Zıplanacak içerik

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Soru: Bu yıl üniversiteden mezun olacağım. Akademik kariyer düşünüyorum ama başımı açmak da istemiyorum. Bunun yanında çalışmak zorundayım. Türbanın dinen önemi nedir? Farz mıdır? Cevap: Bak Hanım kızım, Nur Suresi'nin 31'inci ayetinde kadınların, örtülerini üstlerine almaları emredilmektedir. Ahzâb Suresi'nde ise kadınların örtünmelerinin nedeni açıklanmaktadır. Bu da cariye olmayıp hür olduklarının tanınması ve erkekler tarafından sözlü veya fiili tecavüzden korunmalarıdır. Bundan yüz yıl, bin yıl önce Ortadoğu toplumlarında örtünme, hürlüğün simgesiydi. Hürler başlarını bir örtüyle kapatırlardı. Cariyelerin örtünmesine ise müsaade edilmezdi. Erkekler, özellikle akşamleyin baş örtüsüz dışarı çıkan kadınlara sataşırlardı. İşte kadının, böyle bir durumdan korunması için toplumun köklü geleneği olan baş örtüsünü kullanmaları emredilmektedir. Baş örtüsü takma geleneği sadece Müslümanlıkta değil, Ortadoğu'dan gelmiş olan Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta da vardır. Saint Paulos'un Korintoslulara yazdığı mektupta, "Kadının ya saçlarını kapatması veya kökünden tıraş etmesi" emredilmektedir. Demek ki baş örtüsü, İslâm'ın getirdiği bir uygulama değildir. Araplarda da vardı. Yahudiler ve Hıristiyanlarda da vardı. Ama bugün, durum değişmiştir. Kadın, baş örtüsü takmadığı için erkeklerin dikkatini çekmez. Şimdi artık baş örtüsü takmadığı için kadına sataşılmaz. Kimse onun başındaki örtüye de bakmaz. Kadının korunması için eskiden beri toplumsal gelenek olan baş örtüsü, Kur'ân'da da emredilmekle beraber İslâm'ın olmazsa olmazlarından değildir. Çünkü cariyeler bu hükmün dışında tutulmuş, hatta onların, hürlere benzerler düşüncesiyle baş örtüsü takmasına müsaade edilmemiştir. Elbette Kur'ân'ın baş örtüsü emrinin uygulanması daha iyidir. Fakat Kur'ân'ın bütün emirleri aynı ağırlıkta görülmemiş ve aynı titizlikle uygulanmamıştır. Alınan borcu iki şahit huzurunda almak ve onu yazdırmak da (borç senedi yapmak) da Kur'ân'ın emridir ama bunu yapanlar çok azdır. Boşamanın iki şahitle tespiti de Kur'ân'ın vurgulu emirlerindendir ama bu da pek nadir uygulanmıştır. Hz. Ömer bile şartların değişmesi karşısında bazı Kur'ân emirlerini uygulamamakta bir sakınca görmemiştir. O, Kur'ân'ın ruhu doğrultusunda yürümüş, değişen şartlara göre hareket etmiştir. Ben size, başörtüsünü tahsilinize engel yapmamanızı öneririm. Tahsilinize engel oluyorsa resmi yerlerde başınızı açarsınız, tahsilinizi yapar, işinize devam edersiniz. Bu yasağın olmadığı yerlerde başınızı örtersiniz. Benim kanaatim budur. Ama siz yine de kendi vicdanınıza danışarak hareket ediniz. Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş
  2. AİHM'ye hazırlanan din dersi savunmasında Milli Eğitim, Aleviliğin mezhep-tarikat olmadığını 'cem'in de laikliğe aykırı olduğunu belirtti. Dışişleri Bakanlığı ise bu görüşleri dikkate almadı Milli Eğitim Bakanlığı'nın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki (AİHM) zorunlu din dersi davasında Türkiye'nin savunmasına katkı için Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği yazı, Dışişleri'nce 'vahim' bulunarak dikkate alınmadı. Alevi vatandaş Hasan Zengin'in, din dersinde yalnızca Sünnilik öğretildiği için kızı Eylem Zengin'in zorunlu din dersinden muaf tutulmasını isteyerek AİHM'ye yaptığı başvuru, MEB'in konuya 'resmi' bakışını da ortaya çıkardı. MEB, kendisinden görüş istenilince hazırladığı sekiz sayfalık yazıda şu görüşlere yer verildi: Ne tarikat ne mezhep: Alevilik ayrı bir din olmayıp İslam dininin bir alt kimliğidir. Mezhep veya tarikat olarak kabullenilse bile din derslerinde öğrencilere başka din ve inançtan olanlara karşı daha hoşgörülü ve anlayışlı davranmaları öğütlenmektedir. Cem laikliğe aykırı: Müslüman kültürün içinde yetişen her birey, bu kültürün ürünü olan her dinsel-sosyolojik oluşum, din dersi öğretim programında kendisine vücut veren kök unsurları kolayca bulabilecektir. Cem, Aleviliğe özgü, kendi kendilerine öğrenebilecekleri bir konudur. Prog-ramlarda yer alması, programın 'mezheplerüstü' konumunu gölgeleyebileceği gibi, laiklik ilkesine de zarar verecektir. 'Eşit mesafedeyiz' Her şey öğretilemez: Laiklik ilkesi gereği program, kendini Müslüman hisseden bütün insanlara eşit mesafededir. Cemin programda derinlemesine işlenmesi, sufi oluşum niteliğindeki bütün tarikatların kendine özgü nüanslarının da programlarda yer almasını gerektirir. Aleviler namaz kılar: Programlarda yer alan namaz, bir gruba özgü bir değer değildir. Alevilerin yaşadığı yörelerde yapılan sosyolojik araştırmalar, kendisini Alevi olarak tanımlayan insanların da namazı ibadet kabul ettiğini, hatta namaz kılanların oranının küçümsenmeyecek düzeyde olduğunu ortaya koymuştur. Sünniler gibi: Dr. Ramazan Uçar'ın 'Alevi Bektaşi Geleneği Üzerine Sosyolojik Bir Araştırma (Abdal Musa Tekkesi Örneği)' isimli çalışmasına göre, örnekleme grubu içinde yer alan deneklerin yüzde 67.8'i namazın ibadet olduğunu kabul etmektedir. Deneklerin yüzde 65.8'inin bir şekilde namaz kıldığını belirtmesi de önemli bir husustur. İslam zaten çağdaş: Eğer Alevilikte 'rasyonellik' ve 'çağdaşlık', 'sürekli bir gelişim ve değişimden yana olmak' gibi bir ilke ön planda ise, bunu mevcut din dersi programında da bulmak mümkündür. Bu yaklaşım sadece Aleviliğe özgü olmayıp, doğrudan İslam'ın kök değerleri ile ilgilidir. Dersler teşvik edici: Öğretim programları bireyin düşünce, vicdan ve din özgürlüğünü sınırlamamakta, aksine teşvik etmektedir. Programlarda, bir arada yaşama kültürü ve tecrübesinin önemi vurgulanmaktadır. Din konusunda doğru bilgi sahibi olmayanlar, 'ben ve öteki saplantısı' içinde. Milli Eğitim Bakanlığı'ndan gelen görüş için, "İçinde vahim ifadeler vardı. Tek tek ayıklamak durumunda kaldık" diyen Dışişleri Bakanlığı, AİHM'ye iletilen savunmada bunları tırpanladı. MEB'in tespitleri yerine, dün Radikal'in manşetten duyurduğu hükümet savunması gönderildi. Savunma, 'din dersi tarafsızdır, Anayasa'da devletin yetkisi vardır ve ebeveyn buna karşı çıkamaz' görüşüne dayandırıldı. İki seçenek var Zengin, içinde Alevilik olmayan zorunlu din dersi uygulamasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen 9. maddesinin ihlali olduğunu savunarak AİHM'ye başvurmuştu. Türkiye'nin savunmasını alan AİHM, davayı karara bağlayacak. AİHM'in 'ihlal kararı' vereceği olasılığının yüksek olduğuna dikkat çeken diplomatik kaynaklar, "Türkiye ya zorunlu din dersi uygulamasına son verecek ya da derslerde Aleviliği doğru düzgün öğrencilere anlatmak zorunda kalacak. Başka da yol görünmüyor" diye konuştu.
  3. ZORUNLU DİN DERSİNİN DEVAMI LEHİNE DİYANETTEN FETVA Sayın Bardakoğlu, Diyanet İşleri Başkanı mı? Yoksa Milli Eğitim Bakanı mı? Sabah Gazetesin 13 Ağustos tarihli haberine göre, Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, çağdaşlıktan uzak eğitim sistemimize, 12 Eylül darbecileri tarafından entegre edilen ve asimilasyon aracı olarak kullanılan zorunlu din dersi uygulamasının devam ettirilmesi konusunda üstüne vazife olmayan konudaki zorunlu din dersi lehinde fetva vermektedir. Bu sorunun tekrar ele alınıp tartışılması zorunludur. Ama tartışmanın zemini ve hedefi de önemlidir. Dini ve inançsal bilgi edinme hakkında, zorunluluk değil, kişisel tercih ve gönüllük esastır Bugün zorunlu din derslerinin devam ettirilmesini savunmak ve bunu 21 yüzyılın dünyasında “Türkiye'nin ve gelecek neslin hayrına görmek” ilkellikten başka bir şey değildir. Eğitim sistemimizde aklın egemenliğini, hurafelere terk etmeyi ve eğitimi ruhani dünyanın kabulleri ile ibaret gören bu gerici yaklaşımı onaylamamız mümkün değildir. Sorgulamaktan aciz, hesap sormaktan korkan, emre itaat kulluk ilişki üzerinden ümmetçi bir toplum yaratmayı hedef seçmiş bir eğitim politikasını, halkın hakkını değil, sistemin ve dinin egemenlik hakkını koruyan zihniyetin savunması doğaldır. Ama bizler buna yurttaş olarak itiraz ediyoruz. Herkesin inancı kendisine, gönüllü ve özel dini hayatında olmalıdır. Dayatma ve zorunluluk üzerinde dini kanaat oluşturma ancak dikta ve molla rejimlerin uygulamasıdır. Dolaysı ile Diyanet İşleri Başkanı dini zorla öğretmeyi tercih etmesi, tüm kutsal din ve inançların temel felsefisine de aykırı olan bu ilkeyi de yok saymaktadır. Sayın Bardakoğlu Bakara süresini okunmamış olamaz, orada en azından İslam dininde inanç ile zorlama arasındaki ilişki tarif edilmiştir. Dinde ve inançta zorlamanın olamayacağı hükmü sadece laiklik ilkesi açısından değil, tüm kutsal din ve inançlarında ilkesidir. Böylece sayın Bardakoğlu görev alanının temel ilkelerinden bir olan bu ilkeyi ayaklar altına almış oluyor. Eğitimi ulemaların hurafelerine değil, akla, bilime ve eğitim emekçisine teslim etmek gerek Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, görevli ve yetkili olduğu alanda ürettiği ayrımcı uygulamalarını, bu kez de eğitim alanına taşıyarak, orayı dinsel hegemonya açısından güçlendirmek istiyor. Sayın Bardakoğlu devletin asimilasyon ve din propaganda merkezi olan Diyanet gibi anti laik kurumun başkanıdır. Kendisinin başkanı olduğu kurumun bu ülke için bir sorun teşkil ettiği orta yerde dururken, bu kez kendisinin Milli Eğitim bakanı gibi demeç vermesi iyi niyet göstergesi değil, aksine eğitimde egemenliğin milletten, akıldan, bilimden ve çağdaşlıktan alınıp, ulamaların fetvalarına ve hurafelerine teslim edilmesi tutumudur. Zorunlu din dersi sadece yanlış değil, tehlikeli, ayrımcı ve ideolojik uygulamadır. Bardakoğlu, zorunlu din dersinin içeriğine dair şüpheleri olacak ki o da, "yanlışlar varsa yanlışları düzeltelim. İçeriğini tartışalım” diyor. Oysa mesele yanlış olmanın ötesinde, gelecek neslin akıl ve bilim yolundan çıkmasına zemin hazırlayan bir müfredat ve eğitim politikasıdır. Siyasette olduğu gibi, eğitimin dinselleştirilmesi ve bunu da “laiklik” adına pazarlamak, toplumu “cahil” yerine koymaktır. Kendi çocuklarını yurt dışında kendi kültür ve inanç coğrafyalarından uzak yerlerde eğitimi doğru tercih gören bu zihniyetin, yoksulun çocuklarına İmam hatiplerini, kuran kurslarını ve zorunlu din derslerini dayatanlar, bu ülkenin gelecek nesline aydınlık değil, aksine karanlık bir gelecek hazırlıyorlar. Siyasal İslam ve milliyetçilik üreten eğitim sistemine son verilmelidir. Bu ülkede kamusal hizmet adı altında dayatılan ve uygulanan zorunlu din dersi, İHL, kuran kursları ve Diyanetin faaliyetleri bu ülkede siyasal islamı üretiyor. Bu ülkenin aydınlık geleceğinin düşünsel ve eğitim zemini oluşturan Köy Enstitülerinin kapatılıp, dini ağırlıklı ve ezberci eğitim modeline geçilmesi ile bu ülkenin kaderi sağcı ve siyasal İslamcı siyasetin eline teslim edilmiştir. Zorunlu din dersi ile bu ülkede aydın üretilmez, aksine aydınların varlığı tehdit eder. Dinsel hegemonyası artırılmış mevcut eğitimi sistemi Türkiye’yi çağdaş ve aydınlık bir geleceğe taşımaktan yoksundur. Ancak ülkemizde dincilik ve milliyetçilik eksenindeki yükselişe katkı sunar. Bunun sonuçlarını da 22 Temmuz 2007 seçimlerinin sonuçlarından çıkarmak mümkündür. Bu eğitim sistemi aynı zamanda demokrasi düşüncesine, çoğulculuğa ve eşitliğe karşıdır. Türk eğitim sistemi tekçidir ve farklılıkları yok sayar. “Laiklik” ve “cumhuriyetin kazanımları” adına bu ülkedeki bir çok dini faaliyet olarak sunulan “kamusal hizmet”, Türkiye’de siyasi yapıyı tamamen milliyetçi eksende sağcılaştırmayı ve muhafazakarlaşmış eksen de İslamlaştırmayı hedeflemiştir. Eğitim kendisi ve dili tekçidir. Zorunlu din dersi, iddia edildiğinin aksine, mezhepler üstü ya da çoğulcu değildir. Kapsayıcı ve gönüllü değildir. Çoğulcu bir anlayış üzerine oturmamaktadır. Zorunlu din dersinden verilen eğitimle, öğrencilerin kafalarında “ötekiler” yaratılır. Bu nedenle din dersi tekçidir ve dışlayıcıdır. Aşağıdaki bilgileri alan öğrencilerin, İslam dışındaki dinlere nasıl bakacağını kestirmek mümkündür. Örneğin, “Allah’ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanlar ister istemez O’na teslim olmuştur, O’na döneceklerdir. Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İshak’a ve Yakub’a ve torunlarına indirilen, Rab’leri tarafından Musa, İsa ve Peygamberlere verilene inandık, onları bir birinden ayırt etmeyiz. Biz Ona teslim olanlarız, de. Kim İslam’dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerden olacaktır.” (Ali Imran, 3:83,84,85; Bakara, 136), yine “Rabbından kendisine indirilene Peygamber de iman etmiştir, müminler de; hepsi de Allah’a, meleklerine, Peygamberlerine iman etmiş ve şöyle demişlerdir: Allah’ın Peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız. ...” (Bakara, 2: 285), keza “Ey iman edenler; Allah’a, Rasulune, Resulüne indirdiği Kitaba, daha önce indirdiği Kitaba’da iman ediniz...” Her kim, Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, en büyük sapıklıgâ düşmüş olur.” (Nisa, 4: 136) korkusu ile nasıl bir ruh haline sahip olacakları ve diğer din ve inançlar konusundaki algılamaları, pedagojik açıdan tehlikelidir. Başka bir örnek verecek olursak; “Allaha ve meleklerine ve kitaplarına ve peygamberlerine ve ahiret gününe iman ettim.” ve dışlayıcı bir yorum olarak “Allah katında din İslam’dır..”