Zıplanacak içerik

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Kapısının önünde bir ambulansa
  2. Nihat Genç: Türkiye’de mahalle baskısı değil, ideolojik baskı var! Fethullah Gülen yapılanması ciddi baskı oluşturuyor… Söyleşi- Yusuf Yavuz Nihat Genç kimilerine göre Türkiye’nin tek gerçek muhalifi. Serdar Turgut onu Akşam’a transfer ettiği dönemde bu cümlelerle duyurmuştu okurlarına. Sonraları Genç’in bu muhalif tavrıyla kendisi de karşı karşıya kalmıştı. Bir grup entellektüele göreyse Nihat Genç tahammül edilemez ölçüde saldırgan bir üsluba sahip. Son üç yıldır Türkiye’nin siyasi ve sosyolojik yapısı hakkındaki çarpıcı tahlilleriyle sıklıkla tartışılan yazar Nihat Genç, televizyon ekranlarından ulaştığı milyonların gözünde adeta bir edebiyat starı. Onu Leman’da tanıyıp seven binlerce genç okur içinse hala yazılarını bekledikleri ‘Nihat abi’, nam-ı diğer yerli Dostoyevski... Yolda önünü kesen öğrenciler, kadınlar, işçiler; her sınıftan insanla kurduğu samimi iletişim, onun geniş kitleler tarafından bu denli sevilmesinin tesadüf olmadığını gösteriyor. Nihat Genç’le uzun bir aradan sonra seçim sonuçlarını ve gündemin son tartışmalarını değerlendirdik. “Fethullah Gülen Hocanın teşkilatlanma şeklini, cemaatleşme biçimini ciddi bir endişe olarak görüyorum.” diyen Nihat Genç, mahalle baskısı kavramının yerine asıl bu noktaya dikkat çekiyor ve ekliyor: “Türkiye’de cemaatlerin oluşturduğu ideolojik baskı var!” Anayasa tartışmaları ve toplumdaki laik- şeriat kamplaşmasının yarattığı gerginliğin azaltılması için Tayyip Erdoğan’ın bu çoğunluğu iyi okuması gerektiğinin altını çizen Genç’e göre Türkiye bu tartışmaları daha uzun süre yaşayacak. İşte Nihat Genç’in gözünden farklı bir Türkiye fotoğrafı... Öncelikle 22 Temmuz seçimlerinin sonuçları ve yarattığı şaşkınlıkla başlayalım isterseniz. Bu konuda bir “kabullenmeme” eğilimi gözleniyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu sonucu? -Yüzde 47’lik bir sonuçla AKP yeniden iktidara geldi. Bu sonucu çok iyi gözlemlememiz gerekiyor. ben Türkiye halkına güveniyorum. Daha önceki seçimlerin sonuçlarına nasıl tahammül edip iyi niyetle bakmışsak, bu sonuca da iyi niyetle bakmamız gerekiyor. Türkiye halkının % 47’sinin kötü niyetli olacağına, kötü düşünceler taşıyacağına asla inanmıyorum. Çünkü bu zaten çoğunluktur. Çoğunluk da senin benim gibi kültür okumuştur, tarih okumuştur; bir şeyler hissedip sezmiştir. Bu % 47’yle iyi konuşmanın, iyi anlaşmanın yollarını aramak ve ülkeyi bir arada; şiddetten uzak tutmak için birbirimizin fikir ve düşüncelerini çok iyi çözümlememiz gerekiyor. Benim bu sonuçtan anladığım budur. ERDOĞAN’IN ÇOĞUNLUĞU İYİ OKUMASI GEREK Seçim sonuçlarını farklı okuyan, farklı yorumlayan ve siyaseten iktidara angaje olmuş bir kesim de var Türkiye’de. Sizin daha bütünleştirici ve bir aradalığı vurgulayan bakışınızla nasıl görünüyor bu tablo? -Çoğunluk kötü olamaz bana göre. Çoğunluk kötü niyetli olamaz. Eğer böyle bir şey olursa, bunu düşünmek bile ülkede büyük bir iç savaşın kapısını aralamak anlamına gelir. Ya da çok marjinalsiniz ve ülkedeki çoğunluğun düşüncelerini ve siyasi eğilimlerini bilmiyorsunuz demektir. Bu da seni büyük iç çatışmalara ve trajedilere hazırlar. Aydınlara düşen görev, çoğunluğun yani demokratik kurallarla ve iktidara gelen çoğunluğun arka planını hem iyi anlamak hem de onlarla makul çerçevede uzlaşmanın yollarını aramaktır. Kişisel olarak bu çoğunluğun Tayyip Erdoğan Bey’den üniter devlet yapımıza sahip çıkmasını, ülkemizin soyulmasına karşı çıkmasını ve daha iyi bir ülke özleminin sahibi olunmasını beklediğini düşünüyorum. Çoğunluk bunu söylüyor. Çoğunluk ülkeyi satalım, Amerikalılar gelsin, azınlıkların, AB’nin dediği olsun düşüncesinde değil. AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın da bu çoğunluğu iyi okuması lazım. Çünkü bu çoğunluğu arakasına alan insanların siyasi liderlikleri sınanacaktır. Şöyle sınanacak; bu insanlar gerçekten büyük lider olmak istiyorlarsa Türkiye’nin geneline iyiliksever ve adil davranmak zorundalar. Yoksa sen %47 oy alıyorsun ve gidiyorsun % 2 oy almış marjinal bir parti gibi davranıyorsun. Diyelim ki 301 kaldırılsın, Avrupa ne diyorsa o olsun gibi bir tavır alıyorsun. O zaman % 47’lik bir oy almışsın ama bunu yönetecek bir lider değilsin. Marjinal bir lidersin. Yani İslamcı ideolojilerden kalma hastalıkların var demektir. Ben İslamcıların muhafazakarlığa doğru evrildiğini düşünüyorum. Ve eski ideolojik beklentilerinden uzaklaştıklarını, Türkiye’nin geneline sahip çıkacaklarını düşünüyorum. Ancak, bu tartışmalar sürecinde herkes gibi ben de endişeler taşıyorum. Zaten siyasetin bizzat kendisi endişedir. Tam bu noktada son bir haftadır yaşanan tartışmalara gelmek istiyorum. Türkiye’de Körfez ülkeleri; Dubai- Bahreyn fonlu görüntülerin yaşanmaya başladığı endişeleri hakim. Örneğin Çetinkaya mağazalarının Adana’daki şubelerinden birine Arapça tabela asması, petrol zengini Arap ülkelerindeki gibi bir sosyalleşmenin başlaması ve bunun toplumun geneline hakim kılınma endişesi ya da toplumun bir kesimi tarafından böyle algılanan bir sürecin ortaya çıkması... Bu yapının özellikle seçim zaferi sonrasında biraz daha koyulaşmasına ne diyeceksiniz? -Ben Arap ülkeleriyle kurulan ilişkilerin; özellikle körfez ülkeleriyle olanları iki türlü değerlendiriyorum. Bir tanesi şu; çok tuhaf bir gelişme yaşandı; Ahmedinejad gibi Suudların baş düşmanı sayılabilecek olan bir lider gidip Suudlarla anlaşmalar, görüşmeler yaptı. Sanki dipte Amerika’ya karşı bir kırılma var. Ya da karşı bir cephe oluşuyor izlenimi edindim. Dubai ya da Suud sermayesinin Türkiye’nin çok kritik zamanlarında yani ekonomik krizler, borsanın çökmesi gibi zamanlarda sanki Türkiye’yi finanse edeceğine dair izlenimler ediniyorum. Kemal Unakıtan’ın bir açıklamasında aynen şunu dedi: “ eskiden anayasa kitapçığı fırlatılınca ekonomi krize girerdi, şimdi ansiklopedi de atsan bir şey olmaz...” Yani sanki bunlar Suudi sermayesiyle anlaşmışlar ve oradan gerektiği zaman para alabilirler gibi bir intiba oluştu bende. Ancak hem Suudlar hem de körfez ülkeleri medeniyet bilmez. Kültür hiç bilmez. Bunlar benzin istasyonu gibi çok zengin ancak estetikten, sanattan bihaber insanlardır. Bu insanların küreselleşmenin açtığı kapılarla ülkemize gelip yatırımlar yapması karşısında milli endişelerimiz var. Amerika nasıl limanlarının Arap sermayesinin eline geçmesine izin vermedi, milli güvenlik endişesiyle karşı çıktı. Bu sorunlar kongreye getirildi ve limanlar satılamadı. Bizde de benzer endişeler var. Ancak bizdeki endişelerin şu yanına katılıyorum; bu körfez ülkelerinden gelen sermaye estetik dışı, biraz da kentlerimizi, kültürümüzü mahveden çirkinleştiren bir içerik taşıyor. Hantal bir yapı kazandırıyor. Ancak biz hinterlandımıza ekonomik olarak, turizm olarak ve kültür olarak açılmalıyız. Bu