Zıplanacak içerik

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. GENÇ Siviller adlı sivil toplum örgütünün 'İçerde Eylem Var' kitabının tanıtımı, Sabancı Üniversitesi Karaköy İletişim Merkezi'nde adına yakışır şekilde içerde düdüklerle, dövizlerle, fenerlerle yapılan eylemle gerçekleşti. Genç Siviller'in "içerdeki eylemi"ne sinema oyonucusu Lale Mansur da katıldı. "İçerde Eylem Var" da Gramsci, Mevlana, Foucault, Gazali, Arendt, İdris Küçükömer, Negri, Mete Tuncay, Etyen Mahçupyan gibi bir çok düşünürler, Genç Siviller tecrübesini yine Genç Sivillerin ağzından anlatıyor. Genç Siviller'in bugüne kadar yaptığı eylemleri ve dünyaya bakış açılarını anlatan kitapta Türkiye'de ilk defa bu derece içeriden bir sivil toplum eleştirisi, oldukça eleştirel fakat eğlenceli bir dille yapılıyor. Diğer bir bölümde ise Genç Siviller üyelerinin sıradan ama sürükleyici hayat hikâyeleri takip ediyor. Genç Siviller'in medya ilişkileri ve eylem tecrübelerinin aktarıldığı sayfalar ise genç aktivistlerin deneyimlerini aktarıyor. Tüm kitapçılarda ve internet üzerinden satışa sunulan "İçerde Eylem Var" da 2007 Mart ayından bu yana gerçekleştirilen eylem ve kampnaya metinleri de yer alıyor. Genç Siviller, kitaptan elde edecekleri gelirin tamamını Şubat ve Haziran ayında gerçekleştirecekleri "Çocuklar İçin Siyaset Okulu" projesinde harcayacaklarını belirttiler.
  2. Eşcinsel derneği Kaos GL'nin hazırladığı "Biliyor(mu)sun(?) - Her Kadın Heteroseksüel Değildir" adlı kitap çıktı. Kitap, lezbiyenler ve biseksüel kadınlar için rehber niteliği taşırken bu konuda bilgi edinmek isteyen herkes için başvuru kaynağı olacak. "Lezbiyenlerin ve biseksüel kadınların kendi ülkelerine dönüp bakacakları bir yol haritası çizmeye çalıştığımız bu kitapçıkla, asırlardır gizemli bir kutu sandıkları lezbiyenleri ve biseksüel kadınları merak edenlere de kutunun içinde aslında çok da 'farklı' bir şey olmadığını göstermeye çalıştık. Bilmediklerimiz, görmediklerimiz, duymadıklarımız değil belki içindekiler; ama bazen bilinmesi istenmeyen, gösterilmeyen, duymamız engellenenler... Bu yüzden ses verelim istedik. Herkesin heteroseksüel varsayıldığı bu dünyada, biz kimseyi 'bir şey' varsaymadan, herkes okusun, bir şey bulsun diye ses verdik" diyorlar. Kaos GL'nin hazırladığı "Biliyor(mu)sun(?) - Her Kadın Heteroseksüel Değildir" adlı kitap aileden hukuka, cinsellikten aşka lezbiyenler ve biseksüel kadınlara dair merak edilen pek çok konuya açıklık getiriyor. Kitap, lezbiyenler ve biseksüel kadınlar için rehber niteliği taşırken bu konuda bilgi edinmek isteyen herkes için başvuru kaynağı da olacak. Lezbiyenler ve biseksüel kadınlara dair önyargıları kırmayı da amaçlayan kitabı Kaos GL, Kaos GL İzmir, Lambdaistanbul ve Pembe Hayat ofislerinden ücretsiz edinebilirsiniz.
  3. Trabzon Fatih Lisesi'nde türbanlı öğrenciler koridorda rahatça dolaşıyor. Trabzon Fatih Lisesi'nde bazı kız öğrenciler, kıyafet yönetmeliğine aykırı olarak türbanla okula girip koridorlarda dolaştığı saptandı. Kız öğrencilerin okula türbanla girişine okul yönetimi ses çıkarmazken bazı okul yöneticilerinin bu durumu normal karşıladıklarını söyledikleri öne sürüldü. Üniversitelere türban yasağının kaldırılmasına yönelik olarak AKP hükümetinin anayasada değişiklik yapma çabaları sürerken türban lise ve ilköğretim okullarına kadar girdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 'ın, Rize'de düzenlenen meme kanseri konulu kompozisyon yarışması ödül törenine, okul müdürünün uyarısı üzerine türbanını çıkararak katılan Kalkandere İmam Hatip Lisesi öğrencisi Emine Elif Azder 'in babası Mustafa Azder 'i telefonla arayarak konuyla bizzat ilgileneceğini söylemesinden sonra dikkatler yeniden orta dereceli okullarda toplandı. Trabzon Fatih Lisesi'nde de bazı öğrencilerin bir süredir türbanlı olarak okula girdikleri belirlendi. Son dönemlerde bu öğrencilerin sayısında artış olduğu öne sürüldü. Öğrencilerin, yöneticilerin bilgisi dahilinde okula girip çıktıkları iddia edilirken eğitimciler, okulun her yanında kamera bulunduğunu, herhangi bir öğrencinin kural dışı davranışının gözden kaçmasının olanaksız olduğunu vurguladılar. 'TÜRBAN DEVLET KURUMLARINDA' Eğitim-Sen Trabzon Şubesi Başkanı Recep Gülay , bu konudaki ihlalleri Trabzon Valisi Nuri Okutan 'a ilettiklerini açıkladı. Sağlık kurumları başta olmak üzere birçok devlet kurumunda kamu görevlilerinin başını kapatarak işini yürüttüğünü belirten Gülay, "Ne yazık ki Sayın Başbakan'ın Rize'de bir ödül töreni sırasında öğrencinin başının açılmasına ilişkin tutumundan sonra bu tür ihlallerde artışlar oldu. Bazı öğrenciler okullara türbanla giriyor. Bazı okullarda yöneticiler görevlerini yapmıyor. Kurumların bu konuda uygulamalarında çifte standartlar var. Bu çifte standart ortadan kaldırılmalıdır" dedi. Eğitim İş Trabzon Şubesi Başkanı Mehmet Akıncı da bazı idarecilerin iktidarın tepkisinden çekinerek olaya gerekli müdahaleyi yapmadığını söyledi. Akıncı "Artık gizlenmeye, gizlemeye de ihtiyaç duymuyorlar. Yasa, yönetmelik, hiçbir kural onlar için önemli değil. Başbakan bu konuda açıkça taraf olmuşsa, Cumhuriyet Mitingi'ne katılan öğretmenlere cezalar veriliyorsa durum çok vahim demektir" diye konuştu. 'HEDEF ILIMLI İSLAM DEVLETİ' CHP Trabzon İl Başkanı Lütfi Karakullukçu ise tepkisini "Bu tavırların altında Türkiye'yi bir ılımlı İslam devletine dönüştürme çabaları vardır. Kimse bunu başaramayacaktır" diye dile getirdi. DSP Trabzon İl Başkanı Sibel Suiçmez de "Yasalarla yapamadıklarını fiili olarak aşarak halkı alıştırmaya çalışıyorlar. Bu durum, karşıdevrimin açıkça ilanıdır" dedi. Trabzon Fatih Lisesi'nde okul yönetimi , bazı kız öğrencilerin kıyafet yönetmeliğine aykırı olarak türbanla okula girmelerine ses çıkarmıyor. Cumhuriyet Ahmet Altan/Taraf Türbanlı kız Hollanda resminin büyük ustalarından Vermeher'in tablolarını andırıyor genç kız. Başını üzüntüyle öne eğmiş. Resim çekilirken, saçlarını örten beyaz başörtünün yanağına değen kısmının gölgesi yansımış yüzüne. Henüz on altı, on yedi yaşında. Büyükçe bir salonun önündeki sahnede duruyor. Ve ağlıyor. Öğretmenler Günü için yapılan kompozisyon yarışmasını kazandığı için davet etmişler onu oraya. Ödülünü alması için sahneye çağırmışlar. Tam ödülünü alacağı sırada, aşağıda oturan kaymakamla binbaşı “İndirin onu oradan” demişler. Herkesin önünde, “bu ödülü almaya layık birisi olmadığı” yüzüne vurularak aşağıya indirilmiş. “Neden” diyebilmiş sadece genç kız, “Neden?” Böylesine aşağılanmasının, herkesin önünde utandırılmasının nedenini öğrenmek istemiş. Bunun insanlığa, adalete, vicdana uyan bir cevabı yok elbette. Kendini bir an o kızın yerine koyabilecek kadar duygu ve zeka sahibi biri, o kızın orada nasıl bir acı hissettiğini anlayabilir. Ve, aynan o kız gibi sormak ister: “Neden?” “Neden bu kadar insafsız, bu kadar vahşi, bu kadar barbarsınız?” “Neden çocuklarınızı böyle aldırmazca üzüyorsunuz?” Bu kötü kalplilik mi bilmiyorum ama o çocuğa öyle davrananların da aynı muameleye uğramasını istiyorum. Vali, kaymakamı aynı tavırla herkesin önünde sahneden indirtsin, o binbaşıyı “İndirin onu oradan” diyerek komutanı utandırsın. Ama tabi böyle şeyler olmayacak. “Devletimizin görevlilerinin” başına gelmez bunlar. Başörtülülerin, Kürtlerin, Alevilerin, solcuların, demokratların, milliyetçilerin, kısacası bu ülkete yaşayan halkın başına gelir. Bu devlet, öylesine tuhaf davranıyor ki insanlara, normal hiçbir devlet için akla gelmeyecek şeyler düşündürüyor. Biliyorsunuz, bizim köy kahvelerinde bile tekrar edilen bir laf vardır, “İngilizler bölerek yönetir:” Bu lafı çok tekrarlarız. Bu sözü böylesine benimsememizin başka bir sebebi olabileceğin düşünüyorum artık. Osmanlı'dan bu yana bizim devletimiz kendi halkına bu “böl, yönet” yöntemini uyguladığına aklım yatıyor. Huzursuzluğu sürekli olarak “devlet” çıkartıyor çünkü. Birilerine “solcu diyor mesele çıkartıyor, birilerine “Kürt” diyor mesele çıkartıyor, birilerine “Alevi” diyor mesele çıkartıyor, birilerine “türbanlı” diyor mesele çıkartıyor. Birisi solcu olunca birisi de sağcı oluyor elbette, birisi Kürt olunca diğeri Türk oluyor, biri Alevi olunca öbürü Sünni oluyor, birisi dinci olunca beriki laik oluyor. Ve çatışma başlıyor. Devlet bu işlere karışmamış, herkesi birbirine düşman edecek kadar hoyrat davranmamış, bütün propaganda araçlarını insanları bölmek için kullanmamış olsa, bu ülkede bu kadar düşmanlık olmazdı gibi geliyor bana. Değişik ırklardan, değişik mezheplerden, değişik inançlardan, değişik fikirlerden insanlar, birbirimizle tartışarak yaşar giderdik. Normal bir ülkemiz olurdu. Ama sanırım sorun da burada. Bugünkü devlet kadroları, “normal” bir devlette bugün bulundukları mevkilerde olabilirler miydi? O küçük kızı sahneden indiren kaymakam Kanada'da kaymakamlık, o binbaşı İsveç'te komutanlık yapabilir miydi? Tekmeyle adam öldüren polisler İsviçre'de polis, onların müdürleri İngiltere'de polis amiri, bakanları Hollanda'da bakan olarak kalabilir miydi? Harekete uğrayan profesör, “Sen şüphelisin, sana her şey söylenebilir” diyen savcı hangi ülkede savcılık görevini sürdürebilirdi? Devletin halka karşı benimsediği bu hoyratlığın, insafsızlığın, saldırganlığın geçerli bir sebebi olduğuna kaniyim artık. Bu ülkenin normalleşmesini istemiyorlar. Hiçbir zaman istemediler. Osmanlı'nın son döneminde de, cumhuriyette de… Hep bir mesele olsun, hep insanlar bölünsün, hep huzursuzluklar yaşasın, hep çatışmalar olsun istiyorlar. Halk bölünüp kendi içinde çatıştığı sürece kimse devlet görevlilerinin birikimini, yeteneğini, zekasını, entelektüel kapasitesini sorgulamayı akıl edemiyor. Birbirimizle uğraşmaktan başımızı çevirip devlete bakamıyoruz. Ama bir düşünün, sağcısıyla solcusuyla, Alevisiyle Sünnisiyle, Kürdüyle Türkiyle, bu ülkede hapisten, işkenceden, baskıdan geçmemiş hiçbir kesim yok. Devlet, en çok “milliyetçileri” severdi, onlara bile neler yaptı… Çünkü aslında hiç kimseden yana değiller, sadece gerginliğin sürmesini istiyorlar. “Bölüyorlar, yönetiyorlar.” İngilizler bunu “sömürgelerine” yapardı.. Onlar kendi halklarına yapıyorlar. Kırmızı Başlıklı Kız, Kırmızı Türbanlı oldu! "Tevhide" protestosunda yaşları 3 ile 5 arasında değişen türbanlı kız çocuklarını kullandılar!... 03 Aralık 2007 15:52Yaşları üçle beş arasında değişen türbanlı kız çocuklarının da katıldığı protestonun ardından 50 kişilik grup, Tevhide Kütük'ü kazandığı ödülü almak için çıktığı kürsüden indirdiği iddia edilen Garnizon Komutanı, İlçe Kaymakamı ve İlçe Milli Eğitim Müdürü hakkında suç duyurusunda bulundu. 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle düzenlenen yarışmada birinci olan Kozan İmam Hatip Lisesi öğrencisi Tehvide Kütük'ün kürsüden indirilmesini protesto etmek amacıyla suç duyurusunda bulunmak için İstanbul Adliyesi önüne gelen türbanlı 50 kadın, türban taktıkları 3 ve 5 yaşlarındaki kız çocuklarını da eylemde kulandılar. Küçücük kız çocuklarının ellerine verilen pankartlarla protesto eylemine katan anneleri, türbanlı olduğu için ödül almak için çıktığı kürsüden indirilen İmam Hatip Lisesi öğrencisi Tevhide Kütük'e destek vermek için geldiklerini söylediler. Eğitim Bir Sen, Mazlumder, Hukukçular Derneği, AKV ve Özgür-Der gibi sivil toplum kuruluşlarının bulunduğu 50 kişilik başörtülü kadın ve çocuktan oluşan grup "Ayrımcılık", "görevi kötüye kullanma" ve "onur kırıcı muamele" suçundan Adana Kozan Kaymakamı Aydın Tetikoğlu, Adana Kozan İlçe Milli Eğitim Müdürü Mutlu Canbolat ve Adana Kozan Garnizon Komutanı Hüseyin Çopur'dan şikayetçi oldu. KIRMIZI BAŞLIKLI KIZA, KIRMIZILI BAŞÖRTÜ Grup arasında başörtülü 3 ve 5 yaşlarındaki üç kız çocuğu dikkat çekti. Eylemde, kız çocuklarından Havin Yaren'in elindeki pankart gözden kaçmadı. Yaren'in elindeki pankartta tilki kırmızı başlıklı kıza, "Ben kırmızı başlıklı kız falan anlamam. Ormanıma başörtülü giremezsin" diyordu. "YILLARDIR AYNI FİLM, ARTIK YETER" DEDİLER Grup adına konuşma yapan Yıldız Ramazanoğlu, birincilik ödülünü almaya hak kazanan Tevhide Kütük'ün kılık kıyafet yüzünden ayrımcılığa ve onur kırıcı muameleye maruz kaldığını ifade etti. Ramazanoğlu "yıllardır devam eden bir filmi izliyoruz. Oyuncuları, yeri, zamanı değişken ama senaryosu hep aynı. 'Artık yeter' diyoruz. Bizden öncekiler, biz ve bizden bir kuşak sonrası bu hukuksuz dayatma ile fazlasıyla muhatap oldu. Yeni nesiller bu anlamsız dayatmaya maruz bırakılmasın. Bu amaçla sesimizi yükseltiyoruz" dedi. Ramazanoğlu, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannemesine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine, Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair Sözleşmeye, Dün yada İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlüğün ve Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirgesine, Çocuk Hakları Sözleşmesine, Türkiye Cumhuriyete Anayasasının ve yasaların ilgili maddelerince güvence altına alınmış olan hükümlere aykırı, ideolojik tutum ve davranış içerisinde bulunanları uyardıklarını ifade etti. "YARGI ADİL SUÇU VERİCEK" Avukat Gülden Sönmez ise " İçişleri Bakanlığına ve Milli Eğitim Bakanlığına yazdığımız dilekçelerde Kaymakamın ve İlçe Milli Eğitim Müdürünü görevden alınması noktasında yazılı talepte bulunduk. Zannediyoruz ki Türkiye'nin dört bir tarafından insan hakları kuruluşlarına gelen telefonlarından anlaşıldığı kadarıyla Türkiye'nin dört bir tarafından bu suç duyurusu artacak. Yargının adil sonucu vereceğine eminiz" dedi. DİLİPAK DA ORADAYDI Gruba destek vermek amacıyla eyleme katılan gazeteci-yazar Abdurrahman Dillipak "Bir çocuğa karşı yapılan haksızlık. Bir öğrenciye yapılan haksızlık. Bir kıza yapılan haksızlık. Bir inanç, bir geleneğe bağlı. Kültürel ve temel inanç hürriyetine aykırı bir tutumla karşı karşıyayız. Çünkü maalesef kamunun güvenliğini sağlamak hak ve özgürlükleri sağlamak zorunda olan bir kaymakam ve yine bu maksatla görevlendirilmiş. Askeri bir kişiden geliyor. Bunu kabul etmek mümkün değil. Devletin anayasa ve yasaları varlık ve meşruiyeti bireyin temel hak ve hürriyetlerini korumak içindir. Bunu korumakla görevli korumakla görevli mülki idare ve askeri görevli genel güvenliği sağlamakla görevli olan kişiler maalesef bir öğrencinin bir kızın bir çocuğun inancından kaynaklanan geleneğinden kaynaklanan temel hak ve hürriyetlerine yönelik ilhakı hak bununla ilgili hukuka aykırı bir durum görüyorsa soruşturma açabilirdi. Ama bizzat kendisi kaba bir davranışla o çocuğu oradan indirmiştir. Bir insana yapılan haksızlık aslında bütün bir topluma yöneltilmiş bir tehdittir. O yüzden ben bunu çok önemsiyorum. Hak ettiği cevabı da toplumdan alması gerekmektedir" diye konuştu. TÜRBANLI TEVHİDE KÜRSÜDEN NASIL İNDİRİLDİ? Kozan İmam Hatip Lisesi öğrencisi Tehvide Kütük, 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle düzenlenen kompozisyon yarışmasında birinci olmuş ve ödülünü almak için sahneye davet edilmişti. Bir sinema salonunda düzenlenen törende kürsüye çıkan Kütük, iddiaya göre Garnizon Komutanı'nın isteği üzerine İlçe Milli Eğitim Müdürü'nün talimatıyla sahneden indirilmişti. BAŞBAKAN TELEFONLA MORAL VERMİŞTİ Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan, başörtülü olduğu için Kozan Kaymakamı ve Garnizon Komutanı tarafından ödül töreninde kürsüden indirilen İmam Hatip Lisesi 11. sınıf öğrencisi Tevhide Kütük'ü telefonla arayarak üzüntülerini ilettiler. Başbakan Erdoğan, "üzülmeyin" diyerek teselli ettiği Tevhide ve ailesine "Bu haksızlıklar birgün mutlaka bitecek" dedi. Tevhide Kütük'ün babası Arif ve annesi Gülsiye Kütük'ün verdiği bilgilere göre Başbakan Erdoğan, önceki akşam telefonla kendilerini arayarak, yaklaşık 10 dakika görüştü. Tevhide Kütük'ün başörtülü olduğu için kürsüden indirildiğini basından öğrenen Başbakan Erdoğan, baba Arif Kütük, anne Gülsiye Kütükve Tevhide Kütük ile ayrı ayrı görüştü. "TEVHİDE VE ABLASINI OKUTACAĞIZ " Başbakan Erdoğan, baba Arif Kütük'e olayın Tevhide'yi çok etkilediğine dikkat çekerek, "Kızımız sakın üzülmesin. Hem onu hem ablasını okutacağız. Ablası da bu yönde mağdur olmuş. Böyle olaylar okul yaşamına engel olmasın. Derslerine çalışmaya devam etsin" dedi. Başbakan Erdoğan, anne Gülsiye Kütük ile görüşmesinde de Tevhide'nin kürsüden indirildiği salonda onun da bulunduğuna dikkat çekerek, olaydan dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Erdoğan, anneye de "Kızlarınızla ilgilenmek istiyoruz. Ailece üniversite hayatlarında da yardımcı olmak ve onlarla görüşmek isteriz" demişti. Adana Kozan'da 24 Kasım Öğretmenler Günü düzenlenen törendeödülünü alamadan kürsüden indirilen imam hatip lisesi öğrencisi Tevhide Kütük'ü Eğitim Bir Sen sevindirdi. Adana'nın Kozan ilçesinde düzenlenen yarışmada birinci olan ve 24 Kasım Öğretmenler Günü töreninde ödülünü alamadan kürsüden indirilen imam hatip lisesi öğrencisi Tevhide Kütük'e ödülü daha sonra evinde verilmişti. gazeteport **************** Tevhide'ye yapılan davranış ne kadar yanlışsa bu minicik kız çocuklarını türbana sokup siyasete alet etmek, olayı şova, gövde gösterisine dönüştürmek de o kadar yanlış ve tehlikeli... Erdoğan türbanlı öğrenciye sahip çıktı... BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, Rize’de düzenlenen Meme Kanseri konulu kompozisyon yarışması ödül törenine, okul müdürünün uyarısı üzerine türbanını çıkararak katılan Kalkandere İmam Hatip Lisesi öğrencisi Emine Elif Azder’in babası Mustafa Azder’i telefonla arayarak, konuyla bizzat ilgileneceğini söylediği bildirildi. Valilik de, konuyu İl İnsan Hakları Kurulu’nun gündemine taşıyarak inceleme başlattı. Rize İl Sağlık ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ortaklaşa düzenlenen ‘Meme Kanseri’ konulu kompozisyon yarışmasında Kalkandere İmam Hatip Lisesi ikinci sınıf öğrencisi 16 yaşındaki Emine Elif Azder birinciliği kazanmıştı. Azder, 29 Kasım 2007 tarihinde Valilik Mavi Salon’da düzenlenen ödül törenine, iddiaya göre okul müdürü Kazım Kaya Başaran’ın uyarısı ile türbanını çıkararak katıldı. Azder burada ödülünü Vali Yardımcısı Cengiz Karabulut’un elinden aldı. Olayın medyada yer almasının ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, kız öğrencinin babası Mustafa Azder’i telefonla arayarak konuyla bizzat ilgileneceğini söylediği öğrenildi. Başbakan’ın kendisini aradığını doğrulayan Baba Azder, “Bana olayı sordu ve kendisinin konuyla bizzat ilgileneceğini söyledi'' dedi. Mustafa Azder, kızının ve kendisinin yanıltıldığını ifade ederek, “Okul müdürü ve diğer öğretmenleri, törenin Meme Kanseri ile ilgili olması dolayısıyla sadece bayanların programda yer alacağını söylediler. Ben de bayanların yanında kızımın başörtüsünü çıkarmasının sorun olmayacağını düşünerek ödül törenine katılmasına müdahale etmedim. Ancak kızım tören salonuna girdiğinde beklenmedik bir sahneyle karşılaştı. Tören salonunda kadınlar gibi erkeklerin de bulunduğunu gördü. Kızım yoğun bir psikolojik baskı altında kaldığı için salonu terk edemedi. Hem kızım hem de ben ahiret gününde bizlere karşı yapılan bu yanlışın ve saygısızlığın hesabını soracağız'' dedi. Azder, kızının yaşananlardan çok etkilendiğini ve artık bu konuda yorum yapmak istemediğini de sözlerine ekledi. Kalkandere İmam Hatip Lisesi Müdürü Kazım Kaya Başaran ise, ödül töreni öncesi öğrencinin kendisine gelerek nasıl davranması gerektiğini sorduğunu vurgulayarak, “Kızımız bana geldi. Adana Kozan’da yaşanan olayı hatırlatıp ‘Orada ne yapmam gerekir?’ diye sordu. Ben de ona, ‘Orası Valilik. Nasıl gitmen gerektiğini biliyorsun, sizi sevenleri zor duruma düşürmemek için gerekeni yaparsın’ dedim. Sonuçta baskı olmadan kızımız başını açarak ödülünü aldı'' dedi. Konuyla ilgili DHA’ya açıklamada bulunan Rize Valisi Kasım Esen, çelişkili ifadeler ortaya atıldığını belirterek, “Şu anda yaptığımız incelemede zorla başının açtırıldığı yönünde bir bulgu yok. Fakat biz basında yer alan haberleri ihbar kabul edip konuyu İl İnsan Hakları Kurulu’nun gündemine alıp detaylı olarak inceleyeceğiz. Sonucunda da gerekeni yapacağız'' dedi. Milliyet Sayın Gür "Öte yandan, 15 yaşında masum kız öğrencilerin , hadi devam ettiği okul ve şartları dikkate alınarak, bazı derslerde başörtülü (türbanlı değil) olması gerekliliği dikkate alınsa bile, başarılı olduğu bir konu üzerine ödül almak üzere geldiği bir mekanda türbana gerek var mıydı diye sormadan edemiyor insan..." demişti. Artık türbana gerek olsa da olmasa da bu tip olayların ardı arkası kesilmeyecek gibi görünüyor. Tuttu tuttu... Durmak yok, yola devam... Son zamanlarda üst üste bilinçli bir şekilde proveke edilen türban kampanyasının bir parçası olan bu sözde eylemi bir hukukçu ve özelikle bir vatandaş olarak doğru bulmuyorum ve kınıyorum.Türkiye Cumhuriyetinde kamuya ait alanlarda geçerli olan kılık kıyafet uslubu belirlidir ve her vatandaş bu yükümlülüğe uymak zorundadır.Nasılsa kamuya ait alanlarda çok frapan bir giyim tarzıyla bulunulamazsa aynı şekilde küçük bir çocuğun siyasi bir obje olarak kafası bilinçsizce kapatılarak bilinçli bir şekilde bu olayın yaşatılması provakasyon değildir de nedir sorarım size.Daha da önemlisi ne yazıkki neyi savunduğunu bile bilemeyecek yaşta olan küçük bir çocuğa bunu yaptırmak böyle bir olaya bilinçli bir şekilde malzeme etmek çocuk hak ve özgürlüklerine ve aynı zamanda insan haklarına aykırıdır.Kim ne amaçla neyin özgürlüğünü savunuyor hepimiz aynı ülkde aynı kanunlara ve yasal mevzuata tabiysek her vatandaşın uyması gereken bir kurala niçin bazı vatandaşlar için istisna getirilsin.O zaman bu durumda okula önlükle ve mecburi okul kıyafetiyle gitmek istemeyen öğrencilerin hakkını kim savunacak onların da istedikleri gibi giyinme ve hareket etme özgörlükleri olduğu sonucunu çıkarmalıyız bu durumdan.Özgürlükler kişiye has kişiye özel olamaz.Bu nedenle kim kimin hakkını ne amaçla savunuyor kimi kime şikayet ediyor öncelikle bunu düşünmek gerekmektedir.İnce hesaplar altında yapılan bu eylemi esefle kınıyorum...... Ama görmesini bilen herkezin gördügü şey yapılamak istenen belli...................... Gündem yaratıp mazlumları oynayarak yeni Anayasa taslağında türbanıda oylamaya sunarak emellerine yavas yavas vatandaşlarımızı uyutarak ulaşmaktır.
