kürtlükle ilgili belgeler "baypas" edilmiş, sansürlenmiştir. Şimdi Salih Paşa'ya verilen ve Mustafa Kemal, Rauf Orbay ve Bekir Sami beylerin imzalarının bulunduğu 2 numaralı protokoldeki o sansürlenen cümlenin baş tarafını orijinalinden okumayı deneyelim: "Maahaza Kürtlerin serbesti-i inkişâflarını temin edecek vech ve surette hukuk-i örfiye ve ictimâiyece mazhar-ı müsâedat olmaları dahi tervîc ve ecânib tarafından Kürtlerin..." ("Atatürk'ün Bütün Eserleri", cilt 4, Kaynak Yay., 2003, s. 344'teki belgenin fotokopisinden okudum.) Gerisi, yukarıdaki cümlenin aynısı. Ancak bu kısım, birileri tarafından müthiş bir beceriyle temizlenmiş ve belge düpedüz kesilip yeniden yapıştırılmıştır. Üstelik bu operasyonun yıllarca arşivlerde çalışmış olan Mithat Sertoğlu gibi bir 'üstad' tarafından yapılmış olması, insanda kime güveneceğine dair sağlam bir his bırakmıyor. Gerçekten de belgeler bile makaslanarak bu hale sokulduysa, yani hafızamıza şiddet uygulandıysa bizleri hangi polis koruyacaktır? Çıkartılan cümlede ne var peki? Şu: "Bununla beraber, diyor belgemiz, Kürtlerin serbestçe gelişmelerini sağlayacak tarz ve biçimde kültürel ve toplumsal haklar bakımından müsaadelere mazhar olmaları dahi desteklenmiştir..." Bir başka deyişle Kürtlerin kendilerini geliştirmeleri için kültürel ve toplumsal haklarına erişmeleri konusunda mutabakat sağlanmıştır. İşte size Milli Mücadele'nin en kritik belgelerinden birisinin hal-i pür-melâli. Artık siz karar verin bu ülkede gerçekten tarihçilik yapılıp yapılamayacağına. Hoş, aynı ameliyat, Mustafa Kemal Paşa'nın İzmit konuşmasına da yapılmadı mı? Vaktiyle Doğu Perinçek sayesinde ("2000'e Doğru" dergisi, sayı 35, 30 Ağustos-5 Eylül 1987) Atatürk'ün "hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edeceklerdir" sözünün yer aldığı kısmın, 1982 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından basılan metinden çıkarıldığını öğrenmiştik. Bu kısımların neden çıkartıldığını İsmet İnönü'nün 1925'te söylediği "Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları Türk yapmaktır" sözüyle veya 1980 darbesinden sonra Kürtçenin, hatta Kürt sözünün bile yasaklandığı bir inkâr fırtınası içine yerleştirdiğinizde anlayabilirsiniz ancak. Türk-Kürt kardeşliğini ve Kürtlerin ortak kurucu unsur olduklarını vurgulayan Mustafa Kemal'den "Cumhuriyetimizin dayanağı Türk camiasıdır" fikrindeki Atatürk'e Türk vatanı içindekileri Türk yapmaktan söz eden bir asker başbakandan Türkler dışındaki etnik unsurları, daha açık söylersek Kürtlüğü "Türkiye halkı" olarak tanıyan bir başka askere. Yoksa sessiz sedasız 90 yıl öncesine geri mi dönüyoruz? Bir de tarihte tekerrür yok derler. Sansürlenmeseydi hiç tekerrür mü ederdi?
-
Türk Medyasının Gerçekleri....
