Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Türbanlı başkan da olsun Isparta Belediye Başkanı Balaman, türbanlı belediye başkanı olmasını istedi.. Türbanlı bir kadının belediye başkanı veya daire başkanı da olabilmesi gerektiğini savunan Balaman, bir İmam Hatipli'nin hırsız veya uğursuz olduğunun görülmediğini, aralarından terörist de çıkmadığını öne sürdü. Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman, İl Müftülüğü tarafından Süleyman Demirel Kongre Sarayı’nda düzenlenen ‘Hafifelik Taç Giyme Töreni’nde konuştu. Ülke gündemine oturan başörtüsü sorununun Meclis'te çözülmesi gerektiğini söyleyen Hasan Balaman, Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğunu ve başörtülü bir kadının da belediye başkanı veya daire başkanı olabilmesi gerektiğini kaydetti. Hasan Balaman, başörtünün AK Parti’nin siyasi simgesi olmadığını belirterek, diğer siyasi partilere mensup başörtülü kadınların da bulunduğunu söyledi. Salonda bulunanlara, ‘Başörtülü MHP'li yok mu’, ‘Başörtülü CHP'li yok mu’ diye sorup ‘Var’ yanıtını alan Balaman, Milliyetçi Hareket Partisi’nin sadece üniversitelerde başörtünün serbest bırakılmasına yönelik düşüncesi olduğunu belirtti. Başkan Balaman, “Böyle birşey olmaz. Yasak her yerden kalkmalı” dedi. Türkiye Cumhuriyeti’ne gelecek nesillerin sahip çıkacağına değinen Balaman, “İmam hatipli bir kişinin hırsız veya uğursuz olduğu görülmemiştir. Bunların aralarından terörist de çıkmamıştır” diye konuştu. Evet Konya derken buyrun Isparta'ya...................daha bunlar başlangıç!!!!!!!
-
Irmak yeni filmini övdü.....
Yönetmen Irmak, yeni filmi Ulak'ın Babam ve Oğlum'dan çok farklı olduğunu söyledi "Babam ve Oğlum" filmiyle izlenme rekorları kıran yönetmen Çağan Irmak'ın yeni filmi "Ulak"ın galası, Forum Mersin'deki Cinebonus Sineması'nda yapıldı. Gala öncesi açıklama yapan yönetmen Irmak, "Ulak"ın şimdiye kadar yaptığı tüm filmlerden farklı olduğunu savundu. Irmak, "Biraz daha dikkatle izlenmesi gerekir diye düşünüyorum. Film gişe rekorları kıracak diye bir hedefim yok. Sadece şunu söyleyebilirim, bu film gişe rekorlarından daha kıymetli bir film diye düşünüyorum. Ulak filmi, Babam ve Oğlum'dan çok farklı. Çünkü ben bir yönetmenin kendisini tekrarlaması gerektiğine inanmıyorum. Ulak, çok farklı ve yeni bir film" dedi. Filmi beğeniyle izleyen sinemaseverler, filmin ardından Irmak'ı alkışlayarak kutladı. Bu
-
UTANMALISINIZ!
Başbakan Kostas Karamanlis, yaklaşık elli yıl önce, amcası o dönemin Başbakanı Konstantin Karamanlis'in ardından, Ankara'ya resmi ziyarette bulunan ilk Yunanistan Başbakanı. Yunanistan muhalefetince tepkiyle karşılanan bu ziyaret, Kostas Karamanlis'in kararlılığı ile gerçekleştirildi. Konuk Başbakan Anıtkabir'e giderek Atatürk'ün manevi huzurunda saygı duruşunda bulundu ve mozoleye çelenk koyduktan sonra Şeref Defteri'ni imzaladı. Deftere, 'Atatürk ve Venizelos'un cesaretini gösterdik…' diye yazan Karamanlis, bu samimi davranışıyla, Türk Halkı'nda bir nebze sempati yarattı denilebilir. * * * Ancak, Kostas Karamanlis'in basına verdiği demeçler arasında yer alan, 'Ruhban Okulu açılmalı ve buraya Avrupa Pasaportu'yla gelinmeli…' şeklindeki ifadesi saçmalığın ta kendisidir. Ayrıca, Yunan Meclisi'nde kendisine yönelik eleştirilere cevap verirken; 'Türk-Yunan ilişkilerinde arzu ettiğimiz düzeye gelinebilmesinin ön koşulu Kıbrıs Konusu'nun çözüme kavuşturulmasıdır' tarzındaki söylemiyle; 'Rum Ortadoks Patrikhanesi'nin Ekümenik olması' ifadesi, samimi görüntüsünün altında yatan gerçek yüzünün, yani art niyetli oluşunun göstergesidir. Bunlara ilaveten; Gazetemiz'in bu haftaki sayısının Manşet Yazısı'nda da yer aldığı ve açıklandığı üzere; Yunanistan'daki muhalefetin ve özellikle aşırı sağcı milliyetçilerin, Karamanlis'in Ankara ziyaretini yapmaması, yapacaksa bile Anıtkabir'e çıkmaması ve Atatürk'e saygı duruşunda bulunmaması gerektiğini belirtmesi, Türk İnsanı'nı düşündürmektedir. Biz biliyoruz ki; Yara, kaşıyarak iyileşmez! Muhalif aşırı sağcı milliyetçiler, iş daha da ileriye taşıyarak, Başbakanları'nın Anıtkabir'e çıkıp, Atatürk'ün manevi huzurunda saygı duruşunda bulunmasının, İsrail Lideri'nin Hitler'in mezarına çiçek bırakmasıyla aynı anlama geleceğini dilendirmeleri saygısızlığın ve tarih bilincinden yoksunluğun ve kısacası cehaletin bir ifadesidir. * * * Aynı bölgenin insanları olmamıza ve yine aynı coğrafyada, iki komşu olarak ilelebet yaşama zorunluluğumuza karşın, yukarıda söylediğim ifadelerle, Yunan Halkı'yla Türk Halkı'nın birbirlerini yeterince tanımadıkları ortaya çıkıyor. Halbuki; Anadolu'da söylendiği şekliyle, 'Komşu Komşu'nun Külü'ne muhtaçtır.' Biz iki komşu ülkenin, barış içinde ve birbirimizin haklarına saygı göstererek yaşama zorunluluğumuz gözlerden uzak tutulmamalıdır. Nasıl güneşi balçıkla sıvayamazsanız; bu gerçeğin de üzeri, h,ç şekilde ve nesneyle örtemezsiniz. Son yıllardaki gelişmelere göz gezdirdiğimizde; sorun çıkaranın hep Yunanistan tarafının olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Sürekli dillendirilen 12 mil konusu, suni olarak yaratılmış Kardak Krizi, hemen her gün görmeye ve duymaya alıştığımız Jetlerimizin Ege üzerindeki İt Dalaşı ve en önemlisi de; Birleşmiş Milletler kararına karşın, özelikle çözümsüzlüğe sürüklenmiş olan Kıbrıs Konusu, her iki toplumun arasındaki çıban başı konumunu muhafaza eden önde gelen hususlardır. Bunlar incelediğimizde de; uyuşmazlığın ve çözümsüzlüğün tamamen Yunan tarafından kaynaklandığı bir kez daha gözüküyor. Aramızdaki sorunlar, çözülmesi amacıyla ele alındığında; mutlaka her iki tarafın menfaatlerine dayalı ve karşılıklı haklarımıza saygı duyulacak bir çözüm elbette üretilebilir. Bunun için olaya yapıcı ve barışçıl yaklaşmak yeterlidir. * * * Sizlere yakın tarihimizden bir anekdot aktarmak istiyorum: Türk Ordusu İzmir'e girmiş ve Mustafa Kemal de İzmir'e ulaşmıştır. Kısa süre de olsa dinlenebilmek amacıyla kendisi için hazırlanmış yere gider… "Karşıyakalıların Mustafa Kemal için hazırladıkları evin önü, bahçesi, beyaz başörtülü, maşlahlı her yaştan kadınlar ve fesi atıp kalpak giymiş erkeklerle doluydu. Paşa'yı görenler ağlamaya başladılar. Birkaç basamakla çıkılan mermer girişin üzerine bir YUNAN BAYRAĞI serilmişti. Paşa sordu: -Bu Niçin? Heyecan içinde açıkladılar: -Yunan Kralı kalacağı eve Bizim Bayrağımız'ı çiğneyerek girmişti. -Ne olur Paşam, Siz de onun gibi yapın! -Öcümüzü alın! Bir kadın gözlerinden yaş inerek, -Lütfen- diye yalvardı. Kral'ın kaba davranışı kadınları çok kırmış olmalıydı. Mustafa Kemal Paşa; -Sizi anlıyorum… dedi. …Ama, o bir milletin timsalini çiğnemekle hata etmiş. Ben o hatayı tekrar edemem. Muzaffer'e döndü: -Kaldır çocuk! Muzaffer bayrağı topladı. Bu görgü farkı Karşıyaka Hanımlarını büsbütün ağlattı." (*) Başbakan Karamanlis'in Ruhban Okulu, Patrikhane Ekümenikliği ve Türk-Yunan İlişkileri'nde sağlıklı ve kalıcı bir çözüme ulaşılabilmesi için Kıbrıs'ın ön koşul olması gibi konulardaki açıklamalarının talihsiz sözler olduğunu düşünüyorum. Aslında düşünmek istiyorum. Çünkü, 'Geçmişe bakıp da yaşamamız mümkün değil. Geleceğe bakmalı ve barış içinde yaşamanın yollarını bulmalıyız…' sözleri de konuk Başbakan'a aittir. Hal böyle olunca da; ister istemez ikilemde kalınıyor. O mu? Bu mu? Yunanistan muhalefetine ve özellikle aşırı sağcı milliyetçilerine gelince; ülkesinin önemli bir kısmını işgal etmiş bir ülkenin bayrağına böylesine saygılı olan Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi huzuruna çıkmaması konusunda Başbakanları Kostas Karamanlis'e ileri/geri konuşmaları, hatta; Karamanlis'in Anıtkabir ziyaretinin, İsrail Lideri'nin Hitler'in mezarına çiçek koymakla aynı anlama geleceğini belirtme gibi terbiyesizlikleri karşısında söylenebilecek tek bir söz var: Utanmalısınız! (*) : Şu Çılgın Türkler, 5. Basım, S. 666 Ulus Gaztetesi’nden…CENGİZ ÖNAL 'TARAKÇIOĞLU' Yazı İşleri Müdürü
-
Hrant DİNK öldürüldü...
Yaşamak bir ağaç gibi Tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşcesine Bu hasret bu özlem bizim... N.Hikmet ‘Güvercinleri vurmazlar bu ülkede’.. Evet: ‘güvercinleri vurmazlar bu ülkede’derken Hrant Dink nasıl bir dıygu içerisindeydi acaba...kendisinin vurulabileceğini diğer aydınlar, sanatcılar, gazeteciler, profosörler gibi bilmesine rağmen neden böyle anlamlı söylemi katledilmesinden kısa bir süre önce söyledi... Bu ülkede yüzlerce faili meçhul cinayetler varken... Mafya, çeteler arkasında derin devlet ve devletle iç içe girmiş uzantılarının örgüt maskesi altında işledikleri cinayet sokak ortalarında hırla devam ederken ... Daha nice güvercinlerin kanları yerde kalırken... Kendisi yaşarken çıkardığı Agos gazetesindeki köşesinde, vurulan güvercinler için yazılar yazarken... Neden? ‘güvercinleri bu ülkede vurmazlar’ dedi.. Neden güvercinleri bu ülkede vurmazlardı acaba? Hrant Dink için...Bu söylem bu duygu insanın içini ısıtan ateş gibidir.İtilmişliğin, kakılmışlığın, ermeni dölü, kıro sözlerinin duyulmayacağı bir ülkenin yaratılması ve özlemi için verilen temenni sözleridir... Bu duygu kendisine ateşten gömlek biçenlerin umududur.. Yakılmışların,itilmişlerin,kakılmışların,sürülmüşlerin,ezilmişlerin söylemidir/umududur. Özlemdir. Ölümün yalnızlığıdır... Hrant Dink ölümünün birinci yılını doldururken neden öldürüldü sorusuna bir cevap bulunamadığı gibi olan yanıtlar ve tanıklarda karartılmaya çalışılmaktadır. Biliyoruz ki bu ülkede güvercinleri istemiyorlar... Direneceğiz vurulsakta.. Bu ülkede güvercinleri vurmayacakları zamana kadar... Umutlarımızı kanat çırpamayacak hale getirilen güvercinlerin kan güllerini gagalarına taktıkça tazeliyeceğiz... ‘Güvercinleri vurmazlar bu ülkede’ Bir yıl oldu .. Kanatlarının göğsüne yapıştırarak kimsenin duymadığı görmediği o koca kalabalıkta kaldırıma çakılalı ak güvercin.. Bir yıl oldu... Geride sanıklarını yaşının tartışmasının henüz bitmediği mahkeme komedisi. Bir yıl oldu.. Bu ülkede güvercinlerin vurulmayacağı umudunu taşıyan, gagasında kızıl karanfille kaldırıma çakılan ak güvercine... Her 50 dakikada bir kişi evinden kaçıyor bu ülkede!.. Her beş saniyede bir suç işleniyor bu ülkede!.. Suç işleme potansiyeli olan bir ülkede, yolunu dahi bilmediği İstanbul’da o kalabalıkta 17 yaşında denilen bir kişi ensesinden tek bir kurşunla güvercini vuruyor!.. Ne garip değil mi ? Ermeni olduğu için, gazeteci olduğu için, aydın olduğu için, öldürülüyorsa ve ardından bu tip cinayetler devam ediyorsa bu ülkede nasıl özgürce uçurabiliriz güvercinleri!.. Demokratik haklar ve demokratik ülke söylemleri bu ülkede hiç bitmedi... Ne garipki gelmedi bu ülkeye demokrasi... Olaylar kendi dışında gelişme gösterir, sisteme ayak uydurma içerisinde olan düşünceler çevreni sarmış ise, ipek böceğinin kendini koza karanlığana kapatması gibi kapatamayacaklar karanlığa güvercinleri bu ülkede.. Hiç bir insan, düşüncesinden dolayı, etnik yapısından dolayı, dini inançlarından dolayı, kimliğinden, renginden, ırkından dolayı öldürülmemelidir... Vurmasınlar bu ülkede güvercinleri.
-
Din Faşizminin Özgürlüğü mü?
