Zıplanacak içerik

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Bana çok güsel avatar bulabilecek kendine güfenen biri çalsın.....
  2. ''Biz hakarete karşıyız'' CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, aşağılamanın ifade özgürlüğünün bir unsuru olmadığını söyleyerek, ''Biz aşağılamaya, hakarete karşıyız. Kurucularından devraldığımız bu cumhuriyete, bu memlekete hiç kimsenin hakaret etmesine izin vermeyiz'' dedi. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) tarafından düzenlenen, ''Hakaret Suçu ve 301. Madde'' panelinde konuşan Öymen, 301. maddenin eleştiriyi değil aşağılamayı yasakladığını, aşağılamanın da ifade özgürlüğünün bir unsuru olmadığını kaydederek, ''aşağılama hürriyeti diye bir şey yoktur'' diye konuştu. Aşağılama ve ifade özgürlüğünün bazı durumlarda birbirlerine karıştırıldığını dile getiren Öymen, bunun nedeninin çağdaş hukuk ve yargı zihniyetinin tam olarak yerleşmemesi olduğunu anlattı. 301. maddenin kaldırılmasına karşı çıktıkları için görüşlerinin, düşünce özgürlüğünü daraltıcı, kısıtlayıcı, bir görüş olarak görülmemesini isteyen Öymen, dışarıdan gelen baskılara karşı konulamadığını, asıl tartışılması gerekenlerin tartışılmadığını iddia etti. Öymen, ''Yabancıların borazanlığı yapılarak bu ülke çağdaşlaştırılamaz. Bu memleketi küçültme çabalarına fırsat verecek değiliz'' diye konuştu. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, panelde, hukuki gibi görünse de siyasi bir sorunun tartışıldığını dile getirerek, 301. maddenin kaldırılması tartışmalarıyla ''tehlikeli adımlar'' atıldığını savundu. Kanadoğlu, ''301. maddenin ifade özgürlüğünü önleyici niteliği ortaya sürülerek, ulus devleti meydana getiren yapımızın, zaten alt kimlik-üst kimlik tartışmaları içerisinde zedelenen birliğini ortadan kaldırmak ve ulus devletin her türlü saldırıya açık hale gelmesini sağlamak amaçlanmaktadır'' diye konuştu. Her ülkenin kendi gereksinime göre yasa yaptığını söyleyen Kanadoğlu, ''301. maddenin kaldırılmasını istemek ulus devletin yıpratılmasını talep etmekten başka bir şey değildir'' dedi. haber3.com
  3. çocuk olmak çocuk olmaktır, çocuk ister batıdaki top ister, doğudaki at ister, çocuk ağlar, batıdaki elbise diye ağlar, doğudaki ayakkabı diye çocuk sever, Batıdaki süs köpeğiyle yatar, doğudaki çoban köpeğiyle Çocuk sabreder Batıdaki babasının para kazanmasını bekler, Doğudaki terörün bitmesini Çocuk dua eder, Batıdaki ailesinin mutlu olması için, Batıdaki ailesinin ölmemesi için. Çocuk bilmez, Batıdaki doğudada çocuklar olduğunu, Doğudaki oranın asla batı olamayacağını. Çocuk bazen ölür. Batıdaki,maganda kurşunundan,trafik canavarından, Doğudaki eşkiya kurşunundan,salgın hastalıktan,soğuktan. Çocuk melektir. İkiside cennete gider, biri doğudan biri batıdan çok güzeldr orda çocuk olmak sahip olamadıklarının değerını en ıyı dogudakı cocuk anlar.
  4. Çağdaş Türk kadınına yakışan imajı ile,merhamet dolu yüreği ile,kendi hür bağımsız düşüncesi ile ayaklarının üzerinde durmasını bilen,her daim her yerde yoksullara özellikle, Doğu Anadolu da bir dilim ekmeğe,bir ayakkabı bir çoraba muhtaç yavrular için bıkmadan usanmadan bu yardım faaliyetlerini taktir şayan bir davranıştır. Senden gurur duyuyor gözlerinden öpüyorum. BABAN” Sevilay Hn babası Hüseyin ATAİBİŞ yazmış dı .Dün “puan şampiyonları”bölümünde. “Doğu da çocuk olmak” yazısı için. Etkilenmemek elde değil. Sırtınızı dayadığınız koskocaman bir kaya dır "Baba" . Asla yıkılmayan. Küçükken gözlerinizde, kocaman olan ve onun gibi bakmaya çalıştığınız,hatta aşık olduğunuz adam. Herkesi bilemem ancak kız çocukları için babacıklarının yeri ayrıdır. Benim ilk aşkımdır babam. Şimdi Sevilay Hanım’ın mücadelesini ,bir zamanlar bende gören babacığımda “hemen hemen aynı kelimeleri kullanarak “hitap edip,başımı okşamıştı. Bir baba ve anne için ;doğru olmanızdan başka bir beklentisi yoktur. Doğru ve faydalı olmak. Topluma ve çevrene. Ama önce insan olmak. Ailesinden çok şeyler kapan ve bu kapma işini sıkı sıkıya tutan bireyler ,topluma gerçek anlamda faydalı olan insanlardır. Ailelerimizi seçme imkanımız yok .Onlarında çocuklarını ancak kendi adıma çok şanslı olduğumu görüyorum. Sanırım Sevilay Hanım’da ben ile aynı fikirde olacaktır. Bundan yaklaşık 3 yıl kadar önce kaybetmiş olduğum babacığımı ,inşaAllah başka bir yazı da anacağım tekrar. Çünkü o bana hayat denen yolu gösteren ilk kişiydi. Onu çok seviyor ve özlüyorum. Mekanı cennet olsun. Ve 3 yaşında iken Kars’ın sınır köyünde;burunları akan,sümükleri ağızlarına giren,elbiseleri altına pantolan giydirilmiş,kat kat hırkalar ile sokakta oynadığım mahalle arkadaşlarımı hatırlıyorum... Gülümsüyor ve hüzünleniyorum... Ben bir İstanbul çocuğuydum ve babacığımın görevi nedeni ile oradaydık. Biz sıkılmayalım