Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey
-
mutlu yıllar cimcimee...
Nice nice saglık,sevgi,saygı,başarı,huzuy ve mutluluk dolu yıllar seninle olsun ...........komacan öptüm
-
Pablo Neruda: Büyük Dünya Ozanı....
Neruda'nın Türkçeye Çevrilen Kitapları...... 100 Aşk Sonesi; Pablo Neruda, Gendaş; Şiir; İstanbul Ocak 1998 20 Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı/Şiir Anıtları 3; Pablo Neruda; Şiir, Tercüme: Sait Maden, Çekirdek Yayınlar; İstanbul, Kasım 1996 Aşk Soneleri / Ateşten Kılıç; Pablo Neruda; Tercüme: Metin Cengiz Papirüs Yayınevi; Şiir; İstanbul Temmuz 1995 Gölge Bile Yalnız; Pablo Neruda; Tercüme: Erdal Alova İyi Şeyler Yayıncılık; Edebiyat, Şiir; 1.Hamur; İstanbul Mart 1994 Kaptanın Dizeleri ve Yürekteki İspanya; Pablo Neruda; Tercüme: Erdoğan Alkan Kaynak Yayınları; Edebiyat, Şiir; İstanbul Aralık 2000 Yürekte İspanya; Pablo Neruda, Çev: E.Gökçe; şiir, evresel yay. 2003 Kara Ada Şiirleri / Şiir Anıtları 7; Pablo Neruda; Tercüme: Sait Maden Çekirdek Yayınlar; Şiir ; İstanbul Haziran 1998 Kuruntular Kitabı; Pablo Neruda; Tercüme: Erdal Alova İmge Kitabevi Yayınları; Şiir; İstanbul Aralık 1999 Kuşlar Sanatı; Pablo Neruda; Tercüme: Erdal Alova Milliyet Yayınları; Şiir; İstanbul Eylül 1998 Kültürlerarası Şiir; Johann Wolfgang von Goethe, Octavio Paz, Pablo Neruda, Salah Abdussabur; Sunuş: İbrahim Serhat Canbolat; Türkçeleştiren: İbrahim Serhat Canbolat Alfa Bas.Yay.Dağ.; Şiir; İstanbul, 1997 Makasçı Uyansın; Pablo Neruda; Tercüme: Nice Damar Evrensel Basım Yayın; Edebiyat, Şiir; İstanbul Mayıs 1996 Saf Şiir Yoktur; Bertolt Brecht, Louis Aragon, Pablo Neruda, Paul Eluard, Vladimir Mayakovski Broy Yayınları; Edebiyat, Şiir (Yerli), Edebiyat Bilimi; İstanbul, Ocak 1994, 1. Baskı: Mart 1984, 3. Baskı Sorular Kitabı; Pablo Neruda; Tercüme: Acem Özler, Jörg Spötter, Şahap Eraslan Broy Yayınları; Edebiyat, Şiir; İstanbul 1992 Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak / -Yazı ve Konuşmalar-; Pablo Neruda; Tercüme: Nesrin Arman; Broy Yayınları; Şiir (Yerli), Genel, Anı-Günce-Mektup, İstanbul Mayıs 1997 Şiirler; Pablo Neruda; Tercüme: Hilmi Yavuz Cem Yayınevi; Şiir (Yerli), Edebiyat; İstanbul 1997 Yaşadığımı İtiraf Ediyorum; Pablo Neruda, Anı, günce, mektup; Çev; Ahmet Arpat, Alan yay. 1990 Yüreğim Rüzgarla Özgür; Pablo Neruda Adam Yayınları; Şiir; Yüz Aşk Şiiri; Pablo Neruda; Tercüme: Erdoğan Alkan Kaynak Yayınları; Şiir; İstanbul, 1998 1. Baskı Neruda üzerine kitaplar Pablo Neruda; Volodia Toitelboim; Çev:A. Karaçoban, inceleme; Kavram yay; ekim 1999
-
Pablo Neruda: Büyük Dünya Ozanı....
Sadeliğin öğretisi: Alçak gönüllü fakat başeğmez! "Biz bugünün şairleri, seçmek zorundayız. Seçeceğimiz şey gül tarhlarında değil. Korkunç ve haksız savaşların, paranın gittikçe artan baskısını, ilerleyişini ve bütün haksızlıkları avucumun içinde gittikçe daha apaçık görüyorum. Koşullu ‘özgürlük’, seks konuları, zorbalık, aylık taksitlerde kolayca ödenebilecek sevinçler, eskimiş sistemin çekici tuzaklarıdır. Günümüzün şairleri bu çıkmazdan kurtulmak için bir yol aradı. Kimi şairlerimiz mistisizme, ya da sağduyu rüyasına sığındılar. Başkaları gençliğin o kendiliğinden ve yıkıcı gücüyle büyülendiler, onlarla yaşayan insanlar oldular. Günümüzün savaşçı dünyasında böyle bir denemenin hep önleyici ve korkunç acılara götüreceğini bilmeden. Ben partimde, başbuğluktan, maddi çıkarlardan çok uzaklarda kalabilmiş bir grup sıradan insan buldum. Ortaklaşa saygı duygusunun, yani, haktanırlık uğruna savaşan namuslu insanlar tanımış olmaktan pek mutluyum. Şili halkıyla, benim halkım için büyük zaferler kazanmış olan partimle bir çekişmem, bir sorunum olmadı hiçbir zaman. Daha ne söyleyebilirim? O arkadaşlarım kadar sıradan, onlar kadar dirençli ve alt edilmez olayım isterim sadece. Alçakgönüllü olmayı öğrenmenin sınırı yoktur. İnsan acılarını paylaşmamak için kuşkuculuğun arkasına gizlenmiş olan gurur duygusu bana bir şey öğretmiş değildir." (age.s. 298) Gericilerle, gericilikle savaşmaya hazırız! "Önce cehaleti silip yok etmeliyiz! Okuyamayan bir halk için yazmayı sürdürmek istemiyoruz. Durağan ve adileştirilmiş bir geçmişin rezilliğini ve utancını hissetmek istemiyoruz. Daha çok okul, daha çok eğitici, daha çok gazete, daha çok kitap, daha çok dergi, daha çok kültür istiyoruz. Uşaklar ve ukalalarla kuşatılmış bu efendiler rejimi ve yoksulluk devam edemez. Bunalımlar tepemizde; bu yaşam tarzının modası geçmiştir artık dünyada. Eskiyi korumak isteyen partiler olduğunu biliyoruz; onlara alaylı biçimde, muhafazakarlar, ya da aldatıcı biçimde liberaller deniyor. Ama biz geçmişle savaşmaya hazırız temsil etmeyi sürdürdüğümüz aydınlık geçmiş değil, hayır, biz geçmişin en güzel bölümünü koruyacağız, ama geçmişin yozlaştırıcı kalıntılarını yok edeceğiz, ve bunlar da, cehalet, geriye dönüş ve ilgisizliktir. Biz inanıyoruz, biz diye konuştuğum zaman bu, bir umudu destekleyen tüm güçler anlamına geliyor- Şili halkının yaratıcı gücüne büyük bir heyecanla inanıyoruz. Halkın zekasına, yeteneğine, doğruluğuna, cesaretine inanıyoruz. Şili halkı, hız vermemiz gereken bir çiçeklenme ve verimliliğin sınırsız alanını temsil ediyor. (Salvador Allende'nin başkanlık kampanyası için yazdığı yazılardan. Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak, s.126-127) Eserlerimiz yarım kalmayacak! Dökülen kan boşa gitmeyecek! "Anılarım için bu satırları çabuk çabuk yazıyorum. Büyük yol arkadaşım başkan Allende'nin ölümüyle sonuçlanan o çileden çıkarıcı olaylardan üç gün sonra öldürülmesinin nedenini gizlediler. Ölüsünü gizlice gömdüler. O ölümsüz ölünün mezarına kadar yalnızca dul eşine izin verdiler birlikte gitsinler diye. Saldırganların yazdığına göre ölü olarak bulunduğunda, kendi canına kıydığının apaçık belirtileri varmış! Fakat yabancı ülkelerde yazılanlar bambaşkaydı. Hava bombardımanından hemen sonra tanklar saldırıya geçmişti. Tek bir adama karşı savaşabilmek için korkularından pek çok tank kullandılar. Şili Cumhurbaşkanı Allende, onları çalışma odasında bekliyordu. Yüce yüreğinden başka kimse yoktu o anda. Dumanlar ve alevler her yanı sarmıştı. Saldırganlar böylesi bir olanaktan yararlanmalıydı. Saldırganların onu makineli tüfekle biçmesi gerekti. Zira o görevini bırakmamıştı!" (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum, s.323) (Not: Ara başlıklar tarafımızdan konulmuştur...) -------------------------------------------------------------------------------- Şiir ve sanat üzerine konuşma ve yazılardan... En iyi şair günlük ekmeğimizi veren adamdır “Şair ‘Küçük Tanrı’ değildir. Hayır, "küçük tanrı" değildir. Farklı görev ve işler yapan insanlardan daha bir gizemli iş için seçilmemiştir. Sıkça söylediğim gibi, en iyi şair günlük ekmeğimizi veren adamdır: Tanrı olduğunu düşünmeyen mahalle fırıncısı. Görkemli ama alçak gönüllü görevini, hamuru yoğurma, fırına sürme, kızartma ve bize ulaştırma işini gerçek bir toplumsal bilinçle yerine getirir. Şair böyle basit bir bilinçle hareket edebilseydi, o basit bilinç ona görkemli bir sanat eserinin parçası olma fırsatını verecekti. Bu eser, bir toplumu kurmak, insanın koşullarını dönüştürmek, onun isteklerini -ekmek, gerçek, şarap, düşler- sağlamak olan basit ya da karmaşık yapıdır. Eğer şair sonsuz mücadelenin parçası olursa, eğer herbirimiz tüm insanların her gün paylaştığı çalışmaya kendi katkısını armağan eder ve şefkatini diğerleri için sunarsa, o zaman şair tüm insanlığın terinin, ekmeğinin, şarabının, düşünün bir parçası olacaktır. Alçakgönüllü partili bir ozanım Şairin görevlerini mantıki sonuçlarına ulaştırarak doğru ya da yanlış, bu karara vardım: Toplumda ve hayatta yükümlülüğüm alçak gönüllü bir partilininki olmalıdır. Bu kararı parlak başarısızlıklara, kimsesiz zaferlere, sersemletici yenilgilere tanık olduğum halde verdim. Kendimi Amerika'nın mücadeleleri içinde bir aktör bularak, anladım ki, insan olarak görevim; yeteneklerimi, birleşen halkların kabaran gücüne katmaktan, onlara maddi ve manevi olarak, tutku ve umutla katılmaktan başka bir şey değildir. Çünkü yalnızca o kabaran selden, yazarlar ve halklar için gerekli ilerlemeler doğabilir. Durumum sert ya da nazik itirazlara yol açtıysa, ya da açsa da, gerçek şu ki, geniş ve acımasız topraklarımızda eğer karanlığın çiçek açmasını istiyorsak, henüz okumayı öğrenmemiş hatta okumayı hiç öğrenmemiş, henüz yazamayan- ya da bize yazamayan, milyonlarca insanın bir onur ortamında yaşamasını istiyorsak ki bu olmadan, tam bir adam olmak mümkün değildir- bundan başka bir yolu kabul edemem. Halkların sefaletini miras aldık Yüzyıllardır bedbahtlıkla damgalanan halkların sefaletini miras aldık en cennetlik, en temiz halkların; taştan ve metalden harikulade kuleleri, göz kamaştıran, parlak hazineleri yaratan hakların; bugüne süregelen korkunç sömürgecilik çağında hayatları ansızın yıkılıp susturulan hakların Bize yol gösteren yıldızlarımız: Mücadele ve umut! Bize yol gösteren yıldızlarımız, mücadele ve umuttur. Ama tek başına mücadele ve umut diye bir şey yoktur. Her insanda, tüm geçmiş çağlarla, zamanımızın adaleti, yanlışlıkları, tutkuları, ivedilikleri, tarihin hızlı akışı birleşmiştir. Tüm insanlara ışık, adalet ve onur saçacak mükemmel şehri kazanacağız! Şiir boşuna yazılmış olmayacak! "Karanlık bir yerden, diğerlerinden sert bir ülkeden geliyorum. Şairerin en terkedilmişiydim ve şiirim yöreseldi, acılıydı ve yağmurlar içine işlemişti. Ama insana daima inadım. Umudu asla yitirmedim. Belki bunun için şiirim ve bayrağımla buradayım. Son olarak, iyi niyetli tüm insanlara, işçilere, şairlere, insanın geleceğinin Rimbaud'un deyişinde ifade bulduğunu söyleyeceğim: Yalnızca ateşli bir sabırla, tüm insanlara ışık, adalet ve onur saçacak mükemmel şehri kazanacağız. Böylece şiir boşuna yazılmış olmayacak! (1971'de Nobel Edebiyat Ödülü aldığında yaptığı konuşmadan bazı pasajlar. Ara başlıklar tarafımızdan konulmuştur. Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak, Çev: Nesrin Arman, de yay. s129-138) Halkın Şairleri* Güney Amerika hep bir çömlekçi diyarı olmuştur. Çamur testilerinden bir kıta. Bu şarkı söyleyen testiler hep halktan geldi. O yaptı onları, taşla ve elleriyle. O yaptı onları, gümüşle ve elleriyle. İnsanların ellerini şiirimde göstermeyi hep istedim. Hep parmak izlerinin yer aldığı bir şiiri yeğledim. Suyun şarkılar söyleyebildiği yerdeki güçlü toprağın şiiri. Herkesin yiyebileceği ekmeğin şiiri. Yalnızca halkın şiiri ellerin anısını koruyabilir. Şairler kendilerini laboratuvarlarına kapatırlarken, halk, çamuruyla toprağıyla, akarsuyuyla, maden cevheriyle, şarkılarını söylemeyi sürdürdü. Olağanüstü çiçekler, gözalıcı destanlar üretti, serüven öyküleri ve felaket masalları anlattı. Kahramanlarını kutladı, haklarını savundu, azizlerini taçlandırdı, ölülerine ağladı. Ve tüm bunları yalnızca elleriyle yaptı. Bu eller, hantaldı ama akıllıydı. Onlar körelmişti ama taşı kırdı. Onlar küçüktü ama denizden balık topladı. Onlar kararmıştı ama ışığı aradı. Bir şair doğal olarak yaratılan her şeyin sihrine sahiptir. Doğaya, yağmura, güneşe, kara ve rüzgara açık her şeyin izini taşır bu halkın şiiri. Elden ele geçirilmelidir şiir. Göklerde bayrak gibi dalgalanmalıdır şiir. Ağır darbeler yemiş, kusursuz yüzlerdeki Grek simetrisine sahip olamayan şiir. Onun mutlu, acılı yüzünde yara izleri vardır. Ben, bu halk şairlerine defneden bir çelenk sunmuyorum. Tüm şiiri canlandırması gereken ışığı ve gücü buna armağan edenler onlardır. Onların içinden geçerek dokunuyorum şiirin soyluluğuna, deriden, yeşil yapraklardan, sevinçten oluşmuş yüzeyine. Onlardır, halkın şairleridir, gösterişsiz şairler, bana ışığı gösteren. *6 Mart 1966'da Santiago'da yayınlanan La lira popular (halkın Şiiri) için önsöz (age s 87-88) Şiir isyandır!* Belki de şairin yükümlülükleri tarihin her döneminde aynıdır. Şiir sokaklara taşmak, çarpışma üstüne çarpışmada yerini almak için saygı gördü. İsyancı diye anıldığında, şairin gözü korkutulamadı. Evet, şiir isyandır. Şair yıkıcı diye çağrılsa bile alınmaz. Yaşam toplumsal yapılardan (yasalardan) daha önemlidir, ve ruh için yeni düzenlemeler vardır. Tohumlar her yana saçılır, tüm fikirler egzotiktir, her gün önemli değişiklikler bekleriz, insana özgü düzendeki bir değişimin heyecanını yaşıyoruz: bahar isyankardır. Biz şairler nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız. 1868'de Concepcion Üniversitesinde yaptığı konuşmadan (age. s. 99) Şiir insanlığın acılarına uzanan gizli bir köprüdür! "Şiir ölenin yanı başındaydı, ağrılarını keserek; zaferlerin öncüsüydü, yalnızlığa arkadaşlık etti, ateş gibi yandı, kar gibi serin ve aydınlıktı; elleri, parmakları ve yumrukları vardı; bahar gibi tomurcukları vardı; Granada kentine benzeyen gözleri vardı, hedefe atılan mermilerden daha hızlıydı; kalelerden daha sağlamdı. Köklerini insanoğlunun yüreğine daldırdı. Yeni yüzyılın başlangıcında şairlerin, şiiri duyuracak bir devrime öncülük etmeleri olası görünmüyor. Şiir yalnızca insanın ilerlemesinin ve insan soyunun gelişiminin, kitaplara ve kültürlere erişebilirliğin sonucu olarak yaygınlaşacaktır. Şiir insanın acılarına uzanan bir köprüdür. Şaire kulak verilmelidir. Bu tarihten alınan bir derstir. (1968-70 Age, s.111) Şiir şarkı ve berekettir! Şiir tarlaları sulayacak ve açlara ekmek verecektir. O, olgun başaklar boyunca dolanacaktır. Seyyahlar susuzluklarını onda gidereceklerdir. Ve o insanlar ne zaman çalışsalar ve ne zaman dinlenseler şarkısını söyleyecektir. Onları birleştirecek, halklar arasında akacaktır. O, yaşamın üremesini köklere taşıyarak vadiler açacaktır. Şiir, şarkı ve berekettir. (?) Verilen mücadeleye, söylenen şarkılara değer, yaşamış olmaya değer, çünkü onu sevdim.' Şiir her zaman için barışın bir parçası olmuştur. Şair, barıştan doğar. Tıpkı ekmeğin undan doğduğu gibi. Kundakçılar, savaşçılar ve kurtlar, onu yakmak, öldürmek ve parçalamak için şairi arar. Hüzünlü bir parkın ağaçları arasında bir bıçak ustası Puşkin'i yaralayarak ölümüne sebep olmuştu. Çılgın atlılar Petöfi'nin cesedini çiğneyerek geçmişti. İspanya'da faşistler, ülkedeki savaşlarına en ünlü şairlerini öldürerek başlamışlardı. Rafael Alberti, her şeye rağmen yaşamakta olan bir şairdir. Onun için binlerce ölüm planlanmıştı. Fakat kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar. (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum, Çev: A.Arpad, Alan yay., s129)
-
Pablo Neruda: Büyük Dünya Ozanı....