Baskıcı rejimler genellikle "ayrımcılık üzerine oturtulmuşlardır". - Din ve inanç baskısı, "dindarlar ve diğerleri" ayrımcılığı üzerine kurulur. Hatta "Dindar bir cumhurbaşkanı istiyoruz" diyerek ötekilerle, "dinli-dinsiz'' ayrımını aralarında yapay olarak üretirler. - Vatandaşlığın (ve yurttaşlığın) bütünleştirici kimliği yerine örneğin Kürt ve Laz kimliklerini öne çıkararak "ırk ayrımcılığına dayalı bir baskı yaratırlar". İşin ilginç yanı bu baskıcı (ve faşistçe) ayrımcılık, "özgürlükler ve demokrasi'' söylevleri ile pazarlanır. İşin özünde, "ayrımcılığın özgürlüğü dayatılarak bu yolla baskı yaratılıyor". Türkiye'deki ayrımcılık (ve baskının) tarihsel seyrine bakalım; 1) 1940'lı yıllarda, "bürokrasinin ayrımcılığı yoluyla" baskı yaratılmıştır. 2) 1950'li yıllar "bürokratik baskıcılığın yanına "dinci ve feodal baskıların" eklenmesiyle sürdü. 3) 1980'li yıllardan başlayarak sermaye ve din baskıcılığı öne çıktı. Ancak 1940'lı yıllardan ve özellikle de Marshall Yardımı'ndan sonra "ABD (va Batı) emperyalizminin bürokratik, feodal, dinci ve sermayeci ayrımcılıkla" işbirliği yaptığını görüyoruz. 2000'li yıllara gelindiğinde ABD ve AB emperyalizmi dinci, bölücü ve sermayeci odaklarla mutlak bir işbirliği içine girmiştir. Dinci baskı, emperyalizmin denetiminde sermayeyi ve etnik ayrımcılığı peşine takıp sürüklemeye başladı. 'Ilımlı İslam', baskının yeni adı... Batı emperyalizminin ve İslamcıların penceresinden "görülen Türkiye manzarası özünde aynıdır". Bulunan ortak payanda "İslamcı yapılanmadır". Kibarca, "Ilımlı İslam'' adı takılmıştır. Devşirilmiş ya da işbirlikçi sıfatlarını içeren bir tanımlamadır bu. 1) ABD ve AB'nin penceresinden görülen resim; Batı, Atatürk Cumhuriyeti'nin olmadığı, Lozan'ın kazanımlarının ortadan kaldırıldığı, Türkiye pazarının Batı tekellerinin ve kurumlarının eline terk edildiği bir ülke peşindedir. Türkiye Avrupa'da olduğu gibi halkçı ve demokratik örgütlenmelerin bulunduğu bir ülke olmamalıdır. Böyle olursa, "ulusal iktisadi, siyasi ve kültürel çıkarlarını korumaya ve savunmaya başlar''. Bunun yerine tarikatların, cemaatlerin ve dinci siyasilerin sisteme hâkim olduğu bir duruma gelmeli. Bu yapılanma, sonunda "İslamcı baskıları da beraber getirecekse bize ne!.." Bizim gereksinimlerimizi karşıladıkları sürece türbanlısı, takkelisi, çarşaflısı biraz göz zevkimizi bozmaktan öteye gitmez. Yeter ki ulusalcı, Atatürkçü, halkçı ve antiemperyalist kesimler geri planda kalsınlar. Bir de dincilerle birlikte TSK'nin zamanla siyasetle olan bağları tamamen koparılırsa Batı için ideal bir sonuç doğar. İşte ABD ve AB penceresinden görülen Türkiye manzarası budur. Ya Türkiye'nin içinden bakanlar? 2) İslamcı işbirlikçilerin bakışına gelince... ABD ve AB'nin bu talepleri karşısında içimizdeki "işbirlikçi İslamcılar" şöyle düşünüyorlar: - Biz de Cumhuriyet'in değerlerine, Atatürkçü rejime karşıyız. Bu konuda Batı ile örtüşüyoruz. - TSK bizim için de büyük engel. Orduyu biz de siyasetin tamamen dışına itip önümüzdeki yolu açmak istiyoruz. ABD ve AB'nin yardımı ile bu işi de hallederiz.(x) - Zaten bu nedenle dincilerin ideologları, "Batı ile isteklerimiz hiç bu kadar örtüşmedi" diyerek tezlerini gözler önüne seriyorlar. Tabii ki ABD ve AB bu desteğe karşılık bir fatura çıkarıyor; "Büyük Ortadoğu Projesi'nde taleplerimizi yerine getir" diyor. - Türkiye biraz küçülecekmiş.. varsın küçülsün... - Ekonomi, Batı'nın arka bahçesi olacakmış; zaten öyle değil mi!.. - Ama karşılığında şeriatçı bir düzen kurulacak, bizim için önemli olan bu nihai hedefe ulaşmaktır. İçimizdeki işbirlikçi dincilerin penceresinden görülen manzara da böyle. Tabii bölücüler ve kimi sermaye çevrelerini de "Batı'nın, bu koalisyonun içine kattığını unutmayalım". İşte giderek artmaya başlayan "dinci baskının" arkasındaki nedenler bunlar: "Mahalle baskıları", "Fazıl Say'lar'', "Harembüs'ler'', sömürgecilerle işbirliği yapan Nobel'ciler, Hıristiyanlarla ortaklık kuran İslamcılar.. artan baskıcı rejimin sinyalleri. Dinin (ve emperyalizmin) baskı kurması için özgürlük istiyorlar. Aynen Şarlo Diktatör filminde Şarlo 'nun dediği gibi: "Diktatörler özgürlükleri yalnız kendileri için isterler.'' Amerika'nın Irak'a, "özgürlük götürüyoruz'' diyerek girmesi gibi; Türkiye'de özgürlük istiyoruz diyenlerin dinci bir baskı rejimi yaratmaları gibi... (*) AKP, Ordu ve Amerika Üçgenindeki Türkiye,Truva, 2007.
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
Ayetullah Fethullah!.. Siyasal İslam ve Bölücü /Ayrılıkçı hareketten kaynaklanan bir büyük tehdit altında bulunan Türkiye'de, özgürlükçü (liberal) sağın ve halkçı (demokratik) solun kendi içlerinde bütünleşerek bir işbirliğine ya da birlikteliğe gitme arayışlarının yoğun hale geldiği; bu yolda umutların yeşerdiği bir dönemde; Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin ''Cumhuriyet Düşmanı'' bir kişi hakkında aldığı beraat kararı, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğinden kaygı duyan tüm yurttaşları endişeye sevk etmiştir!.. Mahkemelerine, yargıçlarına güvenen, yargı kararlarına büyük saygı gösteren Türk toplumu, bu kararın hukuksal gerekçelere uygun olduğundan kuşku duymasa da; yurttaşların birçoğu, bu kararla doğacak sonuçların ne gibi gelişmelere yol açacağını düşünmeye başlamıştır... Bir erken seçimin gündemde olduğu Türkiye'de, bu kararla bağlantılı olarak ortaya çıkacak gelişmelerin tüm siyasal dengeleri altüst etmesi olasılığı belirmiştir... Sürdürülen çabalar Geleceği göremedikleri için 2002 seçimlerinde kendi içlerinde bütünleşmeyi ve iki kanat arasında birlikteliği sağlayamayan ''özgürlükçü sağ'' ve ''halkçı sol'' için ortaya çıkan bu gelişme karşısında artık tek çıkar yol kalmıştır: ''Ulusal Bütünleşme İçin Birliktelik!..'' Türkiye'de ''sağ'' ın bütünleşme koşullarının giderek arttığı bir ortamda, ''sol'' un da bütünleşmeye gitmesi kaçınılmaz görünmektedir. Ne var ki, her iki kanadın birliktelik olasılığı, Türkiye'yi yörüngede tutmak isteyen bir küresel gücü önlem almaya yönlendirmiştir. Çünkü ulusal bütünleşmeyi gerçekleştirebilecek bir ''Özgürlükçü Sağ/Halkçı Sol Koalisyonu'' , ABD'nin ''Ilımlı İslam'' ve ''Büyük Ortadoğu'' planlarını bozacaktır. Böyle bir koalisyonun oluşturulma aşaması öncesinde atılacak tek adım; ABD'deki emin adamın, ''Cumhuriyet Düşmanı'' nın Türkiye'ye gönderilmesidir. Oyunun sondan bir önceki sahnesi bu olacaktır... Olurlar ve olmazlar İran'da 56 yıllık monarşiyi yıkan siyasal İslam, bugün Türkiye'de 83 yıllık Cumhuriyeti tehdit altında tutmaktadır. Şubat 1979'da İran'da gerçekleştirilen İslam Devrimi ile İran'ın 27 yılda geldiği nokta ortadadır. İran bugün çağdışı ''Siyasal İslam'' ın koyduğu kurallarla çizilmiş sınırlar içerisinde, karanlık bir yaşamla baş başadır. Türkiye'de yaşamakta olup da İran'a özlem duyanlar bile bu resimden korkar olmuşlardır... İran'da devrim çok süratli gelişmiştir. Yönetim ve Silahlı Kuvvetler ilk günlerde dağılmıştır. El ilanları ve duvarlara asılan pankartlarla ''Asker; Humeyni 'nin Emri ile Firar Et'' çağrılarıyla parçalanan Silahlı Kuvvetler, yetişmiş kadrolarını ve komuta kademesinin tümünü başlangıçta kaybetmiş, bir yıl sonra Irak'la girişilen savaş (1980- 1988) bu nedenle yönetilemez hale gelmiştir. Hapsedilen ve emekli edilenler hariç sadece kurşuna dizilerek öldürülen generallerin ve amirallerin sayısı 30'u bulmuştur. (Silahlı Kuvvetlerde, Emniyet Teşkilatında, Haber Alma Teşkilatında SAVAK'ta görevli general ve amirallerin, üst düzey yöneticilerin idam kararları, maiyetlerindeki görevliler tarafından infaz edilmiştir.) Bu arada ideolojik nedenlerle, ''özgürlük ve demokrasi'' sloganlarıyla monarşik yönetime karşı çıkarak mollalarla birlikte hareket eden ve ''İran İslam Cumhuriyeti'' özlemiyle mollalara destek veren, Halkın Fedaileri, Halkın Mücahitleri, Yasadışı Komünist Partisi/TUDEH gibi sol kanattaki bütün örgütler tasfiye edilmiş ve yandaşlarının tümü idam edilmiştir. Devrim sonrasında yönetim mollaların eline geçince ilk uygulama kadınların tesettüre (örtünmeye) sokulması olmuştur... Örtünmeyen kadınların yüzüne yollarda kezzap atılmış ya da yüzleri jiletle parçalanmıştır... Kız ve erkek çocukların okulları ilk günden ayrılmıştır... İçki satan yerler tümüyle tahrip edilmiş ve kapatılmıştır... Müzik ve eğlence programlarının tamamı yasaklanmıştır... Sahipsiz kalan taşınır ve taşınmaz malların hepsi yağmalanmıştır... Eğer ''Bunların hiçbiri Türkiye'de olmaz'' diye düşünenler varsa, geçmişin ve bugünün Türkiye'sinden fotoğrafları yan yana koyarak gelinmiş olan noktayı görmeli ve düşüncelerinin sağlamlığını irdelemelidirler... Tekrarlanan sahneler Air France'ın 1 Şubat 1979 tarihli Paris-Tahran seferiyle İran'a dönen Humeyni'yi örnek alarak, elinde Pan American'ın Washington- Ankara seferi için açık tarihli bilet bulunduran bir ''Cumhuriyet Düşmanı'' bugün yola çıkmak için sabırsızlanmaktadır. Onun gibi, onu karşılayacaklar da sabırsızlanmaya başlamıştır. Bu kişinin yetiştirmeleri onun yolunu gözlemektedirler. Küçük yaştan itibaren beyinleri şekillendirilerek yaratılmış bir neslin mensupları olarak, artık devleti ele geçirme zamanının geldiğini düşünmekte ve ''Cumhuriyet Düşmanı'' nın liderliğini beklemektedirler. Uçaktan iner inmez onun da ''Ben değiştim'' diyeceğini umut etmektedirler... ''Laik Türkiye Cumhuriyeti, İslam çizgisinden ve Osmanlı yolundan ayrılmıştır'' ,''Allah ve Peygamber emirleri yerine Türkiye'de Atatürk' ün emirleri geçerlidir'' diyen Humeyni'nin Türkiye'deki temsilcileri, bugün ondan daha da ileri gitmişler; işgal ettikleri makamları, bulundukları konumları unutmuş görünerek, başta ''Laiklik'' olmak üzere ''Türkiye Cumhuriyeti'' nin anayasal niteliklerini tartışmaya açacak kadar; devletin en yüce makamlarına, anayasal kurum ve kuruluşlarına saldıracak kadar derin bir ihanet çukuru