konuda bu adamlar koyu İslamcıdır, bunlar çok kadınla evlenir gibi takıntıları aşmalıyız. Çünkü ben Türkiye’de AKP’ye oy veren %47’nin, CHP’ye ve diğer partilere oy verenlerin çok geniş olduklarını, bir imparatorluğun çocukları olduklarını, yüz yıldır bu cumhuriyeti koruduklarını ve bunların böyle çok basit siyasi ve diplomatik ilişkilerden rahatsız olmayacaklarına inanıyorum. Şüphesiz körfezden gelen yatırımların Türkiye’de küreselleşmenin getirdiği olanaklarla yatırım, teşvik, istihdam, vergi, arazi alıp satma gibi ekonomik ilişkilerinde hukuki çerçevede çalışmasına dikkat etmeliyiz. Ancak bazı çevrelerin Suudlardan ve Arap ülkelerinden ne gelirse karşı çıkan tavrında değilim ben. Bu konuda Türkiye’de özellikle de aydınlar arasında bir önyargı olduğunu söyleyebilir miyiz? - Peşin fikirlilik var kesinlikle. Ben Ortadoğu’da bir çok ülkenin bizim ağzımızın içine baktığını düşünüyorum; Mısır’ın, Suriye’nin... Bunun bize tabii olacak boyutta olduğunu söylemiyorum ama bize kapılarını çok kolay açıyorlar. Bizimle ticari, kültürel ilişkilere giriyorlar. Çok karışıyorlar. Uzun zamandır çok da bakılmayan bir coğrafya oysa değil mi? -Tabii. Soğuk savaş döneminde farklı kutuplarda yer alıyorduk bu ülkelerle. Ancak şimdi Allah önümüze bir şans koydu. Bu şansı, bir zamanlar ailemiz olan bu coğrafyayla ticari olarak kapılarımızı açarak kullanacağız. Eğer pazarlarınız açılırsa insanlarınız da birbirine açılır. Aileleriniz açılır. Çünkü tüm bölgede; Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da en güçlü sosyal dinamiklerin, coşkunun ve heyecanın Türkiye’de olduğunu düşünüyorum. Tahran pazarlarında Blue jean’e ilk kez Türkiye’den girdiği için “Şalvar-i Türki” dendiğini duymuştum... -Evet. Çikolatasından bilmem neyine kadar böyle. Fakat bunun daha ötesinde bir şey var. Bize karşı bir özenti var. Bizim kadınlarımızın hem başları açık rahat gezebilmeleri hem de kadir gecelerinde, ramazanlarda oruçlarını tutmalarına, ibadetlerini yapmalarına büyük bir özenti var. Şimdi Osmanlı bize dinle çok saygıdeğer bir ilişkiyi miras olarak bıraktı. Bunu Alevilerin, Bektaşilerin hoşgörüsünde görebiliyoruz. Biz biraz rahat insanlarız. Din ile mesafemizi çok güzel kurduk. Şüphesiz Türkiye’deki İslami hareket, İslamcı ideoloji Ortadoğu’dan, üçüncü dünyadan ve Cezayir’deki iç savaştan, Hizbullah gibi çok sert, kafa kesen, domuz bağıyla insan katleden görüntülerle; El Kaide gibi terör örgütleriyle bizi korkuttu. Ama toplum olarak bütün bunlarla baş ettik. Şimdi buna da sevinmemiz gerekiyor. Türkiye’de çok radikal bir İslam tutunamadı. Aksine radikal İslam’ın içinde olan insanlar bu gün müteşebbis işadamları olmaya başladılar. Bunların çocuklarının ne olacağına iyi dikkat edelim. Yani soğuk savaşın öncesinde ve hemen sonrasında oluşan ideolojilerde insanlar Erbakancı, PKK’cı, Türkeş’çi olmuş. Ya da El Kaide’li olmuş. Ama bütün bu insanların yumuşamalarına müsaade et. Sosyalleşmelerine izin ver. Bir kuşak bekle. Şimdiden sert biçimde karşısına geçersen onlarla anlaşamazsın. Bu anlaşamamazlığın cezasını Mısır çekiyor. Mısır, tepede Hüsnü Mübarek’in Hizb-ul Vatani partisiyle çok sert laik bir kavga veriyor. Aşağıda da bütün halk, onlarla hiç konuşmayan, küsmüş ve seçimlere bile sokulmayan Müslüman Kardeşler var. Oysa biz daha ileri bir noktadayız. Bizde seçimle gelen Müslümanlar iktidarda. Üstelik Cumhurbaşkanı. Bunları bir şans olarak görüyorum. Bizim hastalıklı olacağımız noktalar var. Benim hastalık noktam, bağımsızlığımız ve cumhuriyetimizdir. Ve cumhuriyetimizin temel değerleridir. Bu da örneğin kadınlarımızın özgürlüğünün olmasıdır. Bunun kavgasını veriyoruz yıllardır. Ama laik- şeriat kavgasını bizim bitirmemiz mümkün değildir. Yani bu kavga Batıda 17 yüzyıl boyunca sürdü. Bakın yüz yıl, üç yüz yıl demiyorum; İznik konsülünden Fransız ihtilaline kadar tam 17 yüzyıl! Şimdi insanlar inançlarıyla siyaseti karıştırıyorlar. Kaç yüzyıl karıştırmış? 17 yüzyıl karıştırmış. Bizde de bu kavga 2-3 yüzyıl daha sürecek. Peki sürerken ne yapmalıyız? Düşman olmadan bunu tartışabilmeliyiz. İç çatışma çıkarmadan. Örneğin Alevi cemaatinin hızla aileleştiği ortada. Kürtler binlerce yıldır bizimle aile oluyor. Artık ben Kürt’üm, sen Kürt’sün; hepimiz Kürt’üz. Bu nedenle zamanın genişliğine yayılabilecek bir sabrın varsa çok sağlam bir karakterin var demektir. Kültürün karakteri budur. Bu söyledikleriniz çok iyimser bir bakış açısıyla söylenmiş şeyler gibi. Bütün bunlar çok önemli kuşkusuz ancak sormak istediğim başka bir şey var; bütün bu gelişmelerin kendi iç dinamikleriyle ve doğal seyrinde olmayacağına dair işaretler de var. Örneğin sayın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Çankaya Köşkünün medya aracılığıyla halka açılmasına dair girişim. Yüz tane gazeteci Çankaya’da ağırlandı ve halka gösterilen sadece Özal’ın bayıldığı koşu bandı, Evren’in çalışma masası ve Gül’ün yatak odası... Önceden halktan gizlenen, kapalı kapılar ardında bir şeyler olduğu imajı oluşturuldu. Derin bir ideolojik zıtlaşma sezdi topluk bunda. Hemen ardından da Hayrünnisa Gül’ün Huber Köşkü’nü şöyle dekore, Pembe Köşkü böyle restore edeceğine dair detaylar. Tıpkı türbanına hangi modacının yön verip çağdaşlaştıracağına dair detaylar gibi... Bu anlamda medyanın iktidarda bulunan siyasi yapıyla kurduğu ilişki sizin söylediğiniz doğal seyrin dışında gelişmiyor mu? Kısacası iktidar olmanın gerektirdiği sinir savaşına hakim olmayı, bunu yönetmeyi bir yana bırakın bu beklenmedik gücü dejenere edecek bir görüntü vermiyor mu; dahası moda tabirle biraz televoleleşmiyor mu siyasi iktidar? -Bence bu süreç daha çok sürecek. Başörtüsünden, İslamcı tereddütlere kadar yüzlerce yıl sürecek. Mesela seninle yıllardır çok iyi arkadaşız. Ben senden çok eminim. Ama bu eminliğim yüzde doksan dokuz. Yüzde bir kuşku hep olacaktır. Eğer toplumlar birbirleri hakkındaki bu hata paylarını yüzde ikiye yüzde üçe kadar indirebilirlerse çok başarılı sayılabilirler. Ancak şimdi senin çok doğru bir işaretin var ve bu endişeleri yüzde otuz yüzde kırk ben de paylaşıyorum. Bu süreçte bize yardımcı olacak olan siyasi iktidardır. Cumhurbaşkanı ve başbakan Erdoğan bizi ikna etmek zorundadır. İkna edecek yollar da vardır. Mesela bizim toplum olarak anti-emperyalist hassasiyetlerimiz vardır. Niçin vardır? PKK’yi gidip silahlandırıyorlar. Bunu Genelkurmay başkanı da söylüyor. O halde siyasi iktidar ABD’ye karşı bir duruş sergileyecek. HEPİMİZ ZAMAN ZAMAN PSİKOPATLAŞIYORUZ! Nasıl bir duruş bu? -Eğer siyasi iktidar, önce Orgeneral Büyükanıt’ın ve şimdilerde İlker Başbuğ’un ağzından çıkan tehditvari konuşmalarla paralel bir bakış ve duruş sergilerse benim çok da sorunum yok demektir. Ancak geçtiğimiz otuz yıl çok hengameli ve arbede içinde gırtlak gırtlağa bir süreç yaşadık. Bunun içinde Madımak’ta var, televizyonlardaki laik-şeriat kavgaları da var. Bu