. (Ali Imran, 3:19) eğitimin ile verilen bilgileri zorunlu din derslerinde ezberleyen öğrenciler sadece İslamın biricik, yegane, hak dini olduğuna inanırlar ve sadece onu benimsemeleri/savunmaları öğretilir. Diğer din ve inançlara karşı bir önyargıda böylece, “ötekiler” yaratılarak şekillenir. Eğer bugün Türkiye’de bir linç kültürü gelişiyorsa, başka inanç gruplarına dönük katliamlar gerçekleşiyorsa, nasıl bir eğitim aldığımız ciddi olarak sorgulanmalıdır. Türkiye’deki zorunlu din dersi, çoğulculuk ilkesini, gönüllülük ilkesini hiçe sayan, ve iddia edildiğinin aksine “Mezheplerüstü , çoğulcu din öğretimi programı” değildir. Akıl yerine, hurafelere inanmaya öncelik tanıyan bir anlayış, eğitim sisteminin tümünü etkilemektedir. Meclisteki tüm siyasi partiler, sadece oy kaygısı ile, Türk eğitim sisteminde yapılması gereken köklü reformlara ilişkin proje üretmemektedir. Bazı “sosyal demokrat partilerin” ilk ve orta öğretimdeki zorunlu din derslerinin içeriğinde yer alan hurafeler ilişkin eleştirileri eksik bir yaklaşımdır. Zorunlu din derslerinin kaldırılması için öneri sunmadan, evrensel hukuk değerlerine sahip çıkmadan, mevcut uygulama üzerine kısmı eleştiri getirmekle sorun çözülmeyecektir. Diyanet İşleri Başkanı geçmişte de benzer fikirler beyan etmişti. AİHM’de açılan “Türban Davası”nda görüş belirtmedi, ama zorunlu din derslerinin kaldırılmasına ilişkin AİHM’de süren davaya ilişkin görüş belirtti. İstanbul 5. İdare mahkemesinin, Ali Kenanoğlu’nun açtığı davada, lehine olumlu karar alınca ve AİHM’de süren diğer dava ile ilgili olarak hukuksal olarak “davanın kabul edilebilirliğine” karar verince, Diyanet İşleri Başkanı, kendisini Milli Eğitimden sorumlu Bakan yerine koyarak o zamanda “Fevkalade siyasi bir karardır. Aleviliği farklı inanç gibi göstermek haklılığını nereden alıyor” yorumu getirerek, “Alevilerin hepsi Müslüman. Hiç kimse Batı’nın tuzağına gelip Aleviliği İslam dışı göstermesin. Dersin içeriğinde yanlış varsa düzeltilir. Çocukların 2 saat din kültürüne ayıracak zamanları yoksa, hiçbir şeye zamanları yoktur.” Görüşü ile yetkisi olmayan bir alana (Eğitim ve hukuk) müdahil olmaya çalışmıştı. DİB, görev tanımlarını dışında bir alana müdahale etmesi bir gaf olmanın ötesinde ideolojik yaklaşımdır. Çünkü AKP’li Bakanların eşleri dahi, “Türban hakkı”na ilişkin davalarını AİHM’ne taşırken, Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu her hangi bir açıklama yapma gereği duymamıştır. Bunun AKP siyasetindeki tipik bir çifte standart yaklaşım ve ideolojik tercih olduğu bilinmelidir. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Şevki Aydın, zorunlu din dersine karşı Alevilerin tepkisini “Bu ders mecburi olmasın demek din konusundaki cahilliği savunmaktır. Bunu hiçbir Alevi kardeşimizin destekleyeceğini sanmıyorum” düşüncesi ile, Alevileri “cahil” yerine koyup, sonra kendini Alevilerin temsilciymiş gibi sanarak, “Aleviler bunu desteklemez” diyerek, zorunlu din derslerinin kaldırılması için 1 Milyon imza toplayan Alevilerin varlığını görmezden gelmektedir. Gerek DİB ve gerekse MEB’nın zorunlu din dersleri “laiklik ve insan hakları anlamında bir sorun yaratmıyor” iddiasının aksine zorunlu din dersleri, insan ve çocuk haklarına aykırıdır. Aynı zamanda bu ders egemen sınıfların, ulus devletin kültürel kimliğini korumak ve tek din tek kimlik dayatmasını beslemek üzere savunduğu ideolojik tercihlerinin bir aracıdır. Siyasiler siyasetin değil, gericiliğin peşinden gidiyor ABF ve AABK tarafından, 2005 yılında zorunlu din derslerinin kaldırılması için 1 milyona yakın imza toplanmıştı. Bu imzalar Cumhurbaşkanlığına, Başbakanlığa, ve Avrupa Parlamentosu’na teslim edildi. Toplanan imzalara, ABF ve AABK taleplerine, o dönem siyasi iradenin veremediği cevabı, 17.04.2006 tarihinde İstanbul 5. İdare Mahkemesinin kararı verdi; “Zorunlu Din dersi uluslar arası sözleşmelere ve anayasada belirlenmiş din ve vicdan özgürlüğüne aykırıdır” Bu karar, Türk eğitim sistemindeki uygulamaların, uluslar arası hukuk değerlerine aykırılık içerdiğine ilişkin bir değerlendirme olup, siyasi iktidarların din istismarlığına yönelik ne bir cevaptı. Siyasiler, toplumun sesine kulak vermiyor. Halkın ihtiyaç ve talepleri dikkate alınmıyor. Toplumun dini duygularını eğitime, ekonomiye ve siyaset alet ediyorlar. Türkiye’ye ötekileştiren ve ümmetleştiren değil, çağdaş, bilimsel, demokratik ve laik eğitim gereklidir. Zorunlu din dersi ciddi ve çözüm bekleyen bir demokrasi ve laiklik ile ilgili bir sorundur. Siyasi iktidarlar demokratik ve özgürlükçü laiklik tanımına uygun inanç ve vicdan özgürlüğü kayıtsız şartsız güvence altına alınmalıdır. Kimse inancından dolayı ayrımcılığa maruz kalmamalı ve yaşam tarzlarında özgürlüğe sahip olmalıdır. Devlet her hangi bir din ve inanç grubunu resmi inanç olarak kabul etmemeli ve lehte destek sunmamalıdır. Yani devlet kendisini tüm inanç gruplarından ve dinlerden ayrı tutmalı ve hepsine eşit mesafede durmalıdır. Laiklik tanımı gereği, devlet, kendi okullarında zorunlu din eğitimi yapamaz. Bu nedenle zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. Devletin asli görevleri arasında, din propagandası yapmak gibi bir faaliyet asla kabul edilemez. Bu hizmetler inanç ve din gruplarının kendisine bırakılmalıdır. Evrensel hukuk değerleri ve insan haklarına saygılı eğitim Çünkü evrensel hukuk değerleri, kazanılmış insan hakkıdır, çocuk hakkıdır. Uluslararası antlaşmalar böyle söylüyor. Türkiye’nin bu antlaşmalar altında imzası var. Bunun gereğini yerine getirmek Türkiye’nin görevi. İnsan hakları evrensel Beyannamesi madde 26 ne göre: “Eğitim, insan kişiliğinin tam geliştirilmesine, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasında, hoşgörü ve dostluğu yerleştirmeli ... Ana-babalar, çocuklarına verilecek eğitimi seçmede öncelikli hak sahibidir.’’ Yani anne babalar çocuklarının eğitimi hakkında söz sahibi olmalıdırlar. Anne Babanın iradesi dışında başka bir yol olamaz. Roma’da imzalanan Avrupa İnsan haklarını koruma sözleşmesi’nin 9. Maddesi ne göre ise: “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, din ya da inancını değiştirme özgürlüğü ile din ile inancını tek başına ya da topluca ve açık ya da özel olarak ibadet, öğretim, uygulama ve gözetme yoluyla açıklama özgürlüğünü de kapsar.’’ New York’ta imzalanan kültürel haklar sözleşmesinin 13 maddesinin 3. bendi ise: “Bu Sözleşmeye taraf Devletler, ana babaların ya da – kimi durumlarda – yasal vasilerin, Devlet tarafından kurulanların dışında Devletçe konmuş ya da onanmış belli eğitim ölçülerine uyan okullar seçme özgürlüklerine saygı göstermeyi ve çocuklarının kendi inançları doğrultusunda ahlak ve din eğitimini görmelerini sağlamayı üstlenir.’’ Konu çocuklar olunca, UNESCO’nun görüşüde önemlidir. New York’ta 1959’da imzalanan Çocuk Hakları sözleşmesinin 14. maddesinin 1. bendi ne diyor:“Taraf Devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlüklerine saygı gösterirler.” New York’ta 1981’de imzalanan beyenname madde 5 ‘de: “Çocuk, ana babasının ya da duruma göre kanuni vasisinin istekleri uyarınca istediği din ya da inanç eğitimi görme hakkından yararlanır ve kendi çıkarları başta olmak üzere ana babasının ya da yasal vasisinin isteklerine karşı din ve inanç eğitimi almaya zorlanamaz” demiştir. Fakat tüm bu evrensel hukuksal haklar, her nedense Türkiye’deki uygulama süreçlerinde, ideolojik yaklaşımların kurbanı olmuştur. Laiklikten, demokrasiden, çocuk haklarından yana herkesin Bilimsel, Laik ve Demokratik bir Eğitim İçin Zorunlu Din Dersleri Kaldırılması fikrine destek vermesi gerekir.
  4. Avrupa ülkeleri ile türkiye’deki din öğretiminin karşılaştırılması Türkiye ve Avrupa ülkelerinde din dersi uygulamalarını karşılaştırmak istediğimizde karşımıza, bu ülkelerin genel eğitim sistemleri içinde din dersine verdikleri işlevin belirlenmesi konusu çıkar. Din eğitimi uygulamaları açısından her ülkenin kendi tarihsel, siyasal ve toplumsal yapısına göre farklılıkları bulunmaktadır. Buna göre, ülkeler kendi yapılarına göre din dersine yer vermişlerdir. Avrupa Birliği yasalarında din devlet ilişkileri açısından din özgürlüğü dışında ayrıntıları konusunda herhangi bir bağlayıcı hüküm bulunmamaktadır. Üye ülkeler kendi durumlarına uygun düzenlemeler yapabilmektedir. Avrupa Birliği ülkelerindeki din eğitimi ile ilgili uygulamalardaki ortak noktaları şöyle özetleyebiliriz: 1.Tüm ülkelerde özel okul açma imkânı vardır ve bu özel okulların çoğunluğu dinî kuruluşlara yani Kiliselere bağlı okullardır. 2. Özel okul statüsünde olan Kilise okullarının hemen tamamına yakını devlet yardımı alır. 3. Kilise okullarında din dersinin zorunlu olmasının yanında tüm öğretim dinî bir atmosfer içinde yapılır. 4 .Devlet okullarındaki, din öğretimindeki yaklaşımlara göre Avrupa Birliği ülkelerinde şu üç model uygulanmaktadır. a. Mezhebe/dine dayalı din öğretimi yaklaşımını uygulayan ülkeler: Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İrlanda, İspanya, İtalya, Lüksemburg, Norveç. b. Mezhepler üstü din öğretimi yaklaşımını uygulayan ülkeler: Danimarka, İngiltere, İsveç, Yunanistan. c. Devlet okullarında din dersine yer vermeyen tek ülke Fransa’dır. Ancak Fransa’nın Alsace-Moselle bölgesindeki devlet okullarında din dersleri vardır. 4. Mezhebe dayalı din öğretimi uygulayan ülkelerde din derslerinin adı ilgili dinin adı ile anılmaktadır. Katolik din dersi, Protestan din dersi gibi. 5. Mezhebe dayalı din derslerinin programlarını belirlemede ve öğretmen atamalarında mutlaka ilgili dinin temsilcisi kurumdan onay alınır. 6. Mezhepler üstü din derslerinin programlarını devlet kendisi yapar. 7. Din derslerini okutan öğretmenlerin maaşlarını devlet öder. 8. Mezhepler üstü yaklaşımla din dersi verilen ülkelerde, din dersleri ülkenin ya da bölgenin özelliğine göre, çoğunluğun mensup olduğu din ya da mezhep ağırlıklı olarak okutulur. 9. Tüm ülkelerde, devlet okullarında verilen din eğitiminin dışında, yaygın eğitim çerçevesinde her seviyede dinî kurs, seminer vb. düzenleyerek veya okul açarak din eğitimi yapmak serbesttir. Bunların bir kısmına devlet yardımı da yapılır. 10. Kilise vb. dinî kurumlar, her türlü sosyal ve kültürel faaliyet düzenleyebilirler. 11. Fransa dışında tüm ülkelerde devlet din görevlilerinin maaşlarını ödemekte ve dinî kurumların masraflarına yardım etmektedir. Türkiye’deki durum da özetle şöyledir: Türkiye’de devlet, dini ve dinî kurumları kendi denetimi altında tutmak istemektedir. Bunun sonucu olarak da vatandaşların dinî ihtiyaçlarını kendi bütçesinden karşılamaktadır. Bu çerçevede, Diyanet İşleri Başkanlığı bir devlet kurumudur. Din görevlisi yetiştirmek üzere, İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri açılmıştır. Aynı şekilde İlk ve orta dereceli okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri zorunlu dersler arasındadır. Din eğitiminin devlet okullarında yer alması tartışmaları iki yönden ele alınabilir. Din eğitimi, devlet tarafından vatandaşlara tanınan “dinî özgürlükler” içinde mi yoksa vatandaşın “dinî haklar”ı içinde mi yer alacaktır? Demokratik topluluklarda, “din eğitimi hakkı” tartışılamaz. Sorun, bu eğitimi kimin vereceğinde düğümlenmektedir. Avrupa Birliği üyesi ülkelerle Türkiye’deki din eğitimi konusundaki temel ayrılık, bu noktadadır. Genel olarak Avrupa Birliğine üye ülkelerinde din eğitimi alanı “dinî özgürlükler” içinde algılanmaktadır. Bunun sonucu olarak, devlet vatandaşın dinine karışmayı özgürlüğüne müdahale olarak algıladığı için, din eğitimini özel kesime yani ilgili dinin temsilcisi cemaatlere ve kurumlara bırakmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, din eğitimini bir “hak” olarak düzenlemek istemektedir. Anayasal tercih, din eğitiminin bir “özgürlükler” konusu değil, devlet tarafından yerine getirilmesi gereken bir “sosyal hak” olarak düzenlenmesi yönündedir. 1982 Anayasası, “Tevhid-i Tedrisat” yasası uyarınca, eğitimi bu arada din eğitimini de devlet tekeline almaktadır. Din eğitimini, bir “hak” olarak düzenleyen, tercihini bu yönde yapan bir düzende, devlet, halkın din eğitimi taleplerini ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. İşte bu anlayışın sonucu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı vardır ve devlet okullarında din öğretimi yapılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 24. maddesinde de belirtildiği gibi devlet, her türlü din eğitim ve öğretimini denetim ve gözetim altında tutmaktadır. Bunun sonucu olarak da, vatandaşların her türlü dinî ihtiyacını da, devlet kendisi karşılamak durumundadır. Türkiye’deki din eğitimi ile ilgili uygulamalar, sınırlı da olsa din eğitiminin devlet tarafından yapılması ve devlet içinde bir din kurumunun yer alması Türkiye’nin kendi tarihsel tecrübesine uygundur ancak Avrupa ülkelerindeki uygulamalara benzememektedir. Türkiye din görevlilerine maaş vermesi ve cami vb. dinî kurumlara direk yardım yapması bakımından da Avrupa Birliği ülkelerine benzememektedir. Ancak devlet teşkilatı içinde Diyanet İşleri Başkanlığı olması bakımından kısmen Yunanistan’a benzemektedir. Yunanistan’da da Din İşleri Bakanlığı bulunmaktadır. Özet ve öneriler Avrupa Birliğine üye ülkelerinde din eğitimi alanı “dinî özgürlükler” içinde algılanmaktadır. Bunun sonucu olarak, devlet vatandaşın dinine karışmayı özgürlüğüne müdahale olarak algıladığı için, din eğitimini özel kesime yani ilgili dinin temsilcisi cemaatlere ve kurumlara bırakmaktadır. Din öğretiminde mezhebe/dine dayalı ve mezhepler üstü olmak üzere iki yaklaşım vardır. Mezhebe dayalı din öğretimi yaklaşımını uygulayan ülkeler: Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İrlanda, İspanya, İtalya, Lüksemburg, Norveç. Mezhepler üstü din öğretimi yaklaşımını uygulayan ülkeler: Danimarka, İngiltere, İsveç, Yunanistan. Devlet okullarında din dersine yer vermeyen tek ülke Fransa’dır. Ancak Fransa’nın Alsace-Moselle bölgesindeki okullarda din dersleri vardır. Mezhebe dayalı din öğretimi uygulayan ülkelerde din derslerinin adı ilgili dinin adı ile anılmaktadır. Katolik din dersi, Protestan din dersi gibi. Mezhebe dayalı din derslerinin programlarını belirlemede ve öğretmen atamalarında mutlaka ilgili dinin temsilcisi kurumdan onay alınır. Mezhepler üstü din derslerinin programlarını devlet kendisi yapar. Türkiye, din eğitimini bir “hak” olarak görmektedir. Anayasal tercih, din eğitiminin bir “özgürlükler” konusu değil, devlet tarafından yerine getirilmesi gereken bir “sosyal hak” olarak düzenlenmesi yönündedir. Anayasa uyarınca devlet, eğitimi bu arada din eğitimini de tekeline almaktadır. Din eğitimini, bir “hak” olarak düzenleyen, tercihini bu yönde yapan bir düzende, devlet, halkın din eğitimi taleplerini ve ihtiyaçlarını karşılamak durumundadır. İşte bu anlayışın sonucu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı vardır ve devlet okullarında din öğretimi yapılmaktadır. Türkiye din eğitimi konusunda, kendi tarihsel, toplumsal ve siyasal yapısı içinde bir model geliştirmiştir. Bu modelde bazı uygulamalarda değişiklikler olsa bile ana hatları ile aynı anlayış devam etmektedir. Devletiyle bütünleşmiş bir halk, Türkiye’nin 21. yüzyılın güçlü bir ülkesi olmasının garantisi olacaktır. Devlet halk bütünleşmesini sağlayacak alanlardan birisi de devletin, vatandaşların din eğitimi ihtiyaçlarını ve taliplerini sağlıklı bir şekilde karşılamasıdır. Bu çerçevede, meslekî din öğretimi veren İmam-Hatip Liseleri ile ilk ve orta dereceli okullarda okutulan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri halkın talep ve ihtiyaçlarına göre ele alınmalıdır. Aynı şekilde, velilerin çocuklarına İslâm esaslarını ve Kur’an öğretilmesi yönündeki ihtiyaçları bilimsel yöntemlerle belirlenmeli ve karşılanmalıdır.