  4. İnsan hakları yeryüzünün en barışçıl silahıdır; bizi korur. Kurallar gibidir; nasıl davranacağınızı bize söyler. Yargıçlar gibidir; ona başvurabiliriz. Duygular gibi soyuttur ama duygular gibi herkese aittir. Ve her ne olursa olsun hep vardır. Tıpkı doğa gibidir; ortadan kaldırılamaz. Tıpkı ruh gibidir; yok edilemez. Zamana benzer; zengin ve fakir, yaşlı ve genç, siyah ve beyaz, uzun ve kısa hepimize aynı biçimde davranır. Bize saygı sunar ve bize de başkasına saygı duyma sorumluluğunu yükler. İnsan hakları, insan olmanın kazandırdığı haklardır; başkası tarafından verilen bir söze ya da teminata bağlı olarak ya da satın alarak elde ettiğimiz haklar değillerdir. İnsan hakları, insan olmamızın ve insan onurumuzun doğal bir sonucudur. İnsan onuru ve eşitlik, insan hakları fikrinin merkezinde yer alan iki temel değerdir. Bütün insanların eşit olması, insan haklarını evrensel kılar, insan hakları daha iyi ve onurlu bir yaşam için gerekli olan temel standartlar tanımlandığında anlaşılabilir. İnsanların ve toplumların yaşamlarını insan onuru ve eşitliği temelinde birlikte sürdürebilmeleri için gerekli olan değerler ise özgürlük, adalet, ayrımcılık yapmamak, başkalarına saygı göstermek, hoşgörü ve sorumluluktur. Ayrım gözetmeksizin herkes insan haklarına sahiptir; suçlular, devlet başkanları, çocuklar, kadınlar, erkekler, Afrikalılar, Avrupalılar, Asyalılar, mülteciler, işsizler, özel kuruluşlarda çalışanlar, öğretmenler, sanatçılar, işçiler... Çünkü herkes insandır. İnsan haklarının gücü, herkese eşit davranılması ilkesinden gelir. İnsan hakları bizim için vardır ve insan haklarının tümüne saygı duyulması bizim hakkımızdır. Kişisel haklarımız, fiziki ve ahlaki bütünlüğümüzü korur ve kişilerin kendi düşünce, din ve inançlarını korumalarına izin verir. Eşitlik ve özgürlük hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, dini vecibelerini yerine getirme özgürlüğü, işkence görmeme ve öldürülmeme hakları gibi. İşkence, kötü ve insanlık dışı muamele ya da cezalandırma, hiçbir biçimde haklı çıkarılamaz ya da hukuken veya ahlaken savunulamaz. "Emir almış olmak" da mazeret olarak kabul edilemez. İşkence görmeme hakkı, hiç bir koşulda askıya alınamayacak, istisnası ve sınırlaması olmayan mutlak bir haktır. Düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne ilişkin haklar, kişilerin düşünce ya da inanç değiştirme özgürlüğü ile din ya da inancını tek başına ya da topluca ve açıkça ya da özel olarak yaşama ve açıklama özgürlüğünü içerir. Müslüman, Katolik, Ortodoks, Yahudi, Ateist ne olursa olsun herkesin eşit haklara sahip olması gerektiğini belirtir.. Medeni haklarımız, yasal ve siyasal sistem içinde keyfi uygulamalara maruz kalmamamızı sağlar. Örneğin: Keyfi gözaltı ve tutuklanmaya karşı korunma, mahkeme tarafından suçlu olduğuna karar verilene kadar masum sayılma hakkı, itiraz hakkı gibi. Siyasi haklarımız toplumsal yaşama katılmak için gerekli olan haklarımızdır. Oy kullanma hakkı, siyasi partilere katılma hakkı, özgürce bir araya gelme ve toplantılara katılma hakkı, bilgiye erişme hakkı ve düşünceyi ifade etme hakkı gibi. İnsan onuru, medeni ve siyasal hakların verdikleriyle sınırlandırılmaktan çok daha ötededir, insanların temel gereksinimlerini nasıl karşılayacaklarını ve birlikte nasıl çalışacaklarını düzenleyen haklarımız vardır. Bu haklar, eşitlik ilkesi ile sosyal ve ekonomik araçlara erişimin garanti altına alınması ilkesine dayanırlar. Özgürlükten yoksun bırakılmak nasıl hoş görülemezse, aşırı yoksulluk içinde bırakılmak da aynı biçimde hoş görülemez. Bu nedenle sosyal ve ekonomik hakları savunmak son derece önemlidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi devletlere, çalışma koşulları, adil ücret, grev, iş alanında kadın ve çocukların korunması gibi 23 toplumsal ve ekonomik hakkı güvence altına almalarını önerir. Ekonomik haklar, yalnızca çalışma hakkını, yeterli yaşam standardına sahip olma hakkını, konut hakkını ve emeklilik hakkını içermez. Aynı zamanda insan onurunun korunması için maddi güvencenin gerekli olduğunu, anlamlı bir işin yokluğu ya da yeterli bir barınağa sahip olmama durumunun insan onurunun zedelenmesine yol açtığını kabul eder. Sosyal haklarımız toplumsal yaşama tam katılım için gerekli olan haklardır. Öncelikli olarak eğitim hakkını, aile kurma ve sürdürme hakkını, sağlık hakkını, ayrımcılıktan korunma hakkını içerir. Kim olursak olalım, toplumsal ya da ulusal kökenlerimiz ne olursa olsun, kadın ya da erkek olalım, eğitim hepimizin hakkıdır. Ana ve babaların çocukları için düşüncelerine ve inançlarına uygun bir eğitim verme hakkına saygı gösterilir. Ancak doğal olarak bu eğitimde çocuğun haklarını zedeleyici hiçbir unsur bulunmamalıdır. Kültürel haklar, kendi kültürel birikimi ile toplumun kültürel yaşamına özgürce katılma hakkını ve bu kültürü gelecek nesillere aktarabilmek için eğitim hakkını kapsar. Yine de kültürel olarak sınıflanmayan diğer birçok hak, özellikle toplum içinde azınlıkta kalan gruplar için öznel kültürlerini korumak açısından son derece önemlidir. Örneğin; ayrımcılığa uğramama ve kanunlar karşısında eşit biçimde korunma hakkına sahip olmak gibi. Bu hak ve özgürlükler; cinsiyete, ırka, renge, dile, dine, siyasal ya da başka düşünceye, toplumsal ya da ulusal kökene, azınlık olmaya, servete ya da diğer tüm durumlara dayanan herhangi bir ayrım gözetmeden sağlanmalıdır. Hepimiz insan haklarını korumalıyız. Ulusal ve uluslararası düzenlemeler ve/veya kamu otoritesini kullananlar insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayabilirler. Ancak hiç kimse bu kısıtlamaların evrensel insan haklan normlarını ihlal ettiğine işaret etmezse, haklarımızın ihlali devam eder. Bireyler olarak, kendi yaşamlarımızda başkalarının haklarına saygı göstermenin yanısıra, kamu otoritelerinin ve diğerlerinin faaliyetleri üzerinden gözümüzü ayırmamalıyız. Koruyucu sistemler bizim için vardır. Biz de bunları kullanmalı ve gelişimine katkıda bulunmalıyız. İnsanın değişimi ve gelişmesinin sonucunda 10 Aralık 1948 yılında yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi doğmuştur. Türkiye, Birleşmiş Milletlerin kurucu üyelerinden birisi olarak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni ilk onaylayan ülkeler arasında yer almış ve insan hakları konusundaki önemli sözleşmelerin büyük bölümüne taraf olmuştur. İnsan hakları ve temel özgürlükler alanında diğer demokrasilerle aynı değer ve amaçları paylaşan Türkiye, insan hakları standartlarının en yüksek düzeye getirilmesi amacıyla son yıllarda birçok önemli adım atmıştır Ülkemizde 2000 yılında 81 il ve 850 ilçede "İnsan Hakları İl ve İlçe Kurulları" kurulmuştur. Bu kurullar, 23 Kasım 2003 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan yönetmelikle yeniden yapılandırılmış, kurullarda sivil toplumun temsili güçlendirilmiştir. Söz konusu kurullar, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi için çalışmalar yapmaktadır. Kurullar, öncelikle idarenin uygulamalarında vatandaşlara hoşgörü ve nezaketle yaklaşılmasını sağlamakla ve insan hakları ihlallerinin önlenmesi için gerekli çalışmaları yapmakla yükümlüdür. Hak ihlaline şahsen uğradığınız ya da tanık olduğunuz her durumda, valilik veya kaymakamlık binasında bulunan insan hakları danışma ve başvuru masaları aracılığı ile il veya ilçenizde bulunan bu kurullara başvuruda bulunabilirsiniz.
  5. Sonuç Yerine İstatistikler bize dünyada ülkeler/devletler ve insanlar arasındaki eşit olmayan koşulları ve durumları gösteriyor. İnsan onuru bakımından anlamını anlamaya ve koşulların ve durumların ilgisini kurabilmeye çalışmamızın sonuçlarına gelebiliriz artık. İstatistik veriler,bize,insan onuruna aykırı bir ilişkiler ağının,sisteminin, insanlık toplumunu kuşattığını göstermektedir. Böyle olmasının nedeni, insanların üretim araçları karşısındaki konumlarıdır. Özel mülkiyetçi sistemdir. Sahip olma (malik olma) bir şeyin özel mülkiyetine sahip olma- işbölümünü ve yabancılaşmayı yaratan kaynaktır. Eşitsizliklerin kaynağıdır. O nedenle ,insan olma onuru bakımından eşitlik, ekonomik ve sosyal sistemin bu kuruluş ve işleyişiyle olanaksızdır. Böyle düşünmekle, insan onuru, insanın değeri, insanın özü, insanın doğası, insanlık toplumu, toplumsal insanlık sözcüklerini,şahıs zamirleri hariç , 1844 Felsefe Yazılarında 46 kez kullanmış olan Marx'ın düşüncesine koşut düşünmüş oluruz. Aynı zamanda O'nun , Feuerbach Üzerine Tezleri'nin altıncısında dile getirdiği, " Feuerbach, dinsel özü, insan özünde çözümlüyor. Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içinde o, toplumsal ilişkilerin bütünüdür." tezini de desteklemiş oluruz. İnsan olma onurunu,ekonomik ve sosyal ilişkiler bütününde görmek, " İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek" sloganımızın yanlışlığını değil,başka bağlamlar içinde de onur kavramını değerlendirmek demektir. " Muamele görme" yi, kamu otoritelerinin kişi özgürlüğünü kısıtladığı,sınırlandırdığı alanların dışında da gündeme getirmek demektir. İnsan onuru kavramını, insanın tür varlığı olarak gerçekleştirdiği eylemlerinin yapısal özelliklerinin bütünü olarak görürsek,Marx gibi-ve I. Kuçuradi'nin onura yüklediği anlam gibi anlamlandırırsak- o zaman, insan onuruna en uygun sistemin, Donnelly'nin işaret ettiği liberal sistemin değil, Marx'ın işaret ettiği " devlet olmayan devlet"e giden sürecin -sistemin olduğu sonucuna varırız. Çünkü liberal sistem diye adlandırılan sistemin ekonomik temelleri,özel mülkiyete,iş bölümüne, rekabete dayanır. Rekabet ise, son 15/20 yılın (globalleşme,küreselleşme,yeni dünya düzeni) söyleminin tersine, Marx'ın daha 1844 Felsefe Yazılarında söylediği gibi, kaçınılmaz olarak, tekele yol açar. İstatistikler,açtığını göstermiştir. Dünya sisteminin bugün vardığı yer burasıdır. Tekel,hem her bir ülkede ve hem de dünya ölçeğinde bir realitedir. Ve yoğunluğu son yüzelli yılın doruğuna çıkmıştır. Belirtilen durumda,mülkiyete sahip olma, bir insan değeri değildir, insana yabancıdır ve insanı şeylere, doğaya ve insanlara yabancılaştırır. "Değer" , belirtilen durumda onur değil,para olur. Paranınsa insan onuru ile bir ilgisi yoktur. Evrensel bildirinin hazırlık toplantılarında ve geriye doğru en azından bir yüzyıl sosyalistlerin ekonomik ve sosyal haklara - eşitlik ilkesine- özel vurgu yaptığı doğrudur. Bu olgudan hareketle,sosyalizmin (Marxizmin) özgürlük fikrini reddettiği ise gerçek dışıdır. Marxistler, özgürlük fikrinin en tutarlı savunucularıdır. Onların karşı çıktığı,özgürlük bayraktarlığını yapanların içi boş söylemlerinedir. Max'ın sosyalizm dönemi için formülü olan, " Herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre " ilkesi bir adalet (eşitlik) ilkesidir. Marx, komünizmin ilkesini İngiliz filozof William Godwin'den (1756-1836) almıştır ve şöyledir: "Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre." Marx (ve Engels) özgürlüğü, zorunluğun kavranması olarak niteler. Marx'ın ifade ve örgütlenme özgürlüğünün, bu arada basın özgürlüğünün ateşli bir savunucusu olduğu bilinir. Marx, insanın özgürlüğünü sınırlayan ve koşullayan koşulların ne olduğu üzerinde durmuştur. Marx'ın tüm sistemi de bu sınırların ve koşulların ne olduğunun açıklanması, yorumlanması, varacağı noktalar ve neden değişeceği, değişmesi gerekeceği üzerine kuruludur. Sisteminin özü. insan merkezli oluşudur. Sosyalist pratiğin, sağlık, eğitim, planlı ve doğaya saygılı kentleşme, uzay teknolojisi, beslenme ve büyük ölçüde yerleşim,konut sorununu çözmekte olağanüstü başarılar elde ettiğini teslim etmek gerekir. Ancak kişisel ve siyasal haklar alanında üretilen politika ve pratiğin ve devlet yapılanmasının, sosyalist demokrasinin kötü örneğini oluşturduğu da kabul edilmelidir. Bu pratiğin, Marx'ın sistemine uygunluğu tartışmalıdır. Belirtilen durumda, geçmiş sosyalist uygulamaların olumsuzluklarından-başarısızlıklarından hareketle, " tarihin çözülmüş bilmecesinin " boş bir hayal olduğunu öne sürebilmek için, Marx'ın kuramının çürütülmesi gerekir. Oysa o kuramın tezleri,bugün dünyada egemen olan sistemin ürünleri ile,-insan onuruna aykırı ürünleri ile- hergün milyonlarca kez doğrulanmaktadır.
  6. Türk Hukuk Sisteminde ve Yargı Pratiğinde İnsan Onuru Türk Hukukunda. onur ve kişilik hakkı kavramları kullanılarak yapılmış düzenlemeler vardır. Burada, Anayasa'nın 17 ve 32. maddelerini, Medeni Yasa'nın 23 ve 24. maddelerini, Borçlar Yasası'nın 49. maddesini. 5680 sayılı Yasanın 16 ve 18. maddesini, Türk Ceza Yasası'nın 480. maddelerini sayabiliriz. Türk Anayasa Mahkemesi, 28.6.l966 tarih ve 1963/132 esas, 1966/29 karar sayılı kararında,insan haysiyetini şöyle tanımlamaktadır: " İnsan haysiyeti kavramı, insanın ne durumda, hangi koşullar altında bulunursa bulunsun, salt insan oluşunun kazandırdığı değerin, tanınmasını ve sayılmasını anlatır. Bu öyle bir davranış çizgisidir ki, ondan aşağı düşünce yapılan işlem ona muhatab olanı insan olmaktan çıkarır."(12) Yargıtay Ceza Genel Kurulu da,4. 4 .l983 tarih ve 1983/8-64 esas,1983/156 karar sayılı kararında," İnsani olmayan muameleler : insan kişiliğini ve duygusunu önemli derecede incitici fiiller, haysiyet kırıcı hareketler ise, kimsenin namus, şöhret veya haysiyetine saldırı niteliğindeki fiillerdir" şeklinde değerlendirmede bulunmaktadır. İnsan haysiyetinin tanımını veren Anayasa Mahkemesi,27.12.1965 sayılı kararında (27.12.1965,1965/57esas,1965/65 karar, D. 4/3-9, Resmi gazete,6.2.1967,sayı,12520), "katıksız hapis, askerlik hizmetinin ve bu topluluğun bünyesinin doğurduğu bir gereksinim, askerliğe özgü bir cezadır.(..) Bu ceza insan haysiyeti kavramına göre ölçüye vurulduğunda, bir odada, sağlık şartları altında, gizlice ve tek başına çekilen ve cezaevlerindeki olağan yeyip içme disiplininin kısa süreler için biraz daha daraltılmasından ileri gitmeyen bir cezanın, insanın sırf insan olma değerinin hak ettiğinden daha aşağı bir davranış sayılmayacağı"na karar vermiştir.(13) Anayasa Mahkemesinin bu görüşünün yukarıdaki kararındaki insan haysiyeti kavramını tanımlamasıyla çelişmektedir. Ancak hemen ifade etmeliyiz ki, insan haysiyeti yalnızca şiddete maruz kaldığında zedelenmez. Kamu otoritelerince kasıtlı olarak ve yasalardan dayanak alarak gerçekleştirilen Anayasa Mahkemesinin değerlendirilmesine konu olan eylem ve bu eylemin yasayla korunması, insanın doğal gereksinmelerinden olan beslenmesi ile ilgilidir. Bu bir zorunluktan değil,ceza infaz siyasetindeki tercihten kaynaklıdır. Açıklanan durumda bu siyasetin, insan onuruna ne kadar uygun olduğu da ortaya çıkmaktadır. Aç bırakarak,besin maddesini yaptırım aracı olarak kullanarak insana yapılan muamele, bırakınız olağan rejim koşullarında da uygulanamazlığını,savaş hukukuna (insancıl hukuka) da aykırıdır. Savaş koşullarında bile böyle bir ceza uygulanamaz. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Danimarka, Norveç, İsveç ve Hollanda'nın Yunanistan'a karşı (App.N0:3321/67 ;3322/67 ;3323/673344/67) ve Danimarka, Norveç ve İsveç'in yine Yunanistan'a karşı başvurularında,insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleler konusunda anlayışını ortaya koymaktadır. Buna göre,insanlık dışı muamele: "Belirli bir durumda, kişiyi fiziksel ya da zihinsel bir şiddet uygulamasına kasıtlı olarak maruz bırakan gayrimeşru edimdir." Aşağılayıcı muamele ise, "Bireyi diğer kişilerin önünde büyük ölçüde (grossly) utanca boğan ya da onu kendi arzu yahut istencine aykırı (...) biçimde davranmaya yönlendiren eylemler aşağılayıcı muameledir."(14) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Campbell et Cosans/ İngiltere davasında, "Onur kırıcı muamele veya ceza bireyi, başkalarının ya da kendi gözünde küçük düşüren muameledir." demektedir. Mahkeme, "Özgürlüğünden mahrum kişi üzerinde maddi güç kullanımı, şayet ilgili kişi davranışı ile bunu mutlak surette zorunlu kılmamış ise onur kırıcı bir muameledir. Hücre hapsi, zincire vurulma, kasten kötüleştirilmiş yaşam koşulları, renk, ırk veya dine dayanan bir ayrım onur kırıcı muameledir."(15) Bu bölümü Türk Yargı dünyasından bir son ve uzun alıntı ile bitirmek istiyorum. Şu anda (Kasım 1997) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olan Vural Savaş'ın, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nda görülen bir davada (17.4.1989 tarih ve 8-87/143 sayılı karar) muhalefet şerhinden söz etmek istiyorum. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Erdoğan Ambarkütük adlı kişiyi gözaltında iken, saçlarından tutup yere ve duvara çarpan ve bu suretle onu ilk rapora göre 7, ikinci rapora göre 10 gün iş ve gücünden kalacak şekilde yaralayan polis memurunun bu eylemini işkence olarak nitelememiş ancak ikrar elde etmek için insani olmayan, haysiyet kırıcı, zalimane muameleler saymış ve 243. maddeye göre cezalandırılmasını isabetli bulmuştur. Vural Savaş'ın muhalefet şerhi şöyledir: "İşkenceye karşı olmak başka şeydir; doktrinde ve Büyük Millet Meclisinde onaylanan bazı milletlerarası sözleşmelerdeki açıklıktan yoksun, ne çeşit eylemleri dahi kapsadığı belli olmayan işkence tarifeleri çok geniş yorumlamak suretiyle yasalarımızın öngörmediği ve " kanunsuz suç ve ceza olmaz" ilkesini de ihlal edecek şekilde, bazı kamu görevlilerinin cezalandırılmalarına karar vermek başka şeylerdir. İşkence etmek yahut zalimane, gayriinsani veya haysiyet kırıcı muameleler, cürmünü söyletmek için yapıldığı takdirde TCK.nun 243/1. maddesiyle cezalandırılacağına göre, yoğunluğa varmamış, başka bir deyişle normal bir insanın cürmünü söylemesine yetecek derecede yoğunluk kazanmamış hiçbir hareketi madde kapsamında mütalaa etmeye imkan yoktur. Aksine bir görüşün kabulü halinde, sorgusu sırasında sanığa yapılan bir küfür veya kulağını çekmek dahi 'haysiyet kırıcı muamele' kabul edilip, bu eylemi yapanlar TCK.nun 243/1. maddesine göre cezalandırılabilecektir. Suç işlediği şüphesiyle gözetim altına alınmış bir sanık, aynı çeşit bir eyleme görevinden dolayı muhatap olmuş bir Cumhurbaşkanı, bir hakimden daha çok korunmaya alınmış değildir. Yasa koyucunun amacının bu olmadığı açıktır. Suçlarla mücadele etmek, bir sanığın sorgusunu yapmak gerçekten zor bir iştir. Çünkü sanık, çok sevilen bir yazara, bir devlet büyüğüne ve hatta sorgulamaya yapan görevlinin meslektaşına, arkadaşına karşı bir eylem yapmış olabilir. Yahut suçüstü yakalanmasına rağmen, örgütlü bir suçtan arkasındaki örgütü açıklamak istemez veya ideolojik amaçla 5-6 yaşındaki çocukları bile katleden bir grup içinden tek başına yakalan arkadaşlarını elevermek istemeyen bir kişi olabilir. Sanığın susmak hakkıdır,ama olayla ilgili delilleri toplamak, kaçan sanıkları yakalayıp yeni eylemler yapmasını önlemek de zabıtanın görevidir. Günlerce süren bir sorgulamada, ailesinden uzak, bazen uykusuz görev yapan bir polis veya jandarmanın çileden çıkıp, eylemin faili olduğundan kuşku duymadığı mağduru " niçin konuşmuyorsun? niye doğruyu söylemiyorsun? niye bizi bu kadar uğraştırıyorsun?" diyerek, biran önce sonuç almak amacıyla kötü muamelede bulunması veya cismen ceza verecek hale cüret etmesi, TCK.nun 245. maddesi kapsamında mütalaa edilmediği takdirde, başka bir deyişle işlediği cürüm bu maddenin fevkinde ise 243. maddenin uygulanması söz konusu olabilir."(16) Kanımca bu muhalefet şerhi konusunda fazla söze gerek yok. Gemalmaz'ın Türkiye Yargısının İşkence Karşısındaki Tavrını sorgulamasında dile getirdiği gibi, sorun, en başta "zihniyet" sorunudur.
  7. İnsan Onuru ve Dünya Sistemi Acaba dünyanın düzeni bugün ne durumdadır ve insan onuru bu düzende koruma altında mıdır? Dünyanın düzeni dediğimizde, insan toplumunun, insanların ne durumda olduğunu kastediyoruz. İnsanlar, birbirleriyle ve doğa ile ilişkilerinde ne yapıyorlar; bardağı, uçağı, elbiseyi, konutları, köprüleri, bilgisayarları üretirken kim için ve ne için üretiyorlar; üretim düzeyleri ne; ürettikleri resim, beste, şiir, heykel; çıkardıkları madenler kimin için; İnsanlar nasıl eğitiliyorlar, nasıl ve ne oranda beslenebiliyorlar; sağlık ve iş güvencesine ve güvenliğine sahipler mi? Dinlence ,eğlence olanakları açısından nasıllar?İnsan toplumu dünyada istediği yerde yaşayabiliyor mu, deniz,hava,kara parçaları paylaşılmış ve egemenlik alanları yaratılmış mı? Devletler halinde örgütlenmişse insan toplumu, kim, niçin örgütlemiş ve devletlerarası ilişkiler hangi temelde sürdürülüyor? Dünyanın düzeni ile insan toplumunu ve insanların ne durumda olduğunu kastediyoruz ama,ortada var olan bir sistem var. Hemen her yerde geçerli kuralları ve kurumları var. Bu nasıl bir sistemdir? Kuzey/Güney, ya da gelişmiş kapitalist/emperyalist ve gelişmemiş,geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkeler ayrımı neyi ifade ediyor insanlar açısından ve nihayet insan onuru ile bu soruların ilgisi ne? İlgisini görebilmeye ve anlamaya çalışacağız. Görmek ve anlayabilmek için bir rehbere ihtiyaç var. Bir insanın doğal ilişkilerinden birisi ve belki de önde geleni çocuklarıyla ilişkisidir. Bu ilişki insan doğasına da en uygun olanıdır. Öyleyse, Max'ın kızları Laura ve Jenny ile oynadığı oyunlardan birisine bakalım.Anlayabilme ve görebilme eylemimize buradan başlayalım. Kızları Max'a soruyor: " En sevdiğiniz maksim (ilke)?" Marx yanıt veriyor: Nihil humanum a me ailenum pute ' İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir.)Başka bir soru da şöyle : En sevdiğiniz söz ? Marx' ın yanıtı da şöyle: De omnibus dubitandum ( Her şeyden şüphelen.) (17) Eylemimize kimi istatistiklere başvurarak devam edelim. Unicef'in 1997 yılı raporuna göre, doğumda yaşam beklentisi, Sierra Leone'de 40, Nijerya'da 48, Afganistanda 45'tir.(18) Uygun bir tuvalet olanağından, ( sanitasyon) 2.9 milyar insan yoksun bulunmaktadır. Bu dünya nüfusunun yarısına karşılık gelmektedir.(19) Aynı kaynak Türkiye'de, ev içinde ya da uygun bir mesafede sanitasyon olanağı %50-74'lük dilimdedir. Bunun anlamı,nüfusumuzun %50 si veya en az %26 sı,uygun tuvalet olanağından yoksundur. Aynı kaynak başka bazı bilgileri de veriyor. Şöyle: ABD'de,ortalama bir günde nezarete alınan çocuk sayısı yüzbindir. Dünyada 60'tan fazla ülkede 115 milyonu aşkın anti personel mayın insanları ölüm ve sakatlıkla tehdit etmektedir. Sanayileşmiş ülkelerce resmi kalkınma yardımları, bu ülkelerin gayri safi milli hasıla(GSMH)'ları toplamının % 0.27'sidir. Dış yardıma 1995'te en az pay ayıran ülke ABD'dir. Danimarka ise en fazla dış yardım yapan ülke durumundadır. Dünya sisteminde dışyardım mekanizmasının yeni bağımlılık ilişkileri yaratacak tarzda kurulduğu, yüzmilyonlarca insanı açlığa ve yoksulluğa bu sistemin kuruluş ve işleyiş mekanizmalarının sürüklediği anlaşılmış olmalıdır. Küçük Prens'te, Tilki ile Küçük Prens arasında geçen evcilleştirmenin ne demek olduğuna ilişkin konuşmada,Tilkinin verdiği yanıt,olağanüstü güzellikte anlam taşır. Sistem,tüm güzellikleri olduğu gibi,Tilkinin tanımını da saptırmıştır. Tilki, evcilleştirme için, "Evcilleştirmek demek Bağlar yaratmaktır" diyordu. Sistem insanlar arasında,bağlar yerine., bağımlılık ilişkisi yarattı. İnsani olan bağları,bağımlılığa dönüştürdü. Halkı üzerinde faşist baskılar kuran parçalarına o baskıcı otoriter sistemler sürsün diye yardım adını kullanarak yaklaşıldı. Halen dünya sisteminin bu yönü egemendir ve sürmektedir. 149 ülkede,kişi başına yıllık GSMH, 80 ABD doları ile ( Mozambik), 40.630 ABD doları (İsviçre) arasında değişmektedir. Eşitsiz dağılımın boyutlarını düşününüz. Başka bir kaynak,BM İnsani Kalkınma Raporu 1996, gelişmiş kuzey ülkelerinin, başka bir deyişle kapitalist-emperyalist ülkelerin, dünyadaki toplam gayri safi hasılanın (tüm dünyadaki gayrisafi hasıla başka bir ifade ile elde edilen gelir) -bu miktar 23.5 trilyon ABD dolarıdır- 18.5 trilyon dolarlık kısmına el koyduğunu belgelemektedir.(20) Belirtilen durumda dünya nüfusunun %20'sini oluşturan ülkeler, toplam gelirin yaklaşık % 80' ne, dünya nüfusunun %80'ni oluşturanlar ise gelirin %20' ne sahip oluyorlar. Başka bir deyişle, 4.8 milyar insan 5 trilyon doları paylaşırken, 1.2 milyar insan 18.5 trilyon doları paylaşmaktadır. Bu oran her bir ülkedeki gelir dağılımındaki eşitsizlik karşısında yoksullar açısından daha da büyüktür. BM Tarım ve Gıda Örgütü (FAO) dünya nüfusunun üçte birinin yoksulluk, beşte birinin açlık sınırında olduğunu bildirdi. Devlet Bakanı Salih Yıldırım, Türkiye 'de 22 milyon insanın yoksulluk sınırında, 12 milyon insanın da açlık sınırında yaşadığını açıkladı (Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, 17 Ekim 1997). Türkiye'nin nüfusunun 62 milyon olduğu bilindiğine göre,nüfusun bu durumda %50 'I yoksulluk ve açlık sınırında yaşadığı ortaya çıkmaktadır.