içine düşmüşlerdir. Bu resim içinde Türkiye'de şeriat ve bölücülük tehlikesi olmadığını söyleyenler de boy göstermiştir. Onların bu kapsamdaki söylemleri belli bir maksada yöneliktir. Bu yolda alınabilecek önlemlerin başlangıçtan itibaren etkisiz kılınması için bir taktiktir. Amaç; tehdidi yok göstererek, şeriat ve bölücülüğe karşı alınabilecek önlemleri engellemek, oluşabilecek direnci önceden yok etmektir! ''Bu millet istedikten sonra laiklik tabii ki elden gidecek'' diyenlerin ve ona destek verenlerin başka türlü düşünmesi zaten mümkün değildir!.. Türkiye İran olabilir mi? ''Türkiye İran olmaz'' , ''olmayacak'' diyebilenler varsa; bugünden tezi yok ortaya çıkmalıdırlar!.. Ulus tümlüğü ve ülke bütünlüğünden yana olan; ''Laiklik'' başta olmak üzere, Cumhuriyetin anayasa ile belirlenmiş temel niteliklerinde hiçbir görüş ayrılığı bulunmayan, ''Atatürk İlke ve Devrimleri'' ni aynı biçimde algılayan, yalnızca isimleri farklı olan ''özgürlükçü sağ'' ın ve de ''halkçı sol'' un liderleri, parti örgütlerinin temsilcileri, her iki hareketin destekçileri, sivil toplum örgütleri ve tüm yurtseverler bir kutsal görev için hemen mücadeleye soyunmalı ve yola koyulmalıdırlar... Bugün Türkiye'de, ''Laik Cumhuriyet'' in ''İslam Cumhuriyeti'' ne dönüştürülmesi planı, İran arşivinden yararlanılarak oluşturulmaktadır... Bu arşivde yer alan yöntemler kullanılmaktadır... Bölücü ayrılıkçılarla, şeriatçılarla, ikinci cumhuriyetçilerle; özet olarak tüm Cumhuriyet karşıtları ile dayanışma içinde olan bir ''Cumhuriyet Düşmanı'' , şimdi Amerika'da kendisine tahsis edilmiş bir konutta, ''Humeyni'nin Tahran'a Dönüşü'' adlı bir filmi seyretmekte; Esenboğa'da kendisini uçağın merdivenlerinde karşılayan, dizi dibine diz çöküp el öpmeyi çok seven bir başka ''Cumhuriyet Düşmanı'' nın kolunda merdivenlerden aşağı doğru indiğini düşlemektedir... Bugün Türkiye'nin üzerinde dolaşan bir kara buluttur!.. Türkiye'nin geleceği tehlikelerle doludur!.. Kurtuluş için tek yol ''Ulusal Bütünleşme İçin Birliktelik'' yoludur. Bu yol Türkiye için son umuttur... Cumhuriyet/09 Mayıs 2006
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
F. GÜLEN VE CEMAAT, NEREDEN NEREYE... Şehirden köye gelin giden genç kız, tezek kokusundan bayılacak gibi olmuş. Birkaç hafta sonra burnu kokuya alışınca "Ben gelince köyün kokusu bile değişti" demiş. Bu hikayeyi neden mi anlattım?... Zaman gazetesinin internet sayfasını her tıkladığınızda sağ üst köşede tahrikkar bakışlı bir kadın görüntüsü var… Hemde güya eşarp reklamı yapıyor. Reklam edilen eşarp başı kapatmamış. Boynuna asılı gibi gözüküyor. Ama tahrikkar bakışlı kadın sayfayı kocaman kaplıyor… Geçen haftalarda da, bir zenci ile buz pateni yapan ünlü bir mankenin çok açık görüntüleri vardı… Bir zamanlar, "Kadının sesi, kokusu ve oturduğu koltuğun sıcaklığı dahi haramdır." diyen, kadınlarla tokalaşmaktan kaçınan F. Gülen ve cemaati vardı. Kendi resmini çektirmeyen, SIZINTI dergisindeki hayvan resimlerinin dahi günah olmasın diye başını çizgiyle kestiren, Tarihçe-i Hayat’tan Said Nursi’nin resimlerini günah diye çıkartan, Kutsal(!) İmam Efendi nasıl böyle değişebildi?... Yine bir gün F. Gülen’i arabamla bir yere götürürken, teybe Malezya’ lı bir kadın hafızın okuduğu Kur’an kasedini koymuştum. Biraz dinledikten sonra öfkelenerek kasedi hemen durdurmamı söyledi. "Kadın sesinden Kur’an dahi dinlenmez. At o kasedi" dedi… Ben ve bütün cemaat, F. Gülen’in kendisi de dahil, hiçbir fotoğraf çektirmemize müsaade etmedi. Anne, babalarımızın, dedelerimizin resimlerini dahi "Eve Melek girmez" gerekçesi ile yok ettirdi. İşte F. Gülen ve cemaat nereden nereye diyorum. Yoksa kalpleri ve kafaları ABD’ye gittiten sonra değiştirildi mi?... Yoksa "Eski Fethullah ve yeni Fethullah dönemleri" diye mi olayları ikiye ayırmak lazım?... Yoksa Tayyip’ in "Milli Görüş gömleğini çıkardım" dediği gibi, Gülen’ de "Eski İslam gömleğini çıkardım" mı demek istiyor?... Zaten küçük küçük bozulma ve yozlaşmalar, büyük günahlardan daha tehlikelidir. Önce "Her şey HİZMET için" deyip, takkiye ve yalanlara sarılırsanız, sonra alışırsınız, daha sonra ise o sizin haliniz ve ahlakınız oluverir. Vatanımızı elimizden almaya çalışan, İslam dünyasını ve Avrasya’yı milyonlarca Müslüman kanıyla, kan denizi haline getirenlerin KUMASI olursunuz, haberiniz bile olmaz… Buradaki açıklamamızda, cemaatin geçmişteki uygulamalarının doğru olduğunu anlatmak istediğimiz anlaşılmasın. F. Gülen’in çelişkilerini ve tutarsızlıklarını anlatmaya çalışıyoruz…
-
Fethullah Gülen "nurculuk" Dinini ilan Etti
******* ŞEBEKESİ: FETHULLAH CEMAATİ FETULLAH AJANLARI DİĞER PARTİLERE SIZMAKTALAR! Fethullah, Ajanlarını AKP dışında diğer partilere yönlendirmektedir! Bunlardan birisi de: İstanbul birinci bölge, birinci sıra adayı; GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI BAŞKAN YARDIMCISI ZAMAN YAZARI NEVVAL SEVİNDİ... Fethullah şebekesine, düne kadar dinsel bir cemaat olarak bakıldı, hatta bu bakışın içinde biraz hoşgörü ve sempati de vardı!!! Ama zaman içinde takke düştü kel göründü!! İçlerinde gerçekten inanmış saf Müslümanları bir kenara ayırırsak, Fetullah'ın Müslümanlıktan öte İslam'ı yok etmek için organize edilmiş bir ajan olduğunu görürüz!! Bizim gözden kaçırdıklarımız zamanla, daha bariz olarak ortaya çıktı! Gördük ki; salt dinsel inançlarını yaşamaya çalışan bir cemaat değildir. Uluslararası alanda at koşturan, son derecede tehlikeli bağlantılarıyla, ekonomik kaynakları ile, eğitim kurumlarıyla, ülkemizin yüz yüze olduğu tehdit ve tehlike dizinidir.. Fetullah şebekesi, "ABD ve İNGİLİZ ALAŞIMLI" oralarda dizayn edilmiş, İslam'ın içini boşaltıp Türklüğü acz içine düşürmekle görevlendirilirmiş bir Vatikan kuklasıdır!! Fethullahçılar, mevcut ekonomik kaynaklarını yapılabilecek en akılcı ve en değerli alana, eğitim yatırımına tahsis ettiklerinden, diğer şeriatçı yapılanmalara kıyasla, ülkemizin sadece bugününü değil, daha çok geleceğini tehdit etmektedirler. --- TSK'ya sızmakta zorlanan ama buna rağmen yılmaksızın girişimlerini sürdüren fethullahçılar, istihbarat birimlerindeki kadrolarını, alternatif silahlı kuvvetler olarak algılamaktadırlar. Bununla birlikte adliye ve mülkiye kadrolaşması ise, bu gücü daha da pekiştirecek ve devletin içten ele geçirilmesini ya da bir başka ifadeyle devletin kansız teslim alınmasını temin edecektir. 1980'li yılların başlarından itibaren polis okullarına ve polis akademisi'ne sızarak burada kadrolaşan ve daha sonra personel, eğitim, bilgi-işlem, terörle mücadele, istihbarat gibi birimlerde kökleşmeye çalışan Fethullahçılar, istihbarat birimlerinin yanı sıra, var oldukları her yerde ve ortamda, şeyhleri F.Gülen'in kaset ve kitaplarındaki "tedbir ve temkin","taktik ve strateji" içeren direktiflerinin gereğini yerine getirerek bugünkü güç düzeylerine erişebilmişlerdir. Ankara DGM, F. Gülen iddianamesi'nde şöyle denmektedir: "F.Gülen gurubunun başta milli eğitim ve emniyet teşkilatı olmak üzere bütün devlet kadrolarına sızma çalışmaları yaptığı ve önemli ölçüde muvaffak olduğu bilinmektedir." İstihbarat Daire Başkanlığı'nın 10 Mart 1992 gün ve 1992/79 sayılı yazısında şöyle denilmektedir: "...Ankara polis koleji öğrencilerinin % 50'sine yakın bir kesimi ile çeşitli şekillerde temas kuran örgüt elemanları, kendilerine yakın olanlar üzerindeki ajitasyon çalışmalarını sistemli olarak yürütmektedirler." Yukarıda belirtilenlerin büyük bir bölümü gerçekleşmiştir!! "...Gelecekte Emniyet Teşkilatı?nın bürokratlarını oluşturacak Polis Koleji öğrencilerinin, koleje seçiminden itibaren her aşamada sistematik bir çalışmanın yürütüldüğü görülmektedir." Emniyet Genel Müdürlüğü'nce yayınlanan istihbarat bülteninin 70 no'lu nüshasından bir alıntı: "GURUBA AİT, ÜLKEMİZDE FAALİYET GÖSTEREN EĞİTİM-ÖĞRETİM KURUMLARINDAN BAZILARI AŞAĞIDA BELİRTİLMİŞTİR: İzmir Yamanlar Fen Lisesi, İstanbul Fatih Koleji, İstanbul Safiye Sultan Kız Lisesi, Mersin Yıldırım Han Lisesi, Ankara Samanyolu Lisesi, Van Serhat Lisesi, Denizli Server Lisesi, Erzurum Aziziye Lisesi, Erzincan Otlukbeli Lisesi, Eskişehir Ertuğrul Gazi Lisesi, Sakarya Işık Lisesi, Manisa Şehzade Mehmet Türk Lisesi, Aydın Nizami Erkek Lisesi, Fatih Üniversitesi." YAYIN ORGANLARI Gurubun yayın organları arasında "Sızıntı Dergisi, Yeni Ümit, Aksiyon, Zaman Gazetesi, Samanyolu TV", kuruluşları arasında da "Akyazılı orta ve yüksek eğitim vakfı, Türkiye Öğretmenler Vakfı, Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı" gösterilmiştir. ANKARA EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜ'NCE HAZIRLANAN RAPORDAN BİR ALINTI: "F. Gülen'in oluşturduğu örgüt, devletin laik yapısını yıkmak amacıyla kurulmuş olup, istişare kurulu, bölge imamları, şehir imamları, semt imamları, ev imamları gibi illegal yapılanmayla bütün ülkeyi bir ağ gibi sarmıştır. Yine bu illegal yapılanmaya bağlı olarak yurt içinde ve yurt dışında legal görünüşlü şirket, okul ve vakıflara sahip bulunmaktadır. Bu legal ve illegal yapılanması ile büyük ve güçlü görünüm arz eden örgüt, halk üzerinde bir manevi cebir ve baskı yaratmaktadır." Göz önünde tutulması gereken önemli bir husus; fethullahçı örgütlenmenin, emniyet teşkilatı içinde bugüne kadar niçin çözülemediğidir. Bunun da en önemli nedeni, çözecek makam sahiplerinin, birtakım siyasal denge hesapları ve de koltuk endişeleri ile konuya soğuk bakmaları, risk üstlenmemeleridir. İŞTE BİRTAKIM GARİPLİKLER: --- 10 Kasım 1996'da "inancımıza saygı duyulmadığı bir dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü törenlere katıldım" sözleriyle ünlenen Kayseri Eski Belediye Başkanı Refah Partili Şükrü Karatepe hakkında DGM'nin bilirkişi olarak atadığı Prof. Dr. Ali Şafak, Karatepe?yi aklayan bir rapora imza atanlar arasındadır. Şafak, polis akademisi'nde görevinin başındadır! --- Polis Kolejindeki toplam 731 öğrencinin %53'ünü oluşturan 388 öğrencinin, fethullahçı yapılanma içinde yer aldığı belirtilmektedir. 