hepimizi rahatsız ediyor. Aslında hepimiz zaman zaman psikopatlaşıyoruz. Zaman zaman kıllanıyoruz. Arada paranoyaklaşıyoruz ve her türlü soruyu soruyoruz. Her soruyu da soracağız, çok doğru. Benim bu konudaki teklifim şudur: biz her soruyu soralım, sormamız çok sağlıklıdır. Çünkü Suriye soramıyor, İran her soruyu soramıyor. Bir biz soruyoruz. Mesela bir Alevi yurttaş her soruyu sorabiliyor bu gün. “benim inançlarım diyanette neden temsil edilmiyor?” diyebiliyor. Ama bunu yaparken çok büyük bir iş yapıyor; bu soruyu sorarken kalkıp meclisi taşlamıyor, kimsenin gırtlağını sıkmıyor, adam da öldürmüyor. Bunu siyasi olgunlukla, fikirle dile getiriyor. Siyasi olgunluk her şeydir. Eğer sen muarızlarına yani %47’ye bu siyasi olgunlukla cevap verirsen onlar da sana anayasayı düzenlerken “senin kızının başı neden açık kardeşim?” diye sert davranamaz. Bir ortalama tutturabiliriz. Toplumlar bulmaca gibi değildir. Yani çözdük bitti diyemeyiz. Ancak ben şunu görüyorum; kemalistlerle AKP’lilerin anlaşamamalarına bir neden de medyadır. Reyting kaygısındaki bu televizyonlar, cebelleşmeyi çok seviyor. Aslında Türkiye’deki siyasi denklemin tam da bu yapının üzerine kurulduğunu söyleyebilir miyiz? -Yusuf en güzel noktayı sen dile getirdin. Medyanın ideolojisi, karşıtlıklar üzerinden bir dramatize yaratmak, Hacivat- Karagöz gibi kavga ettirmek. Sizin gruptaki en sertle bizim gruptaki en sert anlaşıyor. Şimdi sabahtan beri yaptığımız söyleşimizin özüne gelelim. Ben de diyorum ki, sizin gruptaki en iyiyle bizim gruptaki en iyi bir araya gelelim. Ben Alevi değilim ama İzzettin Doğan’ın konuşmalarını dinleyince kendimi Alevi gibi hissediyorum. İzzettin Doğan gibi konuşan bir Sünni olursa, Doğan’da kendini Sünni gibi hisseder. Bu muhteşem bir mayadır. Bu toprağa şu soruyu sor; bu tartışma 2 yüz yıl önce de oldu. 30 bin Yeniçeri öldürdü II. Mahmud. Dört yüzyıl önce de oldu; buralarda Aleviler kesildi. Bütün bunlar olduğu halde bu toprak neden bölünmedi? Demek ki o zamanlar da bizim şimdi yaptığımıza benzer konuşmaları yapanlar vardı. Hacı Bektaş gibi, Yunus gibi. Ya da onların müridleri gibi. Neden şu soruyu sormuyoruz. Ülkemize, coğrafyamıza; buğdayıyla, hamsisiyle, anneannemizle; aydınların, verili siyaset dilinin dışında başka alanlarla bakmıyoruz? Ben de konuyu tam buraya getirmek istiyordum. Mahalle kavramına. Sizin edebi metinlerinizde en iyi işlediğiniz sosyal alanlardan biri mahalle bana göre. Mahalledeki anneyi, anneanneyi, amcayı, dedeyi büyük bir incelikle işleyen ve aşık olunan komşu kızıyla ilk buluşmaya gidilirken ağabeyden ödünç alınan mor kazağın telaşlı fonunda yaşanan canlı bir mahalle kültürü... Ancak mahalle kavramı son bir haftadır Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” açıklamasıyla bir başka tartışmanın odağında. Söyle bir soru akla getiriyor bu tartışmalar; mahalle belki de vahşi kapitalizme karşı direnilen son kale. Mahalle kültürü, akrabalar, aile vs. Sanki bu tartışmalarla birlikte mahalle de sosyal hayatımızdan izole mi edilmek isteniyor? -Ben başka bir tarafına değinmek istiyorum bu tartışmanın. Belki sen de oraya getirmek istiyor olabilirsin konuyu. Ben Türkiye’de mahalle baskısının değil, çok büyük bir ideolojik baskının olduğunu düşünüyorum. Bu ideolojik baskının da milli görüş çevresinde, Erbakan ve onun partisinde olduğunu düşünmüyorum. AKP’de yavaş yavaş muhafazakarlaşmaya doğru gidiyor; onda da fazla olduğunu düşünmüyorum. FETHULLAH GÜLEN YAPILANMASI CİDDİ BASKI OLUŞTURUYOR Kimden geliyor peki bu ideolojik baskı ? -Eğer şimdi ciddi konuşacaksak ben de şunu söylemek isterim; Fethullah Gülen Hocanın teşkilatlanma şeklini, cemaatleşme biçimini ciddi bir endişe olarak görüyorum. Ve bunların yüz binlerce çocuğu okutma biçimi, onları yurtlara getirme biçimi, bu yurtlardaki kişisel programlar; yani saat 17’de eve girmek gibi... Yirmi beş yirmi altına kadar genç kızlar bir erkekle asla bir araya gelemez. Nişanlanamaz, mesajlaşamaz ya da televizyon izleyemez. Bu tür şeyleri çok tehlikeli buluyorum ve Fethullah Hocanın bu örgüt yapılanmasının ciddi bir baskı oluşturduğunu düşünüyorum. Bütün bu yoksul çocuklar nerede okusun? Geliyor oraya ve mecburen başını kapatıyor. Türkiye’nin mahalle baskısını değil, yurtlarda kalan yoksul çocukların üzerindeki bu ideolojik baskıyı tartışması gerekiyor. Bu matematiksel, planlanmış bir baskı bu; akşam şu saatte geleceksin, hiçbir erkekle konuşmayacaksın gibi... Bu pek görünmeyen ve oldukça sert bir baskı değil mi ? -Tabii. Şimdi buraya da iki türlü bakmamız lazım. Muhtemelen yarın akşam da televizyon programında bu konuyu konuşmayı düşünüyorum. Bir tanesi şu; biz başörtüsünü ahlak için takıyoruz. Tüm İslam toplumuna baktığımız zaman da kızlarımızın, erkeklerimizin 17-18 yaşında evlendiğini görüyoruz. Fakat şimdi bu yurtlarda yeni bir durum var. Kızlarımız 25-26 yaşına kadar erkekleri tanımıyorlar. Tamam flört olarak tanımayabilirler ama bizim kültürümüzde nişanlılık kavramı var. Nişanlı olabilirler. Bunlar nişanlılığa da karşı. Ya da bu kızların sinema, tiyatro seyretmesi; gözlerinin ve algılarının açık olmasına da izin verilmiyor, sadece Said-i Nursi’yi okusun diye. Bu insanların çok inançlı, temiz ve samimi insanlar olduklarını düşünüyorum; bunu mutlaka söylemeliyim. Ama böylelikle bu insanlar donuklaşıyorlar; hayatın lezzetlerinden uzaklaşıyorlar. Hem muhafazakar kalarak hem de bu dünyaya bakmak; yakın bir akrabasıyla oturup bir çay içmek gibi alanlardan bile uzaklaşıyorlar. Sözünü ettiğiniz cemaatin görünüşte böyle bir yapı olmadığına dair bir izlenim var toplumun genelinde. Bunun üzeri mi örtülüyor? -Ben bunun gittikçe sosyalleşmekte olan Türkiye’ye, Osmanlı gibi çok ciddi şehirler ve pazarlar kurmuş, sosyalleşmiş bir toplumun mirasına yakışmadığını düşünüyorum. İşte bu ideolojik bir örgütlenmedir. Bu örgütlenme konusunda benim de düşüncelerim var. Bu Osmanlı’dan da geride bir yapı değil mi size göre? -Tabii; daha da geri. Çünkü düşünün. Osmanlı’dasın... Kahire’de, Şam’da ya da İstanbul’dasın... Genç bir kız gidiyor pazarlardan alışveriş yapıyor ve yüzlerce erkekle görüşüyor. Her halde bir tanesine bir bakış fırlatıyordur. Sonra bunlardan bir tanesi gelip çok rahatlıkla isteyebiliyordur 17 yaşındaki kızı ve nişan yapıyorlardır. Sonra da bozabilirler nişanı. Ama şimdiki ideolojik örgütlenmede nişanlanma şansı yok, nişanı bozma şansı yok! Yani bir erkekle bir kız birlikte görüldüğü zaman dünyanın en büyük günahına girmiş gibi algılanıyor. Asıl mahalle baskısının değil, bu ideolojik baskının yeni bir İslami şekille geldiğini; kültürümüzde olmayan bir İslam’la geldiğini görmemiz gerek. Bu konuda ironik bir tartışma da var. ‘Türkiye eski siyasal İslamcılarını arıyor’ biçiminde bir özlem dillendiriliyor. Mehmet Akif Ersoy, Peyami Safa, Yahya Kemal... Bu ülkenin zenginliğini, kültürel