  8. İnsan Onuru Nedir İnsan onurunun neyi ifade ettiği, insan haklarıyla ilişkisi, hukuk biliminin ve felsefenin konusu olmuştur. Başka bilim dallarının da. Yazımızda, onur kavramının çeşitli açılardan anlamlarına, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'ndeki yer alış biçimine ve konu ile ilgili kısa bilgilere, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Mahkemesi'nin insan onuru değerlendirmesine, Türk mevzuatı ve yargı pratiğinin ne olduğuna ve dünyada yürürlükteki sistemin - tüm sistemin- insan onuruna uygunluğu sorununa yer verecek ve tartışacağız. Kuşkusuz onur kavramına yüklenen anlam, insanı kavrayışla doğrudan bağlantılıdır. Bu bağlamda insana ve insan toplumuna, insanın ilişkilerine bakışımız da sunulacaktır. İNSAN ONURU NEDİR? İnsan onuru(1) sözlüklerde, izzetinefis, haysiyet, özsaygı, şeref, erdem, vakar, gurur, saygınlık, kendine saygı duyma ve başkalarını da kendine saygılı kılma olarak açıklanmakta. Felsefe terimi olarak İngilizce (dignity) sözcüğünün Türkçe karşılığıdır. "İnsanın değeri" ile "onurunu" İ.Kuçuradi eş anlamlı kullanmakta. Kuçuradi, "İnsanın değeri derken bundan insanın diğer canlılar arasındaki özel yerini anlıyorum. İnsana bu özel yeri sağlayan, onun özelliklerinin bütünüdür, onu diğer canlılardan ayıran olanaklarıdır. Bu olanaklar, insana özgü etkinlikler ve ürünler olarak görünür. Bu özellikler ise, insanın diğer canlılarla ortaklaşa taşıdığı özelliklere ek özelliklerdir. İşte bu özellikler ya da olanaklar "insanın değerini" ya da "onurunu" oluşturur."(2) demektedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin resmi çevirisinde, 1. maddede şöyle yazılıdır: "Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler." Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu, Eleanor Roosevelt Başkanlığında sekiz üyeden oluşan bir Taslak Hazırlama Komitesi oluşturmuştu. Komite İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'ni hazırlayacaktı. Haziran 1947 de de, Komite, Fransız Rene Cassin, Çharles Malik (Lübnan) ve Geoffrey Wilson (Birleşik Krallık/İngiltere)'den oluşan bir çalışma grubunu görevlendirdi. Rene Cassin bildiri taslağını kaleme alacaktı. Bildirinin 1. maddesinde geçen haysiyet (onur) sözcüğünü, bildirinin "temel kavramı" olarak niteleyen Malik'ti. Birleşmiş Milletlerin insan onuru kavramıyla ilk ve resmen ilgilenmesinin kaynağında ise, Güney Afrika temsilcisi Smuts vardır.(3) Birleşmiş Milletler andlaşmasının (1945) başlangıç bölümünde insan onuru kavramı, resmi çeviride şöyle geçer "... İnsanın ana haklarına, şahsın haysiyet ve değerine, erkek ve kadınlar için olduğu gibi büyük ve küçük milletler için de hak eşitliğine olan imanımızı yeniden ilan etmeğe..." İ. Kuçuradi Etik'inde, "kişi açısından onur" kişinin o ana dek kendi imgesine uygun davranmanın, kendi imgesine uygun yaşamanın bilince ve böyle yaşamaktan dolayı kendine layık gördüğü belirli bir muamele beklentisidir. Böylece 'onur' denilen şey, kişinin kendi imgesine uygun düşmesi sonucu kendine biçtiği değer oluyor." demektedir.(5) Kuçuradi, İnsan ve Değerlerinde ve Etik'te, "..bir şeyin değerinden anladığım, bir şeyin onunla aynı türden olan şeyler arasında özel yeri"dir, demektedir.(6) Kuçuradi'nin insan onuru ile ilgili açıklamasına devam etmek istiyorum. Çağın Olayları Arasında'da, "İnsan hakları Bildirisi'nin 1. maddesinin birinci tümcesi ise " all human being are born free end egual in dignty and rights" der. Burada dile getirilen, insanların n e d e eşit olduklarıdır. Kişisel dignity bakımından insan olma onuru bakımından, insanın değeri bakımından eşittirler, deniyor. (...) Ülkemizde, yasa önünde eşitlik var sayalım! Ama eğer ülkemizde bazı çocuklar air-condition'un olduğu evlerde otururken, başka bazı çocuklar -25 derecede ayağında basma pantolon, çorapsız dolaşmak zorundaysa, bu çocukların- 25 derecede bu durumda dolaşmasını doğrudan doğruya -şu anda, ileride değil, şu anda- önliyecek etkin yasalar yoksa, ülkemizde insanlar yasa önünde eşit görülse de, insan onuru bakımından eşit görülmüyorlar demektir." Jack Donnelly, Teoride ve Uygulamada Evrensel İnsan Hakları'nda(8) "İnsan haklarına hayat için değil, fakat onurlu bir hayat için "ihtiyaç" duyulur. Uluslararası İnsan Hakları sözleşmelerinde belirtildiği gibi, insan hakları, "insan kişisinin özündeki onur "dan kaynaklanır. İnsan hakları ihlalleri bir kimsenin insanlığını inkar ederler; yoksa kişinin ihtiyaçlarını tatmin etmesini her zaman engellemezler. İnsan haklarına bağlık gereklerinden dolayı değil; fakat onurlu bir hayat için, bir insana özgü değerli bir hayat için, bu haklar olmaksızın tat alınamayacak bir hayat için "ihtiyaç" duyulan şeylerden dolayı sahibizdir.(...) Başka sosyal pratikler gibi, insan hakları da insan faaliyetinden kaynaklanır; bunlar insana Tanrı, doğa veya hayatın fiziki gerçekleri tarafından verilmiş değildir.(..) İnsan Hakları Evrensel Bildirisi çoğu ülkede hayatın fiilen nasıl olduğu hakkında bize pek birşey söylemez; fakat onurlu bir hayatın -bir insan için değerli bir hayatın- şartlarını gösterir ve bu gerekleri, bütün sonuçlarıyla birlikte haklar biçiminde açıklar. Zengin ve güçlü ülkelerde bile, bu asgari standartlar çok nadir olarak herkes için karşılanır; ama insan haklarına sahip olmanın bu kadar önemli olması tam da bu noktada kendini gösteriyor ve belki bu önemin nedeni de bu durumdur. İnsan hakları, haklar olarak, insan doğasının temelindeki ahlakı görüşün gerçekleştirilmesi için gerekli olan sosyal değişmeleri gerekli kılmaktadır. Böylece, insan hakları öğretileri insan haklarına sahip olmakla insan olmayı kabaca eşit tutarlar. İnsan hakları(nın konuları) ndan yararlanmayan bir kimsenin kendi ahlaki doğasına yabancılaşmış olduğu hemen hemen kesindir. Bunun için, insan hakları, bir kimsenin bunlardan yararlanmasının reddedilemeyeceği anlamında değil -çünkü bütün baskıcı rejimler kendi yurttaşlarını sürekli olarak bu haklardan yoksun tutmaktadırlar- fakat bu hakların kaybının ahlaki olarak "imkansız" olduğu anlamında vazgeçilmezdir: kişi, bu hakları kaybetmesi halinde, bir insan için değerli bir hayat yaşayamaz. Aynı anda hem ütopik bir ideal ve hem de bu ideali uygulamaya geçirmek için gerçekçi bir uygulama söz konusu olunca, insan hakları fiilen şöyle der: "Bir kişiye bir insan olarak muamele eki insan muamelesi göresin." Bu, insan haklarının ütopyacı yanıdır. Fakat insan hakları aynı zamanda, "bir kişiye nasıl insan gibi muamele edileceğini" de gösterir ve meşru bir devletin faaliyet çerçevesini belirleyen bir haklar listesi de sunar. Böylelikle insan hakları kendini -gerçekleştirmenin bir tür ahlaki kehanetidir: "İnsanlara insanlar olarak muamele et ki -ilişik listeye bak- hakiki anlamda insanlar bulasın." İnsan haklarının kaynağı olan, insan doğasıyla ilgili bu ileriye bakan ahlaki görüştür ki, insan haklarıyla ilgili iddialarda saklı bulunan sosyal değişmelerin temelini oluşturur... "(..) İnsan hakları listeleri, insan onuru için (yapılan) siyasal mücadelenin eseri olup, bu mücadelenin temel özelliğini göstermektedir. İnsan hakları uygulamasının özünde yatan ahlaki ideal ile siyasal gerçeklik arasındaki etkileşimin başka bir yönü de budur." J. Donnelly'den bu uzun alıntıyı yapmamızın bir nedeni var. Donnelly, kitabında insan haklarına en uygun rejim olarak liberalizmi göstermekte, kitabının ikinci kısım, dördüncü bölümünde, insan onuru, insan hakları ve siyasi rejimler başlığı altında (s 74-98) karşılaştırmalar yapmaktadır
  9. NEDİR?[/ İnsan hakları herkesin onurlu, eşit ve özgür olarak güvende yaşama hakkına sahip olması anlamına gelmektedir. İnsan haklarını korumak için uluslararası hukuk ve standartlar bulunmaktadır. Uluslararası Af Örgütü'nün hükümetlere ve muhalif gruplara sunduğu talepler bu hukuk ve standartlara dayanmaktadır. İnsan hakları herkesin onur ve saygı ile muamele görmeyi hak ettiği anlamına gelmektedir. Herkes güvende olmayı hak eder. Herkes sağlıklı gıda, konut ve su gibi temel ihtiyaçlarını karşılama imkanlarına sahip olmayı hak eder. İnsan hakları 'bölünmezdir'. Parçalara ayrılamaz. İnsanların onurlu yaşayabilmek için özgürlük, güvenlik ve düzgün yaşam standardı hakları bulunmaktadır: Her birey; medeni, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların tümüne sahiptir. İnsanın yaşamına ve onuruna saygı gibi insan haklarının temelinde bulunan ana ilkeler çoğu din, felsefe ve inanç sisteminde bulunmaktadır. İnsan haklarının gelişmesi dünyanın her yerinde sürdürülen özgürlük ve eşitlik mücadelesi ile gerçekleşmektedir. İnsanlar temel haklarını korumak için, hükümetlere uluslararası insan hakları standartlarını kabul etmeleri ve bu hakları kendi ülkelerinin hukukuna dahil etmeleri yönünde taleplerde bulunmuştur. Bugün, uluslararası insan hakları standartları Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi dahil birçok belgede tarif edilmektedir. Uluslararası Medeni Ve Siyasi Haklar Sözleşmesi gibi anlaşmalar ise bu ilkeleri hukuki kılmaktadır. Uluslararası insan hakları hukuku ve ilkeleri devletlerin kendi topraklarında halkları için yapmaları ve yapmamaları gerekenleri tarif etmektedir. Bir hükümet ya da muhalif grup bu standartlara aykırı hareket ettiğinde, ya da onlara saygıyı sağlamadığında, bir insan hakları ihlali işlemektedir. Devletler kendi hukukunu uluslararası insan hakları hukukuna dayandırma ve insan haklarını koruma mecburiyetindedir. Uluslararası Af Örgütü'nün hükümetlere ve muhalif gruplara olan talepleri işte bu uluslararası standartlara ve hukuka dayalıdır.
  10. CUMHURBAŞKANI GÜL, GİRNE'DE FİKRET BİLA'YLA KONUŞTU: Türbanla okula gitmek evde oturmaktan iyidir Gül, başörtüsüne bireysel özgürlükler açısından yaklaşılması gerektiğini belirterek, "Okula gitmesi, evde oturmasından, hayatın dışında kalmasından iyidir" dedi FİKRET BİLA Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Girne'de kaldığı Mercure Oteli'nde sohbet ediyorum. Gül'e, "Atatürk'ün makamında oturmak nasıl bir duygu? Köşk'ten içeri adımınızı attığınızda neler hissettiniz?" diye soruyorum. Gül, "Tabii çok onur verici, çok gururlandırıcı, bir o kadar da sorumluluk duygusu hissediyor insan. Böyle bir makamda oturmak, 70 milyonun sorumluluğunu üzerinizde hissettiriyor. Bu duyguları yaşadım. Halen de yaşıyorum. Cumhurbaşkanı, düşünün ki herkesin, milletin, devletin birliğini temsil ediyor. Her zaman bu sorumluluğu hissediyorsunuz" yanıtını veriyor. Cumhurbaşkanı Gül'e, son günlerde Türkiye'nin gündemine gelen "mahalle baskısı" konusunu açıyorum. Şerif Mardin hocanın sözlerini anımsatarak, "İleride kızların başını örtmesi için mahalle baskısı oluşabileceğini, kadınların korkması gerektiğini söylüyor. Siz ne düşünüyorsunuz" diye sorduğumda şu yanıtı veriyor: "Türkiye'de mahalle baskısı olmaz. Neden olsun? Yıllardır bir arada yaşayan, kardeşçe yaşayan insanlar. Düşünün ki aynı mahallede ya da aynı yerde, başı örtülü bir kızımızla başı açık bir kızımız kolkola yürüyorlar. Sandviçlerini ikiye bölüyorlar, paylaşıyorlar. Bir ailede hem başı örtülü, hem başı açık kızlar olabiliyor. Biz böyle bir sosyal yapıya sahibiz ve yıllardar böyle yaşıyoruz. Bu bakımdan mahallede veya başka bir yerde böyle bir baskı oluşmaz." Cumhurbaşkanı Gül, Şerif Mardin'in çok değerli bilimadamı olduğunu, konuyla ilgili röportajında da çok iyi analizler yaptığını ancak, doğru okunması gerektiğini belirtti. 'Modernleşmenin sonucu' Cumhurbaşkanı Gül ile üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına yönelik anayasa değişikliği tartışmalarını da konuşuyoruz. Gül, başörtüsüne bireysel özgürlükler açısından yaklaşılması gerektiğini vurguluyor ve bugün başörtüsüyle üniversiteye gitmek isteyenlerin aslında modernleşmenin bir sonucu olduğunu düşünüyor. Bu konudaki görüşünü şöyle açıklıyor: "Şimdi bu konuya özgürlükler açısından ve modernleşme olgusuyla bakmak gerekir. Eskiden kızlarımız evde oturuyor, toplumsal hayata girmiyorlardı. Modernleşme zaten herkesin toplumsal yaşama katılmasıdır. Şimdi yüksekokula gitmeyi istemelerini böyle karşılamak ve anlamak gerekir. Okula gitmesi, evde oturmasından, toplumsal hayatın dışında kalmasından iyidir. Ama diyor ki, 'Ben dindar bir insanım, okula giderken de başımı örtmek istiyorum.' Bunu bireysel tercih ve özgürlükler açısından görmeliyiz ve modernitenin bir sonucu olarak algılamalıyız. Tabii şurası önemli: Bireysel olması lazım." Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye'nin İran veya Malezya'ya döneceğine yönelik kaygılara ise katılmıyor. Cumhurbaşkanı, böyle bir dönüşümün mümkün olmadığını şöyle açıklıyor: "Bunu söyleyenler yeterli bilgiye sahip olmayanlardır. Türkiye İran da olmaz, Malezya da olmaz. İran zaten tümüyle farklı bir yapıdır. Bunu bilmek gerekir. Bu nedenlerle Türkiye İran olmaz. Malezya da olmaz, çünkü orada da çok farklı bir sosyolojik ve kültürel yapı vardır. Malezya'daki sorunun esası dini değil millidir, etniktir. Kıyafetler de milli kıyafetlerdir. Bu ayrı bir kültür. Türkiye'nin sosyolojik ve kültürel yapısıyla hiç benzemez. Onun için ben bu kaygılara ve tahminlere katılmıyorum." ALINAN YANIT BENİ HİÇ ŞAŞIRTMADI....YA SİZİ?????
  11. Evet birkes daha TÜRKİYE'nin üzeride planlar yapılırken neler olmuş neler söylenmiş göz geçirelim istedim...
  12. MODERN İSLAM TÜRBAN ALTINDA İLERLİYOR Başörtüsü artmıyor, başörtülüler arasında türbana geçiş artıyor.Bu durum geleneksel islamın belli çevrelerde modernleştiğini gösteriyor.Türban ile sosyal yaşama katılan kadın kimlik bilinci içine giriyor..Çalışma hayatına katılıyor, bireyselleşiyor ve erkeğin yanında olmasa da kadınlı erkekli yaşama yaklaşıyor.AK Parti yöneticilerinin eşleri buna örnek oluyor.Ancak onlar da kılık kıyafette, düğün dernek konularında yenileşiyorlar.Türkiye çok hızla modernleşiyor.Bu akımın içinde türbanın da yeri büyük.Kadının modern yaşama katılması türbanlı da olsa ileri bir davranış.Meslek sahibi kadınlar da henuz kimlik arayışlarını tamamlamamış olmalılar ki onlarda da başörtüsünden türrbana geçiş var.Ancak başını bağlayanların sayısı toplam olarak artmıyor. Milliyet gazetesi manşetinde türbanlı sayısının arttığı manşete çıkmış.Ancak veriler ele alındığında başörtülü kadınların sayısı artmıyor.Başörtülü kadınlar daha büyük oranlarda türbana geçiyor. Bu gelişme geleneksel islamın, yerine modern islamın yaygınlaştığı bilgisini veriyor. Türbanlı kadın evden sokağa çıkıyor, iş hayatına ve sosyal yaşama katılıyor.Meslek kadını oluyor. Günümüzün teknolojisini kullanıyor.Ve erkeğin yanında bulunmaktan kaçınmıyor.Geleneksel islamda kadın evden çıkmaz,erkeklerle aynı yerlerde bulunmaz, iş yaşamına fazla katılmaz. Edilgen ve erkeğinin arkasındadır. Oysa AK partinin önderlik ettiği modern islamda kadın dünya zirvelerinde dolaşıyor, islami moda yaratmaya çalışıyor, modern yaşamın gereçlerini kullanıyor. Türkiye gerçekten çok hızlı modernleşiyor, ve bunun başını da türbanlı kadın çekiyor.
  13. Sabır Taşı Çatlamak Üzere Sabah yazarı Yılmaz Özdil, "Sabırla Mücadele Koordinatörlüğü" başlığını attığı yazıda teröre verilen şehitleri sıralıyor... Rakamlar alt alta dizildiğinde ortaya çıkan manzara, "sabır taşını çatlatacak" türden... İşte Özdil'in köşesinden yansıyan acı tablo; 24 Eylül, 1 şehit. 29 Eylül, 1 şehit. 13 Ekim, 2 şehit. 14 Ekim, 1 şehit. 16 Kasım, 2 şehit. 23 Kasım, 1 şehit. 5 Aralık, 3 şehit. 7 Aralık, 1 şehit. 21 Aralık, Başbakan, New York'ta verdiği demeçte, "sabrımızın sınırı var" dedi. 27 Aralık, 1 şehit. 16 Ocak, 1 şehit. 7 Şubat, 1 şehit. 9 Mart, 3 şehit. 23 Mart, 3 şehit. 7 Nisan, 6 şehit. 8 Nisan, 4 şehit. 9 Nisan, 1 şehit. 16 Nisan, 1 şehit. 21 Nisan, 1 şehit. 23 Nisan, 2 şehit. 25 Nisan, 1 şehit. 26 Nisan, 1 şehit. 27 Nisan, 2 şehit. 3 Mayıs, 2 şehit. 5 Mayıs, 2 şehit. 12 Mayıs, İzmir Bornova... 1 vatandaşımız ölü, 4 yaralı. 15 Mayıs, 2 şehit. 18 Mayıs, 1 şehit. 22 Mayıs, Ankara Ulus... 6 vatandaşımız ölü, 121 yaralı. 24 Mayıs, 8 şehit. 26 Mayıs, 1 şehit. 29 Mayıs, 1 şehit. 30 Mayıs, Başbakan, NTV'ye verdiği demeçte, "Sabrımız taştı, taşıyor, bunların hepsi söylenir tabii. Zaten sabrın taşmaması diye bir şey yok ki... Her şehidin gelmesi, sabrın boyutunu adeta test ediyor" dedi. 1 Haziran, Bingöl... 5 vatandaşımız ölü, 6 yaralı. 4 Haziran, 7 şehit. 05 Haziran 2007 Salı 11:12 ...... Bakışlar Her şeyi Anlatıyor Milliyet ... İşte AKP Ekonomisinin Gerçek Yüzü Makro-mikro dengeler ve AKP ESFENDER KORKMAZ AKP’LİLER “makro dengeleri düzelttik, sıra mikro dengelere geldi” diyor. Ekonomide makro büyüklükleri, “toplam üretim, milli gelir, istihdam, fiyatlar genel düzeyi” gibi değişkenler gösterir. “Tüketici dengesi, firma dengesi, piyasa dengesi” gibi dengeler de mikro dengelerdir. Milli gelirde büyüme yaşadık... Ne var ki büyüme 2002 yılında başladı. Yani AKP başlatmadı. 2002 yılında büyüme oranı yüzde 7.8 olmuştu. AKP yüksek büyümeyi 2006 ve 2007 yıllarında sürdüremedi... 2008’de büyüme daha da düşük çıkar. Kaldı ki, büyüme ithalata dayalı bir büyüme oldu ve halka da yansımadı. İşsizlik arttı. Yoksulluk arttı. Fiyatlar genel düzeyinde halen denge sağlanmış değil. Dünyada enflasyonsuz bir konjonktür yaşanırken, biz yüzde 10 enflasyon oranı ile birkaç küçük ülke hariç, dünyanın en yüksek enflasyonunu yaşıyoruz. Aslında enflasyonda 2003 yılında AKP’den önceki hükümetin ve programın rüzgârıyla düştü... 2004 yılının ocak ayında TEFE, nisan ayında da TÜFE yüzde 10 olmuştu... Yani üç sene sekiz aydır, enflasyon yüzde 10’da kemikleşti. Eğer AKP hiçbir şey yapmasaydı, ekonominin iç dinamikleri enflasyonun düşmesini sağlayabilirdi. Ancak AKP faizleri yüksek tutarak, altyapı yatırımlarını aksatarak, anti laik söylemlerle toplumu gererek, enflasyonun kronik yapı kazanmasına neden oldu. İstihdam da makro dengedir GÜÇLÜ ekonomiye geçiş programında temel yaklaşım enflasyonu düşürmek için toplam talebi kısmaktır. Bu amaçla işsizlik sorunu hiç dikkate alınmamıştır. Ayrıca çalışanların ve tarımda yaşayanların reel gelirinin düşürülmesi hedeflenmiştir. Enflasyonun arz tarafı yani iç üretimi artırmak göz ardı edilmiştir. Yalnızca bankaların kurtulması hedef alınmıştır. Bu şartlarda zaten programın istihdam ayağı eksiktir. Bu yaklaşım içinde AKP döneminde işsiz sayısı arttı... Kayıt dışı çalışanların sayısı da arttı. Öte yandan, eğer ara malı ithal edemezsek, iç üretim duracaktır. Çünkü üretimin ve ihracatın yüzde 60-70’i ithal ara malından oluşuyor. Kur artarsa ithalat azalır... Üretim daralır. Bunların adı makro dengelerin düzelmesi mi oluyor? Tüketici harcandı 2006 yılının son çeyreğinde, özel tüketim harcamalarında artış olmadı... Artış oranı sıfır oldu. Tarımda destekler yarı yarıya indirildi... Fındık taban fiyatı gibi olaylarda tarım nüfusunun durumu ortaya çıktı. AKP banka ve kredi kartları yasasını değiştirdi. Bu kartlara uygulanacak faiz oranları için Merkez Bankası’na yetki verildi... Merkez Bankası hem faizleri belirleyecek, hem de bu faizleri denetleyecekti. Gel gör ki Merkez Bankası, akdi yani yasal faizi yüzde 96 ve gecikme faizini de yüzde 106 belirledi. Yani devlet bir ülkede tüketici için, tefeci faizinin 2 katı kadar faiz belirliyorsa, tüketiciyi harcıyor demektir. AKP piyasayı bozdu AKP, enflasyonu düşürmek için faizleri yüksek ve kurları düşük tuttu. Düşük kur uygulamasını yüksek faiz ve dalgalı kur sistemi ile yaptı. Düşük kur cari açığa yol açtı... Cari açığı da sıcak para, dış borç ve varlık satışıyla kapattı. Bu şartlarda risk artı. Sermaye piyasası ve borsa, dünyanın en kırılgan piyasası oldu. Öte yandan, faiz dışı bütçe fazlasını tutturabilmek için, altyapı yatırımlarını kıstı. Bunun içindir ki, yatırım hacmi azaldı. Başbakan’ın en çok övündüğü, double yol millete eziyet etmenin bir yolu oldu. Altapısı olamayan yollar yapıldı... Bir kış sonra kullanılmaz hale geldi. Örneğin, Şile yolu eziyetin yolu oldu... Tek yol kalması, halkın bu kadar eziyet çekmesi ve maliyete katlanmasından daha iyi olacaktı. TOKİ, toplu konut yapıyorum diye kamusal yetkileri kullandı. Kamu arsalarında pahalı evler yaptı, sattı... Yaptığı ucuz konutların bir kısmını ise de AKP yanlılarına el altından dağıttı. Daire tahsisi alanlar, TOKİ’nin kapısında bu tahsisleri sattı... Özet olarak, AKP tüm ekonomik dengeleri ve yanında sosyal dengeleri de bozdu. En son cumhurbaşkanlığı seçiminde siyasi dengeyi de bozdu. ... SEZER GÖREVE Cumhurbaşkanı Necdet SEZER Anayasanın 102. Maddesini Uygulamaya Davet Ediliyor. 22 Temmuz seçimleri, iptal edilebilir Arslan BULUT Hayır, bu başlık dikkat çeksin diye atılmamıştır. Başlıktaki iddiamın sağlam gerekçesi vardır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” u, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce bir defa daha görüşülmesi için geri gönderdi. Söz konusu değişiklik Cumhurbaşkanı’nın iki turlu bir seçimle halk tarafından seçilmesini öngörüyor ve beş artı beş formülü ile bir kişinin iki defa seçilebilmesine imkân tanıyordu. ** Defalarca uyardığımız gibi Cumhurbaşkanı’nı seçemediği için fesh edilmesi gereken Meclis’in süreç devam ederken aldığı erken seçim kararı geçersizdir. Yüksek Seçim Kurulu ve siyasi partiler tarafından hazırlıkları yapılan 22 Temmuz 2007 seçimleri, Anayasa’ya aykırı bir karar sonucunda yapılacaktır. Sezer, Anayasa’daki yetkisini kullanmamış ve “Cumhurbaşkanını seçememiş bir Meclis olarak zaten fesholundunuz. Bu durumda seçim kararı almaya da yetkiniz kalmamıştır. Artık seçimleri yenileme kararı almak Cumhurbaşkanına ait bir yetkidir. Cumhurbaşkanı’nın seçilemeyeceği fiilen anlaşıldığı halde süreci kestiğinizi zannederek genel seçim kararı almanız Anayasa’ya aykırıdır” demediği ve Yüksek Seçim Kurulu’nu da bu yönde uyarmadığı için her şey birbirine girmiştir. Siyasi partiler “seçimden kaçtınız” denilmesinden korktuğu için seçim kararına itiraz dahi edemedi. Anayasa’ya aykırılığı görenler vardır ama kimse dile getiremedi! Herhalde CHP de Anayasa Mahkemesi’ne bunun için başvuramadı. Fakat Cumhurbaşkanı yetkisini kullanmalıydı. Nitekim Cumhurbaşkanı’nın ret gerekçesine baktığımız zaman, yetkisini kullanmadığını kabul ettiği anlaşılmaktadır! Çok haklı ret gerekçelerini saydıktan sonra Cumhurbaşkanı şöyle demektedir: “Üstelik bu değişiklik, Cumhurbaşkanı’nı seçemediği için, Anayasa’nın 102. maddesi uyarınca ’derhal yenilenmesi’ gereken bir Meclis tarafından gerçekleştirilmektedir.” İşte bu noktada Sezer, şu soruya da cevap vermelidir: “Sayın Cumhurbaşkanı; ret gerekçelerinizin tümüne katılmakla birlikte, siz de Anayasa gereği derhal yenilenmesi gereken bir Meclis’ten söz ediyorsunuz! Peki bu uyarıyı şimdi yapmak yerine neden Meclis’i yenileme yetkinizi zamanında kullanmadınız? Gerekeni yapacak olan siz değil miydiniz?” Anayasa’ya aykırı bir kararla yapılacak seçim, şimdiden sakatlanmıştır. Seçim, yapıldıktan sonra ve “gerekirse” iptal edilir ve yenilenebilir. Burası Türkiye! * Denilebilir ki, Sezer yetkisini kullanarak “derhal seçim” kararı alsaydı, Yüksek Seçim Kurulu, yine aynı tarihte seçim yapabileceğini söyleyecekti; sonuçta ne fark ederdi? Çok şey fark ederdi! Cumhurbaşkanı, yetkisini kullanıp derhal yenileme kararı almış olsaydı, AKP, görevi bitmiş bir Meclis’in kararıyla Anayasa değişikliği yapmaya teşebbüs dahi edemez, haksız olarak ve çok çirkin bir şekilde “Halktan kaçıyorlar” diye propaganda yapamaz, seçmen iradesini etkileyemez, böylece kendisine bir avantaj sağlayamazdı! Yapılan bir hata, hatalar zincirini doğurmuştur. Geniş kitlelerin kuvvetler ayrılığı sistemini, parlamenter sistem ile başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerini ve Anayasa hukukunu, bir Anayasa hukukçusu gibi değerlendirmesini bekleyemezsiniz! Sezer’in yetkisini kullanmamış olmasından doğan hatalar zinciri, şimdi AKP’yi sanki daha fazla demokrasi yanlısıymış gibi göstermektedir. ** Oysa Sezer’in de belirttiği gibi “Anayasa değişikliğinin gerektiğinde halkoyuna götürülmesi de göz önünde bulundurulduğunda, hem halkoylamasının, hem bu oylama sonucuna göre Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçiminin, hem de genel seçimin neredeyse birlikte ya da üst üste yapılacağı bir gerçektir. Böylesine önemli bir konunun, bu kadar sıkışık bir süreçte gündeme getirilmesinin haklı ve kabul edilebilir bir gerekçesi olamaz.” .... TÜRKİYE ŞEHİTLERİNE AĞLIYOR Milliyet Asker intikam için ant içti 25 Mayıs 2007 Cuma İnternethaber/ Dün askerlerini törenle uğurlayan Korgeneral'in dediği gibi "hainlikti bu, kalleşlikti"... 6 genç fidan kalleş bombalı tuzağın kurbanı oldu... Vuruşmadan şehit düştü... Bugün acının, bugün yasın, bugün şehide vedanın günü... Türkiye 6 ayrı kentte şehitlerine son görevini yerine getiriyor. Yürekleri dağlayan görüntülere rağmen, başlar her zamanki gibi dik... Elde bayrak şehitlerin ardından yürüyenlerin yüreklerindeki isyan, sloganlara dökülüyor. "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" andı yurdun her köşesinde duyuluyor... Aydın: Silahlı Kuvvetler'in andı Piyade Er Mahir Yıldırım'ın cenazesi Aydın'ın Umurlu beldesini yasa boğdu. Tabutunun üzeri karanfillerle donatılan Er Yıldırım'ın naaşı 100 araçlık konvoyla cenaze namazının kılınacağı camiiye götürüldü. Burada tabuta sarılan şehidin gözleri görmeyen babaannesi Mürüvvet ile babası Yılmaz ve kardeşi Muharrem Yıldırım uzun süre gözyaşı döktü. Jandarma Alay Komutanı Albay Mehmet Tire, "Türk Silahlı Kuvvetleri adına ant içiyoruz ki şehitlerimizin kanı asla yerde kalmayacak ve intikamı mutlaka alınacaktır'' dedi Kayseri Türk bayrakları ile uğurlandı Aynı acı Kayseri'de de yaşandı. Şırnak'taki saldırıda şehit düşen Uzman Onbaşı Bekir Çakır'ı son yolculuğuna uğurlamak için tüm kent seferber oldu. Yaklaşık 10 bin kişinin katıldığı cenaze töreninde dev Türk bayrakları açıldı. Duygulara tercüman olan ise "Kahrolsun PKK", "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" sloganlarıydı. Törende anne Ümmügülsüm Çakır ve yakınları fenalık geçirirken, sağlık ekipleri şehit ailesinin yanından hiç ayrılmadı Konya Ağabeyin en acı görev Teröre kurban verdiğimiz Piyade Uzman Çavuş Bayram Bulat da memleketi Konya'da gözyaşları arasında toprağa verildi. 38 yaşındaki 15 yıllık Uzman Çavuş Bayram Bulat'ın çocukları yürekleri dağladı. Şehit Uzman Çavuş Bulat'ın eşini bayan bir astsubay sakinleştirirken, başsağlığı dileyen Tümgeneral Uğur Uzal, şehidin 14 yaşındaki oğlu Ramazan'ı "Seni de asker yaparız" diyerek teselli etti Cenaze töreninden önce meydana toplanan kalabalık ellerindeki Türk bayrakları ile "Şehitler ölmez, vatan bölünmez", "Kahrolsun PKK" sloganları attı Şehidin kendisi gibi uzman çavuş olan ağabeyi Galip Bulat ise en acı görevi üstlendi. Bulat, cenaze töreni sırasında kardeşinin resmini tabutun önünde taşıdı... Oğlunu şehit veren baba Ramazan Bulat, "Şehit olmadan bir gün önce görüştüm. Bana operasyondan geldik. Şimdi yine gidiyoruz, hakkını helal et demişti" şeklinde konuştu. Niğde Kanları yerde kalmayacak Niğde'nin Bor ilçesinde de terör acısı vardı. İlçe Türk bayrakları ile donatıldı ve şehit Piyade Uzman Çavuş Atıf Gürkan'ı gözyaşları ile son yolculuğuna uğurlad Şehidin annesi Ayşe Günkan ve babası Hikmet Günkan ayakta durmakta zorlanırken, eşi Selinay Günkan sinir krizleri geçirdi. Şehidin 7 yaşındaki kızı Kübra ve 3 yaşındaki oğlu Batuhan'ı da yakınları teskin etmeye çalıştı Bor Garnizon Komutanı Levazım Yarbay Tayyar Önder, törende yaptığı konuşmada '''Şehitlerimizin kanı asla yerde kalmayacak ve intikamı alınacaktır. İçimizdeki ve dışımızdaki hainlere bir kez daha hatırlatmak istiyoruz ki Atatürk'ün şehit kanları ile çizdiği kutsal vatanı bölmeye kimsenin gücü asla yetmeyecektir'' diye konuştu Törene katılanlar, ellerinde taşıdıkları Türk bayrağı ile sık sık terör örgütü PKK aleyhine slogan atarak tepkilerini dile getirdiler. Evli ve 2 çocuk babası olan Günkan'ı astsubay olan kuzeni Burhan Günkan da 1995 yılı haziran ayında, Bingöl'de çıkan çatışmada şehit olmuştu. ..... 