2001 yılı mezunları arasında bu oran %67 olarak kaydedilmektedir. Şimdi bu şahıslar emniyet içinde önemli noktaları tutmuş bulunmaktadırlar!! FETULLAH - CIA İLİŞKİSİ: Yayınlanan bir raporda "Etki Ajanı-Nüfuz Casusluğu" kavramının tarihsel süreçte anlatılması ve örneklendirilmesi amaçlanmıştı. Söz konusu raporda "Türkiye'deki Etki Ajanı Borsası: Fethullahçılar" ara başlığı altında aşağıdaki bilgiler yer almıştır: "......SÖZKONUSU HOCAEFENDİLERDEN BİRİ OLAN ZAT, KALABALIK MAİYETİYLE (BUNA 24 SAAT YANINDAN EKSİK OLMADIĞI SÖYLENEN DOKTORLARI DA DAHİL) PENNSİLVANIA EYALETİ?NDE PHILADELPHIA YAKINLARINDA ÖZEL BİR ÇİFTLİKTE YAŞIYOR. ÇİFTLİĞİN BULUNDUĞU BÖLGENİN FBI KORUMASI ALTINDA, REFAKAT MEMURLARININ GÖZETİMİNDE OLDUĞU VE BURALARDAKİ ÇİFTLİKLERDE YAŞAYANLARA BİRİNCİ DERECEDE ÖZEL ÖNEME SAHİP KORUMA PROGRAMININ (COUNTUR-SURVEILLANCE FAALİYETİ) UYGULANDIĞI KAYDEDİLİYOR." "......GERÇEKTE BU ÇİFTLİĞİN, CEMAATİN GAZETESİNİN SORUMLULARININ DA ARALARINDA BULUNDUĞU, ABD YASALARINA GÖRE KURULAN ALTIN NESİL VAKFI ADINA FBI TARAFINDAN FETHULLAHÇILARA 1991'İN BAŞINDA TAHSİS EDİLDİĞİ VE AYNI YILIN ORTALARINDA YÖK YA DA MEB BURSU İLE BU ÜLKEYE GÖNDERİLEN FETHULLAHÇI YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİLERİNİN BİR YAZ KAMPI OLUŞTURARAK, SÖZKONUSU ÇİFTLİKTE ÖRGÜTLENME TOPLANTILARI GERÇEKLEŞTİRDİKLERİ BİLİNİYOR." "ŞİMDİ HOCAEFENDİLERİN HEPSİNİ MASUM VARSAYALIM: A) ABD'DE İKAMETİN YASAYLA BELİRLENMİŞ KATI KOŞULLARI BULUNMAKTADIR. HİÇKİMSE YASAL OLARAK, RESMİ BAŞVURU YAPMAKSIZIN VE DE GEREKÇESİNİ BELGELEMEKSİZİN (DEFACTOR STATÜSÜ HARİÇ) BU ÜLKEDE 6 AYDAN UZUN BİR SÜRE KALAMAZ. ......HOCAEFENDİLERİN TÜMÜNÜN YEŞİL KARTA SAHİP OLMALARI TEKNİK AÇIDAN OLANAKSIZ, ÇÜNKÜ YASAL KOŞULLAR UYMAMAKTADIR. ......GERÇEKTE, ABD?DE DERİN DEVLET KORUMASI ALTINDAKİ HOCAEFENDİLERİN, 'KAÇ!' KOMUTUNU ALDIKLARI ANDAN İTİBAREN CIA İLTİCA VE TARAF DEĞİŞTİRME DEPARTMANININ ACİL PLANINA DÂHİL OLARAK KENDİLERİNE TANIDIĞI KOLAYLIKLARDAN YARARLANDIKLARI BİLİNMEKTEDİR. BU ARADA, MERVE KAVAKÇI GİBİ ABD VATANDAŞLIĞINA ALINMIŞLARSA O BAŞKA. HOCAEFENDİLERİN ALDIKLARI İLKOKUL MEZUNU EMEKLİ MAAŞI İLE BUNCA SÜRE ABD'DE NASIL (HEM DE MAYO FETHULLAHÇI KLİNİĞİ DAHİL) TEDAVİ GÖRÜP, 24 SAAT SÜREYLE DOKTOR GÖZETİMİNDE NASIL KALABİLDİĞİNİ; ÇİFTLİKTE RUTİN HARCAMALARIN YANISIRA, KAHYA, AŞÇI GİBİ PERSONELİN MAAŞLARINI NASIL ÖDEYEBİLDİĞİNİ; HER HAFTA ONLARCA, BAZEN YÜZLERCE MİSAFİRİN AĞIRLAMA MASRAFINI NASIL KARŞILAYABİLDİĞİNİ KERAMETLE AÇIKLAYAN MÜRİTLERE İNANMAK NE DERECEDE OLANAKLI!.. C) FETHULLAHÇI YAPILANMA, CIA'NIN ÖNGÖRDÜĞÜ TARİKAT (SÖZDE SİVİL TOPLUM CEMAATİ) MODELİNE -MORMON, MOON, SCYENTOLOGY VD. GYBY- TIPATIP UYMAKTADIR. ......LEGAL, DEVLET KARŞITI OLMAYAN, SALT DİNSEL YA DA SİYASAL FAALİYETLERDE BİLE BU OLAĞANÜSTÜ GİZLİLİĞE GEREK DUYULMAZKEN, FETHULLAHÇILARIN BU AŞIRI DUYARLILIĞININ ÖZEL NEDENLERİ OLSA GEREKTİR. BU ÖRGÜTSEL YAPI VE GİZLİLİĞE VERİLEN AŞIRI ÖNEM, FETHULLAHÇILARIN BİR AJAN ŞEBEKESİ(AGENT NET) OLDUĞUNA İLİŞKİN KUŞKULARI KUVVETLENDİRMEKTEDİR." "......CIA NEZDİNDE TÜM FETHULLAHÇILAR, 'WALK-IN' TABİR EDİLEN BİR KATEGORİDE TUTULMAKTADIRLAR; YANİ KENDİ AYAKLARIYLA VE GÖNÜLLÜ OLARAK AJANLIK HİZMETİNİ TALEP EDEREK GELMİŞLERDİR. FETHULLAHÇILARA GÖRE, NASIL HUMEYNİ ZORUNLU SÜRGÜN SONRASI BİR GÜN İRAN'A DÖNMÜŞSE, HOCAEFENDİLERİ DE ÖYLE ANLI ŞANLI BİR BİÇİMDE DÖNECEK VE DODRUDAN ÇANKAYA'YA OTURACAKTIR. BU BEKLENTİNİN DEVAMINDA, ABD?YSE, KÜRESELLEŞME ÖNÜNDE EN TEHLİKELİ BİR ULUS-DEVLETİ ORTADAN KALDIRMANIN, YERİNE KENDİ ILIMLI, UYSAL MÜSLÜMAN PATRİĞİNİ GETİRMENİN NİMETLERİNİ GÖRECEKTİR. BİR YANDAN ABD YLE İLİŞKİYİ SÜRDÜREN FETHULLAHÇILAR, DİĞER YANDAN VATİKAN, FENER RUM PATRİKHANESİ, MUSEVİ HAHAMBAŞISI DERKEN, FARKLI ÜLKELERİN İSTİHBARAT SERVİSLERİ TARAFINDAN YÖNETİLEN-YÖNLENDİRİLEN ÇEŞİTLİ ULUSLARARASI KURULUŞLARLA DA FLÖRT ETMEYE BAŞLAMIŞLARDIR." FETHULLAH-ALMANYA BAĞLANTISI: "ALMANYA İLE DE TEMAS KURAN FETHULLAHÇILAR, ALMAN DIŞ İSTİHBARAT SERVİSİ OLAN BND BAĞLANTISI DOLAYISIYLA ALMANYA'NIN İÇ İSTİHBARAT ÖRGÜTÜ OLAN FEDERAL ANAYASAYI KORUMA TEŞKİLATI'NIN DESTEĞİNİ DE OTOMATİKMAN ALAN FETHULLAHÇILAR, YAKLAŞIK 2.400.000 VATANDAŞIMIZIN YAŞADIĞI BU ÜLKEDE, 'HİMMET PARASI' TOPLAMA VE YANDAŞ-MÜRİT KAZANMA AMACINA YÖNELİK OLARAK KÖLN, HANNOVER, MÜNYH, AUSBURG, STUTTGART GYBY, TÜRKLER'İN YOĞUN OLARAK YAŞADIKLARI TÜM ŞEHİRLERDE 'Y.BURG A.Ş.' GYBY ŞİRKETLERİN YANISIRA, 'DOST YOLU DERNEDY, TÜRK-ALMAN AKADEMİSYENLER BİRLİĞİ, İSLAM DİN BİRLİĞİ' GYBY ÇOK SAYIDA AKTiF ÇALIŞAN ÖRGÜTE SAHİP OLMUŞLARDIR." FETHULLAH - İNGİLTERE BAĞLANTISI: "İNGİLTERE DE OKUL AÇAN VE LONDRA'DA BÜYÜK BİR MERKEZ BİNASI SATIN ALAN FETHULLAHÇILAR, İNGİLTERE?NİN DÂHİLİNDE YABANCILARA DÖNÜK FAALİYET GÖSTEREN MI5 VE DIŞ İSTİHBARAT SERVİSİ MI6'NIN UZAKDOĞU'YA YÖNELİK FAALİYET GÖSTEREN DEPARTMANI(CIFE) VE ORTADOĞU'YA YÖNELİK FAALİYET GÖSTEREN DEPARTMANI (MEIC) İLE OKULLAR KONUSUNDA MÜŞTEREK ÇALIŞMA YÜRÜTMEKTEDİRLER." FETHULLAHÇI İSTİHBARATÇILARIN OPERASYONLARI: DEVLETİN GÜCÜNÜ, DEVLET SAVUNUCULARINA KARŞI KULLANMA AŞAMASINA GELMİŞ OLAN FETHULLAHÇILARIN, OPERASYONEL ANLAMDA KAYDA DEĞER BAŞARILARI MEVCUTTUR. OPERASYONLARINDA, AMACA ULAŞMADA HER YOLU MÜBAH SAYAN VE HER TÜRLÜ SINIR TANIMAZ FIRSATÇILIK, AHLAKSIZLIK, TAKİYYE UNSURLARINI İÇEREN BİR KONSEPT ÇERÇEVESİNDE HAREKET EDEN FETHULLAHÇI İSTİHBARATÇILARIN KULLANDIKLARI YÖNTEMLER ŞUNLARDIR: TELEFON DİNLEME, TEHDİT, SAHTE BELGE ÜRETİMİ VE MONTAJ, ÇARPITILMIŞ BİLGİYE YÖNELİK KAMPANYALAR, HIRSIZLIK, KUNDAKÇILIK, ŞANTAJ AMAÇLI KADIN PAZARLAMA VE GÖRÜNTÜ KAYDI, HER TÜRLÜ İLLEGAL KAYIT KULLANIMI (BÖCEK, GİZLİ KAMERA VB.), RÜŞVET, GASP, DARP, BİLGİSAYAR SAHTEKÂRLIKLARI, EV VE İŞYERİ KURŞUNLAMA, EMNİYETİ SUİSTİMAL, HÂKİM KİRALAMA VE DİĞERLERİ... FETHULLAHÇI İSTİHBARATÇILAR TARAFINDAN "HASIM" KABUL EDİLEN KİŞİ VE KURULUŞLAR ALEYHİNE YÜRÜTÜLEN DEZENFORMASYON FAALİYETLERİNDEN BAŞLICASI, ÇARPITILMIŞ VEYA TAMAMEN UYDURMA BİLGYLERE DAYALI SAHTE BELGELER ÜRETMEKTİR; TEKNİK DEYİMLE "FABRİKATÖRLÜK" YAPMAKTIR. FETHULLAHÇILARIN ADLİYE'YE İLK SIZMA GİRİŞİMLERİ CHP-MSP KOALİSYONU DÖNEMİNE KADAR GİTMEKTEDİR. 12 EYLÜL SONRASINDA, ADLİYE'DEKİ KADROLAŞMA ÇABALARI SONUCUNDA, YARGI MENSUPLARI ARASINDA "GÜMÜŞ YÜZÜKLÜ" OLARAK ADLANDIRILAN BİR GURUBUN GİDEREK GÜÇ KAZANDIĞI KAYDEDİLMEKTEDİR. --- EMNİYET İSTİHBARAT DAİRESİ TARAFINDAN "EMNİYET TEŞKİLATI'NDA FETHULLAHÇI YAPILANMANIN VAR OLDUĞU"NU TESBİT EDEN BİR ARAŞTIRMA RAPORUNUN SONUÇ BÖLÜMÜ, TÜYLER ÜRPERTECEK BİR HÜKÜM İÇERİYORDU: "ÖNLEM ALMAKTA GECİKİLDİDİ TAKDİRDE, TARİH SAYFALARI ARASINDA KALAN BABAİLER İSYANINDAN ŞEYH BEDRETTİN VE ŞEYH SAİD'E KADAR UZANAN DİN GÖRÜNÜMLÜ İSYANLARIN BELKİ DE EN CİDDİ, EN SİNSİ, EN KAPSAMLI VE EN TEHLİKELİSİ OLABİLECEĞİNE İŞARET ETMEK YANILTICI BİR TAHMİN OLMAYACAKTIR." FETHULLAH ÖRGÜTLENMESİ TEPEDEKİ İSİM: FETHULLAH GÜLEN BAŞYARDIMCI: İSMAİL BÜYÜKÇELEBİ LATİN AMERİKA İMAMI: LATİF ERDODAN AVRUPA İMAMI: ABDULLAH AYMAZ (İSMAİL YEDİLER) MEDYA VE SANATÇILAR SORUMLULARI: GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI BAŞKANI HARUN TOKAK, GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI BAŞKAN YARDIMCISI CEMAL UŞŞAK! ZAMAN YAZARI NEVVAL SEVİNDİ!! ESNAF-PARA KONTROLÜ: ALİ BAYRAM YÖK-ÜNİVERSİTELER: PROF. DR. ŞERİFALİ TEKALAN SİYASİ PARTİLER: HÜSEYİN GÜLERCE YAYINLAR: ALAADDİN KAYA BÜYÜKÇELEBİ'NİN BAKANLAR KURULU İSMAİL BÜYÜKÇELEBİ'NİN YAKIN ÇEVRESİNE AKP İÇİNDEKİ "ADAMLARI"NI ŞÖYLE ANLATTIĞI BELİRTİLİYOR: "ABDULLAH GÜL, ABDÜLKADİR AKSU, CEMİL ÇİÇEK, HÜSEYİN ÇELİK VE MEHMET AYDIN, BAKANLAR KURULU'NDA BİZİ TEMSİL EDİYOR." BÜYÜKÇELEBİ'NİN SAYDIĞI İSİMLER ŞÖYLE DEĞERLENDİRİLİYOR: "ABDULLAH GÜL'ÜN, GÜLEN'E YAKINLIĞI BİLİNİYOR. CEMİL ÇİÇEK'İN, 'FETHULLAH GÜLEN TÜRKİYE'YE DÖNEBİLİR' AÇIKLAMASI! AKSU'NUN EMNİYET İÇİNDEKİ 'FETHULLAHÇILARA' GÖZ YUMMASI, DİYANET'TEN SORUMLU! DEVLET BAKANI MEHMET AYDIN'IN 'DİNLERARASI DİYALOG'CU OLMASI! HÜSEYİN ÇELİK'İN GÖNÜLDEN 'NURCU' OLMASI, BÜYÜKÇELEBİ'NİN BU SÖZLERİNİ GÜÇLENDİRİYOR. SON OLARAK HÜSEYİN ÇELİK'İN, GÜLEN'E YAKINLIĞIYLA BİLİNEN ÇALIK GRUBU'NUN 17 TEMMUZ'DA EĞİTİM KOMPLEKSİNİ AÇMASI, BU İLİŞKİLER AĞININ KANITLARINDAN." SONUÇ OLARAK, MİT RAPORUNDA DA BELİRTİLDİĞİ GİBİ, F.GÜLEN GURUBUNUN; KISA VADEDE; DEVLET KADEMELERİ VE TSK BÜNYESİNDE KADROLAŞMA ÇABALARINI ARTTIRACAĞI VE AYRICA HÂLİHAZIR ÇİZGİSİNİ DEĞİŞTİRMEYEREK, UZLAŞMACI TAVIR VE UYGULAMALARINI AYNI ÇERÇEVEDE SÜRDÜRECEĞİ, ORTA VADEDE; UZLAŞMACI VE BARIŞÇI POLİTİKASINI DEĞİŞTİREREK, UZUN VADELİ AMACI OLAN ŞERİATA DAYALI TÜRK İSLAM DEVLETİ KURULMASI İÇİN İLK GİRİŞİMLERİNİ BAŞLATABİLECEĞİ, BU MAKSATLA ALIŞILMIŞ TUTUM VE UYGULAMALARINDA, DEVLET VE TOPLUMUN KABUL EDEBİLECEĞİ DOZAJDA YOKLAMALAR YAPARAK ESAS AMACA ULAŞACAK ZAMANI BELİRLEYECEĞİ, UZUN VADEDE; KENDİ YETİŞTİRDİĞİ MÜRİTLERLE, ÖZELLİKLE ÜST DÜZEY BÜROKRATİK MAKAMLAR DAHİL, YÖNETİMDE KESİN SÖZ SAHİBİ OLACAK ŞEKİLDE DEVLETİN TÜM ORGANLARINDA KADROLAŞABİLECEĞİ, KADROLAŞMANIN SAĞLAYACAĞI AVANTAJLA, KENDİSİNE EN BÜYÜK ENGELİ TEŞKİL EDEN TSK'YA SIZABİLECEĞİ, UZLAŞMACI GÖRÜNÜMLÜ POLİTİKASIYLA VE AYNI ZAMANDA SAĞLAYACAĞI DIŞ DESTEKLE TÜRKİYE'DEKİ TÜM TARİKAT VE MEZHEPLERİ EYLEM BİRLİĞİNE YÖNELTEREK, BİRLEŞTİRİCİ BİR DİNİ LİDER DURUMUNA GELEBİLECEĞİ, BU AŞAMADAN SONRA; KENDİ PARTİSİNİ KURARAK VEYA ELE GEÇİRDİĞİ BİR SİYASİ PARTİYİ DESTEKLEYEREK, SİYASİ İKTİDARI ELE GEÇİREBİLECEĞİ VE SON AŞAMADA DA; BU GİDİŞİN ENGELLENMESİ HALİNDE, ÜLKEMİZ İÇİN VE CUMHURİYETİMİZ İÇİN İLERİYE DOĞRU DAHA BÜYÜK BİR TEHDİT VE TEHLİKE HALİNE GELEBİLECEĞİ BİLİNMELİDİR. _________________ " Memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri Şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakrü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve Şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur! " M.KEMAL ATATÜRK
-
AZ SONRA...........