Sosyalizmin büyük şairi Pablo Neruda’nın 100. doğum yılı anısına... Gerçek şiir hem isyandır, hem isyankar! Gerçek ozansa militan bir sanatçı! Toplumsal duyarlılığın yetkin bir ifadesi olarak şiir! Aragon bir yerde "gerçek ozan doğuştan partilidir" der ve ozanların örgütlü toplumsal kimliğine vurgu yapar. Çağlar boyunca farklı biçimlerde ortaya çıkan muhalif devrimci kimliğin en önde gelen temsilcilerinin ozanlar olması, uç sayılabilecek bu tespite bir haklılık temeli kazandırıyor hiç kuşkusuz. Ama bu tanımlama yine de eksiktir. Tamamlanması için, şairin bu muhalif kimliğe kattıklarının yanısıra, şiirin kendine özgü dinamizminden de bahsetmek gerekir. Nedir şiirin dinamizmi? Şair, neden diğer sanatçılara göre halkın temsilciliğine daha yatkındır? Bir halkın türkülerini yapan ozanları, yasaları yapanlardan daha güçlü kılan şey nedir? Yeniliğe olan açıklılığı, baskılara karşı gösterdiği direniş ve bizzat ortaya çıktığı andan itibaren taşıdığı ve halen de taşımakta olduğu kolektif kimlikle şiir, devrimci bir dinamizmi bağrında taşımasıyla diğer edebi sanatlardan ve hatta sanatların tümünden farklı bir yerde durmaktadır. Kestirmeden söylersek; şiir hem isyandır, hem de isyankardır. Şiir devrimcidir, çünkü toplumsal duyarlığın sesidir o. Ozanın muhalif kimliğinin doğuştan gelmesinin temel nedenlerinden biri de budur. Roman nasıl burjuva çağın ve burjuva bireyin bir ürünüyse, şiir de başından itibaren kolektif bilincin, kolektif üretimin ve kolektif paylaşımın bir ürünü olageldi. Ola ki kör yalnızlıkları, aşk acılarını da dile getiriyor olsun! Şiir, şarkı ve dansla beraber, üretimle yanyana ve iç içe oldu, toplumsal sorunlardan, toplumsal dertlerden ve insanlığın gelecek kaygılardan hiç kopmadı. Kavganın nabzını en başta şair tuttu, çünkü o nabız en hissedilir biçimde şiirde atıyordu. Çünkü şiir hep kavganın içinde oldu, çoğunlukla kavganın bayraktarlığını yaptı. Şiir hep kavgalı oldu; bütün egemen despotik düzenlerle, gericiliğin bütün biçimleriyle. Şiir hep yeniliğin, ilerleyen ve gelişen hayatın yanında saf tuttu. Yüzü hep ileriye dönük oldu şiirin, ama geçmişten de hiç kopmadı. Ayak bağlarını temizleyerek yürüyüşünü sürdürürken, en değerli mirasın sadık bir taşıyıcısı ve savunucusu olageldi. Şiir kimliğini ve itibarını ezilenlerin safında buldu Hiçbir mekanın ve hiçbir çağın ve hiçbir despotun tutsağı olmadı şiir. Bu yüzden tüm peygamberler şiire ve şaire düşman oldu, krallar, padişahlar, diktatörler halk ozanlarını, şairleri zorbaca yöntemlerle susturmaya çalıştılar. Hatta ezilenleri susturmak için önce onlardan başladılar kıyımlara. Ama şiir hiç mi hiç geri adım atmadı, teslim olmadı, susmadı. Şairlerin direnişi, şiirin gücüne ve etkisine ölümsüz bir güç ve güzellik kattı. Şiir ölümsüzlüğünü ve güzelliğini aynı zamanda kolektif yapısına da borçludur. Yüzlerce yıl ağızdan ağıza taşındı, taşınmakla kalmayıp yeniden ve yeniden üretildi. Binlerce insan dokudu kumaşını şiirin. Taş duvarlara da kazındı, ceylan derilerine, kağıtlara ve mermerlere de. Zırhları delen mızrak ucu sertliğinde sözcüklerle de yazıldı, kalbe işleyen tüyden hafif aşk sözcükleriyle de. Kanla da yazıldı, tebeşirle ve mürekkeple de. Ama nereye ve neyle yazılırsa yazılsın, hep bilinçlere kazındı. Toplumsal yaşamın her alanına ve her mekanına: Mağaralara, evlere, tarlalara, fabrikalara, sokaklara, zindanlara sualsiz girdi şiir. Sınırlar aşmak için pasaporta ihtiyacı olmadı hiç. Hiçbir yasak, hiçbir yasa, hiçbir duvar onu engelleyemedi. Doğanın o eşşiz güzelliğine aşkla bağlı kaldı hep. Barışta da oldu, savaşta da. Yalnızlıklardan, acılardan, hüzünlerden, yıkımlardan da geçti yolu, şenlik ateşlerinden, aşklardan, düğünlerden, bayramlardan ve zaferlerden de. Her yerde varolmasını bildi, ama hiçbir yeri kendine yurt edinmedi. Egemenlerin, tüccarların kayıt defterinde hiç yeri olmadı, devlet katında, saraylarda değil ezilen, sömürülen emekçi halklardan itibar gördü. Şiir de ona en çok ihtiyacı olanların hizmetine sundu kendini. Şiir yaşama hep bağlı kaldı. Hep hayatın önünden koştu. Hep arayış içinde oldu. Arayış içindeki insanın sesi, soluğu oldu. Savaşan militanların onsuz edemediği silahlardan biri oldu şiir. Mataralarındaki su, omuzlarındaki silahla beraber, sırt çantalarında hep bir şiir kitabı bulundurdu gerillalar. Şiir özgürleşmeye çağrıdır! Şiir dünyayı değiştirmenin bir aracıdır! Bu yüzdendir ki modern gelişmeler, ortaya çıkan yeni sanat dalları ve aradan geçen bin yıllar, insanın ve insanlığın şiire olan ihtiyacını, en çarpıcı ve yalın biçimde şiirde dile gelen arayışlarını ortadan kaldırmadı. Pek çok sanat dalı, kolayca paraya-kâra tahvil olma özelliklerinin de etkisiyle, sermayenin ve piyasanın sultası altında metalaşırken, şiir teslim olmadı. Şiir itirazını, reddiyesini ve kavgasını sürdürüyor: Kapitalizmin görsel şatafatına rağmen insanların algı, duygu ve düşüncelerindeki yoksullaşmaya-körelmeye karşı; muazzam ölçüde yaygınlaşan hızlı iletişim ve ulaşım olanaklarına rağmen, insanın itildiği yalnızlığa ve yabancılaşmaya karşı; artan olanaklara rağmen ve buna paralel olarak artan kitlesel cehalete karşı; bir avuç asalağın sebep olduğu yoksulluk ve sefalete karşı; kanlı kıyımlara, katliamlara, canice saldırılara, her türden haksız savaşa ve işgale karşı; doğanın ve insanlık değerlerinin insafsızca tahrip edilmesine karşı; insanın gerçeklikle olan ilişkisinin koparılmasına, sanal ortamlarda insanın böcekleştirilmesine karşı; her türlü köleliğe, her türden gericiliğe ve gerici ayrımcılığa karşı; insanların içinde debelendiği bataklığı, yozlaşmayı, çürümeyi, tatminsizliği, sapkınlıkları özgürlük olarak pazarlayan topyekun bu düzene karşı; şiir, şenlik ateşleri başında okunduğu günden bu yana insanlığa özgürleşme çağrısını yineliyor! Dayanışmaya, paylaşmaya, kardeşliğe, eşitliğe, insanca yaşamaya davet ediyor şiir. Bunları kazanmak için kavgaya, mücadeleye çağırıyor bizi. Bu kavgada şiir hep olacak! Devrimci sanat, kavgamızın bir mevzisidir Devrimci sanat ve devrimci şiir, ezilen ve sömürülenlerin kurtuluş mücadelesinde bir mevzidir. Devrimci ozanlar ise, ezilen ve sömürülenlerin öncü bir müfrezesi. Bu mevzide çarpışmış nice devrimci ozanın kattığı soluk, verdiği emek, yarattığı eserler ve ödediği bedellerle yükselttiği bayrak, yeni nesillerin elinde dalgalanmaya devam edecektir. Dünyanın dört bir yanında 100. doğum yılı kutlanmakta olan Şilili şair Pablo Neruda, bu ozanların önde gelen bir temsilcisidir. Her gerçek ozan gibi çağına tanıklık etmenin ötesinde, onu dönüştürme eyleminin içinde yeraldı Neruda. Yalnızca bize armağan ettiği ölümsüz şiirleriyle değil, yaşamıyla, kavgasıyla, özlemleri ve umutlarıyla 20. yüzyılın önde gelen bir simasıdır o. Söz ile eylem, yaşam ile sanat, sanatçı duyarlılığı ile gerçek hayat kavgası arasında insanal edimler ve toplumsal eylemlerle örülmüş bir serüvendir Neruda'nın hayatı ve şiirleri. Budur bizi onunla, onu çağıyla buluşturan. "Nasıl bir şiir? Saf olmayan bir şiir! Şöyle anlatıyor Neruda bu şiiri: Tere batmış, dumana gömülmüş, zambak ve *********** kokan, ticaretin ezmeye çalıştığı, yasaların içinde, yasaların ötesinde bir şiir; üstümüzdeki giysiler gibi sabun lekeleri taşıyan, gövdelerimiz gibi karışık bir şiir; utanç verici davranışlarımız gibi, gözlerimiz, bilgiçliğimiz gibi, kinimiz, aşkımız, antlarımız gibi, havyanlar gibi, kararlar, vergiler gibi karman çorman, saf olmayan bir şiir; üstünde buz izleri, diş izleri bulunan, terimizle, belki de alışkanlıklarımızla hafifçe ısırılmış, dokunmanın yüce isteğini taşıyan... Onun şiirini anlamak demek, geride bıraktığımız yüzyılın kanlı kıyımlarını ve direnişlerini; İspanya'yı, Alman faşizmine karşı direnişleri, Şili'yi, Küba'yı anlamak demektir. Halkların engin denizinde zorlu yolculuklara çıkan bir gemidir Neruda'nın şiiri. Bu denize yelken açılmadan anlaşılamaz onun şiiri. Aşağıda, bayrağı devralacak genç nesillere yol göstermesi bakımından yararlı olacağını düşündüğümüz bu büyük devrimci ozanın şiir, mücadele, şiirin ve şairin yeri ve bu dünyadaki rolü vb. konularda yazdığı yazılarından ve bazı makalelerinden bir derleme sunuyoruz. Neruda'yı ve Neruda gibi devrimci ozanları anlamak, bize bıraktıkları mirası en iyi biçimde değerlendirmek tüm devrimcilerin omuzlarındaki bir sorumluluktur. Ve bu sorumluluğun bir gereği de onları, eserlerini işçi ve emekçi kitlelere ulaştırmaktır. Bu vesileyle Neruda'yı bir kez daha saygıyla anıyoruz. *** -------------------------------------------------------------------------------- Mücadele, sanat, şiir, politika ve kendi hayatı üzerine... Kendi kaleminden Neruda! "Politik mücadele, şiirin ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanoğlunun kurtuluşu sık sık kanla, ama hep şarkılarla dalgalanır. Ve insanlık şarkısı, büyük şehitlik ve bağımsızlık çağımızda her geçen gün biraz daha zenginleşiyor." (Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak, Çev: N. Arman, de yay.1984 s. 144) Şiirinde ve yaşamında iz bırakan olaylar ve anılar İlk acı deneyim! Temuko'dayken öğrenci birliğinin yayın organı olan Claridad dergisine yazılar yazmıştım. Bu dergiyi okuldaki arkadaşlarıma da satardım. 1920 yılında Temuko'ya gelen haberler benim kuşağım için üzücüydü. Oligarşi'nin çocukları sayılan "Altın Gençlik", öğrenci birliği binasını basmış ve tahrip etmişti. Koloniler zamanından günümüze kadar daima zengin sınıfın yanında görünen yasalar da suçluları değil suçsuzları yakalamıştı. Bunlardan genç Şili edebiyatının büyük umutlarından Gomez Rojas, yediği dayaktan çıldırdı ve öldü. Küçük ülkemde bu cinayet, Federico Garcia Lorca'nın Granada'da öldürülüşü kadar büyük tepkiler yarattı. (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum, Çev: A. Arpad, Alan yay.,3. Baskı, 1996, s.38) Yolumu seçtim! "Kısacası, kendime bir yol seçecektim. İşte bu yolu, İspanya'nın yaşadığı kötü günlerde seçtim ve hiçbir zaman da pişman olmadım." (age. s129) "Tellerinden şarkılar yerine, kanlar akan İspanya gitarlarına ilk kurşunlar atıldığında, benim şiirim bir hayalet gibi sokaklarda dolaşıyordu. Sonra yavaş yavaş içine kökler sokuldu. Ve damarlarında kan akmaya başladı. İşte o günden sonra herkesin yolu benim de yolum oldu. Yalnızlığın güneyinden kuzeyine göç ettiğimi görüyorum. Orada yaşıyor insanlar, benim alçak gönüllü şiirimi kendilerine kılıç yaparak, büyük ıstırapları arasında terini silecek mendil diye açacak, ya da ekmek savaşında silah olarak kullanacak" (age, s. 140) Ayakkabısız ve okulsuz yoksul halkın, işçilerin şairiyim! "Yıllar sonra benimle röportaj yapmış olan Curzio Malaparte, yazısında çok doğru olarak şunları yazmıştı: "Eğer ben de Şilili bir şair olsaydım, Pablo Neruda gibi yapardım. Bu ülkede şair bir karara varmalıdır. Ya Cadillac'lar ya da ayakkabısız okulsuz insanlar!" İşte ayakkabısız ve okulsuz bu insanlar beni 4 Mart 1945 yılında ülkenin senatörlüğüne seçti. Şili'nin en geri bölgeleri sayılan büyük bakır ve güherçile ocaklarının binlerce insanı bana oy vermiş olduğu için her zaman gurur duyarım. * Şiirim bana onlarla ilişki kurma yollarını açtı: şiirim, halkım ve onların güç yaşantıları arasında dolaşabiliyor ve onlar tarafından ölümsüz bir kardeş olarak kabul ediliyordu"(age. s161) * "Ben ıstırap çektim ve savaştım, ben sevdim ve şarkılar söyledim. Dünya bölünürken ben yendim ve yenildim, ekmeğin ve kanın tadına vardım. Başka ne arzular bir şair? Ağlamaktan öpmeye, yalnızlıktan kalabalığa kadar bütün duygular şiirimde kanat çırpmış, onun içinde yaşamıştır. Ben şiirim için yaşadım, şiirimle savaşlar verdim. Eğer kelebeğin konduğu çiçekteki tozlar kadar armağanlar kazanmışsam, içlerinde biri vardır ki, birçok şair beni kıskanacaktır. Estetiğin güç öğretileri ve yazılı sözlerin labirentinde yaptığım araştırmalardan sonra halkımın şairi olmuştum. Benim kazandığım en büyük ödül işte buydu. Mısralarımla dolu kitaplarım değil. Lota'nın kömüründen, yerin yedi kat dibindeki ocaklardan, toprağın içine giren dimdik galerilerden, sanki cehennemden geliyormuş gibi, yaptığı berbat işten suratı bitkin, tozdan gözleri kıpkırmızı bir adamın yeryüzüne çıkıp da, yarıkları ve nasırları ile kuru bozkır topraklarını andıran o elini uzatarak, sana: "Seni çoktandır tanıyorum ben, kardeş!" dediği ve gülümsediği anda en büyük armağanı almış gibi olursun. Benim şiirimin aldığı defne dalından taçtır bu. O acımasız bozkırlarda, topraktaki delikten çıkan işçinin sözleri. Rüzgarlar, geceler ve Şili'nin yıldızları bu insanlara şöyle seslenmektedir: Sizler yalnız değilsiniz, bir şair acılarınızı biliyor!"(age, s164-165) "Gerçekçi olmayan şair ölür. Fakat yalnız gerçekçi olan şair de ölür. Sadece akla aykırı yazan şair, kendisince ve sevgilisince anlaşılır ancak. Bu da oldukça umut kırıcı. Sadece akılcı olan şairi eşekler bile anlar. Ama bu da epey hüzün verici. Bu gibi karşılaştırmalar için resim tahtasında yazılı sayılar yok. Tanrının, ya da şeytanın hazırladığı aletler de yok. Her ikisi de çok önemli bu kişilikler, şiirde durmamacasına bir savaşa götürür sadece, meydan savaşını kimi zaman biri, kimi zaman öteki kazanır ama, şiirin kendisi yenilgiye düşmemelidir. Şairlik mesleğinin kötüye kullanıldığı da olur elbette. Öylesine çok yeni şair ve yeni yetişen bayan şair ortaya çıkıyor ki, yakında hepimiz şair olacağız ve okur da kalmayacak. Okur aramak için yakında keşif gemileriyle evreni bir baştan bir başa dolaşmak gerekecek. İnsanın en eski eğilimi şiirdir. Din törenleri ve duaları şiirden doğdu. Dinlerin çekirdeğinde de şiir vardır. Şair bunu doğanın belirtileriyle kendini bildi. İlk çağlarda bu Tanrı görevini korunmak için rahip dediler kendilerine. Günümüzün şiiri ise, şiirini haklı göstermek için, sokağın ve insan yığınlarının kendisine uzattığı belgeyi benimsiyor. Günümüz halkçı şairi din adamlarının en eskisidir. Eski zamanlarda karanlıklarla anlaşma yapardı. Günümüzde ise ışığın yerini göstermek zorunda." (age. 249, 250)
