Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
AKP tarafından ortaya atılan her görüşü ve öneriyi desteklemekle görevli olanlar veya savunmaktan yarar umanlar türban konusunda beklenen desteği gecikmeden verdiler; bazıları türban kullanımını ilköğretime ve kamu çalışanlarına kadar genişletti. Halkımız da kendilerini ibretle izledi. AKP'nin belli konularda ne düşündüğünü, ne yapmak istediğini anlayabilmek için hemen yargıya varmamak; ilk açıklamayı izleyen günlerdeki yeni açıklamaları veya danışmanların konu ile ilgili yorumlarını ve düzeltmeleri beklemek; parti yetkililerinin birbirinden farklı ve çelişkili beyanlarını değerlendirmek gerekiyor. Benzer bir durum uzun vadeli olarak türban konusunda da yaşanıyor. Sayın Başbakan önceki yıllarda, türbanla ilgili verilmiş bir sözleri bulunmadığını; türbanın küçük bir azınlığın sorunu olduğunu; türban konusunda toplumsal mutabakat mevcut ise de kurumsal mutabakatın da sağlanması gerektiğini ifade etmiş ve türbanın siyasal bir simge olduğu yolundaki görüşleri şiddetle reddetmiş iken, hangi nedenle bilinmez, Madrid'de birden görüş değiştirdi ve türbanın siyasi simge de olabileceğini söyledi. İç dünyasında bunu, kendi partisinin bir simgesi olarak değerlendirmiş olacak ki yurda dönüşünde, başka siyasi partilerin de türbanı siyasal bir simge olarak kullanabileceği yolunda bir düzeltme yaptı ve bu sorunun çözülmesi için yeni anayasayı beklemeye gerek olmadığını, 1982 Anayasası'na konulacak bir cümle ile sonuca ulaşabileceğini açıkladı. Danıştay Başkanlar Kurulu'nun ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın konu ile ilgili açıklamaları üzerine, partisinin Ümraniye Kadın Kolları Toplantısı'nda yaptığı ve Devlet Televizyonu'nda (iddiaya göre naklen ve / veya tümüyle) yayımlanan konuşmasında bu kez türbanı, herhalde MHP Genel Başkanı'nın açıklaması üzerine, siyasi simge olmaktan çıkardı ve yeniden din ve vicdan hürriyeti kapsamı içinde ele aldı. Gazetelere ayrıntısı ile yansıyan bu konuşma, kullandığı sözcükler ve üslubu itibarıyla muhatapları kadar, aynı zamanda "Başbakan" sıfatını da taşıyan AKP Genel Başkanı'ndan daha farklı bir konuşma ve yaklaşım bekleyen tarafsız çevreleri de ziyadesiyle üzdü. Ancak bu tür söylemlere ve üsluba alışık olan insanlarımızı fazla şaşırtmadı. Danıştay'ın anayasal bir kurumun sorumluluk ve anayasanın kendisine yüklediği görevlerin bilinci ile yaptığı açıklamaya karşı gösterdiği tahammülsüzlük, kullandığı sözcükler ve üslubu Başbakan'ın, yakında açıklanması beklenen anayasa taslağı için yapılacak eleştirilere karşı takınacağı tavrı şimdiden haber vermektedir. Tüm bunlar Başbakan'ın, AKP taslağında yer alan ve kendilerince önemli görülen kurallar üzerinde tartışmaya yanaşmayacağını, bunlardan taviz vermeyeceğini ve yasalaşma sürecinde dayatmacı davranacağının işaretleridir. Tabii ki böyle bir ortamda yapılacak olan anayasa toplumun bir kesimi tarafından benimsenmeyecek ve sadece AKP'nin ve başka nedenlerle kendisine destek verecek siyasi partilerin anayasası olacaktır. Danıştay'ın açıklaması üzerine kullandığı "ihsas-ı rey" deyimi de yerine oturmamıştır. Danıştay, seneler önce, yürürlükteki hukuk kurallarını esas alarak türban konusunda bilinen kararını vermiş ve bu karar aleniyet kazanmıştır. Türbanla ilgili düzenlemeler henüz öneri aşamasındadır, tartışılmaktadır; yasal bir nitelik kazanmamıştır. Bu nedenle önerilen kurallara dayanılarak yapılan bir idari işlem de söz konusu olamaz. Bu durumda Danıştay hangi somut davada ihsas-ı reyde bulunabilir? Danıştay, muhtemelen Başbakan tarafından birçok kez yapılan çağrıları ciddiye alarak, toplum ve devlet yönetimi yönünden çok önemli sonuçları olabilecek tartışmalı bir konuda görüşlerini açık ve anlaşılabilir bir biçimde duyurmuş; hiçbir ihsasta bulunmamıştır. Kaldı ki Danıştay'ın açıklaması yanlış yorumlanmıştır. Danıştay'ın açıklamasındaki görüş yasama organına bir müdahale olarak ele alınmış; dahası muhtemel anayasa değişikliğini tanımayacağı, uygulamayacağı ve hatta kendisini TBMM yerine koyduğu biçiminde kamuoyuna sunulmuştur. Bu bir çarpıtmadır. Danıştay, iktidar partisi tarafından kamuya açıklanan ve henüz yasama süreci başlamamış olan bir öneriye karşı görüşlerini açıklamıştır. Önerinin anayasa değişikliği olarak yasalaşması halinde elbette ki bu kuralları uygulayacaktır. Sayın Başbakan, gereği ve hiçbir haklı nedeni olmadan zaman zaman bazı konuları ortaya atıyor, bunun için ilginç mekânları seçiyor ve toplumun gerilmesine neden oluyor. Yeni bir anayasa taslağı hazırlanmış ve bu taslak hayata geçirilecek ise bu aceleye ne gerek var? Anayasa değişikliği olarak "Meclis'ten ne geçirirsek kârdır" veya "Yangından ilk kurtarılacak mal" anlayışı içinde mi bunları yapıyor? Yoksa bu öneri yerel seçimlerin öne alınacağının habercisi mi? Belki de gündemi değiştirmek istiyor. Eğer bu nedenle yapıyorsa başarılı da oluyor. Televizyon kanalları ve gazetelerin köşe yazarları hemen konuya sarılıyorlar ve Türkiye'nin gündemi gerçekten değişiyor. AKP tarafından ortaya atılan her görüşü ve öneriyi desteklemekle görevli olanlar veya savunmaktan yarar umanlar türban konusunda beklenen desteği gecikmeden verdiler; bazıları türban kullanımını ilköğretime ve kamu çalışanlarına kadar genişletti. Halkımız da kendilerini ibretle izledi. Türbanla yükseköğretimi, salt din ve vicdan özgürlüğü bağlamında ele alıp destekleyen, ancak Türkiye'nin sosyolojik şartlarından habersiz, masa başında düzenleme yapan veya görüş bildirenlerin de daha gerçekçi olmalarını, toplumsal yapımızı daha iyi tanımalarını, önerilen uygulamayı daha önce yaşamış olan ülkelerin bugünkü durumlarını dikkatle incelemelerini ve bu uygulamanın sonunun nereye varacağını düşünmelerini diliyorum. Nuri ALAN Eski Danıştay Başkanı
-
UĞUR MUMCU'yu anıyoruz.. Uğur Mumcu her zaman büyük bir ışıktır; çünkü kimlerle ve niçin savaşacağımızı bize gösterdi..
"Kanla yapılan devrimler daha sağlam olur, kansız devrimler sonsuzlaştırılamaz" Gazi Mustafa Kemal Atatürk "Cumhuriyet devrimini, Atatürk ilkelerini , tam bağımsızlık inancını cumhuriyet burçlarında birer bayrak gibi yukseltmeye devam edeceğiz, yılmadık yılmayacağız" Uğur Mumcu Bir kalem susar , yerini bir başkası alır. Bu kalemler tükenmez .Kalemler vardır , yılmadan , usanmadan , eğilmeden , bükülmeden yazar. UĞUR MUMCU "BEN ATATÜRKÇÜYÜM BEN CUMHURİYETÇİYİM BEN LAİKİM BEN ANTİ-EMPERYALİSTİM BEN BAĞIMSIZ TÜRKİYE'DEN YANAYIM BEN TERÖRÜN KARŞISINDAYIM BEN YOBAZLARIN,HIRSIZLARIN,VURGUNCULARIN,ÇIKARCILARIN DÜŞMANIYIM ÖYLEYSE VURUN PARÇALAYIN,HER PARÇAMDAN BENİM GİBİLER,BENİ AŞANLAR ÇIKACAKTIR" UĞUR MUMCU Karanlığın ve gizli odakların alçakça katettiği, davamızın yiğit ve cesur kalemi Uğur Mumcu'yu saygıyla anarken AĞIT YAKMIYORUZ! HERKESİ DEMOKRASİ SAVAŞIMINDA BİRLİĞE ÇAĞIRIYORUZ!!!!!!! diyorum ve son sözü gene sevgiyle saygıyla andıgım UĞUR MUMCU'ya bırakıyorum.... "Demokratik devlet, işçinin, köylünün, dar gelirlinin, subayın, bütün ezilen sınıf ve tabakaların devletidir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın öngördüğü demokratik devleti oluşturmanın çaresi, sandıksal yoldan bulunamamıştır. Anayasa'nın demokratik devleti, öyle görünüyor ki, Kemalist yoldan kurulacaktır." Uğur MUMCU - Devrim, 9 Haziran 1970
-
UĞUR MUMCU'yu anıyoruz.. Uğur Mumcu her zaman büyük bir ışıktır; çünkü kimlerle ve niçin savaşacağımızı bize gösterdi..
UĞUR MUMCU (1942 - 1993) 1942 22 Ağustos'ta Kırşehir'de doğdu. Tapu kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey ile Nadire Hanımın dört çocuğunun üçüncüsü. 1949-54 Ankara'da Ulus'taki Devrim İlkokulunda başladığı ilköğrenimini Bahçelievler'deki Ulubatlı Hasan İlkokulunda tamamladı. 1957-61 Ankara Cumhuriyet Ortaokulunu ve Ankara Deneme Lisesini bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. 1962 Yazmaya öğrencilik yıllarında başladı. Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan "Türk Sosyalizmi" başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülünü aldı. 1963 Fakültede Öğrenci Derneği Başkanı seçildi. 1965 Hukuk Fakültesini bitirdi ve Cemal Reşit Eyüpoğlu'nun yanında bir süre avukatlık yaptı. 1965-66 18 Haziran 1965'te "Biz Anayasayı Savunuyoruz. Ya Siz?" başlıklı makalesiyle Yön Dergisinde yazmaya başladı. 27 Mayıs Devriminin özgürlükçü ortamında "İnsanlar sadece konuştuklarından değil sustuklarından da sorumludurlar" diyerek Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön Dergisinde yazdığı makalelerle bir yandan Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve devrimlerini, tam bağımsız bir Türkiye'yi savundu. 1967 30 Haziran'da "Kitap Toplatmak Anayasaya Aykırıdır" başlıklı yazısıyla Kim Dergisinde yazmaya başladı. 18 Ağustos'ta "Anayasaya Saygı" başlıklı yazısıyla Akşam Gazetesinde incelemeleri yayımlanmaya başladı. 1968 Dil öğrenmek için İngiltere'ye gitti. Yazılarına oradan devam etti. 25 Şubat'ta Akşam Gazetesindeki inceleme yazılarının sonuncusu yayımlandı. 1 Mart'ta Kim Dergisindeki son yazısı, Londra'dan yolladığı "Yeter Artık Beyler" oldu. 25 Mart'tan itibaren aralıklarla Türk Solu Dergisinde yazmaya başladı. 1969 31 Ocak'ta Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Kürsüsü Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı oldu. 15 Temmuz'dan sonra incelemeleri, Milliyet Gazetesinde yayımlanmaya başladı. Asistan olduktan sonra, 13 Kasım'da Ankara Barosu Levhasından kaydını sildirerek avukatlığı bıraktı. 1969-71 Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi'nde yazıları yayımlandı. 1970 Ant Dergisi ile Cumhuriyet Gazetesinde makale ve incelemeleri yayımlandı. 24 Mart'tan itibaren Devrim Dergisinde yazmaya başladı. 1971 12 Mart'ta gerçekleşen darbenin aydınlara yönelik baskıcı tutumundan o da payına düşeni aldı. 17 Mayıs'ta gözaltına alındı. Ayrıntı: "Kitaplarımı İsterim" . Bir ay sonra serbest bırakıldı. 12 Temmuz'da Ortam'da yazıları yayımlanmaya başladı. Dergi, 29 Kasım'da çıkan sayısından sonra kanun dışı baskıları protesto etmek amacıyla yayın hayatına son verdi. 27 Ekim'de Devrim Dergisine son kez yazdı. Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada, orduya hakaret etme savıyla tutuklandı. Pek çok aydınla birlikte, Mamak Askeri Cezaevinde bir yıla yakın kalan Uğur Mumcu, açılan davada 7 yıl hapse mahkûm edildi ancak, kararın Yargıtay'ca bozulmasının ardından serbest bırakıldı. 1972 10 Ekim'de serbest bırakılmasının ardından hemen askere alındı. 1973 Tuzla Piyade Okulunda 10 Ocak'a kadar süren üç aylık eğitimden sonra, okul yönetimi tarafından "kötü hal ve düşünce sahibi" diye suçlanarak "er" çıkarıldı ve Patnos'a yollandı. 1974 31 Ocak'ta askerliğini sakıncalı piyade eri olarak, Ağrı'nın Patnos ilçesinde tamamladı. Bu yaşadıklarını "Evet, evet ne olursa olsun, ben Patnos dağlarında halk çocuklarıyla er olarak askerlik yapmayı, emekli olduktan sonra siyasal iktidarın uzattığı yönetim kurullarında, on binlerce lira para alan orgeneral olmaya değişmem!" diyerek, yedek subaylık hakkı ve aylıkları için sadece maddi tazminat isteğiyle açtığı davayı kazandı ve yedek subaylık hakkını elde etti. Askerlikten sonra üniversitedeki görevinden ayrıldı ve gazeteciliğe profesyonel olarak, 25 Şubat'ta Yeni Ortam Gazetesinde "Anarşist!.." başlıklı yazısıyla başladı. Yazılarında, hem sorunları dile getirdi hem de hukuka aykırı ve yasadışı uygulamaların üstüne gitti."Tek bir tahrikçi ajan adı veremezsiniz" diyen Demirel'e "Bir Hikâyemiz Var" başlıklı yazısında, onlarca provokatörün adını belgeleriyle açıklayarak, tüm antilaik, antidemokratik oluşumları uygulamalarıyla belgeledi: "Sormayalım mı?" 1975 12 Mart'ta "Ayrılırken" başlıklı yazısıyla Yeni Ortam Gazetesinden ayrıldı. 18 Mart'ta "Denklem" yazısıyla Cumhuriyet Gazetesindeki 'Gözlem' başlıklı köşesinde düzenli olarak yazmaya başladı. Aynı zamanda da Anka Ajansında çalışmaktaydı. Nisan ayında 12 Mart dönemini sergilediği makalelerinden oluşan Suçlular ve Güçlüler kitabı yayımlandı. Ekim ayında, Anka Ajansında çalışırken Altan Öymen'le birlikte hazırladıkları, Süleyman Demirel'in yeğeni Yahya Demirel'in hayali mobilya ihracatını konu edinen, Mobilya Dosyası adlı kitap yayımlandı. Böylece "hayali ihracat" kavramı kamuoyunun gündemine girmiş oldu. 1976 Mayıs ayında Güldal Homan ile nişanlandı. 19 Temmuz'da evlendiler. 1977 Anka Ajansından ayrılarak Cumhuriyet Gazetesinin kadrolu yazarı oldu. Terörün toplumu korkuya, karamsarlığa ittiği günlerde, kalemiyle teröre karşı durdu. Taksim'deki 1 Mayıs katliamının ardından, bu olayı ve bu tür olayları irdeleyen yazılar yazdı. Mayıs ayında oğlu Özgür dünyaya geldi. Sakıncalı Piyade ve Bir Pulsuz Dilekçe kitapları yayımlandı. 1978 12 Mart döneminde yaşadıkları, gülmece ustaları için bulunmaz bir malzemeydi. Kendisi de yazı ve konuşmalarında gülmece öğelerini sık sık kullanırdı. Bu dönemi anlattığı Sakıncalı Piyade adlı yapıtını, Rutkay Aziz ile birlikte, tiyatroya uyarladı. Sakıncalı Piyade Tiyatro ilk olarak Ankara Sanat Tiyatrosu'nca (AST) sahneye kondu ve 700 kez sahnelendi. Aralık'ta, siyasal yaşamda adı duyulan, belli dönemlere damgasını vurmuş birçok ünlünün yaşam öykülerini, siyasal geçmişlerini, bir güldürü zenginliğiyle anlattığı kitabı Büyüklerimiz yayımlandı. 1979 Terörün yeniden tırmandığı, gencecik insanların sokak ortasında kurşunlandığı, kahvelere, evlere bombaların atıldığı bir ortamda, tarihin boş yere tekrar etmesini önlemek ve ders alınmasını sağlamak amacıyla, 12 Mart öncesi ve sonrası gençlik liderlerinin yaşadıklarını kendi ağızlarından yansıttığı ve silahlı eylemlerle bir yere varılamayacağına dikkat çektiği kitabı Çıkmaz Sokak Temmuz ayında yayımlandı. 1980 1980'li yıllar başlarken 70'li ve 60'lı yılları da incelediği, yenilmeyen gücün, halkın örgütlü gücü olduğunu anlattığı yazıları Tüfek İcat Oldu başlığı altında Şubat ayında yayımlandı. 12 Eylül darbesi oldu. Ayrıntı: "Bundan Sonra" . 12 Eylül'ü gerçekleştiren generaller tarafından partilerin, birçok kitle örgütünün kapatılması gibi sorunların yaşandığı bu dönemi ve uygulamalarını eleştirdi: "Terörsüz Özgürlük" 1981 Kendi deyişiyle, "..terörün silah kaçaklığıyla ilgisini ortaya koymak ve kamuoyunu bu konuda uyarmak..." için yazdığı Silah Kaçakçılığı ve Terör adlı inceleme kitabı Mart ayında yayımlandı. 13 Mayıs'ta Mehmet Ali Ağca, Papayı öldürme girişiminde bulundu. Ayrıntı: "Yine Ağca" . Daha önce 1979 yılında Abdi İpekçi'nin katili olarak yakalanan Ağca üzerine çalışma ve araştırmalar yapmıştı, Papa olayı sonrasında irdemelerini yoğunlaştırdı. Haziran ayında kızı Özge doğdu. "Bu kitap ile yalnızca, parlamento çalışmalarını engelleyen, kürsülerde yurt ve dünya sorunlarının özgürce konuşulmasını engelleyen sorumsuz bir azınlığın sergilediği çirkinlikler eleştiri konusu yapılmıştır." dediği Söz Meclis'ten İçeri 'nin ilk baskısı Ekim ayında yapıldı. 1982 Ağca Dosyası kitabının ardından Kasım'da Terörsüz Özgürlük adlı makale derlemesi yayımlandı. Barış Derneği kapatıldı. Yöneticileri ve üyeleri 141. ve 142. maddelerden suçlanarak tutuklandı. Barış Derneği Davası, 12 Eylül döneminde, Türk aydınlarına karşı topluma göz dağı vermek için açılmış bir davaydı. Mumcu pek çok yazısında bu konuyu ele aldı. 1983 Genel seçimler yapıldı. Birçok politikacının yasaklı olduğu bu dönemde, ekonomik ve toplumsal çarpıklıkları, hukuk dışı uygulamaları gözönüne seren araştırmalar yaptı. Ayrıntı: "Lozan ve Sevr". Şubat'ta Ağca ile cezaevinde röportaj yaptı. Bu röportajın NBC'de yayımlanmasını isteyen NBC yöneticilerine, hazırladığı röportajı o sırada kapalı olan gazetesi Cumhuriyet'ten başka bir yerde yayımlamayı düşünmediğini söyledi. 1984 Mart ayında, ülkedeki olumsuzlukların dile getirildiği, yazar Aziz Nesin öncülüğünde bir grup tarafından Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığına sunulan ancak, Kenan Evren'in imzalayanları "vatan hainliği" ile suçlayarak dava açtığı "Aydınlar dilekçesi"nin hazırlanmasına katıldı. Sakıncasız adlı oyunu yazdı. Basındaki yozlaşmanın ve döneklerin sergilendiği, 12 Eylül döneminde aydınlara yapılan işkencelerin anlatıldığı oyun, 3 Nisan - 7 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Hodri Meydan Kültür Merkezi'nde ve 10 - 27 Mayıs tarihleri arasında da Ankara Sanat Evi'nde sahnelendi. Uzun ve yorucu bir araştırmanın ürünü olan Papa-Mafya-Ağca kitabı Haziran ayında yayımlandı. 1985 Haziran'da Liberal Çiftlik ve Devrimci ve Demokrat adlı kitapları yayımlandı. Roma'ya gitti. Papa davasında uzman tanık olarak bilgisine başvuruldu. 1986 Mehmet Ali Aybar'la Türkiye İşçi Partisi (TİP) olgusu ve Marksizm üzerine yaptığı Aybar ile Söyleşi kitabı Temmuz ayında yayımlandı. 1987 Şubat'ta, yakın tarihimize ışık tutacağını düşünerek, 27 Mayısçılardan Osman Köksal'ın anı ve mektuplarına yer verdiği kitabı İnkılap Mektupları yayımlandı. Milliyet Gazetesinden Örsan Öymen ile birlikte, Federal Almanya'da, eski Adana Müftüsü Cemalettin Kaplan ile cemaati önünde görüştü. Bu görüşme, 10 Şubat'ta Cumhuriyet Gazetesinde yayımlandı. Mayıs ayında araştırmacı gazetecilik açısından büyük bir başarı kabul edilen Rabıta ve Kasım'da da 12 Eylül Adaleti adlı kitapları yayımlandı. 1988 Ağustos ayında Eski Türkiye İşçi Partisi (TİP) Başkanı Behice Boran'la yaptığı söyleşiyi içeren Bir Uzun Yürüyüş yayımlandı. Yine Ağustos ayında, günümüzde de etkinliğini hiç yitirmediği görülen üçlü arasındaki ilişkileri belgeleriyle anlatan yazılarından derlediği Tarikat-Siyaset-Ticaret adlı kitabı yayımlandı. 1989 Özal hükümeti döneminde Milli Savunma Bakanlığına getirilen Ercan Vuralhan, Dışişleri Bakanlığı İdari ve Mali İşler Daire Başkan Yardımcısı iken, diplomatlar ve dış görevdeki personelin güvenliğini sağlamak için aldırılan zırhlı araçlar konusundaki yolsuzluklar üzerine yazılar yazdı. 1990 "Yakın tarihimizin pek aydınlanmayan bir bölümünü oluşturuyor.." diye düşündüğü 40'lı yılların siyasal çerçevesini çizmek ve koşullarını yansıtmak amacıyla yaptığı araştırma çalışmalarını 40'ların Cadı Kazanı adlı kitabında topladı. Ağustos'ta da diğer bir kitabı Kâzım Karabekir Anlatıyor yayımlandı. 1991 Temmuz ayında en önemli araştırmalarından biri olan Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925 yayımlandı. 6 Kasım'da onaylamadığı gelişmeler üzerine, 80 arkadaşı ile birlikte, Cumhuriyet Gazetesinden ayrıldı. 1992 1 Şubat - 3 Mayıs tarihleri arasında Milliyet Gazetesi'nde yazdı. Buradaki yazılarında Kürt sorununu sıklıkla gündeme getirirken yurtdışındaki PKK yayınlarını yakından izledi. 3 Mayıs'ta Milliyet Gazetesindeki son yazısı "GAZETECİ" ydi. Şubat ayında, ilk kez yayımlanan belgelerin yer aldığı Gazi Paşa'ya Suikast adlı kitabı basıldı. 7 Mayıs'ta Cumhuriyet Gazetesi'nde yapılan yönetim değişikliği üzerine yeniden Gazetesine döndü. Hizbullah, PKK ve kontrgerilla konularını irdeleyen makaleler yazdı: "Hizbulkontra!.." 1993 13 Ocak'ta İstanbul'da Harp Akademilerinde gazetecilik üzerine bir konferans verdi. Öldürülmeden önce, PKK ve Kürt sorunu üzerinde çalışmalar yapmaktaydı. Ayrıntı: Kürt Dosyası Son yazısı "Zeyilname" . 24 Ocak Pazar günü arabasına yerleştirilen bomba ile öldürüldü... Kaynak: umag.org.tr / cumhuriyet.com.tr Zeyilname Bugün pazar, nedense dilimin ucuna ANAP'ın o eski şarkısı takılıyor: "Arım / balım / peteğim..." Bugün bu şarkıyı ele alıp bir pazarlık yazı mı yazayım? Yoksa son güncel olaylara mı değineyim... Gazetecinin görevi güncel olayları yazmak, öyleyse şu Yüce Divan konusuna girelim. İki eski Bayındırlık Bakanına Yüce Divan yolunun açılması, ANAP içinde tepkiyle karşılanıyor. Bu iki eski bakan; Safa Giray ve Cengiz Altınkaya, TBMM Başkanlığına gönderdikleri açıklamada, otoyol ihaleleri ile ilgili sözleşmelerde "büyük ekonomik bunalımlarda" yüklenici şirkete "fiyat farkı" ödeneceğine ilişkin madde bulunduğunu, TBMM Soruşturma Komisyonu'nun bu maddeyi "olağanüstü durumda fiyat farkı ödenmeyecektir" biçiminde yorumladığını ileri sürüyorlar. İki eski bakan, TBMM Başkanlığı'na gönderdikleri açıklama metnine 16 Aralık 1986 günü Karayolları Genel Müdürlüğü ile yüklenici şirket "Enka-Bechtel Müşterek Teşebbüs Ortaklığı" arasında imzalanan "Gerede-Ankara ve Ankara Çevre Yolu" sözleşmesinin 65. sayfasının noter onaylı örneğini de sunmuşlar. İki bakanın sundukları söz konusu sözleşmenin 71. maddesi şöyle: - Teklif tarihini takiben işlerin inşa edilecek olan ülke dahilinde o ülke hükümetinin döviz kısıtlamaları koyması veya ülke parasının devalüasyonu sonucu büyük ekonomik bunalım geldiği takdirde idare, söz konusu ekonomik bunalım sebebiyle veya neticesinde işlerin icrası bakımından veya işlerle ilgili olarak artan masrafları müteahhide ödeyecektir. Ancak işbu maddedeki hiçbir husus, söz konusu durumlarda müteahhide tanınmış olan her türlü hakları veya hukuki yolları hiçbir şekilde ihlal etmeyecektir... Oysa, aynı sözleşmenin 65. sayfasının 19. satırında yer alan ve iki bakanın fiyat kararnamesine dayanak olarak seçtikleri bu "ödeyecektir" sözcüğü, "ödemeyecektir" biçiminde düzeltilmiştir! "Zeyilname", bir sözleşmenin koşulları üzerinde bazı değişiklikler yapan ya da sözleşme metnindeki yanlışları düzelten geçerli son metin demektir. Bu geçerli son metin, yüklenici şirketlere "büyük ekonomik bunalımlar"da ek para ödeneceğini değil, "ödenmeyeceğini" öngörüyor. Sözleşmenin İngilizce metninin 72. sayfasında; "Addendum" başlıklı bölümde de aynı düzeltme yapılmış ve 7. satırda yer alan "shall pay" sözcükleri, "shall not pay" olarak düzeltilmiştir. Karayolları Genel Müdürlüğü'nün 1986 yılındaki bu sözleşmeden sonra yaptığı başka sözleşmelerde de bu 71. maddede hep "ödemeyecektir" sözcüğü yer almıştır. Örneğin "Tarsus-Pozantı, Ayrı-Adana-Toprakkale-Gaziantep Otoyolu Sözleşmesi, sayfa 50..." Bu iki eski bakan, kendilerini savunurlarken sözleşmede yer alan "ödemeyecektir" sözcüğünü nasıl olur da "ödeyecek tir" diye sunarlar, ve fiyat farkı kararnamesini bu yanlışa dayanarak savunurlar? Sözleşmeyi neden baştan aşağı hiç okumazlar? Sözleşmeyi okumuşlarsa bu yanıltmayı; bilerek, isteyerek yapıyorlar demektir. Okumuşlarsa TBMM ve kamuoyunu bilerek yanıltıyorlar, okumamışlarsa çam üstüne çam devirerek "aymazlık rekoru" kırıyorlar! Bu iki eski bakan 30 Ekim 1989 gün ve 89/14657 sayılı fiyat kararnamesini, "işte bu sözleşme büyük ekonomik bunalımlarda müteahhitlere ek para ödeneceğini öngörüyor" mantığı ile savunmaya kalkıyorlar. Oysa, işte kanıtlandı, sözleşmede tam bunun tersi söz konusu; bu gibi durumlarda "para ödenmesi değil, ödenmemesi gerektiği" yazılı. TBMM Soruşturma Komisyonu, fiyat kararnamesinin yürürlüğe sokulması ile 31.12.1991 tarihine kadar geçen sürede oto-yol yüklenicisi şirketlere toplam 1.152.457.550.78 Amerikan Doları ve 1.211.331.87 İngiliz Sterlini ödeme yapıldığını saptıyor. (Rapor, s. 11) Bu iki sayın bakana kendilerini savunmaları için bu işlerden anlayan avukat bulmalarını salık veririz. Yoksa, Yüce Divan'da da savunmalarını TBMM Başkanlığı'na gönderdikleri açıklama gibi yapacaklarsa yandılar demektir. Neyse efendim, ne diyorduk? "Arım / balım / peteğim" diyorduk... İyi pazarlar... Geçmiş olsun, geçmiş olsun... (Cumhuriyet, 24 Ocak 1993)
-
UĞUR MUMCU'yu anıyoruz.. Uğur Mumcu her zaman büyük bir ışıktır; çünkü kimlerle ve niçin savaşacağımızı bize gösterdi..
Sahte «Milliyetçiler», Mumcu ve Cumhuriyet Uğur Mumcu, Cumhuriyet'te "Sahte Milliyetçiler" başlıklı yazısında "ünlü Fransız bilim adamı Maurice Duverger, bizim gibi ülkeler için "proleter uluslar" kavramını kullanıyor" diyerek şunları söylüyordu: "Proleter ulusların tek kurtuluş yolu, uluslararası kapitalizme karşı savaş vermelerine bağlıdır. Buna, "antiemperyalizm" diyoruz. Gerçek "milliyetçilik" budur. Üretimi, yabancılara karşı sömürtmemektir milliyetçilik! Proleter ulusların milliyetçiliği, ancak ve ancak "antiemperyalist" bir çizgiye oturtulabilir. Bu milliyetçilik anlayışında, ulusallık ve sınıfsallık iç içedir. Kurtuluş Savaşımız ve savaşın önderi Mustafa Kemal Atatürk, proleter uluslara özgü "milliyetçiliğin" yirminci yüzyıldaki görkemli örnekleri sayılır." Kalpaksız Kuvvacı'ya göre gerçek milliyetçilik budur! Ne var ki bir başka "milliyetçilik" daha vardır. Mumcu onu da şöyle tanımlıyor: "Yoksul ülkelerdeki, proleter uluslarda rastlanan bir başka "milliyetçilik" bunun tam tersidir. Çarpık ekonomik yapıda palazlanan ve çoğu yabancı sermayenin desteğindeki ticaret burjuvazisi ve kurulu siyasal düzen, uyanan antiemperyalist bilinci yok etmek ya da yozlaştırmak için bir başka "milliyetçilik" akımına sarılır. …Bu milliyetçilik, baştan tırnağa yabancı sermayeden yanadır, ülke içinde ticaret burjuvazisine, dışında yabancı kuruluşlara toz kondurmaz; işçiden, emekçiden değil, işverenden yana tavır alır, alabildiğine din sömürücüsü ve düşünce özgürlüğü düşmanıdır." * * * Mumcu'nun "Sahte Milliyetçiler"i yazmasının üzerinden neredeyse 29 yıl geçti. 1993'te alçakçasına katledilen Uğur Mumcu artık aramızda değil! Peki, bugün Cumhuriyet hangi tür milliyetçiliği savunuyor? Daha açık soralım: Uğur Mumcu'nun tanımladığı gerçek milliyetçiliği mi savunuyor Cumhuriyet gazetesi? Gazetenin başyazarından üç örnek vererek bu soruyu yanıtlayalım: Tarih: 29 Ekim 2004… İlhan Selçuk, "Kurtuluşun Önkoşulu" başlıklı yazıda AB'yi şöyle tanımlıyor: "AB'nin durumu daha ilginç! Bu örgütün laik ve demokratik kurallar temelinde bir uygarlık oluşumunu simgelediği kesindir; Türkiye bu uygarlık hedefine yönelik pusulayı Atatürk'ten beri benimsemiştir; yol haritamızı değiştirecek değiliz..." Tarih: 21 Aralık 2005… İlhan Selçuk, "Cumhuriyet AB'ci mi, Değil mi?" başlıklı yazısında bu sefer şunları söylüyor: "Cumhuriyet AB'ye girmekten yanadır; bu fikir çeşitli zamanlarda dile getirilmiştir." Tarih: 16 Eylül 2005… İlhan Selçuk, TÜPRAŞ'ın Koç-Shell ortaklığına satılmasını, köşesinden "TÜPRAŞ, Koç'a hayırlı olsun. Cesareti ve kararlılığı için kutlarım. Stratejik davrandığı için de…" şeklinde alkışlayan Orhan Bursalı'yı da şöyle destekliyor: "Orhan sevinmiş. Ne yalan söyleyeyim, ben de çoğu kişi gibi sevindim, bu milletin malını kökü dışarıda şeriatçılara ucuza pazarlamak isteyen bu iktidardan korkuyorum… Koç, yüreğimize su serpti, TÜPRAŞ'ı kurtardı." * * * Uğur Mumcu'nun alçakça öldürülmesinin üzerinden 15 yıl geçti. Bugün "AB'ye girmekten yana" olduğunu açıklayan ve TÜPRAŞ'ın emperyalist tekel SHELL ile yerli işbirlikçisi KOÇ'a peşkeş çekilmesini "yüreğine sular serpilerek" alkışlayan Cumhuriyet'in bugünkü çizgisi, "Kalpaksız Kuvvacı" Uğur Mumcu'nun savunduklarıyla örtüşüyor mu peki? 24 Ocak'ta gazetenin önüne gidip Mumcu'yu anacak olanlar önce bu sorunun yanıtı vermelidirler. SERDAR ANT
-
UĞUR MUMCU'yu anıyoruz.. Uğur Mumcu her zaman büyük bir ışıktır; çünkü kimlerle ve niçin savaşacağımızı bize gösterdi..
UĞUR MUMCU'yu SAYGIYLA ANIYORUZ............. Atatürk ilke ve devrimlerinin yılmaz savunucusu, kalpaksız Kuvvayı Milliye’ci, anti-emperyalist, aydın Uğur Mumcu’nun, şehit edilişinin 15′inci yılı. O’ndan yoksun olduğumuz bunca yıl O’na Türkiye’nin her zaman ihtiyacı olduğunu bir kez daha yüreklerimize kazıdık.Evet, aradan koskoca 15 yıl geçti… İktidarda bulunan partilerin çeşitli üst düzey yetkilileri, hemen her yıl Mumcu’nun katillerinin “yakalandığını” ya da adlarının saptandığını açıkladılar. Aynı dönemde MİT’in, Mumcu suikasti ile ilgili olarak CIA ve MOSSAD’dan “yardım istediği” konusundaki haberler basında yeraldı. Uğur Mumcu’nun katledilmesi, bir dizi cinayetler zincirinin önemli bir halkasıydı. Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun ve Uğur Mumcu… Arkasında Süper Nato’nun olduğu cinayetler bununla da son bulmadı. Ardından Ahmet Taner Kışlalı, Eşref Bitlis, Gaffar Okkan ve diğerleri… Neden bu isimler seçildi? Nedeni, CIA’nın eski Ortadoğu İstasyon Şefi Graham Fuller’in sözlerinde ilan ediliyor. Fuller “Kemalizmin modası geçti” demişti. Türkiye’nin milli devletini yıkmak isteyenler, bu amaçla haritalar yapanlar, en başta Kemalist devrimin bugünkü temsilcilerini hedef aldılar. Uğur Mumcu bağımsızlık ve devrim şehidimizdir. Onu saygıyla anıyoruz. Onun hayatını verdiği Tam bağımsızlık idealini yaşatacağız ve özgürlük meşalesini sonsuza kadar taşıyacağız. 24 Ocak 1993… Ankara kar altında. Sabah saat 10′da Çankaya sırtlarında patlayan bir bomba gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun arabasını havaya uçurdu. Mumcu’yu katleden bomba aslında yalnızca o arabanın altına konmamış. Türkiye’nin de temeline konmuştu. Türkiye’yi istikrarsızlaştırma operasyonunun önemli bir kilometre taşıydı. Türkiye halkı Mumcu’yu uğurlamak için Türkiye’nin kalbine akın etti. Ankara hiç bu kadar büyük bir kalabalığı ağırlamamıştı. Bir milyonu aşkın insan, saatlerce süren sağnak yağmura rağmen “Uğurlar ölmez. Kahrolsun Amerikan emperyalizmi” sloganlarıyla Türkiye’ye sahip çıkıyordu. Cinayetin hemen ardından açıklamalar birbirini izledi. Zamanın İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, cinayetin devletin namusu olduğunu ve aydınlatılacağını söyledi. Ancak devletin namusu olan cinayet, bugün hala aydınlatılamadı. Mumcu’nun ölümünden dört gün önce, 20 Ocak 1993 günü İstanbul’da yapılan bir operasyonla “İslami Harekat Örgütü” üyelerinin yakalandığı açıklandı. Sanıklar, kamuoyuna “Çetin Emeç ve Turan Dursun cinayetlerinin failleri” olarak sunuldular. Bundan sonra neredeyse her yıl “katil” ya da “katiller” açıklandı ama yapılan açıklamalar kamuoyu vicdanını hiçbir zaman tatmin etmedi. Adelet yerini bulmadı… Yıl 1993. Yıl 2000… Şubat ayında Mumcu’nun katillerinin yakalanması için bir operasyon daha yapıldı. Şubat ayında Umut koduyla başlayan operasyon Mayıs ayında ortaya çıktı. Mumcu cinayeti başta olmak üzere faili meçhul 22 olayı aydınlatmak üzere başlatılan “Umut Operasyonu” çerçevesinde sanıklar hakkında dava açıldı. Bugüne kadar cinayetlerle ilgili olarak çok sayıda fail açıklanmış, fakat daha sonra bunların hiçbirinin gerçek fail olmadığı ortaya çıkmıştı. Bu kez ciddi kanıtlara dayanılarak bir dava açılıyordu. İki yıldan fazla süren dava 2002 Ocak ayında kafalarda bir sürü soru işaretleri bırakarak sona erdi. Sanıkların “İran bağlantılı” olduğuna dair iddialar boşlukta kaldı. Kararda, üç sanık hakkında idam cezası verilmesine rağmen Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Prof. Dr. Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok’u kimin ya da kimlerin öldürdüğü yine saptanamadı. Bu arada Türkiye’de idam cezası kaldırıldığı için üç sanık ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edildiler. Diğer sanıklar ise “Rahşan affı” diye bilinen af nedeniyle serbest bırakıldılar. Bu cinayetleri azmettiren gerçek kuvvetler ise açığa çıkartılamadı. VURULDUK EY HALKIM UNUTMA BİZİ… Bu ülkenin aydınları… Devrimcileri… Kemalistleri… Hepsi anti-emperyalist, hepsi bağımsızlıkçı, hepsi insan… Hepsi yürüyor… Yürüyecek… Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım, unutma bizi… Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi… Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük. Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi… Bağımsızlık, Mustafa Kemal’ den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi… Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi… Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asıldık ey halkım, unutma bizi…Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi… Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi. Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…
-
Türkiye'de en ucuz şey insan hayatı .....