değerlerini, edebiyatını, şiirini, derinliğini; hattını ebrusunu dile getiren İslamcılarını aramaya başladı bu toplum. Tartışmanın özü bu. Neler söyleyeceksiniz ? -Böyle bir konuşmanın en merkezi yerine getirdin konuyu. Eğer sizin ülkenizde herkes namaz kılıyorsa sen de bir vakit namaz kıl. Bu ortalama ve makul olmaktır. Herkes eşcinselse senin ülkende, sen de biraz onları anlayacaksın. Bakın ben sosyolojik bir olguyla geliyorum. Emevileri, Osmanlı’yı, büyük Selçuklu’yu, Roma’yı okuyarak; bunların pazarlarını ve sosyal hayatlarını okuyarak bir şeyler söylemek istiyorum. Biz bir arada yaşamak için birbirimize benzemek zorundayız. Biraz o bana benzeyecek, yani ‘çocuklar bir arada oturamaz, yan yana gelemez’ diyerek kapanmayacak. Biraz o taviz verecek, biraz da ben. - Evet aynen öyle. Biraz karışacağız. Ve ortalamayı yakalamak zorundayız. Ben AKP’nin geniş bir kesiminin ortalamayı yakalamaya müsait olduğunu, İslamcılıktan muhafazakarlığa doğru bir evrim içinde olduğunu düşünüyorum. Ancak AKP’ye oy veren bir örgüt çalışmasının yani Fethullah Gülen’in, iyi işler yapması, düzgün çocuklar yetiştirmesi bilmem ne olmasına rağmen sadece o rahibe okulları, manastırlar gibi yurtlarda başka türlü insanlar yetiştirdiğini düşünüyorum. Tek tipleştirilmiş insanlar mı yetişiyor yani? - Tabii ki. Kimse sokağı kadınlara, kızlara kapatamaz. Bu kimsenin hakkı değil. Ama İstanbul’da çocuğunu okutmak isteyen Urfalı bir anne baba, nurcuların denetimli yurtlarının yarattığı güvenlikli ortamdan dolayı mecburen çocuklarını buralara gönderiyor. Kız da başını kapatıyor. Aile kendisini böyle rahat hissediyor. Çocuğunun ahlaklı bir ortamda barındığını düşünüyor. Neyin bedeli olarak olup bitiyor bütün bunlar? -Evet bunu tartışalım işte. Yani namus, iffet, ahlak gibi kavramları felsefi olarak tartışalım. Saat 17’de yurtta olmak mı namus? Her şeye gözünü kapatmak mı iffet? Bence iffet şu demektir; her şeyi görüyor ama yine de kendi ahlakına sahip çıkıyor! Alevilerin bu konuda çok güzel bir hikayesi vardır. Aleviyle Sünni yan yana geldiği zaman Sünni der ki ‘ biz oruç tuttuğumuz zaman karımızla aynı yatağa girmeyiz. Çünkü aklımız çelinir, bir yanlışlık olur...’ bunun üzerine Alevi de der ki; ‘ biz oruçluyken karımızla beraber yatarız, buna rağmen tutarız!’ Yani kaçmadan, sokaktan, karmaşadan kaçmadan yaşayacağız. Şimdi burada iki ahlak görüşü var. Sokaktan kaçıp manastır hayatına koyarsak mı insanlarımız daha ahlaklı olur, yoksa sokağın tüm çeşitliliğini görüp kendi özgür iradesiyle karar verirse mi daha ahlaklı olur. ‘Dağ başında derviş olmak kolaydır’ derler... -Aynen senin söylediğin gibi. Bizim mahalle baskısına karşı söyleyeceğimiz de budur. ‘Dağ başında derviş olmak kolaydır’ Biz bu ideolojik baskının sorgulanmasını istiyoruz. Ben bu insanların çalışkanlığına, ülkeleri için bir şeyler yaptığına inanıyorum. Bütün bunlara itirazım yok. Ama antisosyalliğin Abbasilerde, Emevilerde, Kur-an’da ve bizim kültürümüzde hiç yerinin olmadığını söylemek istiyorum. Yanlış bir yol bu. Bunun sonucu Suudi Arabistan’da Selefilerde görülüyor. Üç tane kadın al, kadın seçime girmesin, oy hakkı olmasın, belediye başkanı olmasın... TÜRÜT’ÜN ŞARKISI, KARADENİZ VE AYDINLAR… Buradan sizin metinlerinizden yola çıkarak baş bir güncel tartışmayı sormak istiyorum. Yıllar önce yazdığınız bir ‘Çerkesarması’ destanı vardı. -Yok, şeyi diyorsun sen; bu içinde bir imgeydi sadece. Dur dur dur... Bu ünlü Şalvar Destanı. Bu çok uzun bir beyit. Fuat Saka şimdilerde bundan çok güzel bir beste yapıyor, Ekim’de çıkacak piyasaya. Bu çok iyi bir haber. Buradan ilgilenenlere de duyurmuş olalım. Şalvar Destanı çok derin çağrışımları olan bir metin. Örneğin şöyle cümleler var: “ Çıkardum ceketimu/ Serdim yeşil çimene/ Hırkasini de yastik/ Eyledum Fadime’me... Daha sonra fistanun/ Açuldu düğmeleri/ Birden vurdi dişari / Peygamber elmalari/ Asuldum guduğuna/ Ben kesile kesile/ Birakamam azrail/ Canimi alsa bile/ Daha sonra çikardum / Alacalı şalvari/ Pambuk geldi gözüme/ Ormanun kayalari...” Son birkaç gündür Karadeniz üzerinden başka bir konu; İsmail Türüt’ün söylediği ve içinde fatihalar, yasinler geçen şarkı tartışılıyor. Halkın galeyana geleceği falan konuşuluyor. Şimdi Şalvar Destanı gibi en uç cümlelerin yer aldığı metinleri üreten bu coğrafyanın bu tartışmalara sahne olmasına ne diyordunuz? -Şimdi bu İsmail Türüt’ün yaptığı çalışmanın bir insanlık suçu olduğunu ve özür dilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu affedilir bir şey değil. Buna biz yanaşamayız. Bunu savunanların da karşısında oluruz. Sadece şunu söylüyorum; ortalama ve makul aydınların devreye girip, halkın İsmail Türüt’ün şarkısına mı yoksa Yusuf’a ve Nihat’a mı daha çok özeniyorlar. Buraya bakmak lazım. Ben bizlere daha çok özendiklerini düşünüyorum. Ama sen ortamı boş bırakırsan marjinaller ortaya çıkar ve çok sert kabul edemeyeceğimiz hoşgörüsüz, tahammülsüz şeyler ortaya çıkar. Ben bu topraklarda değil bir insanın, bir böceğin öldürülmesini bile insanlık suçu olarak görürüm. Buna müdahale ederim. Ancak ısrarla bizi barbar göstermek isteyen, faşist göstermek isteyen bir plan var. Bu Avrupacı bir plandır. Avrupa soykırımcı bir gelenekten geliyor ve Hitler’i çıkarmıştır, Kızılderilileri öldürmüştür. Daha bir çok halkla bir derdi vardır beyaz adamın. Afrika’yı yok etmiştir, soykırım gibi bir derdi vardır. Şimdi bu insanlar bu hastalıklarını bize sipariş etmeye kalkıyorlar. Ve ikide bir Türkiye’de İsmail Türüt gibi örnekleri gördükleri zaman da ‘bakın sizde de Hitler gibi barbar, vahşi adamlar var’ gibi geneleme yapıyorlar. Bu genellemeleri yapma şansını bu insanlara vermeyelim. İkincisi bu iddialar üzerinden çok konuşup da bu ülkeye hiç de hak etmediği bir suçlama ve aşağılamada bulunuyorlar. Bu fırsatları vermeyelim. Son olarak edebiyat sormak istiyorum. İki yıldır televizyon konuşmalarıyla oldukça sık gündeme geldiniz ancak bildiğimiz Nihat Genç metinlerinden uzak kaldı okurlar. Yeni edebi metinlerinizi beklesin mi okurlarınız? - Eskiden çok yoğun şekilde yazıyordum ve bunun sonucu bende bir takım biyolojik rahatsızlıklar meydana geldi. İkincisi yirmi yıl gibi uzun bir süre daktilonun başında çalışmaktan dolayı bende yüksek tansiyon ortaya çıktı. Bu da beni epeyce yordu. Şimdilerde kendimi dinlenmeye aldım. İnşallah yazmaya bir iki yıl içinde yeniden başlayabilirim. Ancak televizyon aracılığıyla ulaşabildiğim geniş bir kitle var. Bu kitleye daha sloganvari, daha basit hikayeler anlatabiliyorum. Bu macerayı da sürdürmek istiyorum. Yakında televizyon konuşmalarından oluşan bir kitap çıkacak, bunu söyleyebilirim. Ben eskiden edebiyatı sadece hikaye yazmak olarak algılıyordum. Kalabalıkların derdiyle uğraşıyordum ama kendim de o kalabalığın içindeydim. Ama asıl senin yaptığın doğru bence; seyrek bir yerden kalabalığı izlemek ve yazmak. Bu daha dingin kılıyor insanı.