diye rahmetli dedem bizim bisikletimizi yollamıştı,ablam ve bana. O mahalle arkadaşlarımın bize bakışını hiç unutamıyorum. Biz birer yabancıydık .Farklı konuşan ,farklı giyinen ama hep gülümseyen. Onları sıraya dizip ,tek tek bisikletimize bindirdiğimi anneciğim anlatır. Ve her gün annemden ekmek arası peynir ve domates istediğimi,kendisinin yediğim için çok sevindiğini ama iş çoğalınca işkillenip bana baktığında ;aslında o ekmeği yemeyip ,koparıp koparıp o mahalle arkadaşlarıma dağıttığımı gözlemlemiş. Düşünsenize siz yiyorsunuz ama karşınızda her haliyle gariban ama çocuk var. Dün gibi gözümün önünde bakışları... Benden iyi kimse bilemez Doğu da çocuk olmanın zorluklarını. Ne elini ısıtacak eldivenin vardır. Ne de güzel oyuncakların. Ne de renki kitapların. Allah öyle taktir etmiş ordasındır ,hiç bilmeden nerede ne olduğunu. Lütfen ve lütfen . Bizden uzak diyarlarda ,memleketimizin her köşesinde yardıma muhtaç olan insanlara ulaşın. Önce sevginizi verin. Gerisi kendiliğinden gelir. Onlar insan,hor görülmek veya aşağılanmak için değil . Onlar paylaşmak için burdalar. Yüreğiniz ,eliniz oraya ulaşabiliyorsa sizden mutlusu yok. Siz ,hiçbir köy çocuğu tarafından koklandınız mı ?Sarıldı mı size içine sokarcasına. Bundan mahrum kalmayın dostlar! Yazımın sonunda daha önceki yazılarımda belirtmiş olduğum Köy Öğretmenlerinin oluşturmuş olduğu siteyi ekliyorum.(sanırım şu an site düzenlenmesi yapılıyor) Sizden ricam burayı inceleyin ve muhakkak Sevilay Hanımın “Doğuda çocuk olmak”yazısında eklemiş olduğu adres ile temasa geçin. Bakın benim arkadaşlarım ,onları bu işe bulaştırdığım için acayip mutlu . Siz de alacağınız 1 kutu çokoprens ile 24 çocuğun ağız tadını verebilirsiniz. Zor değil ,hiç değil inanın. Babacığım...Bak bizim gibi insanlar da varmış... www.koyogretmeni.com http://onpunto.com/ShowBlog2.aspx?Web=duru&CId=28871 “ORADA BİR KÖYE VAR UZAKTA” –14/02/2007 http://onpunto.com/ShowBlog2.aspx?Web=duru&CId=28465 “KARANLIKTAN AYDINLIĞA BİR IŞIK SİZDEN”
  5. Ender Helvacıoğlu yazdı: Uzlaş, uzlaş… Nereye kadar? “Türkiye’ye biçilen kaftan: Ilımlı İslam. Bu bir ‘mahalle baskısı’ değil, ‘emperyalizm baskısı’. Özellikle aydın kesimler içinde yoğun bir karamsarlık havası hâkim. Bu iki sonuca yol açıyor: Birincisi içe kapanma ve kaçış; ikincisi ise uzlaşma. Birincisi daha çok kendine zarar verirken, ikincisi hem kendine hem de topluma zarar veriyor…” Yüzleri ve yüz ifadelerini tanıma yetimizin evrimi Tanıyabilen tek tür biz değiliz. Hatta… Diğer bireyleri yüzlerinden tanıyıp ayırt edebilen ve yüz ifadeleri ile iletişim kurabilen tek canlı türü biz değiliz. En azından evrimsel olarak bizlere en yakın primat türleri -ve hatta diğer sosyal memeliler- de bu yetilere sahip. Oldukça karmaşık bir sosyal iletişim içinde başarı ile yaşayabilmek için evrilmiş olan nöroanatomik donanımızın evrimsel arka planını ve bizden daha eskilere uzanan gelişim tarihçesini Doç. Dr. Tuğrul Atasoy yazdı. Ünlü matematikçilerin çocukluğu veya çocuk matematikçiler Kolmogorov’a göre, matematik yeteneği öyle bir şey ki, kişiyi bir defa ele geçirdi mi, öteki yeteneklerin aşağı yukarı hepsini bastırır. Bu açıdan bakıldığında Kolmogorov’a göre kendisi 13, 92 yaşında ölene kadar sayılar teorisinde dünyaca ünlü keşiflere imza atmış Vinogradov ise sadece 9 (?!) yaşında... “ Çocuk matematikçileri ve matematikçilerin çocukluğunu” Doç. Dr. İsmihan Yusubov anlattı… Son Endülüslü: İbn Rüşd Endülüs’te yetişen filozoflar kuşağının sonuncusu olan İbn Rüşd’ü Prof. Dr. Mehmet Dağ yazdı. İbn Rüşd’ün yaşamı boyunca çalışmalarına yalnızca iki gece, babasının öldüğü gece ile evlendiği gece ara verdiği söylenir. Aristoteles’e bağlı olan İbn Rüşd, din bilginleriyle sürekli çatışmıştır. Eserlerinde, felsefe etkinliğinin ve filozofların savunusu öne çıkar. Felsefi etkinliğin din ve Kuran ile çelişmediğini göstermeye çalışmıştır. Uçak kazasıyla gelen büyük kayıp: Prof. Dr. Engin Arık Uçak kazasında yitirdiğimiz 6 değerli fizikçimizden Prof. Dr. Engin Arık’ı çalışma arkadaşları Prof. Dr. Baki Akkuş ve Osman Azmi Barut anlattılar. Engin Arık, deneysel yüksek enerji fiziği alanında Türkiye’nin dünya çapında tanınan bilimcisiydi. Her saniyesi bilimi solumakla geçen Arık, ülkemizin enerji sorunu üzerine de kafa yoruyordu. Özellikle, toryum konusunda çok zengin olan ülkemizin bu sayede enerji darboğazından çıkıp dışa bağımlılıktan kurtulabileceğini belirtiyordu… Kâşiflik zor zanaat-2: Okyanuslar ve kutuplar çok can almış! Sonu trajik biçimde biten keşif hikâyelerinden oluşan derlemenin ikinci bölümünde, 18. yüzyılın ikinci yarısında, 19. ve 20. yüzyılda yapılan yolculuklarda canını yitirmiş kâşifler ele alınıyor. Güner Or ve Ilgın Deniz Akseloğlu, James Cook’tan Amundsen’e keşif yolunda ölenleri yazdılar.