Yaşadığımız toplumun kendine ait doğru olmayan gerçekleri vardır. Bunlar tarihsel kültür birikiminden kaynaklanan insani erdemler değil maalesef, bunlar; zürafaya zorla "fil"dedirtmek gibi hiçbir doğru dayanağı olmayan gerçekler. Zorla bizlere bir şeyler öğretilirken, aslında bizlerden hep zorla güzelliklerimizi almışlardır... İşin komik yanı; kaybettiğimiz güzelliklerin bedelini tekrar bizlere ödettiler ve ödetiyorlar. Ama başardıkları en doğru gerçek ise sorgulama ve sahip çıkma olgularımızın imha edilme gerçeğidir, acı verici de olsa, onur kırıcı da olsa, bunu bilsek de hiçbir şey değişmiyor. Toplum olarak yüzleşmemiz bize yasak edildi, yeni nesile ise öğretildi, ki onlar da aslında hallerinden memnun... 'Ekmek elden' direktif derinden veya tepeden olunca yorulmadan yaşamın kıyaklarını öğrendiler. Ancak bedel olarak, insan hayatının önemsizliğini öğrenip tepkilerini sadece ahlar, vahlar arasında cenazelerin arkasından yürümeyle ve gömmeyle verdiler. Eğer yüzleşmek gibi kaygı taşıyorsan; kendin ile baş başa kaldığında bu eylemi gerçekleştire bilirsin. Aynadan uzak kalarak... Kendini görmeyecek kör bir karanlığın içinde, sadece utançlarından sıyrılmayı başarırsan, kendinle yüzleşe bilirsin. Ağlama cesaretine sahipsen hele hele bunu başarabiliyorsan mutlu olmalısın ... Çünkü bizlere kadın isen 'utanmalısın'ı öğrettiler... Erkek isen 'karı gibi ağlama'yı öğrettiler. Yaşadığın toplumun nerden ve nasıl geldiği belli olmayan gerçeklerine olan sadakatinden kimse şüphe duymamalı... Aksi durumda mimlenirsin, hayatın sonuna kadar da o mimlendiğin kimlikle yaşarsın... Çünkü ikinci bir kimliği insanlara giydirmek bizim için koruma mekanizmasıdır. Bize öyle öğretildi. ...Bazı şeylerden dolayı isyan etme durumun ortaya çıkıyorsa ; işte o zaman sana öğretilenler aklına gelsin... Ne mi yapacaksın? Mesela vatanı korumak için! (kimin vatanını kimden koruyorsa), namus için, kan davası için, para için, dincilik adına, taraftarı olduğun takım için, bir insanı öldürebilirsin... Bu insan Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Çerkez, olabilir. Ya da 'trafik canavarı' olabilirsin. 'Trafik canavarı' olup ne bileyim mesela çok zor yetiştirdiğimiz emekçi, aydın spor adamı, Cüneyt Koryürek'i öldürebilirsin , inan bana iki üç ayda çıkarsın dışarı, kendine yeni hedefler seçersin.
-
TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....
KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-6 Araştırmacı-yazar Yıldırım: Amerikan yönetimi dini ulus devlete karşı bir silah olarak kullanıyor ABD, yöntem değiştirdi İnsanların dinsel inançlarını, geçmişte olduğu gibi, bir silah gibi, bir karşı ideoloji gibi kullanmıyor; o insanların inanç çevresinde örgütlenmelerinden yararlanmaya ve onları ulusal devlet düzenlerine karşı bir silah olarak kullanmaya çalışıyor. Bush yönetiminin 'dinlere sahip çıkma' projesinin altında ulus devleti parçalama amacı yatıyor. Emperyalizmin küreselleşme diyerek yeni "sivil ve askeri" işgal yöntemlerini "Project Democracy - Sivil Örümceğin Ağında, Azerbaycan'da Proje Demokratiya - Adım Adım Teslimiyet, Savaşmadan Yenilmek" gibi kitaplarıyla gündeme getiren araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım , günümüzde ABD'nin dinsel inançları, geçmişte olduğu gibi, bir silah gibi, bir karşı ideoloji gibi kullanmadığını; yöntemini değiştirerek "insanların inanç çevresinde örgütlenmelerinden yararlanmaya ve ulusal devlet düzenlerine karşı bir silah olarak" kullanmaya çalıştığını ifade etti. Yıldırım, "Kutsal inançlarla örülmüş örgütler şebekesini yönetmek; denetim altında tutmak istiyor. Dünyadaki bütün dinlere ve mezheplere sahip çıktığını ileri sürüyor Washington. Bu çok ciddi bir projedir" dedi. Mustafa Yıldırım, dünya ve Türkiye'deki son gelişmelere ilişkin sorularımıza şu yanıtları verdi: - Hem ülkemizde, hem de dünyada yaşanan dinsel kabarmayı bir "gericilik" dalgası olarak mı algılayacağız, yoksa kurgulanmış bir küresel egemenlik tasarımı olarak mı? - Ortaçağdan bu yana dinsel egemenliklerin olduğu, din devletlerinin kurulduğu bir gerçek. 20. yüzyılda da, miğfer içinde kalmış, NATO müttefiki olmuş, Amerikan koruması altına girmiş devletlerde de din kullanılmıştı. Örneğin, 1946'da Türk hükümeti ABD ile ilk anlaşma yaptığı günden başlayarak Türkiye'de politika birden değişiyor; din eğitimi ile ilgili ilkeli politika yön değiştiriyor. Bu durum değerlendirilirken " Yobazlığa prim verildi" deniyor, oysa aslında bu bir siyasi anlaşmanın sonucuydu. ABD sosyalizme, komünizme karşı dini kullanarak örgütlenenleri bir araç olarak kullanmak istiyor. Ve insanları en güzel ve en kolay cepheleştireceği alan; kutsallığı nedeniyle, dokunulmazlığı nedeniyle dindir. Elbette dinin kendisi değil; ama dini kullanarak kendilerine egemenlik ortamları ve tartışmasız bir güç sağlayan, kimi zaman mezhepçilik, tarikatçılık olarak örgütlenenleri destekliyor. Bugün durum biraz değişik. - Farklılık nerede? Destekleyen ile desteklenen yine aynı değil mi? - Bugünkü durum geçmişin uzantısıdır; ama yöntem farklıdır. Geçmişte, Sovyetler Birliği'ne ve tanım olarak komünizme karşı ideolojik kullanım önde geliyordu. Bu kullanım yalnızca Türkiye'deki tarikatları kullanarak olmamıştı, Latin Amerika'da kiliseler, Hıristiyan mezhepleri, tarikatları, Uzakdoğu'da Budistler kullanılmıştı. Hatta provokasyonlarda, kanlı kışkırtmalarda da din yoğun olarak kullanılmış; kiliselere bomba atılmış, sonra da halka "Kızıllar, komünistler, anarşistler kilise bombaladı" diyerek ayaklanma çağrıları yapılmıştı. Tıpkı bizde camilerin bombalanması ve daha sonra halkı örgütlü bir kalkışmaya, kendi kardeşlerini boğazlamaya sürüklemek gibi. Bir cephe oluşturmaktı o dönemdeki kullanım. Oysa bugün 'Demokrasi Projesi' dediğimiz operasyonda, dünyanın 90'a yakın ülkesinin içeriden yeniden yapılandırılması, egemenin ülkelerin iç düzenini kendi amacına göre uydurma projesinde dinin ayrı bir yeri var... - Bu kez nasıl bir kullanım söz konusu? - Bu kez dini ideoloji olarak kullanmıyor... İnsanların dinsel inançlarını, geçmişte olduğu gibi, bir silah gibi, bir karşı ideoloji gibi kullanmıyor; o insanların inanç çevresinde örgütlenmelerinden yararlanmaya ve onları ulusal devlet düzenlerine karşı bir silah olarak kullanmaya çalışıyor. Kutsal inançlarla örülmüş örgütler şebekesini yönetmek; denetim altında tutmak istiyor. Dünyadaki bütün dinlere ve mezheplere sahip çıktığını ileri sürüyor Washington. Bu çok ciddi bir projedir. - Nasıl bir proje bu? Tek din yaratma gibi bir şey mi? - Dinin kendisini kullanmıyor aslında, o dine bağlı olan insanları bir şekilde değerlendirip onların kendi ülkelerindeki kuralları, yasaları yok etmelerini sağlarken, kutsal inançların koruyuculuğuna soyunuyor. - Ne yapıyor örneğin? - Ülkeler, kendi iç birliğini, ulusal birliğini korumak için bazı kayıtlar koyar. Din konusunda, dinsel örgütlenmeler konusunda kayıtlar ve koşullar koyar; her şeye izin vermez; örneğin ulusal birliği, toplumsal dayanışmayı geliştirici bir eğitim düzeni oluşturur. Ama o ülkelerde kimi dinsel öbeklerin, mezheplerin çevresinde örgütlenen marjinal oluşumlar vardır. İşte ABD, peşine Avrupa Birliği'ni de takarak, bu ülkelerde kayıtlı, koşullu yaşayan insanlara "din hürriyeti" adı altında sahip çıkmaya ve onların özgürlüğünü savunmaya başladı. Dikkat edin burada dinin kendisini kullanmıyor, din ile ilgili oluşumları kullanıyor. - Projenin amacı ne? - Amaç, o ülkelerde ulusal birliği parçalamak. Dünyayı yeniden biçimlendirirken, yeni bir dünya düzeni kurulurken, dünya yeniden kolonileştirilirken, yeniden işgal edilirken, bu yayılmaya, işgale direnen ülkeler, insanlar, uluslar, topluluklar, hatta aşiretler elbette olacaktır. Ulusal devletler ve uluslar, ABD ve ortaklarının dünya egemenliğine muhalefet etmesinler diye dinsel oluşumlara sahip çıkıyor; onlara özgürlük vaat ederek bir müdahale aracı elde ediyor. Örneğin, petrol nedeniyle işgal operasyonunun odak noktası Ortadoğu'daki toplumlarda dinin birleştirici etkisi çok yüksek. İşgale karşı buralardaki insanlar dinsel inançları nedeniyle birlik olabilirler, kenetlenebilirler ve direnebilirler. İşte bunu önlemek istiyor ve dine bu yüzden sahip çıkıyorlar. Özetle, din hürriyeti kisvesi altında dinleri de kendi içerisinde bölmeyi amaçlayan ABD bir yandan da etnik ayrıcalıkları fitilleyerek üniter devlet yapılarını yerle bir ederek zayıf federatif devletler oluşturma politikası güdüyor. - Bu sahiplenişinin araç ve gereçlerine örnek verebilir misiniz? - 1980'li yıllardan başlayarak "demokrasi projesi" içinde "uluslararası din hürriyeti projesi" geliştiriyorlar. Bütün dünya dinlerine sahip çıkmak için bir komite kuruyorlar Washington'da. Komiteye çeşitli dinlerden temsilciler katılıyor. Aralarına ABD ideallerini benimsemiş Müslüman temsilciler de alıyorlar. Uluslararası din hürriyetinin kıstaslarını hazırlıyor bu komite. Sonra bunu 1996'da "Uluslararası Din Hürriyeti Yasası" adıyla yasallaştırıyorlar. Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nda da özellikle işgal edilecek, ele geçirilecek ülkelerde "din hürriyetini" denetleyecek bir "Uluslararası Din Hürriyeti Kurulu" oluşturdular. Ülkeler için "Din Hürriyeti Raporu" hazırlatıyorlar. Raporları ABD el çilikleri ve ülkelerdeki dinci öbeklerin, sivil toplum örgütü şebekesinin katkılarıyla hazırlıyorlar. Kurul, raporları görüşüp yaptırımlar ve baskılar konusunda ABD yönetimine önerilerde bulunuyor. - Yani yalnızca eleştirmekle yetinmiyor ve yaptırımlara da karar veriyorlar yani... - Çıkardıkları yasanın gereği yaptırımlara karar veriliyor. ABD yönetimi, müdahalelerine bu sonuç raporunu gerekçe yapıyor. Yaptırımlar ticari ambargodan başlıyor, siyasal ambargodan askeri müdahaleye değin genişliyor. Dinsel merkez olma çabası - ABD yönetimi bir anlamda kendisini bir dinsel merkez yerine mi koyuyor? - ABD kendisini gerçekten dünya dinlerinin merkezi ve yönlendirme odağı olarak görüyor. Hakkı nereden aldığına gelince; bunu ABD'nin Uluslararası Din Hürriyeti Yasası'na gösterdiği gerekçe apaçık ortaya koyuyor: "Din hürriyetinin yaygınlaştırılması ve (bu hürriyetin) baskı altına alınmasına karşı çıkma görevi temel Amerikan değerini içerir ve Birleşik Devletler'in uygun, önemli ve gerekli bir dış politika hedefidir." - Kendi kendine çıkardığı yasa bir hak sayılabilir mi hiç? - Elbette bu hakkı dünya ülkelerine sorarak alacak değildi. Hemen her konuda olduğu gibi; biz yaptık, kim ne karışır anlayışı egemen. Aynı Din Hürriyeti Yasası'nın gerekçesinde "Birleşik Devletler, evrensel insan haklarına bağlı bir dünya lideri olarak ve değişik dinsel nüfusa sahip bir ülke olduğundan bütün dinlerin haklarından sorumludur" diyorlar ve ekliyorlar: "Çağımız dinler çağıdır." Demek ki, konu Vatikan merkezli bir Haçlı girişimini aşıyor ve Washington tüm dinlerin; daha doğrusu ABD'nin yayılma siyasetine destek olacak tüm dinsel yapılanmaların buluştuğu, yönetildiği bir merkez oluyor. - Çalışmalarınızda, BM çatısı altında kurulan benzer bir örgütlenmeyi de gündeme getirmiştiniz... - Dünya Dinleri Parlamentosu... Çeşitli ülkelerde toplanıyor. Merve Kavakçı da Amerikan delegesi olarak bu parlamentoda yer almaktadır. Birleşmiş Milletler'i alet ederek 'Dini ve Ruhani Liderler Binyıl Toplantısı' düzenlediler. Ayrıca New York Interfaith Center (İnançlararası Merkez) ve ICRD (Uluslararası Din ve Diplomasi Merkezi) kuruldu. Merkezlerin başına eski askerlerden, nükleer denizaltı uzmanlarından birini getirdiler. - Bu parlamentonun işlevi ne? - Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen din temsilcilerini, şeyhleri, şıhları, hoca ve hoca efendileri, rahipleri yan yana getiriyor, kendi kanatları altına alıyor, konferanslar düzenliyor, onlarla ilişki kuruyor. Bu konferanslardan sonra bu din adamlarının geldikleri ülkelerdeki kendi devletlerinin rejimlerine karşı çıktıklarını görüyoruz. En son BM'nin şemsiyesi altında Amerika'da yapılan Ruhani Liderler Konferansı'nda Amerikan delegasyonunda Hillary Clinton ve Merve Kavakçı'yı görüyoruz. Ancak Din ve Diplomasi Merkezi'nin önemi de az değil. Ülkemizde laikliğin korunması için ABD ve İsrail'e yaslanmaya çalışanlar az değil. Oysa ABD kendi memurlarıyla kurduğu Din ve Diplomasi Merkezi'nin ağzından laik düzenlerin yıkılması gerektiğini "Laik hükümetler vatandaşlarının meşru taleplerini karşılayamamaktadırlar" diyerek açıklıyordu. ABD Kongresi'nin Lozan raporu daha da açık: "Laikliğin kurumsallaştırılması Kemalistler ve çoğunlukla İslamcılar olarak adlandırılan muhafazakâr Sünni Müslümanlar arasında, günümüzde de sürmekte olan bir gerilim yaratmıştır."
-
TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....
KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-5 Suudi Arabistan, komşu ülkelere Yeşil Kuşak Projesi ile birlikte rejimini de aktardı Yeşil Kuşak Suudilere yaradı Büyük Ortadoğu (BOP) ve Genişletilmiş Afrika Projesi'nin destekçilerinden ve ABD'nin Ortadoğu'daki en önemli müttefiklerinden olan Suudi Arabistan, komşu ülkelerine Washington'ın Yeşil Kuşak Projesi ile birlikte rejimini de aktardı. Ancak bu süreç ABD'nin de istediği gibi olmadı. Suudilerin Vahhabi rejimini destekleyen bu ülkeler, anayasa ve yasaları ABD'nin dahi hayal edemeyeceği şekilde değiştirdi. BOP dahilinde Türkiye'ye en çok benzeyen ülke ise Fransız tipi laiklik anlayışı ile Tunus oldu. 20. yüzyılın 2. yarısında tüm Ortadoğu'yu etkisi altına alan Yeşil Kuşak Projesi, ABD'den çok Suudi Arabistan'ın işine yaradı. Vahhabi rejimini yaymaya çalışan Suudi hanedanlığı, çevresindeki ülkeleri kısa sürede ve oldukça ileri şekilde etkiledi. Özellikle Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen adeta Suudi rejiminin birer kopyasını kabul ettiler. Bu ülkelerin anayasal sistemleri şimdi ise şöyle: ÜRDÜN Mutlak monarşi ile yönetilen Ürdün'de tam olmasa da şeriat kuralları uygulanıyor. Bu ülkedeki devlet okullarında kız ve erkek çocuklar ayrı ayrı sınıflarda eğitim alıyor. Bunun yanı sıra şeriat mahkemeleri de ülkede yine kamuyu ilgilendirmeyen davalara bakıyor. Ürdün'de devlet tarafından örtünen kadınlara para ödenirken örtünmemenin ise cezası bulunmuyor. Ancak Ürdün'deki türbanlı kadın oranı yüzde 90'ın üzerinde. Ancak Ürdün Kralı Abdullah 'ın karısı Rabia' nın başı açık. Seçimlerde kadınların yerine kocaları oy kullanabiliyor. Bunun yanı sıra erkekler 4 kadınla evlenebildiği gibi, aynı Suudi Arabistan'da olduğu gibi, miras hakkından yüzde 25 oranında faydalanabiliyor. Ülkede bir de Ürdün Şeriat Üniversitesi bulunuyor. Bu üniversitede pozitif bilimler ile dini bilimler bir arada öğretiliyor. BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ Şeriat hükümlerinin büyük oranda geçerli olduğu ve federal monarşiyle yönetilen ülkede, taşlama gibi ağır cezalar olmasa da kırbaçlama ve para cezaları bulunuyor. Ülkenin bazı eyaletlerinde içki içmek yasak. Ancak turistlere herhangi bir kısıtlama bulunmuyor. Ayrıca ülkede kadınların çalışmasına iyi bakılmamasının yanı sıra parlamentoda da hiç kadın milletvekili bulunmuyor. YEMEN Yemen'in BOP'un ortaya çıktığı 2006 yılında hazırlanan yeni anayasasında İslam şeriatının en önemli kaynağı olduğu, yani kanunların belirlenmesinde İslam şeriatının esas alınacağı kayda bağlandı. Türkiye ile birlikte BOP'un eşbaşkanı olan Yemen'in anayasasında medeni hukuku belirleyen 31. maddede de "medeni hukukun kaynağını şeriattan aldığı ve kadın ve erkeklerin şeriat önünde eşit oldukları savı" karara bağlanıyor. Ayrıca ülkede BOP'un ortaya çıkmasıyla birlikte çıkarılan anayasa ve yasaların ardından Şii ve Sünniler arasında büyük bir iç çatışma da devam ediyor. Ülkede bulunan şeriat mahkemelerinin yıllar önce aldığı kararlar nedeniyle kadınların başlarını örtmesi zorunlu tutulurken yüzde 99'luk bir kitle ise peçe takıyor. 4 kadınla evlenmenin serbest olduğu ülkede, kadınların çalışmasına ise izin verilmiyor. İçki içmek, kumar oynamak ve açık giyinmenin yasak olduğu ülkede, üniversite öğrencilerinin de İslami şartlara uygun olarak giyinmesi gerekiyor. Ülke, Suudi Arabistan ile büyük bir sınır sorunu yaşasa da sisteminden büyük oranda etkileniyor. Kız öğrenciler ilk ve ortaöğretim kurumlarından, ancak ailelerinden erkek bir birey tarafından alınabiliyor. PAKİSTAN İSLAM CUMHURİYETİ Anayasaya göre resmi dini İslam olan Pakistan'da 1978 yılında alınan bir parlamento kararıyla en yüce yasa şeriat kabul edildi. Bu sürecin ardından Pakistan'da şeriat mahkemeleri kuruldu. Ancak ülkede 1999 yılından sonra Pervez Müşerref tarafından gerçekleştirilen kansız darbenin ardından İslamın etkisi az da olsa azalırken bu yıl başından beri devam eden Lal Meclisi olayları nedeniyle İslami tırmanış sürüyor. Ülkenin kuzey eyaletinde şeriat düzeni ilan edilirken devlet başkanlığı seçimi sürecinde yeri oldukça sarsılan Pervez Müşerref'in de sürece müdahale edememesi dikkat çekiyor. FAS İslam coğrafyasının en batıdaki ülkesi olan ve resmi dini İslam olan Fas'ın anayasasında ülkenin resmi dini İslam olarak yer alıyor. Ancak Fas'ta da, aynı Malezya'da olduğu gibi sadece özel hükümlü mahkemelerde şeriat hukuku öngörülüyor. Evlenme, boşanma, din değiştirme, zina, kürtaj gibi konularda şeriat mahkemeleri karar veriyor. Ceza yasaları, genel Batı hukuk sistemine göre düzenleniyor. Ancak Fas'ta özellikle BOP ile birlikte İslami hareketin hızla gelişmesi ve bu ülkede de aynı Türkiye'de olduğu gibi "Adalet ve Kalkınma Partisi" nin büyük etkinliğe sahip olması dikkat çekiyor. Fas AKP'si ülkenin yapısının "şeriata uygun olduğunu" belirtirken halktan da büyük destek alıyor. Bu nedenle ülkede şeriat mahkemelerinin, kamu mahkemelerinin alanına müdahale etmeye başlayabileceği konuşuluyor. Fas aynı zamanda BOP içinde Tunus ile birlikte Türkiye'ye en çok benzetilen ülke olma özelliği taşıyor. TUNUS ABD'nin Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Kuzey Afrika Projesi içerisinde yer alan ülkelerden biri olan Tunus'ta, Türkiye'nin de uyguladığı Fransız tipi laiklik yürürlükte. Ancak ülkedeki İslami hareketlerin özellikle Mısır'daki Müslüman Kardeşler Örgütü ile eşzamanlı olarak gelişmesi ve bu grupların yönetimde söz sahibi olmaya çalışması nedeniyle ülke yönetimi siyasi simge olarak görülen türbanın devlet dairelerinde, okullarda ve kamusal alanlarda kullanılmasına izin vermiyor. Tunus bu yasağı 1981 yılından bu yana, 108 sayılı "yurttaşların din ve mezheplere göre ayrımcılığa sevk edilmesinin önlenmesine ilişkin yasa" ile uyguluyor. ABD'nin BOP'unun ardından hızla gelişen İslamcılık hareketlerinin yeniden palazlanmasının ardından ise ülke daha farklı bir yasak uygulamaya başladı. Bu kapsamda başbakanlık bir genelge yayımlayarak sokaklarda türban takılması ile kamuya açık yerlerde namaz kılınmasını, yine "yurttaşları din ve mezheplere göre ayrımcılığa sevk ettiği" gerekçesiyle yasakladı. İSLAM ÜLKELERİ Zina sadece kadına suç BOP coğrafyasındaki İslam ülkelerinde, zina sadece kadına yönelik bir suç olarak görülüyor. Bazı ülkelerde, zina yapan karısını öldüren erkeğe ceza dahi verilmezken bazısında zina "devlete karşı suç" statüsünde değerlendiriliyor. Birçoğu Suudi Arabistan örneğinden yola çıkılarak hazırlanan bu yasaklar, kadınların sadece demokratik haklarının değil, özgürlüklerinin de ellerinden alınmasına neden oluyor. Bazı İslam ülkelerinde zinaya ilişkin cezalar şöyle: - İran Ceza Yasası'nda özel suçların bulunduğu ikinci bölümdeki zina, yapanın yaşı, evlilik durumu gibi faktörlere göre, kırbaç, değnekle dövme ve ölüm gibi cezaları gerektiriyor. Müslüman kadınla zina yapan gayrimüslim erkek, tecavüz yoluyla zina yapan erkek, yakın akraba ya da üvey anneyle zina yapanlar ölümle cezalandırılıyor. Ölüm, recm yoluyla gerçekleştiriliyor. - Mısır Ceza Yasası'nın 274. maddesine göre, evli bir kadın zina suçu işlerse iki yıla kadar hapisle cezalandırılıyor. Buna karşılık erkek zina yaparsa altı ay ceza alıyor. Evli erkeğin hayat kadınıyla birlikte olması suç sayılmıyor. Buna karşın bu konuya ilişkin 240. madde, evli erkekle birlikte olan hayat kadınının cezalandırılmasını öngörüyor. Mısır Anayasası'ndaki eşitlik ilkesi nedeniyle ceza yasasının ilgili maddesinin anayasaya aykırı olduğu tartışılıyor. - Sudan Ceza Yasası'nın 146. maddesine göre zina, ölüm cezası gerektiren suçlar arasında. Evlenmeden cinsel ilişki zina sayılıyor. Zina yapan kadın evliyse taşlamayla öldürülüyor. Bekârsa 100 kırbaç vuruluyor. Dört tanık gerekiyor - Pakistan Ceza Yasası'nda zina kişisel suç olmaktan çıkarılıp "devlete karşı suç" a dönüştürüldü. Zinanın kanıtı için şeriat kuralları gereği dört tanık aranıyor. Ancak aynı tanık sayısı, tecavüze uğrandığını kanıtlamak için de aranıyor. Tecavüz olduğu kanıtlanamazsa mağdur da zina ile suçlanıyor. Ceza, taşlama ve kırbaç, ama 1980'den beri hiç rastlanmadı. Eşe öldürme yetkisi - Ürdün Ceza Yasası'nın 340. maddesi, zina yapan eşini öldüren kocaya cezadan muafiyet getiriyor. Zinanın cezası 1-3 yıl arasında değişiyor. Cezanın ağırlığı, zinanın yapıldığı yere ve evlilik durumuna bağlı. - Fas Ceza Yasası'nda da Ürdün gibi, zina yapanı öldürenin cezası indiriliyor ya da yok sayılabiliyor. İslam yasaları uygulayan 33 ülke Eşcinselliğin cezası ölüm BOP ' un ana coğrafyası olan, İslam Konferansı Örgütü'ne (İKÖ) üye İslam ülkelerinde, İslami yasaları uygulayan 33 ülkenin ceza yasasında eşcinsellik suç sayılıyor. Suudi Arabistan'da eşcinseller, saptanması durumunda idam edilirken İran'da kişilerin birbirine sürtünmesi bile kırbaçlanma nedeni kabul ediliyor. Bazı ülkelerdeki yasaklar şöyle: - Birleşik Arap Emirlikleri: 7 farklı emirlikten oluşan Birleşik Arap Emirlikleri'nde hem federal ceza yasası hem de Dubai, Abu Dabi, Ras al-Haima ve Sarga emirliklerinin yerel ceza yasaları eşcinselliği suç olarak kabul ediyor. Federal yasa, eşcinselliğin idam ile cezalandırılmasını öngörürken yerel emirlikler farklı cezalar öngörüyor. Eşcinsellik, Abu Dabi Emirliği Yerel Ceza Yasası'nda 14 yıl hapis ile, Dubai Ceza Yasası'nda 10 yıl hapis ile cezalandırılırken diğer iki emirlikte değişen hapis cezaları öngörülüyor. Eşcinsel ilişki sırasında yakalanan bir şahsın yerel veya federal ceza yasaları bağlamında yargılanıp yargılanmayacağı başsavcının vereceği karara bağlı. - Fas: Fas Ceza Yasası'nın 489 No'lu maddesi, eşcinselliğe 3 yıla kadar hapis cezası ve 1000 dirhem para cezası öngörüyor. - İran: 1991 yılında gözden geçirilen İran İslam Ceza Yasası, eşcinselliği 2 kategoride değerlendiriyor: 1. Erkek Eşcinselliği : Yetişkinler idam ediliyor. Eğer eylemi işleyenler yetişkin değillerse 74 kırbaç ile cezalandırılıyorlar. 2. Lezbiyenlik: İki yetişkin arasında lezbiyen ilişki gerçekleşmesi halinde ceza 100 kırbaç olarak veriliyor. Eğer aynı şahıs bu eylemi dört kez gerçekleştirirse idam ediliyor. - Libya: Libya Ceza Yasası'nın 407 (4) No'lu maddesi eşcinselliğe 3 ile 5 yıla kadar hapis cezası öngörüyor. - Malezya: Malezya Ceza Yasası'nın 377 No'lu bölümü eşcinselliği 20 yıla kadar hapis, para ve sopa ile cezalandırılmasını öngörüyor. - Mısır: Eşcinsellik yasadışı olarak kabul ediliyor. 1 yıl hapis cezası uygulanıyor. - Nijerya: Nijerya Ceza Yasası'nın 42. bölümü eşcinselliğe 14 yıl hapis cezası öngörüyor. Şeriat hükümlerinin geçerli olduğu eyaletlerde ise eşcinselliğe taşlanma yolu ile ölüm cezası veriliyor. - Pakistan: Eşcinselliğe, duruma göre iki yıl hapis cezası, 100 kırbaç veya idam veriliyor. - Sudan: Ülkede eşcinsellik hapis, sopa veya idam ile cezalandırılıyor. - Suudi Arabistan: Şeriat hükümlerinin geçerli olduğu ve eşcinselliğin yasadışı olduğu Suudi Arabistan'da yakalananlar hapis, ömür boyu hapis veya idam edilerek cezalandırılıyor. - Yemen: Eşcinsellik hapis veya idam ile cezalandırılıyor.
-
TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....
KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-2 İran'da aydınlar, mollalarla birlikte hareket ederek ciddi ve vahim stratejik bir hata yaptılar Siyasi İslamın Şii yüzü İran'da 1979'da yaşanan İslam devrimi, gerek ABD'nin küresel politikalarında gerekse bölgedeki dengeler bağlamında önemli bir kırılma noktası oldu. İran bugün, ılımlı İslamın en büyük destekçisi olan ABD'nin baskısı altında. Yani, ılımlı İslam ile İslamın Şii yorumu, bölgesel ve küresel güç mücadelesi içinde. Ama ikisinin de ortak yönü, dinselleşmeyi siyasi araç olarak kullanmaları. ABD, soğuk savaş dönemi boyunca yeşil kuşak projesinin üzerinde itinayla durdu. Her ne kadar yeşil kuşak projesinin temelinde Sünni İslam olduysa da Washington yönetimi, soğuk savaş süreci boyunca İslamın Şii yorumuyla kendini ortaya koyan İran ile de yakından ilgilendi. İran, Irak gibi Ortadoğu'nun petrol zengini ülkelerinden biriydi ve çokuluslu petrol şirketlerinin İran'da önemli çıkarları vardı. Ancak İran'da 1979'da yaşanan İslam devrimi, gerek ABD'nin küresel politikalarında gerekse bölgedeki dengeler bağlamında önemli bir kırılma noktası oldu. Çünkü İran gerek tarihi köklerinden gerekse güçlü Şii geleneğinden ötürü, Ortadoğu coğrafyasındaki diğer ülkelerden oldukça farklı bir konuma sahipti. İslam devrimi her ne kadar bütün Batı'yı emperyalist ilan edip ABD'yi "büyük şeytan" olarak değerlendirse de Humeyni gerek siyasi gerekse ekonomik açıdan Batı ve özellikle de Avrupa ülkeleri ve Moskova ile işbirliği yapmayı sürdürdü. Artık dünya üzerinde siyasi İslamın Şii yüzü de önemli bir küresel aktör olmak istiyordu. ASYA İLE ORTADOĞU'NUN KÖPRÜSÜ İran, coğrafi konumundan dolayı küresel güç odaklarının her zaman dikkatini üzerine çekti. Ortadoğu ve Asya'nın köprübaşı işlevini gören, stratejik bir ülke olan İran'ın son yüz yıllık tarihi, aslında bugün içinde bulunduğu "İslamcı" koşullardan farklılık gösteriyor. Ortadoğu'nun darbelerle harmanlanmış siyaset geleneğinin tersine, İran'da gelişmeler daha çok, ezilen ve toplumun alt tabakalarını oluşturan sınıflarının ortaya koyduğu muhalefetin etkisi altında şekillendi. Sadece 1921'deki Rıza Şah 'ın iktidarı dışında, İran'daki siyasi dengeler toplumun sıkıntıda olan kesimlerinin talepleri doğrultusunda oluştu. Bu, feodal geleneklerinden sıyrılamamış Ort adoğu coğrafyası için önemli bir özellikti. İran'da ülkenin kendi iç pazarına ilişkin ilk siyasi tepki, bugün de sistemi kontrol eden pazar esnafı, ticaret erbabı ve aydınların 1890 yılındaki hareketi oldu. Nadir Şah , İran tütününün üretim, satış ve ihracının imtiyaz hakkını elli yıllığına İngiliz işadamı Major Talbot 'a verince protestolar arka arkaya geldi. İkinci hareket ise 1906 yılında ortaya çıktı. Anayasa Hareketi olarak bilinen muhalefet hareketi bu kez Şah'ın kendisine yönelikti... Muhalefet, Şah'ın yetkilerinin kısıtlanmasını istiyordu. Amaç, temel hak ve özgürlüklerin anayasa ile güvence altına alınmasını sağlamaktı. Rıza Şah 21 Şubat 1921'de darbe yaptı ve yeni bir iktidar kurdu. 1925'te de kendisini kral ilan etti. Batılı anlamda siyasi bir yapı için ilk adım böylece atılmış oldu. Ancak 2. Dünya Savaşı, gelişmelerin seyrini değiştirdi. Devreye Sovyetler Birliği ve İngiltere girdi. İki ülke 1941'de İran'ı işgal etti. Amaç, ülkedeki Alman etkisini kırmaktı. İran petrolleri, savaşın gidişatının belirginleşmesi açısından da büyük önem taşıyordu. EMPERYALİST DARBE Müttefikler, İran petrollerinin Almanların eline geçmesine izin veremezdi. İşgalin ardından Rıza Şah, iktidardan çekilmek zorunda kaldı. Koltuğunu oğlu Rıza Pehlevi 'ye bıraktı. İşgal, İran içindeki dengeleri de etkiledi. Ülkede Fars milliyetçiliği öne çıktı ve önemli bir gelişme gösterdi. Milliyetçiliğin gelişmesi ve ulusal bilincin güçlenmesi, siyasi alanda da etkisini gösterdi. Ulusal Cephe Partisi 1951'de iktidara geldi. Hükümeti, İran siyasetine damga vuran önemli bir isim kurdu: Muhammed Musaddık ... Musaddık hemen harekete geçti. İran petrollerini ulusallaştırdı, yabancı şirketlerin imtiyaz haklarını içeren anlaşmaları iptal etti. Bu durum, Batı'yı ve özellikle de yavaş yavaş küresel egemenlik peşinde koşmaya başlamış çokuluslu şirketleri rahatsız etmişti. İran denetimden kaçıyordu. Bunun önüne geçilmesi için dinci ya da değil ama Batı'nın çıkarlarını kollayacak totaliter bir rejim gerekiyordu. Önce, dinci olmayan yöntem denendi. CIA'DEN MUSADDIK'A DARBE İran için özgürlük dönemi çok uzun sürmedi. Başta Washington olmak üzere kapalı kapılar ardında Mussaddık'ın devrilmesi planlanmaya başlandı. Sıkıntı giderek artmıştı. İran kontrolden çıkıyordu. 1953'te ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) harekete geçti ve Mussaddık'a karşı darbe yapıldı. Darbenin planlayıcısı ve uygulayıcısı ABD başkanlarından Franklin Roosevelt 'in ailesinden gelen CIA Tahran İstasyon Şefi Kim Roosevelt ile Şah'ın dostu ve 1991 Körfez Savaşı'nda ABD ordusunun komutanı Norman Schwarzkopf 'un babası General Norman H. Schwarzkopf 'tu... Ardından, İran'dan kaçmış olan Şah geri getirildi. General Schwarzkopf da İran Gizli Servisi Savak'a eğitim verdi. Böylece, Batılı güçlerin İran'daki çıkarları garanti altına alındı. İran petrolü Batılı şirketler arasında yeniden paylaştırıldı. Sonraki yirmi yıl içinde de Ortadoğu petrolünün yüzde 65'i Amerikan şirketlerine geçti. Şah, küresel güçlerin desteğini arkasına alıp iktidarını pekiştirdi. Yabancı şirketlere petrol üretme ve işletme hakkı yeniden tanındı. Yani Batı amacına ulaşmıştı. Ülke petrol zenginiydi, ama toplumdaki refah düzeyi bir türlü artmıyordu. Zenginlik toplumun alt tabakasına yansımadığı gibi, yoksulluk sonucu dini etkinin giderek artması, sıkıntılı bir sürecin de başlangıç noktasını oluşturdu. Şah Pehlevi 1953'ten sonra ülkede katı, baskıcı politikalara hız verdi. Sorunları çözmek yerine, toplumsal baskı uygulama yoluna gitti. Bu durum, Şii inancı içindeki radikalleşmenin önünü açtı. Mollalar, zaten dinsel kökleri derin olan İran toplumundaki etkilerini artırdılar. Öyle ki, mollaların siyasi gücü iktidardaki mutlak güç ile pazarlık yapabilecek aşamaya gelmişti. Şah iktidarı ile mollalar arasındaki ilk çatışmalar 1959'da toprak reformu olarak bilinen yasa geçerken yaşandı. Genel olarak bilinenin aksine, toprak reformu yasasının amacı, toprakların büyük toprak sahiplerinden alınıp topraksız yoksul köylüye dağıtılması değildi. Tersine, kırsal kesimde kapitalist tarım işletmeleri kurabilecek toprak ağalarının çıkarlarını gözeten bir yasaydı. Yani tarım ve sanayi arasındaki ilişkiyi tarım aleyhine etkileyerek kırsal kesimin sermayesini sanayi sermayesine dönüştürmek amacını taşıyordu. Özünde İran'ın zengin sınıfının sermaye yapısının dönüşümünü amaçlıyordu. AYDINLARIN STRATEJİK HATASI Çıkarılmak istenen toprak reformu yasası her şeyden önce mollaların bir kısmını direkt olarak etkilediği gibi, toprak sahipleri tarafından parasal olarak desteklenen ve mollaların yönetimi altındaki vakıflarının geleceğini tehlike altına sokuyordu. Yani bu yasanın kendileri açısından oluşturduğu tehdit büyüktü. Mollalar, 1963 olaylarına kadar geçen süre içinde siyasal iktidarın karşısında olmaktan çok, yanında almışlardı. Yani iktidarları, çıkarlarına hizmet için kullanmışlardı. Ancak durum şimdi farklıydı. Acaba belli güç odakları mollaların iktidarı için düğmeye mi basmıştı? Peki, mollaların 1963 yılındaki olayların içinde yer almalarının gerçek nedeni neydi? Genelde mollaların, Şah'ın İran'ı reform sürecine sokmak istemesine mollaların karşı duruş sergilemesinden dolayı bu olayların içinde olduğu düşünülür. Ancak 1963 olaylarını sadece dinci yapılanmaların bir hareketi olarak görmek olası değil. 1960'lı yılların başında dünyada hızla gelişen siyasal akımlar, İran toplumunda da genel bir huzursuzluk yaratmıştı. 1960'lı yılların başında gelişen bu huzursuzluk ortamında aydınların başını çektiği Ulusal Cephe hareketi Şah rejimine karşı başkaldırı noktasına gelmişti. Burada mollalar ile aydınların bu protesto hareketini ayrı düşünmesi gerekiyor. Mollaların muhalefeti her ne kadar reform ve modernleşmeye bir tepki olarak nitelendirilse de zaten ne Batılı anlamda demokrasi ne de hak ve özgürlük istiyorlardı. Aydınlar, mollalar ile birlikte hareket ederek ciddi bir stratejik hata yapmışlardı. Kara çarşaflı kadınlar Şah'a karşı ayaklandılar. MOLLALAR 1979'DA HUMEYNİ'NİN LİDERLİĞİNDE İKTİDARA GELDİ Ortadoğu'nun kırılma noktası 1963 olayları sırasında Mollaların muhalefetinin temelinde bir bütün olarak alternatif bir "siyasi İslam programının" "Reformlara evet, diktatörlüğe hayır" çerçevesinde muhalefet ederken bu talepler mollalar tarafından desteklenmiyordu. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra, soğuk savaş döneminde Ortadoğu'nun Sovyetler Birliği'nin yanında yer almasına karşı gerici dinci unsurlar desteklenir olmuştu. Batı, İslamcı yapılanmaları etkin olarak kullanmaya başlamıştı. Yeşil kuşak projesi yürüyordu. Çokuluslu şirketlerin, küresel sermayenin baronlarını temsil eden ABD, İran'da da siyasal İslamın 1960'lardan sonra gelişimine göz yumdu. Göz yummakla da kalmayıp destek verdi. Amaç, Sovyetler Birliği'nin sıcak denizlere inmesini önlemekti. Sırtını bir yandan ABD desteğine ve petrol sermayesine, diğer yandan dünyanın en büyük ordularından birine, hatta Savak gibi güçlü bir gizli polis teşkilatına dayamış olan İran Şahı'nın içi rahattı. Ancak mollaların hızla etkinliğini artırmasının ardından iktidarını bir yıl gibi kısa bir süre içerisinde kaybetmiş olması, henüz yanıt bulamamış önemli bir soru olarak ortada kaldı. Başta ABD olmak üzere Batılı güçler tarafından Afganistan'da, İran'da, Irak'ta, o dönemde Sovyetler Birliği'ne karşı yaratılan bu gerici yapılanma, bugünün terör odaklarının hem teorik altyapısını oluşturdu hem de önemli pratik kazandırdı. Mollalar İran'da, 1979'da Ayetullah Humeyni 'nin liderliğinde iktidara geldi. Humeyni'nin Air France uçağı ile Paris'ten Tahran'a gelmesi, Ortadoğu tarihinin kırılma noktalarından birini oluşturdu. İran artık bir İslam cumhuriyeti olma yolunda hızla ilerlemeye başlamıştı. Aslında İran'da mollaların bu kadar güç kazanacağını, İslam cumhuriyeti kurulacağını kimse tahmin edememişti. Ancak beklenmeyen oldu. Şah döneminde, küresel çıkar odaklarının desteğiyle hızla dinselleşen İran toplumu, İslamcı rejimi kabul etmekte hiç zorlanmadı. Aydınlar ve laik kesim hızla baskı altına alındı. İran toplumunun dinselleştirilmemiş olan bölümü de baskıyla İslamcı yaşam biçimi içine sokuldu. Kadınlar kapatıldı, Batılı yaşam tarzı ortadan kaldırıldı. İçki yasaklandı. İran hızla bir İslamcı dönüşüm içine girmişti. Hatta İslamcılarla birlikte hareket etmiş solcular ülkeden kaçmak zorunda kaldı. İran dışında büyük bir İran diasporası oluştu. Humeyni, Fars/Şii yayılmacılığını gündeme taşıdı. İslam kavramı bu yayılmacılığa önemli bir çerçeve oluşturdu. Humeyni, ABD'yi "büyük şeytan" olarak ilan etti. Sovyetler Birliği'ni de ABD ile aynı kefeye koydu... Humeyni bütün Batı'yı reddediyordu, ABD'yi büyük şeytan olarak görüyordu, ama Batılı ülkeler ile hem ekonomik hem de askeri ilişkiler içine girmekten çekinmiyordu. İslam devrimi propagandası, aslında halkın İslamlaştırılmasına yönelik inancını koruması için kullanılıyordu. Yani Humeyni'nin antiemperyalist söylemleri, sadece retorikte kalıyordu. Pratikte Batı ve Batılı ülkeler ile ilişkiler hızla yürütülüyordu. Humeyni'nin Air France uçağı ile Paris'ten Tahran'a gelmesiyle, İran artık bir İslam cumhuriyeti olma yolunda hızla ilerlemeye başladı. Aydınlar ve laik kesim hızla baskı altına alındı 'ŞEYTAN'A KARŞI BÜTÜNLEŞTİ ABD'nin politikası mollaların işine yaradı Aslında ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik baskıcı politikaları, İran'da mollalara karşı liberal/seküler bir muhalefetin oluşmasını ve harekete geçmesini engelledi. Ülkedeki muhalefet, ulus bilincinin zarar görmemesi için ABD ile işbirliği içine girmek istemedi ve sessiz kalmayı tercih etti. ABD'nin bütün "terörist ülke" yönündeki söylemleri, İran halkını bir arada tuttu. Şiilik ortak paydası ve Fars milliyetçiliği aslında tam bir tutkal görevi üstlenmişti. Nasıl ki İran-Irak savaşı sırasında, İran içinde baş gösteren kaynama bir süre kendiliğinden donduysa, ABD'nin Irak'ı işgali ile başlayan süreçte de benzer yaklaşımlar ortaya çıktı. Hele ki ABD, İran'ı vurma yönünde arayışlarını hızlandırınca, molla yönetimi kendi içinde kilitlenme yolunu seçti. DEVRİM İHRACI POLİTİKASI İran İslam Cumhuriyeti'nin kurulmasının hemen ardından "devrim ihracı" politikası uygulamaya kondu. Amaç, İslamiyetin siyasallaştırılması ve İslam coğrafyası içinde en azından bölgeselleştirilmesiydi. İran, böylelikle bölgesel etkinliğiyle küresel oyuncu olma yolunda adım atmak istiyordu. Yani bugün ABD kendi çıkarı için siyasal İslamı nasıl kullanıyorsa, Tahran yönetimi de aynı uygulamayı devrim ihracı olarak gerçekleştirmek istemişti. Yani mollaların deyimiyle İslam devrimi İran'la sınırlı kalmayacaktı. Bundan dolayı da İslamcı ideolojinin tüm İslam dünyasına yayılması propagandası yapılmaya başlandı. ILIMLI İSLAM Şİİ İSLAMA KARŞI İran bugün, ılımlı İslamın en büyük destekçisi olan ABD'nin baskısı altında. Yani bir başka deyişle, ılımlı İslam ile İslamın Şii yorumu, bölgesel ve küresel güç mücadelesi içinde. Ama ikisinin de ortak yönü, dinselleşmeyi siyasi araç olarak kullanmaları. Ancak ilginçtir ki, İran'ı "terörist" olmakla suçlayan Washington yönetimi, son 7 yıldan bu yana Tahran yönetiminin iki kritik konuda beklentilerini de karşılamıştı. ABD bir taraftan Şiilerin en büyük düşmanı olan Vahhabi El Kaide ve Sünni Taliban'a önemli darbeler vurmuş, diğer taraftan da Irak'ta 1400 yıl aradan sonra ilk kez Şiileri iktidar yapmıştı. Mahmut Ahmedinejad 'ın cumhurbaşkanı olmasından sonra ABD ile Washington arasında sert mesajlar havada uçuşsa da kurulmak istenen diplomatik denklem çok basitti: "ABD, İran'ın rejimini tanısın, İran da petrol alanlarını çokuluslu şirketlere açsın." Şimdi pazarlıklar, din olgusu öne çıkarılıp bu eksen üzerinde yürütülüyor. İsrail'in nükleer silahları olmasına ses çıkarmayan ABD, İran'ın nükleer güç olmasını ise Tahran üzerinde baskı aracı olarak kullanmaya ve söz konusu diplomatik denklemi kendi lehine çevirmeye çalışıyor.
-
TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....
KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-4 Ortadoğu'da İslami rejimler, siyasal İslamın gölgesinde her gün daha da güçleniyor BOP coğrafyası şeriatla kıvranıyor ABD'nin Büyük Ortadoğu ve Genişletil miş Afrika olarak adlandırdığı projenin içerisindeki ülkelerin, bugün yine ABD'nin 20'nci yüzyılın ikinci yarısında uyguladığı "Yeşil Kuşak Projesi" nin içerisinde yer alan ülkeler ile aynı olması dikkat çekiyor. Ancak bölgede, komünizm tehlikesine karşı fazlaca İslamlaştırılan bu ülkelerin, şimdi şeriata teslim olduğu görülüyor. İslami hukuk uygulayan bu ülkelerde, özgürlüklerden söz etmek imkânsız olarak görülürken, birçoğunda kadınlara yalnız başına hareket etme hakkı dahi tanınmıyor. ABD'nin BOP kapsamında ılımlı İslamı yaygın kılmak istediği ve Türkiye'yi model gösterdiği ülkelerin neredeyse tamamı şeriat ile yönetiliyor. Proje çerçevesinde operasyon düzenlenen Afganistan ve Irak'ta ise bir düzen kurulmuş dahi değil. Afganistan'da Taliban, Cumhurbaşkanı Hamid Karzai' ye karşı yeniden bir anayasa düzenlerken, Kâbil yönetimi terörist saydığı topluluğa tekrar işbirliği çağrısında bulundu. Saddam döneminde laik bir yapıya sahip olan Irak ise, şimdilerde din temalı bir iç savaş ile uğraşıyor. Her gün Şii ve Sünnilerin birbirlerinin ibadethanelerine düzenlediği saldırılar sonucu birçok Iraklı yaşamını kaybediyor. Ülkenin anayasasında "Irak bir İslam Cumhuriyetidir" ifadesine yer veriliyor. ABD'nin askeri müdahalelerine karşın, daha da kötüye giden bu ülkelerin yanı sıra Ortadoğu'da da İslami rejimler siyasal İslamın gölgesinde her gün daha da güçleniyor. BOP coğrafyasındaki İslami rejimlerden bazıları ve bu ülkele rin anayasal ve yasal durumları şöyle: İRAN Ü lkede 1979 yılında gerçekleştirilen İslam devriminden sonra yapılan halkoylamasında şeriat yönetimi yüzde 97 oranında "evet" ile kabul edildi. 1981'de ise Kuran'ı baz alan ilk İslam anayasası hazırlandı. İran'daki anayasada şeriat üst düzeyde uygulamaya konulurken, kadınların araba kullanmasından peçesiz sokağa çıkılmamasına, İslama uygun giysiler giymemekten içki satışının yasaklanmasına kadar çok sayıda uygulama da peş peşe geldi. Ülke anayasasında özellikle Allah'ın temsilcisi sayılan 12 İmam'a ve Vilayet-i Fakih (Rehber) Kurumu ve liderine büyük yetkiler verildi. Vilayet-i Fakih ülkede cumhurbaşkanından dahi büyük bir kutsallığa sahip olurken devlet yönetim sisteminin tepesinde yer aldı ve İran'daki dini ve siyasal sistemin özünü oluşturdu. Oluşuma ilişkin sistem İslam devrimi lideri Ayetullah Humeyni tarafından 1960'larda geliştirilirken Tanrı'nın mutlak otoritesini yeryüzünde uygulayan kurum olarak tanımlandı. Şu anda eski Cumhurbaşkanı Ayetullah Hamaney 'in yürüttüğü Vilayet-i Fakih'e Türkiye'de yaygın olarak dini lider tanımlaması yapılsa da, İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'na göre kurum, sadece dini liderliği değil aynı zamanda siyasi liderliği de elinde bulunduruyor. İran anayasasına göre Vilayet-i Fakih, Tanrı'nın yeryüzündeki dolaylı temsilcisi olarak dinsel meşruiyeti, eşzamanlı olarak iki aşamalı seçimle halk tarafından seçilerek siyasal meşruiyeti kendi elinde topluyor. 1980'de hazırlanan İran İslam Cumhuriyeti Anayasası, kurumun dini gücünün bir kısmını elinden alırken, bu kez farklı bir misyon yükledi. Kurum İran parlamentosundan çıkan yasaların şeriata ve anayasaya uygunluğunu da denetleme ya da reddetme yetkisine sahip. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'nın 113. maddesi de Vilayet-i Fakih'in temel yetki ve görev alanlarını belirliyor. Kurulun görev ve yetki alanları şöyle:?- İran İslam Cumhuriyeti'nin iç ve dış genel siyasi sistemini belirlemek. - Sistemin genel siyaset performansını denetlemek ve tayin etmek. - Referandum yapılmasına karar vermek. - İran İslam Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri'nin başkumandanlığını yapmak, seferberlik, savaş veya barış ilan etmek. - Anayasa Koruma Konseyi'nin ulema üyelerini, yüksek mahkeme başkanını, radyo televizyon üst kurulu başkanını, genelkurmay başkanını, Devrim Muhafızları komutanını, polis ve düzenli ordu komutanını tayin veya azletmek veya istifasını kabul etmek. - Yasama, yürütme, yargı arasında çıkabilecek sorunları çözmek. - Halk tarafından seçildikten sonra cumhurbaşkanını tasdik etmek. - Cumhurbaşkanını görevden almak. SUUDİ ARABİSTAN Krallık ile yönetilen Suudi Arabistan'da şeriatın en koyu şekli uygulanıyor. Ülkede, kadınların neredeyse hiçbi r hakkı bulunmazken, içki içmek ve kumar oynamanın yanı sıra, yalan söylemeye bile ağır cezalar veriliyor. Anayasası Kuran ve hadisler olan, ceza yasası ise bunlara göre hazırlanan Suudi Arabistan'daki yasaklardan bazıları şöyle: - Hiç kimse Kuran'a aykırı hal ve hareketlerde bulunamıyor. Ülkede heykel, resim gibi plastik sanatları yapmak yasak. - Ülkede bulunan fetva kurulunun emirlerinin dışına çıkanlara kırbaçtan ölüm cezasına kadar çok sayıda yaptırım uyg ulanıyor. - Şeriat mahkemeleri ülkenin esas yargı organları olarak görev yapıyor. - Kadınlar kocalarının izni olmadan seyahat edemiyorlar. Ülke dışına da çıkamıyorlar. - Karısının hareket özgürlüğünü ve davranışlarını kontrol etme hakkı, aile reisi olan kocanın... - Kadının seyahat belgesi alabilmesi ve pasaport çıkarabilmesi için, kocasının yazılı ve noterden tasdikli iznini alması gerekiyor. - Adli suç davalarında en az iki kadının şahitlik yapması gerekiyor. - Evlenme ve boşanmalarda kadınlar şahitlik yapamıyor. Kadın ve erkekler mahkemelerde eşit sayılmıyor. - Kadınlar, üniversite, havaalanı, devlet kurumları gibi yerlere girerken farklı girişler kullanmak zorun da. - Ülkeye gelen turist kadınların da örtünmesi gerekiyor. Hem yerli halk, hem de turistlerin içki içmesi yasaklanıyor. Ülkeye girişte şeriat kurallarına uyulacağına dair bir sözleşme imzalatılıyor. - Hırsızlık yapan kişi çaldığı şeye göre, kırbaçlanması, elinin kesilmesi ya da ölümle cezalandırılıyor. - Kadınlara hiçbir şekilde miras kalamıyor. - Tecavüze uğrayan kadın zina yapmış sayılıyor. Kadının, uğradığı tecavüzü ispatlayabilmesi için, tecavüz anına en az dört erkeğin tanıklık etmesi gerekiyor. Bunun yanı sıra tecavüze uğrayan kadın, zina yaptığı gerekçesiyle ölüm cezası alıyor. Ancak tecavüzcüyle evlenerek bu cezadan kurtulabiliyor. - Evlenecek olan kadın ülkenin birçok bölgesinde, başkalarının görmesi namahrem olduğu gerekçesiyle nikâh masasına oturamıyor. Kadını, babası ya da ağabeyi temsil ediyor. Boşanmada çocuğun velayeti erkeğe verilir. Kadın boşanırken imam nikâhı sırasında kendisi için biçilen değer kadar para alabilir. Kadının haberi ve rızası olmadan, erkek kadını boşayabilir. Erkekler, dört kadın ile evlenebilir. Her eşi için devletten teşvik alır. - Kadınların oy kullanma hakkı bulunmuyor. Bunun yanı sıra kadınlar ancak erkeklerden arınmış alanlarda çalışabiliyorlar. - Altı yaşından itibaren kız ve erkek çocuklar, ayrı okullara yollanıyor. Karma eğitim yapılmıyor. Bunun yanı sıra Yemen'de olduğu gibi, kız çocuklarını okuldan ailesinden biri almak zorunda. Çocuklar okula tek başına gidemiyor. Kızların erkek öğretmenlerden ders almaları yasaktır. Ayrıca üniversitelerde erkek profesörler üniversitedeki kız öğrencilere kamera aracılığıyla başka bir odadan ders verebiliyor. Kız çocuklarının eğitim yapıp yapmayacağına babaları karar verir. Çocukların bu konuda söz hakkı bulunmuyor. - Bir erkek doktor, bakması yasak olduğu için kadını ancak aynadaki aksi üzerinden muayene edebilir. Kadınların tek başlarına eczanelerden herhangi bir ilaç almasına izin veril miyor. NİJERYA Ülkenin resmi anayasasında kozmopolit yapı nedeniyle resmi bir dine doğrudan yer verilmiyor. Nijerya'nın kuzeyindeki 12 eyalette 2000 yılında şeriat uygulamasına kesin olarak geçildi. Merkezi hükümetin bunu yasaklamasına karşın, ülkedeki ekonomik sıkıntılar nedeniyle bu durum engellenemiyor. Ülkede en ağır şeriat cezaları uygulanıyor. Hırsızlık yapanın eli kesilirken, zina yapan kadınlar "recm" (taşlayarak öldürme) cezasına tabi tutuluyor. Ülkede özellikle şeriat mahkemelerinin verdiği kararlar herhangi bir mahkemece ertelenemiyor ya da durdurulamıyor. İçki kullanmak, kumar oynamak, İslami şartlar dışında giyinmek ise yasak. Bu 12 eyalette yine İslami şartlara göre eğitim-öğretim yapılıyor ve çocuklara Kuran öğretiliyor. ENDONEZYA Karma bir yapısı olan Endonezya'da halkın yüzde 90'ının üzerindeki kesimi Müslüman. Geri kalan nüfusu ise Hıristiyanlar ve Budistler oluşturuyor. Ancak devletin anayasasında resmi din İslam olarak yer alıyor. Buna karşın diğer dinlere de vurgu yapılıyor. Ülkenin hızla İslamlaşması ise yakın bir döneme dayanıyor. Yakın zamana kadar sadece Aceh eyaletinde şeriat uygulanan ülkenin artık birçok bölgesinde merkezi hükümetin baskısına karşın İslami kurallar uygulanıyor. 2004 yılında Asya Pasifik'te gerçekleşen büyük depremin ardından oluşan tsunamiden en çok etkilenen ülke olan Endonezya'da bu tarihten itiraben dini yapılanmalar hızla artarken son dönemde şeriat mahkemeleri, şeriat polisi ve zabıtası kuruldu. Kurallara göre örtünmeyen kadınlar bu birim tarafından yakalanıp sokak ortasında kırbaçlanıyor. Erkekler de tekbir getirerek infazı seyrediyor. Kurulan şeriat mahkemeleri ve şeriat polisi nedeniyle şeriata uygun giyinmeyenler halk önünde hemen kırbaçlanıyor. "Şeriat polisi" denilen ahlak polisi biriminde normal polisin 2 katı kadar personel istihdam ediliyor. Bu polisin; kumar oynadığı, içki içtiği, bir erkekle yakınlık kurduğu ya da İslami kurallara göre giyinmediğini saptadığı kadınları kırbaçlayarak cezalandırma hakkı bulunuyor. Ayrıca ülkede dul Müslüman kadınların, "kötü yola sürükleneceği" gerekçesiyle çalışmasına da izin verilmiyor. Ülkede erkeklere de şeriat cezaları uygulanıyor. Zina yapmak, içki içmek, kumar oynamak erkekler için tamamen yasak. GALLUP'UN ANKETİ İslam ülkelerinin şeriata bakışı ABD 'li güvenilir araştırma şirketi Gallup'un 10 Müslüman ülkede 2006 yılı boyunca yaklaşık 20 bin kişi üzerinde yaptığı ve Türkiye'yi de içine alan araştırmada, Müslüman ülke halklarının şeriata bakışı ortaya çıkıyor. Araştırma kapsamında Türk halkının yüzde 57'si "Yasamada kesinlikle şeriat olmasın" derken yüzde 23'ü sınırlı şeriattan yana. Türkiye'de yüzde 9'luk bir kesim ise şeriat yanlısı... Şeriata en fazla istekli olan ülke ise halen şeriatla yönetilmekte olan İran. İran halkının yüzde 66'sı yasamanın şeriatla sürmesini istiyor. Araştırmanın Türkiye ve diğer ülkeler için sonuçları ise şöyle: - Yasamada şeriat ister misiniz? - Türkiye: Yüzde 57, yasamada şeriat olmasın. Yüzde 23, sınırlı oranda olsun. Yüzde 9, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun. - İran: Yüzde 66, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun. Yüzde 14, şeriat olmasın. Yüzde 13, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun. - Lübnan Yüzde 57, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun. Yüzde 33, şeriat olmasın. Yüzde 8, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun. - Endonezya : Yüzde 54, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun. Yüzde 18, şeriat olmasın Yüzde 14, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun - Bangladeş Yüzde 52, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun. Yüzde 39, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun. Yüzde 6, şeriat olmasın. - Mısır Yüzde 66, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun. Yüzde 24, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun. Yüzde 1, şeriat olmasın. - Ürdün Yüzde 54, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun. Yüzde 39, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun. Yüzde 1, şeriat olmasın. - Pakistan Yüzde 60, şeriat yasamanın tek kaynağı olsun. Yüzde 21, sınırlı olarak yasamada şeriat olsun. Yüzde 4, şeriat olmasın. - Din gündelik hayatınızın önemli bir parçası mı? Endonezya yüzde 99 Mısır yüzde 98 S.Arabistan yüzde 98 Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 98 Bangladeş yüzde 96 Pakistan yüzde 95 Ürdün yüzde 92 Lübnan yüzde 87 Türkiye yüzde 86 Kuveyt yüzde 82 Fas yüzde 82 İran yüzde 74
-
TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....
KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-3 Küresel güç odakları, siyasi İslam ile Rusya'yı etki altına alma çabasında Rusya, ılımlı İslamın hedefi Soğuk savaşın ardından, küresel düzeyde siyasi İslamın, enerji kaynaklarını, enerji güzergâhlarını ve ticaret yollarını denetim altına almak için kullanılmaya başlamasının ardından, Rusya Federasyonu da sürekli gündemde oldu. Rusya gerek enerji kaynakları ve gerekse enerji güzergâhları üzerindeki stratejik konumu nedeniyle, küresel sermaye baronlarının dikkatle izlediği bir ülkeydi. Soğuk savaş koşullarında ABD'nin yeşil kuşak projesi ile çevrelediği Sovyetler Birliği'nin mirasçısı olarak 21. yüzyılın küresel dengeleri içinde yer bulmaya çalışan Rusya bugün iki önemli İslamcı tehdit ile karşı karşıya. Aslında çelişki gibi görünse de ülkede hem radikal İslam hem de bunun panzehiri olarak gösterilen ılımlı İslam birlikte hareket ediyor. Amaç, ülke içinde küresel sermaye baronlarının etkisini sağlamak, çıkarlarını pekiştirmek. Ancak aynı zamanda Moskova yönetimi de kendisine karşı kullanılmakta olan ılımlı İslamı, ülke içinde radikal İslama karşı da kullanıyor. Özetle, Rusya'nın küresel İslamlaştırma / dinselleştirme çerçevesi içinde farklı bir konumu bulunuyor. Bu bağlamda dinin Rusya'nın küresel stratejisindeki önemine kısaca bakmakta yarar var. Sovyetler Birliği topraklarında 1980'li yıllarda uygulanmaya başlanan liberal politikalar, bölgedeki tüm dini kurumlar tarafından oldukça olumlu bir biçimde karşılanmıştı. Bu süreçten en kârlı çıkan dini kurum ise hiç şüphesiz Rus Ortodoks Kilisesi oldu. Sovyetler Birliği döneminde devletin sıkı kontrolü altında bulunan Kilise, yayın faaliyetlerini çeşitlendirme, eğitim faaliyetlerini artırma ve ibadet yerlerini yeniden inşa etme bakımından yeni fırsatlar elde etti. Bu durum Kilise'ye Rusya'nın dini hayatında yeniden merkezi bir rol elde etme olanağı verdi. Din-devlet ilişkilerinde komünist dönemdeki çatışmacı ilişki biçimi, yeni dönemde işbirliği modeline doğru evrildi. Ancak son dönemde İslamiyet de en az Ortodoksluk kadar Rusya'nın politikalarında öne çıkmaya başladı. İki farklı cephe... Bugün Rusya'da, 23 milyon Müslüman yaşıyor. Müslümanlar Rusya'da en fazla nüfus artış oranına sahip olan grubu oluşturuyor. Slav kökenli Rus vatandaşlarının nüfus artış oranı azalırken Müslüman kökenlilerinki artıyor. Müslüman nüfusun yoğunlaştığı bölgelerin başında Kuzey Kafkasya, Tataristan ve son yıllarda yaşanan işçi göçü nedeniyle Moskova geliyor. Aslında, Kuzey Kafkasya ve Tataristan, Rusya'nın İslamlaştırmaya yönelik iki farklı cephesini gösteriyor. Kuzey Kafkasya'da Suudi sermayesi tarafından besnenen radikal İslam, Moskova yönetimine karşı önemli bir cephe oluştururken, Tataristan'da bu süreç daha çok ılımlı İslam bağlamında yürütülüyor. Kuzey Kafkasya'da Çeçenler, El Kaide tarzı Vahabi anlayış ile Rusya Federasyonu'ndan kopma çabasındalar. Kuzey Kafkasya'nın, Orta Asya enerji kaynaklarının Batı pazarlarına ulaştırılması, Hazar Havzası'na olan yakınlığı, Rusya'nın Azerbaycan ve Ermenistan üzerinden güneye açılım kapısı üzerinde bulunması, bölgenin stratejik önemini açıkça ortaya koyuyor. Kuzey Kafkasya'da Rusya'nın egemenliğinin zedelenmesi ya da tamamen ortadan kalkması, petrol ve gaz ile ilgilenen çokuluslu şirketlerin yani küresel sermaye baronlarının hem Hazar Havzası'nda hem de Orta Asya'da istedikleri gibi iş yapmalarının önünü açacak. Böylece, enerji kaynaklarının önemli bir bölümü ile enerji güzergâhlarının kilit noktaları, çokuluslu şirketlerin eline geçmiş olacak. İşte bu amaçla radikal İslam, Çeçenler aracılığı ile Moskova yönetimine karşı kullanılıyor. Çeçenler açısından "bağımsızlık savaşı" görüntüsü son derece meşru olarak algılansa da son tahlilde küresel bağlamdaki enerji savaşlarının bir piyonu oldukları gerçeği de ortada duruyor. Çeçenlerin, Rusya'ya karşı yürütmekte olduğu silahlı mücadeleyi bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Küresel güçler, Kafkasya coğrafyasında radikal İslamı, Rusya'ya karşı silah olarak kullanıyorlar. Soğuk savaş koşullarında ABD'nin yeşil kuşak projesi ile çevrelediği Sovyetler Birliği'nin mirasçısı olarak 21. yüzyılın küresel dengeleri içinde yer bulmaya çalışan Rusya bugün iki önemli İslamcı tehdit ile karşı karşıya. Aslında çelişki gibi görünse de ülkede hem radikal İslam hem de bunun panzehiri olarak gösterilen ılımlı İslam birlikte hareket ediyor. Ilımlı İslama çift taraflı kullanım Tataristan Cumhurbaşkanı Mintemir Şeymiyev kendi tercih ettikleri ılımlı İslam modelini yaymak amacıyla kendi dini okullarını ve üniversitelerini açarken, diğer taraftan Rus hükümeti de Kafkasya'da radikal İslamın etkisini kırmak amacıyla bir İslam üniversitesi açmayı hedefliyor. Ilımlı İslama gelince... Rusya içindeki ılımlı İslam yaklaşımı ironik biçimde çift taraflı olarak kullanılıyor. Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği dönemi içinde "Tatar cedidizmi" ve "Kafkas müridizmi" olarak ifadelendirilen bu farklılaşma, Sovyet sonrası dönemde de varlığını devam ettiriyor. Kafkas müridizmi radikal İslam ile direnmeye, Tatar cedidizmi ise ılımlı İslam ile uzlaşma yollarını aramaya devam ediyor. Sovyet sonrası Rusya, pragmatist bir yaklaşımla Müslüman azınlıklara karşı otoriterliği ve esnekliği birleştirmiş durumda. ABD, ılımlı İslamı ağırlıklı olarak Tataristan Özerk Cumhuriyeti üzerinden, uzun vadede Rusya'nın istikrarsızlaştırılması için kullanırken, Moskova yönetimi de, siyasi İslamı, panzehiri olarak gördüğü radikal İslama karşı Kafkasya'da kullanma çabasında. Hatta bu konuda Moskova yönetimi, Tataristan'da kendisine yöneltilmiş ılımlı İslam silahını, Çeçenistan'da kullanmak için harekete geçmiş durumda. Tataristan Cumhurbaşkanı Mintemir Şeymiyev kendi tercih ettikleri ılımlı İslam modelini yaymak amacıyla kendi dini okullarını ve üniversitelerini açarken, diğer taraftan Rus hükümeti de Kafkasya'da radikal İslamın etkisini kırmak amacıyla bir İslam üniversitesi açmayı hedefliyor. Ancak, her ne kadar ılımlı İslama Tataristan'da izin verildiği görüntüsü ortaya çıkmış olsa da Moskova yönetimi ipleri yine elinde tutuyor. Geçen yaz aylarının başında Rusya'da Said-i Nursi 'nin "aşırı unsurlar içerdiği" ve "din düşmanlığı" yaydığı gerekçesiyle kitaplarına uygulanan yasak resmen yürürlüğe girmiş durumda. Konu, ilk olarak 2005'te Tataristan'da Nurcu bir örgüt hakkında soruşturma açılmasıyla başlamıştı. Yani ılımlı İslam olacaksa bile Moskova yönetiminin denetimi altında olmalı. Ancak, denetimin elden kaçması olasılığı da güçlü bir gerçek olarak ortada duruyor. Aslında Moskova yönetimi siyasi İslamı, İslam dünyası ile de ilişkilerin pekiştirilmesi açısından önemli bir unsur olarak görüyor. Bu fırsat da Tataristan üzerinden değerlendiriliyor. Rusya son dönemde Tataristan yüzünü ön plana çıkararak İslam dünyası ile ilişkilerini geliştirme peşinde. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 'e Ortadoğu turunda eşlik eden Şeymiyev'in, Suudiler tarafından inanca hizmet etmesinden ötürü ödüllendirilmesi, Putin'in İslam dünyasına yönelik yeni politikasının önemli bir parçasını oluşturuyor. Geçen şubat ayında Tataristan Cumhurbaşkanı Şeymiyev ve İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu 'nun başkanlığında İstanbul'da yapılan Rusya-İKÖ Stratejik Vizyon Toplantısı ise Rusya ve İKÖ üyesi ülkelerin birlikte gerçekleştirecekleri projeler için iyi bir platform oluşturuyor. 2005 yılında Rusya'nın İslam Konferansı Örgütü'nde elde ettiği gözlemci statüsü ile başlayan söz konusu iyi ilişkilerin Rusya'nın Müslüman nüfusuna yönelik politikalarına nasıl yansıyacağı ise merak konusu... Gülen'in çabaları... Rusya içindeki ılımlı İslam bağlamındaki bir başka büyük tehlike ise Fethullah Gülen cemaatinin faaliyetleri... Gülen cemaatinin faaliyetleri 1990'ların ikinci yarısından itibaren mercek altına alınmış durumuda. Moskova yönetimi, ılımlı İslamın ülke içinde yuvalanmasının önüne geçmek için, "yeni güvenlik konseptini" 2001 yılında uygulamaya koydu. O tarihten bu yana Gülen'e ait 18 okul kapatıldı. 2003 yılında Başkurdistan'daki Gülen okullarında çalışan 10 öğretmen sınır dışı edildi. Sınır dışı edilen öğretmen sayısı son iki yıl içinde 50'ye yaklaştı. Gülen'e ait okullardaki faaliyetleri dikkatle izleyen Rus gizli servisi FSB, bu okullarda Rusya Federasyonu'nun ulusal güvenliğine aykırı eğitim ve öğretim yapıldığını ortaya çıkarmıştı. Hatta bu okullarda çalışan öğretmenlerin, ABD ve İngiltere adına ajanlık yaptığı, Türk cumhuriyetlerinde bazı darbe girişimlerine karıştığı, yine bu ülkelerde patlak veren bazı iç karışıklıklarda rol oynadığını saptadı. Bunun üzerine harekete geçen Rus yetkililer, Tataristan'da 8, Başkurdistan'da 4, Karaçay-Çerkes, Yakut-Saha, Astrahan ve Dağıstan'da birer okulu kapattı. Gülen'in Rusya'daki temsilcisi Tolerans Vakfı Başkanı Mustafa Kemal Şirin 'in de Eylül 2003 tarihinde Rusya Federasyonu'na girişi yasaklandı. Putin, bu operasyonla ülkesine yönelik siyasi İslam tehdidinin farkında olduğu mesajını vermişti. Ancak bu mesajın alınıp alınmadığını zaman gösterecek. Ancak Rusya, son yıllarda küresel enerji politikalarını yeniden gözden geçiriyor. Enerji konusunda güçlü bir kaynak ülke olmanın verdiği avantajlar sonuna kadar kullanılıyor. Petrol fiyatlarının yükselmesiyle hazinesini giderek dolduran Moskova yönetimi, çokuluslu şirketlerin siyasi / diplomatik / askeri operasyonlarına karşı kendini güvenceye almış durumda. Ancak, ılımlı İslam projesinin eğitim kurumlarından yetişen öğrenciler de bu ülke içinde yavaş yavaş merdivenleri tırmanıyor. Ukrayna ve Gürcistan'daki renkli devrim süreçleri, önemli birer örnek olarak Rusya Federasyonu'nun önünde duruyor. Süreç nereye gidiyor? Dünya yeni binyıla kan ve gözyaşı ile girdi. Afganistan'da ve Irak'ta kan ve gözyaşı durmak bilmiyor. Filistin ve Lübnan diken üzerinde. Demokrasilerini güçlendirmeye çalışan ülkeler siyasi İslam tehdidi ile karşı karşıya... Başını ABD'nin çekmekte olduğu küresel güçlerin egemenlik arayışlarında din ve özellikle de İslam önemli bir silah olmuş durumda. Bu silahı da istisnasız bütün İslam coğrafyasında kullanıyorlar. Ülkelerin kendi özgün koşullarına göre bazı farklılıklar yaşanıyor olsa da ortaya çıkan gerçek şu ki; önce radikal İslam tehdidi yaratılıyor, bu tehdit besleniyor, harekete geçmesi sağlanıyor ardından da Richard Holbrooke, Colin Powel, Paul Wolfowitz, Graham Fuller gibi akıl hocaları devreye giriyor. Uluslararası medya tekelleri, bu isimlerin demeçlerini öncelikli gündem maddesi olarak dünya kamuoyuna duyuruyor. Söz konusu isimler radikal İslama panzehir olarak siyasal İslamı gösteriyorlar. Sonra da radikal İslamın tehdidi ile karşı karşıya kalan ülkelerin de bu yapıyı kabul etmesi bekleniyor. Kuzey Afrika'nın en batı ucundan başlayıp, Güney Asya'ya kadar bu süreç yaşanıyor. Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Irak, İran ve Türkiye... Büyük Ortadoğu Projesi gibi içinde "demokrasi, kadın hakları, hukukun üstünlüğü" gibi cilalı kavramların bulunduğu paketler açılıyor. Ülkeler çeşitli yollarla siyasi ve toplumsal olarak hızlı bir dönüşüm içine sokuluyor. Türkiye ise bu dönüşüm sürecinde "ılımlı İslam" ülkesi olarak model durumuna getirilmeye çalışılıyor. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) verdiği destekle yapay bir istikrar sağlamasına olanak tanınan AKP, ılımlı İslam projesinin siyasi ayağını Türkiye'ye taşımış durumda. 2002 yılından sonra Türk toplumunun dinselleştirilmesi / dönüştürülmesi çabalarına hız verildi. İkinci Cumhuriyet tartışmaları gündemde üst sıralara tırmandı. Türban ve türbanı özgürlük sayan anlayış Çankaya Köşkü'ne çıktı. Türkiye, tarihsel köklerinden aldığı dinamizm ve 1923'te yaptığı, "mazlum milletlere" örnek olan devriminin verdiği inançla bu kıskacı kırma çabasında. Türkiye'nin önünde İslam coğrafyasına "ılımlı İslam" modeliyle değil, "laik-demokratik" yapısıyla örnek olması gerekiyor.