  5. Kiliseler okul dışında her yaştan isteyen vatandaşlara dinî kurslar düzenlemektedir. İlkokul öğrencilerinin yaklaşık % 40-45’i Katolik din eğitimi almaktadır. Hollanda: Hollanda’da din devlet ilişkileri ayrılmış olsalar bile, devlet din hizmetlerine yardım etmektedir. Bu çerçevede (dernekler, yardım kuruluşları, dergi, gazete, radyo, televizyon vb. yayın kuruluşları, okullar vb.) dinî kuruluşlar devlet yardımı aldıkları gibi, devlet kilise yapımlarına da katkıda bulunmaktadır. Ülkede, eğitim özgürlüğü çerçevesinde bir çok dinî kurumlar tarafından özel okul açılmıştır. Bu çerçevede Müslümanların da okulları vardır. Özel okullarda din dersleri zorunlu olup, haftada iki saattir. Devlet okullarında ise din dersleri seçmelidir. Din dersleri mezhebe dayalı olarak yürütülmektedir. İngiltere: İngiltere’de Anglikan Kilisesi resmî bir özelliğe sahiptir. Bir çok devlet töreni dinî törenle yapılmaktadır. Devlet başkanı yani Kral aynı zamanda Anglikan Kilisesinin başkanı olup, Başbakanın teklifi ile din görevlilerini atar. Din dersleri, ilk ve orta dereceli devlet okullarında zorunlu dersler arasında yer alır. Okullarda güne toplu dua ile başlamak yasa emridir. Ancak, öğrenci velileri, isterlerse çocuklarını, hem din dersine hem de toplu duaya katılmaktan alıkoyabilirler. Din dersinin programlarını hazırlama yerel yönetimlerin sorumluluğundadır. Din dersleri mezhebe dayalı olarak yapılmaktadır. İtalya: İtalya, din devlet ilişkileri açısından Katolikliğin tarihî ve sosyolojik olarak etkin olduğu bir ülkedir. Anayasanın 7. maddesine göre, “Devlet ve Katolik Kilisesi”nin her biri kendi alanında bağımsız ve egemen olduğu için Katolik Kilisesi “millî bir nitelik kazanmıştır. Ülkede, kiliselerin yanında üniversiteler hariç devlet okulları ve özel okullarda din eğitimi yapılmaktadır. Okullarda din dersleri haftada 1-2 saat olarak okutulmaktadır. Dersleri kontrol etmek ve öğretmenleri tayin etmek Katolik Kilisesinin elindedir. 1984 yılındaki yasal düzenlemeler sonucunda din dersleri isteğe bağlı duruma gelmiştir. Yunanistan: Yunanistan, Hristiyan Ortodoks mezhebinin devlet üzerinde oldukça etkili olduğu bir ülkedir. Ülkede, Ortodoks mezhebi ağırlıklı din eğitimi anaokullarından başlamaktadır. Okulöncesi eğitimin plânlamasını, Milli Eğitim, Din İşleri, Salık ve Sosyal Güvenlik ile Maliye Bakanlıkları ortaklaşa yapmaktadır. Aynı şekilde meslekî teknik eğitiminin plânlaması Eğitim ve Din İşleri Bakanlığı tarafından yapılmaktadır. Din bilgisi dersleri, ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu dersler arasındadır. İlkokul 1-2. sınıflarda haftada 1 saat ve lise sona kadar haftada 2 saat olan din dersleri Ortodoks mezhebi ağırlıklı olup mezhepler üstüdür. Aynı şekilde Müslüman azınlık okullarında da İslâm din dersleri okutulmaktadır. Ülkede, ortaokul ve lise seviyesinde, din eğitimi veren okullar bulunmaktadır. Ortaokul seviyesinde sadece erkek öğrencilerin devam ettikleri meslek okullarında rahiplik için gerekli davranış ve alışkanlıkların kazandırılması için ders dışı etkinlikler düzenlenir. Aynı şekilde, devlete bağlı ve özel dinî liselerde rahip yetiştirilir. Türkiye’de Din Öğretimi Türkiye, yasalarında herhangi bir dini resmen tanımayan ancak halkın dinî ihtiyaçlarını karşılamak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran bir ülkedir. Diyanet İşleri Başkanlığı, yaygın din eğitimi çerçevesinde, camilerde ve Kur’an kurslarında din eğitimi vermektedir. Müftü , vaiz, imam hatip, müezzin vb. din görevlilerinin maaşları devlet bütçesinden karşılanmakta hatta cami vb. ibadet yerlerinin masraflarına devlet katkıda bulunmaktadır. Örgün eğitimde ilk ve orta dereceli okullarda, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri zorunlu dersler arasında yer almaktadır. Bu dersler, ilköğretimin 4. sınıfından itibaren haftada 2 saat zorunlu olarak, ders geçmeye etki etmek üzere normal programlar içinde okutulmaktadır. Din derslerinin programları diğer tüm dersler gibi Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılmaktadır. Ders kitapları ise ya doğrudan Bakanlık tarafından üretilmekte ya da özel yayınevlerince üretilenler kontrol edilerek onaylanmaktadır. İmam-Hatip Liseleri, imam hatip, müezzin kayyım ve Kur’an kursu öğreticiliği gibi din görevlisi ihtiyacını karşılayacak elemanlar yetiştiren ve yüksek öğretime hazırlayan meslek liseleridir. Anayasanın 24. maddesi uyarınca, din ve ahlâk eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılmaktadır. Bu maddeden şu sonuçlar çıkarılabilir: 1.Devletin gözetim ve denetiminden bağımsız bir din eğitim ve öğretimi yapılamaz. 2.Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta dereceli okullarda zorunludur. Burada zorunlu olan, eğitim değil öğretimdir. Bu sonuçlara göre, ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu dersler arasında yer alan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerinde din eğitimi değil, din öğretimi yapılacaktır. Burada öğretimden, bilgilendirme; eğitimden, inanç ve tutum değişmesi anlaşıldığı söylenebilir. Zaten din dersinin adı da bilinçli olarak Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi olarak belirlenmiştir. Yani bu ders İslâm din dersi değildir. O halde Türkiye’de ilk ve orta dereceli okullarda verilen din dersleri, mezhebe / dine dayalı bir din dersi değil mezhepler üstü bir din dersidir. Hatta, din görevlisi yetiştiren İmam-Hatip Liselerinde yapılan öğretim de bu çerçevede değerlendirilebilir. Mevcut Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ders programlarına baktığımızda, İslâm dini ağırlıkta olmak üzere tüm dinler ve ahlâkî konuların yer aldığını görüyoruz. Böyle olmasına rağmen söz konusu derslere Hristiyan ve Musevi öğrenciler isterlerse katılmayabilirler.
  6. AVRUPA BİRLİĞİ ÜLKELERİNDE DİN EĞİTİMİ VE TÜRKİYE İLE KARŞILAŞTIRIlMASI..... Bu tebliğde, önce Avrupa Birliği ülkelerindeki din öğretimi uygulamaları hakkında bilgi verilecek ve ardından Türkiye’deki din öğretimi uygulaması ile karşılaştırılacaktır. Problem Çeşitli ülkelerdeki din eğitimi uygulamalarının bilinmesi ve Türkiye ile karşılaştırılmasının önemi konusu iki noktadan ele alınabilir. Bunlardan birisi Mukayeseli Eğitim Bilimi diğeri de Türkiye’deki din eğitimi tartışmaları açısındandır. Türkiye’de din eğitimi sorunu, yaygın olarak tartışılmakta ve sürekli güncelliğini korumaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu tartışmalar daha uzun süre devam edecektir. Türkiye’nin Avrupa Birliğine aday olması, tartışmalara ayrı bir boyut daha kazandırmaktadır. Bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da tartışmaların çoğu zaman bilimsellikten uzak olduğu gözlenmektedir. Bu nedenle konunun bilimsel çerçevede ele alınmasında yarar vardır. Bunun için Avrupa ülkelerinde din eğitimi uygulamalarını bilmemiz ve bu tecrübelerden yararlanılarak kendi sistemimizi kurmamız gerekmektedir. din öğretiminde yaklaşımlar Din öğretimi ile ilgili dünyada yaygın olarak uygulanan iki yaklaşım bulunmaktadır. Bunlar, mezhebe/dine dayalı (confessional) ve mezhepler üstü (non confessional) din öğretimi yaklaşımlarıdır. Mezhebe/dine dayalı öğretme yaklaşımında, dersin konularını belli bir din ya da mezhep oluşturmakta ve söz konusu dinin sevdirilmesi, benimsetilmesi amacı taşınmaktadır. Zaten böyle din dersinin ismi de ilgili dinin ya da mezhebin adı ile anılmaktadır. Örneğin, Katolik din dersi, Protestan din dersi, İslâm din dersi denildiği zaman bu derslerin belli bir mezhebe ya da dine dayalı olarak işlendiğini anlıyoruz. Mezhebe/dine dayalı din dersinin programları, ya ilgili dinin temsilcilerinin bizzat kendileri tarafından yapılır ya da onaylanır. Örneğin, Belçika ve Avusturya’da din derslerinin programları ilgili dinin temsilcileri tarafından yapılır. Bu çerçevede, Katolik din dersinin programı Katolik Kilisesi tarafından, Protestan din dersinin programı, Protestan Kilisesi tarafından yapılır. Aynı şekilde resmî dinler arasında yer aldığı için Avusturya’da İslâm din derslerinin programlarını “Avusturya Diyanet Teşkilatı” yapmaktadır. Belçika’da ise İslâm’ı temsil eden kurum tam oluşup faaliyete geçmediği için bugüne kadar İslâm din dersinin programı yapılamamıştır. Almanya’da Katolik ve Protestan din derslerinin programları, ilgili dinin temsilcisi kurumun onayı ve devletin pedagojik denetimi ile yapılmaktadır. Aynı şekilde bu tür din dersi öğretmenleri ile ilgili son kararı ilgili dinin temsilcisi kurum verir. Mezhepler üstü ya da mezhebe dayalı olmayan din öğretimi yaklaşımında ise, derslerde herhangi bir din esas alınmamakta yani, o dini benimsetmek, sevdirmek amacı değil sadece bilgilendirme amacı taşınmaktadır. Bu yaklaşımla yapılan din derslerinin programlarını, genelde devlet yapmaktadır. Ancak bu çeşit din dersleri, genellikle ilgili ülke ya da bölgenin çoğunluğunun mensup olduğu dine göre, o dinin öğretiminin ağırlıklı olarak öğretildiği bir ders şeklinde uygulanmaktadır. Bu tür eğitime Yunanistan ve Danimarka’daki din dersleri örnek verilebilir. Yunanistan’da din dersleri mezhepler üstüdür ancak Hristiyan Ortodoks mezhebi ağırlıklı olarak okutulmaktadır. Din öğretimi ile ilgili mezhebe dayalı ve mezhepler üstü yaklaşımların dışında özellikle Avrupa ülkelerinde bazı yeni arayışlar da bulunmaktadır. İngiltere, Almanya, Norveç’te geliştirilmeye çalışılan yeni yaklaşımlara “mezhepler üstü model”, “mezheplere bağlı olmayan model”, “birleştirici model”, çoğulcu model”, “fenomenolojik yaklaşım” vb. denilmektedir. Ancak bu iki yaklaşım dışındaki yaklaşımlar, resmî bir statüye kavuşmamış üzerinde çalışmaların sürdürüldüğü yaklaşımlardır. Avrupa birliği ve din eğitimi uygulamaları Avrupa Birliği, temel yasalarında din ve Kiliseler yer almamıştır. Kilise ve devlet arasındaki ilişkiler ve din eğitim ve öğretimi ile ilgili uygulamalar, üye ülkelerin kendi yasa ve mevzuatlarına göre yapılmaktadır. Burada, Avrupa Birliği ülkelerinden din öğretimi açısından özellik arz eden uygulamalar verilecektir. Almanya: Anayasaya göre din dersi, kamu okullarında okutulan zorunlu derslerdendir ve sınıf geçmeye etkisi vardır. Devlet, ilgili personel vb. giderleri karşılamak durumundadır. Öğrenciler din dersine katılıp katılmama konusunda serbesttir. Hiçbir öğretmen kendi isteği dışında din dersi vermeye zorlanamaz. Devletin denetim hakkı çiğnenmeksizin din dersi cemaatlerin ilkeleriyle uyum içinde verilir. İşin püf noktası bu hükümdedir. Cemaatler, devlet ile uyum içinde bu dersin hedefleri ve içerikleri hakkında karar verirler. Devletin yetkisi ve cemaatlerin ortak sorumluluğunun birleşiminden çıkan sonuca göre, din dersi verecek öğretmenler devletin belirlediği öğretmenlik formasyonunu almalarının yanında, ilgili Kilisenin de onayını almak zorundadır. Bunun anlamı, din dersi öğretmenin dersi verirken ilgili cemaat ile uyum içinde olması gereğidir. Son yıllara kadar dinî cemaatlerden Roma Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi anlaşılıyordu. Bu nedenle okullarda sadece Katolik ve Protestan din dersleri okutuluyordu. Son yıllarda ise bu din veya mezheplerin yanında İslâm din dersinin okullarda nasıl yer alacağı tartışmaları başlamıştır. Din dersleri mezhebe dayalı olarak yapılmaktadır. Din dersine katılmayan öğrenciler için eyaletlerin çoğunda başka bir ders konulmuştur. Bu dersin adı konusunda bir birlik yoktur. Bir çok eyaletlerde bu dersin adı “ahlâk / etik dersi” olarak geçmektedir. Avusturya: Avusturya’da ilk ve orta dereceli okullarda din dersleri zorunlu dersler arasındadır. Ancak, veli isterse çocuğunu bu dersten alabilir. Haftada iki saat olarak uygulanan ve dinî cemaatlerin tayin ettiği görevlilerce verilen din derslerinin ücretlerini devlet öder. Dinî cemaatler din derslerinin haftalık ders sayısını artırabilirler. Okullardaki din dersleri ile ilgili işleri, dinî cemaatler düzenler. Anayasaya göre tanınmış dinî cemaatler şunlardır: Katolik, Protestan, Eski Katolik, Ermeni Apostel, Yunan-Ortodoks, Suriye-Ortodoks, Metodistler, Mormonlar, Yeni Apostel Kiliseleri; Müslümanlar; İsrail Din Camiası; Budist Din Camiası. Belçika: Ülkedeki çoğunluğu oluşturan Katolikler, kiliseleri, sendikaları, sigorta şirketleri, hastaneleri, yazılı ve sözlü basın kuruluşları, eğitim kurumları, sosyal ve yardım kurumları, kültürel ve ticari çalışmalarıyla ülkenin sosyal, kültürel ve ekonomik hayatında etkin bir rol oynamaktadır. Özellikle eğitim kurumlarının yarısından fazlasını elinde bulunduran Katolik Kilisesi kendi okullarında daima dinî havayı yaşatmaya çalışmaktadır. Katolik okulların masrafları devlet tarafından karşılanmaktadır. Okullar genel olarak resmî ve özel okullar olarak ikiye ayrılır. Özel öğretim kurumları, uygulanacak eğitim programlarını, öğretim yöntemlerini, ders kitaplarını, çalıştırdığı personelini belirlemekte tamamen serbesttir ve teftiş sistemlerini kendileri kurarlar. Resmi okullarda, ilk ve ortaöğretim boyunca öğrenci haftada en az 2 saat olmak üzere Din ya da Ahlâk derslerinden birisini seçerek okumak zorundadır. Seçmeli din dersleri, Katolik, Protestan, Ortodoks, Yahudi, İslâm dersleridir. Din derslerin programlarını ilgili dinin temsilcileri (Katolik Kilisesi vb.), ahlâk dersinin programını ise Eğitim Bakanlığı yapar. Ana okulu, ilk ve ortaöğretimde ayrıca “Animasyon” dersleri vardır. Bu dersler, Katolik okullarında “Ruhanî Gösteri” adı ile aynı din dersi gibi ya da din dersinde okutulan konuların bir uygulaması şeklinde yapılmaktadır. Okul öncesi, ilk ve ortaöğretimde özelikle Katolik okullarında öğrenciler ara sıra kiliseye götürülerek dinî ayinler yaptırılmaktadır. Katolik ana okulları ve ilkokullarında dersler çoğunlukla dua ile başlamaktadır. Yine bu okullarda ve her sınıfta haç vb. dinî resim ve levhalar bulunmaktadır. Danimarka: 1953 tarihli Danimarka Anayasasına göre, Evangelik Luteryen dini, resmî din olup, devlet tarafından desteklenmektedir. Ülkede, din dersi ilköğretim okullarının 1-9. sınıflarında “Hristiyanlık”, 10. sınıfta ve liselerde “Din Bilgisi” adı altında okutulmaktadır. Dersin programı Eğitim Bakanlığı tarafından yapılmaktadır. Din dersleri, mezhepler üstü olarak verilir. Fransa: Fransa, resmen laik olduğunu söyleyen bir ülkedir ve halkının çoğunluğu Katoliklerden oluşmaktadır. Laiklik ülkede ilk defa eğitimde uygulanmıştır. Devlet okullarında öğretim programlarından din dersleri kaldırılmıştır. Ancak özel okullarda yapılan din eğitimi devam etmiştir. Kilise okulları devlet yardımı almaktadır.