Önçee yatıcam..... ki sonra uyuyacagım
-
büyücü olsan üstekini neye cevırırdın :)
Hımmmmmmmmmmmmmmmmmmmm Kitaba
-
üsttekinin en çok nesini sewdin.....
Şişe dibi göslüklerini
-
Hey! Üstteki Yerinde olsaydım eğer...
3 defa düşünüy öyle karar verirdim..................
-
Üstündekinin ihtiyacı...
Dosta..............arkadaşa.................sohbete..................
-
AZ SONRA...........
Yaaaaaaaaaaaaaaaaaa bu bana yapılıymı yahuuuu ZEYNEP alacagın ossun işte LUCİ sanada sösde sen yapacaktın bis yiyecektik demi ZEYNEP kıs bu kıymasız yenirmi sen vejeteryanmısın yoksam Az sonra kesin yatmam gerek herşey dönmeye başladı gene içmeden negüsel şeyler hissediyorum ben ya
-
içinden geçeni yaz.........
Güzel insanları çok uzakta aramayın...............
-
KAPINI ÇALAN KİM OLSUN..?
Midem kötü ........iyleştiyecek bir çalsın başka kim çalsın allam yaaa
-
İçindeki nakaratı yaz...
Eflerinin önü boyalı direk yerden yeye vurdun sen beni felek (sonra neydi) heracıya dayanamas bu yürek ölürümde ayrılamam yar senden (ay aferim bana bildim sanıyorum)
-
İLYADA'NIN ACI GÜNÜ..:((
Evettt böylesine bir acıyı tam 2 sene önce ben yaşadım hemde ilk kes biy yakınımı ve nefesim kadar yakınımda kaybettim:(ne söylense ,ne dense herşey havalarda uçuyşuyoo,beyninizin durdugunu ,yaşam denen şeyin acımasızlıgını ne biliyim ya en uçları yaşıyorsunuz!!!ki ben ölümden ve ölüden korkan biri olarak babama bir çekmece yaptım ve hergün diyebilirim onlara ve büyük bir raf dolusu bana kalan en güzel şeye kitaplarına bakıyorum dokunmaya kıyamıyorum!!!Çok zor İLYADA..............tarifi olmıyan bir acımı desem boşlukmu desem çok garip bir duygu oldugu kesin ama...Allah sana ve geride kalanlara sabır versin...tabiki acınız hafifliyecek günlük yaşam defam edecek ama sevgili rahmetli baban hep seninle ve sevenlerinle olacak bunu biliyorum ve söyliyecek başka bir ifade bulamıyorum........Sevgili babana duydugun o güzel saygı ve sevginle kal................................
-
ABD'NİN "SUSURLUK"U .......
YALOVA'DAKİ TERÖRİST EĞİTİM KAMPLARININ ÜZERİ ÖRTÜLEMEZ "Amaç Türkiye'yi Yalnızlaştırmak, Parçalamak ve ABD Güdümünde Kriz Bölgelerinde Ateşe Sürmek!" İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, bugün (7 Aralık 2007) Ankara'da, İP Genel Merkezi'nde bir basın toplantısı düzenleyerek, El Kaide liderlerinden El Sakka'nın İngiltere'nin Sunday Times gazetesinde yayınlanan açıklamalarını basın mensuplarına verdi; CIA'nın Yalova'daki terör kampının görüntülerini gösterdi ve uluslararası terörist yetiştiren bu kamplarla ilgili soruşturma başlatılmasını talep etti. İP Genel Başkanı özetle şunları belirtti: ÖZETLER·"El Kaide şeflerinden" El Sakka'nın 25 Kasım 2007 günü İngiliz Sunday Times gazetesinde çıkan açıklamalardan sonra, CIA'nın Susurluğu patladı. Artık hiçbir yetkili, CIA'nın Yalova çevresindeki terörist eğitim kamplarını örtbas etme şansına sahip değildir. · Biz, üç yıl önce 13 Eylül 2004 günü yaptığımız basın toplantısında, Yalova'nın Gökçedere köyü çevresinde Davlumbaz tepesi eteklerindeki kampta teröristlere dinsel ve askeri eğitim verildiğini açıklamıştık. · Bu kamplarda eğitilen teröristler, İstanbul'da Sinagog'u, İngiliz Başkonsolosluğu'nu, HSBC Bank'ı bombaladılar; Rusya'da Çeçen bölgesinde ve Çin'de Sincian-Uygur bölgesinde terör eylemleri yaptılar. · Dahası El Sakka, 11 Eylül 2001'de ABD'nin İkiz Kulelerini yıkan saldırının altı eylemcisini de "Yalova Gökçedere köyü yakınlarında" eğittiğini söylemektedir. Bu da araştırılması gereken dikkat çekici bir iddiadır. ·Artık apaçık görülmektedir ki, "El Kaide" CIA'nın kod adlarından biridir ve "uluslararası terör" adı verilen hayalet de, ABD'nin uluslararası terör faaliyetinden başka bir şey değildir. ·CIA'nın Türkiye, Rusya ve Çin gibi ülkelere karşı yürüttüğü teröre kucak açan Ankara'daki iktidar sahipleri, ABD'nin uluslararası terör suçuna ortak olmuşlar ve Türkiye'nin ittifak olanaklarını dinamitlemişlerdir. CIA'nın Yalova'da terör kamplarını himaye eden sorumluların cezalandırılması, Türkiye için yakıcı bir güvenlik sorunudur. Sunday Times'ın Yayınından Sonra Örtbas Etme Şansları Kalmadı "El Kaide şeflerinden" El Sakka'nın 25 Kasım 2007 günü İngiliz Sunday Times gazetesinde çıkan açıklamalardan sonra, CIA'nın Susurluğu patladı. Artık hiçbir yetkili, CIA'nın Yalova çevresindeki terörist eğitim kamplarını örtbas etme şansına sahip değildir. Soruşturma derhal başlatılmalıdır. İstanbul'da Sinagog'u, İngiliz Başkonsolosluğu'nu, HSBC Bank'ı bombalayanlar ile Rusya'da Çeçen ve Çin'de Sincian-Uygur bölgelerinde terör eylemleri yapanların ülkemizde eğitilmesini izin verenler, Türkiye'nin güvenlik sorunu haline gelmişlerdir. El Sakka, 11 Eylül 2001'de ABD'nin İkiz Kulelerini yıkan saldırının altı eylemcisini "Yalova Gökçedere köyü yakınlarında" eğittiğini söylemektedir. Üç yıl önce 13 Eylül 2004 günü yaptığımız basın toplantısında, Yalova'nın Gökçedere köyü çevresinde Davlumbaz tepesi eteklerindeki kampta teröristlere dinsel ve askeri eğitim verildiğini açıklamıştık. O zaman basına verdiğimiz görüntüleri yeniden gösteriyoruz. Türkiye'deki ABD güdümlü iktidar sahipleri, Yalova kamplarından sorumludur. 13 Eylül 2004 tarihine kadar bu kampların varlığını bilmediklerini iddia etseler bile, üç yıl önceki açıklamamızdan bu yana hükümet makamlarını işgal edenler, bu terörist kamplarını bilmektedirler. CIA'nın Türkiye, Rusya ve Çin gibi ülkelere karşı yürüttüğü teröre kucak açan Ankara'daki iktidar sahipleri, ABD'nin uluslararası terör suçuna ortak olmuşlar ve Türkiye'nin ittifak olanaklarını dinamitlemişlerdir. CIA'nın Yalova'da terör kamplarını himaye eden sorumluların cezalandırılması, Türkiye için yakıcı bir güvenlik sorunudur. Kamp Görüntülerini 13 Eylül 2004'de Gösterdik İstanbul'u bombalayanların, Rusya ve Çin'de terör yapanların CIA'nın Yalova kamplarında eğitildiğini, üç yıldır bulgular, belgeler ve tanık ifadeleriyle açıklıyoruz. Terör eğitiminden geçen çok sayıda kişinin isimlerini ve kimliklerini resmi belgelere dayanarak sergiliyoruz. Bu arada, kamp yerinin haritasını, Türkiye'de verilen Emniyet ifadelerini, Rusya'da ele geçirilen kanıtları ve Rus polis yetkililerinin açıklamalarını da sunuyoruz. Aydınlık dergisinin 12 Eylül 2004, 19 Eylül 2004, 26 Eylül 2004 ve 14 Kasım 2004 tarihli yayınlarında bu kamptaki terörist eğitimi konusunda çok geniş bilgi bulunmaktadır. Yalova'da Eğitilen Teröristlerin Marifetleri Yalova'da eğitilen teröristlerin suç listesi bugüne kadar ulaşılan bilgilere göre şöyledir: ·İstanbul'da 15 Kasım 2003 günü İsrail Neve Şalom Sinagogu'nun bombalanması. 27 Ölü 300 yaralı. ·İstanbul'da 20 Kasım 2003 günü İngiliz Konsolosluğu'nun ve HSBC Bank'ın bombalanması. 30 ölü 450 yaralı. ·Rusya'nın Çeçen bölgesinde yürütülen terör faaliyeti. Yüzlerce ölü ve binlerce yaralı. ·Çin'in Sinciang-Uygur bölgesinde yürütülen terör faaliyeti. Yüzlerce ölü ve yaralı. ·Eğer El Sakka'nın Sunday Times'taki ifadesi doğruysa, ABD'de 11 Eylül 2001 günü İkiz Kulelerin yıkılması. Binlerce ölü ve yaralı. Kanıtlanan Olgular Yalova'daki terörist kampına ilişkin bulgularımız ve El Sakka'nın anlatımı, şu olguları kanıtlamaktadır: 1. SüperNATO kampları: Yalova'da Davlumbaz tepesi eteklerinde ve başka yerlerde CIA terörist eğitim kampları kurulmuştur. En yüksek derecede gizli olan bu kamplara, Yalova Valiliği ve Emniyeti bile müdahale edememektedir. Kamplar, SüperNATO denetimindedir. Kamplar hakkında bilgi edinen A. E. adındaki bir MİT mensubu ortadan kaldırılmış. Ölümüne intihar süsü verilmiştir. MİT görevlisinin şüpheli intiharı, Aydınlık dergisinin 13 Eylül 2004 günlü kapak haberinde açıklanmıştır. Aynı dergide, "Türk Ordusu'nun ve bazı güvenlik kurumlarının bu kampların himaye edilmesine karşı çıktıkları da" belirtilmektedir. 2. Çeçen, Uygur ve İslamcı maskesi: Yalova kamplarında, ABD'nin Rusya, Çin ve Türkiye'deki terör eylemleri için terörist eğitilmektedir. Bu teröristler, ABD özel kuvvetleri (Delta Force) tarafından "Çeçen", "Uygur" ve "İslamcı" maskeli örgütlerde örgütlenmiştir. 3. SüperNATO, CIA ve Delta Force iç içe: ABD'nin NATO ülkelerini denetleme aracı olarak örgütlenen SüperNATO, ABD Özel Kuvvetleri (Delta Force) ve CIA ile iç içe çalışmakta ve dünya ölçeğinde terör faaliyeti yürütmektedir. 4. Rusya ve Çin'deki terörü tertipleyen örgüt: Rusya'da Çeçen bölgesinde, Çin'in Sinciang-Uygur Özerk Bölgesi'nde yürütülen terör eylemleri ABD tarafından örgütlenmekte ve bu eylemlerde ateşe sürülen teröristler, Türkiye'de Yalova kamplarında eğitilmektedir. "Çeçen" veya "Uygur" maskesi kullanan terör örgütleri, doğrudan doğruya ABD tarafından yönetilmekte, beslenmekte ve eğitilmektedir. 5. El KaidE'yi SüperNATO eğitiyor: El Kaide, ABD terörünü maskelemek için kullanılan, ABD güdümlü bir örgüttür. ABD, 24 müslüman halkın yaşadığı ülkelere karşı Haçlı terörünü din kisvesi altında denetim altına aldığı terör örgütleriyle yürütmektedir. 6. "Uluslararası terör" dedikleri: "Uluslar arası terör" adı verilen faaliyet, aslında ABD emperyalizminin terör eylemleridir. ABD, dinci ve ayrılıkçı terörün, dünya ölçeğindeki merkezi ve tetikçisidir. 7. Terörist eğitim kampları BOP kapsamında: Tayyip Erdoğan, "ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır'ı merkez yapma" görevini üstlendiğini, 15 Şubat 2004 akşamı televizyondan ilan etmişti. Yalova terör kampında verilen eğitim de, aynı BOP görevleri kapsamındadır. Nitekim 13 Eylül 2004 günü yaptığımız basın toplantısında ve "Tayyip Erdoğan'ın Yüce Divan Dosyası" başlıklı kitabımızın 140-142. sayfaları arasında "Yalova'daki terörist kampın sorumlusunun Tayyip Erdoğan olduğunu" yıllarca önce ortaya koymuş bulunuyoruz. Tayyip Erdoğan, terör kamplarını, 13 Eylül 2004 günü belirttiğimiz üzere, "Türk Ordusunun ve bazı güvenlik örgütlerinin karşı çıkmasına rağmen" himaye etmeye devam etmiştir. 8. Türkiye'yi yalnızlaştırma ve parçalama suçu: Rusya, İran, Çin gibi Türkiye ile aynı konumda bulunan ülkelere karşı terörist faaliyetlere kucak açmak, Türkiye'ye karşı işlenmiş büyük bir suçtur. Amaç ortadadır: Türkiye'nin ittifak olanaklarını dinamitlemek, Türkiye'yi yalnızlaştırmak, parçalamak ve ABD güdümünde kriz bölgelerinde ateşe sürmek. Ekler: · Yalova terör kampından Eylül 2004'te çekilmiş görüntüler (CD) ·Doğu Perinçek'in 13 Eylül 2007 tarihli basın toplantısı metni. ·Yalova kampının bulunduğu yer haritası ·Haberi veren Aydınlık Dergisi fotokopileri İşçi Partisi Genel Merkezi © 2006 | İşçi Partisi Propaganda Bürosu İşçi Partisi Genel Merkezi Toros Sokak No: 9 Sihhiye - ANKARA Tel: 0.312.231 81 11 Faks: 0.312.229.29.94
-
ABD'NİN "SUSURLUK"U .......