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
Gülen'in 'aracıları' askerleri hedef aldı Türkiye'nin terör konusunda oldukça hassas bir dönemden geçiyor olmasına karşın, Fethullah Gülen 'in ABD'den "aracı gazeteciler" ile verdiği ve doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin subay kademesini hedef alan mesajı tepkilere neden oldu. Gülen'in, K. Irak'a operasyonun tartışıldığı bir dönemde kendisine "çok yakın" gazeteciler aracılığıyla TSK'nin subay kadrosuna yönelik çıkış yapması, asker karşısında AKP'ye destek olarak yorumlandı. Bugün gazetesi yazarlarından olan ve yazılarında Gülen'in mesajlarını aktarması ile bilinen Nuh Gönültaş' ın "Erlerimiz savaşıyor, subaylarımız nerede?" başlıklı yazısı tepkiye neden oldu. Önceki günkü yazısında, Tunceli'de 7 askerin şehit edilmesine ilişkin değerlendirme yapan Gönültaş, "Niye 30 yıldır bu bela engellenemiyor? Birinci sebep subay kadrosunun asıl görevi olan bu işlerden çok siyasetle uğraşması, gerçek görevine gerektiği gibi odaklanamamasıdır" görüşünü ortaya koymuş, "Askerin kafasındaki tehdit sıralaması yanlıştır. Bunun yanlış olduğunu 25 yıldır anlamamalarını anlamak mümkün değil. Bu arada PKK belasının 12 Eylül darbesinin ürünü olduğunu unutmamak lazım! PKK ile mücadelede başarısızlık PKK ile mücadelede kullanılan askerlerle de çok ilgili. Erler savaştırılıyor, yedek subaylar savaştırılıyor. PKK ile mücadelede subaylarımız nerede" diye sormuştu. Yazının gazetenin internet sayfasında yer almasından sonra ciddi bir okuyucu tepkisi ortaya çıktı. Yorumlar bölümünde, Cumhur Yıldız adlı okuyucu, "Türk ordusuna olan bu nefretinizin ardında yatan sebepler nelerdir? Çok şükür ki fazla değilsiniz" derken Hüseyin Garip ise "Babasını küçük yaşta kaybetmiş bir subay çocuğu olarak sizi kınıyorum. Türk halkı sizin gibi Ali Kemal müsveddelerine gereken dersi verecektir" diye yazdı. Kemal Ölmez adıyla yazan bir subay ise " 6 yılım Güneydoğu'da geçti. Mayınla yaralandım ve böbreklerim artık beni taşımıyor. Eğer üzerinde hakkım varsa sen ve senin gibi düşünenlere haram olsun" sözleriyle tepkisini dile getirdi. Cumhuriyet/8 Haziran 2007
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
"HİPNOTİZE EDİLMİŞ İNSAN" FABRİKASI CEMAATEVLERİNDEN BİR ÖRNEK... ŞAKİRT ANLATIYOR Ben bir "ortaokul şakirt"iyim yani en kıdemli Fethullah talebelerinden biriyim. Aşağıda anlattıklarımı bizzat yaşadım. Sizinle paylaşmak için yine kendim yazdım. 1990'lar ; Orta birinci sınıftaydım ve Cuma namazlarına düzenli olarak giderdim. Beni aynı semtte bulunan okulumdan ve gittiğim camiden takip ederek fişleyen ve bir gün okul bahçesinde top oynamak bahanesiyle yanıma gelen o kişi ilk "ağabeyim" idi. Daha sonra bana ve okuldan seçtikleri fen, matematik ve türkçe derslerinin toplam notu 21(10'luk sisteme göre) olan arkadaşıma cami kütüphanesinde ders vermek bahanesiyle yakınlık gösterdiler. Yakınlık daha bir samimiyete dönüşünce evlerine davet ettiler. Dersler evde devam etti. Bu arada bizimle oyunlar oynuyor ve bol bol sohbet ediyorlardı. Baştan futbol içerikli bu sohbetler yavaş yavaş dini mevzulara geldi. Allah'ı tanımak, namaz kılmak derken "Öğretmenin Not Defteri" gibi kitapları okumamızı istiyorlardı. Buna "Sızıntı" okumaları ve adını henüz bilmediğimiz o hocanın banttaki ses kaydını toplu olarak dinlemelerimiz eşlik etti. Bize yeterince itimat kazandıklarında o sesin "Hocaefendi" ye ait olduğunu ve kendisinin çok "mübarek" bir insan olduğunu anlattılar. Artık "işi" biliyorduk ve bize adam lazımdı. Okuldaki arkadaşlarımızı nasıl "kafalayarak" ağabeylerin huzuruna getireceğimizi öğrenmiştik. Yıllar orta üçüncü sınıfa getirdiğinde bizi artık sınavlara hazırlanma vakti de gelmişti. Bu tarihlerde Kuleli Askeri Lisesi'ne girmenin ne kadar önemli ve saygın bir iş olduğu sürekli telkin ediliyordu bize. Derken tanıdığımız birkaç arkadaşımız orayı kazandı. Biz ise devlet lisesine devam ettiğimizde okuldan arkadaş "kafalamak" en büyük hedefimiz haline gelmişti. Okulumuzun hemen yanında bulunan "nur evi" ne ders çalışma bahanesiyle getirdiğimiz arkadaşlarımıza yemekler veriyor onları mümkün olduğunca bu evlerde tutmaya çalışıyorduk. Bu kişilerle okulda ve başka yerlerde de "ilgileniyor" yörüngemizden uzaklaştırmamaya çalışıyorduk. Bunların durumlarını her hafta düzenlenen "istişare" toplantılarında ağabeylerimize anlatıyorduk. Onlar da bize ne yapmamız gerektiğini, hangi yolları adım adım takip etmemiz gerektiğini, yapmamız gereken jestlere ve takınmamız gereken mimiklere kadar anlatıyordu. Yılsonlarında gelen "Sızıntı koçanları" nı bitirmemiz ve onlarca, hatta yüzlerce kişiyi Sızıntı'ya abone etmemiz her birimizden bekleniyordu. Biz ise kimisinin parasını kendi cebimizden vererek bu en kutsal yolda birbirimizle kıyasıya yarışıyorduk. Zaman aboneliği de yine bu şekilde cereyan ediyordu. Haftada okumamız gereken Kuran miktarı, Risale-i Nur ve Hocaefendi Kitapları(Pırlanta Serisi) miktarı belliydi. Bunlara ek olarak o zamanki adı "Tuna Kırtasiye" olan "NT Mağazaları"nda kaçak olarak çoğaltılan ve ağabeyimizin adını kullanarak arka bölümden aldığımız "Hocaefendi Vaaz Kasetleri"nden de ağabeyimizin seçtikleri doğrultusunda dinlememiz isteniyordu. Bunların hepsinin ortak adı "keyfiyet" idi. Bunu bir çetele halinde ağabeyimize her haftaki "istişare" de sunmamız isteniyordu. Hiç müzik dinlemezdik, kola içmezdik ve hep kumaş pantolon giyerdik. Kız arkadaşımız asla olmazdı, okulda yüzlerine bile bakmazdık. Sokakta hep yere bakarak ve hızlı hızlı yürürdük. Ağabeyimizin dedikleri ana-babamızdan önemliydi. Mehmet Kafkas'ın "Geçmişi Bilmek" ve "Milli Mücadelede Öncüler" adlı kitaplarını okuyorduk. Atatürk masondu, deccaldı. Atatürk Kemal'di, Kemal Ağa idi. Atatürk baş eğlencemizdi. Okuldaki hocaların bazısı "duruma uyanmıştı", biz "tedbir dairesini" genişleterek okuldan çıkınca arka sokaktan dolaşarak nur evine gidiyorduk, içeri birer ikişer giriyorduk ve asla toplu çıkmıyorduk. Bize göre iki çeşit adam vardı; "müspet ve solcu". Solcunun bir adı da "kom" du. Kom, "komünist"in kısaltılmışıydı. Ve okuldaki bazı hocalar komdu. Özelikle de felsefeci. Üniversite hazırlık dershanesi olan Fem'e lise ikinci sınıfta da kayıt yaptırdık. Amaç hem iyi bir üniversite hem de "hizmet" para kazansın idi. Ortaokuldan beri ailelerimizi alıştırdığımız "ağabeylerle ders çalışma" için onlarda kalmaya gitme faaliyetlerimize ayrı bir önem vermeye başlamıştık. Bu kalma dönemlerine biz "kamp" diyorduk. Kamplarda ders çalışılır ve uzun vadeli projelerimizi ağabeylerimize anlatarak onların direktifleri doğrultusunda yaşamımızı planlardık. Ailelerimizle ağabeylerimizi ne zaman ve nasıl tanıştıracağımızı ve her iki tarafın ne yapması gerektiğine varıncaya kadar her şey planlanırdı. Öyle ki tüm bu insanlara bir üstündeki "not" verirdi. Evlerin bir imamı vardı, yani evden sorumlu olan kişi. İki ya da üç ev bir semte ve semt imamına bağlıydı. Semtler bölgelere, bölgeler büyük bölgelere, büyük bölgeler ilçelere, ilçeler şehirlere, şehirler ülkeye, ülkeler kıtalara, kıtalar da en sonunda Hocaefendi'ye bağlıydı. Hatta öyle ki O Muhterem Zat'a Dünya yetmez ve evrende başkaları da varsa oraları da "hizmet"e katmak için ne gerekiyorsa yapılmalı idi. Bu insanların hepsi birbirini denetler, not verir ve bir üstündekine durumu iletirdi. Yani şıkır şıkır işleyen koskoca bir sistem vardı. Lise sonda Fem'in yurdunda kalmaya başlamıştık. Çekebildiğimiz kadar arkadaşı Fem'e kayıt ettirmiştik nasıl olsa sonra "ilgileniriz" diye. Yurtta, odadaki durumdan pek haberi olmayan diğer kişileri de namaz kılma, çay içme ve türlü türlü bahanelerle yanımıza çekmeyi başarıyorduk. Yani ağabeylerle danışıklı dövüş şeklinde "adam kafalama" tüm hızıyla devam ediyordu. Her birimizin "ilgilendiği" arkadaşlar da zamanla "şakirt" olma yolunda ilerliyordu. Ağabeylerimizin düzenlediği maçlar, mangal partileri, çiğköfte partilerine artık not ortalamasına falan da bakmaksızın İslami görüşe yakın ailelerden çocukları seçerek getiriyorduk. Kola serbest oldu, kot pantolon giydik. 28 Şubat sürecinde Hocaefendi'nin video ve ses kasetlerini, kitaplarını evlerden alarak kendi evlerimizde sakladık ve evlere Atatürk ile ilgili kitaplar doldurduk. Evlerin çoğu yer değiştirdi. Bazı ağabeylerimiz "tedbir" gereği takma isim kullanmaya başladı. Cep telefonlarının pilini istişarelerde söktük. Telefonda "Hocaefendi, hizmet, sohbet" gibi kelimeleri kullanmayı yasakladık. Bunların yerine "maç yapmak, çay içmek, çorba içmek" gibi önceden kodladığımız filleri kullanmaya başladık. Aslında yapılan her şey "istişare" adı altında yukardan gelen emirlerin bize verildiği toplantılarda kararlaştırılıyordu. Yani "istişare" yoktu, belki teferruatta vardı, ama her şey bir emir zinciri vasıtasıyla bizim önümüze konuyordu. 2000'ler ; Üniversiteye girince artık biz de "ağabey" olmuştuk. Evlerde kalmaya ve sistemi bizzat kendimiz daha büyük sorumluluk üstlenerek yürütmeye başlamıştık. Talebelerimiz vardı, onlarla ilgileniyorduk. Aksiyon okuyorduk, artık bandrollü ve sakıncalı yerlerinden temizlenmiş Hocaefendi kasetlerini koli koli alarak herkese ama herkese dağıtıyorduk. Hocaefendi hakkında yine "hizmet"in başka yayın evlerinden çıkmış kitapları "mütevelli olmuş esnaf ağabeylerimizin" katkılarıyla kolilerce alıp dağıtıyorduk. Kitaplar binlerce satıyordu. Ramazanda zekât, kurban bayramlarında deri topluyorduk, kurbanlık parası topluyorduk. Amerika'dan, Hocaefendi'nin yanından gelen ağabey gelmişti bir seferinde. O anlatıyordu biz ağlıyorduk. Ardından adam başına toplayacağı büyükbaş kurbanlıkların sözünü almaya ve kayıt ettirmeye başlamıştı. Her birimizden 60-70 belki de 100-120 büyükbaş kurban parası getirmemizi istiyor ve pazarlık bu rakamlardan açılıyordu. Bazı tanıdıklarımızın yaptığı hiçbir iş yoktu. Evde de kalmazdı. Sonradan bu kişilerin görevinin "çok özel" olduğunu öğrendik. Bunlar Türk Silahlı Kuvvetleri'ne girmek üzere olan öğrencilerle askeri okuldayken "ilgileniyorlar" idi. Hocaefendi'nin "en önemli on görevden biri" saydığı bu iş için seçilmiş insanlardı. Hepimizin en nefret ettiği yer Ordu idi. Bir toplantımızda bir ağabeyimizin Ordu, Danıştay ve diğer "solcu" kurumlar için yaptığı tanımlama ilginçti. Ağabeyimiz bu gibi kurumlar için "artık fitne kurumlaşarak üzerimize geliyor, biz de bir an önce kurumlaşarak karşı koymalıyız" diyordu. Gazetemizi sürekli okumamız gerektiği de bir diğer telkin idi. Özkök Paşa'nın Genelkurmay Başkanı olacağı günleri ip ile çekiyorduk. Aksiyon Dergisi'nin bir sayısında "Ergenekon" diye bir grup kapak yapılmıştı. Bu sayıdan çok sayıda fotokopi çekerek hepimizden okumamız istenmişti. Yazıda, devlet içinde gizli bir birimin oluşturulduğu ve bu birimin amacının Arjantin benzeri sosyal patlamaların önüne geçmek, devlete zarar verebilecek oluşumlara müdahale etmek olduğu yazılıydı. Ağabeylerimiz bunun bize de müdahale edeceğini söylediler. Bu benim için bir dönüm noktasıydı. Biz bu devletin bekasına, milletin dertlerine derman olmaya çalışmıyor muyduk? Bizi solcular engellemiyor muydu? Bizim mücadelemiz iman kurtarmak değil miydi? Bize ne toplumsal patlamaların önüne geçmek ve devleti korumak için kurulmuş bir gizli teşkilattan? Devlet hepimizin devleti değil miydi, neden korumasınlar ki? Hem bize ne diye düşman olsunlar ki? Uyanışım; Artık her şey saçma geliyordu bana. Biz bir emir kuluyduk ve ne denirse yapıyorduk. Çünkü toplu olarak cennete girecektik. Sorgulama yoktu, körü körüne bağlanma ve emri ne kadar çabuk yerine getirdiğine bağlı olarak sahte bir samimiyet vardı. Ama bu sahtelik genellikle bize emir verenler ve onların üstünden başlıyordu. Tabanı samimi ve bir o kadar da cahil (beyni etkisizleştirilmiş anlamında) insanlar oluşturuyordu. Bu insanlar dürüst, çalışkan ve edepli insanlardı. Ama uyuyorlardı. Üstelik biz uyutmuştuk yıllarca çocuklarını, kendilerini, karılarını, tüm yakınlarını. Sırf "solcularla" inatlaşma uğruna yaptığımız birçok saçma iş vardı. Bunlara en iyi örnek Yeni Yüzyıl gazetesinde Hocaefendi'nin röportajının çıktığı zamandı. Bu gazeteyi sırf solcular "Hocalarının röportajına bile sahip çıkmıyorlar" demesinler diye balya balya aldık ve Zaman gazetesinin depolarında çürümeye bıraktık, sonra da imha ettik. Bazı yerlerde Zaman gazetesinin içine koyarak dağıtıldığını duyduk. Gazete hiçbir yerde bulunmaz olmuştu. Üç günlük röportajı on beş güne yayarak ve tirajını da ona katlayarak gazete büyük kar etti sayemizde. Bir sefer de Süleyman Demirel'in Fatih Üniversitesi'nin açılışında "burayı doldurabilir misiniz" demesi üzerine iş-güç, okul-sınav demeden koştuk ve doldurduk orayı. Hocaefendi istiyor diye daha yeni okuduğumuz kitapları bir kere daha okuduk. Hocaefendi çağırıyor diye pılımızı, pırtımızı topladık Amerika'da yaşamaya gittik bazılarımız. Buna da "hicret" deniyordu. Bir keresinde, bir arkadaşıma giden biri hakkında ne zaman döneceğini sorunca bana güldü ve dedi ki "hicret bu, dönmek olur mu". Benim bildiğim hicret sayfası dinen kapanmıştır. Hele Türkiye gibi ibadetlerinizi rahatça yapabildiğiniz bir ülkede. Merakım şu: Türkiye'de halkın %99'u Müslüman. Amerika ise kendi deyimiyle Müslümanlara karşı bir haçlı savaşı başlatmış durumda. Nasıl oluyor da burada rahat olunamıyor lakin orada istediğimizi yapmamıza izin veriliyor? ABD her yere ajanlar sokarken, iki kişi bile kendi karşısında ciddi bir şeyler yapmaya kalktığında haberi olurken bu nasıl denli büyük bir oluşuma müsaade ediyor? Üstelik bu oluşumun biricik görevi insanları Müslüman yapmak iken. ABD'nin yoksa insanları Müslüman yapmak gibi bir gizli amacı mı var? Yoksa Hocaefendi ABD'nin de mi üzerinde büyük bir güce sahip ki bizimle uğraşamıyor? Garip işler bunlar. Bizden ABD'ye hicret etmemizi Fatih Koleji'ndeki bir barkovizyon gösterisi sonrası Hocaefendi'nin yanından gelen bir ağabey istemişti. Ben de düşünmüştüm; bu resmen bir beyin göçü ve sermaye göçü... O zamanlar Hocaefendi için evden bile dışarı çıkmıyor denmişti. Ağabeylerimiz diyormuş ki "hocam zaten çok hastasın, bari bir çık bahçede dolaş" ama Hocamız hiç çıkmıyormuş. Aynı yıllarda yeşil.org adlı internet sitesinde Hocaefendi'nin boy boy dışarıda çekilmiş resmi yayınlanıyormuş da haberimiz yokmuş. Biz Hocamız'a üzülüp dua etmekle vaktimizi geçiriyorduk. Bir de tabi gelen emirleri eksiksiz yapmakla. Hocaefendi'nin Latif Erdoğan'a yazdırdığı "Küçük Dünyam" adlı kitabından en az bir kere yazılı sınav olmamış şakirt tanımıyorum ben. Anlamadığım bir nokta da bu işte. Yani sen ta Amerikalardan "diğergamlık" üzerine, "hizmette önde mükâfatta geri durma" üzerine göğüslerimize salvolar savur, sonra da çıkıp kendini anlatan kitaptan bizi belki beş belki on kere imtihan et. "İmtihan Dünyası" bu olmasa gerek. Halen "hizmette" aktif olan ve son derece de teslimiyetçi bir arkadaşım bir seferinde şunları söylemişti, ben de yanlışı o zaman fark etmiştim: "ne bu Hocaefendi, Hocaefendi ya... Allah var, Peygamber var ya" Hocaefendi, Hocaefendi, Hocaefendi... "Hocaefendi ne diyor bu konuda, Hocaefendi'nin çok mühim tespitleri var bu konuda, Hocaefendi bugün ne diyor, Hocaefendi'nin dediklerini artık herkul.org sitesinden günü gününe takip edebileceğiz arkadaşlar, Hocaefendi çok ciddi uyarıyor, Hocaefendi çok mübarek, Hocaefendi bizzat ilgilenmiş, Hocaefendi adını bizzat kendi koymuş, Hocaefendi derhal yapılsın istemiş, Hocaefendi, arkadaşlar dikkatli olsun demiş, Hocaefendi, arkadaşlar artık evlensin demiş, Hocaefendi, çocuk yapın demiş, Hocaefendi, İŞHAD'ı güçlendirin demiş, Hocaefendi, gazete tirajının bu haliyle karşıma çıkmayın demiş, Hocaefendi başı açık "ablalar" la da evlenilsin istemiş, Hocaefendi, bir dua etmiş maçın ikinci yarısı Galatasaray iki gol atarak Real Madrid'i devirmiş, Hocaefendi, Allah depremde İkitelli Medyası'nı "çiftetelli" gibi sallardı ama içlerinde mübarek gazeteler de var demiş, Hocaefendi üzülmüş, Hocaefendi çok kederlenmiş, Hocaefendi hastalanmış, Hocaefendi, Asya Finans Kredi Kartı alın demiş; Ulusal Televizyon ihalesi yapılacağı gün Asya Finans'ın kasasında o kadar para yokmuş, para lazımmış, Hocaefendi şunu demiş, Hocaefendi bunu demiş..." Bu konuşma tarzına sıradan bir "ışık evi"nde her gün rastlayabilirsiniz. Nurettin Veren'e gelince; "o ne pis bir adam öyle, tipi kayık, pis bir çıkarcı o, yalancı herifin teki" gibi yakıştırmalar yapıyorlar. Ve size şu kadarını söyleyeyim, bu insanları asla şartlandırıldıkları haricince bir şeye inandıramazsınız. Belki size abartı gelir ama ben biliyorum ki Hocaefendi bugün atlayın ve ölün dese sayıları binlere varabilecek kadarı bu emri de hiç çekinmeden yerine getirir. Nurettin Bey bu konuda ne söylese azdır. Hiçbir şey bu gerçek kadar sıra dışı değildir, yine bu gerçeğin tasvirleri bile. Sonuç ; Aklı başında herkesin de anlayabileceği gibi bu bir karşı devrim örgütlenmesidir. Devlet içinde koskoca bir devlettir. ABD ve AB çıkarlarına koşulsuz hizmet etmektedirler. Ayrıca birçok yerde yazıldığı gibi dergileri, radyoları, televizyonları, üniversiteleri, vakıfları, ışık evleri vs. her şeyleri vardır. Öyle ki savcıları, kaymakamları, valileri, emniyet müdürleri, öğretmenleri, doktorları, istihbaratçıları (ki bu konuya doymak bilmeyen bir iştahla yanaşmaktadırlar),askerleri, milletvekilleri, bakanları vardır. Hemen hemen her büyük partinin de desteği ile bu noktalara gelinmiştir. Bence yegâne çözüm bu örgütün tüm malvarlığına el konmasından geçer. Ama sorun şu ki; kim koyacak? Diğer insanlardan tüm bu olan biten son derece profesyonelce saklanmaktadır. Hatta çıkan yalan haberler bile buna en güzel şekilde hizmet etmektedir. Yok, Fethullah komandoları varmış; yok, kendilerini patlatacaklarmış, yok, hücre evleri varmış; tabancalar, tüfekler, bombalar varmış... Bu atmosfer onlara en çok yarayan ortamı oluşturuyor ve kendilerinin terörist olmadığını "muhabbet fedai"leri olduğunu insanlara yaymalarına yarıyor. Bu kişilerin ne yapmaya çalıştıkları çok iyi bilinmeli ve o kanaldan mücadele verilmelidir. Örgüt deşifre edildiğinde, ABD yerine başkasını bulmak için faaliyete geçecektir ve bu zannımca on yıl on beş yıl kadar bir zamanı alacaktır. Bu bir bölünme süreci olarak da yansıyabilir Fethullahçılara. Çünkü kurulu mekanizma en güzel şekilde işletilmektedir. Bir daha böyle bir mekanizmayı kurmak çok çaba gerektirir. Bölüp bir kısmını yine ABD emriyle kamuoyunda kötülemek diğer kısmıyla yola devam etmek ile de bu mücadeleyi verebilirler. Her ne yapılacak ise bu darbeden hemen sonra yapılmalıdır. Yani bir daha güçlenmesine fırsat verilmeden "meydana getirdiği boşluk" doldurulmalıdır. Ama dediğim gibi ilk iş; oyunu açığa çıkarmak ve "Ağababası" olan ABD'nin işlerliğini yitiren bu beşinci kolunu gözden çıkarmasını beklemek olacaktır... Şakirtler Cevapladı "Şakirt Anlatıyor" adlı maili yazan kişi çeşitli e-mail adreslerine ve eski Fethullahçı arkadaşlarına bu yazıyı atmış ve aşağıdaki cevapları almıştır... 1.Yorum: Az bile yapmışız. Evet, ben de bir şakirtim. Hem de senin "kıdemli Fethullah talebesi" dediğindenim. Biz bu ülkede yavaş yavaş ılımlı İslam'ı egemen kılacağız. Hocaefendi'nin mehdi olduğunu da bilmeyenlere Allah(cc) hidayet nasip eylesin. Ben cesurca söylüyorum işte, haydi ne yapacaksanız yapın... Evet, bir Askeriye kaldı tamamen sızmadığımız... Orada da şu veya bu şekilde varız! Siz buna gericilk, kadrolaşma deyin. Biz müslümanlığın egemen oluşu, kalb ve kafaların yavaş yavaş Kemer Beste-i Ubudiyet halinde Hakk'a yönelişi diyeceğiz. Ankara'yı tanımıyoruz. Ama artık alnı secde gören hükümetimiz sayesinde İstanbul'un yanında Ankara'da müslümanlaşıyor. Biz bir İstanbul hükümetinden, devletinden yanayız, o başka. Çünkü şanlı Osmanlı'yı yıkıp yerine solcu-komünist bir devlet kurdunuz. Ama artık sonuna yaklaştınız. Brüksel ve Washington sizi bitiriyor işte. Biz ise Avrupa Birliği'ni ve Amerika'yı da müslüman yapacağız. Onların harıl harıl Hocaefendi Hazretleri'nin kitaplarını okuduklarını nereden bileceksiniz? Siz cahilsiniz. 83 yıldır cahiliye devrini yaşattınız bu millete. Artık bitti. 2.Yorum: Şahsi durumlarınızla ilgili biyografiniz beni hiçbir şekilde ilgilendirmiyor.İzin almadan mail adresime böyle bir mail göndermenizde ayrı bir handikap. Lütfen kişisel düşüncelerinizi ve yaşamınızı kendi ortamınızda değerlendirin.Kişisel yaşamınız ve düşünceleriniz sadece sizi bağlamalı.lütfen birdaha Rahatsız etmeyiniz.(Şahsınızla ilgili olarak"Böyle rahatsızlık veren biri zaten kafasına göre takılıyor ve herkezi rahatsız eder" imajını uyandırıyor.) 3.Yorum: Sen Kimsin bilader bana mail atıyorsun seni tanımam etmem mail adresimi kimden aldın eğer söylersen sevinirim senin düşüncelerin sana benim düşüncelerim bana Bu arada Nurettin Veren dediğin adam hakkında bilmeni isterim karşındaki insanı inandırmak için tutarlı olmalı bir insan koyu dinciyim diyipte senelerce bir cemaatte kalıp sonra koyu kominist bir kanalda parada anlaşmaya çalışıp sonrada koministler tarafından bile dışlanıyorsa o adama inanana salak derler öncelikle bunu bil birde söylediğin yani yazdığın şeylere kendin bile inandığını zannetmiyorum insanlara iftira atarak bir yere varamassın en iyisimi sen bu işinden vazgeç kendi dünyanı kendine rezil etme bir daha banada mail atma Allah (c.c.) sana en kısa zamanda akıl fikir verir inşallah kal sağlıcakla
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
ABD'nin Güdümündeki Nurculuk ABD'de geliştirilen Büyük Ortadoğu Projesi'nin en önemli etabı "ılımlı İslam" siyasetinin gönüllü sözcüsü olan Gülen'in, bütün Türkiye'yi bir ağ gibi saran gizli örgütlenmesinin, sinsi hesaplarının ve yürütülen örtülü operasyonlarının deşifre edilmesi gerekiyor. Sığındıkları ve on yıldır yaşadıkları ABD'den Türkiye’ye karşı ihanet projeleri hazırlayanların; bölge ülkelerine yönelik kuşatma ve işgal planlarının parçası olanların; toplumun inançlarını istismar ederek, bunu sermaye ve iktidar gücüne dönüştürenlerin oyununun bozulması için herkesin üzerine düşen görevleri yapması, her şeyden önce bir vatandaşlık görevidir. İlkokulu dışarıdan bitirmiş, vaaz verirken ağlayıp, bayılan, Cumhuriyet Devrimi ve Atatürk'e kinle dolu gezici vaiz Fethullah Gülen, ne zaman başı sıkışmış ise ABD'ye kaçmıştır. 1950'lerden itibaren dünyanın efendiliğine soyunan ABD, kıtalararası imparatorluğunu sürdürmek için, her kıtasal din içinde kendisine bağlı bir tarikat örgütledi. Bu tarikatların hepsinin söylemi de aynı: Dinlerarası diyalog. Dinlerarası Diyalog, Fethullah Gülen'in CIA ile ilişkilerini sürdürmede kullandığı örtünün adı. CIA denetiminde yürütülen bu faaliyetin ilk başarılı örneği Moon tarikatıdır. 1951'de Kore'yi işgal eden ABD, Güney Kore'yi sömürgeleştirirken, sömürgeleştirmenin aracı olarak bir de Hıristiyan tarikatı kurdu. CIA'nın misyonerleri, bu tarikatı kullanarak Güney Kore nüfusunun yüzde 40'ını, Budistlikten vazgeçirip Hıristiyan yaptılar. Moon, işte bu tarikatın adıdır. Resmi adıyla söylersek; Birleştirme Kilisesi. CIA, Moon tarikatını kullanarak Dünya Anti Komünist Lig'ini örgütledi. Türkiye'de Komünizmle Mücadele Dernekleri, Dünya Anti Komünist Lig'inin uzantıları olarak kuruldu. Diğer cemaatler Kur'an kursu ve İmam Hatip Liseleri gibi doğrudan dini eğitim kurumlarına önem verirken, Fethullah Gülen cemaati, Turgut Özal döneminde, yurt içinde Anadolu liseleri ve kolejler açmaya başladı. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi üzerine Gülen örgütü uluslararası okullar atağına geçti. Gülen'in öncelik verdiği ülkeler son derece dikkat çekici: Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar. Yani Amerika’nın ilgi alanındaki bölge ve ülkeler. Nitekim 1992'den itibaren, öncelikle Orta Asya Türk cumhuriyetleri olmak üzere Kafkas ve Balkan cumhuriyetlerinde, "Fethullahçı" diye bilinen vakıf ve şirketler, art arda kolejler açtılar. Ardından Asya ve Afrika ülkeleri geldi. ABD'nin Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler Birliği’ni çökertmek için örgütlediği ve büyük olanaklarla yürüttüğü "CIA muhalefeti"nin, Gülen Örgütü'nün önünü açtığı net olarak saptanabiliyor. Sovyet bloğuna karşı yürütülen psikolojik savaşın en önemli aygıtı Hür Avrupa Radyosu, Fethullah Gülen'i bültenlerinin baş konusu yapıyor. Amerika’nın Sesi Radyosu’nun değişik lehçelerdeki Türkçe yayınlarında, Gülen ve misyonu döne döne övülüyor. Fethullah Gülen, 28 Şubat sürecinde panikledi. Uzun süre ABD'de kaldı. Hükümet ve CIA yetkilileriyle görüşmeler yaptı. Cumhuriyet Devrimi güçlerini, "Arkamda Amerika var" mesajı vererek tehdit etmeye çalıştı. İkinci Cumhuriyetçi köşe yazarlarını seferber ederek kendini Amerika’nın adamı olarak savundurttu. Nevval Sevindi'nin Sabah Kitapları’ndan çıkan, "Fethullah Gülen İle New York Sohbeti"nde ABD emperyalizmiyle Nur tarikatının bağı, açıkça dile getiriliyor. İşte kitaptan bazı seçmeler: "Amerika şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinden hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika ile iyi geçinmezseniz işinizi bozarlar. Amerika’nın bize yarım arpa kadar sadece bizim menfaatimize desteği yoktur. Buna rağmen şurada bulunmamıza izin veriyorsa, bu bizim için bir avantajsa, bu avantajı sağlıyor demektir." Yani her şey ortada... Fethullah'ın okullarının propagandası, "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar Türk dünyasının hizmetinde" sözleriyle yapılıyor. Oysa bu okullar, Türkiye Cumhuriyeti'nin değil, ABD'nin hizmetindedir. Gülen cemaati tarafından yurt dışında, özellikle de Türk Cumhuriyetlerinde açılan okullarda, diplomatik pasaportlu Amerikalı CIA ajanları, "İngilizce öğretmeni" diye barındırılıyor. Bu işbirliği, Türkiye'de yapılan üst düzey resmi bir toplantıda, bizzat Fethullahçı okul yöneticisi tarafından itiraf edildi. Toplantıda, dönemin Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam ve MIT temsilcisi de bulunduğu halde, olay karşısında sessiz kalındı. Durum, devletin resmi olarak yayımladığı kitapla da belgelendi. Yer, Ankara'daki Başkent Öğretmen Evi. Önemli bir toplantı yapılmaktadır. Ev sahibi, Milli Eğitim Bakanlığı Yurt Dışı Eğitim Öğretim Genel Müdürlüğü. Konu, yurt dışında açılan Türk okullarının sorunları. Toplantıya, başta Milli Eğitim Bakanı olmak üzere Bakanlığın bütün üst düzey bürokratları katılıyor. Dahası; Başbakanlıktan, MİT’ten, Dışişleri Bakanlığı’ndan temsilciler de katılımcılar arasında. Ve elbet, yurt dışında okul açmış vakıf ve özel şirket yetkilileri de hazır. Sıra, Özbekistan'daki 18 okulun sahibi gözüken Silm A.Ş.'nin yetkilisine gelir. Bu okullar da, "Fethullahçılara ait" diye bilinmektedir. Müdür, birçok talebini dile getirir. Sözlerini Amerika’nın Özbekistan'daki bir uygulamasını örnekleyerek bağlar. MEB'in yayımladığı "Yurt Dışında Açılan Özel Öğretim Kurumları Temsilcileri-İkinci Toplantısı" adlı kitabın 63-64. sayfalarından okuyalım: "Amerika Birleşik Devletleri, dostluk köprüsü adı altında getirdikleri 70 öğretmene diplomatik statü kazandırmışlardır. Biz de, eğer devletimiz, büyükelçiliğimiz, bu konuda diplomatik statü konusunda bize yardımcı olursa Türk öğretmenlerinin, Türk eğitim elemanlarının itibarlarının biraz daha artacağını zannediyoruz." Özbekistan’da diplomatik pasaportla bulunan ABD'li "öğretmen”lerin çoğu, Gülen cemaatinin okullarında çalışmaktadır. İngilizce dil "öğretmeni" olarak gözükmektedirler. Kırgızistan’da da 50-60 kadar Amerikalı "öğretmen" var. Bunlar da diplomatik pasaportlu. Ve Kırgızistan’da "Fethullahçı" diye bilinen okullarda "öğretmenlik" yapıyorlar. Gülen'in okulları, Adriyatik'ten sadece Çin'e kadar değil, Vietnam'a, Endonezya'ya kadar uzanmaktadır ve eğitim dili olarak da Türkçe’yi değil, İngilizce’yi kullanmaktadır. Özellikle hazırlık sınıflarında haftalık ortalama 24 saati bulan İngilizce derslerine, çoğu okulda ABD'li ve İngiliz "öğretmenler" giriyor. Gülen'in yurtdışındaki okullarında çalışan bine yakın ABD'li öğretmende, yalnızca devlet görevlilerine verilen ABD resmi pasaportu var. Çoğunluğu Türk Cumhuriyetleri'nde faaliyet yürüten okullardaki ABD'li öğretmenler, İngilizce adıyla "official passeport"a sahipler. Amerikan Eğitim Bakanlığı personeli olmayan ABD'li öğretmenlerin, normal olarak turist pasaportu sahibi olmaları gerekiyor. Ancak, Amerikan devleti, Gülen'in okullarında çalışanları resmi görevli sayıyor. Türkiye'deki karşılığı "yeşil pasaport" olan resmi görevli pasaportu, ABD'li öğretmenlere diplomatik dokunulmazlık sağlıyor. İşte ABD, işte Gülen... Bütün bunlara rağmen, hangi vatansever Türk vatandaşı hâlâ Gülen’in hizmetlerini savunabilir, anlamak çok güç...