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
FEDERICO GARCIA LORCA’YA YANIK ŞİİR Issız bir evde, Korkudan ağlayabilseydim; Gözlerimi çıkarabilsem de, Yiyebilseydim; Senin sesin için yapardım Bunları, Yaşlı portakal ağacı sesin; Senin şiirin için yapardım Bunları, Çığlık çığlığa fışkıran şiirin. Baksana, Maviye boyuyorlar hastaneleri, Senin için; Kıyıdaki kenar mahalleleri Ve okullar, Senin için büyüyorlar; Tüy salıyorlar, Yaralı melekler; Pullar örtünüyor, Düğün balıkları; Deniz kestaneleri, Göğe uçuyorlar; Siyah tülleriyle terzi dükkanları: Kanla doluyorlar, kaşıklarla, Senin için; Ve Yutuyorlar, Yırtılmış kurdeleleri; Öz canlarına kıyıyorlar, Öpüşe öpüşe; Ve ak sadeler giyiniyorlar. Bir şeftali ağacı Giyinip de, Kuş gibi seğirtirken sen; Kasırga gibi fırıl fırıl, Bir pirinç gülüşüyle gülerken; Türküler çağırdığında; Allak bullak ederken, Atardamarlarını, Dişlerini, gırtlağını, Parmaklarını; Vay ne şirindin, Kahrolurdum ben Kahrolurdum ben Kızıl göller için: Güz ortasında bir şahbaz at Ve kana belenmiş bir tanrıyla, Beraber yaşadığın. Kahrolurdum ben, Mezarlıklar için: Gece, sesi kısılmış Çanlar arasından, Suyla, mezarlarla küllenmiş Nehirler gibi geçen; Nehirler: Hasta asker koğuşları sanki, Tıklım tıklım dolu; Ve matem yağlı ölüme, Çürük taçlı mermer şifreli ölüme, Nehir nehir gelen ölüme doğru; Birdenbire taşıveren nehirler. Gece, ayakta, ağlaya ağlaya, Boğulmuş çarmıhların geçişini Seyrederken sen; Kahrolurdum seni görmek için: Bak, Ölüm nehrinin önünde ağlıyorsun Perperişan; Garip kalmış köşelerde başın, Durmaz ha, durmaz gözlerin Ağlar yaşın yaşın. Gece ve çıldırasıya yalnız, Külleri ısıra ısıra; Dumanı, gölgeyi, unutmayı: Siyah bir huniyle yığabilseydim, Trenlerin, gemilerin üstüne; Filizlendiğin ağaç için, Yapardım bunları, Topladığın, Yaldızlı su yuvaları için; Sarmaşık için, Yapardım bunları; Gecenin sırrını sana ileterek, Kemiklerini saran Sarmaşık için. Islak soğan kokusu gelen Şehirlerden, Seni bekliyorlar; Boğuk bir sesle, Şarkı söyleyerek Geçesin diye. Yeşil kırlangıçlar, Saçlarının arasına yapıyorlar, Yuvalarını; Dilsiz sperma sandalları, Peşin sıra geliyorlar; Sümüklü böcekler, haftalar, Yelkenleri düşürülmüş serenler, Kirazlar da, Dönüveriyorlar ossaat: Gözükünce solgun başın, On beş gözlü başın, Al kan içindeki ağzın. Şehrin otellerini, İsle doldurabilseydim; Hıçkıra hıçkıra, Yok edebilseydim Çalar saatları; Ezik dudaklarıyla yaz ayı, Evine nasıl gelecek, Göreyim diye Yapardım bunları; Yığın yığın insanların, Melil mahzun tantanalarıyla Ülkelerin, İşlemez sabanların, Gelincik çiçeklerinin; Mezar kazıcıların, süvarilerin, Kanlı haritaların, gezegenlerin, Evine nasıl geldiklerini Göreyim diye; Yapardım bunları. Küllerle örtülü dalgıçların, Uzun bıçaklarla delik deşik olmuş Meryem Ana tasvirlerini Sürüte sürüte gelen maskelerin; Damarların, köklerin, hastanelerin, Karıncaların, su gözelerinin, Evine nasıl geldiklerini Göreyim diye; Yapardım bunları. İçine kapanmış atlının Örümcekler arasında öldüğü Bir yatakla, Gecenin; Kinden, dikenlerden bir gülün, Sarıya çalan bir geminin, Rüzgarlı bir günle, bir bebeğin; Evine nasıl geldiklerini Göreyim diye: Yapardım bunları. Ben, Oliverio, Norah, Vicente Aleixandre, Delia, Maruca, Malva, Marina, Maria Luisa, Larco, La Rubia, Rafael Ugarte, Cotapos, Rafael Alberti, Carlos, Manolo Altolaguirre, Bebé, Molinari, Rosales, Concha Méndez, Ve daha da unuttuklarım; Evine nasıl gelecektik, Göreyim diye Yapardım bunları. Gel de taçlar takayım, Gel, sağlık esenlik delikanlısı, Gel, kelebek kıravatlı civan; Sen ey, Sonsuz hür siyah bir şimşek gibi: Pırıl pırıl insan; Madem, geç vakitlere dek, Kalınamıyor daha kayalıklarda; Bari aramızda konuşalım, Gel, Şöylece bir, olduğumuz gibi; Çiğ için olmadıktan sonra, Şiirlerde n'olacak yani? Bir ağu hançerin, İçimize işlediği bu gece için Olmadıktan sonra; Şiirlerde n’olacak yani? Bu tan kızıllığı için, Olmadıktan sonra; İnsanın vurulmuş yüreğinin, Ölüme hazırlandığı, Şu viran köşe için olmadıktan sonra Şiirlerde n’olacak yani? En çok gece, geceleyin: Kıyamet gibi yıldızlardır, Dolmuşlar hepten ırmağa; Bir kurdele gibiler, Fakir fukara dolu evlerin Pencerelerindeki.. Bir ölen var, Onların evlerinde; Bürolarda, hastanelerde belki, Belki asansör ve madenlerde, İşlerinden oldular. Onulur şey değil yaraları, Yaratıklar, Acı çekiyorlar. Her yanda dert yanış, Her yanda, Vay şuymuş vay bu; Pencereler, Göz yaşıyla dolu, Aşınmış eşikler, Göz yaşından; Yüklükler ıslak, Bir dalga gibi Halıları dişlemeye gelen Göz yaşından, Oysa ki yıldızlardır akar Uçsuz bucaksız bir nehirde. Federico, Dünyayı görüyorsun. Yolları görüyorsun, Sirkeyi görüyorsun; Birkaç ayrılıştan, Taşlardan, raylardan gayrı, Kimseciklerin kalmadığı, Köşeden: Duman ha deyince, Zalim tekerleklerine; Hoşça kalları görüyorsun, İstasyonlardaki.. Her yanda, sorunlar koyuyorlar, Çeşit çeşit insan var: Kanlı bıçaklı kör var, Öfkelisi, ümitsizi var, Yoksul var, tırnak ağaçları var; Şunun bunun sırtından, Geçinmek sevdasıyla; Harami var. Hayat böyle, Federico, Ey babayiğit, Ey kara sevdalı adam. Sana, Dostluğumun sunabileceği şey İşte bunlar.. Sen de epeyce şey biliyorsun Şimdiden. Yavaş yavaş, daha da, Öğreneceklerin var. (Türkçeye çeviren: Enver Gökce)
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
Nazım'a Bir Göz Çelengi Neden öldün Nâzım? Senin türkülerinden yoksun ne yapacağız şimdi? Senin bizi karşılarkenki gülümseyişin gibi bir pınar bulabilecek miyiz bir daha? Senin gururundan, sert sevecenliğinden yoksun ne yapacağız? Bakışın gibi bir bakışı nereden bulmalı, ateşle suyun birleştiği Gerçeğe çağıran, acıyla ve gözüpek bir sevinçle dolu? Kardeşim benim, nice yeni duygular, düşünceler kazandırdın bana Denizden esen acı rüzgâr katsaydı önüne onları Bulutlar gibi, yaprak gibi uçarlar Düşerlerdi orada, uzakta. Yaşarken kendine seçtiğin Ve ölüm sonrasında seni kucaklayan toprağa. Sana Şili'nin kış krizantemlerinden bir demet sunuyorum Ve soğuk ay ışığını güney denizleri üzerinde parıldayan Halkların kavgasını ve kavgamı benim Ve boğuk uğultusunu acılı davulların, kendi yurdundan... Kardeşim benim, adanmış asker, dünyada nasıl da yalnızım sensiz. Senin çiçek açmış bir kiraz ağacına benzeyen yüzünden yoksun dostluğumuzdan, bana ekmek olan, rahmet gibi susuzluğumu gideren ve kanıma güç katan Zindanlardan kopup geldiğinde karşılaşmıştık seninle Kuyu gibi kapkara zindanlardan Canavarlıkların, zorbalıkların, acıların kuyuları Ellerinde izi vardı eziyetlerin Hınç oklarını aradım gözlerinde Oysa sen parıldayan bir yürekle geldin Yaralar ve ışıklar içinde. Şimdi ben ne yapayım? Nasıl tanımlanır Senin her yerden derlediğin çiçekler olmaksızın bu dünya Nasıl dövüşülür senden örnek almaksızın, Senin halksal bilgeliğinden ve yüce şair onurundan yoksun? Teşekkürler, böyle olduğun için! Teşekkürler o ateş için Türkülerinle tutuşturduğun, sonsuzca.
-
Pablo Neruda: Büyük Dünya Ozanı....
1924: Veinle poemas de amor Neruda'nın ilk şiir derlemesi Crespıısctılario adı altında 1923 yılında çıktı. Bir yıl sonra yayınlanan Veinte poemas de amour y una cancion desesperada (Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı) Latin Amerika'nın en çok satış yapan şiir kitabı oldu. Neruda bir aşk öyküsünü fon alarak aynı anda bir şehvet objesi, sığınılabilecek bir liman ve kozmik bir güç olan kadına bir od yazdı. 1927-36: Diplomat 1927'de diplomatlık kariyerini seçen Neruda, altı yıl boyunca Güneydoğu Asya'da konsolosluk yaptı. Bu bölgedeki toplumsal sorunlar yüzünden ömrünün "en çok acı veren dönemi" olarak nitelendirdiği bu zaman içinde Kesidencia en la tierra (Yeryüzünde Konaklama, 1935) adlı iki ciltlik yapıtını verdi. Eski şiirlerinin melankolisi dünyadaki acıların doğrudan doğruya anlatımına yer verdi burada. Kendine özgü metriği ve dili de ana konusu olan yozlaşmaya uygundu. Neruda, katı mısra ve şiir biçimlerine yer vermeyip her şiiri kendine özgü bir ritimle yazmıştı. 1934'te İspanya'ya giden Neruda, burada sembolizm, sürrealizm ve füturizm etkisinde kalan 1927 Nesli adlı şair topluluğuna katıldı. İç Savaş patlayınca Neruda Franco'ya karşı çıktığı için diplomatik hizmetten çıkarıldı. İç Savaşın üzüntüsü içinde 1937'de Espana en el corazon (İspanya Gönüllerde) adlı şiir kitabını yayınladı. 1950: Canto General 1939'da diplomatlık mesleğine geri dönen Neruda, başkonsolos olarak Meksika'ya gitti ve bu görevini 1943'e kadar sürdürdü. Altı yıl sonra Şili Komünist Partisi'ne girerek senatör oldu. Başkan Gonzalez Videla'yı eleştirmesi üzerine hükümeti tarafından 1948'de devlet düşmanı ilan edildi ve gıyabi bir tutuklama emriyle arandı. Rahip kılığında Arjantin'e kaçmayı başardı. İzleyen yıllarda Batı Avrupa'da, Sovyetler Birliği'nde ve Çin'de yaşamını sürdürdü. 1950'de Canto general (Evrensel Şarkı) adlı şiirler dizisi çıktı. Suçlama ile duygudaşlığın egemen olduğu bu ilahi havalı yapıtıyla Neruda, Latin Amerika'yı mitleri ve tarihiyle, doğası ve politik/sosyal durumlarıyla bir bütün olarak yansıtmaya çalıştı. Tarihe Marksist bir görüş açısı getirerek Stalin'e olan hayranlığını da hiç saklamadı. 5O'li Yıllar: Bilinçli Bir Yalınlık 1952'de Şili'ye dönen Neruda başka bir ad altında Los versos del Capitan'ı (Kaptanın Dizeleri) adlı şiir kitabını yayınladı. Ancak on yıl sonra bu yapıtın yazarı olduğunu açıkladı. Bunun nedeni, 1955 yılında üçüncü evliliğini yaptığı Matilde Urrutia'ya aşkını şiirlerle ilan ederken bir önceki karısını incitmek istememesidir. Neruda yapıtlarında giderek daha önce kullandığı, anlaşılması güç mecazlardan (simgelerden) vazgeçti. Böylelikle insanın var oluşunun bir envanteri olan Odas elementares (Temel Odlar, 1954), Nuevas odas elementares (Yeni Temel Odlar, 1956) ve Tercer libro de las odas (Üçüncü Odlar Kitabı, 1957) adlı yapıtlarındaki dizeler çoğunlukla bir ve iki heceli sözcüklerden oluşmaktadır. Stalin terörünün boyutu açıklanınca Neruda'nın dünya görüşü sarsıldı. Estravaganzio (Acayiplikler, 1958) ve beş ciltlik Memorial de Isla Negra (Karaada Defteri, 1964) adlı otobiyografik yansıtmalarında kuşkularını dile getirdi. 1971: Nobel Edebiyat Ödülü 1969 yılında Komünist Parti tarafından başkan adayı gösterilen Neruda, Salvador Allende'nin ulusal cephesine katılmak üzere 1970'te adaylığını geri aldı. Arkasından Allende tarafından Fransa'ya büyükelçi olarak atandı. Bir yıl sonra Neruda, Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü. "Incitation al nbconcidio y alabanda de la revolution chilena" (Nixon'u Devirmeye Çağrı ve Şili Devrimine Övgü, 1973) adlı şiir kitabında ABD'nin solcu hükümetin dengesini bozmaya yönelik çalışmalarını eleştirdi. 1973'te kansere yakalanan Neruda, Allende'ye karşı düzenlenen askerî darbeden birkaç gün sonra, 23 Eylül 1973'de, 69 yaşında Santiago'da hayata gözlerini kapadı. "Anıları Confieso que ho Livido" (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum) adı altında ölümünden sonra yayınlandı.
-
Pablo Neruda: Büyük Dünya Ozanı....