  7. Kürt sorunu var mıdır yok mudur diye bir tartışma artık spekülasyondur. Bu kavramın, ?Türkiye Kürtlüğünün sorun olduğu? anlamına gelmediği konusunda bir uzlaşma zaten vardı. Bu uzlaşma iyice pekişmiştir. Zira, böyle bir sorun, Türklerle yaşanan bir sorun demek olurdu; oysa kendini Türk diye tanımlayanlarla Kürt diye tanımlayanlar arasında bir sorun yaşanmadığı ortadadır. PKK terörü bir kırılmaya yol açıyor gibi göründüyse de, ?derin Türklük? ile ?derin Kürtlük? bu kavgaya düşmedi. Çeyrek asra yaklaşan bölücü teröre rağmen herhangi bir çatışma olmak bir yana, belirtisinin bile ortaya çıkmaması, bunun en açık kanıtıdır. Belki sınırlı gruplarda marjinal düşünceler ortaya çıksa da, toplumsal bilinçte böyle bir çatlama ve çatışma yoktur. Bugün geldiğimiz bu noktada, yani Kuzey Irak?ta bağımsız bir Kürt devleti hızla kurulmakta ve PKK tasfiye edilmekteyken, Kürt ırkçılığı yada Pankürdizm bir vakıa haline gelmişken, Türkiye?deki sorunu ?Biz Türkler ve Kürtler birbirimizden kız alıp vermişiz, binlerce yıl birlikte yaşamışız, bu vatan için beraber kan dökmüşüz; Türk-Kürt kardeştir? ifadeleriyle çözmeye çalışmak imkansızdır. Evet, bu yargı ve kabuller doğrudur. Bunu aslında hem derin Kürtlük hem de derin Türklük yürekten onaylamaktadır. Onun içindir ki bu ülkenin insanları birbirine düşmemiştir. Bu kabuller, Türk ve Kürt diye adlandırılan insanlar arasında bir sorun olması durumunda bunun temelsizliğini anlatabilir. Sahnedekiler için, yani Türkiye Kürtlüğü adına konuşanlar için ise bu kabuller hiçbir anlam ifade etmemektedir. Diğer yandan, bu kabuller, Türkiye Kürtlüğünün sorunlarını masaya yatırmaya engel olmamalı ve bu sorunları örtmeye yol açmamalıdır. İş hamasi beyanlara boğulmamalı, problemler gerçekten konuşulup tartışılmalıdır. Fikret Bila?nın 24 yılın komutanlarıyla yaptığı röportajları okuyunca ilginç şeyler keşfettik! *** Hep söylendiği gibi, Türkiye?nin Güneydoğusunda bir sorun yaşanmaktadır. Adına ne dersek diyelim, bir sorun mevcut. Bölücü teröre de kaynaklık teşkil eden bu sorun gerilim konusudur. Bu gerilim Türklerle Kürtler arasında olmasa bile, bölücü söylem sahiplerinin eylemleriyle, siyasal alanda hep ortaya çıkmaktadır. Kürt sorunu iki anlam taşıyor. Bunlardan birincisi, ?Kürtler etrafında oluşan sorun?, ikincisi de ?Kürtlerin sorunları.? Birincisi büyük ölçüde terör ve bölücülük şeklinde kendini gösteriyor. Daha önemlisi, bu da ?Kürtlerin sorunları?ndan besleniyor. Gerçi farklı zamanlardaki analizlerimizde de vurguladığımız gibi, aslında ?Kürtlerin sorunları? diye adlandırılan sorunlar demeti, önemli bir kısmıyla ?Türklerin sorunları? olarak da kendini göstermektedir. ?Türküyle Kürdüyle tüm Anadolu insanının sorunları?na ek olarak Kürtlerin sorunları vardır ve -Kenan Evren?in itiraflarında da görüldüğü gibi- basiretsiz yöneticilerin ve dar görüşlü politikaların sonucu kronik hale gelmeye yüz tutmuştur. Çözüm, konuşup tartışmaktan geçmektedir. *** Etnik zeminde, hatta bu zemin bir yana, onu da aşıp terör örgütünün gölgesinde politika yapan, açıkça terör örgütünün elebaşısına sığınan DTP bu sorunların tarafı olabilir mi? Hayır! Arkasında kan gölü bırakmış terör örgütüyle siyasal kurum olma, doğası gereği bir arada barınamaz. Hele son bir haftada olup bitenleri göz önüne alınca; kaçırılan 8 askerin PKK tarafından özellikle DTP?lilere teslim edilmesine, bu partinin düzenlediği toplantılarda alınan kararlara, son kongrede genel başkan seçilen kişinin beyanlarına, bu parti mensuplarının/vekillerinin yetkinliklerine ve tavırlarına bakınca, bunun hiç de sorun çözmeye katkısının olamayacağı anlaşılmaktadır. Kaçırılan askerlerin serbest bırakılması konusunda ?basından öğrendiğimiz kadarıyla- Kuzey Irak yönetimi ve başkaları devreye girdiği, hatta onlara teslim edilmesi söz konusu iken, bu askerlerimiz niye birdenbire bu parti milletvekillerine teslim edilmiştir? PKK onları böylece öne çıkarmayı ve güya ?barış elçisi? ilan etmeyi amaçlamış olmalıdır. Tabii olmadı?. Terör örgütünün siyasal uzantısı barış elçisi olamazdı. Daha önce çeşitli yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi, DTP kendini kapattırmaya uğraşmaktadır. Böylece etnik mağduriyet propagandası yapacak, etnik rant yiyecektir. Çünkü bu partinin kadroları deneyim ve birikim olarak gerçekten çok yetersizdir. Üstelik onların, ülkeye bağlılıkları konusunda çok ciddi şüpheler belirmiştir. Bu da, DTP?nin Kürt sorunu/Kürtlerin sorunu konusunda inisiyatifini tamamen kaybetmesine yol açmıştır. *** Şimdiye kadarki tartışmalara ilişkin bazı gözlemlerimiz: 1.Kürt sorunu çerçevesindeki tüm tartışmalar, büyük ölçüde, kendini Türk olarak tanımlamayanlar arasında yapılmakta, tartışmaya birkaç Kürt kökenli aydın dahil edilmektedir, o kadar. 2.Tartışmalar tamamen siyasal zeminde cereyan etmektedir. İş siyasal bağlamda tartışılınca, ?kültürel talepler?in ne olduğuna bir türlü sıra gelmemektedir. 3.Türkiye Kürtlüğü adına konuşanlar hep bir mağduriyet duygusundan yola çıkmaktadır. 4.Konuşan bu kişiler, sadece kendi zihniyet veya ideolojilerine dayanarak fikir beyan etmektedir. Türkiye Kürtlüğü ?sessiz çoğunluk? konumundadır; onların nabzını tutan, onların içinden yetişmiş gerçek Kürt entelektüeller de! 5.Hep dile getirilen ?kültürel haklar ve talepler? bir türlü net biçimde ortaya konmamıştır. İzler birbirine karışmaktadır. *** O halde işe nereden başlanmalıdır? İşin ekonomik cephesi bir yana, biz sosyal ve kültürel cephesi üzerinde duralım?. Bu noktada kısa vadede, yani hemen yapılması gereken şey, ?ben bu coğrafyanın insanıyım; bu vatan benim vatanımdır; geleceğimi, çocuklarımın geleceğini bu coğrafyada görüyorum? diyen Kürt aydınların Kürt kimliği, Kürtlük gibi kavramları tartışmaya başlamalıdır. Yani kendini Kürt diye tanımlayan insanlarımız Kürtlüğü ve Kürtleri anlatmalı; Türkiye Kürtlüğünün sosyal-kültürel yapısını göz önüne sermelidir. Kürt kimdir? Doğuştan asil ve erdemli insan mıdır? Yoksa o da bu ülkenin diğer insanları ve insanlığın diğer bireyleri gibi olumlu ve olumsuz özellikleriyle, zafiyetleriyle, özlemleriyle, erdemleriyle ?insanlar arasında bir insan? mıdır? Kürt kimdir? Onun dünyaya bakışı, hayat algısı, hayattan beklentileri ve amaçları nedir? Bu dokunun insanı amaçlarına ulaşmak için hangi yolları tercih eder? Onu karakterize eden özellikler, ahlakî eylem ilkeleri nelerdir? Kürtlük nedir? Bir Kürtlük ruhu var mıdır? Varsa içeriği nedir? Bir Kürt dünyaya nasıl bakar? Hayata nasıl tutunur? Gelecekten beklentisi nedir? Değer yargıları nelerdir? Kürt topluluklarının sosyal dokusunun özelliği nedir? Bu doku özelliği her türlü değeri ezip geçen ?modern çağlar?da kendi kuşaklarını hayata nasıl hazırlamaktadır? Gelecek zaman dilimleri bu topluluk ruhunda ne gibi etkilere yol açabilir? Bu Kürt dokusunun kendi içinde yaşadığı ve taşıdığı sosyal, sosyal-psikolojik, ahlaki sorunlar nelerdir? Bu dokunun eğitim durumu, eğitim olgusuna bakışı ve eğitim olgusunu kavrayışı nasıldır? Bu dokudaki sosyal ilişkiler; insanlar arası ilişki ve iletişim, gelenek ve değerlerin nakli vakıası nasıldır? Yani Kürtler Kürtleri anlatmalıdır. ?Sosyal ve kültürel kimlik unsurlarının ne olduğu? sorusu tartışa tartışa açığa çıkarılmalıdır. Tartışmalar siyasallaştırılmadığı takdirde, bu çerçevede ortaya konanlar, insanlarımızın kendileriyle içten hesaplaşması sonucuna götürecektir. Bu adım, problemin çözümü yolunda atılacak en can alıcı adımdır. *** İkinci adıma gelince; kültürel haklar ve talepler konusu? Bu çerçevede yapılması gerekenler, orta vadeli düşünülmelidir. Kültürel haklar ve talepler bağlamında en fazla dile getirilen konuların dil ve tarih olduğunu görmekteyiz. Bunun çözümü yolunda, sadece devlet bir adım atabilir. Devlet ne yapmalıdır? Yasal bir düzenleme yapılmalı, ister mevcut kurumlar bünyesinde, isterse ayrı bir kurum olarak enstitüler kurulmalı; dil ve tarih araştırmaları gerçekten bilimsel yöntemlerle, mitolojik anlatılara ve kurgulara kaymadan yapılmalıdır. Bu yeni kurulacak kurumlar bölücü zihniyetin nemalanma ve rant merkezi olmamalıdır. Kürtlerin tarihi gerçekten araştırılmalıdır. Ne kart-kurt hikayesi, ne de Medlere uzatılan etnik aidiyet; gerçek neyse o! Kürtler kimdir, nereden gelip nerelerde yaşamışlar, tarihte hangi rolü oynamışlar ve nasıl yer almışlar vs. Bu, mitolojik tarih tasarımının sonu olacaktır. Ve tabii bu tarih araştırmalarının ortaya çıkaracağı hakikati herkes kabullenmelidir. Tarihte yatan hakikati bastırmak çözüm değildir. O, uzun yıllar sonra da olsa, gelir kapıyı çalar. Hem de büyük sorunlarla. Öyleyse yapılması gereken, tarihe sığınarak bugünde ?işi kotarmaya? çalışanlara kapıları kapatarak bu hakikati keşfetmek; sonra da bu hakikat ışığında oturup yeniden muhakeme etmektir. Dil için de aynı husus geçerlidir. ?Kürtçe diye bir dil yok? diye kesip atmak, bilfiil mevcut bir iletişim vasıtasını yok saymaktır ve gerçeğin inkarıdır. Bu kabul, elbette Kürtçe konuşan insanlarımızı incitir ve incitmiştir de! Kurulacak olan bu birimde Kürtçe hem modern dilbilimi mantığıyla hem de dil tarihi bakımından araştırılmalıdır. Dil aslında kültür tarihinin bir özetini bize verecektir. Özellikle dil tarihi tarihsel maceranın aynasıdır. Bu birimlerin yada enstitülerin bölücü zihniyet taşıyan kişilerden uzak tutulması, Türk-Kürt hakikat sevdalısı herkese açık olması gerekir. Bu merkezlerde yapılan araştırmalar ve araştırmacılar bilimsellikten asla uzaklaşmamalı; araştırmalar ışığında sempozyumlar, konferanslar, yayınlar yapılmalıdır. Dil konusunda şunu da söyleyelim; mesela Kürtçe niye seçmeli ders olarak okutulmasın? Diğer husus ise, kültür araştırmalarıdır. Halkbilimciler, sosyologlar, antropologlar Kürt kültürü diye adlandırılan kültürel olguları yine bilimsel anlayış ve yöntem çerçevesinde, ayrıntılı olarak araştırmalıdır. Bunun için de benzer bir kurum bünyesinde bir birim oluşturulmalı; bu araştırmalar orada topluca sergilenmelidir. Saha çalışması ilerledikten sonra, Türk kültürü diye adlandırılan kültür dünyasının olgularıyla Kürt kültürü diye adlandırılan kültür dünyasının olguları bilimsel anlayış çerçevesinde karşılaştırılmalıdır. Bunun bilimsel adı, ?karşılaştırmalı kültür çalışmaları?dır ve tüm dünyada yapılmaktadır. Bu türden araştırma ve çalışmalar yapılmayınca, konu siyasal zeminde ve etnik düzeyde kalmaktadır. Bahsedilen bu araştırmalar asla Kürt etnisitesini yüceltmek veya aşağılamak gibi bir yola sokulmamalı; tamamen hakikati ortaya serme amacı taşımalıdır. (Bu satırların yazarının sistemsiz gözlemi ve yapılan sınırlı araştırmalardan edindiği izlenim şudur: Kendine özgü ve apayrı bir Kürt kültür çevresi; ?Kürtlerin dünyası? ve ?Türklerin dünyası? diye adlandırılabilecek apayrı iki ?dünya? yoktur. İki topluluk arasındaki farklar, bölgesel farklılıkların ötesine pek geçmemektedir. Ancak bu vakıa bilimsel olarak araştırılıp ortaya konmayınca, kişisel kabuller düzeyinde kalmaktadır.) Özetle söylemek gerekirse; Kürt sorununun çözümü, kültür araştırmalarından geçmektedir. Kültürün ruhu, bize neyin ne olduğunu söyler. Bunu da bilimsel ve felsefî bakışla yakalayabiliriz. (Kültür dünyası konusunda daha ayrıntılı bilgi şu eserimizden edinilebilir: Kültürün Dünyası/Kültür Felsefesine Giriş, Milay Köktürk, Hece Yayınevi, Ankara 2006) Bütün bunların sonucunda, problemin çözümü gerçek mecrasına oturur. Bütün bunlar yapıldığında, Kürt sorunu bölücülerin veya Batılı emperyalistlerin elinden alınmış, bilfiil bu ülke insanının eline verilmiş olur. Böylece Türkiye Kürtlüğü ?terör veya etnik kırılma? ile ?bu ülkede yaşama? arasına sıkışmaktan kurtulmuş olur. Böylece, etnisitenin adı ne olursa olsun, etnik romantizmin ?daha iyi bir insan? ortaya çıkarmadığını; aslolan şeyin erdemli insan olmak olduğunu herkes çok açık biçimde fark eder. Problem bilinçte başladı; çözümü de bilinçten geçer?
  8. ATATÜRK'ÜN SON ZAMANLARI... Canı Enginar Çekiyor.. 1938 yılının Ekim ayında, Atatürk oldukça ağır hastaydı. 29 Ekim 1938'den 7 Kasım 1938'e kadarki 10 günü yarı uyur yarı uyanık bir halde geçirerek, genellikle kendinde olmayan Atatürk, hastalığının son aşamasındaydı ayıldıkça da yulaf unundan pirinç, süt, pirinç suyu ve meyve sularından oluşan mönüsüyle karnını doyuruyordu. O günlerde Atatürk'ün canı enginar yemeği istedi. Ancak o zaman İstanbul'da bulunmadığı için Hatay'dan ısmarlanan enginarlar; ölüm döşeğinde derin bir uykuda olan Atatürk'e kısmet olmadı. Hastalık İlerledi... O son saatlerini yaşıyordu... Bir ara saate baktı ama göremedi... Yardımcısına sordu... Yardımcısı 7:00 efendim dedi... Doktor: Biraz rahatladınız mı diye sordu? Atatürk de ''evet'' dedi aynı anda doktor Atatürk'e dilini çıkarmasını söyledi ama Atatürk yarıya kadar çıkarabildi. Lütfen biraz daha uzatın dedi...Ama Artık söylenenleri anlamıyordu... Başını biraz sağa çevirerek son sözünü arkadaşlarına söyledi...Aleykümesselam...dedi... VE SON SÖZÜ BU OLDU! Son 5 dakika... Son 5 dakikasına gözleri kapalı girdi... Göğsü inip çıkıyordu... Nefes almak için elinden geleni yapıyordu ama ne çare...Artık vakti geldi dedi Doktor...Ve saat 09:05'te hayata gözlerini yumdu... O büyük deha... Olayın ardından Atatürkün başyaveri Salih Bozok ölümünün hemen ardından ''Aman Yarabbi, aman Yarabbi... koskoca imparartorluğu yıkan adam gözlerimin önünde ölüyor... '' dedi... Bak dedi... koca bir tarih göçüyor dedi Ata'nın arkadaşı... Ve delirmişcesine alt katta boş bulunan odaya giren Yaver, eline aldığı tabancasıyla kalp boşluğuna ateş etti... Sesi duyanlar o odaya gittiklerinde onu kanlar içinde buldular... O devrilmişti... Ve son olarak şu kayıtlara geçti... Saat 09:05 Vefat etmişlerdir... Nefeslerin Tutulduğu An! Tarih: 10 Kasım 1953. Mermer lahit sökülmüş, betonlar kırılmış, tabutu kaldıracak zincirli makaralar lahit salonunun tavanına yerleştirilmişti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve devletin en üst düzeyi, tabutun çevresindeler... Kız kardeşinin gözyaşları Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Atadan, başını tabuta dayıyor ve dakikalarca öyle kalıyordu. Belki çok uzaklarda, Selanik'te kalan günleri yâd ediyor; belki de ağabeyinin ruhuna dualar gönderiyordu. Tabut ortaya çıkıyor Lahtin üzeri tamamen açılmış, Atatürk'ün cenazesini 15 yıldan beri muhafaza eden kurşun tabut ortaya çıkmıştı. Son Saygı Duruşu Üniversite gençliği, Atatürk'ün Etnografya Müzesi'nde son saygı duruşunu yapıyor. not:alıntıdır
  9. Atatürk'ten Hatıralar BU MİLLETVEKİLLİĞİ AYRICALIĞINI HİÇ BEĞENMEDİM Atatürk bir sabah Florya'dan Dolmabahçe sarayına dönüyor. Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve başyaver'e: - Sorunuz, tren var mı? Diye emir veriyor. O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanındakilerle trene biniyor. Karar ani verildiği ve tatbik edildiği için bu trene biniş hemen kimsenin nazarı dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör ata'nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor; - Vazifeni yap! (yanındakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun? Yanındakiler cevap verirler. - Paşam biz mebusuz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz. Ata hayretle: - Bu imtiyazı hiç beğenmedim, der. Çok ayıp ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçılık! ŞEF ASKER Mİ SİVİL Mİ OLMALI? Çankaya akşamlarından biri. Bazen Atatürk soruyor, bazen de Atatürk'e soruyorlar. O'na diyorlar ki: - Şef asker mi, sivil mi olmalı? Cevap veriyor: - Şef, şef olmalı. İster sivil, ister asker. Bu cevabı ile şefliğin rütbede ve elbisede değil, ruhta ve kafa yapısında olduğu hakikatini veciz surette belirtmiş oluyor. LAİKLİK İlk Melis'te bir gün laiklik söz konusu oluyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis'e başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir vatandaş kürsüye geldi. Alaycı bir tavırla: - Arkadaşlar, bir laikliktir gidiyor. Affedersiniz, ben bu laikliğin manasını anlamıyorum. Diye söze başlarken riyaset makamında bulunan Mustafa Kemal Paşa dayanamamış, oturduğu yerden eline kürsüye vurarak: - Adam olmak demektir hocam, adam olmak! Diye hoca efendinin sualini cevaplandırmıştır. ATATÜRK VE DİN ADAMLARI Mücadele'nin en buhranlı günleriydi. İstanbul ile Ankara arasında fetva kavgası tüm şiddetiyle devam ediyordu. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendi bünyesi içindeki din adamlarından seçtiği İrşad (Aydınlatma) Heyetleri'ni vatanın köyüne-kentine göndermek ve gerçekleri vatandaşa anlatmakla görevlendirildi. Milli Eğitim Bakanı Türk Ocakları Genel Başkanı olan rahmetli Hamdullah Suphi Tanrıöver'di. Mustafa Kemal'e geldi. - Paşam... Bunlar çoğunlukla Arapça konuşacaklar. Halk ne anlayacak? Ata gülümsedi. - Sen üzülme Hamdullah... Onlar Arapça konuşsalar bile Türkçe düşünürler dedi. VATANIMIN TOPRAĞI TEMİZDİRKral Edward İstanbul'a geldiği zaman, yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı'na yanaştı. Atatürk de rıhtımda O'nu bekliyordu. Deniz dalgalı idi ve kralın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlandı. O sırada Atatürk de Kral'ı rıhtıma almak üzere elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören kral bir mendille elini silmek istediği bir anda Atatürk: Vatanımın toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez! diyerek, Kral'ı elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi. ANKARA'YI NEDEN BAŞKENT YAPTIM? Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile Köşkü'nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski Köşk'ün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara'nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize: - Ankara'yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim? diye sordu. Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından: - Neden? suali gelince, kimi stratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz kayalık güzeldir gibi bir estetik nazariye de ortaya attı. Atatürk : -Şimdi dalkavukluğu bırakın diye münakaşayı kapattı. Ankara'nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara'yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk'ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacakki. SAKAL ÜZERİNE............. Atatürk Amasya ziyaretinde.Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar; - Kimdir bu? Vali yanıt verir; - Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.Ata Şıh'ı yanına çağırır ve; - Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan der ve eliyle de boyunaltı hizasını gösterir. Şıh; - Emrin olur Paşam diyerek yerine çekilir. Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya'daki Şıh'ı hatırlar ve Vali'yi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır.Ata telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra Nazırını çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği'ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış... Şıh gelir, Ata'nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür.Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar; - Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız? Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp; - Dün akşam Amasya Valiliği'ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp Nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda şöyle yazmaktadır; - İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım.