  3. Yaptıgın yırtılmış bir hayatı yapıştırmaya çalışmak, paranparça olmuş bir düzenin çırpınışlarını durdurmak kırılan aynalarmı yoksa unutugun kalbimi........ sessiz çıglıklar,kırık dökük parçalar anlatıyormu sana çölde bir kum tanesi olma var denizden bir damla yagmuyun bir damlası olmak var AMA İSTEDİGİM SENİNLE OLMAK...............................
  4. yeni bir elbiseye üstündeki çok bööö oldu
  5. Canım asçık sıkkın gelsin birlikte sahilde dolaşalım botlarımısı ıslatalım,kanyak içelim
  6. Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    Yayamas
  7. Az sonra ıspanak pişirecegim
  8. Sen bu formun anlayışlısısın
  9. Yazarlar ne dedi? ?Mahalle baskısı hafif hafif hissediliyor? Prof. Sabri Sayarı-Sabancı Üniversitesi Şerif Mardin mahalle baskısı kavramını açıklarken tarihsel bir perspektiften baktı. İttihat ve Terakki?yi referans gösterdi. Bu açıdan tarihi bir konu. Bilimsel olmayan bir gözlemle bu baskının hafif hafif hissedildiğini söyleyebilirim. AKP tabanından da güç alarak Türkiye?yi İslamileştirme çabasına girer mi? Çetin ceviz bir konu yine bu. Bu soruya kesin bir cevap verilemez. Baskılar gelebilir ama yine AKP?nin içinde de seküler ve merkezi kanattan olan, bu konuya duyarlı kadrolar var. Ülkenin İslamileşmesi 3-5 yıl içinde olamaz. Ama daha ileriki yıllarda olabilir mi? İhtimal dahilindedir. Türkiye?nin İran gibi olması çok zor. İran?ın yapısı ile Türkiye?ninki çok farklı. Ilımlı İslami bir ülke olarak anılan Malezya?ya baktığımızda ise okullarda türban hareketlerini gözlemliyoruz. Evet, Türkiye?de ılımlı İslam?ı simgeleyen birtakım gelişmeler gözlemleniyor. Cumhurbaşkanı Gül?ün eşinin türbanlı olması gibi. Ancak Türkiye ile Malezya arasında da toplum farkı var. Unutulmamalı ki, Türkiye?de güçlü seküler gruplar mevcut. Ayrıca ülke nüfusunun yüzde 20?sini oluşturan Alevileri de düşünürsek, Türkiye?de siyasi İslam?a yönelmenin o kadar da kolay olmayacağını söyleyebiliriz. ?Mahalle değil kamuoyu baskısı? Prof. Ömer Çaha-Fatih Üniversitesi Şerif Mardin hepimizin üstadı ancak mahalle baskısı kavramını modern toplumu anlamakta geçerli görmüyorum. Modern toplumda ulusal ve uluslararası baskı mekanizmaları vardır. Demokratik rejimlerde en büyük iç baskı kamuoyundan gelir. Yani mahalle baskısı yerine kamuoyu baskısı daha doğru bir kavram olacaktır. Kamuoyu örneğin başörtüsünü birinci sorun olarak görmüyordu, demokratikleşmeyi, geçim sıkıntısını, daha iyi şartlarda yaşamayı daha fazla ön plana çıkartıyordu. AKP bu resmi iyi gördü, değerlendirdi ve yapılanmaya gitti. SP bu resmi okuyamadığı için radikal kaldı. AKP?nin üzerinde mahallenin değil, kamuoyunun baskısı var. Türkiye?de medyanın AKP üzerindeki etkisi tabanından çok daha fazla. Zina yasasında bunu çok iyi anladık. Modern sivil toplum aktörlerinin ve özellikle medyanın baskısıyla AKP bu düzenlemeyi yapmaktan vazgeçti. Türkiye?de dinsel maslahat devlet maslahatının hep gerisinde kalmıştır. Türk toplumunda modernleşmeye yönelik beklenti ve talep var. Dindar kesim içinde bir araştırma yaptığınızda çok ezici bir çoğunluğun şeriat modeli istemediğini, mevcut sistemden memnun olduğunu görürsünüz. Muhafazakar kesimler bile kendini daha iyi ifade edebildiği Türkiye modelini tercih ediyor. Türkiye, kamu kurumlarında ve sivil yaşamda seküler değerleri içselleştirmiş, özümsemiştir. Dolayısıyla şeriat da ılımlı İslam modeli de imkansızdır. ?Merkez sol güçlenip AKP?yi yönlendirmeli? Prof. Fuat Keyman-Koç Üniversitesi Mahalle baskısının varlığına inanıyorum. Ancak Anadolu?daki araştırmaların gösterdiği gibi çoğulcu bir yapı söz konusu. Geleneksel değerlerin çok güçlü olduğu kentler de var, hızla demokratikleşenler de. Yani tek bir mahalle yok. Burada önemli olan mahalle baskısını düzenleyecek, demokratik normlar temelinde biçimlendirecek merkezin oluşması. Bu konuda Türkiye?de sorun var. Merkezin bir tarafı sol ve boşaltılmış durumda. Merkezin sağında ise AKP oturuyor. Şerif Mardin?in Malezya örneğinde belirttiği gibi Türkiye, dinsel değerlerini önemseyerek ancak laiklik ve demokratik değerlerini geliştirerek ilerleyebilir ya da dinsel değerlerin özgürlükleri kısıtladığı bir yapıya doğru gidebilir. Burada, Türkiye?nin nereye gideceğinde AKP?nin Türkiye?yi yönetmesi kadar merkez sol güçlerin ve muhalefetin söylemi de önemli. AKP?ye muhalefetin demokratikleşme ve özgürlükler temelinde yapılması gerekiyor. AKP?nin şeriat bağlamında toplumu İslamlaştıracağına inanmıyorum ancak günlük ve siyasal yaşamda dini değerlerin güçlenmesi söz konusu olabilir. Türkiye bence İran ya da Malezya olmaz. Ancak bu, insanımızı tembelliğe götürmemeli, merkez solun kendini güçlendirmesi ve AKP?yi bu yolda itelemesi gerekmektedir. Şerif Hoca?nın ?mahalle baskısı? saptaması önemlidir ancak ben bu saptamanın her şey için geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani sadece türbana ilişkin değil. Resmi bayramlarda bayrak asmamak da özellikle bireyselliğin gelişmediği ve cemaatleşme sürecinin yaşandığı, hemşerilik ilişkilerinin yoğun olduğu birimlerde mahalle baskısı yaratır. ?Ne İran, ne de Malezya oluruz? Prof. Eser Karakaş-Bahçeşehir Ünv. Yani Türkiye?de mahalle baskısı her alanda yaygın olan bir baskıdır ve bireyselleşme güçlendikçe bu baskının azaldığı bilinen bir gerçek. Türkiye her şeye rağmen çok kozmopolit bir ülkedir ve bu da ülke için bir şanstır. AKP iktidarının muhafazakâr baskıyı yükselteceğine inanmıyorum. Türkiye?nin bir İran ya da Malezya olma sürecine gireceği gibi bir endişe de taşımıyorum çünkü AKP?nin de böyle bir eğilim içine düşeceğini zannetmiyorum. AKP, dört yıldır iktidarda ve Türkiye dünyaya dört yıl öncesine göre daha yakın. Türkiye?de faşizm, askeri darbe, şeriat gibi kavramların pratiğe dönüşümü Türkiye?nin dünyadan uzaklaştıkça yakınlaşacağı sistemler ki aklımdan bile geçmiyor.