  6. Lânet olsun o saate...* Bir özgürlük ve aynı zamanda barış savaşçısı olan Grigoris Lambrakis’in, uğurunda can verdiği ilkeler, sevgili Hrant’ın hayatı pahasına savunduğu ilkelerden farklı değildi. 3 Nisan 1912de doğan Lambrakis 22 Mayıs 1963’de, 51 yaşındayken kahpece öldürüldü. Hrant da arkadan vurulup öldürüldüğünde 54 yaşındaydı; o da hak, hukuk, barış uğraşı veriyordu Mihail VASİLLADİS ** “Lânet olsun o saate / kahrolsun o an / faşist kurşunla can verdi / güleç delikanlı!” Yukarıdaki dörtlüğü Mikis Theodorakis’in Yunanistan’da faşist “Albaylar Cuntası” döneminde yazdığı bir ağıttan alıyorum. Güfte ağıt ama, beste o Theodorakis’in bilinen coşkulu, insanı harekete geçiren, aksiyona sürükleyen müziği. (Zaten öyle olmasa, o rezil faşistler cuntası neden yasaklayaydı ki müziğini?) Eminim ki “nereden geldi aklına bu dizeler” diye sormayacaksınız. Nedeni belli de, ben teferruatını anlatayım. Sevgili Hrant’ın o muhteşem yolcu edilişinin akşamıydı. “Yunanistan’ın Sesi” radyosunda programı olan bir gazeteci arkadaş aradı. Kısa dalga ve İnternet üzerinden yapılan yayın tüm dünyayı kapsıyor. Yunan diasporasının ilgiyle izlediği programlardan. “Senle canlı olarak bağlanıp Hrant hakkında bir iki dakika konuşabilir miyiz” diye sordu. “İstersen saatlerce konuşuruz” diye cevap verdim. Fırsatı kaçırmadı: “Öyleyse 21.30’da bağlanalım saat 22.00’de programı bununla bitiririz; bir de güzel bir Ermeni şarkısı var onu kullanırım”. Yok, dedim. Theodorakis’in tüm şarkıları elinizin altında; onun “güleç delikanlı” diye bir ağıtı vardır, onu kullan; tam uyar Hrant’ımızın doğmakta olan efsanesine. Bulması zor olmadı şarkıyı. Akşam, yarım saat süren konuşmamızın aralarında hep o duyuldu. Çok tanınmış olan bu şarkı bir dönem herkesin ağzındaydı, hâlâ da söylenir. Theodorakis onu Grigoris Lambrakis’in anısına yazmıştı. Sözler, ozan Vasilis Rotas’ın İrlandalı Brentan Bears’ten çevirdiği dizelerdi. Türk kamuoyu Lambrakis’i Vasilis Vasilikos’un kitabından ve o kitaptan uygulanan, Kostas Gavras’ın Z (ÖlümsüZ) adlı filminden tanır. Bir özgürlük ve aynı zamanda barış savaşçısı olan Grigoris Lambrakis’in, uğurunda can verdiği ilkeler, sevgili Hrant’ın hayatı pahasına savunduğu ilkelerden farklı değildi. 3 Nisan 1912de doğan Lambrakis 22 Mayıs 1963’de, 51 yaşındayken kahpece öldürüldü. Hrant da arkadan vurulup öldürüldüğünde 54 yaşındaydı; o da hak, hukuk, barış uğraşı veriyordu... Lambrakis, Yunanistan’ın altın madalyalı atletlerindendi. Birkaç kez Balkan şampiyonu olmuştu. 21 Nisan 1963 günü, maraton yarışının antik güzergâhı olan Maraton-Atina arasında, elinde barış pankartı taşıyarak yürümesi, ses getirmişti. Olay bütün dünyada konuşuldu. Dönem, cuntaların darbe hazırlıkları içinde bulundukları dönemdi. Generaller kral adına, Albaylar kendileri adına müdahaleye hazırlanıyordu. Yeorgios Papandreu (bugünkü Yorgo’nun dedesi, Andreas’ın babası) ise saraya, orduya ve dış güçlere karşı, halkı arkasına almış direniyordu. Lambrakis komünistti. Sol partiden girmişti parlamentoya ve “rahat” durmuyordu. Dediğim gibi, ses getiriyordu eylemleri... 22 Mayıs 1963 günü bir barış toplantısı vardı Selanik’te. Konuşmacı Grigoris Lambrakis idi. Barışla ilgili fikirlerini söyledi halka ve alkışlar arasında kürsüden inerek karşıya, arkadaşlarının bulunduğu kahveye gitmek istedi. İçinde iki Yunanlı ‘Samast’ın bulunduğu üç tekerlekli yük aracı düştü üstüne arkadan. ***** eller sopalarla acımasızca vurdular kafasına, defalarca... Yere düştü elli bir yaşındaki delikanlı. Kanı –tıpkı Hrant’ınki gibi- suladı asfaltı... Tam beş gün güreşti Azrail’e Lambrakis. O düştüğü toprağın ve o toprakta yaşayan insanın sevgisiyle dolu yüreği tam beş gün beş gece direndi ölüme. Ama eski şampiyon da olsa insandı nihayet. Uçtu gitti o da beyaz bir güvercin gibi. Yarım milyon kişi katıldı onu ebediyete taşıyan korteje. Yerlere Z, yani okunuşuna güre zi diye yazdılar dağa, taşa... yollara, duvarlara, araçların tepelerine... Zi diye dalgalanan flamalarla doldu tüm ülke... Zi Yunanca’da “yaşıyor” demek. “Yaşıyorsun” dediler, ve yaşattılar bugüne dek. Tıpkı bizim Hrant’ımızı yaşatmamız gerektiği gibi... Yazıyı şarkı sözlerinin Hrant’ımıza en uygun dizelerini, şu anda içimden geldiği gibi çevirerek bitireyim: Bir Ağustos günü idi / sabah, seher vakti / hava almaya çıkmıştım / çiçek açmış topraklarda Baktım bir kız ağlıyor / canhıraş feryatlarla / dayan kalbim yok oldu / güleç delikanlı Cesurdu, tam erkekti / hep yanacağım artık / seken adımlarına / tatlı gülüşüne Lânet olsun o saate / kahrolsun o an / faşist kurşunla can verdi / güleç delikanlı! Muhteşem sevgilim / aşkınla ağlayacağım / başarılarını / sonsuza dek anacağım. Tüm düşmanlarımızı / yok ederdin sen / şanlı, şerefli, unutulmaz / güleç delikanlı.
  7. Hrant Dink’in Gerçek Katli Fırtına sonrası sessizlik başladı. Ama bu öyle kimsenin konuşmadığı bir sessizlik değil, devletçi ve sermayeci bir sessizlik. Radyonun ayarları düzeltildi; söylenmiş sözler arşive atıldı; usulca ellerdeki kan ve barut izleri temizlendi; şimdi yayın vakti: Egemenlerin borazanı olan radyomuz gür sesiyle ‘doğru milliyetçiliğin’ ne olduğu anlatmaya devam ediyor! Hatay’da Kürt gençleri Atatürkçü Düşünce Derneği üyelerinin saldırısına uğruyor; gençlerden 21 yaşındaki Metin Kurt öldürülüyor; cenazesine binler katılıyor; esnaflar protesto etmek için kepenk kapatıyor; ama kimse duymuyor, görmüyor, söylemiyor. Radyonun sesi bizi sessiz kılıyor. [mülksüzler Mart 2007 sayısında yayınlanmıştır.] Fırtına sonrası sessizlik başladı. Ama bu öyle kimsenin konuşmadığı bir sessizlik değil, devletçi ve sermayeci bir sessizlik. Radyonun ayarları düzeltildi; söylenmiş sözler arşive atıldı; usulca ellerdeki kan ve barut izleri temizlendi; şimdi yayın vakti: Egemenlerin borazanı olan radyomuz gür sesiyle ‘doğru milliyetçiliğin’ ne olduğu anlatmaya devam ediyor! Hatay’da Kürt gençleri Atatürkçü Düşünce Derneği üyelerinin saldırısına uğruyor; gençlerden 21 yaşındaki Metin Kurt öldürülüyor; cenazesine binler katılıyor; esnaflar protesto etmek için kepenk kapatıyor; ama