Ricardo Neftali Reyes yada Pablo Neruda, 12 Temmuz 1904'te Şili'de doğdu. Babası Jose del Carmen Reyes Morales bir demiryolu görevlisiydi. Annesi Rosa Neftali Reyes Basoalto Opazo ise ilkokul öğretmeniydi ve evlendikten on bir ay sonra veremden öldü. Babası, ertesi yıl Temuco kentine yerleşip yeniden evlendi. İkinci annesi, Neruda'nın "hiçbir zaman üvey anne demeye dilinin varmadığı" Trinidad Candia Marverde idi. Pablo okula başladı. Çekingen bir öğrenciydi. 1917-20 arasında ilk yazılarını, ilk şiirlerini denedi. Bunlara Ncftali Reyes olarak imza attı. Sonunda, sevdiği bir Çek yazarının soyadını kendi adına ekleyerek Pablo Neru-da imzasını kullanmaya başladı. Ertesi yıl Santiago kentine, Maruri sokağındaki bir öğrenci yurduna yerleşip Fransızca dersleri almaya başladı. O günler açlıklarla geçen günlerdi ama ara vermeden şiirler yazdı ve bunlardan biri, Bayram şarkısı, bir yarışmada birinci seçildi. İLK KİTABINI 19 YAŞINDA KENDİ YAYINLADI 1923'te babasının armağan ettiği saati ve elindeki üç beş parça ev eşyasını satarak, bunların geliriyle ilk şiir kitabı Crepusculario'yu (Akşam Alacası) çıkarttı. Ardından, 1925 yıllarında, kendini büsbütün edebiyata verdi. Üç kitabı, "Sonsuz İnsanın Girişimi", "Anillos" ve "Yerleşik Adam ve Umudu"nu yazdı. 1927'de, Burma'nın başkenti Rangoon'da konsolos oldu. Ünlü şiir kitabı "Yeryüzü Konutu"nu yazdı. Genç bir Burma kızıyla fırtınalı bir aşk yaşadı. Kız İngilizler gibi giyinirdi ve dışarıdaki adı da Josie Bliss'di. Ama evdeyken, o giysileri de, o adı da soyunur, göz kamaştırıcı bir yerli kılığına bürünürdü. 1928'de Kolombo'da, 1930'da Batavia'da konsolos oldu. Java'da genç bir Hollandalı kızla evlendi. İki yıl sonra Şili'ye döndü. "El Hondero Entusiasta" ile "Residencia en la Tierra" yayımlandı. Buenos Aires'de konsolosluk yaptı. Orada, Güney Amerika gezisine çıkan Federico Garcia Lorca ile karşılaştı. Pen Club'de, Nikaragualı ünlü ozan Ruhen Dario ile birlikte bir konuşma yaptı. 1935'de Madrid konsolosu oldu. Rafael Alberti ile dostluk kurdu. "Residencia en la Tierra" Madrid'de yayımlandı. "Caballo Verde Para la Poesia - Şiirin Yeşil Atı" adlı dergiyi kurdu. Delia del Carril ile evlendi. İLK SİYASİ ŞİİRİ İSPANYA İÇ SAVAŞINA TEPKİ 1936 ve İspanya iç savaşı. Lorca Granada yakınındaki Visnar'da kurşunlanınca Neruda ilk büyük siyasi şiirini yazdı: "Ölmüş Savaşçıların Analarına Şarkı". Neru-da'nın konsolosluk görevine son verildi. O da Paris'e yerleşerek "Dünya Ozanları İspanya Halkını Savunuyor" dergisini yayımlamaya başladı. 1940'da Meksiko başkonsolosu oldu. Orada, Meksika ve Amerika sanatının büyük ustaları Orozko, Rivera, Siqueiros ve Meksika kültürünün diğer öncüleriyle, izlerini ve yansımalarını Evrensel Şarkı'da gördüğümüz dostluklar kurdu. 1945'de, Şili'nin Kuzey kesiminden, maden ocaklarının bulunduğu Trapaca ve Antofagasta illerinden senatör seçildi. Seçim kampanyası sırasında, uğradığı her yerde "Kuzeye Merhaba" adlı şiirini okudu. Devrimci Şili Partisi'ne girdi. Yeni Cumhurbaşkanı Gabriel Gonzales'in, kendini iktidara getiren devrimci güçlere cephe alışı Neruda'yı da etkiledi. Neruda, ona karşı, binlerce insanın okuması için mektup yazdı. Vatana ihanetle suçlandı. Kendini senato önünde savundu ve "Suçluyorum" nutkunu okudu. Mahkemeler tutuklanmasına karar verdi. DÜNYA BARIŞSEVERLER KONGRESİ BAŞKANI 1949'da And dağlarını at üstünde aşarak yurdundan ayrıldı. Yanında kitabının taslakları vardı. Başlangıçta "Şili'ye Şarkı" adını taşıyan bu çalışmaya, gitgide genişleyerek evrensel boyutlu bir içerik kazanması üzerine, "Evrensel Şarkı" adını verdi Neruda. Aynı yıl Paris'de toplanan "Dünya Barışseverler Kongresi"ne başkan seçildi. Doğu Avrupa ülkelerine gitti, Rusya, Polonya ve Macaristan'ı gezdi. "Evrensel Şarkı" 1950'de Meksika'da basıldı. Şili'de de kaçak bir baskı yapıldı. Asya ve Avrupa gezilerine çıktı. Picasso'yla birlikte "Dünya Barış Ödülü"nü kazandı. 1952'de Capri'de "Üzümler ve Rüzgâr" adlı yapıtına başladı. "Kaptanın Dizeleri" adlı yapıtı da, Milano'da, imzasız olarak yayımlandı. O yıl, hakkındaki kovuşturma kararının kaldırılması üzerine, anavatanına döndü. 1954'de "Temel Övgüler" yayımlandı. 1956'da yeniden Şili'ye döndü. "Yeni Temel Övgüler"i yazdı. 1958'de "Taşkın Dalga"yı yazdı. 1959'da "Deniz Yolculukları ve Dönüşler"i yazdı. 1964'de zengin bir yaşam öyküsünün şiirlerle anlatıldığı "Kara Ada Defteri" adlı yapıtı yayımlandı. 1965'te, Shakespeare çevirilerinden ötürü, Oxford Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Onur Doktorluğu'nu aldı. 1966'da "Kumda Bir Ev", 1967'de "Barkarol" ve " Murieta'nın Yükselişi ve Ölümü" adlı yapıtları yayımlandı. 1970'de Salvador Allende için seçim kampanyasına katıldı. "Yanan Kılıç" ve "Gök Taşları" adlı yapıtları yayımlandı. 1971’DE NOBEL EDEBIYAT ÖDÜLÜ'NÜ ALDI 1971'de Salvador Allende'nin Cumhurbaşkanlığındaki Şili'nin Paris Büyükelçisi oldu. 21 Ekim'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı. 1972'de "Verimsiz Coğrafya" adlı yapıtını yazdı. Anılarını yazmaya başladı. Fransa elçiliğinden ayrıldı. Bir hastalık geçirdi ve Şili'ye döndü. Kasım ayında, Santiago Ulus Stadı'nda düzenlenen coşkun "Pablo Neruda'ya Saygı" gösterisi gerçekleştirildi. 1973'de Parlamento seçimleri için kampanyaya katıldı. Şili'deki iç savaşın önlenmesinde çaba göstermeleri için Latin Amerika ve Avrupa aydınlarına çağrıda bulundu. 11-20 Eylül: Şili'de askerî darbe oldu. Salvador Allende öldürüldü. Neruda'nın Valparaiso'daki ve Santiago'daki evleri yağmalandı. 23 Eylül'de: Neruda hayata veda etti. YAŞAMIŞ OLAN EN BÜYÜK DÜNYA OZANLARINDAN Neruda yaşamış olan en büyük dünya ozanlarından birisidir. Onun aşk şiirleri dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde okunmakta ve halen çevirileri yayımlanmaktadır. "Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı" isimli kitabı onun adını en çok duyuran kitabıdır ve daha 1961'de bu kitap Buenos Aires'teki Losada yayınevinde milyonuncu baskıyı yapmıştır. Şimdilerde bu sayı iki milyona yakındır. Bir gün genç bir posta dağıtıcısı kapısını çaldığı Pablo Neruda'ya hayranlıkla bakarak "Ah ben de ozan olmak isterdim" der. Ünlü şair mizah dolu bir karşılık verir: "Yavrucuğum Şili'de herkes ozandır zaten. Postacılığı sürdürmen daha ilginç. Hiç değilse çok yol yürür ve şişmanlamazsın. Şili'deki tüm ozanlar davul gibi." Postacı ve şair arasındaki konuşma şöyle gelişir: -Demek istiyorum ki, ozan olsaydım söylemek istediğim her şeyi söyleyebilirdim. -Ne söylemek istiyorsun peki? -İşte asıl sorun bu ya, ozan olmadığım için söyleyemiyorum. Neruda, genç postacıya sahili izleyerek körfeze gitmesini ve yol boyunca denizi gözlemleyerek metaforlar üretmesini önerir. Metaforun ne demek olduğunu soran postacıya örnek olsun diye de, bir şiirini okur: Dizelerden etkilenen postacının "Sizin sözcüklerinizle sallanan bir gemi gibi hissettim kendimi" sözü üzerine gülümser Neruda: "İşte bir metafor yaptın..." Ve böylelikle güzel bir dostluk başlar Şilili şair Pablo Neruda ile postacı Mario Jimenez arasında. AŞK AĞIR HASTALIK SAYILMAZ, ÇARESI VAR Bir gün, Mario, aşık olduğunu açıklar. Neruda, "Ağır hastalık sayılmaz, çaresi var" diyerek kızın adını sorar. Postacı âşık olduğu kızın adını söyleyince İtalyan şair Dante'yi anımsar... Neruda: "Beatrice..." (Dante'nin büyük aşkının adı da Beatrice'dir, Beatrice Portineri.) Postacı Mario, sevgilisini anlatırken Neruda'ya partisi tarafından Şili Cumhurbaşkanlığı'na aday gösterildiği haberi gelir. Cumhurbaşkanlığı'na Allende seçilince kazanmaya niyeti olmayan şair memnunluk içinde yeniden köyüne döner. 1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Neruda, daha sonra Paris'e Büyükelçi olarak gönderilir. Şair ile postacı arasındaki dostluk asla kopmaz. Sürekli olarak mektup yazan Neruda, postacı dostuna ses kayıt cihazı göndererek şunları ister: "Denizi özlüyorum. Kuşları özlüyorum. Bana evimin seslerini gönder. Bahçeye gir ve çanları çal. İlk önce rüzgârın hareketiyle sallanan küçük çanların ince seslerini kaydet, sonra büyük çanın ipini beş altı kez çek. Kayalıklarda yürü Mario, dalgaların patlayışını kaydet." Mario Jimenez şair dostunun "metafor"a ihtiyaç duyduğunu çok iyi anlayarak isteğini yerine getirir. Pablo Neruda evine döndüğünde oldukça hastadır. Ama, kısa bir süre sonra çok sevdiği ülkesinde büyük bir düş kırıklığı yaşar. Dikta rejiminin askerleri şairin evini abluka altına alırlar. Ama, Mario, şairin kapısını çalmayı başarır. Neruda, yıllar önce kendisine şair olmak istediğini söyleyen postacı dostunu görünce tutamaz gözyaşlarını. Beatrice ile evlenmiş, bir de oğlan babası olmuştur Mario. Neruda hasta yatağından kalkıp pencereden denizi görmek ister ama Mario, "Serin bir rüzgâr esiyor" diyerek karşı çıkar. Neruda'nın yanıtı muhteşemdir: "Ne gizlemek istiyorsun benden? Belki de pencereyi açtığımda deniz artık orada, aşağıda olmayacak. Onu da mı götürdüler?" Son anlarında hastaneye kaldırılan Neruda'nın Şili'deki tüm ozanlarınkine benzeyen "davul gibi" bedenini uğurlayanlar arasında sadık dostu Mario Jimenez de vardır.
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
"Büyüyünce ne olmak istersin?"... Çocukken hepimiz karşılaşmışızdır bu soruyla. Nazım Hikmet sorunun yanıtını 52 yaşında iken yazdığı şiirinde verir. "Çocukken postacı olmak isterdim. Şairlik filan yoluyla deği| ama basbaya, sahici postacı" Genç posta dağıtıcısı kapısını çaldığı Pablo Neruda'ya hayranlıkla bakarak "Ah ben de postacı olmak isterdim" der... Ünlü şair mizah dolu bir yanıt verir: "Yavrucuğum Şili"de herkes ozandır zaten. Postacılığı sürdürmen daha ilginç. Hiç değilse, Çok yol yürür ve Sişmanlamazsın. Şili'deki tüm ozanlar davul gibi." Postacı ve şair arasındaki konuşma Şöyle gelişir: -Demek istiyorum ki, ozan olsaydım söylemek istediğim her şeyi söyleyebilirdim. -Ne söylemek istiyorsun peki? -İste asıl sorun bu ya. Ozan olmadığım için söyleyemiyorum. Neruda, genç postacıya sahili izleyerek körfeze gitmesini ve yol boyunca denizi gözlemleyerek metaforlar üretmesini önerir. Metaforun ne olduğu nu öğrenmek isteyen postacıya örnek olsun diye de, bir şiirini okur: "Burada, adada ne çok deniz / Her an kendinde doğuyor. Diyor ki evet, diyor ki hayır, hayır / Evet diyor maviler içinde, köpükler içinde, hızlı hızlı / Diyor ki hayır, hayır / Sakin duramıyor hiçbir zaman / Sürekli çarparak bir kayaya, ama başaramayarak onu inandırmayı / Benim adım deniz diyor / Böylece yedi yeşil diliyle, yedi denizden ona doğru koşuyor / Onu öpücüklere boğuyor, ıslatıyor / Adını yineleyerek göğsünü dövüyor." Dizelerden etkilenen postacının, "Sizin sözcüklerinizle sallanan bir gemi gibi duydum kendimi" sözü üzerine gülümser Neruda, "İşte bir metafor yaptın." Ve böylelikle güzel bir dostluk başlar, Şili'li sair Pablo Neruda ile postacı Mario Jimenez arasında!... Bir gün Mario aşık olduğunu açıklar. Neruda, "Ağır bir hastalık sayılmaz, çaresi var" diyerek kızın adını sorar. Postacı aşık olduğu kızın adını söyleyince İtalyan Şair Dante'yi anımsar Neruda:."Beatrice". Dante, ilk kez dokuz yaşındayken karşılaştığı Beatrice Portineri'yi on sekiz yaşına geldiğinde yeniden görür ve kendisine gülümsemesi üzerine aşık olur... Beatrice'in ölümünden dört yıl sonra da ona yazdığı siirleri, hatıraları topladığı ünlü yapıtı Yeni Hayat'ı yayınlar. Dünya edebiyatına ölümsüz bir yapıt bırakan bu aşk şiirimiz de, Cemal Süreyya'nın dizeleriyle çıkar karşımıza: "Kökü dışarda bir aşk. Dante ile Beatrice'inkine Fena öykünüyor." Postacı Mario, sevgilisini anlatırken Neruda'ya, partisi tarafından Şili Cumhurbaşkanlığı'na aday gösterildiği haberi gelir. Cumhur Başkanlığı'na Allende seçilince, kazanmaya umutlu olmayan şair yeniden köyüne döner. 1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Neruda, daha sonra Paris'e büyükelçi olarak gönderilir. Şair ile postacı arasındaki dostluk asla kopmaz. Sürekli olarak mektup yazan Neruda, postacı dostuna ses alma aracı göndererek şunları ister: "Denizi özlüyorum. Kuşları özlüyorum. Bana evimin seslerini gönder. Bahçeye gir ve çanları çal. İlk önce rüzgarın hareketiyle sallanan kücük çanların ince seslerini kaydet, sonra büyük çanın ipini beş, altı kez çek. Kayalıklara yürü Mario, dalgaların patlayışını kaydet." Mario Jimenez, şair dostunun "metafor"a ihtiyacı duyduğunu çok iyi anlayarak isteğini yerine getirir. Pablo Neruda evine döndüğünde oldukça hastadır. Ama, kısa bir süre sonra çok sevdiği ülkesinde büyük bir düş kırıklığı yaşar: Şili'de faşistler yönetimi ele geçirirler... Dikta rejiminin askerleri şairin evini abluka altına alırlar. İstedikleri, zaten hasta olan devrimci şairin bir an önce ölmesidir. Ama Mario, şairin kapısını çalmayı başarır. Neruda, yıllar önce kendisine şair olmak istediğni söyleyen postacı dostunu görünce tutamaz gözyaşlarını... Beatrice ile evlenmiş bir de oğlan babası olmuştur Mario... Neruda, hasta yatağından kalkıp pencereden denizi görmek ister ama Mario, "Serin bir rüzgar esiyor" diyerek karşı çıkar. Neruda'nın yanıtı muhteşemdir: "Ne gizlemek istiyorsun benden. Belki de pencereyi açtığımda deniz artık orada, aşağıda olmayacak?!.. Onu da mı götürdüler?!" Faşistlerin şaire ulaşmasını yasakladıkları telgrafları ezberleyen Mario, hepsini birer birer okur!.. Son anlarında hastaneye kaldırılan Neruda'nın Şili'deki tüm ozanlarınkine benzeyen "davul gibi" bedenini çürümeye yolculayanlar arasında sadık dostu Mario Jimenez de vardı... Böylelikle şairin iki dizesi gerçek olur; "ve çekip gidecekse bu can tenden neden böyle sadık bana iskeletim?" İstanbul'da en zor bulunan şeylerin su katılmamış süt, temiz sokak, dolu olmayan tramvay, muz ya da, hastanede boş yatak değil, posta pulu olduğunu 1935 yılında yazan Nazım Hikmet'in ölümünün ardından anısına bir posta pulu bastırılır... Neruda ile deniz arasına giren "haramiler" Nazım Hikmet ile oğlunun arasına da girerler. Ve Nazım, çocukken postacı olmak istediğini açıklayan şiirini şöyle bitirir: "Moskova'da mekupları birer birer kendim dağıtırım adreslerine. Yalnız Memed'in mektubunu götüremem yerine, hatta yollayamam. Nazım'ın oğlu;
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
Evet ozaman bildiginiz şeyleri biraz daha göz önüne getirelim Gloria...ben nekadar okusam bıkmam ne şiir den nede yeri doldurulmıyacak üstadlaydan!!! Oyuncaklarla oynamayan, onların büyülü dünyasından uzaklaşan bir insan asla şair olamaz; 'Şiir' adını verdiği dizeleri alt alta kurabilir ama onların arasından bir şair asla göz kırpmaz okura. Şair yüreği ancak oyuncakların koruduğu bir ortamda büyüyebilir. Oyuncaklar, muhafızlarıdır şairin. Temuco'da okuma, yazma bilen insan sayısı çok azdır. Bu yüzden, her dükkânın tabelasında satılan malla ilgili bir resim vardır. Düğme resmi o mağazanın bir manifaturacı olduğunu, ayakkabı resmi de içerde ayakkabı satıldığını anlatır. Ne gariptir ki, yazının yerini resimlerin aldığı bu kent dünya edebiyatının en büyük isimlerinden birinin çocukluğuna tanıklık etmiştir!.. Ricardo Neftali Reyes Basoalto 'dur çocuğun adı. Babası, tren yollarına çakıl taşıyan bir yük treninde şeflik yapmaktadır. Annesi... 12 Temmuz 1904'te dünyaya geldikten kısa bir süre sonra ölür annesi. Ondan geriye yalnızca siyah elbise giymiş bir kadın resmi kalır; bir de annesini anlatmasını istediği yakınlarından duymaya alıştığı şu söz: ''Annen şiiri çok severdi'' Neruda'nın sakallı heykeli... Evlerinin arkasındaki arsayı çevreleyen tahta perdedeki deliği keşfeder bir gün. Delikten baktığında, yabani otların boy verdiği başka bir arsa görür... Ama delikte birden beliren bir çocuk eliyle geri çekilir. Tahta perdenin dibinde oyuncak bir koyun durmaktadır! Solmuş yünden yapılan bu koyun, altında bir zamanlar tekerlekleri olan bir oyuncaktı. Tekerlekler yoktu ama takıldıkları yerlerin izleri kalmıştı. Tahta perdenin arkasındaki gizemli arkadaşının armağanı karşılıksız kalamazdı elbette; O da eve koşarak kendisine ayırdığı yeni açmış, çok güzel kokan bir çam kozalağını delikten tahta perdenin öbür tarafına atar. Bu güzel günü şöyle anımsayacaktır yıllar sonra: ''Küçük çocuğun elini bir daha hiç görmedim. Böylesine güzel bir oyuncak koyuna da hiç rastlamadım. Bana verilen bu armağanı bir yangında kaybettim. Bugün bile ne zaman bir oyuncakçı dükkânının önünden geçsem, gözüm vitrinde böyle bir oyuncağı arar boşuna. Böylesine güzel bir koyunu bir daha yapmamışlardı.'' Şilili bu çocuğun adına, Prag'ın Mala Strana semtine dikilen bir heykelde rastlarız. Bunun nedeni, Çeklerin onun yazdığı ilk şiirlerden haberdar olmaları ve çok sevmeleri değildir. On dört yaşına geldiğinde, edebiyatla ilgilenmesini istemeyen babasından dergilerde yayımlanan ilk şiirlerini gizlemek için kendine bir takma ad aramaya koyulur. Bulur da! Bir dergide Çek edebiyatının ünlü ismi 'Neruda' nın adına rastlar. Aradan yıllar yıllar geçer ve yolu bir gün Prag'a düşen Şilili şair Pablo Neruda bir demet çiçek bırakır, Çek yazar Neruda'nın sakallı heykelinin ayakları dibine!.. Oyuncaklarla oynamayan, onların büyülü dünyasından uzaklaşan bir insan asla şair olamaz; 'Şiir' adını verdiği dizeleri alt alta kurabilir ama onların arasından bir şair asla göz kırpmaz okura. Şair yüreği ancak oyuncakların koruduğu bir ortamda büyüyebilir. Oyuncaklar, muhafızlarıdır şairin. Bana inanmayanlar, Pablo Neruda'ya kulak versinler: ''Evimde irili ufaklı bir sürü oyuncak bulundururum, oyuncaksız yaşayamadım. Oyuncakla oynamayan bir çocuk, çocuk sayılmaz. Fakat oynamayan bir insan çocuk yanını ömrü boyunca yitirmiş olur ve bunun yoksulluğunu çeker. Ben evimi bir oyuncak gibi yaptım ve bu evle sabahtan gece yarılarına kadar oynadım.'' İlk kitabını on dokuz yaşında, babasının armağan ettiği saati satarak çıkaran Pablo Neruda'nın şiirleri de payına düşeni alır bu oyuncaklı dünyadan. İşte, Neruda'nın '20 Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı' adlı kitabından birkaç dize: Oyuncaklardır günler dünya aydınlığında. İnce konuğum benim çiçeklerle, sularla gelen. Sen daha beyazsın bu sıktığım küçük yüzden Ellerimin arasında her gün bir salkım gibi. Sayısız dostlarından biri, Pablo Neruda'yı ziyaret etmeye karar verir. Ne de olsa Neruda onun evine gelmiş, yanında da armağan olarak kırmızı renkte bir kadeh getirmiştir... Avrupa'daki bir arkadaşına telefon açar ve ondan Neruda'nın adresini ister. Bu istek, bir gün bile yaşamaz yorgun yüreğinde; çok değil, ertesi gün sırtı duvara dayalı bir şekilde yere oturur ve kalakalır öylece!.. Silahlarla korunan Barış Ödülü Son nefesinde, yıllardır uzak kaldığı memleketini görme arzusuyla, Neruda'ya gitme isteği el ele tutuşur böylelikle. Daktilosunun iç cebindeki küçük bir kâğıt parçasında, elyazısıyla yazdığı Neruda'nın adresi durmaktadır hâlâ... O daktilonun tuşlarına dokunan parmaklar, Nâzım Hikmet 'in parmaklarıdır!.. Pablo Neruda 1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü almış... Kimin umurunda!?. Nâzım Hikmet 'in daktilosunun iç cebinde adresinin çıkmasından daha büyük bir ödül olabilir mi?.. Bir de, öldürülen bir devrimcinin sırt çantasında şiir kitaplarından birinin bulunmasından. Hele de o devrimci 'Ernesto Che Guevara' adını taşıyorsa!.. Nâzım Hikmet ve Pablo Neruda'nın dostlukları İstanbul'a taşınır yıllar sonra. Nasıl mı?.. Dünya Barış Kongresi'nin 22 Kasım 1950'de Varşova'da yapılan ikinci toplantısına Nâzım Hikmet de davet edilir. Şaire, Pablo Neruda, Pablo Picasso, Paul Robeson ve Wanda Jekuboswka ile birlikte Barış Ödülü verilecektir. Nâzım, cezaevinde olduğu için törene katılamaz ve ödülü ona iletmek üzere Neruda alır. İki şair 1951'de Moskova'da bir araya gelirler ve Neruda bir yıl sakladığı ödülü Nâzım Hikmet'e verir. O Barış Ödülü, İstanbul'da, 2004 yılının yaz aylarında yapılacak zirveden dolayı 'NATO Vadisi' ilan edilen, girişin, çıkışın yasaklandığı, eli silahlı binlerce insanın Irak halkına ölüm yağdıranları koruduğu bölgenin hemen yanındaki Sıraselviler Caddesi'nde bulunan Nâzım Hikmet Vakfı'nda sergilenmektedir!