  10. ATATÜRKÜN 1930'LU YILLARDA SÖYLEDİĞİ SÖZLER... İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur! Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir. Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir. Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gâyelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar. Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerini inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint'ten, Mısır'dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur. Hayatımın bütün devrelerinde olduğu gibi, son zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki, her türlü huzur ve istirahatimi, her nevi şahsî duygularımı milletin kurtuluşu ve mutluluğu adına feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerî hayatımın ve gerek siyasî hayatımın bütün devir ve bölümlerini işgal eden mücadelelerimde daima hareket kuralım, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu gayelere yürümek olmuştur.
  11. Bir geometri kitabı yazdığını. Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin (Türkçe) isim babasını bu yazdığı kitapla bizzat Mustafa Kemal olduğunu, Bir röportajda "Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?" diye sorulur, Atatürk: "Şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için. Davet gelirse düşünürüz". BM yasasını değiştirir ve ilk davet edilen ülke biz oluruz, Yıl 1938, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı dönemi. Birden çok sıkılır ve yanında duran yüz yirmiden fazla kişiye döner ve aynen şöyle der: "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" Yıl 2000, ABD Başkanı`nın milenyum mesajından bir alıntı : "Bugün milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk' tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir" Yıl 1938, Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiir`den alıntı : "Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" Norveççe`de `Atatürk gibi olmak` diye bir deyim olduğunu, Kurtuluş Savaşında rütbe alan bir çok kadın askerlerimiz var. Ama dünya tarihine geçen tek bir üsteğmenimiz var; 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin reiseliğine bizzat Atatürk tarafından atanmış Üstteğmen Kara Fatma, Atatürk çiçeği`nin adını, çiçeği bulan Wanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk Landın`in koyduğunu ve bu çiçeğin tüm dünyada bu isimle üretilip satıldığını, Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu , Mimber` adında bir gazete çıkarttığını ve 52 sayı yayımlanan gazetede ilk defa sansür kelimesi geçtiğini, Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı vasiyetinde mezar taşına yazılmasını istediği metni bırakmıştır. Diyor ki: "Bütün ömrüm boyunca Türkiye'nin lideri Mustafa Kemal Atatürk'ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm" Yıl 2005, Amerika'nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Johns`un önerisi "Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk' ü örnek alsın yeter"
  12. Bölüm 5 Sansasyon yaratan uydurmalar... * Ölümü çok içki içmesindenmiş (!) * Ölürken iman etme teşebbüsü de pek işe yaramamış, ebediyen cehennemlik olmuş (!) * Ölüm saati olan 09.05 tamamen uydurmaymış (!) * Öldükten sonra, Hristiyanlık dini gereği elbiseler giydirilerek tabuta konmuş (!) * Ölürken cenaze namazı kılınmasını istememiş (!) ve cenaze namazı kılınmamış (!) * Katafalkın önünden geçen bazı vatandaşların belgesellerde, fotoğraflarda görülen ağlamaları, üzüntüden değil, zorla getirilmeleri sırasında Jandarmanın vurduğu dipçik acısındanmış (!) * Gömülürken toprak bile kabul etmemiş (!) Gerçekler - Atatürk'ün Ölümü Alkolden Değildir! - Saat 09.05'te Vefat Etmiştir! - Cenaze Namazı Kılınmıştır! - Kefen İle Tabuta Konmuştur! SUÇU BUYDU? Alt metindeki yazı bir öğrenci tarafından okulun duvar gazetesine yazılmıştır. Gençliğinde kot pantolon giyememiş. Sevgilisinin elinden tutup hasılat rekorları kiran bir sinema filmine gidememiş... Padişah ona Trablusgarp Cephesi'nde görev verdiğinde, lüks uçak şirketinin, First Class koltuğunda viskisini yudumlayarak görev yerine gidememiş... Halkına bağımsızlık fikrini anlatabilmek için kortej esliğinde BMW'ler le gezememiş Anadolu'yu... Kurtuluş hareketini başlatmak için 19 Mayıs'ta Samsun'a ayak basan ayağında spor ayakkabısı ya da kovboy çizmesi yokmuş... Kazandığı her savaştan sonra savaş sahasına fırlayıp moral veren mini etekli ponpon kızlar da yokmuş... Tarih kitaplarına bakılırsa, Yunanlıları İzmir'den denize döktükten sonra timsah yürüyüşü de yapmamışlar... Ülkesinde yapacağı devrimleri, unutmamak için not alacağı bir Cep bilgisayarı olmadığı gibi, kendisine suikast girişiminde bulunacakları da cep telefonundan öğrenememiş! Atatürk için üzülüyorum. Dağ gibi adam, bir radyo programına faks çekemeden, İsmet Pasa için Safiye Ayla'dan bir istek parçası isteyemeden gitti .. Lozan Zaferi'nden sonra veya Cumhuriyet'in ilanından sonra arabaya atlayıp sabahlara kadar korna çalıp, elinde bayraklarla sokaklarda tur atamadı. Evinin balkonuna çıkıp, bir şarjör mermiyi havaya sıkamadı. Atatürk'e acıyorum... Çılgın diskolara gitmek, sabahlara kadar içip, içip rock yapmak, babasının mercedesi'ni alıp şöyle bir Emirgan turu çekmek dururken... Bunları yapmadı Atatürk... Keyif çatmadı... Tüm hayatini ülkesinin kurtuluşuna ve uygarlaşmasına harcadı... İŞTE ONUN İÇİN BÜYÜK ADAMDI ATATÜRK HER FIRSAT ELİNDE VARDI. O İSE SADECE BU MİLLETİN BAĞIMSIZLIĞINI İSTEDİ. BÜTÜN SUÇU 2 KADEH RAKI İÇMEKTİ O KADAR.....
  13. SONUÇ (Siyasi Suikast adlı kitabın sonucunda yazılır) Mustafa Kemal Atatürk,fenni raporlarına geçtiği şekliyle ,”Alkole bağlı sirozdan ölmüştür” demek çok büyük bir hata olur.Prof.Dr.Neş’et Ömer ,Atatürk’ün vefatından sonra yaptığı bir açıklamada, “Atatürk’ün hastalığı rakıdan mı idi?bunu kat’i olarak kestirmek mümkün değildir.” Demekte.Atatürk’ün devamlı süratte hastalığı iki şekilde sınırlandıra biliriz.Bunlar Böbrek iltihabı ve Sıtma hastalığıdır.Bu konu da yazılar ve açıklamalarda bulunan Dr. Aytekin Ertuğrul,Atatürk’ün vefatını,Alkole bağlı siroz olmayıp,Sıtmaya bağlı siroz olduğunu ileri sürmüştür. Agoni isimli kitabımıza koyduğumuz belgelerden birisi olan ilaç listesinde de sıklıkla kinin ilacın alınmış olması bu dönemde sıtma hastalığına karşı kullanılan bu ilacın Atatürk’e de kullanılması Atatürk’ün,Sıtmaya bağlı siroz hastası olduğunu ortaya koymaktadır.Ama bu hastalık Atatürk’ün vefatına neden teşkil etmez. Atatürk’ün vefatında etkili olan bir ilaçtır ki bugün Dünya Sağlık Örgütünün yasakladığı cıvalı ilaçlardır.Bu ilaçlardan birisi olanda SALYGRAN isimli ilaçtır. Atatürk’ün tedavisi amacıyla 3 Ağustos’tan,27 Eylül tarihine kadar verilen bu ilacın yan tesirleri bilinmiş olması ve etkilerinin direk böbrek üzerinde bulunması ki Atatürk Böbrek hastasıdır.Konunun uzmanları bu konuda gerekli açıklamaları yapacakları düşünülerek ayrıntıya girmiyorum.Ama litarütürlere 10 gün içinde kesin ölüm getiren bu ilacın ne amaçla kullanıldığının aydınlatılmaya muhtaç olduğunu görmekteyim. Doğaldır ki bir milletin kaderini yeni baştan yazan Mustafa Kemal Atatürk,sadece Türk Milletinin değil,bağımsızlık mücadelesi vermekte olan tüm milletlerin doğal lideri olmuş ve bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir.Böylesine büyük bir deha’nın bu şekilde “Siyasi suikast”sonucu kaybedilmesi gerçekten kabulü çok zor ve anlaşılmaz olabilir.Ama tarih boyunca İlahi dinleri yaymakla sorumlu Peygamberlerin bile öldürüldüklerini düşündüğümüzde konu aydınlığa kavuşmaktadır. Maalesef ölen bir bedeni diriltmek mümkün olmuyor.Fakat Atatürk’ün 1923’ten , 1938 tarihine kadar çizdiği ilke ve Programların bileşkesi olan TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ içinde asırlardır barındırdığı ve kıyamete dek de anaların bağrında yetişecek olan Türk gençliği Atatürk’ün takipçisi olmaya ant içmiştir. "Atatürk'ümüz milletini kurtarmak ve çağdaş uygarlığa ürmek için cepheden cepheye koşarken iki defa yakalandığı sıtma hastalığından ve tedavisi için kullanılan ilaçların bir komplikasyonu olan Banti Sendromu’ndan ölmüştür. Yoksa bazı doktorlar tarafından uydurulan alkolik sirozdan ölmemiştir." "Alkol içmeye bağlı siroz olması riski en az 10 - 15 yıl günde rakı biriminde 3 bardak ve her gün içilmesi koşuluyla olabilir. Oysa Atatürk bu sıklıkla ve sürede içmiyordu. Ülkemizde çok daha fazla alkol tüketilmekle birlikte alkole bağlı siroz hemen hemen sıfıra yakındır." Atatürk’e konulan alkole bağlı karaciğer sirozu teşhisinin, o dönem elde bakteriyolojik veriler olmadan konulduğunu, sirozda sıtmanın da etkili olduğunu söyledi. (Milliyet) Opr. Dr. Aytekin Ertuğrul'un bu konuda yaptığı doktora tezi vardır. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi. Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından doktor Mim Kemal’dir. Durumu iyice fenalaştıktan sonra Celâl Bayar’ın ısrarı ile dışarıdan bir doktor getirilir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerinin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur. İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiş, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na ürülmüştü. Peki, nasıl oldu da sirozdan öldüğü açıklandı ve bütün yazılı kaynaklara da böyle girdi? Büyük Millet Meclisinde ölüm raporu gündeme getirildi. Mason locaları 1935’de kapatılmasına rağmen Mecliste hala mason milletvekilleri vardı. “Efendim, gençlerimize terbiye olur, onun alkol ve sigaradan öldüğünü duyuralım…” denir ve kabul edilir. Arkasından Yeşilay icad edilir, tarih kitaplarına da böyle girer…
  14. İşte ince nokta , Atatürkün ölümü... Cıva’lı diüretik kullanırken bazen cıva ile Akut zehirlenme arazına benzeyen belirtiler olur. Albüminuri, silendrüri,hematüri,salivasyon,stomatit,hemorajik ,kolit ve dolaşım kollapsı gibi bazı şahısların cıva’ya karşı mutad dışı hassas olmaları veya cıva itrahının çabuk olmaması ve böbreklerin çalışmalarında evvelden mevcut olan bozukluk buna sebeptir….Bazı Şahıslarda nadir tesadüf olunan cıvalılara karşı idyosen krızi,ateş ve deride erüpsiyon ile kendini gösterir. Civalıların damara şırıngalarında ventrikül fibrilasyonları ile ölüm vak’ası kaydedildi. Bilhassa bu yoldan verildiği zaman,kalp üzerine olan fena tesiri elektrokardiyogram da ritim ve iletim bozuklukları ile kendini gösterir. Diğer bir takım toksik belirtileri,Civalı diüretiklerin husule getirdikleri şiddetli diürez ve tuz kaybı neticesi olarak meydana gelen elektrolit muvazenesi bozulmasından ileri gelir. Bu hallerde sodyum kaybına (depletion of Sodium) ait belirtiler; ZAFİYET,BULANTI, KUSMA,ADELE KRAPLARI, KARIN KOLİKLERİ,APATİ UYUKLAMA,DELİR, NİHAYET KOMA DA ÖLÜM görülür. Dıjıtalin tedavisinde bulunan yaygın ödemli bir hasta da dijıtal mobilizasyonu ile birden ölüm,nadir de olsa görülebilir. İşte bu kadar tehlikeli olan ilacı 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan sonra hazırlanan raporun “Tedavi kısmında şöyle geçmektedir: “ a-Asiti Salyrgan şırıngalarıyla giderilmeye çalışılmalıdır. b-2-3 defa dan sonra Ponksiyon yapılacaktır.Salyrgan’dan evvel chloryre d’ammonium’la hazırlanmalıdır.” Yine Fransız doktor Fissinger’ın karşı olmasına rağmen. “ c- Oubaine şırıngaları (Kalbi güçlendirecek iğneler) yapılacaktır.” Bu vücuttaki asidin atılmasına dair verdiğimiz cıvalı diüretiklerin yanında birde karından ponksiyon yapılması yani su alınması da gündeme gelmektedir. ATATÜRK SİYASİ BİR SUİKAST SONUCU MU ÖLDÜRÜLDÜ? Maalesef Atatürk siyasi bir suikast sonucu öldürülmüştür! Bununla ilgili ipuçlarına baktığımızda karşımıza pek çok delil çıkmaktadır.Bunlardan ilki,1 Ağustos 1948 tarihli ve 685 sayılı Yunan Komünist halk Cumhuriyeti,E.L.D’nin Erkani Harbiye organı “Halkın sesi”,Laiki foni gazetesinde,Bulgar Yahudilerinden 33 dereceli Farmason Avram Benaroyas’ın yazısında; “Mefkûremizi imha edici darbe vuranların âkıbeti, feci şartlar altında ölümdür. Türkiye’nin mağrur Sarı Diktatörü Mustafa Kemal Atatürk, 10 Ekim 1935 tarihinde Ankara’da Çankaya köşkünde Doktor Mim Kemal Öke’ye hitaben, ‘Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muarı z gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz ve diriltmeye teşebbüs etmeyiniz” demişti. Diğer bir Yunan basınında çıkan yazı da ise,Halk cephesi,Laiko Metopa gazetesinde,1-2-3-4-5 Eylül 1949 tarihli yazı Apostolos Grazos kalemiyle neşredilmiştir.Bu yazıda ise; “Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık. Bundan sonra yapılması elzem olan, ikinci, üçüncü ve dördüncü vazifeler geliyor ve bunları seri olarak tatbik etmek isteniyordu ki ; Doktor Abravaya ve Fissenger cidden bu işte fedakarâne çalıştılar. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sarı liderin hastalığı ile meşgul olmak istediklerini bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimizin meydana getirdiği muhkem mevki ve selâhiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı liderin tedavisinde vazife vermemekle bize pek âlâ ispat ettiler. Sarı liderin ölümü bir gün meselesi hâline gelmişti. Onun ölümünden her suretle istifade etmeliydik.” Burada dikkat çekilen konular Türkiye’de faaliyet gösteren Masonların Atatürk’ün emriyle cemiyetlerini kapatmaları,kurulması uzun yıllardan beri belirli bir program dahilinde yürütülen İsrail Devletinin kurulma aşamasını anlatmakta. Öncelikli olarak Masonluk ve Masonların Atatürk ile olan ilişkilerine bakmak gerektir.Atatürk’ün çevresinde yer alanların büyük bir çoğunluğunun mason cemiyetine üye olduklarını izlemekteyiz.Aslında Masonların Atatürklede ciddi bir sorunları yok gibi gözükmektedir.Ya da öyle gözükmektedir.Konuyu daha iyi anlaya bilmek için granda’nın aktardıklarına bakmak gerekiyor; “...Adliye vekili Mahmut Esat (Bozkurt) Karşıyaka’daki Mason Cemiyetinin camlarını tabancayla tuzla buz ettirmiş.Galiba iki el ateş edilmiş Cemiyet üyeleri korku içindeler”Salih Bozok’un bu sözlerinin ardından öfkelenen Atatürk bir süre sofrada bulunanların Masonluk üzerine yaptıkları konuşmayı sessizce dinledikten sonra, “Bir zamanlar bende Mason olmuştum” sözleri masada derin bir sessizlik oluşmasına neden oldu. Atatürk burada locaya nasıl girdiğini ve yaşadıklarını anlatır.Bu sohbetten bir zaman sonra tekrar kurulan bir sofra da bulunan ,Masonların Büyük Üstadı ,Mim Kemal Öke’ye Atatürk dönerek “ Kemal Bey,Şimdi sıra sizin,Bize Masonluğu anlatacaksınız.Önce söyleyiniz masonluğun prensipleri nelerdir?”diye sordu. Mim Kemal tek tek anlattıktan sonra Atatürk; “Peki,anlaşıldı.Reisiniz kim”diye sorduğunda,Mim kemal kimsenin söylemeğe cesaret edemediği şu sözleri söyledi; “Memlekette barış ve huzur isteyen ve bütün dünyaya seslenerek bu idealin gerçekleştirilmesine çalışan zatı devletleridir” Atatürk’ün birden kaşları çatıldı.Sesinin tonunu sertleştirerek; “Ben Mason Cemiyetine girmem.Başkalarının yaptığı prensiplere değil ancak kendi prensiplerime uyarım.(Granda,293-296) Bu sözlerin ardından Mason cemiyetinin kapatıldığı anlaşılmaktadır.Ama bu Yunan basınında farklı tarihlerde yayınlanan haberler dikkate alınarak “katiller şunlardır”dır demek bugün için mümkün değildir.Öyle ki Agoni de biyografileri verilen doktorlar (sayfa 33’den 50’ye ) hedef gösterilerek gerçek suçluların ortaya çıkmasına engel teşkil edecektir. Diğer bir konuda 1933 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Amerika Genel Kurmay Başkanı Mc Artur’a bizzat Atatürk tarafından ikinci Dünya savaşının tüm cepheleri anlatılmış olması onun beklenilen bu savaşta olmasını istemeyenlerin mevcudiyetini ortaya çıkarmaktadır.Ya da şöyle bir soru atacak olursak.Atatürk’ün sağlığı yerinde bulunduğu bir zamanda ikinci Dünya savaşı çıkar mıydı? Atatürk’ün vefatına ilişkin,neden-sonuç ilişkisine baktığımızda şu ilginç olayla da karşılaşmaktayız ki bu İsrail Devletinin kurulmasıdır.İkinci Dünya savaşının hemen ardında , Filistin topraklarında kurulan İsrail Devleti,İkinci Abdülhamit’in karşı çıktığı gibi Atatürk’ünde karşı olduğu bir durumdur. Nitekim Dahiliye Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü 20 Ağustos 1937 tarih ve5476/7/1/K SAYI numarası ve dahiliye Vekili Şükrü Kaya imzası ile Başvekalet yüksek makamına gönderilen tercüme metnin baş tarafında şöyle bir ifade var "Türkçe Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, Kemal Atatürk''ün Türkiye Millet Meclisinde irad etmiş olduğu bir nutuktan bahsediyor. Aşağıdaki satırlar bu nutkun Filistin''e taalluk eden kısmından alınmıştır" Bu ifadeden; Bombay Chronick Gazetesi''nin, Gazi''nin nutkunu Hâkimiyet-i Milliye''den iktibas ettiği anlaşılıyor.” Demektedir. Metin aynen şöyle: Beyanat 27 Temmuz 1937 tarihli Bombay Chronick Gazetesi''nde "Filistin''e el sürülemez Kemal Paşa Avrupa''ya ihtar ediyor! Türkler mukaddes topraklarda yabancı hâkimiyetine tahammül etmeyeceklerdir" başlıkları altında yayınlanmış. "Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip, bu sözde istiklâl kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayan-ı teessüftür. Kemal Atatürk'', Filistin’in, Arabistan’a vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği takdirde bura Araplarına yapılacak herhangi bir fenalığa Türklerin de tahammül edemeyeceğini söylemektedir. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez.Biz vakıa birkaç sene Araplar''dan uzak kaldık.Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için, İslamiyet'in mukaddes yerlerini Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mâni olacağız.Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla itham edildik.Fakat bu ithamlara rağmen Hazret-i Peygamber'in son arzusuna yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız.Cedlerimizin Selahattin'in idaresi altında uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların yabancı hakimiyet ve nüfusunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz.Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur." İşte bu nutuk ve Atatürk''ün, hemen hemen tamamı İngiliz işgali altında bulunan İslam dünyasının istiklâliyle ilgisidir ki, İngiltere kralı 8.Edwartın Gazi''nin ayağına gelmesini sağlamıştır.Atatürk’ün bu sözleri söylediği tarihe dikkat edecek olursak,1937’nin Ağustos ayıdır.Buna da bir tesadüf müdür gözüyle bakmamız gerekiyor?