kimse duymuyor, görmüyor, söylemiyor. Radyonun sesi bizi sessiz kılıyor. Hani ‘adını yaşatmak’, ‘mücadelede yaşamak’ diye bir şey vardır ya. Bir şekilde yaşar ya insan ölse de. Bir şekilde konuşur ya susturulsa da. Tabi bunun için mücadele gerek, birlik, emek, özveri gerek. Bir Salı sabahı doldurduğumuz alanları daha fazla insan olup Çarşamba da doldurabilmek gerek. İşte Hrant Dink’in ikinci ve gerçek katli de böyle oldu. Sol elindeki demokratikleşme paketinde ‘301 kaldırısın’ yazan TÜSİAD’a, derin devlete etmedik laf bırakmayan AKP’ye umutları bağlayıp kendi mücadelemizi onlara terk edince sonuç hüsran oldu tabi. Eli kanlı faşistlerin nasıl vatan kahramanı ilan edildiğini ve edilebileceğini unutup ulusalcı, Türk-İslam sentezci, nasyonal sosyalist çeteciklere karşı düşük yoğunluklu medya propagandasına hala umut bağlayanlar bu hüsranı göremiyorlar. Hazine aramak için kazdıkları toprakta buldukları solucanlara seviniyorlar. “Bu devletin derin yüzü değildir”, demiştik ve yine inatla deyeceğiz bunu, “bu devletin gerçek yüzüdür!” Egemenlerin çıkar çatışmalarından demokrasi çıkmaz Hrant Dink cinayetinin ardından tutuklananlar iki elin parmaklarını geçmezken daha bir ay önce büyük büyük laflar eden demokratlar ufak maşalar dışında kimseye dokunmadı. İçişleri Bakanlığı tarafından emniyet birimlerinde bir ihmal olup olmadığını araştırmak üzere görevlendirilen mülkiye başmüfettişlerinin İstanbul, Trabzon ve Samsun’daki çalışmaları tamamlandı. Hemen ardından da Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay’ın aklandığı haberi yapıldı. Bunun gerçek olup olmadığını rapor açıklanınca göreceğiz. Esas sarsıcı gelişme olan JİTEM bağlantısı ise apar topar örtbas edildi. Tetikçi Ogün Samast’ın ağabeylerinden Erhan Tuncel’in emniyet muhbiri olduğunun ortaya çıkmasının yarattığı şaşkınlık geçmeden ANKA Haber Ajansı Tuncel’in JİTEM için de çalıştığını duyurdu. Bu iddia, eski Trabzon Emniyet Müdürü yeni Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek’in, Mülkiye Müfettişleri’ne verdiği ifadede yer alıyordu. Yasin Hayal’in McDonald’s bombalamasından sonra gözaltına alınan Tuncel Kasım 2004’te emniyet için çalışmaya başlamıştı. Yani Tuncel’in JİTEM’le ilişkisinden bahseden Ramazan Akyürek Trabzon emniyetinin başındayken. Dönemin Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek’in Ankara’ya tayin edilmesi ve Reşat Altay’ın göreve gelmesinden sonra 2006’nın son aylarında JİTEM için de çalıştığı ortaya çıkınca Tuncel’in emniyetle ilişiği kesildi. Akyürek’in sicilinde Fethullahçı olduğuna dair bir not bulunduğu için devlete toz kondurmak istemeyen ‘sol’ milliyetçi çevreler Hrant Dink cinayetini kadrolaşan tarikatçıların devletin kahraman (!) kontrgerillasına karşı bir operasyonu olarak lanse etmeye çalıştılar. Her yerde biten ‘emekli’ subayların kurduğu faşist dernekler de, Samsun Emniyet Müdürlüğü’nde Samast’ın eline bayrak verip fotoğraf çektiren jandarma ve polislerde Fethullahçı bir psikolojik harekât olsa gerek! Yasin Hayal’in kendilerine üye olduğunu reddeden BBP ise söylem değiştirip bu gerçeği kabul etmek zorunda kaldı, ama bu sefer de genel başkanlarıyla aynı fotoğraf karelerinde görünen Erhan Tuncel’in uluslararası bağlantılarından dem vurmaya başladı. Kosova’ya ve Çeçenistan’a gönderdiği adamların ve yardımın hangi Amerikancı uluslararası bağlantılar üzerinden gerçekleştiğini açıklamamakta da hala ısrar ediyor. Gizlenmeye çalışılan JİTEM bağlantısında cinayetin esas failleri saklanıyor. Fakat Tuncel’in ihbarlarının emniyet tarafından kullanılmaması büyük olasılıkla Fethullahçı olan emniyetteki demokratların (!) bu olayı kendileri yapmasa bile bildiklerine ve pusuda beklediklerine bir işaret. Devletin bir yüzü: JİTEM JİTEM bağlantısını gizlemek için başlatılan ‘bilgi kirliliği’ tartışmaları arasında gözden kaçırılan bir olay da Tuncel’in JİTEM muhbiri olduğunu duyuran ANKA Haber Ajansı’nın önce haberini tekzip etmeye zorlanması, haberin duyulmasından üç gün sonra da şüpheli bir hırsızlık olayı yaşaması. Son derece profesyonel bir şekilde olası kameraları kapamak için jeneratörü devre dışı bırakmakla işe başlayan hırsızlar sadece dört bilgisayar harddiski, bir dizüstü bilgisayar ve telefon fihristlerini çaldılar. Beyoğlu Emniyet Müdürü’nün bile adi bir hırsızlık olmadığını kabul etmek zorunda kaldığı olayın olası amacı var olan bilgileri ortadan kaldırmak ve cinayetin ardından başlayan medyaya haber servislerinin ardındaki emniyet bağlantılarını ortaya çıkarmaktır. Gündem gazetesinin haberine göre Trabzon’un Pelitli beldesi yıllardır polise devredilmeyip jandarmanın sorumluluk alanında bırakıldı. Dink cinayetinin örgütleyicileriyle tetikçisi Ogün Samast, jandarma birliğinin yanındaki arazide atış talimleri yaptı. Öte yandan jandarma cinayet sonrasında anons yaparak, belde sakinlerini kimseye bilgi vermemeleri konusunda uyardı. Trabzon İl Jandarma Komutanı Kurmay Albay Ali Öz, 1999’da Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde 10 tutuklunun öldürüldüğü operasyonun yöneticisi olarak halen yargılanıyor. JİTEM tetikçisi Abdülkadir Aygan’ın yine Gündem gazetesinde yayımlanan itirafları, bu olayın Öz’ün kirli geçmişinin sadece ufak bir parçası olduğunu gösteriyor. Hrant Dink cinayeti, JİTEM’in tek ses getiren suikastı da olmayacaktı. Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde yatan 27 yaşındaki Gökhan Cevheroğlu, 21 Kasım 2005’te JİTEM tarafından Diyarbakır’da ‘tanınmış bir kişiye suikast yapması’ karşılığında dışarı çıkartıldı. Kaçmayı başaran Cevheroğlu 41 gün sonra döndüğü Diyarbakır’da gözaltına alınarak, ‘organize suç örgütü lideri olmak’ suçundan yeniden tutuklandı. 