'Savaş hali' seçimi erteler 25 Mayıs 2007 Cuma Ankara ve Şırnak'taki patlamaların ardından sınır ötesi operasyon ihtimali bir süredir Ankara’da konuşulan seçimlerin ertelenmesi senaryolarını yeniden gündeme getirdi. Genelkurmay'ın, sınır ötesi harekat için resmi girişimde bulunması durumunda Hükümet, buna zemin hazırlamak için Meclis’e tezkere gönderecek. Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarının ardından Meclis’in tezkereye vize vermesine kesin gözüyle bakılıyor. Meclis’ten çıkacak yasayla hükümete operasyon için yurtdışına asker gönderme yetkisi verilecek. SEÇİM ERTELENİR Mİ? Erdoğan'ın sözleri, muhalefet kulislerinde uzun süredir dillendirilen savaş nedeniyle seçimin ertelenmesi konusunu yeniden tartışmaya açtı. Anayasa’nın 78. maddesine göre seçimler sadece savaş halinde ertelenebiliyor. Seçimin ertelenebilmesi için ülkenin savaş halinde olduğu kararının Meclis tarafından alınması gerektiği belirtiliyor. Meclis’ten ‘savaş hali’ kararı geçmediği sürece seçimlerin ertelenmesi söz konusu olmayacak. SEZER’İN YETKİSİ VAR Meclis 4 Haziran’da tatile girecek. Bu tarihe kadar tezkerenin gönderilmesi halinde Meclis’ten tezkere çıkacak. Meclis’in tatile girmesi halinde olağanüstü çağrı ile toplanması gerekecek. Bunun yapılamaması halinde Anayasa’nın 92. maddesine göre Cumhurbaşkanı Sezer, başkomutan sıfatıyla Kuzey Irak’a operasyon emri verebiliyor. Şimdi merak edilen Sezer'in bu yetkisini kullanıp kullanmayacağı... /(Star) .... Anafartalar Çarşısı bugün açılıyor "YIKILMADIK AYAKTAYIZ" Terör saldırısının hedefi olan Ankara Ulus'ta hayatın normale dönmesi için çalışmalar devam ediyor. Hasarın giderilmesinin sonra Anafartalar Çarşısı'nın bugün açılması bekleniyor. Ankara Büyükşehir Belediyesi ekipleri, saldırının hedefi olan Anafartalar Çarşısı'nda çalışmalarını sürdürüyor. Bir yandan hasar tespitine uğraşılırken öbür taraftan kırılan camlar yenileriyle değiştiriliyor. Çarşı esnafı da görevlilerle birlikte dükkanlarını temizliyor. Çarşı, polis kordonuna alınırken vatandaşların içeri girmelerine izin verilmiyor. Anafartalar Çarşısı bugünden itibaren alışverişe açılacak. Hafta sonuna kadar ise bütünüyle normale döndürülecek. Çarşı, sabah saatlerinden itibaren de bayraklarla donatıldı. Esnaf, günün erken saatlerinden itibaren kimlik kontrolü yapılarak çarşıya alındı. Anafartalar Çarşısı'nda Devlet Bakanı Beşir Atalay'la birlikte incelemelerde bulunan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, tüm hasarın belediye tarafından karşılanacağını açıkladı. Gökçek, bütün Ankaralılara da çağrıda bulunarak hafta sonunda herkesi Anafartalar'a alışverişe beklediklerini söyledi. Gökçek, "Ben hafta sonu burada olacağım. Terörden korkmadığımızı, ürkmediğimizi gösterelim." dedi. Devlet Bakanı Beşir Atalay da hafta sonu herkesin Anafartalar'a gelmesini istedi. Atalay, "Esnafımız yalnız değil.'' diye konuştu. 24.05.2007 Zaman ..... Bombalar Barzani’nin K. Irak’ından geliyor Terör uzmanı Ercan Çitlioğlu, katliamı Tercüman’a değerlendirirken, PKK’ya C-4 ve A-4’lerin geldiği adres için “Kuzey Irak” dedi TERÖR Uzmanı Ercan Çitlioğlu, Ankara’nın kalbindeki Ulus’a yapılan bombalı saldırının ardından, “Bir yıl önce Almanya’dan militanlar geldi. Önümüzdeki günlerde başka metropollerde eylemler devam edecek” uyarısını yaptı. Çitlioğlu, bombaların kaynağının Irak’ın kuzeyi olduğunu söyledi. Sorularımızı yanıtlayan Çitlioğlu, PKK’nın eylemlerinde taktik değiştirdiğini, metropol kentlerde sivillere yönelik kıyıcı eylemlere girişebileceğine bir yıl önce dikkat çektiğini hatırlatarak şöyle dedi: “Özellikle şu anda PKK’nın, Türkiye’nin Güneydoğusu’nda TSK’nın alan hakimiyetini tesis etmesinden sonra o bölgede eylem yapması çok zorlaştı, askerle çatışmaya girmekten kaçınıyor. Kendisi için en az zayiatla sonuçlanacak sempatizanlarına moral verecek eylemlere yönelme mecburiyetini hissettiler. Dolayısıyla bu eylemlerin kentlere kaymaya başlayacağı bir yıl öncesinden belliydi.” Eylemlerin devam edeceğini savunan Çitlioğlu, “Çünkü yeni taktiğin bu olduğunu düşündüğümüzde bunun önümüzdeki günlerde başkaca metropol kentlerde devam edeceğini söyleyebiliriz” diye konuştu. Hükümetin terörle mücadele politikasını eleştiren Çitlioğlu, şöyle dedi:“Terörizmle mücadele konusunda siyasi iktidarın sergilediği olağanüstü beceriksizlik var. En azından TSK’yla, güvenlik güçleriyle siyasetçiler arasında terörle mücadele bağlamında bütünleşmenin olmadığını görüyoruz. Bu siyasi iktidar 2002’de iktidara geldiğinde sıfır terör devraldı. 4.5 sene sonra Türkiye’nin başkenti bombalandı. Sıfır terörle devraldığınız bir Türkiye’yi, başkentini bombalanmış bir Türkiye’ye dönüştürürseniz demek ki terörle mücadele politikanızda çok büyük yanlışlıklar var.” Arkasında kim var belli... Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, “Arkasında kimler var ona bakmak gerek” sözünü de Çitlioğlu, “C-4 ve A-4’lerin Türkiye’ye nereden geldiğini düşünün; Kuzey Irak’tan. Kuzey Irak’ın kimin denetiminde olduğunu düşünün; Barzani’nin. Barzani’nin kimin denetimi altında olduğunu düşünün; Amerika’nın. Dolayısıyla arkadaki güçler her kimse açık bir şekilde belli” dedi. ..... Küresel Emperyalist Stratejinin İnanç Boyutu AYARLI İSLAM PROJESİ "Küreselleşmenin, tesir ettiği toplumsal yapılarda birbirine paralel değişimlere yol açtığını, 1991 yılından itibaren giderek ivmelenen süreçlerin farklı toplumsal yapılarda oluşturduğu neticelerine bakarak söylemek pekâla mümkündür. “Dağılma, geçiş ve hızlı değişim dönemlerinde mevcut kaide ve normların tesirini kaybetmesi, toplumu kucaklayan yeni kaide ve normların ortaya çıkmaması yüzünden meydana gelen boşluk, kaidesizlik, normsuzluk, kanunsuzluk ve sosyal çözülme” anomi olarak tarif edilirken, bunun en bariz yansımasının da bireyin içinde yaşadığı toplumun değerlerine ve kendine yabancılaşması olarak tezahür ettiği bilinmektedir. “Yapı bozumu” olarak da tarif edilebilecek bu süreçte öncelikle kavramların saldırıya mâruz kaldığını söyleyebiliriz. Kavramlar bireyi ait olduğu topluma bağlayan birer ağ vazifesi ifa ederken, anlam erozyonuna uğrayan her kavram Özcan Yeniçeri’nin tarifi ile zihinde inşâ edilen her tereddüt ve ortaya konulan her kuşku, bireyi “ortak payda”dan ve “genel çıkar”dan biraz daha uzaklaştırır. Mesele öncelikle bireyin toplumla olan bağlarını koparmak olsa bile bir başka hedef de onu yeni değerler ve kavramlar üzerinden başka bir zihin dünyasına bağlamaktır. Zaten geçiş dönemi toplumlarında ortaya çıkan tehlike de bu iki sürecin eş zamanlı yürütülememesinin ortaya çıkarttığı kimliksizlik hâlidir. Anomi, bu geçiş dönemlerinde ortaya çıkan toplumsal bir rahatsızlık olarak bu yüzden karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşmeye içerik kazandıran hâkim zihniyet, dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirme projesine -işgal dâhil birçok araç kullanarak- hayatîyet kazandırma gayretindeyken, toplumsal dokunun “tutkalı” vazifesindeki millî ve mânevî değerlerin bu saldırılardan masun olacağını kimse söyleyemez. Ülkemiz özelinde konuya değinecek olursak, millî kimlik inşasında vazgeçilmez öneme ve yere sâhip her kavram tehdit ve saldırı altındadır. Milliyetçilik üst üste gerçekleştirilen psikolojik harp operasyonları ile “kötü” ilân edilmiş, yine aynı şekilde dinî değerler dinlerarası diyalog çalışmalarının oluşturduğu ortamdan fazlasıyla beslenen misyonerlik faaliyetleri ile yıkıma uğratılmıştır. Bugün gelinen noktada tehlike, bireysel nitelikte olan din değiştirmeler değil, dinin ortak paydanın şekillenmesinde oynadığı önemli rolü yitirmesidir. Türkiye’deki misyonerlik ve dinlerarası diyalog faaliyetlerinin hangi maksada hizmet ettiği çokça tartışılan konuların başında gelmektedir. Bu faaliyetlerin maksadının; Müslümanlar arasında kısa sürede bir din değiştirme furyası oluşturmak olmadığını, millî ve mânevî değerlerin oluşturduğu değer evrenini tahrip ederek, ideal birliğini yıkmak ve bu ortak değer evreninden beslenen yeni bir medeniyet tasarımına kadar uzanan hedefleri ortadan kaldırarak Türk milletini küresel emperyalizmin çıkarlarına uyumlulandırmak olduğunu söyleyebiliriz. Yani misyonerlik ve dinlerarası diyalog faaliyetlerinin hedefi, küresel emperyalizm karşısında direnç göstermemize dayanak oluşturacak değer evrenini tahriptir. İğdiş edilmiş, iliştirilmiş, ehlileştirilmiş iddia ve ideal sâhibi olmaktan çıkartılmış bir Türkiye’dir. Bu maksat hasıl olduktan sonra insanların hangi dine inandıklarının ya da hangi millete mensup olduklarının lafzî kalacaktır. İçeriği boşalmış, kompartımanlara ayrılmış ve birbiriyle çatışan din algılamalarının Irak’ı getirdiği durum ortada iken, Türkiye’de yürütülen operasyonun çok daha ince bir strateji üzerinden uzun yıllardır yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Dinlerarası diyalog ve misyonerliğin hedefinin ne olduğu sorusuna cevap aradığımız bu sayımızda Yümni Sezen’e göre proje yeni bir din ihdasına doğru hızla gitmektedir. Bu yeni din ne Hıristiyanlık, ne de Müslümanlık’tır. “Müslüman İsevi” kavramı bu tehlikeli gidişi ifâde eden en önemli kavram. Nadim Macit’e göre ise Türkiye Cumhuriyeti ile kavgası olanlar, maksatlarını gerçekleştirmek için yabancı güçlerle işbirliği içinde millî kimliği tahrip ederek bu kavgalarını sürdürmektedirler. Macit’e göre, küresel emperyalizmin hedefleriyle uyumlanmış bu zümreye karşı “özgün cumhuriyet”i ve “özgün İslâm”ı sağlam tutmak gerekmektedir. Yine A. Rıza Bayzan’a göre ise misyonerler Türkiye’de etnolojik, etno-politik, akademik ve STK operasyonları yapmaktadır. Görüşlerine başvurduğumuz üç uzman da misyonerlik ve dinlerarası diyalog faaliyetleriyle Türkiye’nin kültür kodlarının değiştirildiğine ve Ilımlı İslâm projesinin de Türkiye’nin küresel emperyalizmin çıkarlarına uyumlandırılması anlamına geldiğine işaret etmişlerdir. İngilizce orijinali Moderated İslam olan kavramın Türkçe’ye “Ilımlı İslâm” diye tercüme edilmesi de haddizatında kavramı konumlandırma açısından bir arıza içermektedir. Tam ve doğru tercümesi kelimesi kelimesine “Ayarlı İslâm”, tam anlamca karşılığı olarak da “İliştirilmiş İslâm”dır. Neye iliştirilmiş? Zulümkâr Batı medeniyetine iliştirilmiş bir “sözde İslâm”. Türkiye’nin toplumsal dokusu ve değerler evreni, yapılan türlü saldırılarla yeniden oluşturulmaya çalışılırken ve bu yönde ayrı kutuplar gibi gözüken zümreler işbirliği içinde iken, bir başka dönüşüm projesi de siyasî hayatımıza bir oldubitti ile sokulmak istenmektedir. Bu da, yarı başkanlık ya da başkanlık sistemi tartışmalarıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimini bihakkın yerine getiremeyenler sistemin değiştirilmesi gibi çok ciddî neticeleri olacak bir Anayasa değişikliğini gerçekleştirerek cumhurbaşkanını halkın seçmesini yasalaştırdılar. Yarı başkanlık sistemine geçiş anlamına gelen bu değişim, Türkiye’nin federalizme götürülmesi şeklindeki senaryoların yeni bir aşamasıdır. Halkın iradesini önemsemekle birlikte meselenin sâdece cumhurbaşkanını halkın seçmesi anlamına gelmediği de açıktır. Mesele Türkiye’deki parlamenter sisteminin dönüştürülmesidir ve bu hemen hemen hiç tartışılmadan gerçekleşmiştir. Türk milletinin millî ve mânevî değerlerine yönelik yürütülen operasyonların siyasî veçhede de devam ettiği günümüzde, bu ülkenin; küresel emperyalizmin dünyayı yeniden tasarlama iddiasına geçit vermeyecek bir potansiyel barındırdığına ve kanın, gözyaşının, zulmün egemenliğini ululayan medeniyet algısı yerine “yeni bir medeniyet” iddiasını her daim taşıyacağına olan kesin inancımızla..." Daha geniş bilgi için: www.2023.gen.tr .... DERİN KULİSLERDE KONUŞULAN SENARYOLAR AKP seçimlere kadar kapatılıyormuş. Yeni Yargıtay Başsavcısı hazırlık yapıyormuş... Meclis kapandığı an Sezer, Irak'a operasyon emri verecek. Seçimler 1 yıl ertelenecek.. Şamil Tayyar'ın yazısından: 23.05.2007 Seçim tarihi 22 Temmuz olarak ilan edildi ama kimi çevreler, seçimlerin erteleneceği veya AK Parti’nin kapatılacağı iddiasından hareketle senaryo üretmeye devam ediyor. Kuşku yok ki, Genelkurmay bildirisi ve Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, bu senaryoların esin kaynağıdır. Senaristlerin özgüveni arttı. DP’den aday, eski bir dost aradı: ‘AK Parti seçimlere kadar kapatılıyormuş. Bana ‘hangi sıra verilirse kabul et, AK Parti kapatılınca oy patlaması yaparız, arka sıralardan da seçilirsin’ dediler. Yeni Yargıtay Başsavcısı hazırlık yapıyormuş. Doğru mu?’ Ankara’da geliştirilen bir başka senaryo şöyle: ‘TSK, Irak sınırına yığınak yaptı. 100 binin üzerinde sınırda asker var. Meclis haziran başında tatile girdikten sonra Anayasa’nın 92. maddesinin ikinci fıkrasına göre Cumhurbaşkanı Sezer, başkomutan sıfatıyla operasyon emri verebilir. Savaş durumunda seçimler anayasa gereği 1 yıl ertelenir.’ İngiliz Observer Gazetesi’nde yayınlanan ‘AK Parti favori gösteriliyor ama seçimi kazanmaları halinde beşinci darbe olabilir’ iddiası çerçevesinde şekillendirilen ‘Sakın AK Parti’ye oy vermeyin, darbe olur’ senaryosu da fısıltı gazetelerinin önemli gündem maddeleri arasında. ... MHP, AKP'ye taaruza hazırlanıyor Türkiye çapındaki bilboardların yüzde 25'ini kiralayan MHP'nin 4 Haziran'dan sonra meydana ineceği ve AK Parti'ye saldırarak her mitingde bir dosya açacağı belirtildi. Yalçın Doğan'ın köşe yazısından bir kesit MHP her mitingde bir dosya SESSİZ ve derinden giden MHP seçim kampanyasında çok ses getirecek gibi. Aralarında OHAL eski Valisi Ünal Erkan’ın bulunduğu bir grup, terörün her türüne ilişkin çözüm önerileri hazırlıyor. Sadece PKK terörü değil, aynı zamanda kentlerdeki şiddeti, örneğin kapkaç, önleyecek bir paket üzerinde çalışıyor. Ama, MHP’nin asıl etkili olacağı yer AKP’ye dönük yolsuzluk iddiaları içeren dosyalar. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli her büyük mitingde, bir yolsuzluk iddiası açıklama hazırlığında. MHP örgütü, onları iktidar ortaklığına taşıyan 99 seçimlerindeki gibi, müthiş hareketli ve heyecanlı. Darısı AKP dışında kalan diğerlerinin başına.(Hürriyet -------------------------------------------------------------------------------- Emin Pazarcı'nın köşe yazısı MHP'nin gözü Güneydoğu'da Başbakan Erdoğan sık sık televizyon ekranlarında. Ana Muhalefet lideri Baykal, kameraların karşısında. DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, medya ile çok yakın ilişki içinde. BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu televizyona çıkmak için her fırsatı değerlendiriyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise farklı bir yol izliyor... Bahçeli'nin televizyon ekranlarına çıkmaması, uygulanan genel politikanın sonucu. MHP lideri, Cumhurbaşkanlığı tartışmaları sırasında kararlı bir biçimde sessiz kaldı. MHP'yi bu tartışmaların dışında tutmaya çalıştı. Tabii, bu böyle devam etmeyecek. Bahçeli, yakında sahaya inecek. MHP, şu anda aday listeleri üzerinde çalışıyor. Partideki asıl hareketlenme 4 Haziran'dan sonra başlayacak. MHP, seçim öncesi 60 ilde miting düzenleyecek. Devlet Bahçeli hem bu mitinglerde konuşacak hem de bazı televizyon programlarına katılacak. Seçim öncesi, MHP tarafından "Biz de varız" mesajı güçlü bir şekilde verilecek. * * *
  14. ŞOK İDDİA.. "ASKERİN BAŞINA ÇUVALI AKP GEÇİRTTİ" ‘Çuval geçirme’ olayı biliniyor muydu? CAN ATAKLI Piyasada satılan bir kitapta diyor ki “Erdoğan ve Gül, tezkerenin geçmesinde kendilerine destek olmayan Silahlı Kuvvetler’i cezalandırmak için Amerika’dan bir şey yapmalarını istedi. Onlar da Türk subay ve askerlerinin başına çuval geçirdiler” Ahmet Akgül isimli Milli Görüşçü yazara göre, Türk subaylarının başına çuval geçirilmesinden sonra Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’nın istifa edeceği hesaplanıyordu. Ancak asker olaya çok öfkelenip yönetime el koymaya kalksaydı Amerika Erdoğan ve Gül’ü kaçıracaktı Son günlerde bir kitaptan yapılan alıntı çok konuşuluyor. Alıntıyı önce bana gönderilen bir e-mail’den okudum. Açıkçası önce ciddiye almadım. Hayal ürünü bir senaryo zannettim. Ancak daha sonra bunun bir kitaptan alındığını fark ettim. Kitabın adı “AKP İntihara Gidiyor.” Yazarı Ahmet Akgül. Kitap bu yıl yazılıp basılmış, yani çok yeni Kitabı almayı bir türlü beceremedim. Ama bu arada yüze yakın e-mail aldım aynı alıntıyı içeren. Sonunda kitabı dün buldum. Yazar Ahmet Akgül İslami kökenden geliyor. Necmettin Erbakan’ın da eğitiminden geçmiş. Milli Görüş’ün önemli yazarlarındanmış. Adını ilk kez gördüğüm çok sayıda kitabı varmış. Gelelim kitabın 278 ve 279’uncu sayfalarından yapılan alıntıya. Yazar burada ismini vermediği bir AKP’li danışmanla konuşuyor. Belli ki eskiden çok yakın arkadaş olan ikili arasındaki konuşmalar inanılır gibi değil. Çünkü AKP’li danışman Türk subay ve askerlerinin başına çuval geçirilmesi olayının bizzat Başbakan Erdoğan ve yardımcısı Abdullah Gül tarafından bilindiğini hatta bunun için Amerikalıların teşvik edildiğini ileri sürüyor. Gerekçe ise 1 Mart tezkeresinde hükümete yardımcı olmayan Genelkurmay’ın cezalandırılması. Kitap birkaç aydır piyasadaymış. Bugüne kadar kitapla ilgili bir soruşturma açıldığını duymadım. Şimdi gerçekten çok şaşırtıcı olan bu bölümü, hiçbir ekleme çıkarma yapmadan size de aktamak istiyorum: “AKP’yi kuranların ve kurduranların, özellikle Tayyip Erdoğan’ın özel bir önem verdiği danışmanlarından ve operatörlerinden biri ile yemekte karşılaştık. Tam bir panik havasındaydı. ‘Hayrola işleriniz iyi gitmiyor galiba!’ dedim. - AKP’li: Tezkere krizinde oldu ne olduysa, büyü o zaman bozuldu, beklediğimiz sonuç çıkmadı, sonrasını zaten biliyorsunuz. - Katılmıyorum, Edelman’ın YSK’ya ziyareti, Londra, Washington, New York, Dubai ve bazı şehirlerde daha AKP kurulmadan önce verilen sözler sonunuzu hazırladı. Devleti tanımadan, Anayasal organlardan ve milletten gerçek anlamda bir olur almadan küreyi yerinden oynatacak kararları alabileceğinizi sanmak çocukçaydı. Bu durum AKP’yi bitirdi. - AKP’li: Hayır, bizi Özkök Paşa ve Paşalar bitirdi. Tezkere krizinde ne yapacağımızı bilemedik. Sorduk ne yapılmalı diye; ‘İktidar sizsiniz, karar almak sizin işiniz, biz kararı uygularız’ dediler. - Ama zaten siz orduya sormadan informel olarak her türlü garantiyi vermiştiniz. Asıl hata o değil mi? - AKP’li: Tamam her türlü garantiyi ve tavizi verdik ama ABD’nin Doğu ve Güneydoğu’ya tam yerleşeceğini bilmiyorduk. Yani, ABD ve İngiltere Türkiye’yi işgal edeceklerdi, paniğe kapıldık. - Ama ABD’lilere bu garantinin AKP’nin kurulması aşamasında verdini - AKP’li: Evet, çok yanlış yaptık. - Peki o halde Özkök Paşa’nın ve Paşaların suçu ne? - AKP’i: Onlar diyebilirlerdi ki; ‘Tezkerenin çıkmasına karşıyız.’ Ancak asker kararı bize bıraktı! - Normal, demokrasilerde zaten böyle olmaz mı? - AKP’li: Tamam da, tezkerenin faturasını sonunda AKP’ye kesti ABD’liler. Asker, ‘tezkereye karşıyız’ deseydi, parti ile ABD değil, ABD ile TSK karşı karşıya gelecekti, biz yırtacaktık!? - Özkök Paşa ve Paşalar size tezkere çıkarmayın demedi mi? - AKP’li: Hayır demedi ama cesaret edemedik! - ABD, Türk askerlerinin başına çuval geçirdi ama ceza olarak?! - AKP’li: Yahu o olayı hiç sorma. O Wolfowitz’in halt yemesi. Bizimkiler (AKPliler), ‘tezkerenin öcünü TSK dan alalım’ diye ona akıl vermiş! - Yoksa sizin danışman arkadaşlarınızdan biri ve İstanbul’da iki işadamı Wolfowitz’e asıl suçlu AKP değil, TSK demiş olmasın? Çünkü Amerika’ya söz verdiği gibi AKP tezkereyi çıkaracaktı! TSK’yı cezalandırma teklifi, iki işadamı ve bir danışmandan gitmedi mi? - AKP’li: Çok büyük, çok fahiş bir hata yaptık zaten Wolfowitz Türk ordusunu bizimkilerin teklifi üzerine cezalandırmaya karar verdi. - Tek başına mı? - AKP’li: Yok canım, Tayyip Erdoğan ve ve Gül’le paylaşıldı, onlar da ‘olur’ dediler. - Yani Wolfowitz’in, ABD’nin bu çokbilmiş danışmanının ve İstanbul’daki iki işadamının: ‘Türk ordusunu cezalandırma önerisine’ Tayyip Erdoğan ve Gül ya da Eş Genel Başkanlar ‘Evet’ mi dedi? - AKP’li: Maalesef öyle!... Tayyip ile Gül’ün gezileri bu plana göre ayarlandı. O gün Tayyip Erdoğan Rize de, Gül de Kayseri’de olacaktı. Çok ters bir şey olursa ikisi ABD’liler tarafından alınacaktı. Bu planı Wolfowitz hazırlamıştı. - Ne tür bir terslik bekliyordunuz? - AKP’li: Tayyip Erdoğan ve Gül’e yönelik askeri bir hareket olabilir diye düşündük. - Yani AKP üst yönetimi, AKP’nin yıldız danışmanı ve İstanbul’daki iki işadamı Türk askerlerinin başına çuval geçirileceğini biliyor muydu? - AKP’li: Evet tabii... Yanılmıyorsam bir de emekli bir Paşa biliyordu. - Hiçbir kimse çıkıp ta Tayyip ve Gül’e bunun sonuçlarının çok ağır olabileceğine ilişkin görüş bildirmedi mi? - AKP’li: Tezkerenin mecliste reddedilmesine çok kızmıştık. ABD Savunma Bakanı arkamızdaydı. Kendimizi çok güçlü hissediyorduk! - Ordunun sessiz kalacağını mı düşündünüz? - AKP’li: Biz değil, Wolfowitz öyle düşündü. Türk askerlerinin başına çuval geçirilince, Genel Kurmay Başkanı Özkök ve diğer Kuvvet Komutanı Paşaların, o günkü harekatın nöbetçisi Büyükanıt’ın isifa edip emekli olacaklarını öngörmüştük. Eğer o gün paşalar istifa etseydi, bizim Genel Kurmay Başkanımız hazırdı. - Kimdi? - AKP’li: Onu söylemem.” VATAN 25.06.2007 .... KTÜ'de Cumhuriyet mitingi gibi mezuniyet töreni Karadeniz Teknik Üniversitesi'nin (KTÜ) 40. dönem mezuniyet töreninde cumhuriyet mitingilerini aratmayacak görüntüler yaşandı. Törene katılanlar Futbol Federasyonu Başkanı Haluk Ulusoy'un katkılarıyla dağıtılan 4 bin Türk bayrağını sallayarak mezuniyet törenine bayram coşkusu kattı. Törende konuşan Rektör ibrahim Özen, terör eylemlerini nefretle kınadığını belirterek, "Tek devlet, tek millet, tek vatan ve tek bayrak ülküsünden asla vazgeçmeyeceğiz. Ne Mutlu Türküm diyene" sözleriyle konuşmasını bitirdi. Tören 10. Yıl Marşı eşliğinde kep atmayla son buldu. Milliyet25.06.2007 .... ETRÜKSLER TÜRK İTALYANLAR DA TÜRK ÇIKTI İtalya'da Türk kanı çıktı 18 Haziran 2007 Pazartesi 12:00 Haber Avrupa medyasından. Ciddi bir bilimsel araştırmanın sonuçları şaşırttı... Guardian, ''Etrüks uygarlığının nihayet gün ışığına çıkan sırrını'' yazdı... Roma İmparatorluğu'dan önce İtalya'nın Toskana dahil orta bölgelerinde hüküm sürmüş Etrükslerin Ataları bulundu. Esrar perdesini Avrupalı genetik bilimciler çözdü. Buna göre Etrüksler'in DNA'sı Türkler ile aynı... Guardian bu haberi, İtalyanların atası ''Günümüz Türkiye'si'' diye duyurdu. Cumartesi günü Avrupa İnsan Genetiği Konferansı'nda sunulan araştırma sonuçları, Guardian'a göre bilimsel yönden çok güçlü bulgulara dayanıyor. Etrüks kalıntılarından yola çıkarak DNA örneklerini çeşitli bölgelerin halklarıyla karşılaştıran bilimadamları, en yakın genetik benzerliğin Batı Anadolu'da bulunduğunu ortaya çıkartıyor. Öyle ki bazı testlerde Türk DNA'sı ile birebir aynı çıktı. Guardian'ın ifadesiyle, Toskana bölgesindeki İtalyanların genetik akrabalarını İtalya'nın başka yerlerinde değil, İzmir dolaylarında aramak daha doğru. // ... TERÖRÜ LANETLİYENLERİ TERBİYESİZLİKLE SUÇLAYAN R.T. ERDOĞAN'A CEVABI TÜRK MİLLETİ VERECEK Milliyet ... Rezil Fısıltının Ardındakiler? Sebahattin ÖNKİBAR Dün cemaat medyasında çalışan eski bir arkadaşım aradı: - “Korkunç bir rezilliğe şahit oluyorum..” Hayırdır dememle devam ediyor: - “Bu kadarına da artık pes diyorum. Aşağılık fısıltılar yayıyorlar.” Ne gibi fısıltılar? - “Tek kelime ile alçaklık. Neymiş efendim, terör AKP’yi engellemek için derin devlet tarafından bilinçli bir şekilde yaratılıyormuş. Daha açık ifadeyle patlayan mayınların derin devlet tarafından patlatıldığını söylüyorlar. En önemlisi bunu her tarafa kitleler halinde yayıyorlar.” Ben şaşırmadım. Öyle çünkü siyasal İslamcılarla, kendilerine cemaat diyen o menfaat güruhlarını iyi tanıyorum.. Aslında ben değil toplumun önemli bir bölümü bunları biliyor da hafızalar zayıf. Onlar değil midir, dar-ül harp deyip devleti talanı cihat görenler. Onlar değil midir, amacıma erişmek için papaz elbisesi bile giyerim diyenler. Onlar değil midir mukaddes dinimizi ve şanlı peygamberimizi siyasi ve ticari ranta dönüştürenler. Bir başka şey, samimilerini tenzih ederim ama kendilerine cemaat diyen o kesimlerin önemli bölümü dış istihbarat birimlerinin kontrölündedir... Hayır bu bir yakıştırma ya da komplo teorisi değil, o cenahta 10 küsür yıl yönetici olarak görev yapmış biri olarak bilgilerimin ışığında söylüyorum. Dolayısı ile o cenahın böyle söylentileri yaymasını, işini yapıyor diye değerlendirmek gerekiyor. Bu olayla altı çizilecek husus, Siyasal İslamcı çevrelerde paniğin uç verdiğinin ortaya çıkmasıdır. Evet AKP seçim öncesinde destek bağlamında; ABD tamam, AB tamam, İsrail tamam, TÜSİAD tamam, masonlar tamam, medya tamam derken ilahi takdiri dikkate almamış olacak ki tamam olmayan bir şey zuhur etmiştir. Evet herkesin bir hesabı var da Yüce Yaradanın da bir hesabı vardır. 20 küsür yıldır Türkiye’nin belası olan PKK alçaklığı şimdi ülke güvenliğiyle paralel olarak AKP’nin de yolunu kesmiştir. Bu öyle bir kesmedir ki AKP’li üst tabaka artık şehit cenazelerine bile alınmamakta, dün büromuzun önünde şahit olduğumuz gibi bakanların makam araçları bile caddelerde protesto edilmektedir. Evet geldiklerinde sıfır noktasında devralıp umursamaz ve tavizkar politikaları ile cesaretlendirdikleri PKK ihaneti bugün toplumu ve devleti tehdit eder bir noktaya gelince şimdi bundan seçim sonuçlarını etkiler diye ürkmeye başladılar.. Neymiş efendim; kan üzerinden politika yapılamazmış. Neymiş efendim; şehit tacirleri varmış. Yetmedi, el altından, kundaktaki bebeleri bile gülümsetecek komiklikte bu terörü derin devlet yapıyor fısıltıları. Vallahi Kurtuluş Savaşı sürecinde İngiliz emperyalizmi ile işbirliği yapıp Türke kefen biçen Şeyh Sait bile böylesi bir rezilliğin içinde olmadı. Hayır Türkiye’nin öncelikli düşmanı Barzaniler, CIA’lar, Mossadlar, Sarkozy’ler değil, onların Türkiye’deki acentaları yani bu malum güruhtur... .... İstismar... Yılmaz ÖZDİL Hep aynı laf: "İstismar etmeyin..." Yani? "Yuhlamayın..." Deniyor ki, "cami avluları, bir partinin gençlik kollarına mensup tiplerle dolduruluyor, amigo gibi bağırtılıyor, provokasyon yapılıyor." Soralım o halde... Danıştay katliamından sonra, aynı camide, aynı bakanlar yuhlandı, kafalarına bardak fırlatıldı... Ülkücü müydü onlar? Danıştay katliamından sonra, bakanlar yuhlanıp, kafalarına bardak fırlatılınca... O dönemin Genelkurmay Başkanı olan, sizin yere göğe sığdıramadığınız Hilmi Özkök, "halkın tepkisi, hakikaten takdir edilmeli, ama bir günle kalmamalı, daimilik kazanmalı" demedi mi? Hilmi Özkök, hangi partinin gençlik kollarına mensup? Abdüllatif Şener... MHP'li mi? Neden öbür bakanların taziyesi bile kabul edilmezken, onun eli "onurlu bakan" diye sıkılıyor? Şehit eşleri provokatör mü? Ve, birkaç soru daha... Alt tarafı, kendi otomobilinin yerine bir başkası parketti diye, plakasını nal gibi yazıp, yarım sayfa "böyle hayvanlık olur mu?" diye makale döşenenler... Neden şimdi, "şehit haberlerini büyütmek doğru değil" diye akıl veriyor? İş arkadaşı otobüs altında kalınca, "bu şoförü asın" diye yazanlar... Neden şimdi, "sağduyu çağrısı" yapıyor? Şehit cenazesinde öfkesine yenilip, bağıranlara, "yakışıksız oldu, istismar oldu" diye ağız burun kıvıran yazarlarımız... Neden, "subaylar niye hiç ölmüyor" diye sorana, bir satır olsun dokunmadınız? Son bir haftada 16, son bir ayda 30 şehit verdik... Hükümet'i kınayanları kınıyorsunuz... Şu AB'yi neden kınamıyorsunuz, "iki kelimeyle bile kınamıyor" diye? Çocuğunu taa Amerikalar'da okutan arkadaş... Şehit binbaşı oğlunun, 5 gün sonra ÖSS'ye nasıl gireceğini merak ediyoruz... Sen etmiyor musun? Yok mu bi burs murs? Uzatmayayım... Şehide kahrolmanın, haykırmanın, partisi, sağcısı solcusu olur mu kardeşim? Aklınızı mı yitirdiniz siz? Zaten gelmiyorsunuz cenazeye... Acımıza karışmayın bari. .... Atina'ya KKTC Bayrağı Dikildi İnternethaber/ Sedat Tunalı : Çeyrek yüzyıldır, KKTC'ye izolasyon uygulattıran Yunanistan'a müthiş bir gol atıldı. "Dost dediğimiz" ülkeler tarafından dahi tanınmayan KKTC bayrağı Atina'nın göbeğinde dalgalandırdı. İllegal ya da bir korsan gösteri ile değil... Resmi delegasyonu ve bayrağı ile... Dahası Yunanlılar da paşa paşa KKTC'yi ağırlamak zorunda kaldılar. Peki nasıl oldu bu olay diyorsanız, anlatalım... Türk Kızılay'ı yaptığı atılımlar ile uluslararası Kızılhaç-Kızılay Federasyonlarının yönetimini oluşturan 5 ülkeden biri olmayı başardı. Bunun anlamı şuydu; Türkiye’nin onayı olmadan hiçbir uluslararası organizasyon düzenlenemezdi! Bu yetkiyle “donanan” Türk Kızılayı, Genel Başkan Tekin Küçükali önderliğinde hemen harekete geçti. Geçtiğimiz Mart ayında Atina’da yapılması planlanan “Federasyon Akdeniz Bölge Toplantısı”na , alışılageldiği üzere Kıbrıs’ın tek bir ülke ve bayrak altında çağrılmasına karşı olduklarını ilan etti. Dahası Türk Kızılay'ı olarak toplantıya katılmayacağını, dolayısıyla da toplantıların yapılamayacağını bildirdi. Bunun üzerine harekete geçen Kızılhaç-Kızılay Federasyonları Yönetim Kurulu Başkanı İspanyol Juan Del Toro, Türkiye’nin talebinde haklı olduğunu ve KKTC’nin “gözlemci” statüsüyle toplantılara katılabileceğine karar verdi. Türk Dışişlerine başvurarak, KKTC Türk Kızılayı’ndan iki isim için gerekli olan belgeler kısa sürede hazırlatıldı ve iki KKTC temsilcisi KKTC Delegesi statüsüyle iki gün boyunca Atina’da ağırlandı. Türk Kızılayı Genel Başkanı; KKTC’li delegelerin Yunanistan’da olası engellenişlere karşı her türlü tedbirleri aldıklarını, yaka kartından ülke delegasyon tanıtım formu ve bayrağına kadar tüm doneleri önceden hazır ettiklerini ve sonuçta KKTC bayrağını Atina’da dalgalandırdıklarını belirterek “Yunanistan’ın elinden çok büyük bir kozu barışın yumuşak eli kanalıyla aldık ve acımasız ambargoyu deldik, bundan sonrası diplomatların işidir” dedi. Türk Kızılayı’nın önderliğinde Atina gönderine çekilen KKTC bayrağı, iki gün boyunca dalgalandı. KKTC delagasyonu da Yunanlılar tarafından zoraki olsa da ağırlandı. Sonrasında ise Yunanistan karıştı. Yunan hükümeti KKTC bayrağının Atina’da dalgalanmasının sorumlusu olarak gördüğü iki Yunanistan Kızılhaç görevlisini azletti. Yunanistan, kendi açısından büyük bir iç çalkantıya neden olan KKTC bayrağı konusunu uluslararası kamuoyuna olabildiğince az yansıtmaya çalışarak bu krizi aşmaya çalışıyor.//internethaber 07 Haziran 2007 Perşembe