  15. Bölüm 4 Atatürk'ün İşte Asıl Ölüm Nedeni? Elimizdeki her şeyi bir kenara koyuyoruz ve işte asıl nedenini topladığım farklı metinlerle size ispat ediyorum... Atatürk'ün ölüm nedeni Alkole bağlı Siroz değildir. Siroz'dan ölseydi Karaciğeri şişmiş olmazdı. Farklı çeşit bir sirozdan ölseydi de böyle farklı teşhisler koyulmazdı. Atatürk böbreklerindeki iltihap ve sıtma hastasıdır fakat ölüm nedeni kendisine verilen civalı diüretikdir.Bu da onun öldürürdügünü bilimsel omxlarakta ortaya koyar Atatürk Sıtma hastalığına daha öncedende yakalanmıştı. Bu hastalık ilerlediği zaman siroz ve daha birçok pis hastalığa neden oluyor. Erken teşhis edilseydi bu sıtma denen hastalık düzeltilebilirdi. Ama geç teşhis edilmesinden ötürü hastalık ilerliyor ve akabinde sirozu , karaciğer rahatsızlıklarını ve masonlar sorununu açıyor. Böylece Atatürk'ün ölümü esrarengiz bir olaya dönüyordu. Ogün Deli'nin yazmış olduğu Siyasi Suikast adlı eserde şöyle yazmaktadır. Atatürk’ün hastalığının geç teşhis edilmesi o günkü ve bugünkü tıp bilimiyle ilgilenen ve eli kalem tutanların hep dile getirdikleri ana temadır.Aslında bu konuyu teyit eder en önemli bilgilerin başında bizzat Atatürk’ün şu sözleri de mevcuttur.Atatürk’ün Afet İnan’a 14 Haziran 1938 tarihli yazdığı mektubunda; “Afet, Vaziyetim şudur;bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir….” Demekteydi. Fakat yıllar sonra ortaya çıkacak olan bilgi ve belgelerin Atatürk’ün bir hastalık sebebiyle değil bir suikast sonucuyla öldüğünün işaretlerini ortaya koymaktadır.Salyrgan ilaç Atatürk’ün karnında oluşan asitin alınması yani tedavi edilmesi maksadıyla verildiği söylenmektedir. Bu ilaç bir Diüretiktir.Diüretikler, idrar itrahını çoğaltan ilaçlara verilen bir isimdir.Direk olarak böbreklere olan tesirleri bilinmektedir ki burada Atatürk’ün yukarda da anlattığımız gibi Böbrek hastalığı mevcuttur.Vücutta anormal toplanan mayi (asit-ödem) çıkarmak için yahut kanda toplanmış olan toksin cisimlerin itrahını kolaylaştırmak için kullanılırlar.Bunların kullanım çeşitleri ise; A-Su B-Osmatik tesirli olanlar C-Xanthine türevleri;Kafein v.b…. D-Civalı Diüretikler,Civanın organik bileşikleri,Salyrgan,Novurit,Neptal E-Indırek Diüretikler,Kardiyotonikler,Dijital cisimler F-Dokuların su tutma kabiliyetini azaltan Troid Tozu Civalı Diüretiklerin kısa tarihine baktığımız da 16. yüzyılda Paracelsus Kalomeli Diüretik olarak kullanılmıştır.Bu 1950’li yıllarda diüretik olarak kullanılan ilaçlar civanın organik bileşikleridir. Bunlar mevcut diüretiklerin en kuvvetlisidir Civanın büyük bir organik molekülle birleşmesinden meydana gelmiştir. Cıvalı Diüretikler dokulardan çabuk imtisas olunurlar.Teofilin ilavesi imtisası şiddetlendirir.İtrah tübülilerden pek çabuk başlar. % 70-80 ‘i ilk günde itrah olunur,gerisi organizmada tutulur.Bu kısmın itrahı yavaş olur. Vücutta bu bileşiklerden cıva iyonu yavaş yavaş serbest hale geçerek diüretik tesir gösterir. Bilindiği gibi cıva’nın diüretik tesiri toksin tesirinin en erken belirtisidir. Fakat 1928 yılında GOVAERTS direk böbreklere tesir ettiğini gösterdi.Şu halde Bu ilacın tesiri direk böbrekler üzerinedir. Cıva’lı Diüretikler verildikten sonra,ödemli dokulara konulan kanülden mayiin akımı hızlanır ve çoğalır ki bu da dokulara direk tesir lehinedir…cıvalı diüretiklerin renal tesirleri yanında ekstrarenal tesirleri vardır…cıvalıların teofilinle birleşmeleri ilacı daha az toksin kılar ve itrahı hızlandırır. Cıva’lı diüretiğin tesiri adaleye şırıngasından iki saat sonra başlar.6-9 ncu saatte maksimuma erişir ve 12-24 saatte biter.Tek bir şırıngadan sonra,ödemli hasta da 3-5 ve bazen 10 lt. idrar çıkabilir.Lakin her diüretik gibi bazen tesirsizde kalabilir.Tesir sonra ki şırıngalarda hafifler,lakin tahammül husule gelmez.Cıva’lı diüretik tesiri ile tuz itrahı çoğalır;günde çıkan tuz miktarı 30-80 gr. olabilir.
  16. Bölüm 3Atatürk'ün Ölümündeki Sır Perdesi Atatürk acaba Masonlarca mı öldürüldü? Atatürk bilindiği gibi İttihat ve Terakki partisinde bulunuyordu. Bu dönemler içerisinde dönmeler ve masonlarla sık sık karşılaşmıştır. Atatürk'e Anadolu'da ki bazı kimseler ciddi bir tavırla ''mason'' ünavını koyuyorlardı. Atatürk masonlukla ilgili hiç konuşmazdı. Atatürk 1935'lerde telgraf üstüne telgraflar alıyordu. Masonlar Atatürk'e hoşgörülerini sunuyorlardı. Atatürk daha sonra bu masonların taksimat ve ahvaline ilişkin bilgileri halk partisine vererek kapanmasına dalalet etmesini istiyordu. Atatürk 2 şeyi sevmezdi bu konuda... Biri masonlar, diğeri dönmelerdi... Çünkü masonluk Yahudi tarikatından başka şey değildi. Memleketimizde de olmamalı , ne gerek var? sözleri ülkede yankı buluyordu! Ve Atatürk'te sevmiyor ve saymıyordu! Daha sonraki günlerde meclise gelen Recep Peker ''Arkadaşlar masonluk kalmamıştır, localar kapatılmıştır'' diyerek sözü noktalıyor ve salon alkışa boğuluyordu. Artık Atatürk'ün, milletin ve Atatürk'ün yakın arkadaşlarının istekleri de yerine başarıyla gelmiş oluyordu. Anadolu ajansı 10 Ekim 1935'te gazetelerin merkezlerine '' Masonların mallarının, mülklerini her şeylerinin sosyal kurumlara gönderildiğini de beyan etti'' Ama gelin görün ki İnönü'nün emriyle 1948 yılında masonlar tekrar devreye giriyorlar... Bu olay yurtdışında da yankı buldu. İstiklal Savaşı gazetesinde yayınlandı. Ardından yunan gazetelerine de sıçradı. Bu olayı öğrenen yurtdışında ki masonlar Atatürkü ortadan kaldırmak amacıyla girişimlere başladılar. 33 dereceli farmason Bulgar yahudi kıdemli komünist mübeşşiri varnalı Avram Benaroyas yazısında '' Mefkuremizi (Masonluğuma anlamında) imha edici darbe vuranların akıbeti , feci şartlar altında ölümdür... ... Nihayet bir gün Kremlin kati kararını verdi. Onun ölümü esrarengiz olacak ve kendine göre esrar arz edecekti. '' İşte Atatürk'e saldırı başlamış oldu. Doktorlar Atatürk'ün ani ölümünü asla kabul etmezler çünkü ülkede büyük bir tehlike yaratır ve suikast sonucu gittiği anlaşılır diyerekten İsmini açıklamak istemediği doktor Atatürk'e ilk vurucu darbeyi sinir organlarına yaptı. Ve maalesef başarılı olundu. Atatürk'ün sinir organları felce uğradı. Ve Atatürk'te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar, karşısındakini tanımama gibi sorunlar baş gösterdi. Evet, Atatürk Masonları sevmezdi. Ve zararlı oldukları için kapattırdı. Ardından masonlar Atatürk'ü yok etmek için girişimlere başladılar. Bu masonlar içinde Türk 2. Mason lideri Mustafa Hakkı Nalçaçı da vardı. Şimdi elimizdekilere bir bakalım... Masonlar öldürdü meselesi : Masonların öldürdüğü kesin değildir. Çünkü masonlar öldürseydi, Atatürk hiçbir hastalıktan ölmemiş olacaktı. Bilindiği gibi Atatürke 4-5 adet hastalık teşhisi koyuldu. Ve bu belirtiler Atatürk'te oluştu. Yani Eğer masonlar öldürseydi. Atatürk bu hastalıkları sağ geçirmiş olacaktı. Oysaki Atatürk onlarca hastalık atlattı. Ama yenildi...Atatürk masonlarca öldürüldü iddaası net olmamakla birlikte, doktorlarcada açık ve delilli bir şekilde söylenmektedir.
  17. Prof. Dr. Utkan Kocatürk'ün Görüşü: Prof. Dr. Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü'nün son baskısında, konumuzla ilgili bilinmeyen bir raporu ortaya çıkarır ve orijinalini de verir. Rapor 08 Eylül 1938 tarihli; Dr. Nihat Reşat Belger, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Fiessinger tarafından düzenlenmiştir. Prof. Dr. Kocatürk, raporda iki cümleye dikkat çeker ve bir tıp adamı olarak bunların yorumunu yapar. Raporda ön plana çıkarılan cümleler: "... Bu vakada 'Laennec' tipinde bir skleröz hepatit söz konusu olamaz. Fakat söz konusu olan 'Hanot ve Gilbert' tipinde bir hipertrofi şeklidir." "Prof. Dr. Fiessinger söz konusu rapora ayrıca şu notu koymuştur: 'Teşhis, Mart ayında formüle edilen teşhistir: Hepatite Sclereuse hypertrophique, type Hanot et Gilbert'." Prof. Dr. Kocatürk'ün yorumu: "Bugüne kadar bilinmeyen bu rapor, Atatürk'e 07 Eylül 1938'de yapılan karın ponksiyonundan (su alınması) bir gün sonraki muayene bulgularına dayanılarak düzenlenmişti. Karaciğerin küçülmeyip, yine Mart ayındaki muayenede belirlenen büyüklüğü koruması ve üzerinin pürtüksüz oluşu, Prof. Dr. Neşet Ömer (İrdelp) ile Dr. Nihat Reşat Belger'i de alkole bağlı atrofik siroz tanısından bir ölçüde uzaklaştırıp Prof. Dr. Fiessinger'in ileri sürdüğü hipertrofik siroz tanısını kabule yönelttiği anlaşılıyor. Tıp dilinde 'Laennec tipi skleröz hepatit' alkole bağlı siroz demektir; 'Hanot ve Gilbert tipi skleröz hipertrofik hepatit' ise safra yollarındaki kronik tıkanma sonucu gelişen siroz (biliyer siroz) anlamını taşır. Prof. Dr. Fiessinger, söz konusu rapora özel olarak kaydettiği notta 'Teşhis, Mart ayında formüle edilen teşhistir: Hanot ve Gilbert tipi skleröz hipertrofik hepatit' ifadesine yer verdiğine göre, Mart ayındaki ilk teşhisinde de Atatürk'teki siroz şeklinin alkole bağlı olmadığını düşündüğünü göstermektedir. Prof. Dr. Fiessinger'in gerek Mart ayındaki muayenesinde, gerekse 08 Eylül 1938 tarihli raporda yer alan bu tanısına rağmen, sürekli ve danışman hekimler tarafından 10 Kasım 1938 tarihinde düzenlenen 'Atatürk'ün Ölüm Raporu'nda, mevcut sirozun alkole bağlı bulunduğunu ve Prof. Dr. Fiessinger'in de bu görüşte olduğunu(!) belirtmek üzere '... Mart başlarında Paris'ten çağrılan Prof. Dr. Fiessinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp arasında Ankara'da bir tıbbi danışma daha yapılarak büyük bir karaciğer ve büyükçe bir dalak bir kere daha müşahade edilmiş ve aynı teşhis konularak, hastalığın bir 'hepatite sclerocongestive ethylique' olduğu cümlesine yer verilmiştir." Prof. Dr. Kocatürk bu yorumunda, Türk hekimlerince düzenlenen 10 Kasım 1938 tarihli "Ölüm Raporu"nda, sirozun alkole bağlı olduğu tanısına Prof. Dr. Fiessinger'in de ortak edilmesini nazik şekilde haklı olarak eleştiriyor. Ortaya koyduğu rapor ve yaptığı yorum ile sirozun alkole dayalı olmadığını açıklığa kavuşturuyor. Kendileri ile yaptığım görüşmede edindiğim bir bilgi ile konuyu sonuçlandıralım. "Alkole bağlı sirozda karaciğer küçülür, diğer nedenlere bağlı sirozda karaciğer büyür ve büyüklüğünü korur." Atatürk'ün ilk muayene raporlarında ciğerin büyüdüğü, son raporlarda, 08 Eylül tarihli raporda olduğu gibi, ciğerin büyüklüğünü sürdürdüğü, küçülmediği belirtilmektedir. Dolayısıyla Atatürk'ün sirozu, alkole bağlı bir siroz değildir. Çünkü karaciğeri büyümüştür. Ölümü sirozdandır ama sirozu alkolden değildir. Ölümü alkolden olmamıştır. Bu bölüme kadar Atatürk'ün ölümü üzerine konuştuk, neden öldü, neydi hastalığı, detaylarıyla verdik. Peki Atatürk ya öldürülmek istendiyse... Kesinleşen tek şey Atatürkün alkolden ölmediğidir! Sır perdesini şimdi aralıyoruz...