2006 Martı sonunda Adalet Bakanlığı’na dilekçeyle başvurdu, fakat cezaevi müdürü ve gardiyanlar hakkında açılan soruşturmadan bir şey çıkmadı. Önemli kontrgerilla soruşturmaları üst kademelere ulaşılmadan kesildi, davaları da gündemden düştü ve adeta Hrant Dink davasının başına gelecekleri gösterircesine sürüncemeye bırakıldı. Atabeyler çetesine üye 2 emniyet müdürü, 2 subay ve 2 astsubay hakkındaki soruşturma kapsamında Genelkurmay’dan ‘gizli’ belgeler istendi. Mahkeme, Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nin bilirkişi raporu ile tanık beyanlarının gizli olarak kendilerine gönderilmesini talep etti. Mardin’in Kızıltepe İlçesi’nde 21 Kasım 2004 tarihinde güvenlik güçleri tarafından düzenlenen operasyonda 13 kurşunla öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası Ahmet Kaymaz’ın öldürülmesine ilişkin operasyonda yer alan 4 güvenlik görevlisi hakkındaki davada Eskişehir’de görülmeye devam ediyor. Sanık polislerin tutuklanması talebi reddedilirken, duruşma ileri bir tarihe ertelendi. Alt düzeydeki maşaların tutuklanmasıyla kapatılan Şemdinli davasının temyizi hala sürüyor. Son olarak davanın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 1. Ceza Dairesi, görevsizlik kararı vererek dosyayı terör ve devlete karşı suçlara bakmakla görevli 9. Ceza Dairesine gönderdi. Üyeleri arasında emekli bir Emniyet Genel Müdür Yardımcısı, Özel Harekât üyesi subaylar, emekli askerler de bulunan Sauna çetesinin 18 sanıklı davası sürüyor. Son duruşmada sanık avukatının çete lideri olduğu ileri sürülen Kasım Zengin'in emniyet istihbaratına üye olduğu ve askeriyenin içindeki illegal oluşumu tespit için Ankara'ya geldiğini iddia etti. Pastadan pay için çatışmak, Emekçilere karşı birleşmek Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, Şemdinli bombacısına ‘iyi çocuk’ demekten belli ki ağzı yanmış. Kontrgerillanın bu sefer faka bastığı da görülünce sustu ve uzlaşmayı bekledi. Cinayeti kısa bir açıklamayla kınadı. Futbol maçlarının 90’lardan itibaren Türk milliyetçiliğinin en çirkin gösterilerine çevrilmesinin bir ürünü ve devamı olan taraftar tepkilerini tasvip etmediğini arada söyledi. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’le ABD’de yaptığı turlarda basın tarafından Cumhurbaşkanı edasıyla yansıtılınca kendine geldi. Ne de olsa bizde burjuva politikacılar ABD’den icazet alır, askerlerse milletin/devletin çıkarlarını temsil eder. Sonrasında her zamanki gibi açtı ağzını yumdu gözünü. Erdoğan’ı çok kızdıran MGK gündeminin basına sızması ile ordu-AKP gerginliğine kaldığımız yerden devam edeceğiz gibi görünüyor. Kerkük naraları unutuldu gitti. 2006 Ekim’inde Büyükanıt’ın Afganistan’a daha fazla asker gitmeyecek açıklamasını ise NATO’nun Afganistan’daki eski sivil temsilcisi Hikmet Çetin düzeltmişti: “Büyükanıt Paşa’ya Afganistan’a asker gitsin mi, diye sorulunca o ‘Hayır kesinlikle olmaz’ demedi ki! Karşı çıktığı nokta Afganistan’ın güneyine asker gitmesi. Çünkü asıl risk orada. Yoksa Nisan başında Kabil’deki merkez komutanlığının komutası Türkiye’ye geçecek. O zaman ek helikopter timi bile gidecek.” Gürcistan’ın NATO’ya alınması ve Azerbaycan Ordusu’nun başına bir Türk generalin atanması gündemleri Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki belirleyici rolünün diğer ayrıntıları. MGK toplantısından çıkan “siyasi ve diplomatik çabaları yoğunlaştırma” kararı egemenlerin emperyalist politikalara karşı çıkmak değil, ondan aldığı payı arttırmak için hareket edeceğini gösteriyor. OYAK, Irak işgalinden sonraki ikinci yılda gelirlerini iki kat arttırdı. Özellikle Irak Kürt Federe Bölgesi’ndeki ihalelerde taşeron şirketler yoluyla aslan payını kaptığı söyleniyor. Bu ekonomik ilişkiler de tüm yaygaraya rağmen Kürt egemenleriyle aynı safta olacaklarını işaret ediyor. Türkiye egemenleri ve özellikle de Ordu, emperyalist politikaların ana direği ve emekçilere yönelik neoliberal saldırının yürütücüleri olmalarına rağmen hala halktan yana anti-emperyalist güçler olarak kendilerini sunabiliyor. Kuzey Irak’ta meselenin esas düğümlendiği nokta Türkiye’nin ısrarla vurguladığı PKK meselesi. Eğer ABD izin verirse ufak çaplı da olsa bir operasyon ihtimali her zaman var. Diğer yandan PKK ileri gelenleri de ABD ile işbirliğine açık olduklarını ifade ediyorlar ve İran’da PEJAK üzerinden de bu işbirliği kısmen gerçekleştiriliyor. Kuzey Irak’ta Osman Öcalan’ın şoförlüğünü yapan ve 3 ay önce Habur Sınır Kapısı’nda güvenlik güçlerine teslim olan İbrahim Polat, Kürt grupların PKK’ye silah ve patlayıcı madde temin ettiğini ve ABD’li askeri yetkililerin her ay Murat Karayılan’la görüştüklerini ileri sürüyor. Erdoğan, geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda gerçekleştirdiği Lübnan gezisinde, “PKK’nın elinde ABD menşeli silahlar var” açıklamasında bulunmuştu. Bu iddialar üstüne Pentagon, Irak’ta silah soruşturması başlatmış ve sonuçlar 2006 Ekimi sonunda ABD Savunma Bakanlığı’na sunulmuştu. Rapor, 370 bin silahtan 360 bininin nerede olduğunun bilinmediğini tespit ediyordu. ABD’nin İran’a saldırı planlarının BBC tarafından duyurulduğu ve Kuzey Kore’nin uzlaşmaya yanaşmasıyla İran’ın tek hedef olarak kaldığı bir gündemde ABD’nin PKK meselesini bir an önce çözmek isteyebileceği düşünülebilir. Öncelikle İran’a saldırının şu anda sadece bir plan olduğunu ve her devletin özellikle de büyük emperyalist devletlerin her durum için birçok plana sahip olduklarını unutmamak gerek. Saldırı planlarının ortaya çıkması saldırının kesinlikle olacağını kanıtlamıyor. Ahmedinecat hükümeti, İran egemenleri tarafından iç politikada özelleştirmeleri yavaş yürütmekle dış politikada da ABD ile nükleer silah üretimi üstünden girdiği restleşme ve Chavez gibi ‘solcu’ müttefikler edinmeye çalışmakla suçlanıyor. İran içersindeki bir yönetim değişikliği de ABD’nin istediği sonuçları doğurabilir. Dahası İran’a yönelik olası bir saldırıda PKK sorununda çözümsüzlük Türkiye, PKK ve Kürt Federe Bölgesi’nin işbirlikçilikte yarışmasını da sağlayabilir. Kimin tarafından, nerede, nasıl başlatılırsa başlatılsın devletler ve kitleler arasında milliyetçi, emperyalist çatışmalar egemenlerin daha da güçlenmesine, emekçilerin daha da güçsüzleşmesine yarıyor. Kurban edilebilir insanlar ateşe atılırken egemenler kan pastasını yeniden paylaşıyor. Enternasyonalizm kulağa gerçekleştirilmesi zor ve uzak bir ideal gelebilir, ama emperyalist kavga büyürken tek kurtuluş umudunu da emekçilerin bu sönmek bilmeyen yıldızı temsil ediyor.