  15. AKP BİZİ 1 AVUÇ DOLARA MI SATTI? Hükümet 1 milyar dolar karşılığında Kuzey Irak’a müdahale etmeyeceğine ilişkin bir uluslararası anlaşma imzaladı" CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, hükümetin “1 milyar dolar karşılığında hiçbir şartta Kuzey Irak’a müdahale etmeyeceğine ilişkin bir uluslararası anlaşma” imzaladığını söyledi. Baykal’ın sözleri, Genelkurmay Başkanı’nın Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon için siyasi karar istemesine rağmen hükümetin tezkere çıkarmaması nedeniyle Dubai anlaşmasıyla ilgili tartışmayı yeniden alevlendirdi. IRAK'A MÜDAHALENİN "G" GÜNÜ GELDİ Mİ? 2023 DERGİSİNİN BU AYKİ KAPAK DOSYASINDA OLASI IRAK OPERASYONU ENİNE BOYUNA KONUNUN UZMANLARINCA ELE ALINMIŞ. ÇARPICI TESPİTLERİN VE CİDDİ ÖNERİLERİN YAPILDIĞI ARAŞTIRMA YAZILARININ BULUNDUĞU BU SAYININ SUNUŞ YAZISINDA ŞUNLAR İFADE EDİLİYOR. "Dış destekli PKK – Kongra Gel terörünün ülkemiz genelinde oluşturduğu öfke, terörle mücadeleyle geçen 25 yılın tesiriyle zaman zaman yerini sükûta bırakmışsa da, hiçbir zaman dinmemiş ve terör faaliyetinin maksadının hâsıl olacağı bir yılgınlık, bıkkınlık ortamı Türkiye’de oluşturulamamış / oluşturulamayacaktır. Türk toplumu geçen süre zarfında sergilediği kararlı ve sağduyulu tavrıyla, Türkiye’nin terör vâsıtasıyla teslim alınmasına, dönüştürülmesine müsaade etmeyeceğini, oyunu kuran çevrelere göstermiştir. Tabiî ki geçen süre zarfında Türk toplumunun olayı algılaması ve verdiği tepkilerde bir değişim olmuştur; ama bu değişim, Türkiye’nin üniter yapısından taviz verilmesi yönünde bir kanaate doğru değil bilakis üniter yapının korunmasına ilişkin artan bir hassasiyete doğru evrilmiştir. PKK – Kongra Gel terörünün Türkiye’deki toplumsal dinamiklerden, sosyal ve iktisadî sorunlardan beslenerek varlığını sürdürdüğü, bu yönde atılacak olumlu adımlarla terörün önüne geçileceği yönündeki söylemler, son 5-6 senede atılan adımların netice vermemesiyle inandırıcılığını yitirmiştir. Bu söylemi dillendirenlerin AB’ye üyelik yolunda yürümeyi reçete olarak sunması ve toplumu da bu yönde belirli oranda ikna etmeleri, zaman zaman oluşan sükûtun başka bir izahıdır. Fakat, AB’ye üyelik yolunda atılan adımların Türkiye’nin sorunlarının alt edilmesine değil derinleşmesine yol açtığı; AB’nin, kat edilen mesafe nispetinde, Türkiye’ye karşı tavrının menfileştiği görülmüş ve bu proje uyarınca yapılması gerekenlerin, terör başta olmak üzere, Türkiye’nin sorunlarına merhem olmayacağı toplumun geniş kesimleri tarafından anlaşılmıştır. Muhakkak ki, PKK – Kongra Gel terör örgütünün çökertilmesi için alınması gereken sosyal ve iktisadî tedbirler olmalıdır, fakat bunlar çözümün sâdece bir ayağını oluşturmaktadır. Ama ondan daha mühimi, başta ABD olmak üzere, küresel aktörlerin PKK – Kongra Gel’e verdiği desteği kesmek ve PKK – Kongra Gel’i kullanarak Türkiye’yi sevk edemeyeceklerini, dönüştüremeyeceklerini kararlı bir şekilde onlara göstermektir. 11 Eylül saldırısı sonrasında “terörle savaş”a başlayan ABD’nin Türkiye’nin terörle mücadelesini engellemeye çalışması, hatta PKK – Kongra Gel terörüne kimi zaman aleni kimi zaman gizli destek vermesi, sorunun asıl çözümünün nerede olduğunu da bize işaret etmektedir. Müttefik, hatta stratejik ortak olduğumuzu iddia ettiğimiz ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte Türkiye’nin güvenlik algılamasında ciddî bir değişim yaşanmıştır. Irak’tan kaynaklanan güvenlik algılaması Saddam zamanında PKK – Kongra Gel ile sınırlı idi ve Türkiye gerek sıcak takip gerek bölgedeki yerel oluşumların kullanılması sûretiyle bu soruna çözümler üretiyor, etkin bir şekilde PKK – Kongra Gel ile mücadele ediyordu. Fakat ABD’nin Irak’ı işgali; hem PKK – Kongra Gel, hem Irak’ın kuzeyinde ilân edilmeyi bekleyen sözde kukla devlet ve hem de Irak’ın parçalanması ihtimalinin beraberinde getirdiği birbiri ile iç içe geçmiş tehdit algılamalarıyla Türkiye’yi karşı karşıya getirmiştir. Bu yeni durumda Türkiye, bir yandan PKK – Kongra Gel’in Irak’ın kuzeyinde müttefikinin gözü önünde terörist faaliyetlerini sürdürmesine, bir yandan yine müttefikinin desteği ile palazlanan aşiret reislerinin haddini aşan beyan ve niyetlerine tahammül etmek, öbür yanda da Irak’ın parçalanmasının bölgede oluşturacağı boşluğun kimler tarafından nasıl doldurulacağını ve kimleri içine çekecek bir girdap oluşturacağını plânlamak zorundadır. Bağdat ve civarının güvenliğini dahi tesis etmekte başarılı olamayan Bağdat Hükümeti’nin üstünden bu sorunlara Türkiye’nin çözüm üretmesi mümkün değildir. ABD’nin çözüm olarak sunduğu, başından beri bir oyalama olarak nitelendirilen Terörle Mücadele Koordinatörlüğü de, Edip Başer’in görevden alınmasıyla, zaten hiçbir zaman kazanamadığı işlevselliğini bütünüyle yitirmiştir. Bu durumda Türkiye’nin yeni güvenlik tehditleri karşısında kendi plânlamasını yapması ve tarafları ya ikna ya da icbar yoluyla kendi güvenlik endişelerini minimuma indirecek faaliyetlere yönlendirmesi elzemdir. Irak’taki kaosun ve istikrarsızlığın doğurduğu ortamdan beslenen PKK – Kongra Gel terör örgütü ülkenin içinde bombalar patlatarak sivillerin, yine uzaktan kumandalı mayınlarla Mehmetçiğin canına kastederken, Türkiye’nin gerek BM, gerek Ankara Anlaşması’nın kendisine tanıdığı meşru müdafaa hakkını kullanmamasını kimse bekleyemez. Şüphesiz, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra gerek PKK – Kongra Gel’i, gerek Irak’ın kuzeyindeki aşiret reislerini kullanmak sûretiyle Irak’ın içindeki ateşe Türkiye’yi çekmeye çalıştığı yabana atılacak bir iddia değildir. Hatta daha aşırı yorumlarda bulunularak, bir Türkiye-ABD savaş potansiyelinden ya da Türk askerinin Irak’ın kuzeyinde ABD’nin istihbari ve mühimmat desteğini alan unsurlarca ağır zayiatlara uğratılacağı endişelerini de dile getirenler de bir ölçü de haklı olabilirler. İç politik gelişmelerle paralel olarak sınır ötesi operasyonun gündeme getirildiği iddialarını düşünenlerin de varlığı bu bağlamda değerlendirildiğinde saygıyla karşılanabilir. Fakat bütün bunlar, her gün bir yenisi eklenen şehit cenazelerinin toplumda oluşturduğu infiali engellemeye yetmemekte ve ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte giderek netleşen yeni güvenlik tehditlerini ortadan kaldırmamaktadır. Genelkurmay Başkanı üst üste yaptığı açıklamalarla, güvenlik algılamalarındaki değişime dikkat çekmiştir, bu konuşmalar askerin güvenlik tehdidi olarak sâdece PKK – Kongra Gel’i görmediğinin ifâdeleriyle doludur. “Bugün, açıkça ifâde edeyim, müttefik olduğumuz ülkeler arasında PKK terörüne dolaylı ve doğrudan destek veren ülkeler de vardır” beyanı Genelkurmay Başkanı’na âittir. Bu ifâdeler, kurmay aklın yeni güvenlik tehditlerinin analizini yaptığını ve buna göre stratejik bir plânlama içerisine girdiğini bize göstermektedir. Kamuoyuyla paylaşılan bilgiler bile yeni bir döneme girildiğinin işaretlerini içerirken, askerin siyasî iradeyle bunları paylaşmadığını düşünmek doğru olmaz. Askerin görevi, ülkenin mâruz kaldığı/kalacağı güvenlik tehditlerini analiz etmek ve bunları karar mercii olan siyasî iradeye sunmaktır. Bundan sonrası için sorumluluk siyasî iradedir. Siyasî irade ya bunun gereğinin yapılmasını isteyecek ve stratejik plânlama uyarınca konunun ekonomik, sosyal ve uluslararası boyutunu yönetecek ya da bunu dikkate almayacaktır. Her iki hâlde de sorumluluk siyasî iradedir. Bugün tartışılan sınır ötesi hareket konusunda askerin Meclis kararı istemesi bu bağlamda bakıldığında doğrudur. Bu kararı alıp almama sorumluluğu ise tamamen siyasi iradededir. Türkiye bugün, dünün aktörleri yine devrede olmakla birlikte farklı bir güvenlik tehdidi ile karşı karşıyadır. Yukarıda da söylediğimiz gibi iç içe geçmiş süreçler olarak okunacak bu güvenlik tehdidinin gereğince bir sınır ötesi harekât yapılması plânlanıyorsa maksat sâdece PKK – Kongra Gel’in elimine edilmesi değil, oyunu onun üstünden kuranlara yine onun üstünden bir cevap vermektir. Kurmay aklın kötümser senaryoları dikkate almadığını düşünmek ya bölgenin en güçlü ülkesine karşı yürütülen psikolojik harbin başarılı olduğunun ya da daha ağır ve tevili olmayan bir zihin kaymasının göstergesidir… Tabiî ki Türkiye’nin risk analizlerini iyi yaparak bu kararı alması lâzımdır ama bu karar medya aracılığı ile yürütülen tartışmalarla alınmaz. Siyasî iradenin Başbakan’a bağlı olduğunu vurguladığı TSK’nın başıyla medya aracılığı ile konuşma lüksü yoktur. Türkiye ciddî bir dönemden geçmektedir. Sınır ötesi operasyon yapmanın barındırdığı riskleri iyi analiz edenlerin operasyonu yapmamanın getireceği riskleri de iyi analiz etmesi gerekmektedir. Ülkenin güvenliğini sağlamakla vazifelilerin yaptıkları analizler, başta PKK – Kongra Gel olmak üzere ülkenin mâruz kaldığı yeni güvenlik tehditlerine karşı alınması gereken tedbirleri içermektedir. Buna karşı karar verecek olan siyasî irade eğer sınır ötesi operasyona gerek görmüyorsa, bu tehditleri bertaraf etmek adına alacağı önlemleri açıklamalı ve bir an önce uygulamaya koymalıdır. Askerî operasyondan önce Habur sınır kapısının kapatılması, asfaltsız yolların bir an önce asfaltlanması, teröre destek veren ülkelerin ekonomik ve uluslararası yaptırımlarla bu faaliyetlerinden vazgeçmeye zorlanması, Irak’taki yeni komşumuz ABD’ye teröristlerin elinde bulunan patlayıcıların kaynağının sorulması vs. gibi tedbirler alınması gerekiyorsa, bu, ABD ile “Stratejik Ortak Vizyon Belgesi”ni imzalayan Hükümetin ve BOP’un eşbaşkanlığını yaptığını söyleyen Başbakan’ın vazifesidir. Eğer Hükümet her iki yola da gerek yok diyorsa çözümünü artan terör olaylarının infiale sürüklediği Türk milletine açıklamalıdır." AKP mitinginde Askere Yumruk Basına Silah Başbakan Erdoğan'ın katıldığı TOKİ'nin anahtar teslim töreninde olay Başbakanlık Toplu Konut İdaresi (TOKİ) tarafından Niğde'deki evlerin anahtar teslim töreninin yapılacağı alanda eğitilmiş köpeklerle arama yaptıran Jandarma Üsteğmen Türker Doğru, alandan çıkmak istemeyen TOKİ Basın Danışmanı Uğur Dülekalp tarafından yumruklandı. Olaya karışan Dülekalp ile yine TOKİ'de görevli Sadık Toylu gözaltına alındı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da katılacağı tören alanına güvenlik şeridi çeken jandarma, içerde köpeklerle arama yapmaya başladı. Jandarma, bu sırada tören alanında gezen kişileri de dışarı çıkartmak istedi. Bazı televizyon kanallarının canlı yayın hazırlığı yaptığı bölgede bulunan TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar'ın da dışarı çıkması istendi. Ancak Erdoğan Bayraktar dışarı çıkmak istemeyince araya Basın Danışmanı Uğur Dülekalp girdi. Alanda güvenlik önlemi alan jandarma timine komuta eden Üsteğmen Türker Doğru, devreye girerek Erdoğan Bayraktar ve yanındakilerin dışarı çıkmasını isteyince, aralarında tartışma çıktı. Tartışmanın bir anda alevlenmesi üzerine TOKİ Basın Danışmanı Uğur Dülekalp, Üsteğmen Doğru'yu yumrukladı. Üsteğmen sendeleyip yere düştü. Diğer askerlerin araya girmesiyle etkisiz hale getirilen Uğur Dülekalp ve TOKİ Basın Danışmanlığı'nda görevli olduğu ileri sürülen Sadık Toylu gözaltına alındı. Niğde İl Jandarma Komutanı Naci Aydın, tören alanındaki olayın sorumlularının belirlenmesini istedi. Koruma-gazeteci gerginliği Niğde’de Başbakan Erdoğan’ın korumaları ile gazeteciler arasında da tatsızlık yaşandı. Erdoğan’ı izleyen gazetecileri taşıyan minibüs, konvoyun arasına girince korumalarla gazeteciler arasında tartışma çıktı. Minibüsü konvoydan çıkması için uyaran korumalar, istekleri yerine gelmeyince içinde Hürriyet yazarı Yalçın Bayer, Bugün muhabiri Sedat Şimşek, Star yazarı Hadi Özışık’ın bulunduğu minibüsün yolu kesildi. Silah doğrultarak minibüsü durduran bir koruma, aracın kenara çekilmesini istedi. Koruma görevlisi, gazetecilerin itiraz edip, Başbakan’ı izlediklerini açıklaması üzerine de silahını şoförün başına doğrulttu. Gazeteciler buna tepki gösterirken, koruma aracına binip yoluna devam etti.
  16. BAHÇELİ: AKP YUNAN'DAN DAHA FAZLA TAHRİBAT YAPTI Afyonkarahisar'da vatandaşlara seslenen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, AKP ve Başbakan Erdoğan'ı sert dille eleştirdi ve "AKP, iktidarı süresince, Yunan'ın buradan çekilirken verdiği tahribatın fazlasını size yaşattı" dedi. Başbakan Erdoğan'ın, AKP mitinglerinde Cumhurbaşkanı Sezer'i memleketi Afyonkarahisar'da yuhalattığını belirten Bahçeli, "Böyle bir makamı, ihtirasın uğruna, Türk milleti ve devletinden intikam almak için ayaklar altına alamazsın. Bu makam, inatlaşmanın, kavganın alet edileceği bir makam olmamalı. Kriz ve kaosa sürükleyecek hesaplaşmaya alet edilmemeli " diye konuştu. Afyonkarahisar'da coşkulu bir kalabalığa hitap eden Bahçeli sözlerini şöyle sürdürdü: "Aylardır Ana uçağı, Oba helikopteri AKP için çalıştı. Ey Başbakan en iyisi sen seçim yasaklarından muaf ol; herşeyi kullan, ye, iç, uç. Bunlar senin son günlerin. Sen yüce yargıya ifadeni şimdiden hazırla. Sabah 14.07.2007 AKP'NİN YALAN RÜZGARLARI Behiç KILIÇ AKP, özellikle büyük şehirlerin ilan panolarına afişler asmış, sırıtan suretler... Milletin gözünün içine baka baka yalan söylüyorlar. Faturaları görüp de çıldırmayan varsa içinizde, alın elinize eski-yeni faturaları, yakın bi cigara, arkanıza yaslanın. Başlayalım mı? * “4,5 senedir doğalgazı zamsız ödüyorum... Yola devam...” 2002’de doğalgaz 225 bin lira idi, şimdi 525 bin lira. Yüzde 134 artmış. * “4,5 senedir elektriği zamsız ödüyorum... Yola devam...” Eylül-2002 tüketim miktarı 538 kwh olan faturaya 42,84 YTL ödemişim. Haziran-2007 Tüketim miktarı 553 kwh olan faturaya 20 Temmuz’da 86,65 YTL ödeyeceğim. Artış yüzde 115. “4,5 senedir suyu zamsız ödüyorum... Yola devam...” Kasım 2002’de 10 m3’e kadar metreküpü 57 Ykr, Haziran-2007’de metreküpü 1,13 YTL, artış yüzde 100 Kasım 2002’de 11-30 m3 arası 1,01/ m3 YTL, Haziran-2007’de 2,91/m3 YTL, artış yüzde 300. * Bak, iyi niyetli olduğumdan, posta caddesinde 60 YTL’ye satılan doğalgaz saati için aldıkları 300 dolar haracı, 50 YTL’ye satılan kartlı su sayacına aldıkları 300 YTL haracı, hangi partiye yüzde 30 “hibe” olarak verildiğinden hiç bahsetmiyorum bile. Şimdi fesadın biri çıkıp sayaç işini “Dünür Albayraklar” yapıyor diyebilir, aman ha...cıs. * “4,5 senedir ekmeği zamsız ödüyorum... Yola devam...” Ekim-2002’de 230 gr ekmek 150 bin liraydı (15 Ykr), şimdi 150 gr ekmek 500 bin (50 Ykr). Yani 2002’de 1 kg ekmek 600 bin iken, şimdi 3.500, yani tam tamına 6 kat artmış. “Kira öder gibi ev sahibi oldum... Yola devam...” 2002’de kiralar ortalama 350 idi, 2007’de oldu 700. 700 bin taksiti en az 20 sene ödeyecek. Aldığı maaş 800. Eh 100 lirayla bol bol geçinir artık. 20 yıl sonra ev olacak harabe. Garip de seviniyor “kiradan kurtuldum” diye. Elindeki 30 milyar parayı kaptırdığı da cabası. * “Okul kitaplarını bedava alıyorum, Yola devam...” Evet haklısınız, misyonerler de bedava kitap dağıtıyor. Dağıttıkları kitapları okutan bir tek öğretmen yok. Yardımcı kitaplarla idare ediliyor. “Hak din İslam’dır” ibaresinin çıkarıldığı, “Budizm, Hristiyanlık, yahudilik, putperestlik, mecusilik, atesizlik...” gibi dinlerin, İslam ile eşit mesafede anlatıldığı bir kitabı okutmak için Din dersi hocasının, İmam Hatip’ten değil, Kasımpaşa-Heybeliada Ruhban okulundan mezun olması gerekir. * Bütün bunları açıklayabiliyorum da, şu afişi anlayamadım. Bir öğrenci resmi var... Hanım hanım gülümsüyor... “Önümdeki engeller kalktı... Artık okula rahatça gidiyorum...Yola devam...” Allah Allah, bunlar “namusumuz” deyip, “bu sadece yüzde 1’in sorunu” şeklinde kıvırdıkları başörtüsü meselesini hallettiler de benim mi haberim yok? Bu afişi anlayan varsa lütfen bana da anlatsın. * Bana göre, AKP afişlerinin en anlamlısı da şu. Tayyibin oldukça makyajlı hali konmuş afişe. Yalvarıyor... “...Birlikte başardık... Yarım bırakma...” Bunu okuyunca ne yalan söyleyeyim, aklıma, “Delikten süpürmeyin, kullanın, yarım bırakmayın” lafı geldi. Benimki de fesatlık işte. Aldırmayın. Uzattık galiba? Kısa keselim. Evet 4,5 senedir bunlar iktidarda. 4,5 senedir yalan söylüyorlar. * Haklarını yemeyelim, bunların zamanında artmayan şeyler de oldu. Mesela işçi, memur maaşı. Mesela çiftçinin ürün fiyatı. 2002’de 350 bin olan buğday fiyatı, Allah var, hiç artmadı. Fesatlık edip de, 2002’de 3 kilo buğday ile bir litre mazot alınabilirken, 2007’de 8 kilo buğdayla ancak bir litre mazot alınabiliyor, demeyin, olur mu? Yerimiz kalmadı, Gübre işine hiç giremedik. Eh benden bu kadar. Gübre temizliği de 22 Temmuz’da inşallah. Evet yazı bu. Okuyalım ve sandığa gidelim... Karar bizim; “Yola devam etsinler mi etmesinler mi?” ne diyorsunuz? 13.07.2007 Tercüman .... AYDIN MENDERES: AKP KARARMIŞ BİR AMPULDÜR GERİDE bıraktığımız 4,5 yılın çok önemli iki özelliği bulunmaktadır. Bu iki özellik, söz konusu zaman dilimini daha önce yaşadığımız hiçbir döneme benzetilemeyecek kadar farklı kılmaktadır. Bunlardan bir tanesi AKP’yi kuran milli görüşçülerin geçirdiği büyük dönüşümdür. Diğeri ise Türkiye’nin, muhalefetin yetersizliği dolayısıyla yaşanan muhalefetsizlik sendromu diyebileceğimiz durumdur. Bu yazımda birincisini, gelecek yazımda ise ikincisini ele alacağım. Böylece seçimlere iyice yaklaştığımız şu sırada hem iktidar partisini, hem de muhalefet partilerini tekrar bir değerlendirmiş olacağım. Değişim değil, dönüşüm DEĞİŞEN şey bütün niteliklerini kaybetmez. Kendinden tamamen farklı bir şeye dönüşmez. Sadece çeşitli özellikleri değişir. Özü ve “ne”liği aynı kalır. Dönüşümde ise söz konusu olan şey o kadar değişmiştir ki, ortaya apayrı başka bir şey çıkmıştır. Kafka’nın “Dönüşüm” adlı romanını hatırlayınız. Romanın kahramanı Gregor Samsa, bir sabah yatağında uyandığı vakit kendisini bir hamam böceği olarak bulur. Dönüşüm böyle bir şeydir. 2000’lere kadar milli görüşçü olarak söyledikleriyle, iktidar olununca AKP olarak yaptıklarını kıyaslayınca her nedense aklıma hep Gregor Samsa gelmektedir. Uzağa gitmeye gerek yoktur. AKP Hükümeti, PETKİM’i Yahudiler’e sattı. Böyle bir şey AKP’lilerin milli görüşçü ve RP’li oldukları dönemde gerçekleşseydi Türkiye’de kıyamet kopardı. Söylenmedik kalmazdı. İktidar düşerdi. En azından Cuma namazından sonra Sultanahmet, Fatih ve Yeni Camii çıkışında çok büyük gösteriler olurdu. Bugün çıt bile çıkmamıştır. Sadece AKP dönüşmedi, o dönüşünce Türkiye’deki her türlü İslamcılık ve İslamcı muhalefet de buharlaştı. Bu gelişme AKP’li eski milli görüşçülerin dönüşümünün en önemli sonucudur. Bir başka ifadeyle Amerika ve AB için Türkiye’de kendi yanlısı bir iktidarın bulunmasından, İslamcı bir muhalefetin ortada kalmamış olması çok daha büyük bir mutluluk kaynağıdır. Hele hele dünyanın şu döneminde. AKP Batı için her ikisini de sağlamış durumdadır. Nur’dan ampule DÜNKÜ milli görüşçü ve bugünkü AKP’liler, eskiden görüşürken sık sık ayet ve hadis okurlardı. Erdoğan geçenlerde bazı gazetecilere “Onu biz değil Hoca yapardı” dese de kendisi de okurdu. En fazla okuduğu ve her konuşmasında tekrarladığı ise “Ne yaparsanız yapın Allah nur’unu tamamlayacaktır” mealindeki ayetti. Erdoğan, AKP kurulduktan sonra bu ayeti okumuyor. Niçin bilmiyoruz. Acaba bu arada biz farkında olmadan Allah nur’unu tamamladı da, Tayyip Erdoğan onun için mi o ayeti okumuyor? Yoksa bunun daha uzun bir zaman alacağı bilgisi sanki Erdoğan’ın kalbine düştü de onun için mi vazgeçti? Yoksa kendisi bunu beklemekten mi caydı, ya da artık kimseyle paylaşmak mı istemiyor veya buna lüzum görmüyor; bilmiyoruz. Bu arada bildiğimiz bir şey varsa o da AKP’nin ambleminin bir ampul olduğudur. Bu bir tesadüf mü? Büyük bir aydınlık kaynağı olan “nur”un yerini bir “ampul”cük mü aldı? Bunu da bilmiyoruz. Ama “nur”dan bahsetmenin bırakılıp, “ampul”ün amblem yapılmasına bakacak olursak Erdoğan ve AKP’lilerin dönüşümünü “Nur’dan Ampule” diye özetleyebiliriz. Kararmış bir ampul BUGÜNLERDE AKP’nin gazetelerdeki reklâmlarına bakıyorum. Seçmenin mühür vuracağı ampul kararmış. Simsiyah olmuş. Ampulden çıkan ışıkları göstersin diye yapılmış ve ampulü çevreleyen yedi tane üçgen ise bir ışık huzmesinden çok doğrudan doğruya bir dikene benziyor. Renk de siyah olunca ampul ampul olmaktan çıkmış, bir kaktüse dönüşmüş durumdadır. Herkes bilir: Kararmış bir ampul, patlamış bir ampuldür. 22 Temmuz seçiminde AKP’nin ampulünün sönmeyeceği anlaşılıyor. Ama ya sonrası? Seçimden sonra ise Kıbrıs, Irak, Musul ve Kerkük, terör, Ermeni tasarısı ya da bir başkası, AB, Amerika ve IMF derken Türkiye’nin bütün siyasal fay hatlarında nice büyük gerilimler yaşanacağını bu köşede hep yazdık. Kim bilir, belki de AKP’nin reklâmlarını yapanlara seçimden sonra AKP’nin başına gelecekler malum (!) oldu da ampulü şimdiden kararttılar. 11.07.2007 Tercüman ... AKP'Yİ MHP KORKUSU SARDI 23 Temmuz sabahı Mecliste 3 partinin yer alacağı kesinleşti: MHP, CHP, AKP. Diğer taraftan MHP + CHP nin 276 tıyı aşma ihtimali her geçen gün güçleniyor. Böyle bir ihtimal ise AKP lileri kara kara düşündürüyor. Çünkü böyle bir durumda AKP liler çok iyi biliyorlar ki, hemen dokunulmazlıklar kaldırılacak ve başta AKP nin tepe yöneticileri olmak üzere yaklaşık 150 ye yakın AKP li vekile yargı yolu açılacak. Bu ise AKP nin tamamen siyasi idamı anlamına gelecek. İşte AKP lilerin uykusunu yaklaşan bu güçlü ihtimal kabusa dönüştürüyor. MHP ye bu yüzden saldırdıkça saldırıyorlar. Bazı dini görünümlü siyasi cemaatlerin de MHP karşısında adeta çıldırmalarının esas sebebi de bu. Görünen o ki korkunun ecele faydası olmayacak. AKP bu korkunç durumdan kendini bir süreliğine de olsa kurtarmak için Cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 silahını bu kez kendisi kullanmayı planlıyor. Böylece AKP ülkeyi Sonbaharda seçime götürecek. Halbuki bu ikinci seçimden MHP nin tek başına iktidar çıkması adeta kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Yani AKP yağmurdan kaçarken doluya tutulacaktır. Hadi hayırlısı...10.07.2007 ..... İŞTE EN SON TAHMİN... Partiler ve aldıkları oyun yüzde olarak dağılımı MHP:26.5 AKP: 26.2 CHP:26.1 DP:8.1 GP: 8 BAĞIMSIZLAR: 3 DİĞERLERİ:2.1 Bu sonuçlara göre meclise üç parti ve bağımsızlar giriyor. Bu oy oranına göre partilerin kazanacağı milletvekili sayısı da şöyle oluşuyor: MHP:183 AKP:183 CHP:165 BAĞ:19 .... TÜRKİYE'DE "HUKUK" YAŞIYORMU? BİLİNDİĞİ GİBİ Türkiye Büyük Millet Meclisi, cumhurbaşkanını seçemediği için erken seçime zorlandı. 22. Yasama Dönemi seçim kararıyla sona erdi. Bu yasama döneminde kanunlaşamayan tüm taslak ve tasarılar kadük hale geldi. Anayasa değişikliği de referandum süreci tamamlanmadığı için aynı akıbete uğradı. Yani bırakın yürürlük hesaplarını, aslında referanduma bile sunulamaz.” BU KONUDA “Galatasaray Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Anayasa Hukukçusu Prof. Necmi Yüzbaşıoğlu şu yorumu yapıyor: 'Bir yasama döneminde yapılacak olanlar yapılır, bu diğer yasama dönemini bağlamaz. 22 Temmuz'da bakarız sonuçlandırılmış kanunlar var mı diye. Kanun nasıl sonuçlanır? Resmi Gazete'de yayınlandıktan sonra sonuçlandırılır. Ama 22 Temmuz'a yetişmemiş. Kanun sonuçlandırılmadığına için YSK'nın kanunun kadük olduğuna karar vermesi ve 'referandum yapılamaz' demesi beklenir.' Ama burası Türkiye.... HUKUKSUZLUKTAN en fazla şikayet edenler genellikle yargıya en fazla karışanlardır. O yüzden bekleyelim, görelim YSK ne diyecek. Bakalım bu ülkede yargıç kalmış mı?" SEÇİM 21 EKİMDE YAPILSIN MİLLETİN ÖNÜNE İKİ SANDIK KONSUN Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanı Sezer ve CHP’nin anayasa değişikliği paketinin iptaline ilişkin başvurusuna “hayır” dedi. Söz konusu karara beraberinde yeni bir tartışmayı da başlattı.: 22 Temmuzda oluşacak olan meclis 11. cumhurbaşkanını seçebilirse ve 21 Ekimde yapılacak halk oylamasında cumhurbaşkanını halkın seçmesi onaylanırsa seçilen cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıl mı olacak, 5 ay mı olacak? Anayasa paketinin içindeki cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini düzenleyen maddede “11. cumhurbaşkanının seçimi” ifadesinin de yer aldığını söyleyen bazı hukukçular referandumdan “evet” çıkması durumunda yukarıdaki tartışmanın alevleneceğini iddia ediyorlar. Bu iddiayı ortaya atanlar, böyle bir karmaşık durumu ortadan kaldırmak için 22 Temmuz seçiminin 21 ekime ertelenmesinin çok faydalı olacağını, seçmenin önüne iki sandık koymaya çalışanların da istediğinin böylece gerçekleşmiş olacağını ifade ediyorlar.