İngiliz Sunday Times gazetesi, 27 Kasım günü İzmit Kandıra F Tipi Cezaevinde tutuklu bulunan El Kaide üyesi Suriyeli Louai el Sakka ile yapılan bir görüşmeyi yayınladı. Gazetede yayımlanan iddialar, dünya ölçeğinde sonuçları olacak önemdeydi. El Sakka, Türkiye kamuoyunun yabancısı olduğu bir isim değil. 15 ve 20 Kasım 2003 tarihlerinde İstanbul’u sarsan iki büyük bombalama olayının (İngiliz Konsolosluğu, HSBC Bank ve Neve Şalom Sinagogları bombalamaları) faillerinden. El Sakka, Sunday Times gazetesindeki açıklamalarında özetle, adlarını da vererek 11 Eylül’de ABD’de İkiz Kuleleri vuran teröristlerden altısına, Yalova’da bulunan bir kampta eğitim verdiğini söylemektedir. Açıklamalardan öğreniyoruz ki aynı teröristler Çeçenistan’da Rusya’ya karşı da savaşmışlar. Kampın varlığından Yalova emniyetinin haberi olmuş. 1999 yılında gözaltına alınan bazı teröristler daha sonra serbest bırakılmış. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek konu ile ilgili olarak bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıya ilgi büyük oldu. Hemen hemen bütün gazeteler ve televizyonlar toplantı salonunda yerlerini aldılar. Ama ne yazık ki akşam, televizyonların haber bültenlerinde, ertesi gün gazete sayfalarında konu ile ilgili tek satır yer almadı. Bu önemli haber Babıali basınının ilgisini çekmedi. Yıllar Süren Suskunluk Aslında konunun Türkiye gündemine gelmesi yeni değil. 13 Eylül 2004 günü gene Doğu Perinçek, bir basın toplantısı düzenlemiş, Yalova’daki kamp ile ilgili olarak kamuoyunu bilgilendirmiş ve yetkilileri uyarmıştı. Yalova Gökçedere köyü yakınında Davlumbaz tepesi eteklerindeki Çeçen terörist eğitim kampı görüntülerini, basın mensuplarına göstermiş, Rusya ve Çin’de “Çeçen” ve “Uygurlar” adına terör yapanların eğitildiğini; bulgular, belgeler ve tanık ifadeleriyle anlatmıştı. Terör eğitiminden geçen çok sayıda kişinin isimlerini ve kimliklerini, resmi belgelere dayanarak açıklamıştı. Aydınlık dergisi dışında bu açıklamalara o zaman da itibar eden olmadı. Çünkü Yalova’daki kamp herhengi bir kamp değil, Amerikan derin devletinin, SüperNATO’nun eğitim kampı idi. El Sakka’nın Asıl Kimliği Bu gerçek şimdi El Sakka’nın anlatımlarıyla doğrulanmış bulunuyor. El Sakka’nın El Kaide üyesi olduğu bilinmektedir. Ancak şimdi asıl kimliği ortaya çıkmıştır. El Sakka, ABD güdümündeki SüperNATO kampında askeri eğitim vermiştir. Üstlendiği eylemler ise, şunlardır: İstanbul’da 15 Kasım 2003 günü İsrail Neve Şalom Sinagogu’nun bombalanması. 27 Ölü 300 yaralı. İstanbul’da 20 Kasım 2003 günü İngiliz Konsolosluğu’nun ve HSBC Bank’ın bombalanması. 30 ölü 450 yaralı. Kanitlanan Olgular Öte yandan Yalova’daki terörist kampına ilişkin bulgular ve El Sakka’nın anlatımı, şu olguları da kanıtlamaktadır: SüperNATO kampları: Öyle anlaşılıyor ki en yüksek derecede gizli olan bu kamplara, Yalova Valiliği ve Emniyeti bile müdahale edememiştir. Kamplar hakkında bilgi edinen A. E. adındaki bir MİT mensubu ortadan kaldırılmış. Ölümüne intihar süsü verilmiştir. Mit görevlisinin şüpheli intiharı, Aydınlık dergisinin 13 Eylül 2004 günlü kapak haberinde açıklanmıştır. Çeçen, Uygur ve Arap maskesi: Yalova kamplarında, ABD’nin Rusya, Çin ve Türkiye’deki terör eylemleri için terörist eğitilmektedir. Bu teröristler, ABD özel kuvvetleri (Delta Force) tarafından “Çeçen”, “Uygur” ve “Arap” maskeli örgütlerde örgütlenmiştir. ABD Özel Kuvvetleri ile iç içe: ABD’nin NATO ülkelerini denetleme aracı olarak örgütlenen SüperNATO, ABD Özel Kuvvetleri (Delta Force) ile iç içe çalışmakta ve dünya ölçeğinde terör faaliyeti yürütmektedir. Rusya ve Çin’deki terörü tertipleyen örgüt: Rusya’da Çeçen bölgesinde, Çin’in Uygur Özerk Bölgesi’nde yürütülen terör eylemleri ABD tarafından örgütlenmekte ve bu eylemlerde ateşe sürülen teröristler, Türkiye’de Yalova kamplarında eğitilmektedir. “Çeçen” veya “Uygur” maskesi kullanan terör örgütleri, doğrudan doğruya ABD tarafından yönetilmekte, beslenmekte ve eğitilmektedir. El Kaide’yi SüperNATO eğitiyor: El Kaide, ABD terörünü maskelemek için kullanılan, ABD güdümlü bir örgüttür. İstanbulu kana boyayan SüperNATO: 2003 yılı Kasım ayında İstanbul’u kana boyayan Sinagog, İngiliz Konsolosluğu ve HSBC Bank bombalamalarını SüperNATO düzenlemiştir. İkiz Kuleleri yıkan örgüt: El Sakka’nın ifadesine göre, İkiz Kuleleri yıkan eylemlerin arkasındaki örgüt, SüperNATO oluyor. ABD’nin Haçlı Seferine zemin hazırlamak için bu büyük tertibi düzenlediği görüşü doğrulanmaktadır. “Uluslararası Terör” Böylece adına “uluslararası terör” denen eylemlerin arkasındaki asıl gücün ABD olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Amerika, Ortadoğu ve Orta Asya’yı işgal için kullandığı “uluslararsı Terör” bahanesini bizzat kendisi imal etmiştir. İkiz kuleleri vurmuş, İstanbul’u bombalamış, terör örgütlerini kurmuş ve himaye etmiştir. Gerçeğin böyle olduğu bizim basının suskunluğundan da anlaşılmıyor mu? Babıali basınının suskunluğu, “ABD’nin Susurluğunu” gizleyemeyecek!
-
Başka bir dünya olasıdır!
Ardışık iki dünya savaşının yarattığı yıkıntılardan “yeniden doğma” çabası olarak da tanımlanabilir 10 Aralık 1948 tarihli “İnsan hakları Evrensel Bildirgesi”. Öylesine önemlidir ki kimilerinin gözünde, Magna Karta ile başlayıp, Ameriakan Bağımsızlık Bildirgesi ile süren ve Fransız Devrimi ile önemli bir aşamaya erişen “insanın uygarlaşması” sürecinin önemli bir köşetaşıdır. Gerçek nedeni “paylaşım” olan savaşta öne çıkan “soykırım” kaynaklı acıların giderilmesi ve bir daha böylesi acıların yaşanmasının önüne geçilme çabaları hiç kuşkusuz önemli bir etken olmuştur bu bildirgenin hazırlanmasında. Kapsamlı olmakla birlikte, bildirgenin ırk, cins, dil, din başta olmak üzere her türlü ayrımcılığa karşı insanın özgürlüğünü ve saygınlığını güvence altına alma isteği her türlü övgüyü hak etmektedir. Bildirgenin kapsamını oluşturan soylu ve yüce tanımlamalar savaşların acısını duyumsayan tüm dünya insanlarını etkilemiş olmalıdır. Ne yazık ki; çok geçmeden, ortaya çıkacak olan yeni tablo hiç de iç açıcı olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndaki etkinliklerinin ödülünü alan ABD dünyanın yeni efendisi olma yolundaki adımlarını atmakta gecikmez. İlk aşamada Kore’de sergilenen bu yeni özgörev, Vietnam’da bambaşka acılara yol açacaktır. Bu arada, Atlantik’in karşı kıyısındaki yeni efendinin sayısız işgal, darbe ve siyasi-ekonomik yayılma girişimini saymaya hiç gerek olmasa gerek. Güzel sözlerle ve anlamlı hedeflerle yola çıkan “insan hakları” kavramının bugün eriştiği konuma ve üstlendiği işleve bakmakta yarar vardır. En temel hak olan, yaşam hakkına yaklaşım bir yana bırakılırken, insan haklarının kimi yerde “terörist ayrılıkçılık”, kimi yerde ise “dinci gericilik” akımlarının sığındığı güvenli bir limana dönüşmüş olması gözardı edilecek bir durum olmasa gerektir. Farklı bir deyişle, yaklaşık altmış yıl önce yola çıkan “insan hakları” kavramı günümüzde “yeni yayılmacılık” akımlarının toplumları tutsak etmede sıkça başvurdukları bir başka aygıta dönüşmüş durumdadır. Dünyamızda milyarlarca insan günde birkaç dolarla yaşamda kalmaya çabalarken, gelir dağılım eşitsizlikleri giderek derinleşirken, birileri dünya nimetlerinden başkalarına göre eşitlikçi olmayan bir şekilde yararlanırken ve tüm bu gerçeklerin ortaya çıkmasına ortam sağlayan “insanlık dışı” koşullar her geçen gün egemenliğini pekiştirirken, “insan hakları” kisvesi içinde sözü edilen olumsuzlukların artması başka nasıl açıklanabilir? Bir başka ilginç çelişki de, “insan hakları” çiğneyicilerinin, “insan hakları” konusunda gözlemci ve eleştirici konumunda olmalarıdır. Acı ama gerçektir ki; günümüzde, “insan hakları” diye diye insanın en temel hakkı olan yaşam hakkını tanımayan silahlı ayrılıkçılık ve çağdışı dinci akımlar el üstünde tutulur olmuştur. Ne uğruna mı? Başkalarının mutsuzluğu, insanlık dışı yaşam sürmesi pahasına kendilerine daha çok gönenç, daha “uygar!” ve pırıltılı bir yaşam sağlama adına. 1948 tarihli “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” kapsamındaki her sözcük ve her tümce anlamlı ve önemlidir. Ancak, dünyamızın bugün getirildiği noktada sözü edilen kavramların ve ilkelerin yaşama geçme şansı yoktur! Söz konusu ilkelerin içtenlikle yaşama geçmesi için “başka bir dünya” gereklidir. Geçen yüzyılın başında Mustafa Kemal’in yaşama geçirdiği, günümüzde de Chavez’lerin, Morales’lerin dile getirdiği gibi, “başka bir dünya olasıdır!”. Bunun için gereken dersler insanlık tarihindeki yerini almıştır! Yeter ki; insanoğlu akıldışılıktan kurtulup, onuruna, gururuna ve yaşam hakkına sâhip çıksın!