  18. Atatürk'ün yanında onlarca emir kolu vardı. Atatürk'ün tek dayanakları onlardı. Kimse yanına koyulmazdı. Doktorları Atatürk'ü iyileştirmek için ellerinden geleni yapmışlardı... Atatürk'ü geç teşhisten yolcu eden doktorlardan bahsediyoruz... Ama onlarında ellerinden bir şey gelmiyordu. Belki de onu yolcu edenler doktorlar değildi? Belki de Atatürk siroz denen o mendebur hastalıktan ölmemişti? İşte olay burada başlıyor ya! Atatürk'ün Doktorları... Atatürkün tedavisinde sorumlu olan doktorlar müdavi ve müşavir olmak kaydıyla 2 çeşite ayrılıyordu. Müdavi doktorları Prof Dr. Neşet Ömer İrdelp, Prof Dr. Nigad Reşad Belgerdi. Müşavir doktorlarıda 5 hekimden oluşmaktaydı. Müdavi hekimler Atatürkün sağlık durumunu zamanı zamanına takip edenlerdi. Müşavirler ise Gerekli zamanlarda tedavi eden hekimlerdi. Atatürk'ün Hastalığı... Atatürk 1916 yılında Akciğer iltihabıyla yatağa düşüyor, 1918'de böbrek rahatsızlığıyla hastalanıyor, 1919'da Şişlideki evinde kulak ragatsızlığı baş gösteriyor. 1921 yılında Atatürkün sol yanağında çıban çıkıyor. 1921 yılında Ata binerken 3 kaburgası kırılıyor. 1923 yılında bilindiği gibi ufak - tefek kalp rahatsızlıkları geçiriyor. 1936 Kasım ayında üşütme olayı geçiriyor. Asıl öldürücü hastalık 1936 Sonunda başlıyor... Son dokuz saat... Koca bir tarih göçüyor bu diyardan... 10 Kasım 1938 Perşembe saat: 00:05'te sonda ile 140 cc'lik idrar boşaltıldı. Saat 02,00'de yarım balon oksijen verildi. Saat 02,45'te 1.cc'lik Huile de Camphree şırınga edildi. Saat 3,30'da koltuk altından ateşi alındı(Ateşi normaldi) Aralıklarla oksijen verimi devam etti. Saat 06,25'te solunum yüzeyselleşti ve hırıltı azaldı. Saat 07,45'te 37,7 cc, nabız 124 olarak kaydedildi. Saat 8.00 glikozlu serum verildi. Saat 8.00'i geçerken Atatürk'ün yüzü daha da soldu. Sapsarı oldu. Ve birden gırtlağından '' Hi, Hi, Hi...'' diye sesler çıkmaya başladı. Bu sırada oradaki doktorlardan Kamil Berk gözleri yaşlı ve eli karyolaya dayalı olarak diğer elindeki ıslatılmış pamukla Atatürkün ağzına su verme çabasındaydı. Prof. Dr. Süreyya Hidayet ile Dr. Abravaya Marmaralı, tabanla ilgili refleksleri kontrol etmektedit. Saat: 8,05'te 1 cc Huile Camphree ve 500 cc glikozlu serum yapıldı. Saat: 08,25'te toplar damar için 1/8mgr ouabaine şırınga edildi. Saat 8,30 da 500 cclik glikozlu serum tekrarlandı. Saat 09,00... Nabız 130... soluk alıp verme 34...Atatürkün gözleri kapalı ğöğsü sık sık inip çıkmakta. Başta bulunduğu oda olmak üzere, bütün dolmabahçe sarayı derin bir sessizlik içinde... Saat 09,05, Atatürk birden gözlerini açtı, başını sert bir hareketle sağ tarafa çevirdikten sonra tekrar önceki durumuna getirdi. Son nöbet defterine şu yazıldı: Saat: 09,05 vefat etmişlerdir... Hastalığın teşhisi nasıl yapıldı? Kim yaptı? Atatürke ilk teşhisi koyan Prof. Dr. Nihat Reşat Belgerdir. ''Atatürk geceyi teram oteldeki apartmanında geçirdi. Ertesi sabah otelde, kendine mahsus olarak yaptırılan banyo dairesine girdi ve beni çağırdılar. Şikayetlerini bana bildirdi. Kaşıntıya çare bulmasını istiyordu'' Doktor Atatürkü teşhis eder. Atatürk ''kaşınıyı buldunuzmu nedir?'' diye sorar. Doktor, evet efendim. Kaşıntınızın tek nedeni karaciğer rahatsızlığıdır. Karaciğeriniz sertleşmiş ve biraz büyümüştür. Atatürk birden şaşkına döndü..Ama ne çare...Her doktor farklı teşhis koyuyordu. Kimine göre ise Karınca ısırmasıdır... Atatürk, gerçekten alkole bağlı sirozdan mı ölmüştür? Bu konudaki en büyük eksiklik Atatürk otopsisinin yapılmamaış olmasıdır. Uzun yıllar görev yapan doktorlar bile bunun alkolden mi olduğunu kestiremiyorlardı. Atatürk'ün ölümüne yönelik iftiralar tümüyle deli saçmasıdır. Diğer iftira, yalan, uydurmalarında olduğu gibi ciddiye alınacak yanı yoktur. Biz, ana amaç olarak, bu saçmalıklara yanıt vermeyi değil, sözü edilen konularda bilgilendirmeyi esas alıyoruz. Kişiler; doğrularla, gerçeklerle donatılsın ki bu saçmalara kapılmasın diyoruz. Atatürk tarafından bedava kazanç yolları kapatılan din tacirlerinin tabanı haline gelinmesin istiyoruz. Bölüm 2 Atatürk'ün Ölümü Alkolden mi? (Bu bölüm diğerlerine oranla daha detaylıdır. Lütfen sıkılmadan okuyunuz) Atatürk düşmanları, Atatürk'ün ölümünü alkole bağlarlar, içki içtiği için siroz hastalığına tutulduğunu ve içkiden öldüğünü işlerler. Amaçları; İslam dinine göre içilmemesi gereken alkollü içkiyi Atatürk'ün içtiğini, dolayısıyla iyi insan olmadığına ve sonucunda da bunun karşılığını ölümle bulunduğuna inandırmak, böylece Atatürk düşmanlığı yaratabilmektir. Dinden geçinenler Atatürk düşmanlığı yaratmak için, O'nun ölümünü bu şekilde işlerlerken, diğer yurttaşlar da bilgi eksikliğinden ve bu konunun yeterince işlenmemesinden dolayı, genelde bu şekilde; Atatürk alkolden ölmüştür şeklinde; bilirler. Bu nedenle, konunun ayrıntılı ele alınması ihtiyacı vardır. Atatürk'ün ölüm sebebi, otopsi yapılmasına gerek olmadığına yönelik düzenlenen raporda şöyle belirtilir: "... Atatürk'ün vefatına sebep olan müzmin karaciğer hastalığı 'cirrhose ascitogene' tabii seyrinde devam ederek karaciğer büyük kifayetsizliğine bağlı derin koma ile husule geldiği ittifakla tesbit edilmiş(tir)..."(karın içinde sıvı, asit toplanması) Ölüm raporunda ise hastalığın teşhisi şöyledir: "... hastalığın bir 'hepatite sclerocongestive ethylique' olduğu tesbit edilmiştir..."(alkolle ilişkili karaciğer iltihabı) Birinci raporda ölümün "cirrhose ascitogene" (karın içinde sıvı, asit toplanması)'ndan meydana geldiği; ikinci raporda da hastalığın "hepatite sclerocongestive ethylique" (alkolle ilişkili karaciğer iltihabı) olduğu belirtilmektedir. İkinci raporda siroz hastalığı alkolle ilişkilendirilmektedir. Ölüm raporunda böyle denilince, ölümün alkolle ilişkilendirilmesi yaygın kanı haline gelmiştir. Oysa bugün, tıbbın ulaştığı düzey içinde, konunun uzmanları, biobsi yapılmadan, bazı tıbbi tahliller yapılmadan böyle bir kanıya varılamayacağı görüşündedirler. Ayrıca siroz, alkolden de olmuş olabilir, sirozu meydana getiren diğer nedenlerle de olmuş olabilir; bugün bu konuda kesin bir yargıya varmak mümkün değildir; bir karar spekülasyon olur; kanısındadırlar. Atatürk'e biopsi yapılmamış, otopsi de yapılmamıştır. Sirozun nedenini belirlemek için bugün gerekli görülen tahliller o günlerde bilinmemektedir. O halde sirozu alkole bağlama, tamamen, siroz konusundaki genel bilgiden ve Atatürk'ün alkol almasından yola çıkılarak yapılan varsayımdan kaynaklanmaktadır. Yani tıbbi bir sonuç değildir, sadece gerekli tıbbi tahliller yapılmadan varılan bir sanıdır. Bunun bir sanı olduğunu, karar olmadığını, bu konuda ölümünden önce de değişik görüşlerin ortaya çıkmış olduğunu, 3 Ağustos 1938 tarihli bir konsültasyon raporunda görüyoruz. Raporun konuyla ilgili maddeleri: "1. Atatürk'te bir siroz vardır. Asit yapmış, biraz süb-ikter (gözde sarılık) meydana getirmiştir. 2. Bunun esaslı nedeni alkoldür. 3. Evvelden Atatürk'ün çektiği malaryanın (sıtma, ki Atatürk 2 kez sıtma geçirir) bir tesiri olmadığını katiyetle (kesinlikle) söylemek mümkün değildir... 6... Eppinger'in (yabancı doktor), hepatit sirozu cay-ı sualdir (tartışmaya değerdir)" Görüldüğü gibi sadece bir raporda sirozun nedeni üzerine 3 ayrı görüş var. Birinci görüş alkolden, ikinci görüş sıtmadan, üçüncü görüş hepatit virüslerinden. Atatürk'ün hastalığını konu alan kaynakların incelenmesinden, Türk doktorlarının sirozu alkole bağladıkları, yabancı doktorların ise konuya farklı yaklaştıkları görülmektedir. Yabancı doktorların iki ayrı yaklaşımını 3 Ağustos 1938 tarihli konsültasyon raporunda gördük. Şimdi bir başkasını verelim. Atatürk'ün muayene ve tedavisi için dört kez getirilen Fransız Prof. Dr. Fissenger ise şöyle diyor: "Bu hastalığın sırf içkiden geldiği yolundaki düşünce doğru değildir. Benim, Fas, Tunus ve Cezayir'den gelen birçok müslüman hastalarım var ki, ömürlerinde ağızlarına herhangi ispirtolu bir içki koymamışlardır Dolayısıyla hastalığın daha başka ve önemli sebepleri olduğunu kabul etmek lazımdır. Bence bunlar arasında özellikle dengesiz beslenme tarzı ve devamlı kabızlık gibi sebepler başlı başına yer tutmaktadırlar" Bu açıklamadan sonra daha önce üç olan siroz nedeni aynı hasta için 4'e çıkıyor; alkol, sıtma, hepatit virüslerinin yanına bir de dengesiz beslenme ekleniyor. Hastalık nedeni bunlardan hangisi veya hangileridir? Bu konuda zamanında bir tıbbi inceleme yapılmadığı için bugün söylenecek her şey havada kalacaktır. Tıbbi bir dayanağı olmayacaktır. Bu nedenle ölüm raporunda,sirozun alkolle ilişkilendirilmesini bir varsayım olarak görmüştük. Klinik tanı alanındaki bu belirsizlikler nedeniyle Atatürk gibi bir kişiye, ölümünden sonra otopsi yapılarak kesin bir teşhis konmaması, bugün bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzdeki tıp, karaciğer sirozunun pek çok nedeninin yanında başlıca sebebinin dengesiz beslenme olduğunu ve alkollü içkilerin, o da bazı hastalarda, sadece hastalığı hızlandırdığını ortaya koymuştur. Bu bilgiler doğrultusunda konuyu irdeleyelim. Atatürk'ün siroz hastalığına sebep olarak gösterilen dört ayrı nedenin dördü de Atatürk'te vardır. Sıtma: İki kez sıtmaya tutulur. Biri çocukluğunda, biri Mayıs 1919'da Samsun'da. Hepatit virüsleri: Daha çok diş tedavisi sırasında kapıldığı bilinir. Atatürk; birçok diş tedavisi yaptırmış, diş çektirmiş, üç altın diş taktırmış ve sonunda üst damak protezi yaptırmış, bir kişidir. Bunların birisinde hepatit virüsü kapma olasılığı, o günkü koşulları düşündüğümüzde çok yüksektir. Dengesiz beslenme: Atatürk, askeri yaşamında özellikle 12 yıllık savaş ortamındaki yaşamında bulduğunu yemiş ve buldukça yemiştir. Cumhurbaşkanlığı döneminde de disiplinli yemek düzeni yoktur. Sabah kahvaltısı yapmaz, yalnız bir kahve ile sigara içer. Öğleyin çoğu kez yemek yerine sadece bir dilim ekmekle ayran veya limonata içer. Akşam yemeğini düzenli yer. Ancak dengeli beslenmiş olduğunu söylemek zordur. Alkollü içki: İçki içer. Gündüz içmez, akşam sofralarında küçük rakının (35 cl.) yarısını içer, sürekli içici değildir, ciddi konuların görüşüleceği sofralarda ve önemli devlet işlerinin yürütüldüğü günlerde içmez. Bu durumda siroz nedeni bunlardan hangisidir? Sıtma mı, hepatit virüsleri mi, dengesiz beslenme mi, alkol mü? Yoksa dördü de birden mi? Bugün için sirozun gerçek nedenine ulaşmak pek mümkün görülmüyor. Dolayısıyla Atatürk'ün ölümü alkolden olmuştur demek doğru değildir, gerçekçi değildir. Atatürk'ün ölümü sirozdandır ama siroz nedeni alkol değildir. Nedenini bir tıp adamının görüşü ile açıklamayalım.
  19. AKP ve Sıkmabaş... GÜNDÜZ AKGÜL Emekli Cumhuriyet Savcısı AKP iktidara geldiği günden beri temel iki konu hiç gündemlerinden düşmedi. Birincisi imam okulları, ikincisi ise sıkmabaş (türban). Emperyalistleri arkasına alan AKP, ileride Türkiye'de gerçekleştirmek istediği "Ilımlı İslam" projesi için oluşturacağı kadrolarda kullanmak üzere imam okullarına gereken önemi vermekte ve mevcutları ile şimdiden kadrolaşmasını pekiştirmektedir. Sıkmabaş ise sürekli simge olarak kullanılmaya ve istismara uygun olduğundan, konuyu kökünden halletmek yerine askıda tutmayı ve ağzında sakız yapmayı yeğlemektedir. Sıkmabaşı savunurlarken, bunun dini inanç gereği ve Kuranıkerim'in emri doğrultusunda kullanıldığını söylemektedirler. Atatürk aydınlanması ile Kuranıkerim'in dünyevi hayat ile ilgili ilahi emirleri değil, devletin yasama erki tarafından çıkarılan beşeri yasalar uygulanmaya başlanmıştır. *** Dincilerin iddia ettiği gibi Kuranıkerim'in o bölümleri yok farz edilmemiş, sadece uygulaması durdurulmuş ve yerine bugün yürürlükte olan yasalar uygulanmaya başlanmıştır. Zamanında uygulanan o ilahi emirler hâlâ Kuranıkerim'de yerlerini korumakta ve şeriatla idare edilen Müslüman ülkelerde uygulanmaktadır. Bugün dini inanç gereği kullanıldığı iddia edilen sıkmabaş, Nur suresinin 31. ayetinde "Başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar" şeklinde geçer. (Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk - Kuranı Kerim ve Türkçe Meali) Görüldüğü gibi burada örtülmesi emredilen göğüs yırtmacıdır ve örtülen de sıkmabaş değil başörtüsüdür. Sıkmabaşın örtüldüğü biçimdeki gibi saçının hiçbir teli görünmeyecek diye bir ifade de bulunmamaktadır. Kutsal kitapta buna benzer var olan ve 56 Müslüman ülke içinde tek laik ülke olan Türkiye Cumhuriyeti'nde uygulanmayan birçok ilahi emir vardır. Örneğin; 1- Bakara suresinin 275. ayetindeki ilahi emre göre, faiz haram olmasına karşın, tüm bankalar Müslüman yurttaşların vadeli paralarına faiz uygulaması yapmaktadır. Faiz uygulamayan finans kurumları ise kâr payı adı altında bir nevi faiz dağıtmaktadır. 2- Nisa süresi 3. ayetindeki ilahi emre göre, (adaletli davranmak koşulu ile) 4 kadınla evlenilebileceği belirtildiği halde, medeni yasaya göre ikinci bir kadına resmi nikâh yapma yasağı getirilmiş, nikâhlı eşin şikâyeti halinde de ikinci eşle evlilik boşanma nedeni sayılmıştır. 3- Bakara suresinin 282. ayetinde "Erkeklerinizden iki kişiyi tanık tutun. Eğer iki erkek yoksa rızanızla kabul edeceğiniz tanıklardan bir erkek ve iki kadın gerekir." (Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk- Kuranı Kerim ve Türkçe Meali) Bu ilahi emirde, bir erkeğin tanıklığının iki kadının tanıklığına denk olduğu açıklanmıştır. Bugün ise anayasa ve yasalara göre her konuda erkek ve kadın eşitliği söz konusudur. 4- Nisa suresinin 34. ayetindeki ilahi emre göre, serkeşlik eden kadınlara önce nasihat edilmesi, sonra yataklarının ayrılması, yine dinlemezlerse dövülmesi emrediliyor. Bugün Ceza Yasamıza göre erkeğin karısını dövmesi suçtur ve yaptırım gerektirir. 5- Bakara suresi 178. ayetinde "Ey iman edenler, öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazılmıştır" ilahi emri bulunmasına karşın, yürürlükteki yasalarımıza göre kısas yasaklanmış ve öldürenin cezasının bağımsız yargı tarafından verileceği kabul edilmiştir. 6- Nahl suresi 75. ayetinde köle ile hür insanların eşit olmadığı ilahi emri bulunmasına karşın, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve yasalarına göre herkes eşit kabul edilmekte ve kölelik müessesesi kaldırılmış bulunmaktadır. 7- Nisa suresi 11. ve 176. ayetlerinde mirasta kızlara bir, erkeklere iki pay verileceğine dair ilahi emirler bulunmasına karşın, bugün ülkemizde uygulanan miras hukukuna göre erkek ve kız kardeşler mirastan eşit şekilde pay almaktadırlar. 8- Nur suresi 2. ayetinde zina yapan erkek ve kadına 100 değnek vurulması ilahi emri bulunmasına karşın, bugün yürürlükte olan Ceza Yasamıza göre zina yapanların dövülmesi suç olduğu gibi, eski ceza yasasında zina edenlere verilen hürriyeti bağlayıcı cezalar da kaldırılmış ve yeni Ceza Yasası'nda (AKP'nin 1. iktidarı döneminde çıkarılan) zina sadece boşanma nedeni olarak kabul edilmiştir. Özelde kimsenin dokunmadığı sıkmabaşın, tüm kamu alanlarında uygulanmasında ısrar edilmesinin nedeni nedir? Çünkü sıkmabaş, laik Cumhuriyet ve Atatürk devrimleri karşıtlarının bir simgesidir. Bununla var olduklarını, günü geldiğinde laik Cumhuriyetten, Kemalizmden rövanş alacaklarını göstermek ve insanları buna alıştırmak istemektedirler. Bu durumda, Mustafa Kemal 'in neferleri, laik Cumhuriyetin bekçileri, çocuklarının aydınlık geleceğini düşünen aydınlar, demokratlar uyanık olmak ve "ilelebet" laik Cumhuriyeti ve Kemalizmi korumak ve yaşatmak zorundadırlar. Aksi halde aydınlık dünyamız kararmak üzeredir.