-
Merhaba
Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: crazy mom başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımSanıyorum sevdigim bir arkadaşla Londra gezisindeydinis dimi keşke bende olsa idim o harika anlayda ama ozamanlar ben yoktum....Kendi yerinize hoşgeldiniz......kolay gelsin.....
-
Masonluk ve Din...............
Hımm olmadı işte okuyacaksınız ki neyin ne oldugunu anlıyacaksınız!!degilmi....sizce bişeyi anlatmak tek bir sayfadanmı ibaret olması gerekiyo?aslında devamıda var bence siz devam edin okumaya ben sizi dahada bu konuda bilgilenidrecegim tabiki bende bilgilenecegim .....ben bu konuyu merak ediyordum araştıydım ve benim gibi meraklılarında olabilecegini düşüneyekten tüm ayrıntılarına daldım gitti.....kötümü yapmışım sizce?
-
PAHALI KADIN!.................
Sağolun arkadaşlar ................hassas,duyarlı kişileyin kesin okuyup yorum yapacagını biliyorum!!!!!çünkü bana göre olması gereken kadın veya insan ifadeleri!!!!!
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
ASIL NEDEN Tanri; bütün kadınlari bir araya toplamış ve Musa, Isa ve Muhammet'ten bu kadinlari paylasip kendi cemaatlerini olusturmalarini istemis. Once Musa en kidemli peygamber olarak iclerinden en zekilerini ve en acikgozlerini secmis. Daha sonra Isa en guzellerini kendi cemaatine almis. Sira Muhammet'e gelince, geride kalanlara şöyle bir bakmış ve bezgin bir sesle: Örtünün!... demis, Örtününnnnn!!! Aman sakın konuyu ciddiye almadıgım düşünülmesin sadece bana gelen maili paylaşmak istedim...çok hoşuma gitti....
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
UNUTMAK YOK Bunca zamandır nerede olduğumu soracak olursan "Oldu birşeyler" demeliyim oturmalıyım bir taşa kararan dünyada, kendini yemiş bitirmiş bir nehirde. Korumasını bilmiyorum yitirdiklerini kuşların Geride bıraktığım denizi ya da çığlığını kızkardeşimin. Nedir bu toprağın zenginliği? Gün neden günle kapanıyor? Neden karanlık gece çalkalanıyor ağzımda? Ve ölüm neden? Nereden geldiğimi sormayacak mısın? Anlatayım sana; Kırık şeyleri Acılı kapları Sık sık tozlanan koca sığırları ve tutulu kalbimi. Bunlar ne belleğimizde uyanan sarı güvercinler, ne de anılardır kuşaktan kuşağa akan. Ağlayan yüzlerdir bunlar, Parmaklardır gırtlağımızdaki, ve toprağa düşen yapraklardır. Yiten günün karanlığıdır. Yeşertir kaleleri hüzünlü kanımızdaki. İşte menekşeler ve işte kırlangıçlar, Sevdiğim her şey Tatlı mesajlar veren günbegün açıkta zaman tatlılığı artan. Kaçamayız biz; Dişlerimizin arasından: Neden kemiriyor boşa giden zaman sessizlik kabuğunu? Ne yanıt vereceğimi bilmiyorum. O kadar çok ki ölümüz Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler Ve o kadar çok ki unutmak istediklerim. Çeviren:Kenan Gülbağ
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
FEDERICO GARCIA LORCA'YA YANIK ŞİİR Issız bir evde, Korkudan ağlayabilseydim; Gözlerimi çıkarabilsem de, Yiyebilseydim; Senin sesin için yapardım Bunları, Yaşlı portakal ağacı sesin; Senin şiirin için yapardım Bunları, Çığlık çığlığa fışkıran şiirin. Baksana, Maviye boyuyorlar hastaneleri, Senin için; Kıyıdaki kenar mahalleleri Ve okullar, Senin için büyüyorlar; Tüy salıyorlar, Yaralı melekler; Pullar örtünüyor, Düğün balıkları; Deniz kestaneleri, Göğe uçuyorlar; Siyah tülleriyle terzi dükkanları: Kanla doluyorlar, kaşıklarla, Senin için; Ve, Yutuyorlar, Yırtılmış kurdeleleri; Öz canlarına kıyıyorlar, Öpüşe öpüşe; Ve ak sadeler giyiniyorlar. Bir şeftali ağacı Giyinip de, Kuş gibi seğirtirken sen; Kasırga gibi fırıl fırıl, Bir pirinç gülüşüyle gülerken; Türküler çağırdığında; Allak bullak ederken, Atardamarlarını, Dişlerini, gırtlağını, Parmaklarını; Vay ne şirindin, Kahrolurdum ben Kahrolurdum ben Kızıl göller için: Güz ortasında bir şahbaz at Ve kana belenmiş bir tanrıyla, Beraber yaşadığın. Kahrolurdum ben, Mezarlıklar için: Gece, sesi kısılmış Çanlar arasından, Suyla, mezarlarla küllenmiş Nehirler gibi geçen; Nehirler: Hasta asker koğuşları sanki, Tıklım tıklım dolu; Ve matem yağlı ölüme, Çürük taçlı mermer şifreli ölüme, Nehir nehir gelen ölüme doğru; Birdenbire taşıveren nehirler. Gece, ayakta, ağlaya ağlaya, Boğulmuş çarmıhların geçişini Seyrederken sen; Kahrolurdum seni görmek için: Bak, Ölüm nehrinin önünde ağlıyorsun Perperişan; Garip kalmış köşelerde başın, Durmaz ha, durmaz gözlerin Ağlar yaşın yaşın. Gece ve çıldırasıya yalnız, Külleri ısıra ısıra; Dumanı, gölgeyi, unutmayı: Siyah bir huniyle yığabilseydim, Trenlerin, gemilerin üstüne; Filizlendiğin ağaç için, Yapardım bunları, Topladığın, Yaldızlı su yuvaları için; Sarmaşık için, Yapardım bunları; Gecenin sırrını sana ileterek, Kemiklerini saran Sarmaşık için. Islak soğan kokusu gelen Şehirlerden, Seni bekliyorlar; Boğuk bir sesle, Şarkı söyleyerek Geçesin diye. Yeşil kırlangıçlar, Saçlarının arasına yapıyorlar, Yuvalarını; Dilsiz sperma sandalları, Peşin sıra geliyorlar; Sümüklü böcekler, haftalar, Yelkenleri düşürülmüş serenler, Kirazlar da, Dönüveriyorlar o saat: Gözükünce solgun başın, On beş gözlü başın, Al kan içindeki ağzın. Şehrin otellerini, İsle doldurabilseydim; Hıçkıra hıçkıra, Yok edebilseydim Çalar saatları; Ezik dudaklarıyla yaz ayı, Evine nasıl gelecek, Göreyim diye Yapardım bunları; Yığın yığın insanların, Melûl mahzun tantanalarıyla Ülkelerin, İşlemez sabanların, Gelincik çiçeklerinin; Mezar kazıcıların, süvarilerin, Kanlı haritaların, gezegenlerin, Evine nasıl geldiklerini Göreyim diye; Yapardım bunları. Küllerle örtülü dalgıçların, Uzun bıçaklarla delik deşik olmuş Meryem Ana tasvirlerini Sürüte sürüte gelen maskelerin; Damarların, köklerin, hastanelerin, Karıncaların, su gözelerinin, Evine nasıl geldiklerini Göreyim diye; Yapardım bunları. İçine kapanmış atlının Örümcekler arasında öldüğü Bir yatakla, Gecenin; Kinden, dikenlerden bir gülün, Sarıya çalan bir geminin, Rüzgârlı bir günle, bir bebeğin; Evine nasıl geldiklerini Göreyim diye: Yapardım bunları. Ben, Oliverio, Norah, Vicente Aleixandre, Delia, Maruca, Malva, Marina, Maria Luisa, Larco, La Rubia, Rafael Ugarte, Cotapos, Rafael Alberti, Carlos, Manolo Altolaguirre, Bebé, Molinari, Rosales, Concha Méndez, Ve daha da unuttuklarım; Evine nasıl gelecektik, Göreyim diye Yapardım bunları. Gel de taçlar takayım, Gel, sağlık esenlik delikanlısı, Gel, kelebek kravatlı civan; Sen ey, Sonsuz hür siyah bir şimşek gibi: Pırıl pırıl insan; Madem, geç vakitlere dek, Kalınamıyor daha kayalıklarda; Bari aramızda konuşalım, Gel, Şöylece bir, olduğumuz gibi; Çiğ için olmadıktan sonra, Şiirlerde n'olacak yani? Bir ağu hançerin, İçimize işlediği bu gece için Olmadıktan sonra; Şiirlerde n'olacak yani? Bu tan kızıllığı için, Olmadıktan sonra; İnsanın vurulmuş yüreğinin, Ölüme hazırlandığı, Şu viran köşe için olmadıktan sonra Şiirlerde n'olacak yani? En çok gece, geceleyin: Kıyamet gibi yıldızlardır, Dolmuşlar hepten ırmağa; Bir kurdele gibiler, Fakir fukara dolu evlerin Pencerelerindeki.. Bir ölen var, Onların evlerinde; Bürolarda, hastanelerde belki, Belki asansör ve madenlerde, İşlerinden oldular. Onulur şey değil yaraları, Yaratıklar, Acı çekiyorlar. Her yanda dert yanış, Her yanda, Vay şuymuş vay bu; Pencereler, Göz yaşıyla dolu, Aşınmış eşikler, Göz yaşından; Yüklükler ıslak, Bir dalga gibi Halıları dişlemeye gelen Göz yaşından, Oysa ki yıldızlardır akar Uçsuz bucaksız bir nehirde. Federico, Dünyayı görüyorsun. Yolları görüyorsun, Sirkeyi görüyorsun; Birkaç ayrılıştan, Taşlardan, raylardan gayrı, Kimseciklerin kalmadığı, Köşeden: Duman ha deyince, Zalim tekerleklerine; Hoşça kalları görüyorsun, İstasyonlardaki.. Her yanda, sorunlar koyuyorlar, Çeşit çeşit insan var: Kanlı bıçaklı kör var, Öfkelisi, ümitsizi var, Yoksul var, tırnak ağaçları var; Şunun bunun sırtından, Geçinmek sevdasıyla; Harami var. Hayat böyle, Federico, Ey babayiğit, Ey kara sevdalı adam. Sana, Dostluğumun sunabileceği şey İşte bunlar.. Sen de epeyce şey biliyorsun Şimdiden. Yavaş yavaş, daha da, Öğreneceklerin var. Çeviren: Enver Gökçe
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
MACCHU-PİCCHU'NUN DORUKLARI (XI) (Seçme) Karman çorman tantananın, Taş gecenin ortasına,bırak; Bırak daldırayım, ellerimi. Bırak. Unutulmuşun koca yüreği: Bir kuş gibi çırpınsın bende, Bir kuş gibi, Bin yıldır tutsak! Ko, bugün unutayım, Bu bahtiyarlığı; Bu, denizden daha engin olan, Çünkü: Denizden ve adalardan da Engindir insan. Çünkü: Bir kuyuya düşer gibi, Düşmek gerek ona, İnsana; Batık gerçeklere, Sırlı bir su dalına tutunarak, Çıkmak için: Uçurumdan. (XII) Çık kardeş, Benimle doğmaya gel. Ver elini, Yayılmış ağrının, En derin yerinden. Kaya diplerinden, Dönecek değilsin, Ve yeraltı çağlarından; Geri dönmeyecek, Taş kesilmiş sesin; Ve gözlerin, oyuk gözlerin. Yerin dibinden bak bana: Sen çiftçi, dokumacı, Garip çoban sen; Sen, eğitmen Guanako'lar (*) eğitmeni Sen duvarcı, İskelesine güvenemeyen; Sen, And dağlarından, Gözyaşı getiren; Sen, Ezik parmaklı mücevherci; Sen köylü, Ekininin üstüne titreyen; Sen, Taşının hamuruyla yoğrulmuş Çömlekçi; Boşaltın, Bu yeni hayatın kadehine, Eski gömülmüş acılarınızı; Kanınızı gösterin bana, Saban izinizi bana. Burasıydı, İşkenceye tutulduğum yer, Işık vermiyor diye mücevher; Deyin bana. Deyin bana, Taşın ve tanenin, Vaktinde verdiğini. Taşı gösterin bana, Gömüldüğünüz. Ağacı gösterin, Çarmıha gerildiğiniz. Çakın, Eski çakmak taşlarını; Yakın, Eski lambaları bana; Kırbaçları gösterin, Kırbaçları; Yüzyıllarca, Yaralara işlemiş; Ve pırıl pırıl, Kanlı baltaları bana. Ölü ağzınızla, Konuşmaya geldim. Derleyip toparlayın, Tümcek; Dil vermez dudaklarınızı, Toprağın kıyıcığında. Anlatın, Bu bitmez geceyi bir bir. Nasıl, Sizlerle bağlanmıştım ben: Zincir zincir, Halka halka, adım adım, Anlatın ne varsa anlatın. Bileyin, Saklı bıçaklarınızı; Saplayın ellerime, Göğsüme saplayın; Sarı ışıklı bir nehir gibi, Kaplanların gömüldüğü, Bir nehir gibi. Koyun ki ağlayayım, koyun, Koyun ki saatlerce, Günlerce, yıllar yılı; Koyun ki kör çağlarca, Yıldız yüzyıllarınca. Sükun verin bana, Su verin, ümit verin. Kavga verin bana, Demir verin, volkanları verin. Sarmaş dolaş olun benimle, Sevdalılar gibi. Damarlarıma seğirtin, Koşun ağzıma. Dilimle konuşun, kanımla. (*) Guanako: Güney Amerika laması.
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
MARURİ SOKAĞINDAKİ PANSİYON Maruri bir sokak. Karşı karşıya değildi evler, sevmezlerdi birbirlerini, yine de yan yanaydılar. duvar duvara, fakat pencereleri bakmazdı sokağa, konuşmazdı, öyle sessizdiler. Bir kâğıt uçuruyor havalanır gibi ağaçtan kışın kirli bir yaprak. Akşam ortalığı tutuşturuyor, kaygı içinde yok oluveren bir ateş boşaltıyor gök. Kara sis balkonları örtüyor. Açıyorum kitabımı. Yazıyorum bir maden ocağının çukurunda sanıp kendimi, bir ıslak, bırakılmış dehlizde. Biliyorum kimse yok şimdi evde, sokakta, acı kentte. Bir mahkûmum açık kapısının önünde, açık dünyanın önünde, akşam alacasında şaşkın, gamlı bir öğrenciyim, çıkıyorum işte o zaman şehriye çorbasına, iniyorum ardından yatağa ve yarına.