Türkiye’nin kilidi medyadadır. Bu kilidi çözmeden Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca yaşananları anlamanız mümkün değildir. İster Dersim Katliamı’na bakın, ister İzmir Suikastı’na, ister Ali Şükrü Bey’in vurulmasına, ister Topal Osman’ın öldürülmesine, ister Kürt ayaklanmalarına, ister yaşadığımız üç askerî darbeye, ister 28 Şubat’a bakın. Bütün bu olayların kanlı sırları medyanın “anlatmadıklarında” gizlidir. Size basit bir soru sorayım izninizle. Medya olmasaydı 28 Şubat olur muydu? O uzun siyah cübbeleriyle şehir şehir gezen yüz tane Aczmendiyi her gece ekranlarına taşıyan, muhtıradan sonra ortadan kaybolan Fadime Şahin’in “şeyhlerle” yaşadığı tuhaf aşkları ve tuhaf baskınları defalarca gösteren televizyonlar, “andıçlara” uygun yayınlar yapan gazeteler olmasaydı 28 Şubatçılar amaçlarına ulaşabilirler miydi? Dün Hürriyet gazetesinde Ahmet Hakan, 28 Şubat döneminde üç gazetenin, Hürriyet’in, Milliyet’in ve Sabah’ın aynı gün “Kur’an kurslarında ürperten yemin” başlığıyla çıktığını hatırlatıyordu. Üç gazetenin üçünde de aynı başlık. Tesadüf müydü sizce? Değildi elbet. Merkez medyada bu ahlaksızlığı ortaya koyan gazete var mıydı? Hatırladığım kadarıyla yoktu. Peki, bugün bu gazetelerin ve televizyonların Kafes planı karşısındaki sessizliği “tesadüf” mü? Bu ülkenin son yıllarda gördüğü en korkunç plan Kafes planı. Çocukları havaya uçurmayı planlamışlar. Planı yapanların çoğunluğu halen görevlerini sürdüren üst düzey subaylar. Aralarından yedisi tutuklanmış. Planda söz edilen bombalarla silahlar, söylenen yerlerde bulunmuşlar. Genelkurmay Başkanı, o silahların “orduya ait olmadığını” söyledikten on gün sonra o silahların orduya ait olduğu ortaya çıkmış. Çocukları öldürmek için Koç Müzesi’ne yerleştirilen bomba bulunmuş, tutanak tutulmuş. Gayrımüslimleri öldürmek için hazırlıklar yapmışlar. Agos gazetesinin abone listesini ele geçirip planlarına eklemişler. Plan bütün detaylarıyla birlikte bir Ergenekon sanığının bilgisayarında bulunmuş, dava dosyasına girmiş. Medya, bu korkunç plan hakkında ne yapıyor? Susuyor. Yüzlerce milyon dolarlara kurulmasına rağmen üstüne promosyon koymadan satamayan gazetelerin genel yayın müdürleri, küçük kız çocukları gibi “ay inanmıyorum vallahi” diye yazılar yazıyor. İnanmıyorsan, gazetende çalışan o kadar iyi gazeteci, yetenekli muhabir var, gönderip araştır, planın “aslında” var olmadığını, Koç Müzesi’nden bomba çıkmadığını, Poyrazköy kazılarında LAW silahları bulunmadığını kanıtla. Dursun Çiçek’in hazırladığı “andıçı” yayımladığımızda Genelkurmay’a adam gönderip “yüzde 99 yalan” diye başlık atmayı biliyorsun da, Koç Müzesi’ne adam göndermeyi mi beceremiyorsun? Beceremiyor, çünkü derdi gerçeği ortaya çıkarmak değil, yüz milyonlarca doları “gerçeği saklamak” için gömmüşler o gazeteye. O yüzden promosyonsuz bir türlü gazete satamıyorlar. Sadece biri değil ki neredeyse hepsi öyle. Hürriyet’le Sabah, dışarıdan bakarsan birbirine rakip, birbirleri hakkında söylemedikleri yok ama iş “cunta planına” gelince o muhteşem “Kafes kardeşliğiyle” sesleri kesiliveriyor. Bu medyayı iyi izleyin. Birkaç gazete dışında (bu arada geçen gün o gazeteler arasında Vakit ile Evrensel’in adını saymayı unutmuşum, özür borcumu bugün eda ediyorum) hiçbiri konuya girmiyor. Çünkü bu korkunç plan, ordunun içindeki cuntaları hiçbir itiraza yer bırakmadan ortaya koyuyor. Ve, onlar ordunun içinde cuntalar olduğunu, darbe planları yaptığını bu halkın öğrenmesini istemiyorlar. Her darbe planında, her andıçta bir de “medya” bölümü olması, medyaya nelerin yazdırılacağının listesinin yapılması boşuna değil. Bu ülkede medyanın yardımı olmadan kimse cunta da kuramaz, darbe de yapamaz. Çünkü darbeyi yapmak isteyen, darbenin “altyapısını” da hazırlıyor ve o altyapının hazırlanmasında birinci görev medyaya düşüyor. Bazı şeyleri olduğundan “büyük” göstererek, bazı şeyleri de saklayarak o alt yapıyı hazırlıyorlar. İyi bakın bu medyaya. Onların Kafes sessizliğini dinleyin. O sessizliğin içinde cuntanın uğultularını duyacaksınız.