  20. Fatih Çarşamba'da kıyafet devrimi !!!!! Çarşamba'nın gençleri artık altı pilili şalvar yerine, dört pilili yarı şalvar giyiyor. 'Nefs' bir zamanlar 'İstanbul'un Mekkesi' diye anılan Çarşamba'da da şalvarın, cüppenin tahtını sarsmış. Bir dönem kapışılan 'Yavuz Sultan Selim' tarzı bol şalvarlar, yerini artık daha dar ve telefon cepli yarım şalvarlara bırakmış "Maalesef nefse yeniliyoruz" diyor A.İ., "Şalvar giyen de az, cüppe giyen de..." A.İ., Tayyip Erkek Giyim Mağazası'nda terzilik yapıyor. Diktiği onlarca şalvar, cüppe ve hâkim yaka gömleğin içinde belli ki 'gençliğine' kıyamıyor: V yaka tişört ve dar keten pantolon giyiyor. Çarşamba, şöyle bir görüntüydü aslında: Cüppeli, şalvarlı, sakallı, dudakları bir duayı terennüm eder gibi titrek bir adam. Yanında ya da daha çok arkasında peçesine sığdırdığı gözleriyle eşini çıplak topuklarından tanıyan kara çarşaflı bir kadın. Bu, İstanbul'un Mekkesi'ydi. Ta ki, uygulayıcılarının 'post-modern' diye tabir ettiği 28 Şubat 1997 tarihindeki darbeye değin. Peki ya sonrası? Tayyip Giyim, Çarşamba'ya 'yönünü' veren İsmailağa Camii'nin altında. 20'ye yakın benzerinden farklı olarak, daracık bir mahzene benziyor. A.İ.'nin dikiş makinesi, cüppeler, takkeler arasında modernizmi temsil ediyor. A.İ, her ne kadar on yılını verse de bu dükkâna, daha genç ve henüz 25'inde. Seyrelttiği çember sakalı, ona bir mütedeyyin gençten çok, bu mahallenin 'temiz yüzlü, eli yüzü düzgün delikanlısı' havası veriyor. Çarşamba stili budur A.İ., şalvarları gösteriyor önce. Bu, Çarşambalı terzilerin geliştirdiği 'dört pilili' pantolonlara yarım şalvar deniyor. Yarım şalvar, pantolondan hallice, şalvardan dar bir giysi. A.İ., "Aslında 10 yıl önce sadece şalvar giyilirdi. Çünkü. Peygamberimiz ve sahabesi bu şalvarları giyermiş." A.İ.'nin 'sünnet' diye işaret ettiği altı pilili şalvara 'Yavuz Sultan Selim' adı verilmiş. Bu şalvar, tahtını yitirince yarım şalvar üretilmiş: "Artık giyilmiyor. Çünkü Çarşamba'dan çıkınca yadırganıyor. Medreseler kapatıldıktan sonra öğrenci de kalmadığı için artık giyeni yok. Şimdiki gençler ya yarım şalvar giyiyor ya hiç giymiyor." 'Yavuz Sultan Selim'i tahttan eden yarım şalvar, gençlerin ısrarı üzerine, orijinalinde hiç bulunmayan bir cep telefonu cebine kavuşmuş. M.Y, "Gençler nefsine hâkim olamıyor. Buna ben de dahilim. Namaz kılıyorum ama cüppe giymeye cesaretim yok. Yaşlılar yine şalvarını giyiyor. Ama eskiden, siparişlere yetişemezdik. Haftada 60-70 Yavuz Sultan Selim istenirdi. Şimdi haftada ya bir ya hiç..." Şalvarı gömlek tamamlıyor. İki tür gömlek var: Safari ve kanedyen. Cüppeninse üç türü var: Hâkim yaka, buhara yaka ve ceket yakası. Sünnete tümüyle uyanlar, geniş bir U'yu andıran buhara yaka cüppeleri giyiyor. En yaygını ceket yaka. Takke ve sarıksa artık sokakta pek giyilmiyor. Daha çok namaz sırasında kullanılıyor. Tayyip, Bursevi ve Nur gibi erkek giyim mağazalarının sayısı 20'yi buluyor. Bu mağazalar yalnızca Çarşamba'ya değil, Anadolu'ya, hatta Almanya, Hollanda ve Avusturya'dan gelen cemaat mensuplarına mal veriyor. A.İ., buna rağmen hem nefsin galibiyetine hem de bu galiyetin, güç kaybettirdiği mesleğine üzülüyor. Bir gençlik işareti: Ferace Beş metrekarelik dükkânda, sağda düğün kıyafetleri var: İşlemeli, incecik, uzun ve rengârenkler. M.Y., Burak Giyim Mağazası'nda tezgâhtar. Daha 18'inde. Semtteki 40 kadar 'İslami' kadın giyim mağazasında olduğu gibi, ne çarşaf takıyor, ne de erkeklerle konuşmaktan sakınıyor. Düğün kıyafetlerinin yanında çarşafın altına, ev içinde giyilen elbiseler var. Fiyatları 20-80 YTL arasında. M.Y., "Beş yıldır bunlar yeğleniyor. Yaşlıların giydiği kalın kumaştan elbiseler artık tezgâhın arkasında. Eskiden tam tersiydi" diyor. Yan rafta siyah ya da diğer renklerdeki çarşaflar asılı. Peçeli ve iğneli diye ikiye ayrılıyor çarşaflar. M.Y., peçeli çarşafların, çekici görünmek isteyen kimi kadınlarca tercih edildiğini söylüyor: "Bir bakıyorsun, kalem çekmiş, kirpiklerine rimelini sürmüş, ayaklarında topuklu ayakkabılar. Böylesi de var. Genç kızlarsa kara çarşaftan çok, kolu-yakası işlemeli feraceyi tercih ediyor. Gençler yaşlılara benzememek için kara çarşaf değil, ferace alıyor. Gençliklerini belli etmek istiyorlar." Türban satışlarıysa düşüşte. Fatihlileri buluşturan Çarşamba Pazarı'nın esnafından Ferhat Koçak'sa satışlardaki düşüşten dolayı şaşkın: "Eskiden 1000'i geçirdi satışımız. Şimdi ancak 350'de kalıyor. Eski satışı arıyoruz. Elden ne gelir." Kenzo, Armani 'iman ehli' olmuş Çarşamba, hacıyağı ve gülsuyu çağını geride bıraktı. Parfümeri raflarında, o küçücük, genellikle çiçek işlemeli şişelerde Suudi Arabistan'dan getirilmiş parfümler dizili: Beyaz Misk ve Zehrat'ül Haliç, Nesimi Harem erkekler arasında klasik Isparta Gülü'nün iktidarını alaşağı ederken, kadınlar Kerime, Harare ve Kurtuba'ya müptela olmuş. Dunnlob, Armani, Kenzo ve Davidoff gibi o bildik kokularsa bu 'Müslüman' mahallesinde alkolden arıtılarak 'iman ehli' olmuş. Ağırlıklı olarak hacıların sürdüğü Reyhan, Isparta Gülü, Gülnar ve Cuma Rüzgârı, gençlerce tercih edilmiyor. Çarşamba her ne kadar değişse de 'direndiği' kalelerini de vermeye niyetli değil. "Biz erkeklere değil, kadınlara satış yaparız" diye vurguluyor, Ma'ruf Kuyumculuk'un sahibi Kenan Turna. Erkekler bazen nişan ya da nikâhta altın yüzük alırmış. "Takmak için değil elbette, hatıra olsun diye." Kadınlar da İslami kurallar gereği 'ziynetlerini' eşlerinden başkasına gösteremeyeceği için ancak 'birikim' için altın alınıyor. İşte bu.....Türbanın bir adım sonrası..........
  21. Eski Adalet Bakanı ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, anayasa taslağında üniversitede türbanın serbest bırakılmasına karşı çıktı. Türk, AKP?nin öğretim üyelerine hazırlattığı taslağı değerlendirirken, şunları söyledi: BASKI YARATIR "Kılık kıyafetinden dolayı hiç kimse yüksek öğrenim hakkından mahrum bırakılamaz" ve "Kılık kıyafet üniversitede serbesttir"(45. md) deniyor. Eğer bunu yaparsanız, bir süre sonra türban kullanmayan kız öğrenciler üzerinde, çok büyük bir baskıya dönüşecektir. Kızlarla da sınırlı kalmaz. ?Kılık-kıyafet serbest? dediğinizde erkek öğrencilerin de dışarıda yasak sarıkla cüppeyle üniversiteye gelmesini önleyecek hüküm kalmaz. Fatih?teki gibi birtakım adamların sarıkla cüppeyle üniversiteye girmesine nasıl engel olacaksınız? ÜNİVERSİTE BİTER Bu kılık kıyafetle de sınırlı kalmayacak din kaynaklı öyle bir baskıya dönüşecek ki, bir süre sonra üniversitelerde bilim özgürlüğü ve özerkliği kalmayacaktır. Üniversiteyi kılık kıyafet serbestliği ile dinsel baskıya açık hale getirip, devletin sağladığı güvenliği de (100. md) kaldırıyorsunuz. Yüksek öğretimi bitirir bu. Avrupa İnsan Haklarına Sözleşmesi?ne göre konulduğu belirtiliyor. Oysa AİHM, Türkiye?nin, laikliği korumak için üniversitede ve kamu kurumlarında türbanı yasaklayabileceğini kabul etmiştir. Demek ki, AİHS?ye aykırı tarafı yok. O bahane altında bunu getiriyorlar. 3 MADDEYE DOKUNULAMAZ İlk üç maddenin değiştirilemeyeceği söylenen bir anayasayı, bu maddeler de dahil değiştiriyorlar. Gerçi bu maddelerdeki ilkelere bağlı kaldıklarını ifade ediyorlar. Ama 2. maddeye baktığımızda, "Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı" ve başlangıçtaki temel ilkelere yollama yapan ifade çıkarılıyor. Bu hükümlerin virgülüne dokunulamaz. Başlangıçta anayasanın parçası olmaktan çıkarılıyor. FEDERASYONA HAZIRLIK MI Anayasalar birleştiricidir. Farklılıkları bu kadar ön plana çıkartınca, birleştiren mi yoksa ayrıştıran bir anayasa mı olacak? Federasyona geçiş hazırlığı niteliğinde mi olacak? Amerikan, Alman, Fransız anayasalarına bakın hep birliği sağlamak vardır. Bu anayasada sosyal devlet zayıflatılıyor, ilgili hükümler budanıyor.
  22. Efendi Türk'ler sanıyorum siz yazınıza yapılan yorumları size karşı gibi alıyorsunuz...benim öyle bir düşüncem yok ben ayrım gözetmeksizin herkesin siyasi bir düşünceye sahip olmasından yanayım ama bu tamam ol diyince olunacak bişey degil.yukarıdaki tüm sorunlar sadece okumak isteyenler için degil Türklerin her ülkede karşılaştıkları sorunlardır bu Almanya ile sınırlı degildir.neresi oluysa olsun bence kişiler önce işlerini egitimlerini alabildikleri kadar aldıktan sonra öylesine degil inandıları bir ideoleji ugruna mücadele vermeleri gerekiy diye düşünüyorum.SİZE KARŞI OLARAK GÖRMEYİN YANİ....
  23. neyiniz var ? - kimsem yok. cok yalnizim doktor. ole yalnizim ki golgem bile cikmiyor. + ben size nasil yardim edeyim? - grup terapisi verseniz? sole kalabalik olanindan . + bana şikayetlerinizi tarif edin. - hep yalnizim . cok sıkılıyorum. canim hic bisey yapmak istemiyor . + depresyonda misiniz? - yok, girmeye usendim. + size bir doktor arkadasimi tavsiye edicem. - o da mi yalniz? + hayir psIkolojik yardim amaciyla.. - anladim. beni cift kisilikli yapabilir mi? boylece yalniz kalmam . + hayir ama isterseniz sizi oldurunce toplu mezara gomebilir. - sahi mi? + hayir. + anneniz hayatta mi? - bu hayatta degil. + peki annenizi hatirliyor musunuz? - hayir. tek hatirladigim bana 'seni leylekler getirdi' derdi. + bu normal. her cocuga boyle derler. - ama beni leylekler geri getirmis. + ailenizden gorustugunuz birileri var mi? babaniz, kardesleriniz, teyzeleriniz? - hepsi ben kucukken bir trafik kazasinda olmus. + butun sulaleniz bir trafik kazasinda mi olmus? - evet. bizde murat 124 vardi. onlarin arkasi nasil genistir bilirsiniz. herkes binmis. sonra arabayi kullanan babam karsidan hizla gelen elektrik diregini gormeyince kaza olmus. + anneniz de bu kazada mi olmus? - hayir arabada yer olmadigi icin o arkadan kosuyormus. kazayi gorunce kalpten olmus. + anladim . + cocuklugunuzdan bahsedelim biraz. hic arkadasiniz var miydi? - vardi. sık sık telefonla konusurduk. beni yeniden dinlemek icin 9 a bas derdi. butun gun konusurduk. sonra evdekiler cok telefon parasi geliyor diye onu aramami yasakladi. + evdekiler? onlar kimdi? - bilmiyorum. karsi komsu iste. + simdi hic arkadasiniz var mi? - bana gore mi onlara gore mi? + tamam bu soruyu gecelim.. hic sevgiliniz oldu mu? - onceki hayatimdakiler sayilir mi? + tamam bunu da gecelim. + buyuk bir travma atlatmissiniz. bole travmalarin en iyi ilaci zamandir. - bende o ilacin yan etkileri oluyor. + o zaman yeni arkadaslar edinmeyi deneseniz? mesela bir sosyal cevreye girmeyi deneyin. - AB beni kabul etmedi. + daha kolay girilebilecek sosyal cevreleri deneseniz? - birlesmis milletler gibi mi mesela + mahalledeki genclerin grubuna katilin mesela.. - ben kalabalik icinde kendimi daha yalniz hissediyorum ama. + hmm.. .. + o zaman geriye tek bir care kaliyor. - neymis doktor? + ben size en kisa zamanda bir trafik kazasi ayarlamaya calisacagim.
  24. ''Benim de zaten hic gucum yok Yuzum yok hic Umudum yok Ama bil ki Farkli bir hayald Iskenceydi bazen Bazen cok guzeldi Ama anliyorum sesinden Kurtulmussun Sen Nokta konmus bitmis En guzel hikâyem…'' -Teoman-< Bazen en guzel hikâyeniz hic ummadiginiz bir anda bitiverir. Sonsuza dek surecegini sanirsiniz oysa. Gozlerinizi actiginizda her sey birden eski yapay cirkinliginde yasanmaya devam ediyordur. Hâlbuki gozleriniz kapaliyken hafif sarhos bir haldeyken duydugunuz bas donmesiyle birlikte dizlerinizin titredigini hissediyordunuz. Gozlerinizi actiginiz anda bu bas donmesi de bitiyor dizlerinizdeki hafiflikte. Ardindan bir dunya agirligindaki yuku omuzlarinizda hissediyorsunuz ve kalbinizdeki buyuk boslugu. Tekrar gozunu kapamak ne ise yariyor ki. Tipki cok guzel bir ruyadan uyandiktan sonra tekrar gozlerini kapayip kaldiginiz yerden devam edememek gibi. Yani sonrasi hep husran. Hep hayal kirikligi oturup aglamak bile istemiyorsunuz. Konusup insanlara anlatmak istemiyorsunuz. Her sey bitmis olsa bile bu hikâyenin sizin sayfalarinizda yaziyor olmasinin gururunu yasiyorsunuz belki. Bencilce kimseyle paylasmak istemiyorsunuz da. Geriye donup bu hikâyenin kahramanlarini bile istemiyorsunuz yaninizda yeni bir hikâyeye ise hic gerek yok. Hayata bir yaniniz eksIk bakiyorsunuz yarim yasiyorsunuz her dakikayi. Ama isin ilginc tarafi yasiyorsunuz. Oylesine de olsa yasiyorsunuz kendinizle anlamsiz duygularinizla herhangi bir suratla baska bir maskeyle yasiyorsunuz. Sizi gorenler farki hemen anliyorlar; Ne olmus olabilir ki? Bir insan bir gunde nasil bu hale gelmis ki? Neden bisey anlatmiyor? Neden gozleri hep uzaklara bakiyor? Ya da kimi bekliyor olabilir? Boyle bir yerde bekleyerek nasil umudunu kaybetmiyor? Cevrenizde donen milyon tane soruyu duymuyorsunuz bile. Cevapsiz sorularla ne yapabilirsiniz? Anlatirsaniz hikâyenin sihiri bozulmaz mi? Anlatacak bir cumlede bulamazsiniz zaten. Onu suclamak degildir niyetiniz hikâyede son noktayi koymak ona ait olsa bile. Kimse ona kizmasin sizi bu hale getirmeyi belki o da istemezdi… Artik yalniz senin icin Uzuluyorum Bitti Zor oldu ama Bitti

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.