  8. Yaşamak! Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine..... -Bumiputra.(Baskın Oran) 12 Eylül cunta anayasasının değişmesini engellemek için Korku Spreycilerimiz her gün yeni bir keşif hatta icat yapıyor. Dünkü (25 Eylül), “Nobel ödüllü O.Pamuk nasıl 1.8 milyon dolara kat alırmış?”ın ardından bugün de “Anayasa taslağını hazırlayan profesörler para aldı mı?” diye çıktı. Artık saygı da mafiş; muslukçu gerekince parayla, profesöre gerekince bedava. Ama şu sırada korku malzemesi olarak öncelik 2 M’de yani mahalle ve Malezya’da. Bu “mahalle” işine çok gülüyorum. Mahalle hep vardı ve hep olacak. Türkiye’nin en “çılgın” yeri Bodrum’da bile mahalle ne biçim erkek egemen, muhafazakar, baskıcıdır; “Dalavera Memet’in Bodrum Tarihi”nde ve “Enişte Gözüyle Bodrum”da çok anlattım. Feyhan cuma pazarına gitmiş, üstünde normal hatta astarlı etek. Boyacı İsmail Usta geliyor, elindeki pazar çantasını alıyor, usulca: “Sen hemen evine git, üstünü değiş, güneş vurunca için gözüküyor. Ne lazımsa ben alır bırakırım” diyor. Feyhan da tıpış tıpış eve gidiyor, değiştirmeye. Hasan ile Neyran’ı büyütürken de bundan yararlanmıyor değil. Hasan o sıralarda yaşı icabı haylaz. Eve hemen ihbar geliyor: “Senin oğlan bugün okula gitmedi, mendirekte gazete okuyupturu!” veya “Seninki motor kiralamış, şimdi buradan fırtına gibi geçti”. Neyran 25 yaşında, daha hayatında Bodrum’da iken kimseyle el ele tutuşmamıştır. Buranın bir “Muhtar Amca”sı var, İbrahim Denizaslanı. 80’inin üstündedir. Herkes saygı gösterir. İki sene önce 31 yıllık muhtarken fazla kısa etekle veya şortla gelene nüfus sureti falan vermez, giyinip geldikleri zaman verirdi. Kimse de itiraz etmezdi. Bırak kadınları, biliyor musunuz ki ben erkekliğimle istediğim gibi sokağa çıkamıyorum Bodrum’da? Evimizin hemen arkasındaki pazartesi pazarına sadece şortla gidemiyorum. Allahın sıcağında üstüme bir atlet veya tişört geçirip de gidiyorum çünkü pazarcılar rahatsız olduklarını hissettiriyor. Al işte sana, mahalle baskısının dik âlâsı. Tahakküm sona eriyor korkusu dur bakalım daha neler yaptırtacak. Bunlar da “Kemalist devrimci”. M. Kemal hele de 1920’lerdeki mahalleyi hesaba katsaydı hangi Kemalist devrimi yapacaktı acaba? Olmadı, Malezya verelim Malezya saçmalığı Amerikalı diplomat Holbrooke’un iki ülkeyi “Ilımlı İslam”a örnek vermesiyle başladı. Kimse kalkıp da, bu adam Türklere oynasınlar diye yumak verdi kuşkusunu duymadı. Ağzından çıktığından bu yana biz Malezya’yla yatıyor kalkıyoruz. Kiminle yatıp kalktığımızı bilelim hiç olmazsa: Malezya Federasyonu, Güneydoğu Asya’da 13 eyaletlik bir meşruti monarşi. 1963’te bağımsız olmuş. İngiliz kuvvetleri 1971’de çekilmiş. Batı kısmı yarımada, arada Güney Çin Denizi var, doğu kısmıysa ada. Başkenti Kuala Lumpur dünyanın en yüksek kulelerini barındırıyor ama, ülkenin batı kırsalında insanlar direkler üstünde oturuyor, doğusunda ise daha düne kadar kafatası avcılığıyla ünlenmiş yerli halklar yaşıyor. Bu eyaletlerin babadan oğula geçme dokuz sultanı Malezya Kralı’nı beş yıllığına seçiyor. Her eyaletin kendi yasaları var. “Oruç Polisi” gibi bizi büyük heyecana ve “Bak, gördün mü!”lere sevk eden haberler bu 13 eyaletin ikisiyle ilgili. Peki, neden İslam ülkenin “resmî dini”? Neden bu kadar güçlü ve güçleniyor? Çünkü İslam, yüzde 52’yi oluşturan fakir Malayların yüzde 30’u oluşturan zengin Çinlilere karşı çıkabilmeleri için bir toplumsal tutkal sayılıyor. Ne gibi? Malay-Müslümanlar açısından düşününce aynen milliyetçilik gibi birleştirici. Ama ülke bütünü açısından düşününce (gayrimüslimler % 40) aynen milliyetçilik gibi bölücü. Malayları nasıl birleştiriyor? Anayasanın otomatik olarak Müslüman saydığı Malaylar, “Malezya’nın Efendileri” oldukları gerekçesiyle (vallahi bu gerekçeyle) ve bu anayasanın 153. maddesine göre “Bumiputra” statüsüne sahip. Parlamentoda bile tartışılması hukuken yasak olan bu madde (tanıdık geldi mi?), Bumiputralara sayısız ayrıcalık tanıyor: Üniversiteye ve memuriyete girişte kontenjan, otomobil ve taşınmaz alımlarında % 5-15 arası indirim, vs. (bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Islam_in_Malaysia ). Bumiputralık, yani Malay-Müslüman ayrıcalığı nasıl uygulanıyor? Kimlik bilgileri “MyKad” adlı kartın “smartchip”ine yüklü. 12 yaş üstü herkes bu kartı her kontrolde göstermek zorunda (http://en.wikipedia.org/wiki/Malaysia ). Şimdi anladınız mı İslam niye önemli Malezya’da? Yerli Malayların göçle gelmiş Çinlilerle mücadele silahı! Anlatın da anlayayım, bunun neresi Türkiye’ye benziyor? Ama derseniz ki bu Bumiputralık “birleştiricilik” açısından Kemalizm’in Malezya versiyonuna benziyor, ben demedim siz dediniz. Hani, yeniçeri Yahudi’yi yere yatırmış, boğazına bıçağı dayamış: “Ulan, İsa Peygamber’i çarmıha gerersiniz ha!”. Yahudi inliyor: “Aman yiğidim, bu 1500 sene önceydi”. Yeniçeri köpürüyor: “Olsun! Ben daha yeni duydum!”. Bunlar yeni şeyler değil. 153. maddenin kökü taa İngiliz sömürge yönetimine kadar gidiyor. Holbrooke yem atınca mal bulmuş Mağrıbî gibi atlayan Korku Spreycilerimiz sayesinde biz yeni duyuyoruz. S.Arabistan’la korkuttunuz, İran’la korkuttunuz, şimdi de sıra Malezya’ya mı geldi? 