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Türban yasağı, yargı kararlarında belirtildiği gibi Cumhuriyetin temel niteliklerinden birisi olan laiklik ilkesinin gereğidir. Anayasa Mahkemesi'nin yukarıda belirtilen yorumları yine anayasaya göre bağlayıcı niteliktedir. Bu kararları üniversite dışında alınan ve sadece yargıyı ilgilendiren kararlar olarak yorumlamak hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Türbanı kadın özgürlüğü olarak sunan ve bunu siyasi rant aracı olarak kullanan düşüncenin Çankaya'ya çıkmasının ardından, yeni YÖK Başkanı'nın üniversitelerde tüm yasakların kaldırılacağını açıklaması türban konusunu yeniden gündemin ön sıralarına taşıdı. Siyasal simge olarak kullanılan türbanın üniversitelerde kullanılması anayasa ve yasalarımıza aykırıdır. Anayasanın temel ilkeleri değişmedikçe bu aykırılık devam edecektir. Üniversitedeki öğretim elemanları, memurlar ve öğrencilerin kılık kıyafetleri ilk kez YÖK Başkanlığı'nın 20.12.1982 tarihli genelgesi ile düzenlenmiştir. Söz konusu genelge öğrencilerle ilgili olarak 22.7.1981 tarihli Bakanlar Kurulu kararnamesine gönderme yapmış ve kız öğrenciler için "Kurum içinde baş örtülmeyecek" düzenlemesini getirmiştir. Adı geçen genelgenin iptali için açılan davayı Danıştay 8. Dairesi 13.12.1984 tarihli kararıyla (1984/1574) reddetmiştir. Daire bu kararında "Başörtüsü masum bir alışkanlık olmaktan çıkarak kadın özgürlüğüne ve Cumhuriyetimizin temel ilkelerine karşı bir dünya görüşünün simgesi haline gelmektedir. (...) Aydın, uygar ve cumhuriyetçi gençler yetiştirmekle görevli eğitim kurumlarının bazı kuralları öğrencilere uygulaması doğaldır. Bu kurallar herkesçe bilinen ve benimsenen Cumhuriyetin kurallarıdır. Bu kuralları öğretmek ve benimsetmekle görevli eğitim kurumlarının bunlardan ödün vermesi düşünülemez" denilmektedir. İlk düzenleme 1988'de yapıldı Üniversitelerde öğrencilerin kıyafetleri ile ilgili ilk yasal düzenleme 10.12.1988 tarih ve 3511 sayılı yasa ile yapılmıştır. Bu yasa ile 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası'na ek 16. madde eklenerek "Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarda çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir" düzenlemesi getirilmiştir. Söz konusu yasa, Anayasa Mahkemesi'nin 7.3.1989 tarihli kararıyla (1989/12) anayasaya aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi gerekçeli kararında "Devlet kuruluşlarında dini inanç ve düşünce sebebiyle belli kişilere örtü veya türban örtme hakkının tanınması, Anayasanın 24. maddesinde belirlenen din ve vicdan hürriyeti sınırlarını aşan ve laiklik ilkesiyle tamamen çatışan bir durum arz etmektedir. (...) Türkiye Cumhuriyeti'nde sadece belli bir inançta bulunan kesimin yıllardır oluşturmak istediği Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı yaşam biçimi, benimsedikleri kılık ve kıyafetle simgelenmekte ve böylece toplumda ayrı bir yeri ve kamplaşmayı ortaya koymaktadır" denilmektedir. Yürürlükteki yasa Üniversitelerde kılık kıyafetle ilgili ikinci yasal düzenleme 25.10.1990 tarih ve 3670 sayılı yasa ile yapılmıştır. Bu yasa ile 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası'na ek 17'nci madde eklenerek "Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir" hükmü getirilmiştir. Bu yasa halen yürürlüktedir. Yasanın anayasaya aykırı olduğu gerekçesi ile iptal davası açılmış ve Anayasa Mahkemesi bu davayı reddetmiştir. Burada ret gerekçesi önem kazanmaktadır. Yüksek mahkeme 9.4.199 sayılı kararında (1991/8) aynı konudaki önceki kararına gönderme yaparak "yürürlükteki yasa" deyiminin anayasayı da kapsadığını belirtmiş, "Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak koşulu, anayasaya aykırılığı saptanmış olan, dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü ve türbanla kapatılması durumunu kılık kıyafet serbestisi dışında tutmaktadır. Madde, öngördüğü serbestiyi kendi içinde sınırlandırmıştır" demiştir. Başka bir deyişle "yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak" demek zaten türban yasağını içermektedir. Mahkeme söz konusu yasayı bu gerekçe ile iptal etmemiştir. Yasaları bağımsız yargıçlar yorumlar Anayasamızın 153'üncü maddesinin son fıkrasında "Anayasa Mahkemesi kararları, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını gerçek ve tüzelkişileri bağlar"denilmektedir. Bu nedenle yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesi kararları hukuken bağlayıcıdır. Bir hukuk devletinde yasaları bağımsız yargıçlar yorumlar. Bir suçtan dolayı ceza alan bir kişi, "Ben yasayı böyle yorumlamıyorum, bu karara uymuyorum" diyemez. Siyasi ve ideolojik nedenlerle hukuka uymamak, hukuk kurallarını beğenmemek hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Üniversitelerde türban yasağına uymayan öğrencilere verilen disiplin cezaları aleyhine idari mahkemelerde açılan pek çok dava yukarıdaki gerekçelerle reddedilmiştir. İç hukuk yollarının tükenmesi üzerine konu Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na (AİHK) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) taşınmıştır. AİHK, 3.5.1993 tarihinde verdiği kararla, "Yükseköğrenimi laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrencinin bu üniversitenin düzenlemelerini kabul etmiş sayılacağını, laik üniversitelerin, öğrencilerin kılık kıyafetlerine ilişkin kurallar koyabileceğini, bunun din ve vicdan özgürlüğüne müdahale sayılamayacağını" belirtmiştir. AİHK'nin bu kararından sonra, 2002 yılında Türkiye Cumhuriyeti aleyhine 100.000 Avro tazminat talebi ile dava açan Hayrünnisa Gül davasını geri çekmiştir. AİHM ise Leyla Şahin davasında 29.4.2004 tarihli kararında "İstanbul Üniversitesi'nce İslami başörtüsü giyilmesine kısıtlama konulmasının ve bunu uygulamak için tedbir alınmasının demokratik bir toplumda gerekli olduğunu" belirtmiştir. AİHM'nin temyiz mahkemesi niteliğindeki Büyük Kurulu, 10.11.2005'te Leyla Şahin'in itirazını karara bağlamış (44774/98), "Türban yasağının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ihlal etmediğini" teyit etmiştir. Hukuk yolları tükendi Görüldüğü gibi üniversitelerimizde türban yasağının kaldırılması ile ilgili olarak iç ve dış hukuk yolları tükenmiştir. Bu yasağa uymayanlar hakkında ceza kanunlarımızda tanımlanan bir yaptırım bulunmamaktadır. Konu disiplin hukuku çerçevesinde yaptırıma bağlanmıştır. YÖK Başkanlığı'nca 2000 yılında üniversitelere ve üniversiteyi kazanan öğrencilere gönderilen yazıda, "Türbanlı olarak üniversiteye gelmek, üniversitenin huzur ve sükûnetini bozan siyasi ve ideolojik bir eylem" olarak kabul edilmiş ve Öğrenci Disiplin Yönetmeliği'ne göre (Md 10/B) yükseköğretim kurumundan çıkarılmayı gerektiren bir disiplin suçu olarak değerlendirilmiştir. Türban yasağı, yargı kararlarında belirtildiği gibi Cumhuriyetin temel niteliklerinden birisi olan laiklik ilkesinin gereğidir. Anayasa Mahkemesi'nin yukarıda belirtilen yorumları yine anayasaya göre bağlayıcı niteliktedir. Bu kararları üniversite dışında alınan ve sadece yargıyı ilgilendiren kararlar olarak yorumlamak hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Hukuka uymak ve uymayanları uydurmak yöneticilerin asli görevleridir. "Hukukun üstünlüğüne bağlı kalacaklarına" namus ve şerefleri üzerine ant içmiş olan siyasetçiler bu kurallara uymak zorundadırlar. Yasağa uymak siyasi bir tercih sorunu değil, hukuki bir zorunluluktur. Laiklik ilkesi anayasadan kaldırılmadıkça üniversitelerde türban yasağı devam etmektedir. Anayasanın temel niteliklerini değiştirmeye parlamento çoğunluğunun yetkisi yoktur ve gücü yetmez. Türbanın Çankaya'ya çıkması, üniversitelerdeki türban yasağı ile ilgili yukarıda belirtilen hukuki düzenlemeleri geçersiz kılmaz.
-
KIM BU AHLAKSIZ! BÖL BÖLEBILDIGIN KADAR ÖNCE TÜRBAN SIMDI AHLAK
Başı Açık Olmak Ahlaksızlık Derlerse Şaşmayın! Bu ülkede sanki başka hiç ama hiçbir sorun yokmuş gibi... İnsanlarımız her an ölümle burun buruna yaşamıyorlarmış gibi... Yaşamak, rastlantısal değilmiş gibi... İnsanlarımız silahlı çatışmalarda ölmüyor, öldürmüyormuş gibi... Kardeş kardeşi vurmuyormuş gibi... Analar, acaba dağdaki çocuğumun mu, yoksa askerdeki çocuğumun mu ölüm haberini alacağım diye, her gün yeniden yeniden, yeni baştan ölmüyormuş gibi... Yaşama hakkı, hayatta kalabilme hakkı, bunca güç değilmiş gibi... Eğitim sistemi hallaç pamuğu misali dağıtılmamış gibi... Devlet görevlisi kimi yetkililer okul isteyen kız çocuklarına, okumak yerine evlenmeyi önermiyormuş gibi... Adalete, yargıya ve güvenliğimizden sorumlu olanlara sanki güvenimiz tammış gibi... Failleri bulunmamış suikastlarla bir arada yaşamaya zorlanmamışız gibi... Katilleri " kahraman " ilan etmemişiz gibi... Yargıdan adalet beklemez olmamışız gibi... Sanki işsizlik, yokluk ve yoksulluk her geçen gün artmıyormuş gibi... Ve her geçen gün, biraz daha geri, biraz daha karanlığa gömülmüş bir üçüncü dünya ülkesi görünümüne bürünmüyormuşuz gibi... (İki gün önce Cumhuriyet'te Musa Kart'ın karikatürü, söylemek istediklerimi açık seçik ortaya koyuyordu! İş isteyen erkekler kafalarına türban sarmıştı. Hükümetin dikkatini çekebilmek için tek çare, tek yol buydu: Örtünmek!) Şu yukarıda bir çırpıda sıraladıklarımın hiçbiri değil de, türban olayı geldi yerleşti memleketimin üzerine ve altına, içine ve dışına. Mayınlar unutuldu, türban döşendi damarlarına, akyuvarlarına, alyuvarlarına! El insaf! Eğer bütün bu türban tutkusunu, kadınların özgürleşmesine, bağımsızlığına, eşitliğine doğru atılmış bir adım olarak görsem, tamam tartışalım diyeceğim. Ama hayır! Ortada koca bir yalan var! Türbanlı kızların üniversiteye girip girmemesi kimsenin derdi değil! Hükümetin derdi, kendi ideolojisini ve bu ideolojinin gerektirdiği yaşam biçimini etkin kılmak, yerleştirmek, yaymak... Cumhurbaşkanı inatlaşmasıyla, başbakan ve bakan eşleriyle örnek oluşturmakla başlayıp, "Devletten iş, ihale alacak kişinin eşi örtünür" diye uzayan bir politik kararlar sinlsilesi!.. Sonuçta, evet yine din politikaya alet ediliyor! Sonuçta, yine politika, kadınlar ve kadın bedeni üzerinden yapılıyor! Namus kavramı eşittir kadının örtünmesi, kapatılması! MHP'nin önerisine bakar mısınız: Anayasa değişikliğinde, "Ceza hukuku ve genel ahlaka aykırı olmamak şartıyla hiç kimse kılık kıyafetinden dolayı yükseköğrenim hakkından mahrum bırakılamaz"mış! Hay "genel ahlak" kadar taş düşsün başınıza!!! Ortalıkta pantolon yerine şalvarla, entariyle dolaşan herifler "genel ahlak" anlayışınıza aykırı düşmüyor mu? Türban dini simge midir, politik simge mi? Başbakan bir gün öyle, bir gün böyle konuşsa da, konuştuğu an pişman olsa da, kazı çevirip çevirip yaksa da, sonuçta kesin olan şu: Toplumun namusundan, ahlakından kendini sorumlu tutan erkekler kadınların örtünmesinden, kapatılmasından yana! Bu örtünün kadını aşağılamak olduğunu elbet onları örten erkekler düşünecek değil! Bizim kimi aydınlarımız "Oh yaşasın.. AKP ile demokrasi geldi" diye ne denli sevinseler de.. çocuk yaşta örtünmeye zorlanan kızların, "düşünce özgürlüğüne" inansalar da.. türbanın kamusal alanda serbest bırakılmasını savunsalar da.. bu, kadın-erkek ayrımcılığının hiç mi farkında değiller diye sormaktan kendimi alamıyorum! İçimden onlara şöyle seslenmek geliyor: Türban azdır.. çarşaf, kara çarşaf paklar sizleri! Bir adım daha atıp şöyle bir kampanya başlatmak istiyorum: Erkekler haydi kara çarşafa! Öyle saç baş açık dolaşmanız, bir sürü kadını tahrik ediyordur! Girin çarşafa! Şu namusu biraz da siz koruyun! Ondan sonra çarşafla üniversiteye, Meclis'e, mahkemeye, hastaneye, artık nereye girmek istiyorsanız, ister anayasayla, ister kanunlarla yapın dilediğiniz değişiklikleri ve muradınıza erin! Rahat bırakın şu kadınları. Kendiniz dolanın türbana! Bir arkadaşım, "Başı açık dolaşmanın Türk gelenek ve göreneklerine aykırı olduğunu, genel ahlak ve adaba aykırı olduğunu ileri sürerlerse hiç şaşmam" diyordu... O gün gelmeden, ne yapıp yapıp erkekleri çarşafa sokmak gerek!