-
Bölücüler İş Başında...
Türk solu adını alan bu yapılanma Türk halkını ala temsil etmiyor,gerçek Türk halkı asla ırkçı,faşizan yaklaşımlar sergilememiştir. İzmirde yaşananların,planlı bir oyun olduğunu Sayın Bahçeli gördü,amaç bir Türk Kürt çatışması yaratmak,İzmire tepki diğer illerden gelecek ve bu durum Türkiyeyi kaosa sürükleyecekti ve neyseki Devlet Bahçeli yine her fırsatta taktir ettiğimiz olgunluğunu gösterdi ve sokakları ülkücülere yasakladı,demek istediğim Ahmet Türk gibi yıllarını siyasetin içerisinde geçirmiş bir insanın bu tür terörist saldırı durumlarında yeterince sakin olamadığı ve kendisininde daha önce ifade ettiği gibi tabanına yeterince sahip olamamasıdır,bu durum ''Hoş bölgeye gidebilme,orada halkla yüzleşebilme cesaretleri olmayanlar var'' olduki gitmeleri halinde İzmirdeki olaya tepki olarak yapılacak bir saldırının Türkiyeyi nerelere götüreceğini iyi ölçmek lazım. Tamda burada birileri kalkıpta,hepsini asacağız,Dersimde yaptığımızı yapalım vs.vs gibi pankartlar açarsa ve söylemlerde bulunursa işte asıl bölücülük budur....
-
Türk Medyasının Gerçekleri....
Gizli iktidarın her türlü pisliğini ortaya çıkaran,sorgulanamazların,yargılanamazların kirli işlerini ortaya çıkarıp sorgulanmalarını,yargılanmalarını sağlayan,devlet eliyle işlenmiş cinayetleri bir bir ortaya çıkaran,"Türk-Kürt,Alevi-Sünni,dindar-seküler vs farklılıklarınızı kabul edip barış içerisinde yaşayın anlayışını" savunan Taraf'mı ABD tarafından kullanılıyor? Sizin bu iddianıza göre bu ülke için en vatansever ABD'dir.Zira bu ülkenin daha güzel bir hale gelmesi için uğraşan herkesin ABD tarafından kullanıldığı iddia ediliyor. Gladyoyu bu ülkede kuran,1980 öncesi ülkeyi sağ-sol çatışması ile kan gölüne çeviren,1980'de "bizim çocuklar"ına ülkeye el koyduran ve bugün hala bu ülke üzerinde kaos planları yapan ABD olmasına rağmen bunlarla mücadele edenler ABD kuklası,ABD'nin planlarını uygulayanlar vatansever? İlginç doğrusu.
-
'Resmi raporlarda Dersim katliamı: 13 bin kişi öldürüldü'
Sayın Boşig; Türkiyede Ulus devlet anlayışı ırki olarak uygulandı sizin demek istediğiniz ulusallık şeklinde uygulanmadı ve belkide bu yüzden bu sorun bu kadar büyüdü,zaten Türk ve Kürt halkları birlikte yaşama iradesini ortaya koydular yıllardır,ancak sorun şuki Türk halkı Kürt halkıyla empati yapamıyor ve kendini bu devletin sahibi,Kürtleri ise yanaşma gibi görüyor,bunun suçlusuda kesinlikle Türk halkı değil,resmi ideolojidir....
-
MOSSAD ve KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ
çok doğru bir tespit,bizim en büyük sorunumuz kendimizde,devletimizde hiç problem aramayıp bütün olanları dış güçlere mal etmek,şimdi Dominik sorduğu soruyu bir kerede ben soruyorum 85 yil öncedemi Mossad vardi?