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
BU GECE EN HÜZÜNLÜ ŞİİRİ YAZABİLİRİM Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim Şöyle diyebilirim: gece yıldızla dolu Ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgarı. Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara. Kollarıma aldım bu gece gibi kaç gece Kaç defa öptüm onu sonsuz göğün altında Sevdi beni o ben de bir ara onu sevdim O durgun, iri gözler sevilmez miydi ama Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim. Yokluğunu düşünüp, yitmesine yanmakla Duyup geceyi, onsuz daha engin geceyi. Ota düşen çiy gibi, düşmekle şiir cana Ne gelir elden, sevgim onu tutamadıysa. Gece yıldız içinde, o yoldaş değil bana Hepsi bu. uzaklarda şarkı söylüyor biri. Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca Gözlerim arar onu, yaklaştırmak ister gibi Yüreğim arar onu, o yoldaş değil bana Artık sevmiyorum ya nasıl, nasıl sevmiştim Sesim arar rüzgarı ulaşmak için ona Ellere yar olur. öpmemden önceki gibi. O ses, ışıl ışıl ten ve sonsuz bakışlarla Artık sevmiyorum ya severim belki yine Ne uzundur unutuş ah ne kısadır sevda Böyle gecelerde kollarıma aldım çünkü Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca Belki bana verdiği son acıdır bu acı Belki son şiirdir bu yazdığım şiir ona Çeviren: Sait Maden
-
PAHALI KADIN!.................
Aşk, iki kişilik bir oyunmuş, Ve kaçan balık, Büyük olurmuş, duydum. Ama ben hep, Kalbimin sesine uydum. Bu yüzden Aptala çıktı adım, Haklısın! Pahalı kadın, olamadım... Her damla sevgiye, vererek emek, Nelere dayandı Bilsen bu yürek!.. Sevende naz, olmaz diyerek, Gönlümü ortaya koydum, Bu yüzden Aptala çıktı adım, Haklısın!.. Pahalı kadın, olamadım... Ne tek taş yüzük, bekledim yardan, Ne de, etkilendim vardan. Kimseye, bakmadım yukarıdan! Turistik otellerde yoktu kaydım, Bu yüzden Aptala çıktı adım, Haklısın! Pahalı kadın, olamadım... Doğru bildiğimden, asla şaşmadım Para, pul, hırsıyla Dolup taşmadım! Hep zoru seçtim, Kolaya alışmadım. Ne zaman acıksam, Duygularımla doydum Bu yüzden Aptala çıktı adım, Haklısın! Pahalı kadın, olamadım... Demedim, gencim, güzelim Ne verseler az... Görmedim erkeğimi yolunacak kaz! Siper ettim, sevdiğime sinemi Kondurmadım üstüne toz. Asla, düşkün olmadım, lükse, Çalıştım, kazandım, yapmadım sükse Kim, aşk için, gözyaşı dökse, En değerli ziynet saydım, Bu yüzden, Aptala çıktı adım, Haklısın! Pahalı kadın, olamadım... Ne, kuş tüyü yastıklara baş koyup, Çöllere saldım, sevdiğimi, Ne de, demir dağları deldirdim, Ferhat''ıma. Hiçbir zaman feda etmedim, Sevdamı rahatıma... Bu yüzden Aptala çıktı adım, Haklısın! Pahalı kadın, olamadım... Her sevişim, Biraz ölüşümdür, benim!.. Her ölüşüm, yeniden doğuşum!.. Yüreğimin dallarına, sererim de acımı, Kimseye boyun eğmem! Beni benden, Caydıramaz yalnız kalışım. Yalana mekan, Yılana yuva değil, gönlüm!.. Kışa yaz, karaya beyaz demem... Biraz susuzluk, biraz huysuzluk, En çokta, korkusuzluktur aşk! Ürkekliği sevmem... Gönlümün cebinde, bozukluk yok!.. Fazlasını verme, Üstünü ödeyemem... Pahalı olanı, Üzmek değil niyetim. Bu benim işte, Böyle geçti hayatım. Ne etiketim var, ne de fiyatım... Sanma ki, sarhoştum, Söyledin de aydım, Sanma ki, erdemi, ucuzluk saydım Aşk, iki kişilik bir oyunmuş Ve kaçan balık, Büyük olurmuş, duydum. Ama ben hep, Kalbimin sesine uydum!.. (ALINTI)
-
Türkiye'de ve dünyada kadının yeri........
Tecavüze uğrayacak kadınlar için elkitabı Türkiye çok değişti, bürokrasi azaldı. Eski bir hayalimdi, ‘VATANDAŞIN EL KİTABI’ diye bir rehber hazırlayacaktım. Bu rehberde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşayabilmek / sağ kalabilmek için gerekenler yer alacaktı. Mesela rüştünü ispat etmiş Türk gençlerine şöyle bir tavsiyede bulunacaktım: - Artık hukukî açıdan sorumluluk sahibi, rüştünü ispat etmiş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısın. (Türkiye’de bir yerlere gelmek için rüştünü değil puştunu ispat etmen gerekir, diye yazamazdım herhalde.) Allah başka dert vermesin, n’edelim. Bu yaşta hepimizin başına gelmiştir bu; üzülme. Bundan böyle sokağa çıkarken yanında bulundurman gereken şeyler: - Gereğinde dilekçe yazmak üzere bir iki adet çizgisiz A4 dosya kağıdı - İki adet 50 liralık damga pulu - Bir adet nüfus cüzdanı fotokopisi (önlü arkalı) - Mahalle muhtarından alınmış fotoğraflı nüfus cüzdanı örneği - Mahalle muhtarından alınmış ikametgâh senedi - Bir elektrik, su, havagazi faturası fotokopisi - Savcılıktan sabıka kaydı (o zaman ‘iyi hal kağıdı’ derlerdi) - Askerlik belgesi - İlkokul diplomasının sureti (ortaokul, lise, üniversite olmaz, illa ilkokul) - İki adet cepheden çekilmiş vesikalık fotoğraf Ve tabii ki, olmazsa olmaz, askerliğini yapmış, iyi hali bilinen İKİ ŞAHİT! * Zaman geçti, Türkiye eeeee-Devlet’ten ağır ağır e-Devlet’e geçerken bu söylediklerimin pek çoğu unutuldu. Ama sağ olsunlar bürokraklarımız koydukları yeni kurallarla, yargıçlarımız kafalarına göre yarattıkları içtihatla bize yeni malzeme buldular. Hayvan (lardan özür diliyorum), komşu evin camını kırarak içeri girmiş ve kadına tecavüz etmiş. Bu fiili iki kere tekrarlamış. Kadın, içerideki çocukları duymasın diye bağırmadığını ve ailesinin tepkisinden korktuğu için tecavüze uğradığını kimseye söyleyemediğini iddia ediyor. Hayvanın iddiası ise, kadının rızası ve zorlamasıyla ilişkiye girdikleri. Yargıtay, 15 yıl hapis cezasını bozarken şöyle bir gerekçe açıkladı: “Mağdurenin ırza geçme eylemi sırasında bağırıp çevreden yardım istememiş olması, eylemin değişik zamanlarda tekrarlanmasına rağmen hiç kimseye anlatmaması ve mağdurenin anlatımı dışında delil elde edilememesi nedeniyle eylemin rızaya dayalı işlendiğinin kabulü yerine, uygun düşmeyen gerekçelerle hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir”. (Gazeteler, 8 haziran) Daire, bu gerekçeyle de yetinmeyip kadının olayı bir tecavüz gibi aktararak ‘durumunu çevresine mazur göstermeye çalıştığını’ da savundu. Yani dava yeniden görülürse, tecavüze uğradığını iddia eden kadın hapse bile girebilir. * Türkiye’de Yaşama ve Sağ Kalma Kılavuzu’ndan (A Guidebook of Surviving in Turkey - Manuel de Survie en Turquie) ‘Türkiye’de tecavüze uğrayacak kadınlara öneriler’ : 1- Tecavüz fiili sırasında mutlaka herkesin duyacağı şekilde bağırın 2- Bağırmanız yetmez, bağırdığınızı yargıça ispat etmeniz de gerekeceğinden tecavüz esnasında a- Ya sözüne güvenilir, sabıkasız ve askerliğini yapmış iki şahit bulundurun b- Ya da tecavüz fiilini bizzat filme alın 3- Ve her tecavüz fiilinden sonra mutlaka beş dakika ara verin ve en yakın karakola giderek tecavüzünüzü kaydettirin. 4- Bu arada tecavüz edilirken blucin giymemeniz de tavsiye edilir. Malum, bir aralar yargıçlar ‘tecavüz eden erkeğin kadının rızası olmadan dar blucini çakırması mümkün olmadığından...’ gerekçesiyle, blucinli kadına tecavüzü suç saymamışlardı. Diyeceksiniz ki ‘Bu karara üzüleceğine sevinmen gerekir Serdar. ‘********* YALANMAZSA KÖPEK DOLANMAZ’ diye bir atasözü icat etmiş bir milletin mensubuyuz.!’ Bu da bir teselli tabii ki… Serdar Devrim
-
Türkiye'de ve dünyada kadının yeri........
kadın ve medya... Metalaşma, kadın, medya üçlüsüne ilk anda bakıldığında birbirinden çok bağımsızmış gibi dursalar da post modern dünyada her türlü kavramın birbirine eklenmesi sonucu birbirlerinden aslında çok uzak olmadıkları görülebilir. Metalaşma süreci içindeki kadınlık rolleri ile, erkek egemen dünyanın kendisini tekrar üretebilmesi için medyayı kullanması arasındaki bağlantı bu ödevin temel esaslarını oluşturmaktadır. Her üç kavramın ilk olarak birbirlerinden bağımsız daha sonra da birbirleriyle ilişkili olarak değerlendirilmesi yapılacaktır. METALAŞMA VE META FETİŞİZMİ Meta kavramın ilk olarak iyice anlaşılması için popüler kültür üzerinden bir değerlendirme yapılması faydalı olacağı düşünülmüştür. Bu değerlendirme yapılırken popüler kültür “endüstrisi”ne atıfta bulunulmaktadır… Popüler kültür Popüler kültür yeni bir kavram. 19. yüzyılın son çeyreği öncesinde dünyanın hiçbir yerinde ondan söz edilmiyordu. Kavramı yaratan olgu kapitalist üretim ilişkilerinin kültür alanını biçimleyen ana etmen haline gelmesi olmalıdır. Bunun anlamı, kapitalizmin iki temel unsurunun, sürekli tırmanan üretkenliğin ve tüm üretimleri metaya dönüştüren mekanizmaların kültür alanında da geçerli olmasıdır. Sonuç, kültür ürününün ve kültürel üretimin diğer ekonomik gerçekliklerden özerkleşmeyişi, aksine onlara sağlamca eklemlenişidir. Ekonomik rasyonalitenin Rönesans’tan beri yaratılan yüceltilmiş sanat imgesini altüst etmeye koyulmasıdır bu. Dolayısıyla, ilk popüler kültür ürünlerinin resimli magazin dergisi ve popüler roman oluşu şaşırtıcı sayılmaz. Onu popüler müzik, popüler gösteri sanatları, popüler görsel sanatlar ve sayısız türevleri izleyecektir. Popüler kültürün 20. yüzyıldaki serüveni ise, onun en kapsamlı ve insafsız analizlerini yapan Adorno’dan başlıyor. Adorno, tüm estetik ifade alanının yüksek kültür (ve sanat) ile popüler kültür ikiye yarılmasından muzdarip olduğunu öne sürer ve bugüne dek uzanan tartışmaları başlatır. Ona göre, popüler kültür ile kültür endüstrisi özdeş kavramlardır. Kültürel ürünler artık endüstri uygarlığının tanımladığı araç ve ölçeklerde üretilmektedir. Böyle olunca tüm endüstriyel ürünlerin kimlik özelliklerini oluşturan standartlaşma, normlaşma, kitlesel üretim, tüketmek adına tüketmek gibi kavramlar kültür endüstrisi için de geçerli olmaktadır. Türkiye’nin popüler kültür tarihi Merkez’e göre geç başlar. En iyimser bir analiz bile Türkiye’de 1950’ler öncesinde gerçek bir popüler kültür etkinliği gösterildiğini ileri süremez. Kuşkusuz, bu ülkede yaşayanlar Merkez’de üretilen popüler kültür ürünlerinin farkına daha 19. yüzyılda bile varmışlar ve onları kullanmışlardır. Ancak, genellikle onları Merkez’de ortaya çıkan ikiye yarılma içinde kavramak yerine, Merkez üretiminin tek temsilcisi olduklarını düşünmüşlerdir. Merkez’de popüler olan burada bu nedenle popülerliğinden sıyrılmış, hatta neredeyse aydın seçkinlerin kültürünün bir bileşenine dönüşmüştür. İronik olan şu ki, 20. yüzyılın ikinci yarısında popüler yerli üretimler başladığında, bunlar aynı aydın seçkinlerce aşağılanacaktır. Merkez’in popülerinin popülerliğini kavrayamayanlar, yerli popülere lanet ederler. On yıllar boyunca, arabesk müzik ve Yeşilçam sineması bu yüzden birer kültürel sapkınlık olarak nitelenecektir.(1) Kapitalist toplumda genelde ürünler satılmak için üretilir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, metalar aracılığıyla sürdürülür. Hemen her şeyin parayla ifade edilen bir değişim değerine sahip olarak üretildiği bu toplumda, ürünler, insanların ihtiyaçlarını karşılamanın bir aracı olmaktan çıkarak bir amaç haline gelirler. Buna meta fetişizmi diyoruz. Ve kapitalist toplumun “ahlakı” gereği en yüce meta olan para, insanların yegane amacı haline gelmeye başlar. Kapitalist toplumun değer yargılarına göre, para sahibi olmak bir insanı sahip olmadığı özelliklere sahip hale getirebilir; para artık güzelliktir, sağlıktır, yakışıklılıktır, kısacası her şeydir. Çünkü para bunların hepsini satın alabilir.(2) Marx’ın meta fetişizmi çözümlemesi hemen hemen Kapital 1(1. bölüm, 4. kesim)’de toplanmıştır. Marx meta üretiminin, üreticiler arasında, farklı türde, nitelikte ve miktarda emeği birbiriyle değerler olarak eşdeğer kılan bir toplumsal ilişki oluşturduğunu belirledikten sonra, bu ilişkinin üreticilere ya da daha genelde topluma nasıl göründüğünü inceler. Bu, üreticilere, “kendi aralarında bir ilişki olarak değil de emek ürünleri arasında kurulan toplumsal bir ilişki olarak görünür.” Terzi ve marangoz arasındaki toplumsal ilişki, elbise ve masada cisimlenmiş emek olarak değil de, bunların birbiriyle değiştirildikleri oran biçiminde ifade edilmiş bir ilişki olarak görünür. Fakat Marx bu meta ilişkileri görüntüsünün şeyler arasında bir ilişki gibi görünmesinin yanlış olmadığına hemen işaret eder. Böyle bir ilişki vardır, fakat üreticiler arasındaki ilişkiyi gizler: “bireyin emeğini öteki üreticilerin emeklerine bağlayan ilişkiler, üreticilere, aslında olduğu gibi, çalışan bireyler arasında doğrudan toplumsal bir ilişki olarak değil, tersine, kişiler arasında maddi ilişkiler ve şeyler arasında toplumsal ilişkiler olarak görünür”. Marx meta fetişizmi kuramını bir daha açık ve geniş bir biçimde ne Kapital’de ne de başka bir yerde ele almıştır. Bununla birlikte, kuramın etkisi, klasik politik iktisada ilişkin eleştirilerinde açıkça fark edilebilir. Meta fetişizmi, kapitalizmin iktisadi biçimlerinin, bunların altında yatan toplumsal ilişkileri gizlemesinin en basit ve genel örneğidir; örneğin ürün kaynağı olarak artık değer’in değil de, ne şekilde anlaşılırsa anlaşılsın sermayenin görülmesinde olduğu gibi. Meta fetişizminin basitliği, onu, iktisat dışı ilişkilerin çözümlenmesinde bir başlangıç noktası ve bir örnek durumuna getirir. Bu, ideoloji çözümlemesinde ele alınabilecek, görüntü ve gizli gerçeklik (birincisinin yanlış olması gerekmese bile) arasında bir ikilik yaratır. Gerçekleşen toplumsal ilişkileri metalar ya da şeyler arasındaki ilişkiler olarak ve bu biçimde ele alır ve bu, şeyleşme ve yabancılaşma kuramına uygulanır . İmgelerin Metalaşması: Modern Röntgenciliğin Popüler Biçimleri. Görüntünün, imgenin metaya dönüşmesi,modern insanın her tür görüntüyü sadece görmek isteyerek, üstelik bu görme ediminden de haz duyarak satın almaya koyulmasıdır. Televizyonlar hiç tanımadığımız manken-ünlülerin maceralarını duyurur. Paparazzi gazeteciler resimli dedikodu sütunlarında hiç karşılaşmayacağımız pseudo-ünlüleri fotoğraflar. Dekorasyon dergisi hiç edinmeyeceğimiz, hatta görmeyeceğımiz ev iç mekanlarını röntgenlememize olanak verir. 1 Başkalarının yaşamına “dikiz”: Dedikodu sayfası. 2 Başkasının mekanına “dikiz”: Dekorasyon dergisi. 