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
" Türk ve Kürt etnik yapıya dayanan devlet anlayışının, yeni anayasaya da yansıması" isteniyor. Böylece anayasal bir dayanakla tıpkı Sovyetler'de ve Yugoslavya'da da görüldüğü gibi, zamanı geldiğinde ayrılmanın yasal dayanağının şimdiden oluşturulması amaçlanıyor. Federal Almanya Sol Parti Meclis grubundan küçük bir heyetle aralık ayı başında Belgrad ve Kosova'ya bir değerlendirme gezisi yaptık. Amacımız Kosova'nın bağımsızlık istemlerine ilişkin son durumu yerinde değerlendirmek ve parlamento grubumuza bu konuda bilgi vermekti. Uzun yıllardır ilgiyle izlediğim Yugoslavya modeli ve onun giderek çöküşünün son halkası olan Kosova olayını, Belgrad ve Kosova'da yetkili kişilerden dinleme olanağı buldum. Sırbistan hükümeti ve parlamentosu yetkilileri, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Makedonya`nın, Yugoslavya Anayasası'na dayanarak ayrıldıklarını açıkladılar. "Yugoslavya Federal Devleti"nin federe yapısında bu ayrılma hakkının bulunduğunu, oysa bunun Kosova için söz konusu olmadığını vurguladılar. Kosova'da en çarpıcı açıklamaları İbrahim Rugova döneminde Kosova Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan Edita Tahiri yaptı. Kosova`nın, Hırvatistan ve Slovenya gibi eski Yugoslavya'nın federatif bir üyesi olduğunu ve daha farklı bir konumuna karşın yasal olarak bu federatif yapıdan ayrılma hakkı bulunduğunu önemle vurguladı. Tahiri bu görüşünü tarihi ve etik bir dizi argümanla da destekledi. Kaçınılmaz parçalanma Gerçekten de eski Yugoslavya Federe Devleti'nden ayrılarak veya savaşarak bağımsızlığına kavuşan beş ülke, Federal Devlet anayasasında var olan haklarına dayanarak ayrı devlet kurmayı başardılar. Belgrad ve Kosova'da edindiğim izlenim, benim için son derece önemliydi. Çünkü Kürt sorununa çözümde Türkiye için gündeme taşınmak istenen etnik temelli Federal Devlet yapısı, Türkiye'yi nasıl bir felakete taşıyabileceğinin çok çarpıcı bir örneğidir. Gerçekten de Türkiye'nin seçtiği "Üniter Devlet" sistemiyle, eski Sovyetler Birliği ve Yugoslavya Federal Devletinde gördüğümüz "Federal Devlet" anlayışlarını, tüm sonuçlarıyla karşılaştırmak gerektiği kanısındayım. Türkiye ile bu ülkeler arasında kuruluş aşamasındaki çok önemli farklılıklara karşın, varılan sonuç tartışma götürmez açıklıkla önümüzdedir. Kuruluşunda etnik öğelere dayanan federatif yapıdaki "Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği" ve "Yugoslavya Federal Devleti", yapılarının kaçınılmaz gereği olarak parçalanmak zorunda kalmışlardır. Dağılmadaki en belirgin neden, etnik kökene dayalı Federal Devlet anlayışı olmuştur. Etnik olmayan federalizm Türkiye`nin ve birçok diğer ülkenin seçtikleri Üniter Devlet sistemleri ise konumlarını korumaktadırlar. Bilindiği gibi "Almanya Federal Devleti"nin zaten tarihten gelen geleneğini sürdürerek seçtiği Federal Devlet yapısı, bu sistemin en belirgin örneklerinden biridir. Almanya'nın sözü geçen ülkelerden çok önemli farkı, buradaki federatif yapıda etnik öğelerin olmayışıdır. Yani zaten Alman olan Bavyera, ya da Hessen, ya da diğer eyaletler kalkarak ayrılma isteminde bulunmayacaklardır. Avrupa Birliği'nin başşehrinin bulunduğu Belçika'da ise yine etnik yapı ağırlık kazandığından, üç bölgeli devlet dağılma aşamasına gelmiştir. Flamanlar adım adım Walonlar'dan ayrılarak kendi etnik yapılarına dayanan devleti kurmaya çalışmaktadırlar. Bu sürtüşmeler nedeniyle Avrupa Birliği'nin merkezi sayılan Belçika'da hükümet altı ay süren tartışmalardan sonra şimdilik kurulabilmiştir. Flamanlar Belçika'da "konfederasyon devlet" biçimi isteyerek, bir anlamda dolaylı yoldan tamamen bağımsızlaşmayı amaçlamaktadırlar. Türkiye'de PKK, günümüz koşullarında terör yoluyla ayrı bir Kürt devletinin kurulma şansının olmadığını görmüştür. Öcalan başta olmak üzere PKK son dönemde özetle, "Biz ayrı devlet istemiyoruz, Türk ve Kürt federasyonundan oluşan bir devlet yapılanmasını istiyoruz" diyorlar. "Türk ve Kürt etnik yapıya dayanan devlet anlayışının, yeni anayasaya da yansımasını" istiyorlar. Böylece anayasal bir dayanakla tıpkı Sovyetler'de ve Yugoslavya'da da görüldüğü gibi, zamanı geldiğinde ayrılmanın yasal dayanağının şimdiden oluşturulması isteniyor. PKK yanlısı olmadığı halde, Kürt ve Türk k esimlerden, sonuçlarını bilerek veya bilmeyerek, bu görüşe destek geliyor. Bu öneriyle varılmak istenen hedef çok açıktır. Koşulları oluştuğunda ve zamanı geldiğinde, devletin ana unsurları olarak Türk ve Kürt etnisitesine dayandırılarak ve anayasaya da atıfta bulunularak, federatif yapıdaki devletten ayrılma projeleri şimdiden gündeme taşınıyor. Amacın bu olduğu çok açık ve nettir. PKK'nin şansı yok Ne var ki Türkiye'deki durum Sovyetler Birliği ve Yugoslavya'dakinden çok farklıdır. Vatandaşları arasında hiçbir etnik ayrım gözetmeyen ve uygulamayan Türkiye'deki üniter devlet yapısı, etnik öğeleri geri plana itmiştir. Öte yandan Kürt halkı Türkiye`nin her tarafında yerleşerek ve milyonlarca ortak evliliklerle Türk halkı ve diğer etnisiteler kaynaşmış, iç içe geçmiştir. Günümüzde Kürt kökenli vatandaşlarımızın yarıdan fazlası batı ve Ege bölgesinde yaşamaktadır. Bu nedenle Kürt halkını, uzun vadeli hedeflerle de olsa ayırma projeleri, başarısızlığa mahkûmdur. 24 yıldır süren PKK terörüne karşın, Türk ve Kürt komşuların, provoke edilen bazı istisnalar dışında, karşı karşıya gelmemesi bundandır. Bu, Türkiye için övünülecek bir gerçektir. Çözüm uniter yapı içinde Türkiye`nin hiç kuşkusuz bir Kürt sorunu vardır. Üniter devlet yapısından asla ödün vermeksizin, Kürt halkının kültürel kimliği tanınmalıdır. Resmi devlet ve okul dili Türkçenin yanı sıra Kürtçenin anadili dersi olarak okullarda öğrenilmesinin kanımca hiçbir sakıncası yoktur. Kuşkusuz sınıflarda Kürtçeyi anadili dersi olarak öğrenmek isteyen yeterli sayıda öğrencinin olması ve bu dersleri verecek eğitilmiş elemanların yetiştirilmesi gerekmektedir. Bu amaçla üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümleri kurulabilir. Ayrıca Kürtçe radyo ve televizyon yayınlarının yapılması, yazılı basının olması da kültürel kimliğin gereğidir. Öte yandan doğu-batı arasındaki bölgeler arası kalkınmışlık farkının daha kararlı programlarla ivedi olarak azaltılması ve işsizlik sorununa özellikle doğu ve güneydoğuda çözüm bulunması, PKK terörüne karşı en kalıcı önlemlerdir. ---- Prof. Dr. Hakki Keskin, MdB EU- Erweiterungsbeauftragter der Fraktion DIE LINKE. Mitglied des Ausschusses für die Angelegenheiten der EU Platz der Republik 1 11011 Berlin Tel. 030/ 227 70 838 Fax 030/ 227 76 838 www.keskin.de www.linksfraktion.de Wahlkreisbüro Feurigstr. 68 10827 Berlin Tel. 70509707 Fax 70509709 Prof. Dr. Hakkı KESKİN -Federal Almanya Parlamentosu Milletvekili
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Anayasa Mahkemesi ve AİHM'nin kararları ortadayken türbanın serbest bırakılabilmesi için anayasaya hüküm konması anayasanın değiştirilmesi teklif edilemeyen maddeleri ve İnsan Haklan Avrupa Sözleşmesi'yle açıkça çelişecektir. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın İspanya'da gerçekleştirdiği basın toplantısında türbana yönelik olarak beyan ettiği, "Simgelere, sembollere, özgürlüklere yasak getirebilir misiniz?" şeklindeki sözleri hukuku doğrudan ilgilendirdiği için bu açıklamanın yapılması zorunluluğu doğmuştur. Öncelikle belirtmeliyiz ki, hukukta bu konuda birçok mahkeme kararı yayımlanmıştır. Türbanın siyasi simge olduğu ve de simgelerin kamusal alanda kullanımını yasaklayan mahkeme kararları bir arada düşünüldüğünde, hukukumuzda bir türban mevzuatı oluştuğunu söylemek olasıdır. Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve de son olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından verilen türban kararlarının gerekçelerinde altı çizilen en önemli konu, bir siyasi (dini değil) simge olan türbanın başta üniversiteler olmak üzere hiçbir kamusal alana girmeyeceği ve laiklik adına girmemesi gerektiğidir. Bilindiği üzere anayasamızın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddesi olan 2. maddesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik niteliğini, 24. maddesi ise dini özgürlüğün sınırlarını düzenlemektedir. AİHM'nin de türban kararlarında sıklıkla vurgu yaptığı Anayasa Mahkemesi kararı da türbanın hukuk karşısındaki konumunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Buna göre Anayasa Mahkemesi'nin 1998 tarihli Refah Partisi davası ve 2001 tarihli Fazilet Partisi davalarındaki kararlarında, söz konusu partilerin liderlerinin kamu sektöründe ve/veya okullarda türban giyilmesine ilişkin ifadelerinin şeriat temelinde bir rejim oluşturma niyetini ortaya koyduğu şeklinde değerlendirmiştir. Yine Leyla Şahin/ Türkiye kararında AİHM, üniversitelerde dini simgelerin giyilmesine getirilen yasaklamanın temelini oluşturan düşünce laiklik ilkesidir. Çoğulculuk değerlerinin, diğerlerinin haklarına saygının ve özellikle yasa önünde kadın ve erkeğin eşit olduğunun öğretildiği ve hayata geçirildiği bir çerçevede görülmekte olan dava da dahil olmak üzere, kız öğrencilerin üniversitede bulundukları sırada başlarını türbanla örtmelerine ve dini semboller kullanmalarına konuyla ilgili yetkililerce onay verilecek olması halinde, bu onayın laiklik değerlerine aykırı olarak değerlendirilmesi anlaşılabilir bir durumdur, diyerek, türban yasağının, İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) düşünce, vicdan ve din özgürlüğünü düzenleyen 9. maddesine aykırılık oluşturmadığına hükmetmiştir. Aynı kararda başvurunun özel hayatı düzenleyen 10. madde ile ayrımcılık yasağını düzenleyen 14. maddesiyle ilişkilendirilemeyeceğini hüküm altına almıştır. AİHM'nin de kararlarında sıklıkla vurgu yaptığı Anayasa Mahkemesi kararında da "Türban takmak, önemsiz ve masum bir uygulama olmanın dışında, Cumhuriyetin temel ilkelerine ve kadınların özgürlüklerine aykırı bir simge olma yolunda ilerleyen bir süreçtir" ifadesi yer alır. Başbakan'ın bu son demeciyle türban, süreç olmaktan çıkmış; Cumhuriyet'e ve çağdaş yaşamı benimsemiş kadınların özgürlüklerine karşıt bir olguya dönüşmüştür. Avrupa'da yasak Sayın Başbakan'ın "Böyle bir yasak dünyanın neresinde var?" biçimindeki sözleri de o anki heyecanla söylenmemişse bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü herkesçe bilindiği gibi Avrupa'nın birçok ülkesinde birçok siyasi simge yasaktır. Buna türban da dahildir. Örneğin Fransa ile Almanya'da okullara türbanla girmek yasaklanmıştır. Fransa'da dini simgeler ya da dini çağrıştıran imler okullardan kaldırılmıştır. İspanya'da faşist Franko dönemini andıran simge ve işaretler bizzat yasa çıkarılarak yasaklanmıştır. Buna son örnekse Başbakan'ın bu açıklamasından tam bir gün sonra İtalya'da yaşanan olaydır. Papa 16. Benediktus, Roma La Sapienza Üniversitesi'nde akademik yılın açılış» için yapılacak törene, protestolar nedeniyle katılamamıştır. Öğretim üyesi ve öğrencilerin protestolarının temelinde yatan nedene bakıldığında, yine aynı dini simgeyle karşılaşıyoruz. Papa'nın dini temsil ettiğini belirten öğrenciler, La Sapienza Üniversitesi'nin laik bir üniversite olduğunu, bu nedenle dinin yaşayan simgesi olan Papa'nın ziyaretinin laiklik ilkesine zarar vereceği endişesinden dolayı bu ziyarete izin vermeyeceklerini belirtmişler ve Papa'yı kararından vazgeçirmişlerdir. Türbanın kamusal alanda yasaklanmasına karar veren Anayasa Mahkemesi, türbanı serbest bırakan düzenlemelerin anayasanın laiklik ilkesini düzenleyen 2, yasa önünde eşitlik ilkesini düzenleyen 10. ve nihayet din özgürlüğünün sınırlarını hüküm altına alan 24. maddesine aykırı olduğuna karar vermiştir. Zorla kabul ettirilemez Yüksek mahkeme kararında laiklik adına yaşamsal tespitler yer alır. Buna göre anayasal bir kazanım olan laiklik; yasa önünde eşitlik ve din özgürlüğünün bir garantörü olarak rol oynamış ve demokrasi için esaslı bir koşul olmuştur. Laiklik ayrıca, devletin, bir din ya da inancı tercih ettiğini göstermesini engellemiştir. Son olarak, laik bir devlet, yasama işlevini yerine getirirken, dini bir inanca dayanamaz. Herhangi bir dine özgü kıyafeti giymenin bir hak olarak görülemeyeceği; ibadet, din ve vicdan özgürlüğünün öncelikle, bir dine uymak ya da uymamak bağlamında karar verme özgürlüğünü garanti altına alır. Mahkemeye göre, herkes, bir kadın ya da erkek, toplumun gelenekleri, dini ve sosyal değerleri açısından dilediği gibi giyinme konusunda özgür bırakılır. Ancak, bir dinin dayanak gösterildiği özel bir kılık kıyafet yasasının, bireylere zorla kabul ettirilmesi, söz konusu dini inanç, çağdaş toplumla bağdaşmayan değerler grubu olarak sunulup ve algılanır. Nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu Türkiye'de, türban giymenin zorunlu bir dini ödev gibi sunulması dini gerekleri yerine getiren Müslümanlar, getirmeyen Müslümanlar ve inanmayanlar arasında kılık kıyafet yüzünden ayrımcılıkla sonuçlanabileceği, türban takmayı reddedenlerin hiç kuşkusuz din karşıtı veya dinsiz olarak değerlendirebileceği de kararda belirtilmiştir. Devlet eğitiminin tarafsızlığı ilkesiyle uyumlu olmayan türbanın, farklı dini inanç ve itikat sahibi öğrenciler arasında çatışmaların doğmasına neden olabileceğine de dikkat çekilmiştir. Üniversite sonrası Bu durumda hükümetçe hazırlanan Anayasa taslağında türbanın önünün açılması ve üniversitelerde serbest bırakılması tartışmalarına da değinmek istiyoruz. Kamuoyuna yansıdığı biçimiyle türbanın üniversitelerde serbest bırakılması için anayasaya konması düşünülen "Ahlak kurallarına ve ceza kurallarına aykırı olmamak koşuluyla, üniversitelerde giyim kuşam serbesttir" hükmü de türbanın hukuken önünü açmaya yetmeyecektir. Anayasa Mahkemesi ve AİHM'nin kararları ortadayken türbanın serbest bırakılabilmesi için anayasaya hüküm konması anayasanın değiştirilmesi teklif edilemeyen maddeleri ve İnsan Haklan Avrupa sözleşmesiyle açıkça çelişecektir. Kaldı ki türbanla okuyan bir öğrencinin eğitimden sonra mesleğini yerine getirirken de türban takmak isteyeceği, bu konuda da dayatmada bulunacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Bu nedenle eğitimin türbansız sürdürülmesi laiklik açısından bir zorunluluktur. Siyasi iktidarın aldığı oya güvenerek çoğunlukçu siyaset yöntemiyle "ben yaptım oldu" anlayışından, bir an önce vazgeçmesi tüm toplum kesimlerinin yararınadır. Medeniyetler zirvesine katılan Sayın Başbakan'ın, uygarlığın ve demokrasinin ölçütü olan laiklik ilkesini en fazla korumakla görevli olan kişi konumunda olduğu da unutulmamalıdır. Av. Kazım KOLCUOĞLU İstanbul Barosu Başkanı