  17. AKP'yi Asker Bildirisi Kazandırdı 22 Temmuz 2007 Pazar 23:48 AK Parti'nin galibiyeti dış basında. İşte, dünya basınının gözüyle seçim... Dünya basını kesin zafere giden AK Parti’nin İslami köklerine dikkat çekerken, Avusturya’nın devlet televizyonu ORF, “Genelkurmay’ın bildirisi kazandı” yorumunu yaptı. NY Times’a göre de sonuçlar, geleneksel sisteme atılmış bir şamar oldu. Amerikan Associated Press (AP) ajansı: AK Parti'nin genel seçimleri kazandığını duyurduğu haberinde, Ankara ve İstanbul'daki partililerin sevinç gösterilerini aktardı. Yeni Meclis'in ilk görevlerinden birinin cumhurbaşkanını seçmek olduğunu hatırlatan AP, ayrıca yeni Meclis'in bölücü örgütün şiddet eylemleri gibi sorunlarla karşı karşıya olduğunu belirtti. Reuters ajansı: Seçim sonuçlarının, cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının ardından erken seçim çağrısı yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için moral bir zafer olacağını belirtti. Haberde, ekonomistlerin, mali piyasaların bu sonuçları olumlu karşılayacağı değerlendirmesi de yer aldı. NY TIMES: GELENEKSEL SİSTEME ŞAMAR Amerikan New York Times, gazetesi seçim sonuçları konusundaki ilk haberinde, “Sonuçlar, geleneksel sisteme atılmış bir şamar oldu. Geleneksel sistemin laik ve milliyetçi partileri, seçmenin, Erdoğan’ın partisini İslamcı olduğunu öne sürdükleri çizgisi nedeniyle cezalandıracağını tahmin ediyorlardı. Erdoğan’ın partisi oyların çoğunu alsa da, Meclisi iki muhalefet partisi ve bir dizi bağımsızla paylaşacak" yorumunu yaptı. Fransız haber ajansı AFP: AK Parti'nin seçim başarısını "iktidar partisi için ezici zafer" başlığıyla verdi. Ajans, seçimin cumhurbaşkanlığı seçimi krizini çözebileceğinin ise kesin olmadığını belirtti. AFP, erken seçim sonucunun, hükümete güçlü bir güvenoyu anlamına geldiği yorumunu da yaptı. ABD: Medya kuruluşları, Türkiye'de AK Parti'nin seçimi büyük farkla kazandığını duyurdu. ABD'de yayımlanan gazetelerin ve CNN gibi televizyon kanallarının internet sitelerinde, Reuters ve AP'nin haberlerine dayandırılan haberlerde, AK Parti'nin kesin olmayan sonuçlara göre yüzde 48 oy alarak büyük zafer kazandığı ve 5 yıl daha Türkiye'de hükümette olacağı kaydedildi. Fransa: Televizyon kanalları, akşam ana haber bültenlerinde AK Parti'nin seçim başarısına geniş yer verdi. TF1, France2 ve France3 televizyon kanalları, AK Parti'nin açık farkla yarışı CHP ve MHP'nin önünde bitirdiğini ve Meclis'te güvenoyu almak için yeterli çoğunluğa sahip olduğunu duyurdu. France2 televizyon kanalı, "Türkiye'nin enerji koridorlarının kesiştiği bir bölgede bulunduğunu" hatırlattı ve "AB için Ankara'nın Rusya karşısında doğalgaz ihtiyacı için önemli ve vazgeçilmez bir ortak olacağı" yorumunu yaptı. Avusturya: DevletTelevizyonu (ORF) Türkiye'deki genel seçim sonuçlarını, "Erdoğan'ın açık zaferi" olarak verdi. Türkiye'deki genel seçimleri ana haber bülteninde ilk haber olarak veren ORF, "İlk sonuçlara göre, muhafazakar AK Parti'nin, hükümeti tek başına kuracağının anlaşıldığını" bildirdi. Seçimleri izlemek üzere Ankara'da bulunan ORF muhabiri Friedrich Ortnerise, "Genelkurmay Başkanlığı'nın hükümete yönelik 27 Nisan tarihli uyarı mektubu ve Kemalistlerin yaptığı Cumhuriyet mitinglerinin AK Parti ve lideri Recep Tayyip Erdoğan'a oy kazandırdığı"nı ileri sürdü. İnternet haber
  18. 27 NİSAN SÜRECİ VE GÜL 27 Nisan’da ne oldu? Muhtıra verildi. Kim verdi? Asker. Kime verdi? AKP’ye ! Neden verildi? Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına aday yapılmasına! 22 Temmuz’da ne oldu? AKP neredeyse iki kişiden birinin oyunu alarak iktidar oldu. Abdullah Gül’e göre bunun tercümesi, halk kendini Çankaya’da görmek istiyor. Peki Gül Çankaya’ya çıkabilecek mi? MHP yolu açtı. Çıkabilir. O zaman Gül tamam diyebilir miyiz? Diyemeyiz! Neden? Tayyip Erdoğan düşünüyor da ondan! Neyi düşünüyor? Abdullah Gül’ü aday yapıp yapmamayı! İyi de o Tayyip Erdoğan değil miydi seçim süreci boyunca meydanlarda Gül’ün adaylığını istismar edip kitleleri ajite eden! Öyle ise şimdi neden patinaj yapıyor! Verilmiş sözü var mı dediniz! Kime? Derin devlete! İyi de Erdoğan derin devleti şikayet ederek iktidar olmadı mı? Oldu ise böyle bir sözü vermek neyin nesidir! Değilse yani söz verilmediyse bu suskunluk niçin? Sadece Erdoğan değil, pek çok AKP’li Gül için, adayımızdır diyemiyor. İlginçtir AKP medyası da bu konuda düt yemiş bülbül misalidir. Evet tramvay demokratları cevap verin, Gül aday mı değil mi? Görüyorsunuzu onlar susuyor, cevabı biz verelim: Gül için adayımızdır diyemiyorlar, zira belli ki angajmanları var. Peki angajmanlarını yok sayıp Gül’ü aday yaparlarsa ne mi olur? 27 Nisan süreci devam eder. Böyle bir süreç de çok anlamları içerir ve ciddi sonuçlar getirir. Sonuç: Kapalı kapılar ardında Gül olmayacak taahüdü yapılırken, meydanlarda Gül’ü aday yapmadılar istismarını sürdürürseniz böyle bir tabloyla yüzyüze gelirsiniz!.. Ne diyelim, İlahi Adalet...Yeniçağ 31 .07.2007 Bahçeli'nin, yalancı pehlivanı ters köşeye sıkıştıran hamlesi İsrafil KUMBASAR CUMHURBAŞKANLIĞI seçimleri sürecinde son ana kadar kamuoyunu ‘çelik çomak’ oyunları ile meşgul eden Tayyip Erdoğan, kendisi ‘bedelini’ göze alıp ortaya çıkmaya cesaret edemeyince, ‘kardeşim’ diye sırtını sıvazladığı Abdullah Gül’ü yerleştirdi topun ağzına. Bir taşla iki kuş birden vurmayı planlayan Erdoğan’ın hesabı, geceyarısı Genelkurmay’ın Sanalağ (internet) sitesine indirilen ‘muhtıra’ ile bozuldu. Sözde ‘karşı muhtıra’ ile zevahiri kurtardığını zanneden Erdoğan, can simidi olarak bu kez Erkan Mumcu’nun “Cumhurbaşkanı’nı halk seçsin” önerisine sarıldı. Ankara kulislerinde, ‘AKP’nin kapatılması’ ve ‘askerin müdahele edeceği’ söylentileri ciddiyet kazanınca, ‘durumdan vazife çıkarıp’ soluğu Dolmabahçe’de aldı. *** Tayyip Erdoğan, kapalı kapılar arkasında yaptığı çetin pazarlıklar neticesinde ‘deliğe süpürülmemesi’ karşılığında, kendisinden istenilen ‘bütün talepleri’ yerine getireceğini, hatta muhtıraya hedef olan Gül’ün seçim sonrasında ‘yeniden aday gösterilmeyeceği’ sözünü verdi. Ankara’da yapılan MGK zirvesi öncesinde askerler, “Hükümet ile aralarında herhangi bir sorun olmadığını” açıklayarak tavırlarını nötürleştirdiler. ‘İşarete göre’ yön değiştiren ‘TÜSİAD patronları’, bir kez daha AKP’ye destek vermekte karar kıldılar. Rotayı ‘merkeze’ çeviren Erdoğan, verdiği sözler karşısında, ileride sorun çıkarabilecek ‘Milli Görüş’ çizgisine mensup bütün isimleri tasfiye etti. Sandıktan çıkan sonuç ne olursa olsun, yeni Cumhurbaşkanı’nı ‘uzlaşma’ ile seçeceklerini açıkladı. *** Erdoğan, seçim kampanyasını Abdullah Gül’ün adaylığı üzerine kurdu, stratejisini “Eşi başörtülü olan dindar bir Cumhurbaşkanı seçtirmediler” söylemi üzerine oturttu. Bazı cemaatler ve tarikatlar tarafından ‘fısıltı gazetesi’ yolu ile desteklenen kampanya, Anadolu’nun en ücra noktalarına kadar yayıldı. Nitekim, daha önce merkez sağ partilere oy veren bir köye giden bir arkadaşımız, aynı zamanda akrabası olan köylülerden birisine soruyordu: - “Hangi parti oy vereceksiniz?” Aldığı cevap şok ediciydi: - “Dindar bir Cumhurbaşkanı seçcez gari” *** Top artık Erdoğan’ın kucağındaydı. Ya güç odaklarına verdiği sözün arkasında duracak, ya da meydanların sesine kulak vererek Abdullah Gül’ü yeniden aday gösterecekti. Yeni planını “MHP’nin CHP ile birlikte Meclis’e girmemesi” ihtimali üzerine kurdu. Nasıl olsa bir seçim daha olacaktı. Meydanlarda bu kez kendisine karşı olan kitlelere, “Bakın elimizdeki güce rağmen uzlaşmadan yana tavır koyduk” diyecek, kendisine rey verenleri de “Ne yapalım, MHP, CHP ile birlik olup Meclis’e girmedi. Sorumlu MHP’dir, gereğini yapın” diye bir kez daha kandıracaktı. Medyadaki destekçileri, “AKP, artık uzlaşma aramalı” diye kamuoyunu yönlendirmeye başladılar. ** “Abdullah Beyin tavrı benim için önemli” diyen Tayyip Erdoğan’ın bir yolunu bulup kendisini ‘satışa getireceği’ endişesine kapılan Abdullah Gül, alelacele kameraların karşısına geçerek beklentisini açıkladı: - “Meydanların sesini görmezden gelemem.” Ancak, ne olur ne olmaz ihtimaline karşı, açıkça “Adayım” diyemedi. İşte bu noktada, daha önce partinin ileri gelenlerine “Cumartesi gününe kadar Cumhurbaşkanlığı hakkında hiç kimse konuşmasın” diye yasak koyan Dr. Devlet Bahçeli, aynı gün o sürpriz hamleyi yaptı: - “Cumhurbaşkanlığı seçimi için Meclis’e gireceğiz. Bu beklenmedik hamle, Erdoğan’ın bütün planlarını altüst etti. *** ‘Yetkili kurullara’ danışmadan aldığı kararın üslubu tabii ki tartışılır. Ancak, Bahçeli’nin 18 Nisan seçimlerinin ardından yaptığı “DYP ve FP biraz dinlensin” açıklaması ne kadar yanlışsa, 22 Temmuz’dan sonra yaptığı ‘beklenmedik hamle’ de o derece doğru sayılır. Bahçeli, trübündeki büyük taraftar desteğine rağmen Erdoğan’ın bir kez daha taca atmaya çalıştığı ‘ateşten topu’, yeniden sahanın içerine fırlattı. Artık top, bir kez daha Erdoğan’ın kucağında. Madem ki, meydanlarda milletin karşısına çıkıp, “Abdullah kardeşimi engellediler” diye mağdur edebiyatı yaparak bütün oyları silip süpürdü. O halde şimdi o meydanların sesine kulak vermek zorunda. Aksi takdirde ne mi olur? AKP dağılır. Yeniçağ 31 .07.2007 .... 'SEÇİMİN TEK MAĞLUBU AĞAR VE BAYKAL MI?' Türk Silahlı Kuvvetleri gibi; sadece dünyanın en cesur silahlarını değil, aynı zamanda en donanımlı beyinlerini barındıran bir yapının ürete ürete, AKP'yi %47 ile iktidara taşıyan bir muhtıra üretmesinin ciddi bir açıklamasını Genelkurmay'ı yönetenler Türk Milleti'ne borçludur. Behiç Gürcihan'ın yazısı. Genelkurmay'dan Kim İstifa Edecek? Hiç birimizde yatımıza Fenerbahçe bayrağı çekip tatile çıkacak hal kalmadı. Hayatımızın ; yatsız ve mutabakatsız bu safhasında; AKP'nin %47'sini görmüş Tuncay Özkan gibi bakıyoruz birbirimize. "İki kişiden biri" psikozu ile boğuşmaktayız. Gereğini yapanlar var. Ağar istifa etti. Övülesi bir davranış ama Ağar'ı övme işini, bu konuda daha tecrübeli olan Perihan Mağden'e bırakıyoruz (Bkz: Tahtıravelli Ülkesinde 1 Perihan Mağden Kaç Ağar Eder) Aldığımız duyumlara göre; Baykal'da istifa edecekti ama Rodosluların yoğun baskısı sonucu vazgeçti ve Türk siyasi tarihine geçecek o meşhur açıklamayı yaptı. Peki istifayı düşünmesi gereken başka bir yer yok mu? Bu seçimin tek mağlubu Ağar ve Baykal mı? Tabiki hayır. Bu seçimde alınan sonucun bir numaralı müessibi ve toplum karşısında ve kendi içinde samimi bir özeleştiri tavrı sergilemesi gereken yegane kurum varsa o da Genelkurmay'dır. 08 Mayıs'ta yazdığımız Bir Muhtıra Çevresinde Danseden İki Devlet Adamı başlıklı yazıda altını çizmiştik: Kötü bir kompozisyon tadında yazılan ve dosta düşmana; bu ülkeyi yönetme iddiasında olan kurmayların ülkenin karşı karşıya olduğu tehlikeyi ne kadar yüzeysel okuduklarını ilan eden "Muhtıra"; bütün zamansızlığı , üslupsuzluğu ve içeriksizliği ile beş temel vektöre hizmet etmiştir: 1) Tayyip Erdoğan'a seçim öncesinde partisindeki kontrol dışı unsurları dizginlemesi 2) Kamuoyu oluşturma mekanizmalarına; Tayyip Erdoğan'a ayak bağı olan bu unsurları sevimsizleştirme fırsatı vermesi 3) Yaşar Paşa'nın alt kadroları nezdinde çok değerli bir zamanı kazanması 4) Tayyip Erdoğan'ın seçmenine dönüp, "mağduru" ve "demokrasi kahramanını" oynaması ve dolayısı ile mevcut oylarını kemikleştirirken; düşüş trendini yükselişe çevirmesi 5) AKP'ye ; Kürt kökenli seçmene; "sakın maceraya kalkışmayın yoksa bakın muhtıralarının sonuna durup dururken "Ne Mutlu Türküm demeyen düşmanımızdır" gibi ibareler yerleştiren asker amcalara sizi veririz" mesajını verme şansı tanıması. Sanmayın ki; uzun zamandır savunduğumuz bir tez olan; "Genelkurmay Türk Silahlı Kuvvetlerini yönetemiyor" tezinin her seferinde bir kez daha kanıtlanmasından memnunuz. 2003 yılında Hac Yolunda Değil, Haç Yolunda başlıklı raporumuz ile ortaya koyduğumuz ve daha sonra TSK ile AKP'nin Gölge Dansı (13 Ocak 2003) ; Türkiye'de Pentagonizasyon Süreci (22 Ağustos 2003) ; Gladio Ürünü İslamcılık ve Kürtçülüğün Yeniden İnşaasında Koza Olarak AKP (20 Ağustos 2005) ; Askerleşen Entellektüeller, Entellektüelleşen Askerler, Salak Yerine Konan Millet (28 Ekim 2004) ; Kurmayın Zekası İmamın İmanı Tekleyince (21 Temmuz 2006) ; Erdoğan - Büyükanıt Ekseninde İki Entellektüel (25 Ağustos 2006) gibi bir çok yazı ile; Dolmabahçe Mutabakatına gelip dayanan bu hazin süreci irdelemeye çalışıyoruz. Yaşar Paşa'ya yazdığımız mektupları saymıyorum bile...(Yaşar Paşa'ya Mektup IV - Emperyalizmin A, B, D -si ) Takdir edersiniz ki; bu yazılarla Genelkurmay'ın derin sevgisini kazandık. Periyodik olarak sevgilerini göstermeye devam ediyorlar. Ama hala ne kendi içlerinde, ne de Türk Milleti'ne karşı samimi bir özeleştirinin en ufak bir emaresini göstermiş değiller. AKP gibi bir partiyi; %35'lerden aşağı doğru yönelmişken ve en önemlisi tabanında ciddi sorunlar yaşamaya başlamışken; demokrasi havarisi konumuna sokup, tabanını kemikleştirip, kitleler nezdinde mağduriyet primini toplamasına yardım etmek en hafif tabirle basiretsizliktir. Karşı dinamiklerin, Cumhuriyet mitinglerini "postalla" eşleştirmesini kolaylaştıran bu vahim zamanlama hatasının, basit bir basiretsizlik olmadığını zaman ortaya çıkaracaktır. Bütün bunlar sonucunda; bırakın siyaset mühendisliğini; Genelkurmay'ın siyaset teknisyenliği yapacak kadar bile kendi toplumunu ve dinamiklerini bilmediği bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri gibi; sadece dünyanın en cesur silahlarını değil, aynı zamanda en donanımlı beyinlerini barındıran bir yapının ürete ürete, AKP'yi %47 ile iktidara taşıyan bir muhtıra üretmesinin ciddi bir açıklamasını Genelkurmay'ı yönetenler Türk Milleti'ne borçludur Bugüne kadar siyasal İslam'ı besleyen onlarca toplumsal dinamiği; ister OYAK olsun, ister kontrolündeki vakıflar olsun, emrindeki onlarca mekanizma ile topluma serpeceği bir çok eğitim/istihdam/vs. odağı ile bertaraf edebilecekken; (Bkz: Coşkun Ulusoy OYAK'ın yurtlar kurmasına neden karşı çıktı? Yurtlarda Hollandalılar kalacak olsa, aynı direnci gösterir miydi?) ; bugün Siyasal İslam'a karşı duruş sergiliyormuş gibi yapmak kimseye inandırıcı gelmemektedir. Yıllardır "stratejik müttefik", "Atatürk'ün gösterdiği hedef" olarak nitelendirdiği AB-D'yi; bugün PKK'ya silah sağlamakla suçlamak ilkokul çocuklarının bile mantık duvarlarında eriyip gitmektedir. OYAK satılırken; Muavenet vurulurken; Irak bölünürken, başına çuval geçirilirken sesini çıkarmayanların; Türkiye'de ürete ürete "türbanlı kız" üzerinden siyaset üretmesi ve sesini yükseltmesi , siyaseti ne kadar sığ bir düzlemde algıladıklarını ortaya koymaktan başka bir işe yaramamaktadır. Daha da vahimi; Genelkurmay; bugüne kadar, Türkiye adına bir uzun vadeli, kapsamlı ve yerli bir Güvenlik Politikası üretip, kamuoyunun değerlendirmesine sunamamıştır. Genelkurmay Başkanlarının yaptığı durum değerlendirmelerine Plato'nun Devlet'i muamelesi yapan medyanın varlığı bu eksikliği örtse de; AB-D'nin konjonktürel ihtiyaçları doğrultusunda değişen küresel güvenlik terminolojisinin Türkiye'nin şartlarına uyarlanarak , tercüme edilmesi; Türk Ordusu'nu Afganistan'a, Lübnan'a en gözde birliklerini yollarken, Güneydoğu'da mayınlara bir telaş içinde çözüm arama noktasına getirmiştir. "ABD'ye karşı Rusya"; "İsrail'le birlikte Çin" gibi bulunan "denklemsel" çözümler; ABD aşıldığı noktada bile, sorunun temelinde yeralan "müttefiksiz asla" psikolojisinin aşılamadığını göstermektedir Eğirdir'de gerçekleştirilen halkla ilişkiler faaliyetleri ; Ertuğrul Özkök, Mehmet Ali Birand, Taha Akyol gibi gazeteci süsü verilmişlerin varlığı olmadan hiç bir anlam ifade etmez. O faaliyetlerde hiç kimse size gerçek, sorulması gereken sorular sormaz. "Bugüne kadar özel şirketlere akıttığınız milyonlarca dolar kaynak karşılığında üretilen araçların zırhı ne durumda?diye sorup canınızı sıkmaz. Ya da tutup; "Türkiye'deki 500 büyük ailenin oğulları nerelerde askerlik yapmaktadır, daha doğrusu yapmakta mıdır?" gibi terbiyesizliklere muhatap olmazsınız. Türk Komandosunun dağlardaki kahramanlığını ışığı sadece sizi değil, gerekirse bütün kör noktaları sorgulayıcı gözlerden saklar ama bu Türk Askeri'nin özündeki Türk Evladı'na olan cevap borcumuzu geçersiz kılmaz. Şu çok iyi bilinmelidir ki; "aman TSK'yı yıpratmayalım" gerekçesi; bu gerekçe ardında her türlü verimsizliklerini ve basiretsizliklerini saklamaya çalışanları sonuna kadar koruyamayacaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri'ni en çok; üniformanın kutsallığı ile üniformanın içindekinin faniliğini değiş tokuş etmek isteyenler yıpratmaktadır. Halkın içinden çıkan bir ordunun, tepeye vardığında çevresini; NATO standartları, oligarşik ilişkiler, stratejik müttefikler ile kuşatılmış bulmasının dinamikleri sorgulanmadan; ne Hudson rezaletini, ne e-muhtıra hezimetini, ne de yattaki Fenerbahçe bayrağını anlamamız mümkün olacaktır. Bir Türk Vatandaşı olarak üzülerek tespit etmek durumundayız ki; Genelkurmay; küresel siyaset mühendislerinin; AKP üzerinden kurguladıkları makro siyaset mühendisliğinin araç kutusundaki bir unsura dönüşmüştür. "Türkiye'nin en büyük ihraç malı ordusudur" diyen ve bir kere olsun TSK'yı yıpratmakla suçlanmayan Soros'un bunu bizden daha önce görmüş olduğu anlaşılmaktadır. Zamanında "Internet korkakların yeridir" tespitinde bulunan Yaşar Paşa'nın döneminde Internet'e konulan o e-muhtıra ; Soros ve gibilerinin Türkiye'ye akıtacağı milyarlarca dolar fona bedeldir. NATO stratejilerine bağlılığı düşünce eksenlerinin ana kulvarı haline getirenler; NATO'nun bu coğrafyada kurguladığı proje AKP ile örtüşünce tarihi bir çelişkiler yumağı içerisinde kendilerine yeni bir rota belirlemeye çalışırken; Millet nezdinde de görüntüyü idare etmeye çalışmaktadırlar. E-muhtıra ve "çete operasyonları" ; bu bağlamda aynı makro operasyon madalyonunun iki yüzüdür. E-muhtıra yüzü; AKP'nin yelkenlerini şişirerek; BOP Projesinin en değerli kadrolarını toplum üzerinde psikolojik firavun konumuna yükseltirken "Ulusalcı Çete Operasyonları" yüzü; birileri için , Ağustos şurası öncesinde çok değerli hareket alanları açmıştır. Bu hareket alanları; 2020'lerin General kadrosunu şimdiden düşünen AB-D'nin fazlası ile işine gelecek ve "ulusalcı-çeteci" yaftası bahane edilerek; Tayyip Erdoğan'ın Milli Görüş gömleğini çıkarmasından daha hızlı bir şekilde, kadrolarda gömlek değişimine gidilecektir Dolayısı ile Dolmabahçe mutabakatı; biri 22 Temmuz, diğeri 30 Ağustos olmak üzere iki ayaklıdır. Bu açıdan bakıldığında; bizim; "e-muhtıra hatası yüzünden kim istifa edecek?" diye soru sormamız bile naiftir. Internet üzerinden yayınlanan o e-muhtıra; anlaşmanın taraflarının istediği sonucu fazlası ile vermiştir. Birileri görevlerine Baykal kararlılığı ile; "oylarını yükseltmiş olarak" devam edecektir. Beylerbeyi mutabakatı, Dolmabahçe mutabakatı deşifre edilmiş kimin umurunda...[/size]