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
İğneyle Uyanmak Ali Osman Kahya, elindeki iğneyi, koğuştaki öteki öğrencilerin şaşkın bakışları arasında Cengiz Kaypak'ın baldırına sapladı. Canhıraş çığlıklarla uyanan Cengiz, karşısında komiser Ali Osman Kahya'yı görünce, biraz sonra yiyeceği dayağın korkusuyla, iğnenin acısını unutup, hemen ranzadan aşağı indi ve tuvalete doğru yöneldi. Ancak, yolunu kesen komiserin tokatlarından kurtulamadı. Ali Osman Kahya, aşırı sert ve sinsi yanı ile tanındı. Göğüs kılları, hiç boşluk bırakmadan, tüm boğazını kaplayarak sakalları ile birleştiği için; öğrenciler arasında "kıllı" lakabıyla bilinen Ali Osman Kahya, sabahları geç uyanan, sigara içen "komünist" Öğrencilerin baş belasıydı. Aynı anda, aynı suçu işlerken yakaladığı öğrencilerden "mescitçi" ya da "Işık Evi müdavimi" olanları rapor etmez, "kara listesinde" bulunan 'komünist' öğrencileri rapor edip, ceza aldırırdı. Okul yönetimine ise "O öğrenci bir daha suç işlemeyeceği sözünü verdi. Takdir yetkimi kullandım ve onu rapor etmedim" diye savunma yapardı. İğneyle uyandırmak, geç uyananları uyandırma yöntemlerinden yalnızca biriydi. Başka silahlan da vardı. Bir başka nöbetinin sabahında yine CengIz'in koğuşuna daldığında bu kez. plastik bir kolonya şişesini silah olarak seçmişti. Cengiz'in yüzüne kolonya fışkırtarak uyandırdı. Dayak korkusuyla esas duruşa geçen Cengiz'e bu kez tokat atmadı. Öteki uyku düşkünlerini, aynı yönlemle uyandırmak için. gözleri kolon\anın yakıcı acısından yaşlar içinde kalan Cengiz'i Öylece bırakıp yürüdü, gitti. Bir başka Ali Osman Kahya nöbetinin sabahı. Bu kez elinde bir palaska vardı. Geç uyanan öğrencilerin hepsi palaska dayağından nasibini aldı. Ben de palaskadan kısmetime düşeni aldım. Ancak, öncekiler gibi pek de yaratıcı olamadığı bir başka nöbetinin sabahında. Cengiz'i uyandıracağım derken, az daha sakatlanıyordu. Üst ranzada yatan CengIz'in yüzünü, pikeyi kaldırmadan aradı, bulamadı. Kalça bölgesini hedef alıp, bastı şaplağı. 'Pofff' diye bir ses çıktı. Ama yataktan hiçbir hareket gelmedi. Ikinci sonra üçüncü tokadı yapıştırdı. Yine hareket görmeyince bu kez tekme atmaya çalıştı. Üst ranzaya boyu yetmediği için, dengesini yitirdi ve iki ayağı yerden kesildi. Büyük bir gürültüyle, sırt üstü beton zemine çakıldı. Canının acısı, kızgınlığını daha da arttırdı. Tırmanıp, üst ranzaya çıktı. Başladı tepinmeye. Ancak yataktan hiçbir ses. hiçbir kıpırtı yoktu. Işte o zaman pikeyi kaldırmayı akıl edebildi. Pikeyi çektiği anda koğuştaki öğrenciler, korkuyu bir yana bırakıp, bastılar kahkahayı. Cengiz, o sabah erkenden kalkmış, yatağının içine yastıkları bir insan görüntüsü gibi dizip, üzerine pikeyi örttükten sonra, gitmişti. Kalk borusundan önce kalkıp giyinen Cengiz Kaypak, erken uyanmış olmasına rağmen. Ali Osman'dan o sabah da sopa yemekten kurtulamadı. Hem de daha öncekilerden daha acımasızca atılan bir dayaktı. Ali Osman Kahya, yalnızca benim, Ender'in ya da Cengiz'in peşinde değildi. Uzun bir üstesi vardı. Kahya'nın Listedekiler, okulu bitirinceye kadar, inanması güç olaylar, korku dolu günler yaşadılar. Ali Osman Kahya, listesinde olanları yakından izliyor, her fırsatta ve her gerekçeyle rapor edip, ceza puanı almalarını sağlıyordu. Kahya ve yandaşı Öteki komiserler, en ufak olayda acımasızca dayak atıyor, öğrencilere göz açtırmıyorlardı. Sık, sık üst aramaları yapıyorlar, özellikle "komünist" öğrencilerin üzerinde başta sigara ve yasak yayın olmak üzere, rapor etmeye kanıt oluşturacak materyaller arıyorlardı. Ancak tek tek arama yapmak zor olduğu için, içlerinden birinin nöbetçi olduğu geceler, diğer yandaş komiserleriyle birlikte, toplu üst araması yaparlardı. Bu baskın aramalarda, öğrencilerin üzerlerinde, dolap ve sıra kapaklarında sigara, alkollü içecekler, yasak yayın aranırdı. Ancak, mescide devam edenler aramadan Önce bu komiserler tarafından uyarılırdı. Birkaç saat öncesinden gelen "arama yapılacağı" bilgisi bu topluluğa yakın olanların kulağına fısıldanır, önlem alınırdı. Ali Osman Kahya'yı, en çok uğraştıran Cengiz Kaypak ile polislik yaşantısı boyunca çok uğraşıldı. Kaypak'ın sicili bozuldu, rütbesi durduruldu. Cengiz'i 1996 yılında bir trafik kazasında yitirdik. Ali Osman Kahya ise Polis Koleji'nden sonra Ankara Emniyet Müdürlüğü bünyesinde çeşitli görevlerde bulundu. Ankara'dan sonra Horasan İlçe Emniyet Müdürü oldu. Şu anda bir taşra ilinde, İl Emniyet Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyor. Ali Osman Kahya için Emniyet Teşkilatı içinde genel kanı, 'Gülen Örgütünün önderlerinden biri' olduğu yönünde. Adı, İstihbarat raporlarından, müfettiş soruşturmalarına, Kırıkkale DGM'ye sunulan belgelere kadar her Gülen soruşturmasında yer aldı. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün yaptığı inceleme sonucunda hazırlanan ve Ankara DGM Savcılığına sunulan 'Işık Tarikatına' mensup polisler listesinde, Mustafa Aydın'dan sonra altıncı sırada Ali Osman Kahya'nın adı var. Yeşilay’cıya Sigara Tokadı Yoğunluğundan sigara içildiğini anladı. Doğruca Ender'e yöneldi: - Çıkart sigara paketini. - Bende paket yok, komiserim. Mustafa Sağlam, bir tokat attı ve "Sigara içiyordun" dedi. "Hayır" yanıtını alınca bir tokat daha attı. Yine, "Sigara içiyordun, kabul et" dedi. Ender, sigara içmediğini yineledi. Bir tokat daha geldi. Bu soru yanıt ve tokat ilişkisi aynı biçimde sürdü ve Sağlam, arka arkaya altı tokat attı. Tam yedinci tokadı atacaktı ki. 'tiryaki' dayanamadı: - O değil ben sigara içtim. Ender, hiç sigara içmez. Yeşilay'cıdır. Sağlam, durdu. Kaşlarını çattı. Bir süre ne yapacağına karar veremeden öylece kaldı. Ve sonra çıkıp gitti. Mustafa Sağlam, şu anda Emniyet Teşkilatı'nda Müdür. Adı, Ali Osman Kahya'nın adının beş sıra altına. 12. sıraya yazıldı. Elinde liste ile gezen yalnızca Ali Osman Kahya değildi. Listecilerden biri de Ender'in, Kurtuluş'taki 'Işık Evi'nde karşılaştığı Mustafa Sağlam'dı. Mustafa Sağlam, sessiz, ketum biriydi. 'Işık Evleri'nde eğitmen imam olarak tanındı. Öğrenci tavlamakla görevliydi. Ama Ender Gündüz'ü tavlayamamıştı. Bu nedenle okulda en çok Ender'in peşinde gezdi. 'Işık Evi'nden Kaçan İrticacı Olur... "Işık Evi" serüvenimizin üzerinden iki yıl geçti. Bir gün Ender'i ve beni yönetim katına çağırdılar. Müdürün odasında bir müfettiş vardı. İlkin Ender'i sorguya aldılar. Kapıda beş altı öğrenci daha vardı. Bizler ne olduğunu anlamadan, korku içinde bekliyorduk. İçerde olanları ise daha sonra Ender'den öğrendik: Müfettiş, sürekli irticacılıkla ilgili suçlamalar yöneltiyordu. Bir terslik vardı. Ender irticacı olmadığını kanıtlamak için açıklamalar yapıyordu ancak, müfettişi bir türlü inandıramıyordu. "Ben irticacı değilim, o eve zorla götürüldüm'' diye neredeyse bağırmak zorunda kaldı. Gözleri dolmuş, dizleri titremeye başlamıştı : - Oğlum, kendi el yazınla "Işık Evine" gittiğini açıklamışsın ya! İrtica toplantıları yapılan evlere gittiğini itiraf etmişsin. Ender bu sözler üzerine anladı, neden irticacı damgası yediğini: - Müdürüm ben o evlere zorla götürüldüm ve bir kez gittikten sonra gelip, ihbar ettim. Kapıda bekleyen arkadaşlarım da öyle. Sürekli gidenler, öğrenci götürenlerin hiçbiri burada değil. Müfettiş, şaşırdı. Ender'i o zaman dinlemeye başladı. Ender, yaşadıklarını, okulda yaşananları anlattı. Bildiği 'Işık Evi' sakinlerinin adlarını saydı. Soruşturma başlatılınca, okul yönetimi zor durumda kalmış, bu evlere gidenleri gizlemek için: 'Işık Evi' ihbarında bulunanların adlarını müfettişe vermişti. Ama o evlere sürekli gidenlerin, öğrenci götürenlerin adları nedense müfettişe verilen listede yoktu : - Tamam oğlum, sen git. Ben gerekeni yapacağım. Ender'den sonra bizi dinleyen müfettiş. Öykünün perde arkasını çok iyi anlamış olacak ki, düşünceli ve şefkatli bir ses tonuyla konuştu bizlerle. Birkaç ay sonra bu kez Polis Enstitüsü'nden Başkomiser İbrahim ve Kemal Özcan geldi. Yine aynı isimler çağırıldı. Yine ilk olarak Ender'i sorgu odasına aldılar. Yine aynı biçimde irticacılıkla, Gülen'in "Işık Evleri'ne gitmekle suçladılar. Ender, irticacı olmadığını kanıtlamak için, bu kez daha çok uğraştı. İbrahim başkomiser yakasından tutup, "Sen irticacısın, itiraf et, Etmezsen yakarım çıranı" diye dakikalarca sarstı. Sesi koridorda bekleyen bizlere kadar ulaşıyordu. Neden sonra sesler kesildi. Bir süre sonra Ender, panik halinde, korku dolu bakışlarla çıktı odadan. Ama Ender yine müfettişleri inandırmıştı. Koridorda bekleyen Öteki öğrencilerle görüşmediler bile. Hiç kimseye ceza gelmedi. Soruşturmanın genişlediğini ve çok uzun süren bu soruşturma sonrasında Mustafa Aydın başta bazı 'Işık Evi müdaviminin' altı ay kıdem durdurma gibi, küçük cezalar aldığını yıllar sonra, rastlantı eseri öğrendik. Polis Akademisi'ne geçtiğimizde Ender'in sınıf komiseri Mustafa Aydın oldu. İbrahim Azcan, K.K. Mustafa Sağlam da mezun olunca okula tayin edilmişlerdi. Ender'in 'Işık Evi' serüveni ve sonrasındaki ihbar unutulmamış olacak ki, sürekli olarak peşindeydiler. Sicil amiri Mustafa Aydın olduğu için Ender, her an tetikte yaşıyordu. Her adımına dikkat etmek zorundaydı. Okul takımında birlikte futbol oynadığı R.C.D. ile yakın bir ilişki kurmuştu. R.C.D. da Mustafa Aydın ile yakın dosttu. Daha sonra 'ülkücü' olduğu gerekçesiyle dışlandı. Ender, ceza alıp, okuldan atılmamak için R.C.D.'dan yardım istedi. Bir süre sonra yanıt geldi: - Ender, geçenlerde evde toplandık. Mustafa Aydın senin ihbarından dolayı altı ay ceza almış. Kendine çok dikkat et. Seni mahvedecekler. Ben bir şey yapamam. Ender, daha fazla özen göstermeye başladı, disipline. Her türlü baskıya karşı direnerek ama güçlükle bitirebildi okulu. Kurada İzmir'i çekti. Bu kentte, N.T.. A.B.. S.Ç. ile birlikte aynı evi paylaştı. Önce bir karakola, oradan Çevik Kuvvet Şubesi'ne atandı. Bu da yetmedi. aynı evde kaldığı üç arkadaşıyla birlikte Hakkari'ye gönderildi. Tüm bu olanlara karşın, iyi bir polis olabilmek için, direnmeyi sürdürdü. Twenty-four Ancak, dil sınavında yaşadıkları çileden çıkmasına yetti: İzmir'den 21 komiser yardımcısı, komiser ve baş komiser dil sınavı için sözlü sınava girdiler. Sınavda Ender'e adını, soyadını sordular. Söyledi. Sonra, "İngilizce biliyorsundur. Söyle bakalım 24 ne demek?" diye sordular. Onu da yanıtladı. Dışarı çıkarttılar. Ender'le birlikte aynı sınava başvuran, Talat Şahin de benzer bir sınav yaşadı. Sonuçlar açıklandığında yalnızca ikisi sınavı kazanamamıştı. İzmir Emniyet Müdürü devreye girdi. Ortaokul mezunu, kadrodan gelme komiserlerin tümünün kazanabildiği ingilizce sınavını Polis Koleji öğrencilerinin kazanamamasının nedenini araştırdı. Nedeni saptadı. Siyasi oyunlar oynanıyordu ve ''irticacı parmağı" vardı. Son anda liste değişti ve Ender ile Talat da sınavı kazandılar. Birlikte, Ankara'daki yazılı sınava girdiler. İzmir'den gelen ekip içinde, sadece Talat Şahin ile Ender Gündüz, sınavda başarılı oldu. Ötekiler elendi. Ender İspanya'ya, Talat, Moskova'ya görevli olarak gönderildi. Ama yaşadıkları, bu iki genç polisi mesleklerinden soğutmuştu. Talat, hiç dönmedi. Bir süre sonra istifa etti. Ender ise bir kez daha Türkiye'de şansını denedi. Kısa süre sonra "aynı zihniyetin baskısı" ile karşılaşınca, istifa edip, İspanya'ya döndü... Ender, şu anda İspanya'da yaşıyor. BM'ye bağlı uluslararası bir kuruluşun güvenlik şefi. Türkiye'den ve Türk polis yöneticilerinden göremediği ve hak ettiği ilgi ve saygıyı orada bulduğunu söylüyor. Türk polislerine değil ama yargıçlarına da bir mesajı var: - Fethullah Gülen davasında ifade vermek istiyorum... Talat Şahin de Moskova'da ticarete atıldı. 10 yıl kadar bu kentte yaşayan Talat, 2000 yılında Türkiye'ye döndü. Uluslararası ticaret yapıyor. "Işık Evleri" ile ilgili ihbarda bulunanlar, 'Işıkçı'lardan uzak durabilenler, evlere gitmeye karşı çıkanlar, tarikat tuzağına düşmekten kurtuldu. Ama, 'solcu' ve 'komünist' damgası yedi. Bir kısmı okuldan ve meslekten uzaklaştı. Güçlükle okulu bitirebilenler, polisin "üvey evlatları" olarak yaşam savaşı vermeyi sürdürdü. Bir çok arkadaşımız ise, o evlere gitmekten kaçınmadı. Gidenlerin büyük çoğunluğu da iyi bir "Fethullah Gülen hizmetkarı" oldu. Fethullah'a hizmetkar yetiştirmek için, öğrencileri "Işık Evleri"ne götüren başkaları da vardı.[/size]
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
Fethullah'ın Copları -2 (Zübeyir Kındıra) Işık Evi Çengeli Nursal Mutlu'yu bana ilk tanıştıran sınıf arkadaşlarım Mustafa Erdağ ile İsmail Kara'ydı. Nursal Mutlu'nun sesi yumuşaktı. Hiçbir zaman sesini yükselttiğine tanık olmadım. Karşısındakinin gözlerinin içine bakarak konuşuyor, asla kırıcı bir söz söylemiyordu. Üst sınıfların karşısında esas duruşta durulması gerekirken, Nursal esas duruş beklemiyordu. Üst sınıf gibi değil, konuştuğu kişinin devre arkadaşıymış gibi davranıyordu. Kısacası güven veren bir yapısı vardı. Oysa, Nursal'ın "o dönemin okul imamı" olduğunu öğrenmem ve bende uyandırdığı bu güvenin yok olması uzun sürmedi. Nursal Mutlu, benimle birlikte onlarca Polis Koleji öğrencisini 'Işık Evleri'ne götürdü. Bulgaristan doğumlu Nursal, bu grubun en ateşli ismiydi. Açık propaganda yapmaktan çekinmeyen, cemaatin felsefesinin öğrencilere aktarılmasında, "anlatıcı" rolünü ve görevini üstlenen Nursal Mutlu, "okul imamıydı." Tarikat bağlantısı saptanarak Emniyet Teşkilatından u-zaklaştırıldı. Bilebildiğimiz, bağlantısı saptanabilen ve hakkında işlem yapılıp, ilişkisi kesilen tek kişiydi Nursal... Nursal'ın bana tanıştırdığı Mustafa Bağrıaçık ve Abdullah Bostan da tıpkı kendisi gibi güler yüzle yaklaşıyorlardı, bizlere. Oysa. Mustafa Bağnaçık'ın aslında hiç de sakin yaratılışlı biri olmadığını daha sonraları gördük. Gerçek karakteri çok geçmeden ortaya çıkan Bağnaçık. öğrencilere karşı katı davranışları ve küfürlü konuşmaları ile anılarda yer etti. öğrencilere sık sık. "tükürürüm ağzına" diyen Bağrıaçık'ın, bu sözünü bir gün yerine de getirdiği teşkilat içinde kulaktan kulağa yayıldı. Bağrıaçık'ın, suçüstü yakaladığı bir öğrencinin ağzını zorla açtırarak, tükürdüğü hala konuşuluyor. Bağnaçık'ın adı. 28 Ağustos 1992 tarih ve B.05.1.EGM.4.-06.00.14.I1 l.ve Sor.(F).92.S303 sayılı Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığının Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne gönderdiği dava dosyasında yer aldı. Bu dosyaya eklenen listede 82'nci sırada adı yazılan Bağrıaçık, Polis Koleji ve ardından Polis Akademisi'nde öğrenci iken 'Işık Evleri'ne en sık gidip gelen ve bu evlere yeni öğrenciler götüren isimlerdendi. Polis Akademisi'ndeki öğrenciliği yıllarında kendisine, sınıf komiserleri içindeki yandaşları tarafından, okul içinde etkin ve ayrıcalıklı bir görev olan "baş mümessillik" görevi verildi. Baş mümessil olarak öğrenciler arasında ayrımcılık yaptığı, kendi yandaşlarını koruyup, "kendisi gibi düşünmeyenlere" karşı sert ve yanlı davranışlar gösterdiği, bir çok öğrenciyi haksız yere suçlayıp, ceza aldırdığı, 1992 yılında yapılan bir ihbarda ileri sürüldü. Bu ihbar sonucu soruşturma açıldı. Yukarıda belirtilen belge, bu soruşturma sonucunda hazırlandı. Bağrıaçık, öğrencilik yıllarındaki bu ayrıcalıklı görevini "başarı" ile yürüttüğü için, mezun olduktan sonra da "uzmanı olduğu yere", Polis Akademisi'ne ataması yapıldı. Hemen tüm 'Fethullahçı soruşturmaları'nda adı geçen Mustafa Bağrıaçık, yine kendisi gibi soruşturma dosyalarının tanınmış ismi Talip Tuncer ile yakın arkadaştı. Tuncer'in adı listede, Bağrıaçık'tan 40 sıra Önce yani, 42'nci sırada yer aldı. Bağrıaçık ile Talip Tuncer. yalnızca 1 yıl birlikte okudular, ama bu süre derin bir ilişki kurmalarına yetti. Bağrıaçık'ın. tarikatın verdiği "kızlardan polis olmamalı'' direktifini uygulamak için çalıştığı kayıtlara geçti. Izmir Polis Okulu sınavına görevli olarak giderken, örgütten geldiğini bildirdiği bir listeyi, diğer yandaşlarına gösterip, bu listedekilere sınavda yardımcı olunmasını da istedi. 1992 yılında yapılan Fethullahçı soruşturması-sonucunda ataması çıktı. Halen Şanlıurfa Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürü olarak çalışıyor. Abdullah Bostan. Bağrıaçık'ın aksine güler yüzlü görüntüsünü hiç bozmadı. Her zaman cana yakın kişiliğiyle sempati toplayan Bostan da 'Işık Evleri'ne en çok öğrenci götürenlerden biriydi. Halen Emniyet Teşkilatında müdür yardımcısı olarak görevde. Sınıf arkadaşlarımın tanıştırdığı, bu yeni yüzlerle çabucak arkadaş olduk. Ilerleyen günlerde, küçük topluluğumuz giderek kalabalıklaştı. Yeni yüzler, topluluğa katıldı. Sanırım, ekim ayının ikinci hafta sonuydu. Okula o yıl başlayan hazırlık devresine ilk kez hafta sonu izni verildi. Izinden önceki içtima için sıkı bir hazırlık yapılıyordu. Yatakhane koridorunda ayakkabılar boyanıyor, temiz giysiler giyiliyordu. Üst sınıflar çarşı (harici) giysilerini, hazırlık sınıfı öğrencileri, henüz resmi giysiler verilmediği için, sivil takım elbiselerini ütülüyordu. Bayrak töreni ve denetime hazır girmek için tüm öğrenciler bir telaş içindeydi. Büyük bir heyecanla hafta sonu neler yapacaklarını da konuşuyorlardı. Sinemalar, kızların takıldığı cafeler. Gençlik Parkı, Kızılay, ucuz yemek veren lokantalar sohbetlerin ana konusuydu. Mustafa Erdağ, Ismail Kara, Sabri Dilmaç ve Nursal Mutlu. hazırlık sınıfının yatakhane katında bir araya gelmişler, sessizce ve gizli gizli bir şeyler konuşuyorlardı. Sonra bir başka öğrenciyi yanlarına çağırıyor, kısa bir konuşma sonrası yeni birine yöneliyorlardı. Bir süre sonra bana doğru geldiler. Hafta sonu Polis Enstitüsü'nden ağabeylerle birlikte olacaklarını ve aralarında Gaziantepli bir hemşehrimin de olduğunu söylediler. 'Bizimle gel istersen' dedi Nursal. Ben, sinemaya gitmek istediğimi ve bazı arkadaşlarımla bu konuda sözleştiğimi söyledim. Nursal diretti: - Öğleden sonra da sinemaya gideriz. Hem Ankara'yı yeteri kadar bilmediğimi, bir arada olmanın izin gününü kolaylaştıracağını da sözlerine ekledi, öyle bir ısrar vardı ki. korkmamanın olanağı yoktu. Ama ısrar eden bir üst sınıftı. Zorunlu olarak önerilerine olumlu yanıt verdim. Cumartesi sabah kahvaltıdan sonra içtima yapıldı ve çıkış izni verildi. Mustafa. Ismail ve ben birlikte çıktık okuldan. Istanbul yoluna uzanan yokuşu indik. Atatürk Orman Çiftliği kavşağındaki otobüs durağına geldiğimizde Nursal Mutlu'yu , I.Y , Sabri Dilmaç, Lütfü Ersoy ve başka bazı hazırlık ve üst sınıf öğrencileri ile birlikte durakta bekler bulduk. Hemen yanlarında Mustafa Bağnaçık ve 7-8 kişilik bir başka grup vardı. O grup içinde T.Y., T.A. Z.Ç. ve başka bir çok Öğrenci vardı. Biz, Kızılay-Cebeci otobüsüne bindik. Biletlerimizi Nursal Mutlu dağıttı. Mustafa Bağnaçık ve yanındaki topluluk bir başka yöne giden otobüse bindi. Yolculuk sırasında Nursal'ın 2. sınıf öğrencileriyle fısıltı ile konuşmaları dikkat çekiciydi. Nedense Nursal'ın davranışları değişmişti. Topluluk içinde Özel bir rolü varmış gibi davranıyor, yanındakilerden bazıları da ona bu rolüne uygun karşılık veriyordu. Bu, acemi öğrencilerce "üst sınıf psikolojisi" olarak algılandı. Fısıltı ile konuşmalarının gizli bir gezintinin gereği olduğunu akşam okula dönerken anlayabildim. Biz, acemi öğrenciler ise yol boyunca yüksek sesle espriler yapıyor, şakalaşıyorduk. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden sonraki durakta indik. Sağdaki geniş ve yokuş caddeye saptık. Nursal, caddenin ikinci sokağının başında beklememizi söyledi. Biz beklerken, üst sınıftaki öteki öğrencilerle birlikte birkaç apartman ilerideki bir terzi dükkanına gittiler. Bir süre sonra sivil giysilerle geri döndüler.Ardından yürüyüş yeniden başladı. Yokuşun başındaki büyük camimin Önünden sola giren sokağa sapıldı. Bir çoğumuz hala nereye ve ne için gittiğimizi bilmiyorduk. Sokağın başında Nursal'm isteği üzerine küçük toplulukları bölündük. Iki hazırlık sınıfı öğrencisinin yanma bir üst sınıf Öğrenci verildi. Duvarlarında beyaz badana boyasıyla "MHP", "Kahrolsun Komünizm" yazılarının bulunduğu bir apartmandan içeri ayrı ayrı girdik. Tarikat Evi ve Ders Cebeci semtindeki "Işık Evi' birinci kattaydı ve sokağa bakıyordu. Evin her odası ve salonu halılarla kaplıydı. Eve girer girmez. 25 yaşlarında gülen bir yüz, yeni gelenleri karşıladı. BizI salona aldılar. Nursal en son gelen topluluktaydı. Nursal, eve girerken, konuklan karşılayan kişiye kadronun tamam olduğunu belirten bir işaret verdi. Herkes salona alındı. Salonda ikinci bir kişi vardı. Ve birkaç dakika sonra evin arka odalarından birinden gelip, konuklan selamladıktan sonra yine geldiği gibi. hızlıca salondan ayrılan başka bir kişi... Evde 15 kişi kadar olmuştuk. Önce, "selamünaleyküm" faslı geçildi. Memleketler, mezun olunan okullar, ailelerle ilgili sorular soruldu. Nedense o evdeki kişilerin soyadları yoktu. Ilk adlan da Ali. Ahmet, Ömer gibi çok bilinen türdendi. Çok geçmeden "din eğitimi" başlandı. Öğrencileri karşılayan kişi, kalın, yeşil ciltli bir kitabı kütüphaneden alıp. okumaya başladı. Ayakta okuyordu. Ilk ders "Allah'a açılan 11 Pencere" idi. Okuyucu, pencereleri ve anlamlarını tek tek. yavaş yavaş okuyordu. Her bölüm sonunda öğrencilere sorular soruyor, anlayıp anlamadıklarını denetliyordu. Ders öğle saatlerine kadar sürdü. Öğlen ezanı okununca derse ara verildi. Sessizce, ezan dinlendi ve ardından evin banyosuna topluca gidildi. Banyo, abdest alınması için özel olarak onarım görmüştü. Tıpkı camilerde olduğu gibi, rahatça abdest alınabilmesi için, oturulacak yerler yapılmış, kurna haline getirilmişti. Sıra halinde beş ya da altı musluk vardı. Yan yana abdest alındı. Abdest almasını bilmediğimi söylediğim Mustafa Erdağ, hemen yanıma oturdu ve abdest in nasıl alınacağını, alçak bir sesle öğretti. Sonra, salona serili seccadelerin başına geçip, saf tuttuk. Bu kez kitap okuyanın yanında sessizce durup, dersi "denetleyen" kişi, imam olarak talimatlar vermeye başladı. "Uyduk hazır olan imama" denilerek niyet edildi. O güne kadar hiç namaz kılmadığım için. yine Mustafa Erdağ'a dönüp, "Ben namaz kılmasını bilmiyorum" diye fısıldadım. Mustafa, aynı fısıltıyla yanıtladı beni: - Sus. Benim yaptıklarımı yap, yeter. Sonra öğrenirsin nasılsa! Acemice namaz kıldık. Namaz sonrası imam, yüksek sesle dua okudu. Ruhuna fatiha okunanlar arasında Said-i Nursi de vardı, din şehitleri de ... Ama ne Atatürk ne de Kurtuluş Savaşı şehitleri vardı. Namaz sonrasında, o ana kadar hiç görülmeyen iki kişi, salona bir yer sofrası açtı. Bu kişilerin, mutfakta çalışmakla görevli oldukları anlaşılıyordu. Kuru fasulye, pilav ve salatadan oluşan yemek yenildi. Yemek sonrası sigara içmek isteyen öğrencilere, tatlı-sert bir azar geldi. Sigara, dince 'mekruhtu' ve "o evde" sigara içmek yasaktı. Zaten üst sınıfların yanında sigara içmek Polis Koleji Disiplin Yönetmeliği'ne göre de suçtu. Diş fırçalamak yerine misvak kullanmak sünnet olduğu için, evin eski müdavimleri birer misvak çıkartıp, dişlerine sürtmeye başladılar. Yedeği olanlar, yeni öğrencilere misvak dağıttı. Bana da bir tane misvak düştü. Hiç zaman yitirilmeden dersin ikici bölümü başladı. Kitabın anlattığı "pencereler" okunup, yine "iyi anlaşıldı mı?" diye sorular soruldu. Ders okula dönme saatine yakın tamamlandı ve bir sonraki hafta sonu. öteki "pencereler"in tanıtılacağı bildirildi. Derslere sürekli gelinmesi sıkı sıkı öğütlendi. Namaz kıldıran kişi. yeni öğrencileriyle sırayla sohbet etti. Sohbetin amacının, hangi Öğrencinin eve geleceği sürdüreceğinin saptanması olduğu açıkça belli oluyordu. Sonra evden ayrılma zamanı geldiği bildirildi. Karşıladıkları gibi güler yüzle uğurladılar, bizi. Evden çıktığımızda şaşkınlık içindeydik. Haftalardır okulda kapalı kalan, çocuk yaştaki bu gençler ilk kez dışarı çıkıyor ve hiç bilmedikleri bir evde garip bir din dersi içinde günlerini geçiriyorlardı.Yine küçük topluluklara ayrılarak evden çıktık. Sinemaya, cafeye gidilecek zaman kalmamıştı. Üst sınıflar giysi değiştirdi ve okula dönüldü. Dönüş yolunda topluluk tümüyle dağıldı ve okula ayrı ayrı girildi. O akşam, öğrencilerden bazıları bir tuzağın içine düştüklerini anlayıp, yaşadığı serüveni başkaları ile paylaştı. Böylece, "tarikat evlerine" giden başka öğrenciler de olduğu ortaya çıktı. Bursalı , güleç yüzlü, başarılı bir emniyet amiri olarak şu anda görevde olan Tuncer Avcı ve Tekirdağlı Ender Gündüz de 'Işık Evleri'ne götürülenlerden yalnızca ikisiydi. Sıra arkadaşlarım olduğu için akşam etüdünde o gün yaşadığım "garip" deneyimi onlarla paylaştım. Ender, kendisinin de o evlerden birine götürüldüğünü anlattı: İyi Gezmeler Çocuklar "Size Ankara'yı gezdireyim" dedi. son sınıf Öğrencisi Mustafa Aydın. Ender, ağabeyi Mustafa'nın 'gezme' derken, 'Işık Evi' gezmesini kastettiğini nereden bilebilirdi ki? Lütfü Ersoy, K.D. Sabri Dilmaç ve Ender, birlikte çıktılar, gezmeye! Okuldan çıkarken, 2. sınıf öğrencisi H.C. ile karşılaştılar: - Nereye gidiyorsun? - Mustafa ağabey bize Ankara'yı gezdirecek. - Tabii. Mustafa ağabeyiniz sizi iyi gezdirir! Sesindeki kızgınlığa, bakışlarındaki Öfkeye bir anlam veremediler ve Mustafa ağabeyleri ile gezmeye gittiler. Nerede gezeceklerini bilmeden. Oysa H.C. Mustafa Aydm'ın "toy öğrencileri" nerede gezdireceğini çok iyi biliyordu. Aydın, yeni öğrenci kazanma ve onları 'Işık Evleri'ne götürmekle görevli olanların önde gelenlerindendi. Öğrencilik yıllarında sürdürdüğü bu çalışması sonrasında mezun olur olmaz Polis Akademisi'ne sınıf komiseri olarak atandı. Mescide gitmeyenlerin korkulu rüyasıydı. Adı Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün hazırladığı "Fethullahçı Polisler Listesinde" beşinci sıraya yazıldı. Mustafa Aydın, Ender ve arkadaşlarını Polis Koleji'nden alıp, doğruca Polis Enstitüsü'ne götürdü. Öğrenciler okulun bahçesinde beklerken, Mustafa Aydın okul kapısına kadar yürüdü. Orada birileriyle konuştu. Bahçede bekleyen yeni arkadaşlarım gösterip, bîr şeyler anlattı. Sonra birlikte yürüyerek, Kızılay'a, oradan Kurtuluş Parkı yönüne gittiler. "Yorulduk" diyerek, TED Koleji yanındaki bir parka oturdular. Rastlantı bu ya; tam da o sırada bir Polis Enstitüsü öğrencisi geldi. Mustafa Aydın ve Sabrı Dilmaç"ı adıyla selamladı. Ötekilere yalnızca selam verdi. "Ne yapıyorsunuz burada?" diye sordu. Mustafa Aydın. "Yorulduk, dinleniyoruz. Kardeşlerimize Ankara'yı gezdiriyorum" diye yanıtladı. Enstitü öğrencisi. "Şu yakında bizim bir evimiz var. Üzerime sivil giysilerimi giyeyim. Sonra birlikte gezeriz" dedi. Birlikte yürümeye başladılar. TED Koieji'nin birkaç yüz metre yakınındaki bir eve gittiler. Ender, kapı girişinde çok sayıda ayakkabı görünce, "Ağabey, sizin konuklarınız var, galiba. Biz girmeyelim" diyecek oldu; ama daha sözünü bitirmeden, olumsuz yanıt geldi. "Olur mu? Girin. Yabancı kimse olmaz bu evde" diyerek, neredeyse zorla yeni arkadaşlarını eve aldılar. Eve girdiklerinde: sağ taraftaki odada ilahi sesleri duydular. Odada kalabalık bir topluluğun video ya da ses kasetinden ilahi dinlediği anlaşılıyordu. Yeni gelenleri sol taraftaki odaya götürdüler. Taban, yeşil ve mavi halılarla kaplıydı. Odada sadece sedir, kanepe türü oturacak eşyalar vardı ve başka hiçbir eşya yoktu. Odada yalnızca, Polis Enstitüsü 2. sınıf öğrencisi Mustafa Sağlam, vardı. Yeni gelenler odaya girince Sağlam, "Hoş geldiniz kardeşler" diyerek, yer gösterdi. Selamlaşma bitmeden, sakallı biri daha geldi odaya. "ODTÜ'lü bir öğrenci arkadaş" diye tanıtıldı. Yeni gelenleri tanıtmak görevi de Mustafa Aydın'a düştü. "Ender kardeş. Lütfü kardeş..." diye. konukları tanıştırdı. Ama Sabri Dilmaç'ı tanıştırmadı. Sakallı, Sabri'yi önceden tanıyordu ve "Hoş geldin Sabri kardeş" diye selamladı onu. Sakallı, hiç zaman yitirmeden hemen bir kitap çıkarttı ve "Biraz kitap okuyalım" diyerek, okumaya başladı. Cennet, cehennem, namaz, günah gibi kavramları anlatıyordu, kitap. Ender'in hoşuna gitmedi. En iyisi dinliyormuş gibi görünüp, dinlememekti. Ilgisiz şeyler düşünmeye başladı. Dalıp gitti. Ama Sakallı hemen anladı, dinlenmediğini: "Sen yeşil gözlü. En son ne dedim?" Ender, şaşırdı. Yanıt veremedi. Sakallı, son okuduğu bölümü bir daha yineledi. Yine sordu. Yine yanıt alamadı. Ama o hiç kızmadan, sabırla bir daha okudu, sonra bir daha sordu. Ta ki, Ender, okuduğunu sözcük sözcük yineleyene, "anladım" diyene kadar, sürdü bu durum. Sakallı, hiç kızmadı, ses tonunu hiç yükseltmedi, "yeşil gözlü çocuk" anlayana kadar sabırla, yeniden okudu aynı tümceleri. Sakallının dersi saatlerce sürdü. Bir süre sonra, kitap okumayı bıraktı ve "Yemek zamanı" dedi. Sofra kuruldu. Yemekte, 'Işık Evleri'nin alışılmış yemekleri, kuru fasulye, pilav ve salata vardı. Içecek olarak su ikram edildi. Ender, yemeğin içinde muska, okunmuş su olabileceği endişesiyle, yemedi. "Karnım aç değil" diyerek, bir köşede oturup bekledi. Sıkılana Hacı Bayram Gezintisi "Ağabey ben sıkıldım, gitmek istiyorum" dedi Ender. Yemek sofrası kalktıktan hemen sonra. Sesinde bir kızgınlık vardı. Bunun üzerine Aydın, sakallıya baktı. Aldığı işaret sonrasında. "Haydi hep birlikte gidelim" dedi ve evden çıktılar. Ve, Ankara'yı tanımayı sürdürdüler. Ama tanıdıkları yer, Hacı Bayram Camii oldu. Hacı Bayram yokuşunda Mustafa Aydın, bir kitapçıya girdi. Bir süre bir şeyler konuştuktan sonra geldi ve yol arkadaşlarını. Cami'nin içine götürdü. Lütfü, K.D. ve Sabri, Mustafa Aydın'la birlikte abdest alıp, namaz kıldılar. Ender'i de zorladılar. Ama Ender, "Ben namaz kılmasını bilmiyorum" diye, geri çevirdi bu öneriyi. Mustafa Aydın ise Enderle yan yana namaz kılmak için diretti: "Olsun. Önemi yok. Bizi izlersin." Ama Ender'e kabul ettiremedi namaz kılmayı. Ötekiler namaz kılarken, Ender bahçede bekledi. Ender, bu 'gezmeden' oldukça tedirgin olmuştu. Okula dönüş zamanı geldiğinde, en çok sevinen de oydu. Polis Kole-ji'nin kapısından girer girmez, doğruca H.C.'in yanında aldı soluğu. H.C. "İyi gezdirdi mi sizi Mustafa ağabeyin?" diye sordu. Kızgındı. Ender, ürkek, pişman ve korku içinde yaşadıklarını anlatınca; daha da kızdı. Olanları okul yönetimine anlatmasını önerdi. Ender, kendisine bir zarar gelmeyeceğine inanınca, o gece nöbetçi olan Selami komisere gittiler. Komiser, Ender'i dikkatle dinledi. Sonra, "Sen merak etme koçum, hallederiz. Şimdi git. bir daha da bu tiplerle bir yere gitme" dedi. İhbarcılar 'Sakıncalılar Listesinde' Neredeyse tıpatıp aynı "Işık Evi serüveni' yaşadığımız Ender'in öyküsünün sonunda, okul yönetimine durumu anlatması bana da güven verdi. Üst sınıftan, "tarikatçılarla" ilgisi olmayan, "iyi ağabeylere" gidip yardım istemek konusunda anlaştık. Gece etüdünden sonra üst sınıftan H.C. O. T. ve Ş. B.'ye olanları anlattık. Bir daha o evlere gitmek istemediğimi söyledim. "Artık bize emanetsiniz, korkmayın bir daha size yaklaşamazlar" diye garanti verdiler. Gerçekten de yaklaşamadılar. Ama o günden sonra peşimizden de ayrılmadılar. Bir süre sonra okul yönetiminden bizi çağırdılar. Ender Gündüz, KD. T.A. ve başka bazı arkadaşlarla birlikte komiserlere "Işık Evi" konusunda yazılı şikayet dilekçesi verdik. Bizleri o evlere götürenleri, bizimle giden devre arkadaşlarımızın kimler olduğunu ve dahası o evlere gitmeyi sürdürenleri tek tek yazdık, Bizden dilekçe aldıktan bir hafta sonra Selami komiserin başka bir kente ataması çıktı. Okuldan ayrılırken bizi yanına çağırıp, "Ben başka bir yere atandım, gidiyorum. Ama şikayet dilekçenizi işleme koyduk. Ahmet Kocabal komiseriniz ilgilenecek. Onunla konuşun" dedi. Ahmet Kocabal'a ve Savaş komiserlere gittik, ifademizi yineledik. Ancak, bu görüşmeden bir hafta sonra Ahmet Kocabal'ııı da atama yazısı geldi. Yaptığımız ihbarın atanan komiserlerimizin anılarında kalacağını sanıyorduk. Ama öyle olmadı. Dilekçelerimiz bir yerlere gitmişti. Ama bizim amacımıza uygun sonuç doğuracak yerler değildi. Şikayetimizin hangi amaca hizmet ettiğini daha sonra anladık: Giden komiserlerin yerine atanan yeni komiserlere verilen "Sakıncalılar Listesi"ne girmemize hizmet etmişti, dilekçelerimiz. Bir süre sonra okula yeni atanan komiserlerden Ali Osman Kahya, Ender Gündüz koridorda karşılaştı. Kahya, Polis Koleji'nde göreve başlayalı, yalnızca birkaç gün olmuştu. Bu karşılaşma sırasında yaşananlardan "Sakıncalılar Listesi"ne girdiğimizi net olarak anladık. Ali Osman Kahya. "Sen Ender Gündüz müsün?" diye sordu. Ender, "Evet" dedi. "Tekirdağlısın değil mi?" diye ikinci sorusunu sordu. Ona da olumlu yanıt alınca. Kahya, başını "Sen görürsün" gibilerinden salladı ve gitti. O günden sonra da her an Ender'in peşinde oldu. Ender, bu olayı bize anlattıktan sonra. Kahya'nın bana davranışlarına daha dikkatle bakmaya başladım. Gerçekten de Polis Koleji yıllarımda en çok peşimde olan, beni en fazla rapor edip, ceza aldıran ve en çok tokat yediğim komiser, Ali Osman Kahya oldu. Tabii ki, yalnızca ben değildim Kahya'nın listesinde olan. Kahya, okulun "en acımasız komiseri" adını da boşa almadı:
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
Fethullah’ın Copları -1 (Zübeyir Kındıra) Şarj Evleri Ankaralı olmayan bazı öğrenciler de gidecek bir "ev" bulmuşlardı. Sonraları 'Işık Evleri' olarak literatüre geçecek 'Nurcu Tarikatı'nın evleri başta olmak üzere Süleymancı, Nakşibendi tarikatlarının 'dershane' adı verilen evleriydi bunlar. Bu evlere giden birçok Polis Koleji öğrencisi olduğunu tüm öğrenciler ve okul yönetimi de biliyordu. Ancak, o tarihlerde bunu engellemek ya da soruşturma açmak için doğrudan ve ciddi sayılabilecek bir girişim yapılmadı. Çünkü, henüz rahatsızlık verecek bir boyuta ulaşmamıştı ve "rejime yönelik tehlike" oluşturacak bir yanı olduğu düşünülmüyordu. Yıllar geçtikçe devletin hemen tüm kurumlarında ve yargı organlarında, 'tehlike' olarak algılanan bu evlerle ilgili inceleme, araştırma hatta soruşturma açılabildi. Ama biraz geç kalındı. Çünkü, o tarihlerde bu evlere gidenler ve orada yetişenler artık, bu 'Işık Evleri' ile ilgili açılacak soruşturmaları engelleyebilecek, amacından saptırabilecek güce sahip oldular. 'Işık Evleri", Gülen örgütlenmesinin temelidir. Gülen, kendi ideolojisine göre İnsan yetiştirmek, genç beyinleri yıkamak için "eğitim ve öğretim" amacıyla kullandığı bu evlere; vaazlarında ve kitaplarında 'Işık Evi' dışında başka adlar da verir. 'Şarj Evleri', 'İbn-i Erkam Evleri' bu adlardandır. 'Şarj' sözcüğü bilerek seçilmiş bir sözcüktür. 'İbn-i Erkam' ise İslam tarihine dayanılarak verilen bir addır. İbn-i Erkam sahabedir. Yani Hazreti Muhammet döneminde yaşayan Müslümanlardan biridir. İslam tarihçilerine göre; İbn-i Erkam herkesin dışladığı, birlikte görünmekten, konuşmaktan kaçındığı bir dönemde Muhammet'i evine almıştır. Bu nedenle evi nurla, yani ışıkla dolmuştur. Gülen 'İbn-i Erkam evlerinde' yetişmeden, sabırla pişip olgunlaşmadan yapılan her işin "ham hayal" olduğunu savunur. Gülen'e göre bu evler "Müjde ve muşlunun en karanlık ve karamsar günlerinde billur bir avize gibi asılı durduğu, hiyerarşik sistemin, yaratılışa uygun prensiplerin devlet bazında temsil edilmesinin İlk adımı, ilk şartı olan evlerdir.", "Ahir zamanda gelerek dini tahrip eden deccalin bir daha hortlamak üzere öldürüldüğü evdir." Gülen'in vaazlarında ve kitaplarında anlattığı 'Işık Evleri', bu cemaatin hücreleri durumundadır. Fethullah Gülen'in bu evlerle ilgili söyledikleri ve yazdıkları oldukça ilginç. Gülen'in 'Günler Baharı Soluklarken Çağ ve Nesil-5' adlı kitabından "Işık Evleri" ile ilgili anlattıkları şöyle: "Işık evler, ışık süvarilerinin kışlaları, hak erenlerin halvethane ve zaviyeleri, gözlerini ilim ve marifetle açıp-kapayan kudsilerin varidat iklimleridir. Tadını, havasını, rengini, rahiyasını ötelerden bulan ışık evler, dünyada, ıtkba yamaçlarına kurulmuş ve fızikötesi alemlerin rasathaneleri gibidirler. Onların aydınlık ikliminde en müptedi insanlar bile, mikro alemin en sırlı koridorlarında rahatlıkla dolaşabilir... ve makro alemin en girift , en ürpertici derinliklerini bir solukta geçer; geçer de, hareket noktasının aydınlığı sayesinde kara deliklerin merkezine ışıktan tahtlar kurarak inanca açık sinelere tefekkür, ma 'rifet ve zevk-i ruhani tayfları salarlar. " Gülen'in tanımlamasına bakınca bu evlerde yetişenlerin, insanüstü varlıklar biçimine dönüştüğü düşünülebilir. Gülen'in sözlerini sürdürelim: "Işık evler, hangi şehir, hangi mahalle ve hangi sokakta bulunursa bulunsun Ötelere açık iç yapılarının renizi olan kapıları, pencereleri ve binaların ön cephesinden caddeye sarkan cumbaları gibi balkonlarıyla, her zaman emsali evlerden birkaç adım ötede bulundukları hissini uyarır ve sonsuza açılmaya namzet ruhlar için adeta birer terminal, birer liman vazifesi gördüklerini hatırlatırlar... ışık evler çevrelerindeki bina yığınları itibariyle, tıpkı hale içindeki yıldızlar topluluğuna nur ayetini tefsir eden bir mehtap veya ebedi nur, ebedi huzur arayanların firdevslere ulaştırma yolunda kurulmuş birer han gibidirler..." Gülen, evleri övmeyi sürdürürken, büyülü, mistik bir hava vermeyi; şiirin ve müziğin etkisini kullanmayı da unutmaz: "Bu evlerde herkes hemen her zaman, tabii, düşüncesinin berraklığı ölçüsünde hem kendi benliğinin derinliklerinden hem de bütün varlığın ruhundan kopup gelen bir şiiri dinler gibi olur... ve yine bu evlerde, uyanık her gönül, ışık çağından günümüze kadar uzayıp gelen renk renk ve asırlara sinmiş, pek çok hatıraların, hatıraların bağrında tüllenen hülyaların inşirah veren veya inleten birer name haline geldiğini duvar hisseder... Bu evlerde idrak edilen aydınlık gün ve gecelerin içinde insan adeta bir saadet rüyası yaşar... bu büyülü dünyada her şeyi neş 'eye , sevince çeviren Öyle sihirli anlar ve dakikalar olur ki, insan buğu buğu dört bir yandan gelip ruhunu saran bayıltıcı mutluluklar karşısında, muvakkaten dahi olsa, dünyada olduğunu unutur ve hu tatlı rüyadan kat 'iyen uyandırılmak istemez..- " Gülen'in "Işık Evleri" ile ilgili sözleri Hasan Sabbalvın sahte cennetine ne kadar da benziyor? Gülen, daha da ileri giderek, cennet esintilerinin bu "Işık Evlerinde" estiğini ileri sürecek kadar abartılı sözler söyleyebiliyor: "Bu evlerde, imanı, ibadeti, duayı, zikri, fikri, uhuvveti, vefayı ötelere ait derinlikleri ile dııyup-yaşama bahtiyarlığına erenler, adeta her an yeniden doğar, baharlar gibi duygularıyla ye.şerir, derken çeşit çeşit varidatla dolgunlaşan o kendilerine has hava, bütün gönüllerin bir saadet va'diyle kaplar ve çok defa onların, hayra açık sinelerinde Cennet yaylarının ferahlatıcı esintileri duyulur. Onların nazarında, yeryüzündeki bütün toplanıp-dağılmalar. gelip-gitmeler, askerin kışlada, talebenin mektepte toplanıp dağılmasından, gelip gitmesinden farksızdır. Toplanırken talim ve terbiye için toplanırlar; dağılırken de bu kışla ve bu mektepte elek ettikleri teiniz duygu, nezih düşünce, güzel ahlak, imanlı fazilet ve Yaradan 'la irtibatlarının mükafatını almak için dağılırlar....Işık evlerinde hava kararıp, gece o sihirli atmosferiyle her yanı sarınca, birden bire her şeyin dili ve edası değişir; her ses, her kalp atışlarının ritmine uyar, her söz bir büyü halini alır... açık beyan yerini remizlere, işaretlere bırakır... ve evin içi sabah saatlerinde güneşe uyanan bir kovana döner... derken sırlı ve sihirli gelip gitmeler başlar. Çiçek- kovan arası gelip-giden arılar gibi ışık almak ışık vermek ve nurdan düşüncelerle petekler örmek için bu büyülü konup kalkmalar ta gece yarılarına kadar sürer... Işık evler gelmiş-geçmiş mukaddes binaların en veliidu, en doğurganıdırlar; oralarda ışığa uyanan herkes, hemen karanlıkla hesaplaşmaya geçer. Bu itibarladır ki. ışık evlerinin çoğalıp gelişmesi tasavvurlar üstü ve hendesidir...ne asırlık karanlık düşünceler ne her yerde onlar için bir tuzak kurup bekleyen karanlık ruhlar ne de onları yakın takibe alan dış kaynaklı sapık zihniyetler, birer tecelli sırrı ile zuhur eden bu aydınlık evlerin çoğalma hızını engelleyemez ve onların önünü kesemez...Nasıl kesebilir ki, onlar...sürekli gelişip çoğalmaya göre programlanmıştır... " Gülen'in 'Işık Evleri' ve 'Işık Süvarileri' deyimleri, "karanlık güçlerle" mücadele için bu evlerden mutlaka geçmek gerektiği yolundaki yönlendirmeleri, bu evlerin insan ruhuna verdiği mutluluk duygularını abartılı bir şekilde sunuşu, dikkate değer. Bir mücadele, kavga varsa, bu kavganın iki tarafı olması gerek. Gülen'in "asırlık karanlık güç" diye tanımladığı, kavganın öteki tarafı rejim ve varolan rejimde erki elinde tutanlar değil midir? 'Gülen'in talebelerine' "her yerde tuzak kurup bekleyen" varolan rejimden başka ne olabilir ? Gülen "Işık Evlerinin" geçmişine, cemaate yaptığı hizmetler ve büyüyüp, gelişmesine ilişkin düşüncelerini de şöyle dile getiriyor: "...evet, baskının baskıların ve baskın ihtimallerinin tehdidi altında bile ışık süvarileri hiçbir zaman ışık etrafında bir araya gelmekten, ışık alıp-vermekten, ışık solumaktan, ışıkla gerilmekten ve zulmetlerin bağrına ışık göndermekten geri kalmadılar... Işık evlerinin, kudret ve irade esintileriyle tohumlar gibi dört bir yana saçılıp, zuhur ve tecelli yamaçlarında çoğalmasıyla, hikmet ve inayet düzlüklerinde büyüyüp gelişmeleri, gelişip kabuk değiştirmeleri aynı zamana rastlar. Evet, belli bir döneme kadar birer birer, ikişer ikişer çoğalan ışık evler mübarek bir zaman diliminde birdenbire hendesi katlanmaya geçer ve onar onar. yirmişer yirmişer artmaya başlar...ve yine aynı dönemde, küçük ünitelerin yanında, aynı zevk aynı rahiya, aynı tad, aynı hava ve aynı ruhta, tıpkı birerli kandillerin yerine çok lambalı avizelerin alması gibi bu minik hizmet yuvalarının yerlerini daha kompleks ışık kaynakları ve birerli yıldız mahiyetindeki münferit evlerin yerlerini de içinde güneşlerin kol gezdiği galaksiler gibi, bütün dünyayı kucaklayan entegre ışık evleri alır... Evet, bugün büyüğüyle-küçüğüyle' ışık evler yıllar ve yıllar imana, imandaki huzur ve itmi'nana susamış gönüllere rahmet yüklü bulutlar gibi. gönderdiği bol bol 'ab-ı haya!' re insanımızın gönül tepelerine saldığı marifet, muhabbet, ruhani zevk şualarıyla diriliş üfleyen bir İsrafil sür'u ve vicdanlarını şahlandıran Cebrail solukları olmuştur. Evet. onlara uğrayanlarda pek çok menfi hisler silinmiş, İnat ve karşı koyma düşünceleri kırılmış, müdavimleri de kendilerini, cennet koridorlarında temaşadan temaşaya koşan seyyahlar gibi görmeye, hissetmeye başlamışlardır... ... Onların ışık evlerin derinliklerinde hissettikleri, hissedip yaşadıkları rengarenk hayatı, onlarla ayın duygu ve aynı düşünceyi paylaşmayanların ... hele şartlanmış dimağların, bedenine yenik düşmüş ruhların kendi çalım ve gururu altında ezilmiş bahtsızların duyup anlamaları mümkün değildir. Her akşam, işinden, okulundan . dairesinden ayrılıp bir "vaha "ya koşuyor gibi. ışık evlere koşup gelenler, bu evlerin kendilerine has büyüleyici duygularına dalar, şurada-hurada zihinlerine ilişen kötü duygu ve tutkulardan sıyrılır başları cennetlere ulaşmış gibi derin bir huzura ererler. Her akşam ve her vazife dönüşü ışık evlerin müdavimleri için, hayata yeniden dönüş ve kendilerini idrak ediş demektir... Biz hepimiz, mabetleşen bu ışık evlerin gölgesinde varolmanın, yaşamanın, ümitlenmenin, ölçülü bulunmanın ne demek olduğunu daha iyi anlar, kendimizce hayatı daha derinden kavrar ve varlığı daha farklı buluruz. Güya her gün onlara ulaşacağımız ana kadar birer kadavraymışız da onlara ulaşınca, kudretten ilahi nefhalara ermiş gibi, dirilip, başkalaşıp ötelere uyanıp ve birer mana insanı haline geldiğimizi hissederiz... bizler, çok defa bu sihirli muhitte, hazların en erişilmezine, itmi'nan ve sükunun en baş döndürücülerine erer, her şeyi bir aşk'ü şevk neşvesi içinde tanır, duyar ve kendi kendimize, 'yoksa bu yaşadığımız hayat cennet hayatı mı? " diye mırıldanırız. Bugün bu sahip olduğumuz bütün müesseseler; bir dönemde yokluğun bağrına atılan bir küçük çekirdekten meydana gelmiş devasa bir ağaca benzetilebilir. Evet, karanlıkların birbirini takip ettiği bu dönemde yakılan bir mum misali, açılan küçücük hücreler, ardından ışık evler ve daha büyük kompleksler tıpkı Hz.. Muhammed'in nurunun bir sperm mahiyetinde ilk sebep olarak bütün arz ve semanın esasını teşkil ettiği gibi, onur-u a zamın vesayetinde avın şeyi yapmışlardır. İlk dönem itibariyle Islami tebliğ ve irşad hareketinin başlangıcına baktığımızda Allah Rasülü de bu işe hu tür evlerle başlamıştır. Evet bir evle başlamıştır...Emeviler de. Ömer Abdülaziz etrafına aldığı üç-beş insanla ve mini bir hücreyle işe başlamıştır...İmanı Gazali de aynı yolu takip etmiştir. Aslında ilk ışık çağında İmam rabbani're, ondan da günümüzün büyük çilekeşi Beddiüzzüman Hazretlerine kadar, belli dönemlerde ümmet-i muhammed'e mürşitlik yapan bütün üstün kametler hep aynı yolu takip etmişlerdir. " Gülen kendisini, sıraladığı İslam tarihinin bu önemli isimleriyle özdeşleştirip, "Işık Evleri" sistemini kurdu. Polis Koleji öğrencileri de bu "Işık Evleri" ile ilk tanışan ve en çok giden topluluğu oluşturdu. Polis Koleji'nin ilk hazırlık sınıfı öğrencileri olan devre arkadaşlarımın ve sonraki yıllarda gelen alt devrelerimizin götürüldüğü bu 'Işık Evleri', Cebeci, Demetevler, Aydınlıkevler, Keçiören, Abidinpaşa gibi kenar semtlerde, gözden uzak yerlerdeydi: Hafta İzinlerinde Nurculuk Dersi "Medrese, zaviye gibi işleyen 'Şarj Evleri'... Bu evler meçhul evlerdir. Bu evler sizin bildiğiniz gibi evler, minaresi olan, ezan okunduğu zaman herkesin içine girdiği malum evler değildir. Meçhul ev. Kelime karakteristik olarak seçilmişi ir. Belirsiz evlerdir. Bunlar belli olmazlar, çünkü o evlere girip,çıkan insanlar yakın takiptedirler. Elden geldiğince evler kamufle edilmelidir." Fethullah Gülen 1979 yılı Polis Koleji için her açıdan önemli bir yıldı. Polis Koleji dört yıllık öğretim süresi uygulamasını o yıl, ilk kez başlattı. Koleje ilk hazırlık sınıfı öğrencileri geldi. Hazırlık sınıfında sadece yabancı dil eğitimi verilecekti. Haftada 50 saate yakın dil eğitimi veriliyordu. Bunun için okul kadrosuna İngilizce ve Almanca dili üzerine uzman çok deneyimli öğretmenler alındı. Dil laboratuvarları kuruldu. Yeni öğrenciler için yeni bir sınıf katı oluşturuldu. Bu sınıflar onarımdan geçirildi. Duvar boyaları yenilendi. Yeni sıralar getirtildi. Soft adında, o yıllarda Hacettepe Üniversitesi filoloji bölümü öğrencilerinin öğreniminde kullanılan özel kitaplar alındı. Hazırlık sınıfı öğrencileri için hazırlanan dershaneler, eksiksiz ve tertemizdi. Ancak bu arada, bu öğrenciler için okul dışında da yeni 'dershaneler' oluşturulmuştu. Bu dershaneler, "hayır sahiplerinin” ve vakıfların desteğiyle Ankara'nın çeşitli semtlerinde kiralanan evlerdi. Gülen'in 'Işık Evleri', 'dershaneleri' için potansiyel öğrenciler Polis Koleji'ne gelmişti ama henüz 'dershaneye' götürülecek kıvamda değillerdi. Polis Koleji'nde ders yılının başladığı ilk günlerde, 'kıvama getirme' çalışmaları başladı. Önceki yıllarda bu dershanelere giden, bu dershanelerin mevcudunun arttırılması için birilerince, "adam kazanmakla" görevlendirilen üst sınıf ağabeyler, hazırlık sınıfı öğrencileri arasında 'adam kapma' ya da 'şarja uygun olanları seçme' işine giriştiler. Okulun zemin katında, kalorifer dairesinin hemen üstünde ve mutfağın karşısında bulunan mescidi kendi renklerinde olan öğrencileri saptamak, kıvama getirmek için kullandılar. Sonraları 'imam' sıfatıyla karşımıza çıkacak bu kişiler, bir başka ve daha doğru deyişle 'Işıkçılar' gizli, sessiz ama bir o kadar da sistemli bir uğraşı içindeydi. Gürültü çıkartmıyorlar, güçlerini sergilemekten kaçınıyorlar, sürekli olarak mağrur, hoşgörülü, kaderci bir görüntüde ama sıkı bir biçimde çalışıyorlardı. Gösteriş onların işi değildi. Onlar 'ilahi bir inanışın' verdiği psikoloji içinde ve 'imamlarından aldıkları talimatlar' doğrultusunda her gün yeni bir genci saflarına katmaya çalışıyorlardı. Bunun için mescide gelen hazırlık sınıfı öğrencileri ile derhal temasa geçildi. Bu kişiler yakın izlemeye alındı. Bu öğrenciler aracılığıyla, mescide gelmeyen ancak, ideolojik eğilimi kendilerine yakın, ailesi dindar olan öğrencileri belirlemeye çalıştılar. İlk hafta sonu iznine çıkmadan önce eve götürülecek hazırlık ve 1. sınıf öğrencileri saptandı. Üzerinde günler, haftalar boyu çalışılmış çocukları, ürkütmemek için, "Polis Enstitüsü'nden -yeni adıyla Poiis Akademisi- hemşehrin de gelecek. Sizi tanıştırırız. Enstitülü ağabeylerin evi var. Oraya gidip, yemek yiyeceğiz, sohbet edeceğiz" aldatmacasıyla evlere davet ettiler. Bazıları da, yabancı oldukları Ankara'yı "tanıtma", "rehberlik etme" bahanesiyle kandırılarak, 'Işık Evleri'ne götürüldü. Mescide gidenler ve rengini açıkça ortaya koyan öğrenciler "din alimi ağabeylerle tanışacağız" denilerek 'Işık Evleri'ne götürülmeye hazır hale getirilirdi. Bir kez götürülen ve 'Işık Evleri'ne uygun olan öğrencilere, yeni öğrenciler bulması ve üst sınıftaki deneyimli imam ağabeyleriyle tanıştırması görevi verildi. Çoğu yoksul olan bu çocuklara, gidecekleri evde yemek yenileceğinin söylenmesi, gidilecek yerin çekiciliğini arttırıyordu. Üstelik üst sınıflarla iletişim kuruluyor, korunmaya almıyorlardı. Bu psikoloji bile genç öğrencilerin, istemeseler de evlere götürülmelerine karşı çıkmamaları için yeterliydi. Bu öğrenciler, tarikatın eğitim sorumlusu olan üst sınıftan bir 'ağabey' gözetiminde topluca okuldan çıkartılırdı. Otobüs ya da dolmuş paraları, görevli ağabeyce karşılanarak, gidilecek semte götürülürdü. Gidilen evler, kenar semtlerde, gözden uzak sokaklardaydı. Evlerin bulunduğu sokak başlarında gözcüler, eve baskın yapılması olasılığına karşılık sürekli olarak nöbet tutarlardı. 1979 yılı ve izleyen yıllarda 'Işık Evleri'ne öğrenci götürme sistemli bir hale geldi. 1979 yılında hazırlık sınıfına başlayan öğrencilere yönelik "adam kazanma" yöntemi, henüz birkaç yıllık, yeni bir uygulama olsa da, başarıyla yürütüldü. O yıldan sonra da bu operasyon hız ve güç kazanarak sürdü. 1979 yılında Gülen'in 'Şarj Evleri'ne, yalanlarla öğrenci götürenler ve bu grubun içinde olanların hemen tümü hala Emniyet Teşkilatı içinde en kritik noktalarda görev yapıyorlar. Müfettiş raporlarında, MİT kayıtlarında, MGK'ya sunulan belgelerde 'Fethullahçı' olarak gösterilen polisin, komiser, amir ve müdürlerinin büyük çoğunluğu bu dönemde 'Işık Evleri'nde yetiştirilenlerdir. Bu polislerin adları, o dönemdeki çalışmaları ve ilişkileri gün geçtikçe daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu kişilerin, ilişkilerini ve çalışmalarını bugün de sürdürdükleri biliniyor. 80'li yıllarda 'Işık Evleri'ne yeni öğrenci götüren ve ders aldıranlar arasında olanlar; daha sonra Emniyet Teşkilatının önemli kademelerinde görev yaptılar. Kuşkusuz, o dönemde 'Işık Evleri'ne gidenlerin hepsi Fethullahçı olmadı. Ama büyük çoğunluğunun adı kayıtlara Fethullahçı olarak geçti. Bu kişilerin öğrencilik yıllarında başlayan 'faaliyetleri' kimi zaman komik denilebilecek kadar garip, kimi zaman da acılarla dolu ilginç anılar olarak belleklere yer etti. Polis Koleji ve Polis Akademisi'nde öğrenim gördükleri dönemde ve sonraki yıllarda 'Işık Evleri'ne gidenler, öğrenci götürenler ve daha sonra adları müfettiş raporlarına, yargı dosyalarına geçenler, 'Işık Evleri'ne götürüldükten sonra "tuzağa düştüm" diye şikayette bulunanlar, 'Işık Evleri'ni kendi çıkarı için kullananlar ve "Işık Evleri'ne yalnızca dinsel inançları için gidip, cemaatle ilişki kurmayanlarla ilgili bir çok anım var... 5 Puanlık Fethullah Duası "Eğer Hoca efendinin duasını okursan, sınavda 5 puanın garanti. Geri kalan 5 puanı da kendin alırsın artık" dedi, son sınıf öğrencisi Nursal Mutlu. "Bak. İsmail'in, Ayhan'ın dersleri kötüydü. Duayı ezberlediler, şimdi her sınavda yüksek not alıyorlar" diye de duanın gücünü ve inandırıcılığını vurgulamaya çalıştı. "Peki . Ver o zaman ben de okuyayım" dedim. Nursal, "o kadar kolay değil" der gibi. yüzüme baktı: - Olmaz, öyle şey! Sen, hem çok ham, hem de kapkarasın.Önce aklanman gerek. Süt gibi aklanınca duayı veririm. Bizden uzak durmamalısın, mescide gidip namazını kılmalısın, risale ezberlemelisin. Ayrıca, hafta sonlan kız peşinde koşacağına, tiyatro sinema gibi yerlere gidip, günah İşleyeceğine bizimle birlikte eve gelip, ders dinlemen gerek. Ondan sonra bu duayı sana da veririm. - Sen ver. Yarınki sınavda deneyeyim, Eğer dediğin gibiyse,bir daha hiçbir namazı, dersi kaçırmam, söz. Söz verdim ama kandıramadım. "Sınıf geçiren mucize duayı" İsmail ya da Ayhan'dan alabilirdim, belki. Ama Nursal duayı kendisi vermediği gibi; yandaşlarına da duayı bana vermemeleri konusunda öğütte bulundu. Nursal'dan izinsiz duayı elde etmem olanaksızdı... Kuşkusuz, o yaşlarda, sınıfımı emeksiz, mucizeye dayanan bir biçimde geçmek düşü çok hoştu. Öteki arkadaşlarım da, bu "mucize duayı" elde edince: neler yapabileceklerinin düşüyle yanıp tutuşuyorlardı. Yalnızca sınıf geçilmezdi bu duayla. Sevmediğimiz kişilerin başına bela, sevdiklerimize mucize armağanlar sunabilirdik. Belki, güzel kızları kendimize aşık eder, kolay para bile kazanabilirdik. Yolculuğa çıkmadan okunursa, kazadan korunur, sigara içerken ya da nöbette uyurken, komiserlere yakalanmazdık. Bütünlemeye kalmayacağımız için güzel, kesintisiz bir yaz tatili geçirirdik. "Mucize duayı" elde edemedim. Nursal Mutlu, bana yalnızca bu duanın varlığından ve yapabileceklerinden söz etti. Benim için gerisi gelmedi. Çünkü 'Işık Evi'ne gidişime rehberlik eden Nursal Mutlu ile o günden sonra bir daha karşılaşmamaya özen göstermiş, tüm çağrılarını karşılıksız bırakmıştım. Dahası, beni "Işık Evi'ne götürenlerle ilgili okul yönetimine şikayette bile bulunmuştum. Sanıyorum, bu konuşmayı yaparken; kendisiyle ilgili şikayette bulunduğumu bilmiyordu. Aradan geçen bir yıl içinde de bir kez bile kendileri ile konuşmamış, bir daha görüşmemiş, 'Işık Evi'ne ikinci kez gitmemiş biri olarak, şimdi, küçük bir sohbet sonrası, "büyük ödüle" konabilecek kadar şanslı olduğumu düşünmem çok da akilci değildi. "Öğretmenlerin gözünü bağlayacak duayı" bana vereceğine hiç de inanmadan, istekte bulunmuştum. Böyle bir dua olabileceğine inanmam için onu alıp. denemem, sonucunu görmem gerekiyordu. Duayı ben alamadım ama devre arkadaşlarımdan bir çoğu. derslerinde bu dua nedeniyle başanlı olduklarına inanmamız için bize yeminler ettiler. Sınav öncesi duayı içlerinden üç kez okuduklarında, birdenbire zihinlerinin açıldığını, kitapta bir kez okuyup geçtikleri konuların gözlerinin Önüne geldiğini ileri sürüyorlardı. Belki de Nursal, gerçekten bir dua verdi bu arkadaşlarımıza. Belki de psikolojik bir etkisi vardır. Bunu bilemem. Polis Koleji öğrencilerinin, "zihin açan bir dua" okuyarak, sınavda başarılı olduklarına inanmaları, inanılmaz gelebilir. Ama bu gerçekti ve bu tür inanışlarla yetişen Polis Koleji Öğrencileri şu anda Emniyet Teşkilatının en kritik noktalarında suçlu avındalar. Acaba şimdi de dua okuyarak suçluları bulunacaklarına mı inanıyorlardır? 21 Kuru Üzüm O yıllarda Nursal ve yandaşlarının, "mucizeler yaratan dualarının" dışında başka ilginçlikleri de vardı. Örneğin; Nursal ve yandaşlarının öncülük ettiği, sabah kahvaltısından önce 21 adet kuru üzüm yemek moda olmuştu. Neredeyse her öğrencinin dolabında kuru üzüm bulunur, sabah yataktan çıkınca ilk iş olarak üzüm yenilirdi. Ulus meydanındaki kuruyemişçi, Polis Koleji öğrencilerine kuru üzüm yetiştiremiyordu. Hafta sonlan yüzlerce öğrenci kuru üzüm. paketleri ile okula dönüyordu. Çekirdeksiz kuru üzüm bulanlar şanslıydı. Üzüm paketleri yatakhanelerdeki dolaplarda korunuyordu. Sabahları, üzümcü öğrenciler yatağından kalkar kalkmaz, dolabını açıyor ve üzüm saymaya başlıyordu. En kötüsü, birbirine yapışan üzümlerin, uykulu gözlerle fark edilmemesiydi. 21 adet kuru üzüm yemek sünnetti. 20 ya da 22 olması sünneti bozardı. Bu nedenle sayım işlemi inanılmaz bir dikkatle yapılırdı. Yatakhane katında her sabah kuru üzüm sayan öğrenciler komik bir görüntü oluşturuyordu. Bu görüntüyü alay konusu yapanlara ise "Amerikalı bilim adamları araştırmışlar. Sabahları ilk yenen yiyeceğin vitamini doğruca beyne gidiyormuş. Beynin gereksinim duyduğu tüm vitaminler de kuru üzümde varmış. Hafızayı güçlendiriyor, dersleri daha iyi algılamamıza yardımcı oluyor. Hazreti Muhammet her sabah 21 üzüm yerdi. Bu nedenle güçlü bir hafızası vardı. Siz de yapın. Peygamberin yaptığını yapmak, sevaptır. Hem hafızanızı güçlendirir, derslerinizde başarılı olursunuz hem de sevap kazanırsınız " diye savunma getiriyorlardı. Modanın aşırı bir biçimde yaygınlaştığı bir gün sabah etüdünde Tuncerin, "Bu nasıl sünnet? Peygamberin de her sabah 21 adet kuru üzüm yediğini söylüyorsunuz ama Arabistan çölünde üzüm yetişiyor muydu acaba? Hiç düşündünüz mü?" diye sorması kafaları karıştırdı. Tuncer'in sorusuna yanıt veremeyen devremizin üzümcüleri, etüt arasında üst sınıf ağabeylerinden, büyük bir olasılıkla Nursal Mutlu'dan yanıtı öğrenip, bir sonraki etüt saatine yetiştirdiler: - Üzüm ve hurma aynı türden meyvelerdir. Peygamberimiz hurma yermiş. Biz hurma bulamayız. Üzüm yemek sünnete aykırı değil. Beynin alacağı vitaminde de eksiklik olmaz. Çünkü, hurma da üzüm de aynı vitaminleri içeriyor. Önemli olan niyettir. Üzümü, hurma niyetine yediğinizi düşünmeniz sevap kazanmanız için yeterlidir. Buyrun... Tuncer'in bu tür soruları oldukça çoktu. Bir başka gün. Hz. Muhammet'in çok akıllı olduğunu söyledi. Mescitçi arkadaşlarımız, kulak kesildiler: - Bence, o dönemde Araplar temizliğe dikkat etmiyorlar diye Muhammet, "günde 5 defa abdest alın" diyerek, hijyeni öğretti. Spor yapmıyorlar diye günde 5 defa egzersiz yapmalarını sağladı. Hac ziyaretini ticaretin gelişmesi amacıyla zorunlu saydı. Tuncer'in bu sözleri üzerine sınıfta büyük bir tartışma hatta küfürleşme yaşanmıştı. Üzümcülerin. Tuncer'e yönelik kızgınlıkları uzun süre dinmedi. Sanıyorum hala da dinmemiştir...