84 yıllık aczin itirafı 21 Eylül günü Hasan Cemal yazdı: “TBMM Şeref Salonu. Askeri cuntanın üyeleri yan yana dizilmiş. Balkonda, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası Beethoven'ın Kader Senfonisi'ni çalıyor. Darbe, kutlamaları kabul ediyor. Yüksek yargı organlarının üyeleri, üniversite rektörleri sıraya girmiş, daha altı gün önce parlamentoyu kapatarak parti liderlerini hapsetmiş darbecileri tebrik ediyorlar”. Peki bugün? Anayasa Mahkemesi, TBMM toplanamasın diye, 276’yla cumhurbaşkanı seçilen bir ülkede toplantı yeter sayısını 367 ilan ediyor. Yargıtay, gayrimüslimleri “yabancı” ilan ettikten, Hrant’ın 301’den cezasını onayladıktan ve Kaboğlu’yla benim beraat kararımı bozduktan sonra P. Selek’in yargılanmasına gerek olmadığına dair kararı da bozuyor. Bizim karar 12 Temmuz’da çıkmış, avukatlarımızın bile haberi yok, taa 13 Eylül’de tam anayasa tartışmalarının göbeğinde “Yargıtay’ın tutumu işte budur” dercesine basına açıklanıyor. Yargımız çok tutarlı: Askerleri 1980’de nasıl desteklemişse şimdi de aynı şeyi yapıyor. Bir video klip çıkıyor: “O gün öyle desinler, / Bugün böyle desinler, / Fatihalar, Yasinler, / Bitmez Karadeniz'de” diye şiddeti överken derhal karakolda Türk bayrağı önünde çekilmiş meşhur fotoğraf ekrana geliyor. “Hiç kimse vatanını, / Satmaz Karadeniz'de / Vatan satsa bir kişi, / Anında biter işi” dediği anda da canım ciğerim Hrant kaldırımda arkadan vurulmuş yatıyor. İzmir ve Erzurum barosu başkanları bu rezilliğe arka çıkıyor, haklarında soruşturma bile açılmıyor. Ama Yargıtay, içinde şiddetin ş’si bulunmayan, yönetmeliğin amir hükmü (md. 5) gereği yazdığım bilimsel Azınlık Raporu’nu “açık ve yakın tehlike” ilan ediyor. “İfade özgürlüğü sınırlarını aşmıştır” diyor. “Kin ve nefret yaymaktadır” diyor. 1992’de TÜSİAD’a hazırladığı Rapor’da (acaba TÜSİAD telif ücreti vermemiş miydi?) “Tek Parti döneminde Kemalist ilkeler ulusal birliğin sağlanmasında bir aşamayı simgelemektedir. Liberal demokratik rejimlerde devletin bir resmi ideolojisi olamaz" demiş olan YÖK başkanının bir işareti üzerine bütün rektörler ve üniversiteler ayaklanıyor: “Yeni anayasayı istemezük!” Üniversitemiz çok tutarlı: Askerleri 1980’de nasıl desteklemişse şimdi de aynı şeyi yapıyor. Tamam. Ama bütün bunları laiklik adına yaptıklarını söylemesinler. Bumiputra’nın tanımındaki “Türk” kelimesini muhafaza etmek için yaptıklarını söylesinler, yeter.
  9. Türkiye’de aydın ve demokrasi.(Baskın Oran) Dikkat ettiniz mi bilmem: En sık kullandığımız terimlerin anlamı çoğunlukla net değildir. “Aydın” bunların başında gelir. Önce izninizle biraz teori yapalım, sonra ülkemize döneriz. Aydın terimi Batı dillerine çevrilemez. Çünkü yalnızca azgelişmiş ülkelere özgüdür. Ortaçağ’ın izlerini silen “Aydınlanma”dan gelir. Aydın, bu çağı yaşamamış olan kendi ülkesinde onu simüle etmeye çalışan toplumsal tabakanın adıdır. Toplumsal tabaka? Küçük burjuva’nın hayatını okumuşlukla kazanmayan türüne “esnaf”, kazanan türüneyse “aydın” denir. Bu ikisinin arasında ilginç bir karşıtlık vardır: Birinci tür, yani esnaf, Batılılaşmaya karşıdır. Çünkü Batı’nın altyapısı olan kapitalizmin tekelci eğilimi onu devreden çıkarır (“Kahraman Bakkal Süpermarket’e Karşı”), Batı’nın üstyapısı da zıvanadan çıkarır (cinsel özgürlük, mini etek, vs.). İkinci türü oluşturan aydın ise, tam tersine, Batı’dan ayrı düşünülemez. John Kautsky’nin çok öğretici tanımıyla o, “modernleşme kendi ülkesine ulaşmadan modernleşmenin ürünü olan” kişidir. Bunu yapan Batı eğitimidir. Ülkenin geneli Batı’yla ilgisiz olduğu için, bu eğitimi alınca ülkesine yabancılaşır. Yabancılaşınca, orada yaşayabilmek için ülkesini Batı’ya benzetmeye girişir. (Zaten bu nedenledir ki, İslamcı aydın olmaz. Müslüman (mütedeyyin/dindar) aydın olur, ama İslamcı aydın olmaz). Tabii, bunu yapabilmesi için işe Bağımsızlık’ı elde etmekle girişecektir çünkü bu evre Batılılaşma için gerekli ön aşamadır. Aydının 2 temel sınıfsal niteliği vardır. Sınıflararası (yani proletarya ile burjuvazi arasında) oluşu onu kompleksli ve yetenekli yapar: Aşağıya düşmemek ve yukarıya çıkmak çabasının sonucudur bu. Zaten aydına “belkemiksiz” denmesi de bu yüzdendir. Asıl önemli olan, aydının sınıflarüstü niteliğidir. Çünkü, alttan hiçbir reform talebi üretmeyen (hatta, tersini üreten) ülkesinde sınıf yapısının gelişmemiş olmasından yararlanarak devleti ele geçirir ve “yukarıdan devrim” yapar. Yukarıdan devrim, devleti ele geçiren aydının hukuku (üstyapıyı) değiştirme yoluyla ülkeyi toptan değiştirmesinin adıdır. Hangi Batı? Bu durumda aydın kavramının 2 temel çizgisi ortaya çıkıyor: 1) Batıcıdır; 2) Kurduğu devletle kendini özdeşleştirmiştir. Ama, hangi Batı? Nasıl devlet? Aydın, model aldığı Batı’yı belli bir tarihte donmuş kabul ederek statik olarak mı algılayacaktır, yoksa Batı’nın evrimini izleyen dinamik bir yorum mu yapacaktır? 2007 yılının AB tarafından temsil edilen Batısı, “tek” kelimesiyle başlayan kavramlar (tek parti, lider, kültür, dil, ideoloji, millet, vs.) tarafından temsil edilen 1930’lar Batısının antitezi olduğu için, bu iki sorunun yanıtı fevkalade önemli. Aydın eğer birinci (statik) yolu izlerse anti-Batı bir tutuculuğa saplanabilir. Bu uğurda, ülkenin yaşamına bitmek tükenmek bilmeyen anti-demokratik müdahalelerde bulunmaya girişebilir. Her etkiye bir tepki gelmesi fizik kuralı olduğuna göre, bu müdahalelere gelecek kaçınılmaz tepkiler ülkenin iç dinamiğini yıpratabilir. Dahası aydın, devleti yönetmenin ister istemez getirdiği bir dizi ayrıcalığı koruma peşine de düşebilir. Türkiye’de aydın, ülkeyi 1920 ve 30’ların Batısına uydurmak yönünde çok ciddi bir başarı kazanmıştı. Yarı-feodal bir imparatorluktan modern bir ulus-devlet’e geçişi sağlamıştı. Ümmet’ten millet’e geçişi başarmıştı. Tebaa’dan vatandaş’a geçişi temin etmişti. Fakat bugün, soyadı asimilasyon olan ulus-devlet’ten demokratik devlet’e geçmeyi vatanı bölmekle eş tutuyor. Alt kimlikleri tanımayı reddeden millet’ten çoğulcu ulus’a geçmeyi ihanet olarak yorumluyor. Alt kimliği inkar edildiği için bu ülkede kerhen yaşayan vatandaş’tan, alt kimliği tanındığı için bu ülkede severek yaşayacak vatandaş’a geçmeyi engellemek için kendini paralıyor. 