  19. AKP Gerginliğin Fitilini Ateşledi Abdullah Gül 12 ve 27 Nisan’a rağmen yeniden aday oldu. Genelkurmay’ın tavrı merak ediliyor Başbakan Erdoğan ile birlikte partisinin MYK toplantısına katılan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün tekrar Köşk adayı olduğu açıklandı. MHP ve DTP, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Meclis’e gireceğini duyurdu. CHP, kesin kararını bugün verecek. AKP’nin adayının 28 Ağustos’ta, 276 oyun yeterli olduğu üçüncü turda seçilmesi bekleniyor. 14.08.2007 Yeniçağ Orgeneral Büyükanıt: Sözlerimizin Arkasındayız GENEL KURMAY BAŞKANI BÜYÜKANIT: SÖYLEDİKLERİMİZİN ARKASINDAYIZ KKTC Silahlı Kuvvetler Günü Resepsiyonda gazetecilerin sorularını yanıtlayan Orgeneral Büyükanıt , “12 Nisan'da yaptığınız açıklama, 27 Nisan Bildirisini açıkladınız. Onun arkasında mısınız?” sorusu üzerine şöyle konuştu: “Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşleri günlük olarak değişmez. 12 Nisan'da söylediğimiz şeylerin aynen şu anda da arkasındayız. Zaten söylediklerimizde de anormal birşey yoktu. Herkesin bildiği konular vardı. Ama ben bu akşam burada Kıbrıs için varım. Arkadaşlarım Kıbrıs için var. KKTC halkı için var. Kıbrıs televizyonu nerede? Burada. Ben şahsen Genelkurmay Başkanı olarak Kıbrıs dışında herhangi bir şey konuşmayacağım. Bugüne kadar ne söylediysek arkasındayız. İnanarak söyledik, bilerek söyledik. Ama bugün KKTC Silahlı Kuvvetler Günü'nü kutlamaya geldik. Kıbrıs'ın dışında benim ağzımdan hiçbir laf çıkmaz bu akşam.” Büyükanıt, “Türk Silahlı Kuvvetlerin bildirisinin seçim sonuçlarında etkili olduğu” yönündeki yorumların ifade edilmesi üzerine şu değerlendirmede bulundu: “Bizim araştırma şirketlerimiz filan yok. Elimizde somut veriler olmadan da bir şey söyleyemeyiz. Bu soruya da cevap veremem. Ama benim düşüncem öyle değil. Ama bakın, benim ki de veriye dayalı birşey değil, tahmine dayalı.” AKP, Çankaya’ya yine Gül’ü aday gösterdi Atatürk ilkelerine karşı çıkan Abdullah Gül’ü 12 ve 27 Nisan’a rağmen aday gösteren AKP gerginliğin fitilini ateşledi Gökçek Susuyorsa, Başbakan Yanıtlasın! Meral TAMER Başbakan Erdoğan, parti içi ve dışı, "derin" ve hassas dengeleri tutturmak için ter dökerken, bir de başına Gökçek sorunu çıktı. Ne zaman televizyonu açsam, karşımda çamur deryası içinde yüzen arabalar, sular altında kalan evler ve işyerleri, yarı bellerine kadar suyun içinde eşyalarını kurtarmaya çalışan zavallı insanlar... Sanırsınız ki o görüntüler, Başbakan'ın dediği gibi "dünyada 21. yüzyılın yükselen yıldızı olmaya aday" bir ülkenin başkentinden değil, kişi başına milli geliri 700 - 800 dolar olan, azgelişmiş bir ülkenin kenar mahallesinden... Aslında siyasetin bu denli hararetli gündemi olmasa, kimsenin şu yaz sıcağında televizyon haberlerinin peşine düşeceği yok, ama ne yapalım bu da AKP'nin şanssızlığı! Eh, şans hep AKP'den yana gülecek değil ya... Fatura ödeme zamanı Evet, başta Abdullah Gül ve Bülent Arınç olmak üzere eski "dava" arkadaşlarını küstürmeden "yola devam" etmek, TBMM Başkanı'nı, Cumhurbaşkanı'nı ve hükümeti kazasız-belasız belirlemek için günlerdir yoğun çaba harcayan Başbakan Erdoğan, artık "mesaisinin" bir bölümünü de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'e ayırmak zorunda. Normal bir memlekette, 13 yıl işbaşında olduğu halde bu kadar basiretsiz davranan bir belediye başkanının, anında halktan özür dileyip istifa etmesi gerekir. Ama canım Türkiyem, ne zaman normal bir memleket oldu ki... Ankara bu kadar susuz kalmışken, oy kaybetmemek için seçim öncesinde hiç su kesintisi yapılmaması, herhalde sadece Gökçek'in inisiyatifi değil, AKP üst yönetiminin de isteğiydi. Tıpkı evlere dağıtılan gıda torbaları ve kömürler gibi... Şimdi de faturayı ödeme zamanıdır! Yanıt bekleyen sorular Radikal gazetesi dün Gökçek'e önemli sorular yöneltmiş. Eğer Gökçek susuyorsa Başbakan Erdoğan'a bu soruları yanıtlamak düşer. Hem kendisi de Gökçek'le aynı yıl İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturduğundan ve ilk iş olarak İstanbul'un susuzluk sorununa çare getirdiğinden, bu konuda hayli deneyim ve bilgi sahibidir. Soru 1: Gökçek görevi aldığında kentin su rezervi 2 milyar 850 milyon metreküptü, hâlâ öyle. Başkentin su rezervi neden 13 yıldır hiç artmadı? Soru 2: Arıtma tesisinin 2 ana borusunun birer gün arayla patlamasının nedeni, borulardaki hava alınmadan suyun pompalanması olabilir mi? 2 günlük kesintinin ardından, kente su verilmeden önce, borulardaki hava alınmış mıdır? Soru 3: Ana borular patlayınca, kente su iletecek kanal kalmadı. Ankara, neden tek arıtma tesisine bağlı? Sistemin yedeği niye yok? Soru 4: 250 milyon dolarlık Işıklı Barajı'nın yatırımını "gereksiz" diye reddeden Gökçek, ASKİ'nin 350 milyon dolarını, yol ve kavşak yapımına harcamış mıdır? Gökçek, Ankara'nın üstünü süslerken altını ihmal etmiş midir? Sayın Başbakan'dan ayrıca "zekâ seviyemiz bu kadar büyük afeti öngöremedi"nin ötesinde ciddi bir özeleştiri ve "Ankaralılar anne-babalarını görmeye gitsin, okullar 2 ay geç açılsın"ın dışında çözüm önerileri beklediğimizi de hatırlatalım.9.08.2007 Milliyet ...... Ankara'yı susuz bırakan sadece kuraklık değil ANKARA'DA GÖKÇEK FİYASKOSU Ankaralı 1 Ağustos'tan beri su sıkıntısı çekerken patlayan ana hat boruları nedeniyle başkent sokakları rafting sahasına döndü. ASKİ'nin hesabına göre Demetevler'deki son patlamada, 400 bin kişinin bir günlük ihtiyacı kadar su sokaklarda aktı. Başkentin su rezervi 13 yıldır aynı kaldı. Arıtma tesisinin ana boruları, ihmalden patlamış olabilir. Kentteki arıtma tesisinin yedeği yok. Gökçek nedense susuyor Gökçek, çıkıp konuşmadı. ANKARA - Barajlarındaki su seviyesi yüzde 4'lere kadar düşen Ankara, kuraklığın üzerine bir de milyonlarca başkentliyi tek bir arıtma tesisine bağlayan şehircilik anlayışının sıkıntısını çekiyor. "Kentin ihtiyacını kat kat karşılar" denen İvedik Arıtma Tesisi'nde, önce kentin batı, sonra doğu yakasına giden ana borular üst üste patlayınca, tüm başkentin su kaynaklarıyla bağlantısı kesildi. Biri onarılırken, diğeri patlayan borular yüzünden Türkiye'nin başkentinin tamamına 'en az 72 saat boyunca su verilemeyeceği' açıklandı. Bu, 1 Ağustos'tan beri uygulanan programlı su kesintisi nedeniyle 48 ile 60 saat boyunca susuz kalan Ankara'da bazı semtlerin yaz ortası beş gün susuz kalması anlamına geliyor. Kentin yüksek kesimlerine suyun çıkması bir haftayı bulabilecek. Bu arada Ankara'da 'tedbir amacıyla' başlatılan su kesintilerinin kaldırılması da gündemde. Kentin her yerini 'Avrupa Başkenti Ankara' afişleriyle donatan belediyeden yapılan açıklamada üç ile beş gün arasında değişen bir süre sonra bütün kente 'doyana kadar' kesintisiz su verileceği belirtildi. Üç günde iki patlama 1 Ağustos'ta başlayan su kesintisinin dördüncü günü kentin batısına su taşıyan şebekeyle İvedik Arıtma Tesisi arasındaki ana boru patladı. Macunköy'de araçlar, kaldırımlar tahrip oldu, çok sayıda işyeri ve evi su bastı. Kesintinin altıncı gününde de kentin batı şebekesine su taşıyan ana boru patladı. Demetevler'deki patlama nedeniyle Çiftlik Kavşağı, SSK Blokları, Demetevler 1. ve 2. caddeleri sular altında kaldı. Otomobil, ev ve işyerlerinde ciddi hasar oluştu. ASKİ Genel Müdürlüğü'nden sabah yapılan açıklamada Demetevler'de 2 metre 20 santimetre çapındaki ana borunun tamiri ve suyun tekrar şebekeyi doldurmasının en az 72 saat süreceği, bu süre içinde bütün Ankara'ya su verilemeyeceği açıklandı. ASKİ: Sadece kaza ASKİ Genel Müdür Yardımcısı Bülent Torun, Demetevler'deki patlamanın öngörülen bir olay olmadığını belirterek, "Bu, bir kazadır" dedi. Borunun 20-25 yıllık olduğuna dikkat çeken Torun, "Bu boruların ömrü 50 yıldır. Yine patlama olmaması için suyu yavaş vereceğiz. Böylece boru patlaması riskini en aza indireceğiz" diye konuştu. Patlamada 15-20 bin metreküp (400 bin kişinin bir günlük ihtiyacı) kadar su kaybedildiğini söyleyen Torun, "Programlı su kesintileri sürecek mi" sorusunu "Gelecek günlerde karar vereceğiz" diye yanıtladı. Büyükşehir Belediyesi Basın Müşaviri Avni Kavlak da ASKİ'nin toprağı açıp bütün boruları kontrol etmesinin mümkün olmadığını söyledi. ASKİ ve Büyükşehir, olayı 'kaza' olarak nitelerken, İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) yetkilileri kesinti sonrası verilen suyun ve borulardaki havanın basıncı nedeniyle boruların patladığını iddia etti. Gökçek: İdeolojik gruplara uymayın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, basın bürosu aracılığıyla yaptığı açıklamada halkı uyardı. Ama susuzluk değil 'ideolojik gruplara uymamaları' konusunda. Su kesintilerini bahane eden bazı grupların, eylemler yaparak, ishal ve benzeri hastalıkların yayıldığı iddialarını ortaya atacakları duyumları aldığını belirten Başkan Gökçek şu mesajı iletti: "Halkı paniğe sevk edecek gruplara karşı halkımız duyarlı olsun. Bu ideolojik gruplarla bazı parti temsilcileri su kesintisini, sıkıntısını siyaset amaçlı kullanacaklar. Bunu bilmeyen yok. Bu tip eylemlere karşı belediyemizin duyarsız kalacağının da bilinmesini isterim. Ancak gerçekten mağduriyeti söz konusu olan vatandaşlarımızın direkt olarak belediyemize yapacakları müracaatları değerlendirmek, onların sorunlarını çözmek bizim asli görevimizdir. Yoksa bu tür eylemlere kesinlikle iltifat etmeyiz, önemsemeyiz." Muhalefet 'İstifa ' diye bastırıyor Ankara'daki su skandalına CHP ve MHP'li Ankara milletvekilleri sert tepki göstererek Gökçek'in istifa etmesini veya görevden alınmasını istedi. Yeni Meclis'e sunulan 'ilk' soru önergesi de Ankara'daki susuzlukla ilgili oldu. CHP'li Nesrin Baytok önergesinde Erdoğan'a Gökçek'in istifa edip etmeyeceğini ya da görevden alınıp alınmayacağını sordu. Yılmaz Ateş (CHP): Belediye 1996 yılından beri altyapıya yatırım yapmadı. Daha büyük felaketlerin yaşanmaması için Gökçek'e görevden el çektirilmeli. Tuğrul Türkeş (MHP): Kuraklık konusunda yıllar önceden tespitler yapılmasına rağmen kaynaklar alt ve üst geçitlere harcandı. Gökçek Kanada'dan ağaç getirmek yerine su sorununa eğilmeli. Burhan Kayatürk (AKP): Bu (susuzluk) dünyanın sorunudur. Bununla beraber Büyükşehir Belediye Başkanı başarılı çalışmalar yapmıştır. Herkes biraz sabırlı olmalı. 'Ankara susuz kalmaz' denmişti Devlet Su İşleri'nin (DSİ), meteorolojinin, sivil toplum örgütlerinin yıllardır yaptığı kuraklık ve susuzluk uyarılarını dikkate almayan Ankara Büyükşehir Belediyesi, yılın ilk aylarında gelen kuraklık sinyallerini de reddetmişti. Barajlardaki su seviyesinin kritik noktaya ulaştığı haberlerini değerlendiren Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, kentin su sıkıntısıyla karşılaşabileceği uyarısı yapanlara, "Barajlarda Ankara'ya en az altı ay yetecek su var. Bu süre içinde de Kızılırmak suyu Ankara'ya ulaşacak" karşılığını vermişti. Ancak Kızılırmak suyu Gökçek'in vaat ettiği süre içinde Ankara'ya yetişmedi ve 22 Temmuz genel seçimlerinden hemen sonra Ankara'da programlı su kesintilerine gidildi. 4 soruda fiyasko 1- Melih Gökçek döneminde Ankara'nın su kapasitesinde artış oldu mu? Melih Gökçek, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini Murat Karayalçın'dan devraldığında Ankara'nın su rezervi 2 milyar 850 milyon metreküptü. Gökçek'in 13 yıllık belediye başkanlığı döneminde bu rakamda herhangi bir artış söz konusu olmadı. Kavşakkaya Barajı'nın bitirildiği açıklandı ama, o baraja su taşıyacak dereler kuruduğu için, söz konusu barajda su tutma işlemleri henüz başlamış değil. Ankara'nın eski belediye başkanı Karayalçın, 13 yıldır Ankara'nın ihtiyacı olan su kapasitesinin artırılmadığını söyledi. Karayalçın, ASKİ'nin su sorunu dışında hemen her şeyle ilgilendiğini iddia etti. Karayalçın, "Eğer ASKİ, DSİ'nin planına uysaydı, bugün su sorunu yaşanmaz, kesintiler olmazdı. Sıkıntıların tamamını Gökçek yönetiminin ihmalkârlığı yüzünden yaşıyoruz" dedi. 2- Ana su borularının patlaması kaza mı yoksa beceriksizlik mi? ASKİ Genel Müdür Yardımcısı Bülent Torun, su borularının patlamasının öngörülebilir bir durum olmadığını belirterek olayın 'kaza' olduğunu kesin bir dille savundu. Büyükşehir Belediyesi yetkilileri ihmal suçlamalarını, "Bile bile niye patlatalım ki" diye yanıtladı. İnşaat Mühendisleri Odası'na (İMO) göreyse patlamalar ihmalden kaynaklanıyor. İMO Yönetim Kurulu Sekreter Üyesi Ahmet Göksoy, "Borular basınçla kırılmıştır. Altyapıda bir yenileme olmadığı için patlama doğal. Sanırım her patlama sonunda böyle sular kesilecek" diyerek acil çözüm gerektiğini ifade etti. Kesintilerin ardından borularda birikmiş havanın alınması için vakum sisteminin çalıştırılması gerektiğine dikkat çeken İMO yetkililerine göre, "Hava alınmaz, su borulara azar azar pompalanmazsa patlama riski kaçınılmaz." 3- Ankara'daki arıtma tesisinin ve su taşıma hattının neden yedeği yok? Ankara Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, arıtma tesisiyle su taşıma hattının yedeğinin olmamasını, "Bu sistem Ankara'ya yeterli" diye yanıtlıyor. Ankara'nın su taşıma hattı açısından iki ana bölgeye ayrıldığını belirten bir yetkili "Eğer her iki hatta da patlama olmasaydı, biri diğerini yedeklerdi. Talihsizlik o ki, iki hatta birden patlama olunca elimiz kolumuz bağlandı. Şu an hatlardan biri tamir edilmiş durumda. Ancak bu hattı tamir için dökülen betonun kuruması için zamana ihtiyacımız var. Beton kurur kurumaz, bu hattı devreye sokacağız" diye konuştu. Yetkili, Ankara'nın nüfusunun İstanbul'un üçte biri kadar olduğunu belirterek, "İstanbul'da üç tane arıtma tesisi var ve ancak yetiyor. Ankara'nın arıtma tesisiyse en gelişmişlerinden biridir ve Ankara'nın nüfusuna yetiyor" dedi. 4- Başkent susuzluktan kırılırken Gökçek nerede? Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'in önceki gün sabaha kadar patlamanın olduğu yerde bulunduğunu ve çok yorulduğunu kaydeden yetkililer, "Evde dinleniyor. En kısa sürede Ankaralının karşısına çıkarak açıklama yapacak" dedi. Radikal'in geç saatlere kadar ulaşmaya çalıştığı Melih Gökçek telefonlara yanıt vermekten kaçındı. 08.08.2007 Radikal ....... Misak-ı İktisadi Misak-ı Milli’yi hepimiz biraz biliriz de Misak-ı İktisadi’yi bilmeyiz. İngiltere’nin ekonomik imtiyazlar istemekte diretmesi yüzünden Lozan görüşmelerine ara verildiği bir sırada, Atatürk, ekonomi programını belirlemek üzere 17 Şubat- 4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de “Türkiye İktisat Kongresi” ni toplamıştır. * * Bugün Türkiye ekonomisi IMF ve Dünya Bankası ile Dünya Ticaret Örgütü’nü kuranların misak-ı iktisadisi ile yönetiliyor... Peki neydi bizim Misak-ı İktisadi kararlarımız? 1135 delegenin katılımıyla, İzmir’de toplanan ilk Türk İktisat Kongresi’nde 4 Mart 1923 günü oybirliğiyle kabul edilen Misak-ı İktisadi Esasları şunlardır: 1- Türkiye’nin, milli hudutları dahilinde, lekesiz bir istiklal ile varolması, dünyanın barış içinde ilerlemesi ve gelişmesinin unsurlarından biridir. 2- Türkiye halkı, milli hakimiyetini kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiç bir şeye feda edemez! Milli hakimiyetine dayanak olan Meclis ve hükümetinin daima koruyucusudur. 3- Türkiye halkı, tahribat yapmaz, imar eder. Bütün mesai, iktisaden memleketi yükseltmek gayesine matuftur... 4- Türkiye halkı, sarf ettiği eşyayı, mümkün mertebe kendisi üretir. Çok çalışır! Vakitte, servette ve ithalatta israftan kaçınır. Milli üretimi temin etmek için icabında gece gündüz çalışmak şiarıdır. 5- Türkiye halkı, servet itibariyle bir altın hazinesi üzerinde oturduğuna vakıftır. Ormanlarını evladı gibi sever. Bunun için ağaç bayramları yapar, yeniden orman yetiştirir, madenleri kendisi işletir, servetlerini herkesten çok tanımaya çalışır. 6- Hırsızlık, yalancılık, riya, tembellik en büyük düşmanımız; taassuptan uzak dindarane bir salabet, her şeyde esasımızdır. Her zaman faydalı yenilikleri severek alırız. Türkiye halkı, mukadderatına, topraklarına, şahıslarına ve mallarına karşı yapılan fesat ve propagandalardan nefret eder. Daima bunlarla mücadeleyi bir vazife bilir. 7- Türkler, irfan ve marifet aşığıdır. Türk, her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir; fakat her şeyden evvel memleketinin malıdır. Eğitime verdiği kutsiyet dolayısıyla mevlit kandili gününü aynı zamanda kitap bayramı olarak değerlendirir. 8- Birçok harpler ve zaruretlerden dolayı eksilen nüfusumuzun çoğalması ile beraber, sıhhatimizin, hayatımızın korunması en birinci emelimizdir. Türk, mikroptan, pis havadan, salgından ve pislikten çekinir. Bol ve saf hava, bol güneş ve temizliği sever. Ecdad mirası olan binicilik, avcılık, denizcilik gibi sporlarla bedeni eğitimin yapılmasına çalışır; hayvanlarına da aynı dikkat ve önemi göstermekle beraber, cinslerini düzeltir, miktarlarını çoğaltır... 9- Türk; dinine, milliyetine, hayatına, müessesatına ve toprağına düşman olmayan milletlerle daima dosttur. Ecnebi sermayesine aleyhtar değildir. Ancak kendi yurdunda kendi lisanına ve kanununa uymayan müesseselerle münasebette bulunmaz. Türk, ilim ve sanat yeniliklerini nerede olursa olsun doğrudan doğruya alır ve her türlü münasebette başkasının müdahalesini istemez! 10- Türk, açık alın ile serbestçe çalışmayı sever, işlerde inhisar istemez. 11- Türkler, hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsunlar, candan sevişirler. Meslek, zümre itibariyle el ele vererek birlikler kurar, memleketini ve birbirlerini tanımak, anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler yaparlar. 12- Türk kadını ve kocası ve çocuklarını, misak-ı iktisadiye kurallarına göre yetiştirir. ...... Fırtına Öncesi Sessizliği Mi? AYDIN MENDERES SEÇİMLE beraber gerilim düştü. Gayet sakin bir Türkiye ortaya çıktı. Bu memnuniyet verici bir durumdur. Ama önümüzde çok yoğun bir gündem bizi bekliyor. Başta da cumhurbaşkanı seçimi yapılacak. Günümüze kadar bu konuda pek az konuşulsa da, ufukta kara bulutların toplandığı gözüküyor. Cumhurbaşkanından önce de TBMM kendi başkanını seçecektir. Bu seçim de özellikle AKP’nin iç dengelerinin geleceği için büyük bir önem taşımaktadır. TBMM Başkanlığı seçimi 2002 seçiminden sonra AKP çatısının fiili dengesi üç artı bir diyebileceğimiz bir şekilde gerçekleşmişti. Üç kişi Erdoğan-Gül ve Arınç’tı. Dördüncü isim ise Abdüllatif Şener’di. Her nedense Arınç da, Gül de Şener’e destek olmadı. Başbakan’ın onu sürekli olarak arka plana itmesine karşı çıkmadılar. Belki bu konuda Başbakan’la erken bir zıtlaşma içine girmemek istemiş olabilirler. Ya da başka sebepler olabilir. Burada önemli olan Arınç ve Gül’ün bir dördüncü kişinin çatının denkleminde yer almasının gerek Erdoğan’ın gücünün dengelenmesi ve gerekse kendi etkinliklerinin daha da artması açısından elzem olduğunu görememiş olmalarıdır. Nisan sonundaki cumhurbaşkanı seçimiyse söz konusu denge açısından Erdoğan’ın çok fazla işine yaradı. Her şeye rağmen Gül’ün seçilememesi ve Arınç’ın Erdoğan’ın kendisine götürdüğü diğer adayları bırakıp Abdullah Gül üzerinde ısrar etmesi her ikisi için de güç ve etkinlik kaybına sebep olurken Tayyip Erdoğan, seçime AKP’deki tek adam olarak gitti. Bülent Arınç’ın bu sefer Meclis Başkanlığı’na aday olmayacağı, buna mukabil MGK’ya girecek bakanlıklardan birisini kabul edebileceği ya da sade bir milletvekili olarak kalacağı söyleniyor. Arınç, eğer böyle hareket ederse bunun adı eski tabiriyle tam olarak “huruc-ales’sultandır”. Yani baştakine baş kaldırmaktır. Eğer Arınç, böyle bir yol izlemekte kararlıysa Türkiye’de daha iktidar dışı muhalefet güçlenemeden iktidarın içinde bayağı etkili bir muhalefet doğacak demektir. Bu da AKP ve Erdoğan için geçmiş beş yılın tam tersine çok fırtınalı bir dönemin başlayacağının göstergesidir. Cumhurbaşkanı seçimi BENCE Tayyip Erdoğan’ın seçim sonuçlarından memnun olmadığı kesindir. O, 310 ila 320 arası milletvekili bekliyordu. Böylece hem rahat bir şekilde iktidar olacak, hem de Gül’ü cumhurbaşkanı adayı yapmak zorunluluğu büyük ölçüde ortadan kalkacaktı. AKP’nin gerek aldığı yüksek oy oranına ve gerekse çıkardığı milletvekili sayısına bir de Devlet Bahçeli’nin “MHP cumhurbaşkanı seçimi ilk tur oylamasına girer, 367 problem olmaz” beyanı eklenince Gül’ü aday yapmak Erdoğan için çok güçlü bir mecburiyete dönüştü. Gül, “adayım” demedi; “aday değilim” de demedi. Ama aday gösterilmesi gerektiğini ima etti. Başlangıç için bununla yetindi. Erdoğan da Gül için ne “adaydır” ne de “değildir” demedi. Ama “Bu hususta bir karar vermem için Gül arkadaşımın iradesini bilmem gerekir” dedi. Böylece hem konunun önemine işaret etmiş ve hem de içinde bulunduğu zor durumu bir şekilde dışa vurmuş oldu. Önce şunu söyleyelim; Tayyip Erdoğan, sessizliğini aday bildirme süresinin son anına kadar korumaya devam edecektir. Ama önünde sonunda aday ilan edince fırtınalar kopacak gibi gözükmektedir. Erdoğan, 22 Temmuz seçimini Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçtirilmemesinin bir rövanşına dönüştürdü. Birçok kere Gül’le beraber gittiler. Gül tek başına gittiği yerlerde de aynı konuyu dile getirdi. Sebebi ne olursa olsun Erdoğan, Gül’ü aday göstermezse kendisine verilen milyonlarca oyu kandırmış duruma düşecek ve onları küstürecektir. Kendisinin demokrasi kahramanlığının bir masal olduğu ortaya çıkacaktır. Karizması çizilecektir. Ebediyen milli iradeyi Çankaya eteklerinde bırakmış olmakla suçlanacaktır. Şu an için Gül’e çok fazla bir itiraz gözükmüyor. Ancak iki ayrı beyanın altını ısrarla çizmeliyiz. Baykal, “Gül aday olursa tekrar gerilim olur” dedi. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt ise “12 Nisan’da söylediklerimizin arkasındayız” dedi. Burada 27 Nisan dememiş olmasına bir not düşelim. Acaba Baykal ve özellikle Büyükanıt neyi kastettiler? Önümüzdeki günlerde bunları göreceğiz. Erdoğan’ın sıkıntısı zaten aşırı sükutundan belli olmaktadır. 06.08.2007 Tercüman Bir Osmanlı Hikayesi... > Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafet yapmış, Kuşlar Çarşısı'nı geziyormuş. > Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar. > Bir ara gözü kekliklere ilişir padişah'ın. > Bir grup kekliğin üzerindeki varakta, "Tane işi satış fiyatı 1 altın" yazıyor. > Hemen yanı başlarında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki, fiyatı; 300 altın. > Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılır. > "Hayırdır" der satıcıya, "Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?" > Satıcı, "Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor" diyor." Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat avlıyorlar" diye ekliyor. > "Satın alıyorum" diyor Padişah, "Al sana 300 altın..." > Parayı veriyor; hemen oracıkta kekliğin kafasını kesiyor. > Adam şaşırıp, "Ne yaptınız, en maharetli kekliğin kafasını koparttınız, yazık değil mi" diye dövünürken; > Padişah gürlüyor: > "Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bunun akıbeti er veya geç budur." > GENEL KURMAY BAŞKANI BÜYÜKANIT: SÖYLEDİKLERİMİZİN ARKASINDAYIZ KKTC Silahlı Kuvvetler Günü Resepsiyonda gazetecilerin sorularını yanıtlayan Orgeneral Büyükanıt , “12 Nisan'da yaptığınız açıklama, 27 Nisan Bildirisini açıkladınız. Onun arkasında mısınız?” sorusu üzerine şöyle konuştu: “Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşleri günlük olarak değişmez. 12 Nisan'da söylediğimiz şeylerin aynen şu anda da arkasındayız. Zaten söylediklerimizde de anormal birşey yoktu. Herkesin bildiği konular vardı. Ama ben bu akşam burada Kıbrıs için varım. Arkadaşlarım Kıbrıs için var. KKTC halkı için var. Kıbrıs televizyonu nerede? Burada. Ben şahsen Genelkurmay Başkanı olarak Kıbrıs dışında herhangi bir şey konuşmayacağım. Bugüne kadar ne söylediysek arkasındayız. İnanarak söyledik, bilerek söyledik. Ama bugün KKTC Silahlı Kuvvetler Günü'nü kutlamaya geldik. Kıbrıs'ın dışında benim ağzımdan hiçbir laf çıkmaz bu akşam.” Büyükanıt, “Türk Silahlı Kuvvetlerin bildirisinin seçim sonuçlarında etkili olduğu” yönündeki yorumların ifade edilmesi üzerine şu değerlendirmede bulundu: “Bizim araştırma şirketlerimiz filan yok. Elimizde somut veriler olmadan da bir şey söyleyemeyiz. Bu soruya da cevap veremem. Ama benim düşüncem öyle değil. Ama bakın, benim ki de veriye dayalı birşey değil, tahmine dayalı.” .....