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
Özetle "Fethullah Gülen" Can Dündar'ın "Neden" adlı programında konu aldığı tarikat-cemaat-siyaset bahsinden sonra internetteki köşesine gelen bir yorum: Fethullah Gülen ya da kendisinin uydurduğu ismiyle M. Fethullah Gülen bugün “ağababası” olan ABD’de ikamet etmektedir. Misyonu çok özeldir lakin vazgeçilmez değildir. Ağababası, bu “okyanusun diğer tarafındaki cenap hazretlerinin” faaliyetleri ve gerçek amacı deşifre edilince mutlaka yerine yenisini koyacaktır. Türkiye’de sendikal olmayan, sivil toplum hareketi olmayan aynı şekilde parti, tarikat, devlet olmayan bir hareketi vardır. Aslında “yok”tur ama bir kanser tümörü gibi her yanı sarmıştır ve olabildiğince “var”dır. Müritleri doğacak çocuklarının isimlerine kadar “Hoca Efendi”lerine sorarak hareket ederler. Aşırı teslimiyetçidirler. Okulları Dünya’nın en canlı ABD casus kaynaklarıdır. Rusya’dan ve diğer Türki Cumhuriyetlerden hızla uzaklaştırılmalarının sebebi okullarda İngilizce öğretmeni adı altında faaliyet gösteren bu ajanlardır. Yeşil kuşaktan sonra ABD’nin tanımıyla ortaya çıkan Terörist Müslüman-Ilımlı Müslüman kutuplaşmasının ılımlılık tarafındaki rolünü üstlenmiştir. Himmet adını verdikleri para toplama merasimlerinde “azat kabul etmez köleleri” milyarları tek gecede toplamaktadır. Bank Asya’ya dönüştürülen özel finans kurumu bu paraları aklama vazifesini üstlenmiştir. Hoca Efendi hazretlerininki bir din yorumundan çok yeni bir din tanımıdır. Bu sebeple 1998 yılında yeni bir Kuran bastırmıştır. 800 bin basılan bu yeni “kitap” her sayfasında açıklama adı altında içine serpiştirilmiş 498 adet İncil ve Tevrat alıntısıyla göz doldurmaktadır... Rakamlardan söz açılmışken; 94 ülkede 730 okulu vardır her sene 900 bin kişi değişik adlarla Türkiye’nin her yanında faaliyet gösteren üniversite hazırlık kurslarına gitmektedir. Oks hazırlık kursları bu rakamlardan hariçtir. Gazetelerini hemen hemen her ülkede, o ülkenin dilinde basılı şekilde bulabilirsiniz. Ayrıca dergiler, radyolar, televizyonlar, üniversiteler, vakıflar, ışık evleri vs. her şeyleri vardır. Öyle ki savcıları, kaymakamları, valileri, emniyet müdürleri, öğretmenleri, doktorları, istihbaratçıları(ki bu konuya doymak bilmeyen bir iştahla yanaşmaktadır),askerleri, milletvekilleri, bakanları vardır. Ayrıca buraya ne kadar yazsak azdır. Sonuçta bu bir karşı devrim hareketidir. Postalsız, üniformasız işgaldir. Kültürel-moral gücünün denetimi ve yıkımıdır. Çok büyük bir ekonomik güç din gücü ile birleşmiştir. Vitrin başka, mutfak başkadır demek isterdim ama artık pişirdiklerini sergilemekten çekineceği ortam ortadan kalktığı için her şey ayan beyan ortadadır. http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=3471
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
BİR HAYATIN ANATOMiSİ Cemaatin maskesi düştü Soğuk ve güneşsiz bir kış günü, Fethullah Gülen ve cemaati hakkında bilgi almak üzere .... ... Vakfı’na gidiyoruz, kendimizi tanıtıp G. Hanım ile randevumuz olduğunu söylediğimizde orta boylu, buğday tenli, özellikle çekiğimsi parlak kahverengi gözlerinden kökleri Kuzey Asya’ya dayandığı çok belli, güler yüzlü, düzgün dişli, kısa saçlı, sakalsız , bıyıksız genç bizi karşılıyor. Sıcak bir tavırla elini uzatıyor bize : “Merhaba ben S. Ö.” Bu genç ile tanışmamız pek çok şeyin dönüm noktası oluyor. Cemaatin korkunç ve karanlık yüzünü görüyoruz. Hizmet, iyilik, güzellik adı altında tüm yaptıklarının asıl amacı tek tek ortaya çıkıyor. Belgeler, kasetler, videolar buluyoruz. Bu genci nereden tanıyorum? Bizi üst kattaki toplantı odasına çıkarıyor, bu genci nereden tanıdığımı düşünüyorum. Toplantı odasında önümüze gazete kupürleri ile dolu dosyalar koyuyor. Biz buraya Fethullah Gülen ve cemaatini araştırmak için geldik aslında ama S.Ö. ile de koyu bir sohbet başlıyor. Bize farklı boyutlar açan, gerçekleri önümüze seren bir sohbet.... Karşımızda cemaatin canlı bir tanığının oturduğunu farkediyoruz. Heyecanla saatler boyu konuşuyor. Onu nereden tanıdığımı hatırlıyorum: Nurculardan ayrılıp “Hocanın Okulları “ adlı kitabı yazan, çeşitli tv kanallarında programlara katılan gençlerden biri S.Ö. Bize hikayesini anlatıyor. Öncelikle çok tehdit aldığını bu yüzden sürekli tip değiştirdiğini, bazen saçlarını uzatıp sarıya boyadığını , bazen sakal , bıyık bıraktığını, tanınmamak için şekilden şekile girdiğini söylüyor. Atatürk sevgisi İki eşli, 16 çocuklu , yoksul bir aileden gelen S.’ın hikayesi Adana’nın Osmaniye İlçesinde (şimdilerde il olmuş) ortaokulu birincilikle bitirdiğinde başlıyor. En büyük hayali okuyup asker olmakmış. Askerlikle ilgili filmleri izlemek için, kendi evlerinde televizyo olmadığından, komşunun televizyonunu gören bir ağacın tepesine çıkarmış, “Bu sevda uğruna ağaçtan düştüğüm çok oldu!” diyor. İlkokulda ona Atatürk sevgisi aşılanmış, Atatürk’ün komutan kişiliğine hayran kalarak büyümüş, onu örnek almış, asker olabilmek için var gücü ile derslerine çalışmış. Hatta diyor “Bir keresinde babam beni ilkokuldan sonra okutmayıp bir matbaacının yanına vermek istemişti ama ben o küçücük yaşımda babamla aklı başında bir büyük adam gibi konuştum ve onu hem çalışıp hem okumam konusunda ikna ettim. Kendisine sadece benim ortaokula kaydımı yaptırmasını söyledim, okul, kitap, defter parası istemeyeceğime söz verdim.” Okuma savaşı Ortaokulda inşaatlarda çalışıp okul parasını çıkarıyor, özellikle yaz tatillerinde çalışıp okul için para biriktirip ailesine yük olmuyor. İki eşli olan babası bir gece bir eşinde bir gece diğerinde kalır ve elektrik parası gelmesin diye saat akşam altıda tüm ışıkları söndürürmüş. Bu yüzden S. birer gece aralıkla ders çalışabilmiş ve ders çalıştığı akşamlar diğerinin acısını çıkarmak için sabahlamış. Bu azimli, zeki çocuğun okuma mücadelesine hayran kalıyoruz. Askeri okula girme hayalleri Nihayet ortaokul biter ve askeri okul sınavına girmek için S.Ö. İstanbul’a gelir, Gültepe’de abisinin yanına yerleşir. Tam o sırada nereden haber aldıklarını ve kim olduklarını bilmediği bazı insanlar nazikçe onu ziyaret ederler. Abi dediği bu kişiler onun askeri okul sınavına gireceğini bilmekte ve kazanmasını heyecanla istemektedir. Abiler , Serhat’a İstanbul’u gezdirir, özellikle camilere, tarihi yerlere götürürler, çok iyi davranırlar. Hatta Deniz Harp okulu sınavına 1-2 gün kala onu ders çalıştırırlar. İzmir’e gidiş Amcasının sabıka kaydı nedeniyle sınavı kazandığı halde Askeri okula kaydı yapılmaz. Bunun üzerine memleketine yani Osmaniye’ye dönmekten başka seçeneği kalmadığını düşünür. Ama Nurcu abiler onu bırakmazlar. İzmir’de lise okumasını , onu finanse edeceklerini İzmir’in en iyi lisesi olan Atatürk Lisesi’ne göndereceklerini , yüzme havuzlu, deniz manzaralı, spor salonlu evlerde kalacağını söylerler. Arkadaşı imam hatipi 1. likle bitiren İsmail Özdemir’e de İzmir Yamanlar Lisesi vaadedilir. Bunun için memleketlerine gidip ortaokul diplomalarını almaları ve ailelerine de bir şey söylememeleri gerekmektedir. Neticede çocuklar diplomalarını alırlar ancak aileleri ile bağlarını kopartırlar. Artık geri dönüş yoktur. Öğrenci yurdu Türkiye’nin çeşitli yerlerinden toplanmış, hepsi de okul birincisi 30-40 öğrenci, kabası yeni bitmiş, inşaat halindeki bir yurda yerleştirilir. Hepsi de kendilerine söylenen konforlu, lüks binanın nerede olduğunu merak etmektedirler. Abileri onlara sadece bir hafta kadar bu yurtta kalacaklarını söyleseler de bu söz tutulmaz , Serhat da dahil tüm öğrenciler lise bitene dek bu inşaatta kalırlar. Hatta inşaat işlerine yardım ettirilirler... S.Ö. ve arkadaşları arada abiye kendisine vaadedilen yüzme havuzunun nerede olduğunu sorarlar, abi de onları kurna başına götürüp, “İşte yüzme havuzu ! Ancak buranın bir özelliği var, burada sadece abdest alınır...!” der. Öğrenciler spor salonunu sorduklarında ise mescide götürülürler ve “Burası da spor salonunuz, ancak bir özelliği var, burada sadece namaz kılınır..!” denir. Her namazın 1 saat sürdüğü, ibadet ve beyin yıkama toplantıları ile zamanların geçtiği, sapık düşüncelerin genç beyinlere yavaş yavaş işlendiği esaret yılları başlar. Teknik hata.... S.Ö.'ın, Atatürk Lisesi yerine İzmir’de Şirinyer Lisesine kaydı yaptırılır. Buna gerekçeleri “teknik hata olması” ....Yine aynı teknik hatalarla kabası ancak bitmiş bir inşaatta kalacaktır. Serhat’ın yıllarca süregelecek hayal kırıklığı böylece İzmir’e gelir gelmez başlamıştır. Her halde Nurcular Allah’ı, cenneti, cehennemi, günahı sevabı fazla kafalarına takmamakta , böylece bol keseden yalan atmaktalar. Nasıl insan harcadıklarını Serhat ile konuşurken görüp, gerçekten de bu acımasızlık, katılık karşısında diyecek söz bulamadık. Namaz kılmamanın cezası Namaz ve tüm ibadetler yurtta mutlaka ve topluca yapılması gereken tören niteliğini taşımaktadır. S.Ö. bunu acı bir deney ile anlayacaktır. Okul ile yurt arasındaki mesafe bir haylidir. S’a ders çalışacak zaman kalmamakta, çoğunlukla sabaha karşıi ders çalışırken kitapları arasında uykuya dalmaktadır. Ama uyumak ne mümkün? Sabaha karşı belletmenler herkesi sabah namazına kaldırırlar: bu askerlikteki “koğuş günaydın..!” olayına çok benzer. Bir sabah S.Ö. fazlasıyla yorgun ve hastadır. Kendisini uyandıran belletmene : “Abi, ben bu sabah namaz kılmasam olmaz mı? Hastayım” demek gafletinde bulunur. Belletmen onu ense ve belinden tutup, köpek yavrusu gibi taşıyarak suyun kenarına götürür ve kış günü, buz gibi suyu açarak ensesinden akıtır. Tüm öğrencilere de “Namazdan kaçanın cezası bu işte, görün” diye bağırır. Serhat o sabah buz gibi suyun sanki kafatasını deldiğini ve ömür boyu taşıyacağı bir sinüzite neden olduğunu ve o günden sonra her namaza durduğunda dua yerine küfür ettiğini anlattı.... Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı nasıl aşılanıyor? Yurtta öğrencilerle sürekli sohbet eden abiler onlarla sevgi bağı kurar ve onların saygısını kazanmaya çalışırlar. Ailelerinden çok uzak ve aileleriyle iplerini koparmış , üstelik ceplerinde memlekete dönüş parası bile olmayan ve yaşları çok küçük bu çocuklar, tüm bu etmenlerle, mecburen abileri dost bilirler. Çünkü sığınacak hiç kimseleri yoktur. Abiler doğrudan Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü kötülemezler....Osmanlı İmparatorluğu'nu, islam alimlerini, Osmanlı’nın yükseliş devrinde yapılan ilerlemeleri anlatıp, islamı ve Osmanlı’yı överler. Daha sonra toprakların daraldığını, Osmanlı imparatorluğu toprakları şu kadar dönümken Türkiye Cumhuriyeti’nin neden bu kadar dönüm olduğunu sorarlar. Osmanlılar'da o kadar alimler yetişirken neden şimdi Türklerin bilimsel gelişme yapamadıklarını , kimlerin buna neden olduğunu sorarlar. Öğrenciler de bunun nedenini abilerine sorduklarında. “Cumhuriyeti kim ilan ettiyse onlar suçludur!” cevabını alırlar. Bu şekilde soru ve cevaplarla genç beyinlere “O halde Atatürk yanlış yapmış!” sonucu işlenir. Onların artık Cumhuriyet’e bakış açısı : “Bir gecede alim yattık...cahil kalktık” şeklinde özetlenmektedir. Atatürk büstünün başına gelenler Zamanla telkinler daha ileri boyutlara ulaşıp, Atatürk’ün dünyaya gelen deccal olduğu, Türk milletine kötülük ve dünyaya kıyameti getireceği tarzı fikirler aşılanır. Öğrencilere her sabah okula gitmek için yurttan çıkarken Atatürk büstüne tükürmelerinin işlerini, kısmetlerini açacağı eğer tükürmezlerse o gün hiçbir işlerinin yolunda gitmeyeceği, sınavlarda da başarısız olacakları söylenir. Gençler bu telkinlere öylesine kapılır ve inanırlar ki her sabah büstün yanından geçerken tükürmeyi ihmal etmezler. Sadece müfettiş veya yabancı biri geleceği zaman temizlenen büst, bunun haricinde sürekli kirlidir. Üniversiteye ilk adım ve yine hayal kırıklığı S.Ö. nihayet liseyi bitirir. Üniversiteyi İstanbul hukuk’ta okumak ve avukat olmak istemektedir. Abiler karşı çıkarlar. Niğde Ünv. İşletme fakültesine gitmesi gerektiği söylenir. Nedenini sorduğunda “Çünkü orada hiç elemanımız yok!” cevabını alır. S.Ö. lisede 50 öğrenciyi nur cemaatine sokmuştur ve aynı başarı üniversitede de beklenmektedir...Tabii cemaatin seçtiği, yine eleman kıtlığı çekilen bir üniversitede...! S.Ö. buna karşı çıkar ve tercih formunu kendi istediği gibi doldurur ilk sıraya İstanbul Hukuk Fakültesini yazar. Ancak üniversite sonuçları ve yerleşimler açıklandığında tam bir şok yaşar. Sonuç Niğde İşletme’dir. Çünkü onun haberi olmadan form değiştirilmiş ve ilk sıraya cemaatin tercihi yazılmıştır. Sokağa atılış-Cemaat mi ÇETE Mİ? Niğde’ye okumaya gider mecburen. Başka çare bulamaz çünkü parası yoktur. 6 ay sonra cemaatten birileri gelir ve “Sen bize borçlusun” derler. Kaldığı ev, yemekler ve okul masrafları için yüklü bir para isterler. Fakat yine parasızdır. Cemaat dinlemez, S.Ö.’ı kapının önüne koyar. Kış günü evinden atılmıştır. Çaresiz bir hafta kadar terminalde banklar üzerinde sabahlar...Sonra böyle gidemeyeceğini düşünüp tezgahta birşeyler satıp geçimini sağlamaya çalışır. Dördüncü elden aldığı malların geldiği yeri araştırıp Antep’teki ilk elini (üreticisini) bulur ve Niğde’de satarken ucuz aldığı için fiyat kırar ve hatta bu sayede toptancılığa başlar. Artık telefonla mal getirtmekte ve Niğde’de çoğu perakendeciye satmaktadır. Durumu biraz düzelmiş, çevresi genişlemiştir. En güzel evi kiralayıp, taksitle dayar, döşer. Evlenir ve çocuğu olur. Zaman gazetesinde reklam müdürlüğü Durumunun iyi olduğunu gören cemaat bu sefer güler yüzle kapısını çalar. Ona yanlış yapıldığını, geri dönmesini istediklerini söylerler. Ve cemaate geri döner. Kendisine Zaman gazetesi Niğde bürosunda reklam müdürlüğünü verirler. “Neden geri döndün?” sorumuza verdiği cevap ilginçti: “O cennete giden seccadenin belki ucundan tutabilir ben de cennete gidebilirim diye düşündüm” dedi. Nurcular kendilerinden olanların cennete gideceğini , kendilerinden olmayanlarınsa cehenneme gideceğini söylemekte ve bunları şakirtlere işlemekteler. O dönemde anlıyoruz ki S.Ö. cemaatten ayrılmasına karşın halen cemaatin etkisinden kurtulamamıştı. Cemaat onun genişlemiş çevresini kullanmak istemekteydi reklam müdürlüğü verilmesinin nedeni de buydu. Niğde’nin ne büyük kuruluşlarından olan Koyunlu halılarına gider. Müdür ile görüşür, büyük ricalarla senelik reklam sözleşmesi yapar. 1995 senesinde bu miktar 2.000.000.000 TL ve kendisine düşen prim 400 milyon TL dir. Yani büyük paradır. S.Ö. bu mutluluğu evinde ailesiyle paylaşır ancak sevinci uzun sürmez. Cemaatten ikinci atılış Ertesi sabah Zaman gazetesi bürosuna gittiğinde bir sürprizle karşılaşır...İşine son verirler. Gerekçe göstermezler. Tabii primini de alamaz ve beş parasız kapının önüne konur. Onlara çocuğuna mama alacak parasının olmadığını söylediğinde kendisiyle alay ederler ve gülerler. O zaman cemaatle bir gün karşılaşacağını ve onlara zor günler yaşatacağını söyler. Çocuğunun mamasını bir eczaneden veresiye alır. Ayak işleri , hamallık yapar. Artık piyasa değişmiş ve işler zorlaşmıştır, ticarete geri dönemez. İstanbul’a geliş Hamallık yaparak biriktirdiği para ile eşi ve çocuğunu Adana’ya gönderir, kendisi de cebinde 70.000 TL ile İstanbul’a gelir. Kalacak yer de yoktur.Osmanbey’de iş arar. Bir mağazada iş bulur, muhasebecilik yapmaya ve o mağazanın üst katında kalmaya başlar. Artık cemaatin gerçek yüzünü tanımıştır. Onlar insanı kolayca harcayan, karanlık, katı ve sivri dişlerdir onun gözünde. Tüm yaşadığı sıkıntıları unutmaya çalışır. Bu arada G. Hanım ile tanışır, hocam dediği bu insana çok saygı duymaktadır. Hayatını düzene koymuşken günün birinde arkadaşı İsmail ona gelir ve cemaatin gerçek yüzünü anlatan bir kitap yazmalarını teklif eder. Bu şekilde “Hocanın okulları” adlı kitabı yazarlar. STKB (Sivil Toplum Kuruluşları Birliği) katkılarıyla İstanbul Üniversitesi matbaasınca yayınlanan kitap bir süre sonra toplatılır ama basında büyük yankı uyandırır. Rüşvet teklifleri Kitabın ardından basına sızan kasetler ve diğer bilgilerle Fethullah iyice köşeye sıkışır. Bu, Amerika’ya kaçış ve toplumdan özür dileme ile sonlanacak bir sıkışmadır. S.Ö. basın toplantısında kitabı yazdığını diğer arkadaşı gibi red etmez. Bir tv programı öncesi kaçırılır. İstanbul’da gezdirilir, yine red etmez kitabı. Canlı yayında inkarını sağlayamayan cemaat, bu defa S.Ö.ın bant kaydını yapmakta ısrar eder. Karşılığında Osmaniye’de kendisine bir textil atölyesi açılması teklif edilir. STV’de 6 saat süren bir kayıt yapılır, tüm söyleyeceği sözler S.Ö.’a dikte ettirilir. Ayrıca Nurcular aleyhine açılan davada da yalan ifade verir. Atölye abisinin, makinalar da kendisinin üzerine olarak atölye açılır. Ancak bir müddet sonra S.Ö. rüşvetten vaz geçip İstanbul’a tekrar gelir , polisteki ifadesini değiştirir. Şimdi neler olacak? S.Ö. hala rüşvet teklifleri ve ölüm tehditleri arasında yaşıyor. Sürekli tip değiştiriyor. Tüm başına gelenler yüzünden eşinden boşanmak zorunda kalmış. Peşinde onu gölge gibi takip eden "Işık süvarileri"ne rağmen, bu cemaatle uğraşmaya devam edeceğini, paranın artık önemsiz olduğunu söyledi. Onun tv de cemaat hakkında anlattığı gerçekler pek çok ailenin çocuklarını geri almasıyla sonuçlanmış. Bu arada başından ilginç olaylar da geçmiş; Bir gün dolmuşta kendisini dikkatle süzen bir hanımla gözgöze gelmiş. Neler olacağını merak ederken hanım kendisine yaklaşmış ve onu tanıdığını , onun sayesinde çocuğunu ışık evinden aldığını söylemiş, ve kendilerini aydınlattığı için çok teşekkür etmiş. S.Ö. , isimleri nur olan ama kendileri gayet karanlık bu cemaatle mücadele etmeye devam ediyor... http://www.fethullah.has.it/ sitesinden alıntılanmıştır.
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
"Nihai hedefe ulaşana kadar, her yöntem ve yol mübahtır. Bunun içine yalan söylemek ve insanları aldatmak da girer. Yeter ki, 'hizmet' kesintiye uğramasın. Hizmet denilen çalışmanın en büyük özelliği, sessiz ve derinden olmasıdır. Bu gizlilik de güçlü oluncaya kadar devam edecektir. Cemaatin temel felsefesi budur...
-
TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....
KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-1 Amerika Birleşik Devletleri'nin yıllardır süren kanlı işgali, laik Irak'ı bir İslam cumhuriyetine dönüştürdü Ortadoğu'da kanayan yara Yeni muhafazakâr sıfatlı bürokratların kurguladığı şekilde radikal İslama karşı ılımlı İslam projesinin en önemli uygulama alanlarından bir tanesi Irak oldu. Her ülkenin özgün koşullarına göre siyasi İslamın şekillenmiş olduğu kaydını düşürüp İran'ın büyük etkisi ile birlikte göz önüne alındığında, Irak'taki başarı ya da başarısızlık, ABD İslamlaştırma/dinselleştirme politikalarının da geleceğini belirleyecek gibi görünüyor. Ancak Irak deneyimi hemen her açıdan, küresel sermaye baronlarının/çokuluslu şirketlerin Washington yönetimi aracılığı ile küresel egemenliklerini sağlama konusunda ne kadar gözü kara olabileceklerini ortaya koyan önemli bir örnek. Aslında Irak işgali, ABD'nin uyguladığı politikaların önemli bir kırılma noktası... 11 Eylül saldırılarının gerekçe gösterilip Irak'ın hedef tahtasına oturtulmasının arkasında enerji kaynaklarının, enerji güzergâhlarının, enerji havzalarının denetim altına alınmasından başka bir amacın bulunmadığı hemen herkes tarafından biliniyor. Afganistan'a yapılan operasyonu da aynı şekilde değerlendirmek olası. İşgal, konunun askeri boyutunu oluştururken siyasi boyutunda yine ılımlı İslam kavramı yer alıyor. Ancak İran etkisi, ülkenin etnik ve dini yapısının farklılığı, jeostratejik konumunun özgünlüğü nedeniyle uygulamada önemli farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Ancak siyasi İslamın egemenliğinin sağlanması konusunda atılmış bir geri adım bulunmuyor. Stratejik yanlış... ABD'nin Ortadoğu petrollerini ve petrollerin güzergâhlarını denetim altına alabilmesi için Irak'ı işgal etmesi ve yönetimini kendi isteği gibi şekillendirmesi zorunluydu. 2003 yılındaki işgale bu değerlendirme ile bakmak gerekiyor. Gerek dünya üzerindeki petrol rezervlerinin önemli bir bölümüne sahip olması gerekse Ortadoğu'dan Çin'e uzanan petrol ticaretinde Irak'ın önemli bir konumunun bulunması Washington yönetimini harekete geçirmişti. Gerekçe olarak da Saddam Hüseyin yönetiminin El Kaide ile bağlantısı ve ülkedeki kitle imha silahları gösterildi. Oysa Saddam Hüseyin'in ne El Kaide ile bağlantısı vardı ne de ülkede kitle imha silahı bulunuyordu. Zaten dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, görevini bıraktıktan sonra dünya kamuoyunu şaşkınlıkta bırakacak itirafında, "Irak'ta kitle imha silahı bulamadık"George W. Bush"Irak'a demokrasi götürüyoruz..." diyecekti. Ancak yıldızların ötesinden haber almasıyla övünen ve politikalarını bu haberlere göre şekillendiren için gerekçe hazırdı: 2003 yılındaki işgalin ardından günde yaşamını yitiren insan sayısının ortalamasının 100'ü geçtiği göz önüne alındığında Bush yönetiminin Irak'a nasıl bir demokrasi götürmüş olduğunu anlamak zor değil aslında. Ancak ABD yönetimi, pratik Irak bilgisini, deneyime ve uygulamaya değil de kitaplarda yer alan değerlendirmelere dayandırdığı için önemli yanlışlara imza attı. Irak'ta da -Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) içinde yer alan 22 ülkede olduğu gibi- ılımlı İslam projesi uygulamaya konulacaktı. Ancak ılımlı İslamın Sünni inancına dayandırılıyor olması nedeniyle bu konuda bazı önemli sıkıntılar ortaya çıktı. Çünkü Irak'ta çoğunluk Şiilerdeydi ve İran İslam devriminden sonra Şiilik bölgede yükselen değer olmuştu. Üstelik Tahran yönetimi, İran'dan, Irak'ın üzerinden geçip Suriye ve Lübnan'a kadar uzanan, Körfez ülkeleri ile Suudi Arabistan'ın doğusunu kapsayan bir Şii hilali politikası uyguluyordu. ABD'nin İslam-Kürt açmazı Washington yönetiminin ılımlı İslam politikasının dayanağı olan Sünniler ise Irak'ta azınlıktı ve üstelik gerek Baas rejiminin mirasçıları olarak görülmeleri gerekse işgalin hemen ardından başlayan direnişte önemli rol oynamaları nedeniyle ABD'nin yakın durmak istemediği kesimi oluşturuyordu. ABD'nin Irak'taki işbirlikçileri ve en yakın müttefiki olan Kürtler de ağırlıklı olarak Sünniydi. Çoğunluğunun daha radikal olan Şafi inancıyla hareket etmesi, ılımlı İslam politikasının Sünni Kürtleri dayanak yapmasının da önünde engel oldu. Zaten Kürtler, etnik milliyetçilik ile hareket ettikleri için siyasi İslam konusuna çekinceyle bakıyorlardı. Üstelik Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütü ile yakın ilişki içinde bulunan Kürdistan İslami Birliği (Kİ, Irak'ın kuzeyindeki milliyetçi Kürt elit tarafından da bir tehdit olarak görülüyordu. ABD'nin din üzerinden uygulamakta olduğu politika, aslında bölgedeki en yakın müttefikinin yaklaşımları ile çelişiyordu. Ancak Washington yönetimi, Kürt kartını etnik milliyetçilik üzerinden kullanmaya devam ederken siyasi İslam kavramını ise Kürt politikası bağlamında "yedekte tutmayı" tercih etti. Kürdistan İslami Birliği bugün, Irak'ın kuzeyinde, Irak Kürdistan Demokrat Partisi'nin (KYB) ardından ikinci büyük güç. Mesud Barzani 'nin ABD desteğine dayanmakta olduğu dikkate alındığında, ılımlı İslam ile birlikte hareket eden Kürt siyasetinin küçümsenmeyecek bir güce sahip olduğu hemen anlaşılıyor. Bu noktada tarihsel süreç içinde geleneksel Kürt siyasi hareketinin İslamcı yönünün ağır basmış olmasına dikkat çekmek gerekiyor. Kürt-İslam sentezi, bugün de üzerinde dikkatle durulması gereken önemli bir konu başlığı. Özellikle PKK terörünün giderek arttığı, DTP'nin bağımsız adaylarla TBMM'de temsil edilme şansı yakaladığı bir dönemde, AKP'nin 22 Temmuz seçimlerinde Güneydoğu Anadolu'daki Kürt oylarının büyük bölümünü almış olması Kürt politikasının İslamcı yönünün ağır basmakta olduğunun bir başka önemli göstergesi. Üstelik Barzani'nin Kürt milliyetçiliğini yükselen değer yapmaya yönelik bütün güçlü çabasına karşın... ABD, Irak'ı işgal etmesinin ardından Şii-Sünni karşıtlığı bağlamında önemli bir çıkmaz içine girdi. Ülkede Sünniler üzerinden ılımlı İslam politikası yürütülemiyordu. Çünkü Sünniler hem direnişin başını çekiyordu hem de Baas döneminden kalma "ülke bizimdi" yaklaşımları vardı. Şiiler ise İran'a yakındı. Bütün Şii gruplar Tahran ile yakın ilişki içindeydi. Dolayısıyla Şiiler üzerinden yürütülecek politika direkt olarak İran'a yarayacaktı. Ülkede İran etkisi pekişecekti. ABD, ilk aşamada Sünnileri dışlamayı tercih etti. Siyasi İslam, Şiiler üzerinden götürülmeye çalışılacaktı. ABD yönetimi, Arap Şiiliği ile Fars Şiiliğinin tarihsel farklılıklarından yararlanmayı hesaplamıştı, ancak olmadı. ABD'nin "cin fikirli" diplomatları, Saddam Hüseyin döneminde Arap Şiiliğinin tamamına yakınının Fars Şiiliğinin etkisi altına girdiğini hesaplayamamıştı. İşgalin üzerinden daha bir ay bile geçmeden dönemin Bağdat'taki sivil yüksek temsilcisi Paul Bremer , Bush tarzı demokrasiyi kurmuştu bile... Seçimleri ertelemiş ve tüm hükümeti bizzat kendisi atamıştı. İki ay sonra, Şiiler için çok önemli olan Necef'teki belediye başkanı seçimleri dahil tüm belediye seçimlerini askıya aldı. Önde giden adaylardan ılımlı Şii Esat Sultan Abu Gilal , "Eğer bize özgürlük vermezlerse ne yapacağız? Sabrımız var, fakat bir yere kadar" diyerek Bremer'i uyardı. Yerel Şiiler, Mehdi Ordusu'nu harekete geçirdiler ve bir yıl içinde Bremer'in taleplerini reddetmesi üzerine silahlı saldırıya geçtiler. Sonuçta 21 ABD askeri öldürülmüştü. İsyan başlamıştı. Fakat Bremer'in işi henüz bitmemişti. Peşinden gidilecek Sünniler vardı. Bremer, "Baas'tan Arındırma"Felah Aljibury 'nin "ABD güçleri bizim siyasi liderler olarak tanımladığımız herkesi hapse attı" yönündeki sözleri dikkat çekiciydi. Aljibury, işgalin ilk günlerinde Irak ordusunun ABD askerlerine ateş açmasını önlemişti. demek olan 1 No'lu emrini yayımladı. Bu, aslında Sünnilerden arındırmaydı... Saddam'ın savaşta ABD ile işbirliği yapan generallerinin tamamına yakını Sünniydi ve ödül almayı beklerken kendilerini hapiste bulmuşlardı. İşgal öncesi pazarlıklara aracılık eden ve ABD'de yaşayan Irak doğumlu İslam anayasada, Irak din devleti oldu... Ancak bu politika kısa sürede iflas etti. ABD önce Şiilerin siyasi taleplerinin karşılanmasını sağladı. Iraklı Şiiler ile birlikte Tahran'ın da siyasi ağırlığı artıyordu. Kilit konumda olan Kürt partileri ile Şiiler arasında sağlanmış olan mutabakat, Şii siyasetçilerin elini daha da güçlendirdi. Gerek Geçici İdari Yasa gerekse Irak Anayasası, hem Şiilerin hem de Kürtlerin istediği gibi çıktı. Saddam Hüseyin döneminde laik olan Irak, resmen bir din devletine dönüştürüldü. Yani Washington yönetimi "demokrasi ve hukukun üstünlüğünü" getirirken aslında "ülkenin dinselleşmesi, İslam hukukunun ve dini yasakların uygulanması özgürlüğünü" de getirmişti. İran etkisi... Bütün bunların yanı sıra İran'ın bölgesel oyunculuktan çok küresel oyunculuğa yönelik yürütmekte olduğu politikayla birlikte, Arap Şiiler üzerinden Irak'taki etkisini artırmasıyla ABD yönetimi yaptığı yanlışın farkına vardı. Bu kez de Türkiye üzerinden Sünnileri siyasi yapının içine çekmeye çalıştı. AKP hükümetinin, zaten Irak İslami Birliği lideri Tarık Haşimi ile arası iyiydi. İstanbul'da yapılan bir dizi toplantı sonucunda Sünnilerin siyasi yapı içinde yer almaları karara bağlandı. Bunun karşılığında ise Sünniler lehine anayasada tadilat yapılacaktı. Nedense bu tadilatlar bir türlü gerçekleştirilemedi. Ancak bu noktada yine ABD'nin hesaplayamadığı bir gelişme daha yaşandı. Şiiler ile Sünniler arasında mezhep çatışmaları başlamıştı. Şiiler, Sünnileri sistemin dışında tutmak isterken Sünniler de organize biçimde Şiilerin etkisini kırmaya çalışıyordu. Çatışmalarda ölü sayısı katlanarak arttı. ABD'nin din üzerinden yürütmeye çalıştığı politika iflas etmişti. İşgalin ardından dini ve etnik kavramlar üzerine kurgulanan Irak siyaseti çıkmaza girmişti. Arkası arkasına planlar ortaya atıldı. Güvenlik konusunda acil önlemler devreye sokuldu. Ama çok fazla sonuç alınamadı. İplerin gevşemesi ile silahlı çatışma ortamının alevleneceği öngörüsü, Washington yönetimini Irak'tan asker çekmesi konusunu yeniden ele almaya yöneltti. Zaten en yakın müttefiki İngiltere, Basra'nın içindeki askerlerini havaalanına çekmişti. Kenti Şii milislerin kontrolüne bırakmıştı. Yani dolaylı olarak İran'ın... Bugün Irak şeklen olmasa da fiilen üçe bölünmüş durumda. ABD yönetimi, federasyonu, Irak için birleştirici unsur olarak gördüğünü ileri sürse de ülke mezhep ve etnik farklılıklar ile parçalanmış durumda. Ilımlı İslam Irak'ta bugün için Şii radikalizmi ile karşı karşıya. Ancak Tahran-Washington ekseninde meydana gelecek her türlü gelişme, Irak'taki siyasi İslam uygulamalarının da belirleyicisi olacak gibi görünüyor. ABD'nin Irak'ı işgal etmesinin ardından Irak halkı zorda olsa günlük yaşamlanını silahların gölgesinde sürdürmeye çalışıyor. İslami hukuk uygulanmaya başlıyor Saddam Hüseyin döneminde Irak laik bir ülkeydi. Saddam Hüseyin'in emriyle Irak bayrağının üzerinde "Allahüekber" yazılmış olmasına karşın ülkede İslami hukuk uygulanmıyordu. Ancak ABD işgalinin ardından hazırlanan anayasayla Irak bir İslam cumhuriyetine dönüştürüldü. Anayasaya göre hiçbir yasa İslam kurallarına, yani şeriata aykırı olamayacaktı. Dünyanın gözünü boyamak için yasaların demokrasi ilkeleriyle de çelişmemesi öngörüldü. Ancak "hangi demokrasi" sorusu ile birlikte ele alındığında bu öngörü zaten havada kalıyordu. "Irak Anayasası Önsöz Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, (Biz Âdemoğullarını onurlandırdık) Peygamberlerin vatanı, temiz imamların barınağı, yazıyı icat edenlerin, rakamları bulanların, ziraatı ilk uygulayanların ve medeniyetin beşiği; toprağında insanoğlunun ilk yasayı düzenlediği ve en eski siyasi misak'ı yazdığı, üzerinde sahabeler ve evliyaların namaz kıldığı, filozoflar ve bilginlerin fikir ürettiği, şairler ve edebiyatçıların sanatlarını icra ettiği Mezopotamya evlatları olarak biz; Allah'ın üzerimizdeki hakkını minnetle karşılayarak, ülkemizin, vatandaşlarımızın, dini, ulusal liderlerimizin ve ulusal güçlerimizin çağrısına cevap vererek ve yüce mercilerimizin, önderlerimizin, siyasetçilerimizin kararlılığını, dostlarımızın ve bizi sevenlerin verdiği uluslararası desteği yanımıza alarak... Yeni Irak'ımızı, gelecek Irak'ı el ele, omuz omuza yapmaya karar vererek tarihimizde ilk defa 30 Ocak 2003'te milyonlarca erkek, kadın, genç ve yaşlı seçim sandıklarına akın ettik... Madde 2: 1. Devletin resmi dini İslamdır ve yasamada temel bir kaynaktır. a) İslamın değişmez hükümleriyle çelişen yasa çıkarılamaz. Demokrasi ilkeleriyle çelişen yasa çıkarılamaz. c) Bu anayasada yer alan temel hak ve özgürlüklerle çelişen yasa çıkarılamaz. 2. Bu anayasa Irak halkının çoğunluğunun Müslüman kimliğini korumayı, Hıristiyanlar, Yezidiler, Mendai Sabiiler gibi bütün fertlerin inanç ve dini vecibelerini yerine getirme özgürlüğünü teminat altına alır. Madde 3: Irak milletler, dinler ve mezhepler ülkesidir. Arap camiasının kurucu, aktif üyesidir, Arap camiası sözleşmesine bağlıdır ve İslam âleminin parçasıdır. Madde 10: Irak'taki kutsal yatırlar ve dini mekânlar, dini eserler ve uygarlık eserleridir. Devlet bunların saygınlığını korur, buralarda dini ayinlerin özgür bir şekilde gerçekleşmesini sağlar."
-
TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....