  10. Tufan TÜRENÇ ‘den : Önceki gün bir meslektaş başından geçen olayı anlattı. Kadıköy’den simit evinden simit alıp paketletmiş. Sonra otobüs durağına geçmiş. Beklerken dayanamayıp paketi açmış ve bir lokma simidi koparıp ağzına atmış. Lokmasını çiğnerken bir halk otobüsü gelmiş, bizim arkadaş da atlamış. Bilet almak için para uzatmış, sakallı biletçi ters ters bakmış: "Sen oruç yiyorsun... İn aşağı... Burası Müslüman otobüsü." Bizim arkadaş haklı olarak diklenmiş: "Sen beni nasıl indirirsin otobüsten. Sana ne benim oruç yiyip yemediğimden." Otobüstekilerin bazısı "Aşağı in" demiş. Bazısı da "Burası İran mı? Ne karışıyorsunuz" diye tepki göstermiş. Tartışma büyümüş. Şoför otobüsü kenara çekip arkadaştan aşağı inmesini, aksi takdirde otobüsü hareket ettirmeyeceğini söylemiş. Tartışma itiş kakışa dönmüş. Sonunda arkadaşı tutanlar baskın çıkmış, şoför çaresiz hareket etmiş. Hikáyenin sonunu arkadaştan dinleyelim: "Neyse Zeynep kamil ’e geldik, ben indim. Bir de elimi cebime attım ki itiş kakış sırasında bizim telefon gitmiş. Yapacak bir şey yok. Otobüsün arkasından baktım, Allah’ınızdan bulun dedim." Soner YALÇIN ‘ından : İran'a şeriat 'demokrasi' ve 'özgürlük' vaatleriyle geldi AKP'nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye'nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye'nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran'ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran'ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim. MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım. Şah'ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım. Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim. Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı. Şah'ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk. Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk. ÜZERİNDE DURMADIK Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran'ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran'da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk. Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu. Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük. Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk. Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik. Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk. Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı. "Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı. Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı! Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu. Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk. GEÇİŞ SANCILARI SANDIK Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu. Şiraz'da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran'da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu. Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu. Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!.. Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu. Kızların evlenme yaşı 18'den 13'e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu. Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı. Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı. Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu. Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık. REFERANDUM OYUNU Üç ay önce Humeyni, Paris'te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti. Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi. Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı. Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti'ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?" Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65'inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten? Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam'a evet mi, hayır mı diyorsunuz?" Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?" Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler. Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi. Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu. HALKI ANLAYAMADIK Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar. Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi'ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi'ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar. Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu. Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik. Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı. Örtünmek moda oldu! Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı. Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu. Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi. Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı. Kaçanlardan biri de bendim. Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır. (Not: Bu metin, Bahman Nirumand'ın "İran" kitabından derlenmiştir.) Türkiye'nin İran benzerliği çok şaşırtıcı ÖNCE bir tespit yapalım: Diyorlar ki, "Türkiye, İran'a benzemez!" Yanılıyorlar. Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım: 19. yüzyılda İngiltere'nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı. İki ülke de tarım ülkesiydi. 20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi. Her iki ülke 1920'lerde yeni liderleriyle yönetildi: İran'da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti. Türkiye'nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk'tü. Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar. Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı. İran 1940'ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti. İran'da 1951'de, Türkiye'de 1960'ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı. İran'da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti. CIA, İran'daki darbeci Musaddık'ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi'yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti. Türkiye, 1961'de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı. 1960'lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu. Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi. Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı. Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi. YEŞİL KUŞAK PROJESİ Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970'li yılların son dönemini bir hatırlayalım. Sovyetler Birliği, Afganistan'a girmişti. ABD'nin kontrolündeki Şah, İran'ı terk etmişti. Türkiye'de büyük bir sol dalga vardı. Soğuk Savaş döneminde siz ABD'nin yerinde olsanız ne yaparsınız? İran'da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler. Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler. ABD, Şah'tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran'da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı. Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı. ABD, Sovyetler Birliği'ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu. Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu. Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti'ne izin vermeyeceğim" diyordu. Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar'ı destekliyordu. Bahtiyar, ABD ve İngiltere'ye danıştı. Tabii ki destek alamadı. Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi. Sonunda Humeyni, Tahran'a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan'ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu. Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti. Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi. Askerler bu kez Beni Sadr'ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı! DESTEK ESNAFTAN İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963'te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye'ye sürgüne gönderilmişti. Durum aslında bizim Nakşibendiler'e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse... Türkiye'deki İslami hareketler ile İran'daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı? Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı: Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı. Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi. Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık. Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran'a benziyor mu? Efendim bu yazıları neden yayınladım. Dün NTV de Can Dündar ‘ın programını izlerken bu yazıları düşündüm ve mutlaka çok insanın okuması gerektiğine karar verdim. İyi etmişmiyim? Bilmiyorum siz karar verin......
  11. EMRE KONGAR "MAHALLE BASKISI" NEDİR? Sevgili okurlarım, Türkiye'deki Çok Partili Rejim'in, Dinci Oligarşi'ye doğru kayması uzun ve çok faktörlü bir süreç. Bu sürecin günümüzde gittikçe önem kazanan bir ögesi de Prof. Şerif Mardin'in "Mahalle baskısı" "Mahalle havası" "Mahalle İslamı" diye adlandırdığı bir "grup dinamiği" olgusu. * * * 15 Mayıs 2007 tarihinde Vatan gazetesinin kitap ekinde yayınlanan Ruşen Çakır'la yaptığı konuşmada şöyle diyor: "...Siyasal İslam, iktidara tam sahip olduğu zaman bayağı ağır şartlar yaratan bir rejimi de kurabilir..." "...İslam'ın iktidarı tam olarak ele geçirmesi durumunu, liberal bir ortamın devam ettirilmesi olarak göremiyorum..." "...Türkiye'de "mahalle baskısı" diye bir şey var. Jön Türkler'in en çok korktuğu şeylerden biri de oydu. "Mahalle baskısı" bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır. Bu havanın AKP'den bağımsız olarak Türkiye'de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır..." "...Buna örnek olarak daha çok İran'da ortaya çıkmış olan ve bugün Ahmedinecad'ın devam ettirdiği sistemi gösterebiliriz. O dinsel otokrasinin çevreyle, mahalleyle, ona destek veren insanların ortaya çıkardığı havayla da çok ilişkisi var. O havanın İran devriminde çok etkili olduğuna inanıyorum. Bu hava Türkiye'de de çıkabilir bir gün. 10-20 sene öncesine kıyasla daha az şansı var ama bugün o havayı pompalayan başka şeyler, tuhaf oluşumlar, kendiliğinden olan birtakım olaylar var. Bazı İslami alt-çevreler ortaya çıkıyor. Bunda günümüzün gelişmiş imkanları da etkili oluyor. Mahalle havası dediğimiz şeyin bu İslami alt-çevrelerle yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP'yi döver. Demek istiyorum ki eğer böyle bir hava gelişirse AKP ona biat etmek zorunda kalabilir..." Mardin, benim "Dinci Oligarşi" dediğim düzene "Dinsel Otokrasi" diyor ve mahalle baskısının, AKP'ye de boyun eğdirebileceğini, Türkiye'nin İran'a dönüşmesi olasılığının bulunduğunu söylüyor. * * * 10 Haziran 2007 tarihli Vatan'ın Pazar ekinde Ruşen Çakır'ın, Mardin'le yapılmış ikinci bir röportajı yayınlandı. " ...Ailemde, özellikle de Ebulala Mardin Bey'den 'ham sofu' diye geniş kullanımı olan bir tabir işitiyordum. Yaptığım iş bunu değiştirerek kullanmaktan ibaret. 'Mahalle baskısı' diyerek önemli bir sosyal olguyu anlamada ilk adımı atmış oluyorum. Sosyal bilimciler bu kavramı araştırırlarsa çok isabetli olur..." Ruşen Çakır'ın, "Mahalle baskısı dünyada da kullanılan bir kavram mı?" sorusu üzerine: "Hayır kullanılmıyor. Onun yerine 'fondamantalist' kavramı bunların hepsini örtüyor. 'Mahalle baskısı' kavramıyla ilgilenmemin nedeni Jön Türklerin bu konudaki korkularını merak etmemdir. İttihat ve Terakki Partisi döneminde bir grup aydın İslam'ın müesseseler üzerindeki etkilerini kaldırmak istiyordu. İkinci grup ise dindardılar dindar olmalarına ama kendi estetik duygularından farklı bir davranış tarzı olarak gördükleri 'mahalle İslamı'ndan ürküyorlardı." * * * Mardin'in "Mahalle baskısı" "Mahalle havası" "Mahalle İslamı" dediği olgu, bireyi biçimlendiren, onun tutum ve davranışlarını belirleyen, Sosyal Psikolojinin "Grup dinamiği" alanına giren ünlü "Grup baskısı" kavramının, tüm ilişkileri de kapsayarak topluma egemen olması, bireyleri ve toplumu belli bir yöne sevketmesidir. Durkheim'dan beri bilinen, irdelenen "Toplumsal bilinç" denilen kavram, işte bu toplumsal olgudur: Birey aile içinde büyür, eğitilir, kişilik kazanır. Arkadaş gruplarıyla gelişir. Formel eğitimle biçimlenir. Çalıştığı iş yerinden, meslektaşlarından, medyadan etkilenir. Komşularıyla, mahallesiyle birlikte yaşar. Mardin'in sözünü ettiği "Mahalle baskısı" "Mahalle İslamı" işte bütün bu grupların, üstelik de birbirleriyle etkileşim halinde güçlenerek yaptığı büyük baskının adıdır. Mardin, "Mahalle baskısı" "Mahalle İslamı" karşılığında Batı'da genel olarak "fondamantalist" (köktendinci) teriminin kullanıldığını ve kendisinin de bu deyimi "Ham sofu"dan esinlenerek geliştirdiğini belirtiyor; böylece bu baskının radikal siyasal İslamcı (şeriatçı) niteliğine de ayrıca vurgu yapıyor. Tabii AKP iktidarının, mahalle İslamı'nı destekleyici politikaları, hem baskıyı arttırıyor, hem de devletin, bireyleri bu baskıya karşı koruma olanaklarını (laiklik kavramının altını oyarak) yok ediyor; böylece durum temel hak ve özgürlükler açısından son derece vahim bir hal alıyor.
  12. bir aralar bu cok konusulmustu... mahalle baskısı!!! sizce mahalle baskısı nedir? mahalle baskısı cidden varmıdır? gercektende insanlar cevrelerinden baskı görürler mi bir sey yapıp yapmama konusunda ?