2007 = 1930 ? Bugün maalesef çoğu aydın, kendisine “Kemalist” adını yakıştırarak, gerek devletin statüsü (bağımsızlık ve egemenlik) ve gerekse yurttaşın statüsü (özgürlükler) bakımından 1930’larda demir atmış vaziyette. 1) O tarihlerde yani iki dünya savaşı arası dönemde “bağımsızlık” kavramı gerçekten güçlüydü. Çünkü hem İngiltere-Almanya arasındaki çekişme üçüncü ülkeler için geniş bir bağımsızlık alanı yaratıyordu, hem de 1929 ekonomik bunalımı Batı’yı kendi başının derdine düşürmüştü. SSCB de o dönemde doğmuştu. Daha önce ve daha sonra böyle bir döneme rastlanmadı. Bugün onu aramak tam bir aymazlık. Kaldı ki, öyle bir ortamda bile Türkiye bugünkü çoğu aydının “bağımsızlıktan/egemenlikten vazgeçme” olarak nitelendirebileceği neler yaptı, Lozan’ı bilmedikleri için farkında değiller. Türkiye Musul konusunda kesin kararı Milletler Cemiyeti Meclisi’nin vereceğini ilan etti (Lozan md.3/2). Azınlıklar konusundaki 38-44. maddelerin “hiçbir resmî metin ve hiçbir resmî işlemle” değiştirilemeyeceğini kabul etti (md.37). Gümrüklerini 5 yıl yükseltmemeyi taahhüt etti. “Danışman” adı altında gelecek yabancı uzmanların yargı mekanizmasını ve sağlık hizmetlerini 5 yıllığına denetlemelerini kabul etti. Her TC vatandaşının açık toplantılarda, basında ve yayında istediği herhangi bir dili kullanmasını kabul etti (md.39/4). 29 Ekim 1914’ten önce verilmiş ekonomik imtiyazları geçerli saydı. Bütün bunların farkında değiller. Bir ülkenin kendi iradesiyle ve sınıf atlamak için yapacağı egemenlik devrini “bağımsızlıktan vazgeçme” olarak algıladıkları için bugün AB’ye girmeye de karşı duruyorlar. XIV. Louis’den sonra “L’Etat, c’est moi” (Devlet ben’im) demeyi marifet sayıyorlar. “Anti-emperyalizm” adı altında yabancı düşmanlığının sınırlarını zorladıklarının farkında değiller. 2) Türkiye’deki aydınların çoğu; bireyin özgürlüğü, ademi merkeziyet, çokkültürlülük gibi konularda 1930’larda kalakalmış vaziyette. Bugünkü Batı’nın bu temel ilkeleri gerçekleşirse “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”ne bişeyler oluvereceği şiirini hazırolda ezbere okuyorlar durmadan. İç dinamiğin özerk sürecini askerî darbe ve müdahalelerle sürekli olarak engelliyorlar. “Batı” kavramının bu statik/arkaik algılamasına, bir de, bu engellemelere gelen seçmen tepkisinden ve ayrıca on yıllar boyu kendi yarattıkları zombilerden duydukları ürküntüyü katın, bugünkü çoğu aydının Batı ve onun demokrasisi hakkında ne düşündüğünü hemen anlayabilirsiniz. Tabii, 1920’ler zihniyetinin sağladığı ayrıcalıklardan yoksun kalma duygusunu da eklemeniz tavsiye olunur.
  10. <<<<<<<<<<<<kendine negatif olanı......
  11. Hadiii az sonyası yok bekliyom çayıda ben koydum sobanın üstüne...yafaş yafaş demlensin diye kek böyek hasır....hadi bekliyom
  12. Aman biz sana moyal ossun diye burdayıs sen ne diyon agbi ya damam nesaman oluyoo çig köfte asçık işim var gideyim gene gelirim olarmı
  13. Damam ben didiyom omasan ösledimmmmm nefes almayıııı.......................
  14. Yapma işteeeee böyle istedigin herşey olucak diye birşey yok hayata...ozaman yaşam toz penbe olurdu oda hiç çekilmes ama genelde kötüyü düşünki gelecek olan güselikler iyiikler sana süpris olsun..yoksa hep güselik ve iylik beklersen sana alışılagelmişlik getirir hayatında....dene bence lütfen...
  15. Hindili patetes,yogurtlu makarna ve komposto vay........güsel veya çikin benimle paylaşacak biri çalsın
  16. Hımmmmmm ........................yemegimi payaşacak biri çalsınnnn
  17. Efettt tutu:( azda olasa karamasarlıkdan çıktın.....
  18. ne yahu bukaday demedik delümüsün nesin yahu....git aszçık usak duy dene gel veyya arada sırada gel
  19. Hımmmm buldum busdolabının köşesinde 1 kafanos kalmış hurmaya ihtiyacı var
  20. Renkli imzalısı <<<<<<<<ükelası
  21. mışım?????? Sessisligimi paylaşacak biri çalsın...................
  22. Ehhhh asçık tuttu geri yolamaya karara verdim 2008 i gelsin pazar gününü efde geçirdin....
  23. Sessizligin sesini duyabilen bana katılabilecek biri çalsın...............
  24. Gece yolcuları..................hüzün..................
  25. Psikolojik rahatsıslıktan olmuyoo bu nete fazla baglanmaktan kaynaklanıyoo...benimki pc de fazla kalmaktan rahatsıslıga dönüştü artık günde 3 satten fazla pc de,tv de kalmak ve hatta gazete kitap okumak yasaklandı.....kendimise yapıyorus yeteyki ölçümüsü bilelim ama bilmiyorus!!!!bence uzaklaş başka bir dünyanın var oldugunu unutmıyalım ki var biz iyi olursak arkadaşlarımız varsa dostlarımısda iyi olur.......fikirden kuytul ve bence ara ver..ben ne güsel sadece forma yazı yazıyordum ama şimdi oyunlara daldım ve geçlere kalmaya başladım.....ara vey luci......kendin için....

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.