  20. LEMAN'DAN HAYRUNNİSA GÜL'E "PONPON KIZ" KARİKATÜRÜ Leman'ın yeni kapağı Hayrunnisa Gülü ponpon kız yaptı... Mizah dergisi LEMAN, ideolojik çizgisindeki kafa karışılığını kapak karikatürlüylede gösterdi. hangi safta olduğuna bir türlü karar veremeyen Leman, hükümet karşıtlığını CHP eksenine kaymadan sürdürme bocalamasını bir türlü aşamadı. Başörtülü Cumhurbaşkanı eşi konusunda bula bula zeka ve ahlak düzeyi düşük bir karikatür çizdi. Hocası Asistan'ı GÜL ü anlatıyor... Hasan PULUR İNSAF hocam, daha geçenlerde yazdık, "Feylesof" Rıza Tevfik ne diyor: "Bana sual sorma cevap müşküldür, Her sırrı ben sana açamam hocam Hakkın hazinesi darı değildir Cami avlusunda saçamam hocam." * * * SANKİ başımıza gelecekleri bilirmişiz gibi, "Feylesof" Rıza Tevfik'in "Sorma Hocam" taşlamasını yazdık, iki gün sonra Erol Manisalı Hoca'nın soruları geldi: "1997 yılına kadar Batı sömürgeciliğine karşı çıkarak ABD ve AB'nin Türkiye'ye karşı izledikleri dayatmacı politikalarını suratlarına vuran kim? Rand Corporation'ın raporlarında yer aldığı gibi, 2002-2007 döneminde ABD'nin sömürgeci ve işgalci politikalarının destekçisi olarak Arap ülkelerine karşı işbirliği yapan kişi kim? Ya 1995'te, TBMM'de benim görüşlerimi savunmakla yetinmeyerek, 'AB bizi arka bahçesindeki köpek kulübesinin içine sokmaya çalışıyor, buna müsaade edemeyiz' diyen siyasetçi kim?" * * * İNSAF hocam, bu kadarı da olmaz. Hem adamı tanıyorsunuz, hem adamın kimliğini, kişiliğini biliyorsunuz, hem de kitabınızda yazıyorsunuz (x), sonra bize soruyorsunuz: "Bu adam kim?" Bu zat-ı muhterem, sizin de saklamadığınız gibi, eski asistanınız Abdullah Gül değil mi? Bakın sizin rahle-i tedrisinizden geçenlere geleceğin elmas ve pırlanta döşeli yolları nasıl açılıyor? Başkaları olsa neyse ama Prof. Erol Manisalı hiç de öyle düşünmez, "Görün benim eski asistanımın marifetlerini" diyerek döküp saçar, "Kimdir bu adam?" diye sorar! "17 Aralık 2004'te ve 5 Ekim 2005'te AB ile yaptığı sömürgeci anlaşmalarla köpek kulübesine Avrupa ve Batı ile birlikte bir çivi daha çakan yeni yüzlü kişi kimdir?" "Denktaş'ı indirerek yerine Amerikancı M. Ali Talat'ı getiren kimdir?" "1997'ye kadar ABD ve AB'nin Türkiye ve Ortadoğu'daki emperyalist eylemlerine şiddetle karşı çıkan kimdir?" "Dün TBMM kürsüsünde hiç korkmadan söylediklerinin bugün 180 derece tersini uygulayan işbirlikçi kimdir?" * * * CEVABI hocamızdan kopya çekelim: "Cumhurbaşkanı adayımız Abdullah Gül." İşte, özü sözüyle bir; bir adam. —————————— (x) Abdullah Gül'ün Kimliğinde AKP, Truva 2007. ... Gül Orduya Meydan Okuyor Dış basın ne diyor TÜRK halkı hükümet ve ordu arasındaki çatışmada saflarının demokrasiden yana olduğunu gösterdi. Ordunun Gül’ü engelleme çabası internetten verilmiş bir ültimatomla olsa da siyasi açıdan Neandertal bir girişimdi. Bir hükümetin demokratik olarak kendi adayını öne sürmesi kadar doğal bir şey olamaz. Türk Ordusu’na meydan okuyan Gül de verdiği sözü tutmalı ve tüm Türkler’i temsil etmelidir. Generaller selam durmaya alışacak Gül’ün Cumhurbaşkanlığı görevine ikinci kez aday olmasıyla, Türkiye’deki siyasi kriz yeni ve muhtemelen nihai bir evreye girdi. Türkiye ve laik askerler, türbanlı eşi Hayrunnisa ile birlikte generallerin selamladığı bir cumhurbaşkanına alışmak zorunda kalacak. Ancak her zaman gözleri Gül’ün üzerinde olacak ve en ufak hatasında üzerine çullanacaklar. Laik Türkiye kargaşa içinde Türkiye yenilenmiş bir siyasi krizle karşı karşıya... Türkiye’de kapalı kadınların bırakın içinde yaşamayı Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne bile girmesi yasak. Gül’ün ilk adaylığı laikler ile dindar Türkler arasındaki öfkeyi ortaya koymuştu. Şimdi ülke yeniden bir krize doğru gidiyor. AKP çatışma yolunu seçti Türkiye’nin bölünmüş siyasi sistemi bir kez daha belirsizlik içine süreklendi. AKP cumhurbaşkanlığı konusunda kendi adayı üzerine israr ederek çatışmayı seçti. Türkiye uçurumun kenarında mı? Gül’ün tekrar aday olmasıyla, Türkiye’yi erken seçime götüren siyasi krizin yeniden yaşanıp yaşanmayacağı kaygıları yenilendi. Türkiye yeniden uçurumun kenarına gelmiş olabilir. Ordu bu kez büyük bir şey yapmaz Gül, cumhurbaşkanlığına bir kez daha aday oldu. Oylama 20 Ağustos’ta. AKP’nin 341 sandalyesi var. Gül ilk iki turda seçilemese bile üçüncü turda çoğunluk oyla seçilir. En geç 28 Ağustos’ta cumhurbaşkanı olabilir. Müdahelesinin sandıkta ters etki yarattığını gören ordu ise bu kez fazla bir şey yapamaz. Vatan 16.07.2007 ........... Ne Mutlu Türküm Diyene’ye karşı çıkan "Cumhuriyet ilkeleri halka zorlama biçiminde dayatılmıştır... Ne Mutlu Türküm diyene lafını her yere yaza yaza Türkiye ilkel hale dönüşmüştür... Tarih boyunca görülmüştür ki en birleştirici unsur dindir... Moral değerleri açısından Türkiye'nin bütünlüğünü tehdit eden ve en ziyade tahribatı vermiş olan laiklik ilkesidir, laiklik olayıdır... Dindar olan bir subaya kendi ordunuzda hayat hakkı vermiyorsunuz ona ajan muamelesi yapıyorsunuz... İkinci Cumhuriyet ve yeni Osmanlılık kavramlarını çok sağlıklı buluyorum ve geleceğe ümitle bakıyorum... Türkiye'de cumhuriyetin sonu geldi, kesinlikle laik sistemi değiştireceğiz." Bu sözler Abdullah GÜL'e ait Abdullah Gül’ün resmen aday olmasının ardından gözler TSK’ya çevrildi. ‘Ne Mutlu Türküm diyene’ye karşı çıkan Türk düşmanıdır Abdullah Gül’ün resmen aday olmasının ardından gözler TSK’ya çevrildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt 12 Nisan’da bir açıklama yaparak Cumhurbaşkanı’nın “sözde değil özde laik olması” gerektiğini ifade etmişti. Uyarısını geçtiğimiz günlerde de “sözlerimizin arkasındayız” diye tekrarlayan Büyükanıt’ın en sert uyarısı 27 Nisan bildirisi olmuştu. Cumhuriyetin temel değerleri konusunda TSK’nın taraf olduğuna vurgu yapılan bildiride, 12 Nisan’da yapılan açıklamanın da arkasında olunduğu masajı verilmişti. Bildiride şunlar kaydedilmişti: “Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini artırdıkları müşahede edilmektedir. İlgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ve ulusumuzun birliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır. Bu bağlamda; Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı kutlamaları ile aynı günde kuran okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet iptal edilmiştir. 22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kızlardan oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur. Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir. Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir. Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi gereken mülki makamların müsaadesi ile yapılmış olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir. Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir. Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, TSK tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, TSK bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, TSK yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.” 15.08.2007 Yeniçağ Dünya “kriz” dedi Dünya basını ise, Bakan Abdullah Gül’ün adaylığının gerginlik nedeni olduğuna dikkat çekerek, yaşanacak muhtemel çatışmaya işaret ettiler. Dünyanın önde gelen basın kuruluşları, Gül’ün bundan önceki adaylığında yaşananları hatırlatarak, Türkiye’de yeni bir krizin yaşanabileceği değerlendirmesinde bulundu. : BBC : Tekrar aday gösterildi İngiliz yayın kuruluşu BBC, AKP’nin Cumhurbaşkanı adayı oyarak tekrar Gül’ü gösterdiğini belirtti. Haberde, Gül’ün daha önce seçilememesi nedeniyle erken seçime gidildiği ve seçim sonuçlarında AKP’nin ciddi bir çoğunluk elde etti kaydedildi. Haberde Gül’ün üçüncü turda seçilebileceği vurgulandı. : Financial Times : Nisan’daki gibi!... Financial Times gazetesi, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün tekrar Cumhurbaşkanı adayı olması nedeniyle Hükümet ile laik ve askeri elitler arasında yeni bir krizin yaşanabileceği değerlendirmesinde bulundu. Gül’ün daha önce Nisan ayında aynı görev için aday olduğu hatırlatılan haberde, o dönemde Türkiye’nin en ciddi siyasi krizlerinden birini yaşadığı yorumu yapıldı. : The Times : Ordu’ya açık mesaj Times gazetesi, Dışişleri Bakanı Gül’ün, AKP tarafından üç ay sonra yeniden Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterildiğine dikkat çektiği haberinde, Gül’ün bu kez seçilmesinin kesin gibi olduğu değerlendirmesinde bulundu. Gül’ün İngiltere’de eğitim aldığı vurgulanan haberde, AKP’nin Gül’ü tekrar aday göstermesinin orduya açık bir mesaj olarak değerlendirildiğini yazdı. : New York Times : Gerginlik olacak New York Times gazetesi ise, Abdullah Gül’ün yeniden aday gösterilmesini “parti ve onun dindar takipçilerini Türkiye’nin laik kesimi ile bir koalisyon noktasına taşıdı” şeklinde değerlendirdi. Haberde, “Bu ay mecliste gerçekleştirilecek olan ve bir kaç turu bulması beklenen oylama ile yapılacak seçim, ülkenin gidişatını, İslami orta sınıfın 1923’ten beri Türk devletini kontrol eden laik kesimin karşısına çıkmak sureti ile değiştireceğe benziyor” değerlendirmesi yapıldı. : CNN İnternational : Kutuplaşma yaratılıyor CNN İnternational ise, haberi “Kutuplaşma yaratan aday Cumhurbaşkanlığı için ikinci kez şansını deniyor” manşetiyle verdi. Haberde, Gül’ün İslami geçmişi sebebiyle laiklerin tepkisini çektiği vurgulandı; Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinin mimarlarından biri olduğu belirtildi. BBC de, haberi “Gül yeniden aday gösterildi” manşetiyle duyurdu.
  21. Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: muki başlık Felsefe
    Çok güsel yüreginize sağlık......
  22. Türk ve Kürt Kimlikleri Kürt siyaseti yapanlar “Türk” ismine, devletimizin “üniter-ulus devlet” niteliğine itiraz ederek, karşısına “Kürt” kimliğini koyuyorlar. “Türk” ismi ve vasfı, böylelikle asimilasyon politikalarının delili olarak sunuluyor. Hatta buradan saldırgan ırkçılık tezleri üretiliyor. İstismar etmeye ve edilmeye oldukça müsait bir alan. Buradan kafaları karıştırıp, birbiriyle çatışan kimliklerin altını doldurmak ve birlikte var olması mümkün olmayan düşman iki taraf yaratmak kolay. Kolay ama bu toplumun yaşadığı tarihe ve içselleştirdiği kişiliğe uygun değil. “Türk” sıfatı, Kürt kimliğinin karşı kutbunda yer almıyor. Üst ve alt kimlikler sınıflandırmasının ötesinde bir şeyden bahsediyorum. Türkleri ötekileştirerek Kürt milliyetçiliği değirmenine su taşıyanların bu kimliklerin inşa edildiği tarihi anlamaları lazım. Bu tarih sadece bu kimlikleri açıklamıyor; bugün yaşadıklarımızı, üstelik gelecekte başımıza gelecekleri de anlatıyor. Türk ulusal kimliği Bugün eğer “Türk ulusal kimliği” diye bir şeyden bahsediyorsak, bu kimliğin oluşması için çaba harcayanlar arasında Türkler en son sırada anılması gereken etnik grubu oluştururlar. Hatta Kürtlerin bu kimliğe yaptığı pozitif katkı bile Türklerden fazladır. II. Meşrutiyet yıllarına gelene kadar Türk olan Türkçü bir isim yoktur. Türkçülüğün ilk kitabını yazan, Türklerin arî ırka mensup üstün bir ırk olduğunu ispatlamaya girişen isim, Polonyalı bir asilzade olan Mustafa Celaleddin Paşa (Kont Borzecki)’dır. Bulgar asıllı Ahmet Vefik Paşa ikinci isimdir. İlk Türkçe lügati neşretmenin yanında, Türkçülüğü derli toplu bir düşünceye dönüştüren kişi, Arnavut Şemseddin Sami’dir. Tekin Alp Yahudi’dir. “Primo Türk Çocuğu” gibi hikayelerde damardan Türkçülük aşılayan Ömer Seyfettin, “Üzümcü” hikayesini “İlahî bir kudretin, ebedî bir feyzin var ey Türk” diye noktalayan Ahmet Hikmet Müftüoğlu Çerkez’dir; günümüzün Türkçü edebiyatının hâlâ aşılamayan ismi Nihal Atsız gibi. “Türk oğluyum bu bayrağın yüzü dönmez kuluyum/ Yüreğimde Oğuz Han’ın yıldırımlı kini var” mısralarının yazarı olan şair Kemal Fevzi, bu şiiri yazdıktan altı yıl sonra Şeyh Said isyanında asılan bir Kürt’tür. Ziya Gökalp’in Diyarbakır’dan İstanbul’a uzanan ve Ankara’da noktalanan macerası Cumhuriyet’e de damgasını vuran Türkçülüğün esaslarını ortaya çıkarmıştır. Türk kökenli, ama üçüncü sınıf bir şair olan Mehmet Emin Yurdakul, kendisine Türkçülüğü, İslamcı ideolojinin mübeşşiri kabul edilen Cemaleddin Afgani’nin aşıladığını söylemektedir. Bediüzzaman Said Nursî’nin, Osmanlı’nın son demlerinde Kürt ve Arap aşiretleri arasında dolaşarak “Türk propagandası” yapması (Münazarat) da aynı çerçevenin içine girmektedir. Bütün bu isimlerin hepsinin ortak amacı bir Türk milleti vücuda getirmektir. Bütün bu çabaların arkasındaki niyeti doğru anlamalıyız. Bu gayretlerin gösterildiği yıllarda yangın her yeri sarmıştır. 93 Harbi ve Balkan Savaşları ile, koca imparatorluktan arta kalan sadece bir enkazdır. Farklı dillerden, soylardan aklı erenler, bu enkazı kurtaracak bir dayanak aramaktadır. Sömürgeciliği ateşleyen milletler çağında bu dayanağın adı millettir. Ancak bir milletin oluşturacağı direnç hattı ile bağımsız ve özgür bir devletin çatısı altında yaşanabilir. Ortada millet olmaya en yakın duran da Türklerdir. Bu yüzden herkes elbirliği ile Türk milletini yaratmaya, bunun için de Türk milli kimliğini oluşturmaya girişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri arasından doğan “Türk ulusal devleti”ni kuranlar, bu trajik tarihin mantığını temsil etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu kadrosu Çerkezler ve Makedonyalılardır. Her iki grup da kökleriyle bağlı oldukları toprakları kaybetmiş, elde bulunan vatan toprağının değerini hakkıyla kavramış ve buna göre davranmış nesillerdir. Gereği, bir ulus devlet kurmak, bunun için de bir ulus yaratmaktır. Türk ulusal devleti için Türkleştirilen ilk etnik topluluk da Türkler olmuştur. Irkçılığın imkansızlığı Aylar önce, Mersin’de üç çocuğun bayrağı yere atmalarıyla başlayan gerginlikler üzerine, Zaman’ın bu sayfasına bir yazı yazmış ve ortaya çıkan milliyetçi tepkileri “çoğunluğun bölücülüğü” olarak nitelemiş ve ırkçılığın, bu topraklar için imkansız olduğunu söylemiştim. Etyen Mahçupyan, yazdıklarıma zarif bir göndermede bulunarak, farklı bir boyuta işaret etti. (Zaman, 29.8.2005) Osmanlı sisteminin, dayandığı cemaat hiyerarşisi içinde bir “millet-i hakime” üreterek, bir kimliğin yani Müslümanların diğerlerine üstünlüğünü zaten içselleştirdiğini; modernlikle birlikte Müslümanların yerine Türklerin geçtiğini ve bu sefer üstünlüğün ırksal bir içerik kazandığını belirtiyor. Ben ırkçılığın bu topraklardaki geçmişi ve bugünü hakkında hâlâ derin şüpheler besliyorum. Fransız İhtilali’nin dünyaya yaydığı üç prensipten tarihi en fazla değiştireni, üçüncüsü yani “kardeşlik”tir. Osmanlıların “uhuvvet-i siyasiye” diye tercüme ettiği bu prensip milliyetçilik adını verdiğimiz şeydir. Bu prensibin dinî cemaat hiyerarşilerine göre eşitleştirici bir mantığı vardır. İmparatorluğun çok milletli yapısını, dağılmanın sebebi olarak gören Cumhuriyet’in kurucuları, bu yüzden ulus devleti ve bir millet yaratma işini çok ciddiye almıştır. Milletin varlığı, devleti, ülkeyi ve halkı savunmanın güçlü bir mevziidir. Bu millet savunmacı bir anlayışın ürünüdür. “Yurtta sulh, cihanda sulh”çu, “Misak-ı Millici”, kısaca elde kalanı savunmak üzerine inşa edilen bu mevzide ırkçılık, sadece arızi olarak, zamanın icabı gereği ortaya çıkabilmiştir. Dünyada ırkçılığın yükseldiği 30’lu yıllarda Türk kafataslarının sınıflandırılması, II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenileceğinin anlaşılması üzerine de 1944’te Türkçü-Turancıların yargılanması başlamıştır. Atatürk milliyetçiliğinin sistematik bir referansa dönüşmesinin 80 sonrasına tekabül etmesi de aynı sebeptendir. Irkçılık, bu savunmacı milliyetçiliği sarsacağı için hep arızi kalmıştır. Yüzyıllar boyu, ırk ve dilin ötesinde dinî inancın belirleyici olduğu, dolayısıyla ırkların karıştığı bir toplumdan bir millet oluşturmaya kalktığınızda ırkçılıktan uzak durmanız gerekir. Çok yakından tanıdığım milliyetçi söylemin ırkı referans alan kısmının hep marjinal kalması ve siyasete taşınamaması bu yüzdendir. Osmanlı devlet ricali Kürtlerden nefret ederdi. Bunun sebebi, Kürtlerin farklı bir etnik topluluk olması değil, çoğunluğunun göçebe olmasıydı. Aynı şekilde Osmanlı merkezi, Yörük aşiretlerinden de Arap bedevilerden de hoşlanmazdı. Avşar Beyi Dadaloğlu ile Kürt aşiret reislerinin isyanları arasında bu yüzden bir fark yoktur. Kürt kimliği Kürt kimliğinin tezahürleri olarak bugün yeniden yaratılan efsaneler, aslında Türkmen göçebelerle paylaşılan ortak özelliklerdir. Kürt kimliği bu yüzden yüzyıllar boyu dil ile korunan farklı bir etnik topluluğu ifade etmektedir. Türkiye’de mevcut diğer etnik gruplardan Kürtleri farklı kılan coğrafi olarak otokton bir halk olmalarıdır. Dil, coğrafya ve aşiret yapıları soyu da muhafaza ettiği için, Kürt milliyetçiliği modern çağa tercüme edildiği zaman ırkçılığa açık durumdadır. Din, ortak bağı oluşturduğu için, tıpkı Arap milliyetçiliğinde olduğu gibi farkı tebarüz ettirecek nitelik olarak ırk ön plana çıkmaktadır. Türk ve Kürt sıfatlarının karşıladığı kimlik, bu yüzden birbirinin müteradifi değildir. Ancak iki kimliğin yekdiğerini ötekileştirmesi ile her ikisinin birbirine benzeyeceği bir süreç yaşanabilir. Kimlikler yaşanmış tarihselliğin ürünleridir. Etnik bir topluluk olarak trajik bir tarihe sahip olan Kürtlerin kimlik politikaları ile siyasi hayallerini birbirinden ayırmamız gerekir. Evrensel olarak haklı ve meşrû kimlik talepleri ve hakları, bulundukları ülke içinde eninde sonunda gerçekleşecektir. Siyasî hayaller ise konjonktüre bağlı olarak değişmektedir. Öcalan’ın Stalinist stratejisi, Türkiye Kürtlerini, bölge dengeleri içinde basit bir araca dönüştürdü. Terör üzerine kurulu bu strateji, Türkiye’ye ağır bedeller ödetti. Irak Kürtleri de, arkalarına aldıkları dış destekle ayağa kalktıklarında hep hüsranla karşılaştılar. 1975’te Irak ordusu karşısında yalnız kaldıklarında, Kissinger, “Kürtlere neden yardım etmiyorsunuz?” sorusuna, “Diplomasi misyonerlik değildir.” cevabını vermişti. Bugün Kuzey Irak’taki Kürt varlığı da diplomatik hesapların değişmesi ile bir günde sona erebilir. Yaşanmış tarih, Kürtlere yaşadıkları devlet sınırları içinde huzur ve barış içinde yaşama yolları aramaları gerektiğini gösteriyor. Türkiye’nin bir “Kürt sorunu” var. Bu sorun görmezden gelinecek ve yok sayılacak bir sorun değil. Bu sorunu çözmek ise çoğunluğun ve çoğunluğa sırtını dayayan siyasetçilerin görevi. Türkiye’nin ayrıca, bir “millî birlik ve bütünlük” sorunu var. Bu sorunu çözmek de, başta Kürt siyaseti yapanlar olmak üzere, yine bütün siyasetçilerin görevi. Son günlerde hızla artan linç türü olayların Türkiye’de bir Kürt-Türk düşmanlığının belirtileri olduğu şeklindeki yorumlar var. Benzer olaylar 1990’lı yıllarda da özellikle Ege Bölgesi’nde yaşandı. Taşralarda küçük çıkar çekişmelerinde, bir tarafın elini güçlendirmek için “etnik destek” araması, olayın bir etnik çatışma olduğunu göstermez. Toplum psikolojisi gerginliklerle yükselebilir veya düşebilir. Bunu kontrol altında tutacak güç de siyasetçilerin elindedir. Bir yol ayrımındayız. Peşin hükümlerimizi, öfkelerimizi, ince hesaplarımızı, iktidar mücadelesinde kazanacağımız mevzilerin formüllerini doldurduğumuz yumurta küfelerinden kurtulup sakin bir şekilde düşünelim ve karar verelim. Her iki taraf için de görünen gelecek: Kaybedeceklerimiz yanında bugün feda edeceklerimiz devede kulak kalacaklar. Mümtaz'er Türköne [email protected]
  23. Kürtler ve Türkler uzaklaşıyor, korkuyorum Kürt Konferansı'nda konuşan Diyarbakır Belediye Başkanı Baydemir, Kürtler ve Türkler'in yavaş yavaş uzaklaştığını söyledi, "Bu beni korkutuyor. Mutlak surette uzaklaşmanın önü kesilmeli" dedi. Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Empati Grubu tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin Dolapdere Yerleşkesi'nde düzenlenen "Sivil ve Demokratik Çözüm Arayışları 1-Türkiye'nin Kürt Meselesi" başlıklı konferans, geniş güvenlik önlemleri altında tamamlandı. Konferansın ikinci gününde ''Kimlik Hakları, Sosyal ve Kültürel Boyut'' başlıklı panelin konuşmacılarından Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, "Kürt Sorunu"nun akademik bir ortamda akademisyenler tarafından tartışmaya açılmasının ileri bir adım olduğunu, Kürtlerden söz etmenin sorun olmaktan çıkarılması gerektiğini söyledi. Baydemir, özetle şöyle dedi: ÇOCUKKEN YAŞADIĞIM TRAJEDİ "Okula başladığımda tek kelime Türkçe bilmiyordum. Bunun sende yarattığı travmayı yaşamayanlar anlaması mümkün değildir. Benim kentimde Süryaniler, Ermeniler, Yahudiler yaşardı. Onların yaşadığı trajediyi anlıyorum, onların gitmesiyle bizler kaybettik. ... Sorun tek başına ekonomik, güvenlik sorunu değildir. Bana göre terör sorunu da değildir. Sorun ekonomiktir, sosyaldir, siyasaldır,kültüreldir. Dolayısıyla bu sorunun aşımı konusunda bütün bu ayrıntıları içeren sivil bir projenin, bir yol haritasının oluşturulması gerekir. Yavaş yavaş iki halkın birbirinden uzaklaşma sürecine girmesi beni korkutuyor. Bunun mutlaka önlenmesi lazım." Fransa Rouen Üniversitesi'nden Doç. Dr. Salih Akın Kürtçe'nin ikinci resmi dil olmasını savunurken, diğer konuşmacılar da özetle şunları söylediler: * Mehmet Altan (Gazeteci): Bizim oturduğumuz yere 1934'de gelen elektrik, Doğu'ya 1985'te gitti. Bu toplantıdaki kadar katılım, Güneydoğu'da insülin peşinde koşan çocuklar yararına da olursa, Kürt sorununun çözüleceğine inanıyorum. * Hasan Cemal (Gazeteci): PKK'nın yanlışlarını açık ve seçik tartışmalıyız. Ayrıca sorunların çözümü için AB ipine daha sıkı sarılmak gerektiğine inanıyorum. * Mehmet Ali Birand (Gazeteci): Biz olayı PKK'ya yapıştırdık. Hâlâ PKK ile yaşıyoruz. Kürtler ise ne istediğini bilmiyorlar. Muhsin Kızılkaya: "Türkler ve Kürtlerin ortak kültür ve yaşama alışkanlıklarına sahip. Neden halen sokakta birbirimizi boğazlamadık. Bunun sebebi ortak kültürdür. Ancak Kürt olmak, biraz tehlikeli. Ancak Kürt olmak, biraz tehlikeli. Türkiye'de Kürtler herşey olabilir. Overlokçu olabiliyorlar, ara ütücü olabiliyorlar, remayözcü olabiliyorlar, hatta son ütücü bile olabiliyorlar. Bir tek Kürt olamıyorlar."
  24. Kuşlar kum yerler mi? Niçin? Evet, kuşların çoğunluğu sindirim fizyolojilerinin gereği kum tanecikleri yemektedir. Evlerinde kuş besleyen çoğu kuş meraklısının bildiği, bazısının önemsiz olarak görüp ihmal ettiği bu konu, bir çok hayvan severi ilgilendirdiğinden dolayı kuşların niye kum yediğini biraz açalım: Kuşlar, yedikleri besin maddelerini öğütme ile daha küçük parçalara ayırmak için taşlık adını verdiğimiz, oldukça kaslı bir mideye sahiptir. Kum tanecikleri ve küçük taşlar, kuş tarafından yenilmekte ve midede alıkonulmaktadır. Taşlığın kaslı duvarının hareketleri tohumları ve taşları karıştırarak tohumların taşlar yardımı ile parçalanmasını sağlamaktadır. Bundan dolayı, eğer evinizde kuş besliyorsanız, mutlaka bir başka yemlik içinde veya kafesin dibine serpiştirilmiş olarak kum taneleri bulundurmanız, kuşunuzun yediği besinlerden daha çok istifade etmesi bakımından önemlidir. Alkolikler ve içki içenler niçin sık sık tuvalet ihtiyacı duyarlar? Seyrettiğimiz çoğu filmde bu olaya şahit olmuş, bu olayın esasını merak etmişizdir. Vücuttan atılan idrar miktarı hormonların kontrolü altındadır. Bu hormon beyinde yer alan, hipofiz bezinin iki esas parçasından biri olan nörohipofizin salgıladığı vazopressin olarak da bilinen antidiüretik hormondur. Normal şartlar altında kanımızdaki ozmotik basınç arttığında ADH salgılanır. Bu hormon böbrekteki toplayıcı borular üzerine etkisini göstererek, bu boruların suya geçirgenliğini düzenler. ADH miktarının arttığı nisbette, toplayıcı kanal hücrelerininde geçirgenliği artar. Sonuçta fazla su geri emilerek, idrar yoğunluğu artar. Etil alkol, ADH salınımı bloke etmekte, engellemektedir. ADH olmayınca fazla suyun geri emilimi de azalmakta ve tuvalete çıkma ihtiyacı artmaktadır. Özet olarak, alkoliklerin, içki içenlerin sık sık böyle bir ihtiyaç duymalarının sebebi içtikleri alkolün ADH metabolizmasını bozmasından kaynaklanmaktadır. Niçin baldan aldığımız tatlılık duygusu ile sütten aldığımız tatlılık duygusu arasında çok büyük fark vardır? Yediğimiz gıdalardan aldığımız tatlılık duygularının farklı olması esasen besin maddelerinde bulunan şeker moleküllerinin farklılığından kaynaklanmaktadır. Bu gün çeşitli gıdalarla tükettiğimiz karbonhidratlar, başka bir ifadeyle şekerler, temel olarak glukoz, galaktoz ve fruktoz kombinasyonlarından oluşmaktadır. Örneğin, süt şekeri laktoz, glukoz+galaktoz birimlerinden oluşurken, pancar şekeri sakkaroz, glukoz+fruktoz birimlerinden oluşur. Normal olarak, birer monosakkarit olan tüm bu şeker birimlerinin formülü C6H12O6 olmakla birlikte, bu moleküllerin yapısal dağılımı farklılık gösterir. Tatlılık derecesi hesaplanmalarında sakkaroz (pancar şekeri) esas alınmakta ve 100 veya 1 olarak kabul edilmektedir: Buna göre glukoz'un 69:0,69, galaktoz'un 63:0,63, laktoz'un 39:0,39, maltoz'un 46:0,46 ve fruktoz'un 114:1,14 nisbi tatlılık derecelerine sahip olduğu kabul edilir. Buradan da anlaşılacağı üzerine tatlılık derecesi en yüksek olan şeker fruktozdur. Bu noktada, balda ortalama olarak fruktoz oranı % 38,38, glukoz oranı % 30,31 iken sakkaroz (glukoz+fruktoz) oranının yaklaşık 1,31 olduğu görülmektedir. Bu oranlar ışığında baldaki fruktoz:glukoz oranı 1,23 iken sakkaroz:fruktoz oranı yaklaşık 0,03'dür.
  25. Yayamaz Kayımca şurada bir başlık gönderdi: Bilim Tarihi
    1902 Walter S. Sutton ve Theodor Boveri mayoz bölünme sırasında kromozomların hareketlerinin Mendel'in kalıtım birimleriyle paralellik gösterdiğini saptayıp, bu birimlerin kromozomlarda bulunduğunu ileri sürdü. 1906 Mikhail Tsvett organik bileşiklerin ayrıştırılması için kromatografi tekniğini keşfetti. 1907 Ivan Pavlov sindirim fizyolojisi ve eğitim psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan salya akıtan köpeklerle klasik koşullanma deneyini tamamladı. 1907 Emil Fischer yapay olarak peptid amino asit zincirlerinin sentezini gerçekleştirdi ve bu şekilde proteinlerde bulunan amino asitlerin birbirleriyle amino grubu - asit grubu bağlarla bağlandıklarını gösterdi. 1909 Wilhelm Ludwig Johannsen kalıtsal birimler için ilk kez "gen" terimini kullandı. 1926 James Sumner üreaz enziminin bir protein olduğunu gösterdi. 1929 Phoebus Levene nükleik asitlerdeki deoksiriboz şekerini keşfetti. 1929 Edward Doisy and Adolf Butenandt birbirlerinden bağımsız olarak östron hormonunu keşfettiler. 1930 John Northrop pepsin enziminin bir protein olduğunu gösterdi. 1931 Adolf Butenandt androsteronu keşfetti. 1932 Hans Krebs üre siklusunu keşfetti. 1932 Tadeus Reichstein yapay olarak gerçekleştirilen ilk vitamin sentezi olan Vitamin C'nin sentezini başardı. 1935 Wendell Stanley tütün mozaik virüsünü kristalize etti. 1944 Oswald Avery pnömokok bakterilerde DNA'nın genetik şifreyi taşıdığını gösterdi. 1944 Robert Woodward ve William von Eggers Doering kinini sentezlemeyi başardı 1948 Erwin Chargaff DNA'daki guanin birimlerinin sayısının sitozin birimlerine ve adenin birimlerinin sayısının timin birimlerine eşit olduğunu gösterdi. 1951 Robert Woodward kolesterol ve kortizonun sentezini gerçekleştirdi. 1951 Fred Sanger, Hans Tuppy, and Ted Thompson insulin amino asit diziliminin kromatografik analizini tamamladı. 1953 James Watson ve Francis Crick DNA'nın çift sarmal yapıda olduğunu ortaya koydu. 1953 Max Perutz ve John Kendrew X-ray kırınım çalışmalarıyla hemoglobinin yapısını belirledi. 1955 Severo Ochoa RNA polimeraz enzimlerini keşfetti. 1955 Arthur Kornberg DNA polimeraz enzimlerini keşfetti. 1960 Robert Woodward klorofil sentezini gerçekleştirmeyi başardı. 1967 John Gurden nükleer transplantasyonu kullanarak bir kurbağayı klonlamayı başarıp, bir omurgalı canlıyı klonlayan ilk bilim adamı olarak tarihe geçti. 1970 Hamilton Smith ve Daniel Nathans DNA restriksiyon enzimlerini keşfetti. 1970 Howard Temin and David Baltimore birbirinden bağımsız olarak revers transkriptaz enzimlerini keşfetti. 1972 Robert Woodward vitamin B-12 vitamininin sentezini gerçekleştirdi. 1977 Fred Sanger ve Alan Coulson dideoksinükleotidleri ve jel elektroforezini kullanımını içeren hızlı bir gen dizisi belirleme tekniğini bilimin hizmetine sundu. 1978 Fred Sanger PhiX174 virüsüne ait 5,386 bazlık dizilimi ortaya koydu ki bu tüm genom dizilimi gerçekleştirilen ilk canlıydı. 1983 Kary Mullis polimeraz zincir reaksiyonunu keşfetti. 1984 Alex Jeffreys bir genetik parmak izi metodu geliştirdi. 1985 Harry Kroto, J.R. Heath, S.C. O'Brien, R.F. Curl ve Richard Smalley Karbon-60 Buckminster-fulleren molekülünün olağanüstü stabilitesini keşfettiler ve yapısını açığa çıkardılar. 1985 Wolfgang Kratschmer, Lowell Lamb, Konstantinos Fostiropoulos ve Donald Huffman Buckminster-fulleren'in benzende çözülebilirliğinden dolayı isten ayrılabildiğini keşfettiler.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.