  13. ÇEKÜL Vakfı, yeni doğan bebeklerin dünyaya gelişini kutlamak için "7 Ağaç" armağan seçeneği sunuyor. Yakınlarınızın bu özel ve en anlamlı anını, "7 Ağaç" armağanıyla kalıcı kılarken, mutluluklarını paylaşarak çoğaltabilirsiniz. Doğa ve kültüre verdiği önemle 17 yıldır ülke çapında sayısız çalışma gerçekleştiren ÇEKÜL Vakfı, alışılagelmiş armağan seçeneklerinin dışına çıkarak, "7 Ağaç Ormanları" projesi ile yeni doğan bebeklere doğa dostu bir seçenek sunuyor. Bebek dünyaya getiren yakınlarınıza "7 Ağaç" armağan ederek, hem onları hem de doğayı sevindirebilirsiniz. Armağan edeceğiniz her bir "7 Ağaç", ÇEKÜL'ün "7 Ağaç Ormanları"nda bebekle birlikte büyüyecek. "7 Ağaç" armağan seçenekleri yalnızca bununla sınırlı değil: www.cekulvakfi.org.tr adresindeki armağan köşesinde yer alan, doğa ve kültürü sembolize eden birbirinden şık ücretsiz e-kart'lardan da istediğiniz herkese gönderebilirsiniz. Neden "7 Ağaç"? Her birimiz günlük yaşamımızda tükettiğimiz kâğıt, kalem, mobilya, yakacak gibi olmazsa olmaz ihtiyaçlarımız için yılda ortalama "7 Ağaç"ın kesilmesine neden oluyoruz. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, her yıl doğaya "7 Ağaç" borçlanıyoruz. Bu noktadan hareketle yola çıkan ÇEKÜL Vakfı, 1993 yılından bu yana Türkiye'nin en geniş sivil katılımlı ağaçlandırma girişimlerinden biri olan "7 Ağaç Ormanları" projesine binlerce doğa dostunun desteğiyle hayat vermeye devam ediyor. ÇEKÜL Vakfı'nca yürütülen, Çevre ve Orman Bakanlığı işbirliğiyle hayata geçirilen "7 Ağaç Ormanları" projesinin amacı; ülkemizin orman varlığını artırmak, yeni kent ormanları yaratmak, toprağı ve su havzalarını korumak, her bireyin, her yıl tükettiği kadar ağacı doğaya geri vermesini sağlamak. Projeye, her yaş ve her kesimden birey destek verebiliyor. Yalnızca yeni doğumlar değil; doğum günü, Anneler Günü, evlilik yıldönümü, Sevgililer Günü, terfi, atama gibi özel durumlarda da özel olduğunu düşündüğünüz kişilere "7 Ağaç" armağan ederek yeni koruların oluşmasına katkıda bulunabilirsiniz. "7 Ağaç Ormanları" projesine destek veren doğaseverler, her yıl kasım ve mart aylarında düzenlenen fidan dikim şenliklerinde bir araya geliyorlar. Ayrıca gelenekselleşen "7 Ağaç 7 Yaşında" etkinlikleri kapsamında da, 7 yaşına basan fidanların gelişimleri izlenerek katılımcılar bilgilendiriliyor. Adına "7 Ağaç" armağan edilenlere ÇEKÜL Vakfı tarafından özel olarak hazırlanmış sertifikalar gönderilerek kişiler durumdan haberdar ediliyorlar. Bu sertifikaya ek olarak dikim mevsimi sonunda, ağaçların cinsini ve nereye dikildiğini gösteren bir doğa kimliği gönderiliyor. Çevre ve Orman Bakanlığı'nın gözetiminde dikilen fidanların bakımı, Bakanlığın ilgili birimlerince gerçekleştiriliyor. "7 Ağaç" armağanı hakkında ayrıntılı bilgi için: Tel: (0212) 249 64 64 [email protected] www.cekulvakfi.org.tr
  14. Mübeccel Kıray ve mahalle baskısı Buyur ola Profesör Mübeccel Kıray'ın anlattıklarından oluşturduğum değişen mahallemiz testusuna bu hafta Ramazanda Şerif Mardin'in "mahalle baskısı"nı hissettiniz mi? Ama tüm medyada bu baskının mükerrer baskıları sürüyor. Türkiye'nin nasıl değiştiğini göre göre "mahalle baskısı"nın toplum yapısını açıklamaya yeterli bir kavram olduğu söylenebilir mi? Üniversite sayısı 120'yi geçmiş. Doğum oranı düşmüş. Üretim ve finans sektörleri karmaşık "network"ler durumuna gelmiş. Dünyaya uyum çabasının inanılmaz örgütleşme düzeylerine yaklaştırdığı ülkemizde "mahalle baskısı"nın kıymeti harbiyesi nedir? Bunu konuşmak için, kır ve kent sosyolojisini ondan okuma şansını 40 yıl önce yakalamış bir ebedi öğrenci olarak hocam Profesör Mübeccel Kıray'ı ziyarete gittim. Yaratmış olduğu dünyaca ünlü toplumsal değişim modelini burada kısaca yansıtmaya çalışacağım. "Değişme halindeki toplumlar bölük-pörçük, düzensiz toplumlar değildir. Bunların değişmemiş, değişmekte olan ve değişmiş bulunan yönleri gene bir tutarlılık, bir ilişkiler düzeni halinde kendini gösterir. Hem her an değişmeye hazır hem de denge halindedirler. Aşama aşama değişir; değişmiş yönlerle değişmemiş yönlerini birbiri ile eklemleştiren ve etkileştiren tampon mekanizmalar, yeni 'araformlar' oluşur. Siyasal İslamın da değişmesi, birtakım mekanizmalar oluşturması kaçınılmazdı. Bunun en somut örneği 'ılımlı' İslam kavramında görülür. Eğer İslam, toplumda yalnız kendi hayatiyetine bırakılmış olsaydı, çok eski bir yapının parçası olan radikal İslam hiçbir zaman söz konusu olmayacak, 'ılımlı' İslam bir terim olarak bile ortaya çıkmayacaktı. İleri sanayi toplumlarının küreselleşmenin bir parçası haline gelmiş yapısında, siyasi İslamın onlardan kopuk otoriter bir düzeni yaşatma olanağı yoktur. Bugün Soğuk Savaş'ın bitiminden sonra siyasal İslam hâlâ devam ediyorsa, bu biraz da bu dış güçlerin kendi aralarındaki hiyeraşinin oluşması geciktiğinden, dolayısıyla hangisi, 'hangi' İslamı istiyorsa açıkça söyleyememesinden..." Buyur ola sevgili hocam Mübeccel Kıray'ın anlattıklarından oluşturduğum değişen mahallemiz testusuna bu kez de... 1- Mübeccel Kıray'ın ortaya koyduğu tampon mekanizmalara örnek aşağıdakilerden hangisi? a. Çarpık kentleşme: Gecekondu b. Kültür boşluğu: Arabesk c. İç ve dış dinamikler: Siyasal İslam d. Hepsi 2- Şerif Mardin'e "Mahalle baskısı nedir?" diye sorduklarında, "Bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir .....dır. Bu .....nın AKP'den bağımsız olarak Türkiye'de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla AKP değil de, bu .....nın gelişmesine müsait şartlar oluşursa o zaman AKP de bu .....ya boyun eğmek zorunda kalacaktır" demiş. Boş bıraktığım sözcüğü kestirebilecek misiniz? a. Baskı b. Umacı c. Kafa d. Hava 3- Şerif Mardin'in tarikatları modern cemaatler olarak görmesine karşın Mübeccel Kıray'a göre tarikatlar kapalı tarım toplumunun çözülmemiş yaşam tarzıdır. Hangi çağa aittirler? a. Neolitik b. Neoliberal c. Taş Devri d. Ortaçağ 4- Tarikatların toplumu bir arada tutmaya yarayan harç olduğu görüşüne karşı toplumun tabanındaki esas tutkal nedir? a. Anadolu kaplanları b. Kooperatif ve birlikler c. Cumhuriyet yürüyüşlerinde ortaya çıkan "rafine" yeni yaşam tarzı isteyen grup d. Hepsi 5- Kıray'a göre Türkiye'deki bütün değişmeler nereye doğrudur? a. Zikzaklar halindedir b. Modern örgütleşme biçimlerine c. Evrenselliğe d. Açık topluma 6- Aşağıdaki tampon mekanizmalardan hangisi "mahalle baskısı" diye üretilmiş olgunun tersine göstergedir? a. Hemşeri dernekleri b. Kadın emeğini değerlendirme örgütleri c. Enformel sektörün mahallelerde konumlanan kaportacı gibi birimleri d. Hepsi 7- Şerif Mardin'in "Mahalle baskısından kadınlar korkmalıdır" görüşüne karşı Mübeccel Kıray aile ve kadın konusunda dinselliğin yönlendiriciliğinin önemli ölçüde devre dışı kaldığını ileri sürüyor. Araştırma sonuçlarına göre artık Türkiye'de bu dünyada rahat etmenin önemli olduğuna inananların oranı neymiş? a. Belli mi olur? b. Fifti fifti c. Yarıdan fazla d. Yüzde 90'dan fazla 8- Mübeccel hoca, siyasal İslamın, ülke içi dinamikler açısından durumunu nasıl tanımlıyor? a. Bir tampon kurum b. Türkiye'nin çağdaşlaşma sürecinde bir dönem c. Toplumu bütünleştirici ve dengede tutucu "ama geçici" bir işlevi yerine getiren bir mekanizma d. Hepsi 9- Kıray'a göre siyasal İslamın tampon mekanizma niteliği, 1970'li yılların ortalarında doruk noktasına erişen bir "dış dinamik" tarafından da desteklenmiştir. Nedir bu dış dinamik? a. Misyonerler b. Rabıta c. NATO d. ABD'nin bugün gelip dayandığı "Ilımlı İslam"dan önce, Sovyetler Birliği'ni "yeşil" bir kuşakla çevreleme taktiği