Almanya'da Türkler Hikmet ÇETİNKAYA Almanya' da Türk toplumu huzursuz... Bir hüzün ve yalnızlık... İlk kuşak da öyle, ikinci ve üçüncü kuşaklar da... Söyledikleri şu: "Yabancı düşmanlığı giderek artıyor." Belçika , Fransa, Avusturya , İtalya'da ve öteki AB ülkelerinde de aynı kaygıları taşıyor Türkler... Önce tanık olduğum bir olayı anlatacağım... Duisburg Atatürkçü Düşünce Derneği'nin Cumhuriyetimizin 84. kuruluş yıldönümü etkinliklerine katıldım Tolga Çandar ve Metin Gür' le birlikte... Toplantı bir tiyatro salonunda yapıldı ve büyük ilgi gördü... Atatürkçü Düşünce Dernekleri Birliği Genel Başkanı Abdullah Coşkun , Duisburg Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Hasan Açıkkal , Dursun Arı' yla sohbet ettik ve Türkiye'yi konuştuk... Atatürkçü Düşünce Derneği Lokali' ni görünce şaşırdım. Her şey yerli yerindeydi. Konferans salonu, barı, toplantı odaları... Bir gün sonra uzun boylu genç bir adam yanıma yaklaştı ve sordu: "Konuşmanızın konusu ne olacak?" Ben "Kimsiniz" diye sorunca yanıt verdi: "Düsseldorf İkinci Konsolosu Nuray İnöntepe ..." Yanıtım şu oldu: "Eğer dinlerseniz öğrenirsiniz..." Etkinlik İstiklal Marşımızla başladı, ardından saygı duruşuna geçildi... İşte bu sırada sahne arkasından Dursun Arı, Nâzım Hikmet' in "Kurtuluş Savaşı Destanı" adlı şiirinden bir bölüm okudu... Sonra ne mi oldu? Konsolos Yardımcısı, sahneye çıkıp konuştu... **** Yardımcı Konsolos önce, "Etkinlik niye 30 dakika geç başladı?" diye herkesi fırçaladı, sonra Dursun Arı'nın okuduğu şiiri kimin yazdığını, ne anlama geldiğini bilmediği için de şöyle dedi: "Şehitlerden medet umup dilencilik yapmayın..." Konsolos Yardımcısı arka sıralarda oturuyordu, sonra en öne geldi. Metin Gür' ün konuşmasına yer yer karşı çıktı, not aldı. Ben konuşurken de sürekli not alıyordu. Aldığı notları da duyarlı birimlere gönderecekti. 12 Eylül 1980 sonrası süreçte Türkiye'de sivil polislerin yaptığı bu görevi AKP döneminde ise konsolos yardımcıları yapıyordu yurtdışında. Dayanamadım ve kendisini uyardım bir ara: "Ben bu sözlerimi Türkiye'de TV'lerde söylüyor, gazetemde yazıyor, panellerde konuşuyorum, not almanıza gerek yok, beni bilen bilir..." O inatla tüm konuşmalarımı deftere yazdı. Etkinlik sonunda da yine söz alıp şöyle dedi: "Farklı düşüncelerde olabiliriz. Demokrasiler özgürce konuşma ortamıdır." 20 yıldır yurtdışında etkinliklere katılırım... Böyle bir olayla ilk kez karşılaşıyorum... Demek ki Dışişleri Bakanı Ali Babacan , Atatürkçü Düşünce Dernekleri'ndeki toplantıları izletip, konuşmacılar üzerinde baskı kurmak istiyor... Peki, Düsseldorf Konsolos Yardımcısı, Cumhuriyetimizin 84. yıldönümü etkinliklerinde nasıl olur da "Farklı düşüncelerde olabiliriz" diyebiliyor? Konsolos Yardımcısı laik demokratik Cumhuriyeti acaba nasıl görüyor? Kendisi hakkında bilgiler aldım... Bir tarikat bağlantısı yok, ama böyle çıkışlar yaparak AKP'ye gülücükler dağıtıyor galiba... **** Türkiye'nin yurtdışı temsilciliklerinde (özellikle ABD , Avustralya, Almanya , İngiltere, Avusturya , Hollanda, Belçika ) tarikatlar baştacı ediliyor... 29 Ekim resepsiyonlarında baş köşede ağırlanıyorlar... Milli Görüş , Fethullahçılar, Nakşiler , Süleymancılar Almanya 'da el üstünde tutuluyor... Almanlar, ABD ve İngilizler gibi Fethullah Gülen' i Türkiye'de yeni bir "Türk-İslam Modeli" yarattığını yazıp çiziyorlar... Bielefeld Eğitim Forumu Teşvik Derneği , Alman devletine bağlı çalışıyor ve Fethullahçılara her çeşit katkıyı sağlıyor... Bu konulara değineceğim... Başta belirttim : Almanya'da Türk toplumu tedirgin... Almanya'da işsizlik önce Türkleri vurmuş. Türkçe ve Türk kültürü dersleri eyaletlerde kaldırılıyor bir bir... Almanya Türk Öğretmenler Federasyonu Genel Başkanı Mete Atay' ın anlattıkları çok önemli... ********************************** AKP iktidarının diplomasideki başarısızlığı, Türkiye'nin dış dünyadaki saygınlığını yitirmesine neden oluyor. Kendisinde anayasayı değiştirme gücü bulan AKP , tüm sözlerine karşın yurtdışındaki yurttaşlarımıza seçme hakkı vermiyor... Almanya'da yeni çıkarılan "Yabancılar Yasası" Türk kökenli yurttaşlarımıza vurulan en büyük darbe... Bu nedenle Türk toplumu yalnız... Türkiye Öğretmenler Federasyonu Genel Başkanı Mete Atay , "Türkçe ve Kültür Dersleri" konusunda çok önemli değerlendirmeler yapmadan önce şöyle diyor: "Biz 30-40 yıldır Almanya'da yaşıyoruz. Daha yeteri kadar Almanca bilmiyoruz. Türkiye'den evlenerek gelecek oğullarımız, kızlarımız 2-3 ayda Almanca öğrenip de Almanya'ya nasıl gitsin? Nasıl vize alsın? AKP'li milletvekilleri, bakanları bu sınavı geçsin de görelim." Mete Atay devam ediyor: " Türkçe ve Türk kültür dersleri eyaletlerde bir bir kaldırılıyor , Türkçe yasaklanıyor, bu dersler için sınıf verilmiyor. Bu dersler için sınıf vermeyen Rassatt Belediyesi için vatandaşlarımız açtıkları davayı kazanmışlar. Bunu bir sivil toplum örgütünün başarısı olarak görüyorlar ve çok seviniyorlar... Çocuklar bir yıla yakın bir zamandan beri camilerde, tarikat evlerinde anadil dersleri görüyorlarmış . Almanya'da camilerde, tarikat evlerinde, dershanelerinde Türkçe ve Türk kültür dersleri... İnanılacak şey değil ama gerçek... Mahkeme kararının bir an önce uygulanarak, Türkçe derslerinin yeniden Alman sınıflarda verilmesini bekliyorlar." **** Kuzey Ren Vestfalya ( KRV ) eyaleti Almanya'nın en çok nüfusa sahip bölgesi. Almanya'daki Türk işçilerin, öğrencilerin ve öğretmenlerin büyük bölümü bu yörede yaşıyor... Eyaletin bu yüzden büyük önemi var... Mete Atay anlatıyor: "Burada alınan herhangi bir karar, Türk toplumunun büyük bölümünü etkiliyor ve diğer eyaletleri de olumsuz yönde engelliyor. Bu eyaletin başka bir özelliği de, şimdiye kadar Türk Milli Eğitim Bakanlığı' ndan hiç öğretmen almamış, tüm öğretmenlerinin eyalet Kültür Bakanlığı tarafından görevlendirilmiş olması." AKP hükümeti, hiçbir çözüm üretmiyor, yurtdışındaki emekçilerin sorunları ve çocuklarının eğitimleri için... Mete Atay diyor ki: "Bu eyalette Türkçe ve Türk kültür derslerine çok büyük önem veriliyor ve bütçeden çok büyük paylar ayrılıyordu. Bu eyalet Türk kültür dersleri için ders programları geliştirmiş , ders araç gereçleri ve ders kitapları hazırlamış bir eyalet. Ayrıca her yabancı çocuğun anadili dersleri için, öğrenci başına her yıl 15 Avro ayıran bir eyaletti." **** Şimdi kısa bir yorum yapayım... Bu eyalet yeni bir karar alarak Türkçe derslerinin ikinci seçmeli ders olması için bir yasa taslağı hazırladı. İlk bakışta kulağa hoş da geliyor. Aslında bu yeni bir şey değil. Durum incelendiğinde bu uygulamanın yıllardan beri var olduğu fakat uygulanamadığı görülür. Bu taslağa göre Türkçe dersleri, 5. sınıftan itibaren ikinci yabancı dil olarak verilmeye başlanacak. Almanya'da öğretmenlik eğitimi almış olan öğretmenler verebilecek. Bu koşullarda olursa, o zaman karneye yazılacak ve sınıf geçmeyi etkileyecek. Eğer bu dersleri Türkiye'den gelen konsolosluk öğretmenleri verirse bütün sorumluluk Türk konsolosluklarına ait olacak. Türk öğretmenlerin verdiği notlar karneye yazılmayacak ve sınıf geçmeyi de etkilemeyecek. ************************************************ Almanya Türk Öğretmenler Federasyonu Genel Başkanı Mete Atay , yaklaşık 30 yıldır Almanya'da yaşayan bir öğretmen... "Yabancılar Yasası" yla ilgili bir saptaması var Atay'ın: "Yabancılar Yasası ile Türk kökenli yurttaşlarımızın uğradığı zarar ve kaybettikleri itibarı ölçmek mümkün değil. Bu konuda AKP, Türk toplumunu kaderi ile başbaşa bırakmış. 10. Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer' in Alman Cumhurbaşkanı'na yazdığı mektup da olmasa, Türkiye'den en küçük bir destek görmemişler." Bir de Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik 'e çağrısı: "MEB yurtdışındaki çocukların anadili derslerini çözme konusunda çok başarısız. Bu konuda da gerekli diplomatik girişimlerde bulunmamış , politika üretememiş, çocuklarımızın iki dilli yetişmelerinin engellenmesine seyirci kalmış. Hollanda hükümeti AB yasalarında göçmen çocukların anadili öğrenme hakkı olmasına rağmen, bunu okullardan kaldırmış. Çocuklarımız anadillerinden, kültürlerinden yoksun büyüyorlar. İleride bu çocukların kimlik, kişilik sorunu olmaz mı? Türkler bu uygulamanın Almanya'nın tamamına yayılmasından korkuyor ve çekiniyorlar. Bir an önce harekete geçilmezse, Yabancılar Yasası' nda olduğu gibi, çıktıktan sonra arkasından konuşulmasından endişe ediyorlar." Üçüncüsü ise neler yapılması gerektiği: "Biz Almanya Türk Öğretmen Dernekleri Federasyonu (ATÖF) olarak anadili derslerinde reform yapılmasını, iki dillilik temelinde, yeni plan, program ve çağdaş bir anlayışla Alman okullarında verilmesini yıllardan beri talep ediyoruz. Alman Eğitim Bakanlıkları artık Türk çocuklarını yabancı çocuklar olarak görmemeli. Onları kendi toplumunun bir parçası olarak değerlendirmeli , onların genel öğrenim içerisindeki başarısızlıklarını çözmesi konusunda gerçek bir seferberlik ve kararlılık göstermelidir. Buradaki çocukların Almanca bilmemesinin sorumlusu Türkçe dersleri değildir ve öyle gösterilmemelidir . Bu bilime terstir. Bu çocuklar İsviçre, Lüksemburg, Finlandiya, Hollanda' daki çocuklar gibi çokdilli, çokkültürlü yetiştirilmelidir . Bu çocuklara eğitimde fırsat eşitliği sağlanarak, hepsinin yeteneklerine uygun eğitim yapması sağlanmalıdır." *** Bielefeld Eğitim Forumu Teşvik Derneği'nin görevi nedir? Alman devletine bağlı bu kuruluş dil, din, eğitim alanında göçmenlerin ve özellikle Türklerin entegrasyonu konusunda çalışır... Dernek 1999 yılının başlarında Bielefeld kentinde kuruldu. Mart ayında devlet mahkemesince onaylanıp "resmiyet" kazandı. Peki, derneğin Fethullahçılarla ilişkisi bulunuyor mu? Elbet!.. Derneğin hazırladığı rapordan bazı bölümleri aktarıyorum: "Son yıllarda Türkler arasında 'İslami Eğitim Hareketi' adında çalışma gösteren bir hareket gelişme kazanmıştır. Bu hareketin kurucusu Fethullah Gülen' dir. Türkiye'de saygın bir din adamıdır. Çalışmalarını Türkiye'deki devlet kurumlarıyla birlikte eşgüdüm halinde geliştirerek güçlenmiş, geniş bir taraftar topluluğu edinmiştir." Raporda "taraftar" kelimesi "mürit" olarak değerlendiriliyor... Raporu okumaya devam edelim: "Gülen, globalizmi bir şans ve fırsat olarak görmektedir . İslam dininin dünyada ve Türkiye'de elde edeceği prestij ve güç, globalizmin yarattığı fırsatlarla sağlanacaktır. Bu yüzden, Batı'ya ideolojik bağımlılığı anlayışla ve normal karşılamaktadır . Bunun yanı sıra klasik İslami değerlere, cihat, irşat, tebliğ gibi ilkelere sıkı sıkıya bağlıdır. Bu ilkeler onun için birer teolojik argümentlerdir. Ne var ki Gülen, bütün bunları çağa uydurmaya çalışarak yapmayı düşünmektedir. Gülen, cemaatini zamanın şartlarına göre hazırlamakta ve eğitmektedir. Gülen, Türkiye'de ve dünyada çeşitli eğitim kurumlarına sahiptir. Balkanlar'da ve eski Sovyet cumhuriyetlerinde de güçlü eğitim kurumları vardır. Almanya' da da 70 civarında büro ve lokalleri vardır. Hatta, Kuzey Almanya' da Geseke 'de lise düzeyinde bir eğitim kurumu (Regenbogen e.V) vardır. Bu okul Alman makamları tarafından tanınmaktadır." *** Yukarıda bazı bölümlerini aktardığım rapor, Bonn Üniversitesi' nde görevli İslam tarihi, İslam psikolojisi alanlarında araştırma yapan felsefe doktoru Beckim Agai tarafından hazırlanmıştır. Raporda Fethullah Gülen'in İslami kurallara göre bir devlet reformu düşündüğü açık bir biçimde yer alıyor: Deniyor ki: "Reform yaparken demokratik sınırlar içinde kalacak, hukukun dışına çıkmayacak. Bunun yanı sıra dinsel öğeleri, çağdaş bilimin ve yaşamın etkilerinden korumayı da ihmal etmemektedir." İslami kurallara göre devlet reformu yapmayı ( nasıl olacaksa ) amaçlayan Fethullah Gülen'e neden ABD'de yaşama güvencesi verildiğini, AB ülkelerince desteklendiğini "Ilımlı İslam" ın sık sık gündeme getirildiğini anladınız mı? Cumhuriyet,6/7/8.11.2007
-
TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....
Kur`ân klişelerle yorumlanamaz <!--[if !vml]--><!--[endif]-->İlahiyatçı Salih Parlak, Kur`ân`ın durgun bir beyinle anlaşılamayacağını belirterek, "Skolastik beyinliler, Kur`ân`ı yorumlamaktan uzak dursunlar, `Ben böyle diyorum, Allah da (cc) âyette öyle buyurmuş` demekten sakınsınlar" dedi. İlahiyatçı Salih Parlak, Kur`ân`ı anlamak için, olup bitenleri algılayabilecek, gelişmeleri Kur`ân süzgecinden geçirip isabetle yorumlayabilecek, akademik, entellektüel, dinamik bir düşünca sistemine sahip olmak gerektiğini belirterek, "Skolastik düşünen, dar kalıplar arasına sıkışmış beyin sahipleri Kur`ân`ı yorumlamaktan vazgeçmelidir" dedi. "Bilgi Toplumuna Doğru Kur`ân-ı Kerim Meâl-Tefsi", "Bilgi Toplumu `nun Kader Anlayışı" ve "Bir Gençliğin Sosyalleşmesi" adlı kitaplarının yanısıra gençlere ve çocuklara yönelik pek çok el kitabı bulunan Parlak, son 200 yıldır İslâm toplumunun fetret dönemi yaşadığını savunarak, bunda, çağın gerisinde kalmış İslâm yorumcularının rölünün büyük olduğunu söyledi. Günümüzde bir tarafta "Ben bilmem, üstadım bilir" diyen müslüman tipi ile "Ben bu tefsiri Resulullah`tan destur alarak yazdım. Buna itiraz, Allah Resulü`ne, dolayısıyla Allah`a isyandır" diyecek kadar eleştiriye kapalı müfessirler bulunduğunu ileri süren Parlak, "Gelişmeleri izleyemeyen din otoriteleri, toplumları kapalı bir biçime sokmaktadır" diye konuştu. İCMÂ -İ ÜMMET `E ÖNCELİK Dinde hüküm yürütmenin dört temel delili olarak, önemine göre "Kitap" (Kur`ân-ı Kerim ), "Sünnet ", "İcma-i Ümmet", "Kıyas -ı Fukaha" şeklindeki sıralamada değişiklik yapmayı öneren Parlak, "Kur`ân`ı bireysel yorumlamak mümkün olmadığına göre önce İcmâ-i Ümmet kuralına başvurulmalı. Kur`ân`ı, çağın uleması birlikte tartışmalı. Çağın yorumu, geçmiş otoriter ulemanın görüşüyle birlikte değerlendirilmeli" dedi. Zamanımın ötesindeyim Yazdığı meal-tefsir ve kitaplarıyla doktrinde devrim niteliğinde tespitler yaptığını, hipotezler sunduğunu kaydeden Salih Parlak, çalışmalarının akademik camia tarafından değerlendirilmediğini belirterek, bu durumu, "Belki zamanımın ötesine hitap ediyorum. Bu yüzden algılanamıyorum" şeklinde açıkladı. <!--[endif]--> Her tatile bir spor organizasyonu <!--[if !supportEmptyParas]--><!--[endif]--> "Oyunla ilgili hadisler, tefsir ve fıkıh kitaplarında işlenmemiş, yok sayılmıştır" diyen Parlak, şu görüşleri dile getirdi: "Özetle teklifim şudur: İslâm dünyası öyle bir organisazyona gitsin ki, Cuma günleri lig maçları, `Haram Aylar`da kupa maçları ve Hac mevsimi boyunca da final maçları yapılsın. Böylece İslâm dünyası gençlik ve halklar düzeyinde bütünleşir." Yeni Şafak,22.11.2007
-
TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....
Başkent'in cemaat haritası AKP'nin, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden de tek başına iktidar olarak çıkması, İslami tarikat ve cemaatleri yeniden gündeme getirdi. Doğal olarak da AKP iktidarının, tarikat ve cemaatlerle arasındaki ilişki, meclise, oradan da tüm Başkente yansıdı. Son günlerde yoğun bir kadrolaşma suçlamasıyla karşı karşıya kalan AKP'nin, devlet bürokrasisini cemaat ilişkilerine dayanarak oluşturduğu ısrarla vurgulanıyor. Gelelim bu iddiaların Ankara üzerindeki yansımasına. Yapılan araştırmalar, Ankara'nın tarikatlar bakımından oldukça zengin bir portföye sahip olduğunu gösteriyor. Öyle ki, artık bir çok semtin adı, bünyesinde barındırdığı tarikatların ismiyle özdeşleşiyor. İşte, bu özdeşleşmeden yola çıkarak, semt semt hangi tarikatın, nerede etkin olduğuna, daha doğrusu "Tarikat Gettoları"na değineceğim. Başvuru kaynağım ise meslektaşım Okan Konuralp'in Tempo Dergisi için hazırladığı araştırma dosyası oldu. KUZEY KAPISI PURSAKLAR'DAKİ YAPILANMA Pursaklar beldesi, Ankara tarikat ve cemaat haritasının en önemli parçasını oluşturuyor. Havaalanı yolu üzerindeki Pursaklar bir çok tarikatı bünyesinde barındırırken, Menzilciler ve Muradiye Vakfı faaliyetleri bakımından öne çıkıyor. Nakşibendi Tarikatı'nın bir kolu olan Menzilciler, resmi adı Kasrı Şirin olan, ancak kamuoyunda Menzil Dergahı olarak bilinen camisiyle Pursaklar'a damgasını vuruyor. Cemaatin yalnızca Ankara'da 4 bin dolaylarında müridi olduğu tahmin ediliyor. Cemaatin Şeyh'i Raşit Erol'un Ankara'ya her gelişinde dergahta kalması, hayatını da burada kaybetmesi, Menzilciler için Pursakları önemli bir merkez haline getiriyor. Cemaat, ekonomik gücünü özellikle kendilerine derviş adını veren müritlerin kurduğu şirketlerin belediyelerden aldığı ihalelerle arttırıyor. Muradiye Vakfı, Melih Gökçek'in Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı kazanmasının ardından kamuoyunda daha çok duyulmaya başladı. Özellikle, Büyükşehir belediyesinden aldığı ihalelerle adını duyuran Nakşibendi kökenli cemaat, Ankara'da siyasi gücü elinde bulunduran grupların başında geliyor. YENİMAHALLE'YE KONUŞLANAN TİLLOCULAR Kadiri Tarikatı'nın Tillo kolu, Yenimahalle'de bulunan Yoksullara Yardım Derneği adı altında sürdürüyor. Yaklaşık 3 bin müride sahip cemaat, Kadiri tarikatına uygun olarak bazı akşamlar zikir töreni gerçekleştiriyor. HACIBAYRAM'IN HAKİKATÇILARI Refahyol dönemine damgasını vuran 28 Şubat süreci, İslami cemaatlerin çalışma tarzlarında temel stratejik değişiklikler yapmalarına neden oldu. Bu stratejik değişiklik, cemaatlerin kitapevlerine verdikleri önemin artmasına, mensup ve sempatizanlarıyla iletişim konusunda kitapevlerinden yararlanma yolunu seçmelerine neden oldu. Kitapevlerinin altın çağını yaşadığı yerlerin başında Ankara Hacıbayram Cami geliyor. Hemen hemen tüm cemaatlere karşı yürüttüğü mücadele ile tanınan Hakikatçılar da, Hacıbayram Cami Çarşısı'nda açtıkları Hakikat Neşriyat yoluyla çalışmalarını sürdürüyor. Mamak ve Keçiören Bölgesi'nde önemli sayıda mürite sahip olduğu bilinen Hakikatçılar, şeyhleri Ömer Öngüt'e "mutlak itaat" ilkesiyle bağlı bir yaşam sürüyor. SEMTE SIĞMAYIP, TÜM KENTE YAYILAN SÜLEYMANCILAR Süleymancılar, faaliyetlerini çoğunu "Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Dernekleri" adı altında yürüten bir cemaat. Bu topluluğun temellerini atan Süleyman Hilmi Tunahan'ın mehdiliğine inanıyorlar. Türkiye çapında yaklaşık bin 500 civarında Kuran kursu ve öğrenci yurdu olduğu tahmin edilen cemaat, Ankara'nın da hemen hemen her yerinde en az bir yurt binasıyla boy gösteriyor. Süleymancıların, Demetveler, Ayrancı ve Etimesgut bölgelerinde açtıkları yurtlar Ankara'nın en büyük özel statülü öğrenci yurtları olmasıyla dikkat çekiyor. GÜLENCİLER HER YERDE Fethullan Gülen cemaati de Ankara'nın pek çok yerinde açtıkları okul, öğrenci yurtları ve "Işık Evleri" aracılığıyla faaliyet yütürüyor. İstihbarat raporlarına göre Gülen cemaati Ankara'daki en etkin cemaat olarak gösteriliyor. ETLİK HİCRETÇİLERDEN SORULUYOR Hicret Cami İlim ve Hizmet Vakfı Genel Merkezi'nin aynı adı taşıyan cami, Ankara'daki en önemli Nakşibendi Tarikatı kollarında biri. İsmailağa geleneğinden gelen Hicret Cemaati, Şeyh Münir Hoca öncülüğünde faaliyetlerini sürdürüyor. Fıkıh ağırlıklı bir üslup benimseyen cemaat; inşaat, taşımacılık, marketçilik gibi alanlarda faaliyet yürüten ticari organizasyonlara sahip. Organizasyonların çoğunluğunda 'Hicret' ön adı kullanılıyor. Sünnete uygun olarak giyindiklerine inanan cemaatin erkekleri şalvar ve sarık; kadınları ise çarşafı kıyafet olarak benimsemiş durumda. TANK SESİNE RAĞMEN SİNCAN ONLARLA ANILIYOR Kamuoyu, İslami kesimin önemli merkezlerinden biri olan Sincan'ı askerin tank sesiyle bütünleştirdiği "Balans Ayarı" operasyonuyla tanıdı. Radikal İslamcı Hizbul Tahrir örgütü, Ankara ve çevresindeki tüm çalışmalarını Sincan merkezli olarak halen yürütüyor. İstihbarat raporlarına göre, Sincan'da önemli sayıda üye ve sempatizan potansiyeline sahip. Örgüt yayınlarında amaçlarını, "Hiláfet Devleti olan İslám Devleti'nin gölgesinde bir İslami yaşantıyı yaşamaya Müslümanları tekrar döndürmektir." olarak açıklıyor. DİKMEN'DEKİ SEMBOLİK NAKŞİ MERKEZİ Melih Gökçek, Dikmen Vadisi Projesi bünyesinde yapılan caminin adını Nakşibendi Şeyhi Mehmez Zait Kotku koymasıyla Nakşibendilerin sembolik merkezi de ortaya çıkmış oldu. Recep Tayyip Erdoğan 3 Kasım Seçimleri sonrasındaki ilk cumasını bu camide kıldı. Daha sonra da sık sık bu camiye gelen Erdoğan'ı diğer AKP'li milletvekileri de yalnız bırakmıyor. Cami, Ankara'da yaşayan Nakşibendiler için, sembolik de olsa önemli bir buluşma noktası olmaya doğru hızla ilerliyor. Camiye adını veren Mehmet Zait Kotku, ölümüne kadar Nakşibendi tarikatının kollarından İskender Paşa Cemaati'nin şeyhliğini yaptı. ÇUBUK'UN TİCANİLERİ TÜKENİYOR Ticaniler, Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun çıkmasına neden olan cemaat olarak bilinir. Ankara'nın tarikat ve cemaat haritasında artık yer alamayan Ticaniler ilk olarak, Çubuk ilçesinde ortaya çıktı. Tarikatın lideri Ahmet Ticani'dir. Ticaniler, Atatürk HÜSEYİNGAZİ VE SİTELER'İ KAPSIYOR Ankara'ya özgü en önemli tarikat örgütlenmesi ise Galibi tarikatı. Cemaatin liderliğini Hasan Galip Kuşçuoğlu yapıyor. Ankara Hüseyingazi'deki cemaate ait camide perşembe günü düzenli olarak zikir töreni yapan cemaatin tüm Türkiye çapında yaklaşık 5 bin müridi bulunuyor. Cemaatin ağırlıklı olarak Siteler esnafı içinde örgütlendiği biliniyor. Arkadaşımın dinini 20 yıl sonra tesadüfen öğrendim Arjantin Ankara Büyükelçisi Sebastian Brugo Marco, Buket Güler'e Hello Dergisi'nde verdiği özel röportajda çarpıcı yorumlarda bulunmuş. Türkiye'nin, özellikle de Ankara'nın ulaştığı nokta açısından büyükelçinin söyledikleri dikkatimi çekti. Ülkemize ilk kez 1975 yılında geldiğini ve Türk kadınlarını 30 yıldan beri tanıdığını belirtirken, "Türkiye'de kadınlar artık çok daha özgür" demiş ve başörtüsü hakkında ilginç bir tespitte bulunmuş. Büyükelçi Sebastian Brugo Marco, "Bundan 30 sene önce Ankara sokaklarında yürüyen başı kapalı bir kadın asla görmezdim. Anadolu'nun tüm köylerinde vardı, ama şimdi her yerdeler. Bu iyi mi kötü mü, bilmiyorum" demiş. Bunun çok kişisel bir tercih olduğunu da sözlerine ekleyen büyükelçi, artışın sebebini ise bilmediğini söylemiş. Müslüman kadınları suçlamadığını ve onlara saygı duyduğunu dile getiren Büyükelçi Marco, "Bazı kadınlar başlarını sıkı sıkı kapatıyorlar, ama bunun yanı sıra çok ağır makyajlar da yapıyorlar" şeklinde konuşurken, bunu bir din özgürlüğü olarak kabul ettiğini vurgulamış ve şöyle devam etmiş: "Eğer kendi dininizi seçmekte özgürlüğünüz varsa, tamam. Ama Türkiye'de maalesef bu özgürlükten bahsetmek de mümkün değil. Sizin kimliğinizde din kısmı var ve orada İslam yazılıyor. Benim ülkemde böyle değil. Ben arkadaşlarımın dinini 20 yıl beraber çalıştıktan sonra tesadüfen öğreniyorum. " 30 yıl öncesinde Türkiye'de insan ilişkilerinin daha iyi olduğunu da belirten büyükelçi, bu tespitlerinin yanı sıra Hello Dergisi'ne özel yaşamı ile ilgili özel açıklamalarda da bulunmuş. 5 yıldızlı saltanatın unutulanları Geçen hafta Başkentli yatırımcıların turizme sektörüne damgasını vurduğu yazıp, Ege, Akdeniz ve KKTC sahillerinde boy gösteren birinci sınıf turistik tesislerin listesini vermiştim. Bu tesislerin hem inşasını, hem de işletmesini yapan devler arasında Ankara'nın müteahhitlerin başı çektiğini vurgulayıp, tüm ülkedeki 5 yıldızlı otellerin yüzde 40'ının Ankaralı yatırımcılara ait olduğunu yazmıştım. Bu yazım büyük ilgi çekti ve e-mail adresime bir çok e-posta geldi. İçlerinden bir kaçı ise haklı eleştirilerini aktardı. En önemli eleştiri ise yaptığım listede Üç önemli grupla, bir Ankaralı yatırımcıyı koymamam üzerineydi. Bu hafta eksiğimi gidermek üzere, yeniden bir yazı yazmam kaçınılmaz oldu. Ancak, enformasyon eksikliğimde bu turistik tesisler de kendinde hata aramalı. Otellerini daha aktif bir şekilde tanıtıp, akılda kalıcı olabilirler. Nasıl mı? Bir fıkra ile sözlerime açıklık getireyim. CENNETİN KAPISI YUMRUKLANIR VE ... Cennet'in kapıları şiddetli bir şekilde yumruklanmış. "Güm güm güm" sesleri arasında içeriden seslenmişler... -Kim o? Dışarıdan gök gürültüsü gibi tok bir ses: "Biz İstanbul'u fetheden Fatih'in yiğitleriyiz!" diye cevap vermiş. Bu cevap üzerine de içeriden "hoş geldiniz" diyerek kapılar ardına kadar açılmış ve yiğitleri içeriye buyur etmişler. Her şey çok güzel gidiyormuş. Ta ki, 40 yıl geçinceye kadar. Bir gün kapılar yine şiddetle çalınmış: "Güm Güm Güm!" İçeriden sormuşlar: -Kim o? Dışarıdan gök gürültüsü gibi tok bir ses: "Biz İstanbul'u fetheden Fatih'in yiğitleriyiz!" İçeriden hemen cevaplamışlar: "Hadi len! Onlar 40 yıl önce geldi!" Dışarıdan yine ses gelmiş: "Ama biz mehter takımıyız, ancak geldik!" UNUTULAN TURİZM YİĞİTLERİ Unutulan yatırımcılardan biri, iş adamı Erdal Tontu idi. Beldibi'ndeki 5 yıldızlı oteli Katamaran ile listeye girmemişti. Üstelik unuttuğum bu kişi Türkiye'de, turizmi iyi bilen yatırımcıların başında geliyordu. Üç kardeşiyle birlikte kurdukları Dörtel Tekstil'in bir yatırımı olan Belek'teki Adora Otel'in yapımında ve bugünlere gelmesinde büyük katkısı olmuştu. Daha sonra kardeşleriyle anlaşmazlığa düşüp ortaklığı bitirerek, tek başına gemi şeklindeki temasıyla büyük ilgi toplayan Katamaran'ı kurmuştu. Listeye girmeyen zincir otellere gelecek olursak... Bunlardan en önemlisi Öztaş Şirketler Grubu'na ait 7 otelli Pegasos zinciriydi. Ege ve Akdeniz'e yayılan, toplam 12 bin yatak kapasiteli Pegasos zincirinin hiç kuşku yok ki amiral gemisi, Muğla Sarıgerme'de 300 dönüm üzerine kurulu Pegasos Tropical Place oteliydi. Bir diğer grup ise Ankaralı iş adamı (Şimdi Antalya'ya yerleşti) Akın Yılmaz'a ait Joy Grup'tu. Antalya, Marmaris Tekirova ve Bodrum başta olmak üzere bir çok sahil beldemizde 12 adet beş yıldızlı tesise sahipti. Bu zincirin lokomotifi ise Kemer'deki Kiriş World Otel'di. Aynı zamanda Büyük kolej'in Yönetim Kurulu Başkanı olan Rumi Doğay ve ailesinin Kuşadası'daki 5 yıldızlı tesisleri AquaFantasy Otel ise unuttuğum üçüncü grubu oluşturuyor. Fantasy Otel, 3 bin 500 rakamını bulan yatak kapasitesi ve Türkiye'nin en büyük Aquapark alanıyla devasa bir yatırım. heykellerine saldırarak ve Ankara'nın çeşitli camilerinde ve mecliste Arapça ezan okuma eylemleriyle adlarını duyurdu. Çubuk ve Çorum Şabanözü'nde az sayıda Ticani, tarikatın varlığını sürdürüyor. Erdal İPEKEŞEN
-
TARİKATLAR VE RADİKAL İSLAMCI AKIMLAR .....
İslami Yaşam Biçimi Nasıl Uygulanıyor? Devletten büyük baskılar gelmemiş, hükümetler desteklememiş olsalar bile, aşırı dinci gruplar bir kere belli bir güce ulaşırsa, o ülkede Müslüman insanların doğumundan ölümüne kadar tüm yaşamlarına karışma hakkını kendilerinde görüyorlar. Sonuçta istedikleri baskıyı yapmakta, insanların yaşamını din adına istedikleri gibi saptırmakta engel tanımıyorlar. Fırsatı bir kere ele geçirince fanatik dincilerin dinsel konuları nasıl saptırdıklarını İslam ülkelerinde açıkça görüyoruz. Örneğin resmi dini İslam olan Malezya, son yıllara kadar Çin, Hint, İslam ve Hıristiyan dinlerini, ırk ve kültürlerini başarılı şekilde bir arada kaynaştırma ününe sahipti. Malezya devleti, 1980'den sonra; resmi kurumları İslamileştirmeye başladı. Son yıllarda yüzeyde Müslüman kadının örtünmesi etrafında toplanmış gibi görünen bir çatışma yaşanıyor. Kadın hakları savunucusu Marina Mahathir , yazarı olduğu dergide yeni bir yasayı şiddetle kınadı. Yeni yasa, erkeğin karısını daha kolay boşaması, dörde kadar sayıda kadınla evlenebilmesi ve karısının malları üzerinde daha fazla kontrole sahip olabilmesi gibi değişiklikleri öneriyor. Yazar, "Müslüman kadın ikinci sınıf insana dönüştürüldü. Kadının örtünmesi diyorlar; bu, kadının kendi seçimidir" demişti. Yazı Malezya'da çok ciddi eleştirilere uğradı: "Bu kadın önyargılı ve çok cahil, çünkü şeriatın amacını ve uygulama yollarını bilmiyor. Kadın hakları, cinsler arası eşitlik gibi kavramlar Batılı kadınların söylemidir. Bu kadın ülkemizde körü körüne Batılı feministleri taklit ediyor. Biz Müslüman kadınların, asla saldırgan Batılı kadınlar gibi olmasına izin vermeyeceğiz.'' (11 Mart 2006, BBC radyosu) Bu söylemler Malezya için şaşırtıcı ve çok yeni bir oluşum. Bundan otuz yıl önce Müslüman kadın isterse başını örter, isterse örtmeyebilirdi. Gerçekte hükümet yetkilileri Malezya'nın bilim ve teknoloji üreten ülkeler düzeyine ulaşmasını istiyor, ülkedeki radikal İslamlaştırma çabalarını kınıyor ve yaratılan kargaşadan rahatsız. Ama Pan-Malaysian Islamic Parti'nin dini liderlerinin temel politik amacı, İslam devleti kurmak ve dini konuları ekonominin önüne koymaktır. Müslüman kadının başını örtmesini ve vücudu belli etmeyen bol elbiseler giymesini istiyor, onun evde oturmasını ve çocuk bakmasını destekliyor. Kelantan'da süpermarket, tiyatro ve sinemalarda kadın ve erkek için ayrı para ödeme kasaları ayrılmış. Sinemada ışıkların gösteri sırasında da devamlı yanması, otel ve belediyelerin kadın ve erkek için ayrı yüzme havuzları inşa etmeleri isteniyor. (BBC, Kuala Lumpur, Jonathan Kent ). Kâfirlikle suçlanıyorlar Bir başka sessiz yeşil devrim de Fas'ta yaşanıyor. Fransızca öğretmeni Sukayna "Ülkemi artık tanıyamıyorum" diyor. "Düşünceler de elbiseler de usul usul değişti. Hiçbir tartışma, miting ya da çatışma yaşanmadan. Sadece küçük küçük damlalar gün geçtikçe birikiyor. Sonra bir gün meslektaşlarından bile gelen gizli tepkiler, aşağılanma ve dışlanma öyle ağırlaşıyor ki artık taşıyamıyorsun" (Le Monde, 18 Mayıs 2007). Kazablanka Üniversitesi'nde başı açık olan son 5 kadın öğretim üyesinin posta kutularına örtünmeleri için mesajlar bırakılmış. Yazıişleri müdürü "Fas'ta ilk kez böyle şeyler oluyor. Hatta erkek öğretmenler de hedef alınıyor, düzenlediği faaliyet İslami bulunmadığı zaman kâfirlikle suçlanıyorlar" diyor. (Tel Quel dergisi). Afganistan'da köktendinci hükümetin iktidara gelmesinden sonra kadının oy kullanma, devlet dairelerinde, televizyon/radyolarda çalışma hakkının ellerinden alındığını biliyoruz. 1960'lı yıllarda mini etek giyen Afgan kadını, tepeden tırnağa örtünmek zorunda bırakıldı. Eylül 1992'de başkentin büyük parkında "İslama uygun davranışlarda bulunmadıkları için" toplu idamlar gerçekleştirildi. Bir başka haber de bir diğer İslam ülkesi olan Endonezya'dan: 2004 yılında deprem sonrası oluşan tsunamiden en çok zarar gören Banda Açe bölgesine uluslararası yardım paraları gönderilmiş, bu paraların felaket kurbanlarına dağıtılması gerekirken, milyonlarca dolarlık yardım parası ile kadınların iffetli giyim kuşam ve davranış içinde olup olmadığını takip eden ahlak zabıtası kurulmuş, şeriata uygun giyinmeyenler halk önünde kırbaçlanmış. (Hürriyet gazetesi, 18 Aralık 2006). Din adına yapılanlar Din adına yapılan sınırlama ve baskıları, insanların eğitim düzeyinin de engelleyemediğini görüyoruz. Suudi Arabistan'da üniversite mezunu kadın oranı erkekten çok daha fazladır; kadın hem daha iyi eğitim görmüştür, hem çalışmaya çok daha isteklidir. Ama kadın üniversitede istediği eğitim dalını seçemez, örneğin hukuk ve mühendislik gibi alanlar kadına kapalıdır, pek çok resmi dairede çalışamaz. Özel ofiste çalışanlar erkekten ayrı odalara konur. Üniversiteli kız öğrenciden sadece uygun şekilde giyinmesi beklenmez, pencereleri sıkı sıkıya örtülü otobüslerle gidip gelir veya babaları gelip alacağı zaman onu bekleme odasında bekler, dışarı çıkamazlar. Kampusta mobil telefonla konuşmak yasaktır, çünkü bu şüphe davet eder. Kadın seçimde oy kullanamaz; kocası veya babasının yazılı izni olmadan seyahat edemez, onların refakati olmadan yurtdışına çıkamaz, toplulukta diğer erkeklerle bir arada bulunamaz; arabanın ön koltuğunda oturamaz. (Inter Press Service, 30 Mart 2004, Seudi Arabistan, Peyman Pejman ). Suudi kadın, topuklarına kadar uzanan siyah çarşaf giymek ve peçe takmak zorundadır. Bu giyim şeklini değiştirmenin mümkün olmayacağını Suudi kadın artık kabul etmiş görünüyor. Ama eğitimli kadınlar için en önemli olan şeyler serbestçe çalışabilmek, araba kullanma izni alabilmek, oy hakkına ve kendi kimlik kartına sahip olabilmektir (Inter Press Service, 30/3/04). Azar azar artan dogmatik katılık ve insafsızlık büyük saçmalık boyutlarına ulaşmış, dini saptırma ve kötüye kullanma bir norm haline gelmiştir. (Inter Press Service 30/3/04). Hatta gazetelerimizde de yayımlanan bir habere göre Mekke'de gece yatılı okulda çıkan yangında alevler bir anda binayı sarmış, dışarı kaçmak için kapıya koşan genç kızlar karşılarında din polislerini bulmuştur. Din polisleri, İslami kurallara göre çarşaf giyinmedikleri için kızların binadan çıkmasına izin vermemiş, "namahrem" gerekçesiyle itfaiye ekiplerinin binaya girmelerini de engellemiş ve bütün kızlar yanarak ölmüştür (Hürriyet gazetesi, 17 Mart 2002). 23.4.2007 tarihli gazeteler, İran'da "erkeklerle eşit hak isteyen" kadınları ahlak polisinin coplatıp tutuklattıktan sonra, kadınlar üzerindeki baskının arttırıldığını yazıyordu. (Radikal internet 19 Kasım 2007 Pazartesi). Ancak sadece kadınların değil, örneğin kısa pantolonu ile evinin bahçesinde çim biçen erkeğin de kendini namus bekçisi olarak görenlerin saldırgan söz ve davranışlarına hedef olduğu anlaşılıyor. Bilindiği gibi erkekler, evde gizlice bira yapmasını, votka damıtmasını öğrendi, çünkü içki yasaktır. Bir gün geldi, açık renk takım elbise giyen, kravat takan erkekler kravatından tutulup yerlerde sürüklendi. Kısa kollu gömlek giymişse güvenlik güçlerince gözaltına alındı. Özetle, örnekler ortaya koyuyor ki, devletten büyük baskılar gelmemiş, hükümetler desteklememiş olsalar bile, aşırı dinci gruplar bir kere belli bir güce ulaşırsa, o ülkede Müslüman insanların doğumundan ölümüne kadar tüm yaşamlarına karışma hakkını kendilerinde görüyorlar. Sonuçta istedikleri baskıyı yapmakta, insanların yaşamını din adına istedikleri gibi saptırmakta engel tanımıyorlar. Prof. Dr. Aysel EKŞİ