  15. Hrant Abi’ye Açık Mektup “Her yere yetişilir Hiçbir şeye geç kalınmaz ama Çocuğum beni bağışla Hrant Abi sen de bağışla Boynu bükük duruyorsam eğer İçimden öyle geldiği için değil Ama hiç değil”* Hrant Abi, Sana uzun zamandır yazamadım, kusura bakma. Sen gideli neredeyse bir yıl olmuş burada. Memleketin alnı açık, yüreği açık, farklı renklere, farklı seslere açık çehresi gideli bir koca yıl olmuş. Bilmiyorum duydun mu ama ***** bir kurşunla gittikten sonra sen, Anadolu toprakları gittikçe daha da çoraklaştı. Küresel ısınma diyorlar, bilirsin çevreciyim ben, bu daha da fazlası Hrant Abi, kokusu, tadı, hissi çoraklaşıyor memleketin gün geçtikçe, farkındayım. Senin gittiğin gün de Ankara bugün gibi ayazdı. Önce inanamadım, sonra hiçbir şey hissedemedim göz göre göre gittiğinde ama sonraları daha derine indi acı. Ardı ardına yüreğine saplanan bir hançer gibi memleketin, boy boy linçlerimiz oldu Hrant Abi. Dünü unutmadan, yarını kurmak için bugünden yaşamak isteyenlerin sesi en son sen giderken bu denli gür çıkmıştı. Sonraları, dedim ya, çoraklaştı sesler. Öyle çoğaldı ki içten pazarlıklı “ama...”lar ülkende, görsen, en önce sen şaşırırdın. O Malatya-Elazığ maçını, Ocak ayı sonunda Trabzon Avni Aker Stadyumu’nu iyi ki görmedin Hrant Abi, içimiz acıdı okuyunca “Hepimiz O.S.’yiz” pankartlarını. Polemikçi adamsın vesselam, bam telinden çalınca konçertoyu memleketin, titretirdin kimilerini be abi. Sen gittikten sonra da bitmedi şu polemikler. Solingen’de “Wir Sind Ausländer” (Hepimiz Yabancıyız) diye yürüyenlere alkış tutan bazıları “Hepimiz Ermeniyiz” demeyi sindiremedi ardından. “Ben Hrant değilim Sinan Aygün’üm” diyeni bile vardı. Şaşırmadın değil mi? Ben de şaşırmıyorum artık. Sonra dalga dalga büyüdü serpilen kanın tohumları. Edip Cansever’i seversin biliyorum, der ki: “İnsan yaşadığı yere benzer, o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer”. Sen ki toprağının alına, moruna, kahverengisine benzer adam, neler oldu bir bilsen gittikten sonra. Önce kan kusan suratlarında bir kesif gülümseme, lanetlediler gidişini yarım ağız. Sonra, çok da sonra değil hani, “Bir Ermeni öldürüldü hepiniz Ermeni oldunuz, bir papaz öldürüldü Hıristiyan oldunuz, binlerce Mehmetçik ölüyor hanginiz Mehmetçik oldunuz?” diye sorma gafletine bile düştüler o kan kokan ağızlarıyla. Şaşırmadın biliyorum Hrant Abi, kanı kanla yarıştırdılar ardından. Her gidenin ardında ağladığımızı bilmeden, belki de daha kötüsü bilerek. Uğur’u bilirsin, Uğur Kaymaz, 12 yaşına 13 kurşun sığdıran çocuk. Katilleri berat etti Hrant Abi, haberin vardır belki. Haa, unutmadan… Kızacaksın biliyorum, Kuzey Irak’a girdik davul zurnayla. 10 yıllardır dağdaki nefreti sokağa taşıdık yalınayak, Bursa’da Ahmet Kaya tişörtü giydikleri için dövülen çocuklarla basılan kahvehane de cabası be abi. Şimdi orada “Hepimiz Türk’üz” posteri asılı. Sana nazire yapıyorlar, bozma sinirini oralarda. Bu ülkede artık “Oğlum doğum gününde öldü, vatan sağ olmasın” diyen babalar da var. Hiç değilse kardeşi kardeşe düşürmek böyle kolay olmasa gerek bundan sonra be abi, ne dersin? Devam edelim Cansever’den “Gülemiyorsun ya, gülmek, Bir halk gülüyorsa gülmektir Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Hrant Abi.” Hem de öyle çok benziyoruz ki. Bıçak kemiğe dayanınca ancak, yan yana farklı seslerle duramadan, farklı gözlere bakamadan öyle çabuk esip parlıyoruz ki. Üzme kendini abi, sesim durgunsa da umutsuz değilim. Unutmadan, sen gittikten sonra bir seçim yaptık burada. “Halkın iradesi tecelli etti” derler ya işte öyle bir şey be abi. Şimdi milliyetçiliğini omzuna apolet yapmışlarla, akan kana terör diyemeyenlerin ortasında bocalıyoruz işte. Seçimimiz bu oldu senden sonra. Akıllanamadık be abi, akıllanmıyoruz bir türlü. Şimdi nereden çıktı bu mektup diyeceksin, deme abi. Geçen, her zamanki gibi Dost Kitabevi’ne gittim. Köşede bir kitap, ışıl ışıl, o kan kusan komplo teorisi kitapları arasında, diyor ki: “Ali topu Agop’a at...” Görsen, senin de benim gibi, gözlerin yaşarırdı Hrant Abi. Ne demiştik Cansever’den: “Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile, Gelse de, Öyle sürekli değil”. Artık üzülmek bile gelmiyor içimden, ses çıkaramadıkça, çıkan sesleri susturdukça gelmiyor işte. Arat, Belçika’ya gitti ardından, kusura bakma ailene de iyi bakamadık abi. Nar taneleri gibiyiz şimdi soğuk havada Hrant Abi, sizde “Hadig” derlermiş yeni öğrendim. Gençler var ya bu gençler, onlar değiştirecek dünyayı. “Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi, O çocuklar büyüyecek...” dedi ya şair, doğruluk payı var. Şimdi ardından bir grup genç Hadig adlı bir oluşum kurdu, senin güvercin tedirginliğinde yazılarından bir sergi yaptılar abi. Hiç değilse buna gülümsenir. Ve o çocuklar daha büyüyecek, renkli tebeşirle yazacaklar sokaklara “Oradaydık ve şimdi buradayız” diye, göreceksin Hrant Abi. Yerim dar Hrant abi, bitirmem gerek. Yine de sanma ki burada kalacak hikayat, Ocak’ın 19’unda yüzükoyun serildiğin taşa geleceğiz. Binlerce yürek içinde yüz binler, milyonlar olarak. İşte o zaman duracağız ve bakacağız “biz sahiden kaç kişiymişiz?” diye. Taneyle değil yürekle, aynılıkla değil farklılıkla sayacağız bu sefer. Ve sesimizi daha da gür çıkaracağız bundan sonra, farklılıklarıyla zengin bir Türkiye için. “Hrant Abi, güzelim, bir mendil niye kanar Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar Mendilimde kan sesleri.” * Edip Cansever – Mendilimde Kan Sesleri şiirinden uyarlama Ethemcan Turhan Çevre Müh.
  16. İlaçsız yaşamı ösledimmmmmm....................
  17. Sezen Aksu...................Geri dön.....................
  18. Kendinize en yakın hisetiginiz yerde.................... Az sonra bilmiyorum ki ne olucak süt içicem ve kitabımı alıp yatag ıma gidecegim
  19. Sen bu formun çabuk karamsarlıga kapılanı ama belli etmek istemeyenisin.....
  20. Tutmadı.....(sıcak şarap yapmaya kalkarsan böyle olar nanae limon kaynat geçey.......) Uykun kaçtı ve gece seni rahatsıs ediyooo.....
  21. Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    Tiyatro.....
  22. Avatarnı degişmeye(bizede ne oluyosa yanii dimi:)
  23. Ne bildiginin derecesi..................
  24. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Forum Oyunları
    Neden çok konuşanlar hep boş oluyooo
  25. Hıhhhhh YAYAMAS neden senin kapını çalıcak ki hıhhh...... efet yineliyorum bana avatay bulabilcek kapyı çalsın allam yaaa

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.