3. Dekore ettirenin görüntüsü bile metadır: “Bay White Manhattan’daki dairesini anlatıyor”. Röntgenleyen özneler olması için, röntgenlenen nesneler de olmalıdır. Cinselliğin Metalaşması: Pornografi Geleneksel toplumlar erotik olanı üretir ve tanırlar; pornografi ise, cinselliğin sadece bir görüntü olarak alınır satılır kılınmasıdır. Bunu yalnızca modern insan üretir, satar, satın alır. Popüler kültürün en verimli bölgesini tanımlayan pornografi, nesnesi olmayan cinselliktir. Göstergelerin Metalaşması Geleneksel dünyanın anlamlı göstergeleri içerikleri boşaltılarak alınır satılırlık kazanırlar. Örneğin, o dünyada bir hat sanatı yapıtı, bir besmele levhası sadece üzerindeki dinsel mesaj dan ötürü anlamlı ve değerli değildir. Popüler kültür dünyası fabrikada üretilmiş besmele levhalarını piyasaya sürünce, artık o levhanın üzerinde besmele yazılı olmasının dışında, yani düz anlam dışında, anlamlılık bulunmaz. Dinsel alanın dışında, bu kadar bile anlamlılık söz konusu değildir artık. Fetişler, Kültler Gerçek kişilikler marifetlerinin ne olduğundan ve kullanım nesneleri de ne işe yaradıklarından bağımsız olarak peşinde koşulurluk, özlenirlik, hatta sevgi duyulurluk nitelikleri kazanırlar. Elvis Presley hangi kalitede müzik yaptığından bağımsız olarak milyonları etkileyen bir figüre dönüşür. Olağan bir branda benzeri pantolon kumaşı “blue jean” adıyla edinilmesi için fedakarlıklara katlanılan bir fetiş nesne olur. Otomobil ulaştırma işlevinin ötesinde, sadece fotoğrafı bile tapınmak için kullanılan bir külttür. Anlatının Metalaşması Edebi anlatı pre-modern dünyada ekonomik bir anlam taşımaz. Onu metaya dönüştüren popüler sinema, popüler roman, çizgi roman gibi araçlar belirince, artık anlatının neyi anlattığının önemi kalmaz; ama, her anlatılışında bir ekonomik değer üretilmiş olur yine de. Tüm Muazzez Tahsin Berkant romanları aynı öyküyü yineler; tüm popüler Hollywood filmlerinde sonuç baştan bellidir. Ancak, bu arz ve talebin niteliğini değiştirmez. Gezinin Metalaşması: Turizm Gezmek için gezmek bir popüler kültür etkinliğidir. Turist bir mekan tüketicisidir sadece. Ona parasının karşılığında belirli bir zaman aralığı ve belirli kullanım tarifesiyle kullanması için mekan pazarlanır. Turistik hizmet ise özünde bir mekan pazarlama etkinliğidir. Estetik Mesajın Metalaşması İlk üretildiklerinde meta niteliğinde olmayan sanat ürünleri mekanik çoğaltım olanaklarıyla kitlesel ölçüde üretilerek popüler kültür nesneleri haline getirilirler. Tüm reprodüksiyon piyasası bu hizmeti verir. Kökende tekil olana potansiyel olarak sonsuz ölçüde çoğaltılabilme olanağı bahşeder. Ya da geleneksel yöntemlerle üretilen resim ne söylediği hiç önemsenmeyen, bir şey söylemesi de beklenmeyen bir “yüzeyi boş bırakmama pratiği”ne dönüşür. Mekanın metalaşması Popüler kültürün varlık kazandığı ilk alan mekanın metalaşmasına yol açan rant olgusunun sahneye egemen oluşuyla kenttir. Ancak, burada popüler kültür gerçeğini yaratan şey, sadece toprağın alınır satılırlık kazanması ve spekülasyon yapma aracı haline gelmesiyle sınırlı değil. Alınır satılırlık kazanan yalnızca toprağın kendisi değildir; kent mekanı ve bileşenleri de birer görsel gerçeklik olarak metalaşırlar. Bir banliyö evini satanlar artık sadece metrekare satmazlar; fiyata onun eski İstanbul evi, ya da koloni dönemi Amerikan evi replikası oluşu da dahildir. Mekanın Disneylandlaşması Lunapark disneylandlaşan mekanın prototipidir. Gerçek dünyaya alternatif bir başka mekan tanımlar. Disneylandlaştırılan mekanda sadece giriş ücretini ödediğimiz kadar kalırız. Ancak, giderek bu fiyatını ödeme edimi bir gişeden bilet alma biçiminde olmaz. Las Vegas (hatta, Bodrum) gibi tüm bir kent yalnızca belirli bir zaman aralığında fiyatını ödediğimiz için kaldığımız bir disneyland haline gelir. MEDYA ve KADIN Bu başlık altında medyanın toplum üzerindeki etkisi, toplumsal yapıları nasıl yeniden ürettiği ve onları nasıl dönüştürdüğü; bu yapılar içinde erkek egemen dünyada kadının statüleri ve rolleri bu rollerin yansımaları açıklanmaya çalışılacaktır. Medya Üzerine Genel Bir Değerlendirme: Kitle iletişim araçlarının, içinde yapılandıkları sistemin yapısal özelliklerini taşımaları, dolayısıyla da o sistemin bir parçası, bir alt sistemi olarak işlev görmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktadan bakılacak olursa mevcut sistem, düzen yada toplumsal yapı içerisindeki her tür ilişki biçimi ve ortamı söz konusu araçların örgütsel, üretimsel ve tüketimsel dayanağını oluşturmaktadır. Bu nedenle de kitle iletişim araçlarının üretimsel ortamı, başka bir deyişle içeriği içinde, yer aldıkları, yapılandıkları ve işlevsellik kazandıkları toplumun büyük ölçüde temsilinden ibarettir. Yani bir toplumdaki egemen değerler yaşam biçimleri, gelenekler, görenekler, üretim ilişkileri, tüketim biçimleri, kısaca her tür ilişki düzeyi ve biçimi o toplum içerisinde yapısallık ve işlevsellik kazanan kitle iletişim araçlarının hem içeriksel ortamında, hem de söz konusu araçların alımlanması aşamasında temsilini ya da başka bir deyişle yansımasını bulabilmektedir.(4) Toplumsal Cinsiyetçilik Açısından Medya: Medya cinsiyetçi ve eşitsiz toplumsal ilişkileri yeniden üreterek bunu yaygın bir biçimde dolaşıma sokar. Bundan ötürü, medya topluma ilişkin ipuçları sağlayabilen bir harita olarak okunabilir. Aynı zamanda medya sadece kendisini öncelediği savunulan ekonomik, siyasal ve sosyal dinamikler tarafından belirlenmeyip bu dinamikleri değiştirebilecek bir potansiyele de sahiptir. Yani, medya, toplumdaki güç ilişkilerini yansıtır, ama aynı zamanda bunları yeniden üretir, değiştirir, başka biçimlerde kurar. Bundan ötürü medya, kadın bakış açısından ve kadınlar için üretim şeklinde somut müdahalelerin gerçekleştirilebileceği bir alan olarak ele alınarak, kadınların hayatlarını değiştirme çabasında önemli bir araç olabilir. Medyanın kadınlık durumuna ilişkin kurgulamasının ne şekilde işlediği ve bu kurgular aracılığıyla egemen tanımlamaların, yani kadınların eşitsiz konumlarının nasıl yeniden üretildiği bilinen bir gerçektir: Medya kadınları öncelikle “bedene” indirgemekte ve kadınları bedenleri üzerinden sömürmektedir. Farklı kadınlık durumu ve yaşamları medya metinlerinde temsil edilmemekte, medya metinlerinde kadın çoğu zaman basmakalıp iki tipleme içerisine sıkıştırılmaktadır: ya fettan ve kötü kadın ya da anne ve iyi eş olarak kadın. Toplumsal dinamiklere koşut olarak kadının yaşamındaki değişmeler ve yeni sorunlar medya metinlerinde ihmal edilmektedir. Kadınların çalışma yaşamına dahil olmaları da kadınlara uygun iş tanımları temelinde sunulmakta, bu tanımların dışına çıkan kadınlar marjinalleştirilmektedir. Medya kadına yönelik her türlü şiddeti dayaktan, cinsel tacize ve tecavüze değin, genellikle ya kadınlara atfedilen “kışkırtma” ya da erkeklere atfedilen “cinsel dürtülerini gemleyememe” açıklamaları ile sunarak, cinsiyetçi bakış açısını meşrulaştırmaktadır.(5) Medyada Kadının Temsili: Kadının kitle iletişim araçlarındaki temsili için de aynı durum söz konusudur. Ancak günümüzde kadının kitle iletişim araçları dünyasındaki temsil biçimini gereği gibi anlamlandırabilmek için yüzyıllar, hatta bin yıllar gerisine, mülkiyetin özelleşme sürecinin başlangıcına kadar gitmek gerekmektedir. Mülkiyetin erkek egemen bir yapılanma içerisinde özelleşme süreci, cinsiyetin de bu egemenlik ve bağımlılık yapısı içerisinde özelleştirilmesi sürecini doğurmuştur. Maddi değerlerin mülkiyetini ele geçiren erkek, karşı cinsi de o değerlerin bir kesiti olarak kabul edip onu da kendi mülkiyet alanına dahil etmiştir. Bu durum bir bakıma kadının toplumsal yaşamdaki konumunun de erkeğe göre ikincil kalması sürecinin başlaması anlamına gelmektedir. Kadının bu ikincil konumu toplumsal yaşamın her düzeyinde geçerlilik kazanarak giderek de genel kabul görmüştür. Bu genel kabul zaman içerisinde öylesine yerleşiklik kazanmıştır ki kadının öncelikli konumda bulunduğu, baskın etkiye ve role sahip olduğu üretim ilişkilerinde (ev işleri, kırsal kesimde tarlada ya da çiftlikte yapılan işler, çocuk doğurma ve yetiştirme vb.) bile onun konumlandırılması ikinci planda tutulmuştur. Daha da ilginci bu konumlandırmayı kadının kendisinin zaman içerisinde doğal karşılaması ve kabullenmesidir. Durumun kadın tarafından kabullenilmesi ise onun, söz konusu erkek - egemen ilişkiye dayalı düzen içerisinde kendisinin bağımlı, yani ikincil konumda kalma durumuna karşı çıkmaması, bu durumdan kurtulmak için herhangi bir direnç gösterme gereği duymamasına, zaman zaman gösterilen dirençlerin ise marjinal kalmasına, dolayısıyla da genel yapının bozulmasına herhangi bir etkide bulunmamasına zemin oluşturmuştur. Erkeğin özne kadının ise nesne olarak konumlandığı egemenlik ve bağımlılık ilişkisine dayanan bu cinsiyet konumlandırılması geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecinde ve sonrasında da devam etmiştir. Üstelik de kadının, ev ortamının dışına çıkmaya, kamusal alanda yer almaya başladığı modern toplumsal ortamda da bu ikili ilişki, daha doğrusu iki cins arasındaki egemenlik ve bağımlılık ilişkisi çok daha belirgin biçimde hissedilmeye başlanmıştır. Kadın, erkeğin egemen olduğu, dolayısıyla da erkeğin belirlediği kamusal alanın ilişkiler ortamında kendi başına varlık göstermekten çok erkek yanında, onun varlığını ve gücünü pekiştirici rol almaya başlamıştır. Sözgelimi iş ortamında kadın, erkeğin yardımcısı, işteki başarısının pekiştiricisi olurken iş dışı ortamda erkeğin eğlence alanında onu eğlendiren, yaşamdan zevk almasına yardımcı olan vb. konularda erkeğin yanında yer alan, onun yaşamının yardımcısı unsuru rolüyle konumlandırılmıştır. Hem zaten kamusal alan erkek egemen değerlerle yapılanan bir ortam olduğu için söz konusu alana kadının daha etkin katılımı, bu alanda başarılı olması da beklenmemekteydi. Dolayısıyla da kadın kamusal alanda ancak mülkiyetinde bulunduğu erkekle birlikte varlık gösterebilmekteydi. Dolayısıyla da onun, başarı ve etkin katılım adına özel bir çaba göstermesi gerekmemekteydi. Ancak buna rağmen, temelini kapitalist ilişkilerin oluşturduğu modern toplumsal ortamda kadının kamusal alana çıkışı, iş ve eğlence yaşamında kendisini göstermeye başlaması bir yandan da onun, modern yaşamın gereklerine uygun bir yaşam biçimi geliştirmesi gereğini doğurmuştur. Başka bir deyişle modern toplumun, modern olmak adına kadına, yani modern kadına önerdiği ya da sunduğu birtakım davranış giyim kuşam, eğlence vb. belli bir yaşam biçimi vardı. Modern toplumun kamusal alanında yer almak isteyen kadının öncelikle kendisine sunulan bu yaşam biçimine uygun davranması gerekmekteydi. Modern yaşamın gerektirdiği gibi giyinmek, süslenmek, eğlenmek vb. istek ve beklentiler giderek kapitalist ortam içerisinde kadına yönelik bir endüstrinin de gelişmesine zemin hazırladı. Moda, kozmetik, eğlence vb. endüstrilerin gelişmesiyle kadın bir yandan modern toplumsal ortamda hem kendisi için daha çekici ve geniş etkinlik, dolayısıyla da temsil alanları yaratma olanağı bulurken hem de söz konusu endüstri ortamlarında üretilen ürünleri alabildiğine tüketerek de kapitalist sistemin güçlenmesine katkıda bulunmaya başladı. Kadının kamusal alana dolayısıyla da kapitalizmin Pazar ortamına katılımı ve orada etkinlik göstermeye başlamasının çoğunlukla erkeğin gözetimi ve denetimi altında gerçekleştiği düşünülürse burada da erkeğin talep ve beklentilerinin belirleyici olması kaçınılmaz bir durumdur. Dolayısıyla da kadının kamusal alandaki ya da çalışma yaşamındaki etkinlik alanı ve üretime katılımı erkeğin, onun için sağladığı koşullar ve sınırlılıklar içinde gerçekleşmesi söz konusu olmaktaydı. Öte yandan kadının kapitalist Pazar ortamına katılımı ise daha çok tüketime katkıda bulunmaktan ibaret kalmıştır. Onun pazarda tüketici olarak yer alma yönünün de yine erkek tarafından belirlendiği gözlemlenmektedir. Nitekim kadının, erkek-egemen dünyada kendisine kanıtlamak, gücünü göstermek, kendisi için daha geniş bir yaşam ve etkinlik alanı yaratmak için tüketime yönelmesi doğaldı. Moda ve kozmetik alanında gözlemlenen alabildiğine tüketim bunun somut göstergesi olarak görülebilir. Kadının tüketim etkinliğinin sözü edilen bu iki alanda yoğunluk kazanmasının ise kadının erkek-egemen dünyada kendisini daha çok cinselliği ile ön plana çıkarmak kaygısı ile bağlantısı olabilir. İş yaşamının başka alanlarında ona, kendisini kanıtlama olanağı verilmemesi, onun için sunulan olanakların ve etkinlik alanlarını daha çok erkeğin gözetiminde ve denetiminde olması, kadının kendi bireyliği ile varlık göstermekten çok erkeğin yanında ona eklemli bir birey olarak kendisini ifade etme olanağı bulması doğal olarak kadını belki de elinde kalan ve erkeğe karşı kullanabileceği tek güç olan cinselliğini ön plana alma çabasına yönlendirdi. Nitekim her şeyin, bütün değerlerin hiç düşünülmeden pazara sunulduğu kapitalist ortamda kadın cinselliği de çok geçmeden pazarın kuralları içerisinde sergilenmeye başlandı. Çünkü kadın, cinselliğinin kadının kendisini erkek dünyasında kanıtlamanın önemli bir yolu olmanın ötesinde kapitalist için pazarda başarı sağlamanın önemli bir aracı olacağı anlaşılmıştı. Nitekim kısa süre içinde kadın cinselliğinin de kapitalist pazarın meta fetişizmine dayalı tecimsel ortamının öncelikli ve hatta belki de en çekici ürünü haline getirildiği gözlenmektedir. Kadın ve medya ilişkisini de bu noktada, yani ticari kapitalizmin tecimsel kaygısı bağlamında ele almak gerekmektedir. Kapitalist sistemin bir türevi olarak doğan ve gelişen kitle iletişim araçlarının, modern yaşamın çeşitli boyutlarında çoklu katkılarla ve rollerle yer alan kadını öncelikli konuları ve hedefleri arasına koymasından doğal ne olabilirdi.? Kitle iletişim araçlarının üretimsel ortamı için kadın hem ham mamul, yani içeriği zenginleştiren malzeme, hem de üretilen ürünün öncelikli alıcısı, yani, tüketimsel ortamdaki söz konusu araçların işleyişlerini sürdürmesine yardımcı olan bir konumda bulunmaktadır. Modern dünyada kadının, kamusal alanın özellikle de eğlence ortamının nesnesi olarak rol alması aynı rolün kitle iletişim araçlarının içeriğini oluşturulmasında da geçerliliğini ortaya koymaktadır. Kitle iletişim ortamında özellikle eğlence nitelikli programların malzemesi çoğunlukla kadınların oluşturması da bunu göstermektedir. Dahası günümüzde moda, podyum ve eğlence dünyasında kadının rolünün ağırlıklı olmasının önce özendirilmesi, ardında da bunun medyanın eğlence programlarının içeriğinin oluşturulmasında malzeme olarak kullanılması kadının medyadaki temsilinin niteliğini ve amacını açıkça ortaya koymaktadır. Öyle ki günümüzde ticari kazancı hemen hemen tek kaygı olarak gören medyanın bu kaygıya dönük üretim ortamının merkezine kadını koyması da aslında erkek egemen ilişki ortamında kadının ikincil konumunu, başka bir deyişle nesne olma özelliğini pekiştirmektedir. Kadının kitle iletişim araçlarındaki temsil biçimi yalnızca onun ikincil ya da nesne konumunu ortaya koymakla ve pekiştirmekle kalmamakta yanı sıra söz konusu araçların, yani, medyanın içinde işlerliğini sürdürdüğü kapitalist ortamın pekişmesine katkıda bulunmaktadır. Şöyle ki kadının çeşitli programlarda (reklamlar, diziler, haberler, talk showlar, yarışma programları vb.) sunuluşu sırasında beraberinde belli giyim biçimleri dolayısıyla tekstil endüstrisi, makyaj biçimleri dolayısıyla kozmetik endüstrisi, vb. birtakım ürünlerin tüketiminin de teşvik edildiği anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle kadının kitle iletişim araçlarındaki sunumunun yanı sıra kapitalist yapının, onun içerisindeki güç ilişkilerinin, üretim ve tüketim ilişkilerinin de temsili, dolayısıyla pekiştirilmesi kaygısı dikkati çekmektedir. Burada vahim olan şey bütün bunların, kadının cinselliğinin medya aracılığıyla pazarlanması çabalarıyla birlikte gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır. Başka bir deyişle kadının, medyanın içeriğine malzeme olan yani daha çok onunun cinselliğidir. Nitekim medyada gördüğümüz çoğu örnekler be bunu göstermektedir. Dizilerden , reklamlara, haber programlarından yarışma programlarına hemen tüm sunum alanlarında kadın cinselliği çarpıcı biçimde sunulmaktadır. Barlarda, diskolarda, pavyonlarda, podyumlarda yapılan çekimlerin ciddi olarak nitelenen haber programlarının öncelikli konuları arasında yer almaya başlamaları, hemen bütün ürünlerin reklamlarında kadın cinselliğinin kullanılması, dizilerin, alabildiğine sığ, basit olarak yansıttığı kadının duygu dünyası vb. bu yöndeki eğilimin en çarpıcı kanıtları değil de nedir. ? Ticari kaygının temel alındığı medyanın tecimsel ortamında bundan başka bir şey de beklenemezdi. Öyle ya mademki temel kaygı para kazanmak, o zaman bu parayı en kolay kazanmanın yoları da aranmalı ve bulunmalı. Yani en az çabayla en çok kazanca ulaşmaksa temel ilke medyadan da bundan öte bir şey beklenemezdi. Kadın ve onun cinselliği de sanırım bu toplumsal ve kültürel ilişki ortamında en çok rağbet gören şey. O halde medya da ticari ortamda başarısını en çoklaştırmak için bu uygun alanı ya da malzemeyi kullanmaktan kendisini alamaz. Kadınlık rolleri: a) Anne ve İyi Eş Rolü Medya, var olan değerleri olduğu gibi kabul ederek sorgulamadan dolaşıma sokar ve yeniden üretir. Erkek egemen ideolojinin kadına biçtiği roller ise annelik ve eşliktir. Toplumsal yaşamın her alanına hakim olan bu ideoloji medyada da hiç kuşkusuz karşımıza çıkar. Her gün izlediğimiz reklamlarda, dizilerde, filmlerde, magazin programlarında, haberlerde bunun pek çok örneğini görmekteyiz. Medyada kadının anne ve eş olarak rolü üç biçimde karşımıza çıkar: Temizlik, yemek ve çocuk bakımı. Bununla üretilen ise bu şekilde aile içindeki sorunların, çatışmaların ve eşitsiz iş bölümünün tamamen görmezden gelinerek onun yerine, kadının ezilmesi pahasına, ailenin uyumu, mutluluğu ve birlikteliğinin öne çıkarılmasıdır. Cinsel nesne olarak kadın: Erkek egemen toplumun kadına yüklediği anlamlardan biri de cinselliktir. Bunu medya ürünleriyle de destekler. Gazetelerin arka sayfa güzelleri, reklamlarda kadın bedeninin teşhiri, spor haberlerinin özellikle kadınlara sundurulması gibi örnekler verilebilir. c) Kadının Şiddet Eyleminin Hedefi Olarak Sunulması: Türkiye’deki kadınların yoğun biçimde en başta ev içinde olmak üzere şiddete maruz kalmaları medya içeriğinde de uzantısını bulur. Haberlerde şiddete maruz kalanların öyküsü yazılırken bu kadınların kimliklerine, işlerine vs. gönderme yapmak yerine yine onların güzelliği, gençliği, eş ve anne olmaları, ‘kadersizliği’ vurgulanır. Şiddete maruz kalma nedenleri zaman zaman ön plana çıkarılarak şiddet haklılaştırılır. Şiddet eyleminin aktörü erkek ve erkeğin içinde yetiştiği toplumun erkek egemen değerleri sorgulanmaz. Medya haberleri bu olayları ev içinde yaşanabilecek küçük tatsızlıklar şeklinde, ailenin iç işleri olarak kavrayarak kadınların özel hayatlarının politik olduğunu görmezden gelir. Şiddet aile içinde değilse de bu sefer medya kadını kurbanlaştırmaya, şiddet uygulayanı ise canavarlaştırmaya, sapkınlaştırmaya çalışır. Bu da okuyucuyu/izleyiciyi kadına yönelik şiddetin kökenlerini ve yaygınlığını sorgulamaktan alıkoyar. Haberlerdeki kadına yönelik şiddet film ve dizilerde de sürer gider. Örneğin pek çok Türk filminde ve dizilerde olduğu gibi, örneklerimizde de kocanın otoritesinde simgelenen kutsal ‘aile ocağı’ kadınların bireysel var oluş haklarını siler. Öte yandan filmlerde bize anlatılan daha çok erkek karakterlerin şiddet eylemlerinin haklılığıdır: Filmlerde ev kadınlığı ve annelik ‘görev’lerini yerine getirmeyen kadınların cezayı ‘hak ettikleri’, ya da dik başlı küstah davranışlarıyla erkekleri ‘kışkırttıkları’ mesajı verilir . Kadının kendisine çizilen rol ve görevlere karşı çıkmayı denemesi durumunda koca ya da babanın şiddeti devreye girer. Kadınlar her tür davranışlarının hesabını vermek zorunda bırakılırlar. Böylece ekranlarımızı ağlayan, acı çeken, dövülen ve öldürülen kadınlar doldurur. Yazılı basında kadına yönelik şiddet haberleri, gazetelerin üçüncü sayfalarında yoğunlaşır. Özel olanın politik olarak görülmediği, bir toplumsal olgu olan şiddetin kişisel bir sorun olarak ele alınarak bir polis-adliye vakası olarak nitelendirildiği bu haberlerde olay magazinleştirilir ve haber verme açısından klasikleşmiş kurallara bile uyulmaz. Kadına yönelik şiddet biçimlerinden öldürme, basında en çok karşımıza çıkan şiddet türüdür. Bunun nedeni de öldürmenin diğer şiddet türlerinden daha çok meydana gelmesi değil, ama dayak ve cinsel taciz gibi daha yaygın şiddet türlerinin olağan olaylar olarak görülüp gazetelere yansımamasıdır. d) Farklı Kadın Tiplerinin “Dişilik” Temelinde Ortaklanması: Medyada kadının temsili en çok anne, eş ve cinsel nesne olarak karşımıza çıkar. Ancak, az olmakla birlikte kadının medyada meslek sahibi olarak farklı yaşantılarla temsil edildiği durumlar da vardır. Bu durumlarda bile genellikle medya farklı kadın tiplerini ve farklı kadın yaşamlarını “dişilik” paydası altında ortaklayarak, erkek egemen ideolojinin “ideal” kadın imgesini yeniden üretir. Bu kadının en önemli özelliği, dış görünüşüdür. Kadınların iş yaşamlarındaki başarıları “sıradışı” “olağanüstü” örnekler olarak, kadının kendisi de “süper kadın” olarak sunulur. Bu kadınlara bir yandan “hiperaktif” “otoriter” “çabuk” “titiz” çalışkan” “ilkeli” “girişken” “yürekli” gibi erkeklere özgü görülen nitelikler atfedilirken, bir yandan da “son derece bakımlı” “göz alıcı” “canlı” “özenli” “ama her şeyden önce dost” “içi sevgi dolu” gibi kadınlara özgü görülen nitelikler atfedilir. Medyadaki kadın başarılı olma statüsüne ancak bu iki konumu dengelediğinde ulaşır. Meslek sahibi başarılı kadınlar aynı zamanda kameraların önünde çay yaparlar, bahçeyle uğraşırlar, hayvanlarını severler. Hatta anne ve eş olarak da “dört dörtlük kadın” oldukları gösterilir. Böylelikle, başarılı kadınların toplumdaki görünürlülüğü nerdeyse bir istisna olarak, başarı ise elde edilmesi güç bir şekilde sunulur. SONUÇ: Kadın ile erkek arasındaki eşitsizlikler giderilmedikçe medyada kadın ikincil özeliğini koruyacaktır. Bu eşitsizliğin temeli de üretim araçlarına sahip olup olmamakla alakalıdır. Kadınların medya eşitçe temsilin sağlanması için kadın iletişimcilere çok fazla yük düşmektedir. Ancak medya alanındaki sendikasızlaştırma ve tekelleşme hareketi kendini ağırlıkla hissettirmektedir. Kadın hareketlerinin birlik içinde davranması kadının toplum içindeki statüsünün yükselmesini sağlayacaktır
-
Türkiye'de ve dünyada kadının yeri........
Birleşmiş Milletler Ortak Programı çerçevesinde Türkiye'nin altı ilinde yapılan 'kadın sorunları' konulu kamuoyu araştırması, bilinen bir gerçeği gün yüzüne çıkardı. Birleşmiş Milletler Ortak Programı çerçevesinde Türkiye'nin altı ilinde yapılan 'kadın sorunları' konulu kamuoyu araştırması, 'kadının yeri evidir' görüşünün birçok kadın tarafından desteklendiğini ortaya koydu. Araştırmaya katılan her üç kadından biri, 'erkek kadını aldatırsa hoş karşılanabilir' önergesini doğru bulduğunu belirtirken, töre gereği cezalandırılmayı meşru görenlerin sayısının da oldukça fazla olduğu görüldü. Birleşmiş Milletler Türkiye Temsilciliği'nin Van, Nevşehir, Kars, İzmir, Trabzon ve Şanlıurfa'da yaptırdığı kamuoyu araştırması sonuçlandı. Kadın ve kız çocuklarının insan haklarıın korunması ve geliştirilmesi ortak programı çerçevesinde Hacı Ömer Sabancı Vakfı'nın da katkılarıyla yürütülen çalışma çarpıcı sonuçları ortaya çıkardı. Araştırmaya göre kadına karşı şiddet uygulayanların oranları ise şöyle: Eşi - yüzde 73 Anne ve babası - yüzde 27 Ağabey ve kardeşleri - yüzde 8. 5 Araştırmaya katılan kadınlar en çok şiddeti kocalarından gördüklerini belirtirken, kadına karşı şiddeti onaylama yaklaşımının üniversite mezunu erkekler arasında da yüksek oranda olduğu ortaya çıktı. 'Kadınlar töre gereği cezalandırılmalı' diyenlerin oranları ise şöyle: Kadınlar: Şanlıurfa - yüzde 26.8 Van - yüzde 13.7 Erkekler Şanlıurfa - yüzde 30.5 Van - yüzde 23.1 Trabzon - yüzde 17.3 'Kadının yeri evidir' görüşüne katılan kadınların oranları ise: Şanlıurfa - yüzde 62.4 Van - yüzde 41.4 Nevşehir - yüzde 40. 6 İzmir - yüzde 35.7 Kars - yüzde 33.6 Trabzon - yüzde 30.3 Araştırmanın dikkat çeken sonuçlarından biri de 'kadının yeri evidir' görüşünün kadınlar arasında yaygın olarak kabul edilmesi. Altı ilde yaşayan kadınlar yüzde 30 ile yüzde 62 arasında arasında değişen yüksek oranlarda kadının evde oturması gerektiğini düşünüyor. Birleşmiş Milletler'in araştırması bazı durumlarda kadının şiddeti hak ettiklerini düşünürüm' görüşünün de bazı illerde yüzde kırklara varan oranlarda desteklendiği ortaya çıkardı. Araştırmada 'erkek eşini aldatırsa hoş karşılanabilir' önergesine destek veren kadınların şanlıurfa'da yüzde 50'ye yakın olduğu sonucu çıkarken, diğer illerde de yüzde 30'lara varan oranlar tespit edildi. 'Erkek eşini aldatırsa hoş karşılanabilir' diyen erkeklerin oranıysa bazı illerde yüzde 67.2'ye kadar çıktı. Araştırmaya göre 'erkek eşini aldatırsa hoş karşılanabilir' diyenlerin kadınların oranları: Şanlıurfa - yüzde 49.5 Kars - yüzde 33.9 İzmir - yüzde 31.3 Van - yüzde 25.4 Nevşehir - yüzde 14.2 Trabzon - yüzde 30.3 BM ortak programı bu araştırmanın sonuçlarından yola çıkarak sözkonusu altı ilde kadın haklarını geliştirme çalışmalarına başlayacak. Devlet özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının birlikte çalışacağı programın bütçe ise 1.5 milyon ABD doları.
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Samson ve Delilah hikayesini bilmeyeniniz yoktur herhalde. En azından 1949 yılında Cecil B. DeMille’in sinemaya kazandırdığı filmi seyretmişsinizdir. Hedy Lamarr’ın Delilah, Victor Mature’un Samson rolünü oynadığı film gişe rekorları kırmıştı. Sonrasında da birçok kez televizyonlarda gösterildi. Milattan önce 12. yüzyılın sonunda geçen müthiş bir aşk hikayesini konu alır Samson ve Delilah. Samson, İsrailoğullarının Filistinlilere karşı direnişinde etkin rol oynayan bir kahramandır ve Herkül gibi gücüyle ünlüdür. Bir başka ünü da Filistin kadınlarına olan düşkünlüğüdür. Delilah bu kadınların sonuncusudur. Delilah ve Samson büyük bir aşkla severler birbirlerini. Fakat Samson, Delilah’ın kızkardeşine de aşık olur ve Delilah’ın öfkesini kazanır. Delilah, bir eşek çenesi kemiğiyle bile binlerce Filistinliyi öldüren Samson'un gücünün nerden geldiğini öğrenmeye karar verir. Türlü hileyle Samson’dan gücünün saçlarında gizli olduğunu öğrenir. Samson’u koynunda uyutarak saçlarını kazıtır ve onu Filistinlilere teslim eder. Onu yakalamanın sarhoşluğuyla Samson ’un saçlarının yeniden uzayacağını kimse akıl edemez. Esareti sırasında saçları yeniden uzayan Samson eski gücüne yeniden kavuşur ve esir tutulduğu tapınağın sütunlarını yıkarak hem kendinin hem de düşmanlarının ölümüne neden olur. Samson’un gücünün saçlarında olması tesadüfü bir durum değildir. Çünkü saç insanoğlu var olduğu süre içinde hep sembolik bir güç olarak kullanılmıştır. Toplum içinde saçını kapatmak zorunda olanların kültürlerinde bile saçın sembolik etkisi azalmamıştır. Saçlar her zaman cinsiyetin, yaşın, politik konumun ve toplumsal sınıfın belirleyicisi olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden tarihin her döneminde saçla ilgili öykülere rastlanır. Yunan ve Hint mitolojilerinde bu tarz öyküler vardır. Mısır Uygarlığı, Asur ve Sümer Uygarlıkları ise bu konuda belirleyici örneklerle doludur. Aslında saçın günümüze kadar gelen etkisini anlamak için antik çağlara kadar gitmek gerekir. Antik çağlarda bazı toplumlarda saça değişik anlamlar yüklenmiştir. Yunan filozofu Aristo, kadınların yarım kalmış embriyolar olduğunu iddia ediyordu. Embriyoların hepsi erkekti ve ancak yeterli sıcaklığa ulaşamayanlar, yani yarım kalanlar kadın oluyordu. Isı yetersizliği kadınların daha ufak tefek, kırılgan ve erkeklerden daha az akıllı olmasına yol açıyor, duygusal ve ahlak zayıflıkları baştan çıkardıkları erkekler için bir tehdit oluşturuyordu. Aristo’nun felsefesini yakından takip eden Hıristiyan din bilimciler, benzer sonuçlara, Adem’i cennetten kovdurtan Havva’yı örnek gösteriyordu. Havva ve ardından gelen kadınların, erkekler için devamlı bir tehlike oluşturması, kadınların cezalandırılmasıyla sonuçlanmıştır. Tarih boyunca birçok felsefe ve efsanede, kadınların erkekleri baştan çıkaran şeytani yaratıklar olarak gösterilmesinin nedeni de budur. Bu nedenledir ki, Yahudi ve Hıristiyan dininin kuralları yüzyıllar boyunca özellikle evli kadınları saçlarını gizlemeye zorlamıştır. Hatta bu yasak rahibeler üzerinde 1960’lara kadar kendini göstermiştir. Rahibeler o yıllara gelinceye değin başlarını kapatmak zorundaydı. Bu inançlar daha sonra batı evlilik geleneklerine de yansıdı. Örneğin bugün halen devam eden gelinin yüzünü duvakla örtme adeti o yıllardan kalmıştır. Antik Yunanlılar, Romalılar ve Yahudiler evlilik töreni sırasında gelinin yüzünü örterlerdi. Koca, törene katılanlar için gelinin duvağını bir kez açar ve ardından da kapatırdı. Bu, bir başka erkeğin karşısında bir daha açılmamak anlamına gelirdi. İbranice’de “gelin” anlamına gelen “kalah” sözcüğünün kökeni “kapatmak”tan gelir. Latince’de “evlenme” anlamına gelen “nubere” de, “örtmek, kapatmak” demektir. Avrupa kadınlarının saçını kapatma kuralı Ortaçağ boyunca yavaş yavaş terk edildi. Çünkü kadınlar “moda” denilen kavramla tanışmıştı. Çok geçmeden bu kavram ahlakın önüne geçti ve 12. yüzyılın ortalarında genç ve zengin İngiliz kadınları peruk takmaya başladı. Peruk modası kısa sürdü ama, peruk takmaya alışan kadın bir daha örtünün altına girmedi. Böylece saç kapatma geleneği eski gücünü kaybetti. Ortadoks Yahudilerin büyük bir kısmı bugün bile saçlarını şapka ya da başörtüsüyle gizliyor. Saçlarını gizleyen kadınların dinine daha sadık olduğu, daha dindar olduğuna inanılıyor. Müslümanlıkta da benzer bir yaklaşım var. Saçlarını örten kadınların, örtmeyen kadınlardan daha dindar olduğu kabul ediliyor. Bunu da saça yüklenen sembolik gücün bir göstergesi olarak açıklamak yanlış olmaz sanıyorum.
-
TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Ünlü sosyolog Prof. Şerif Mardin’in türban yasağının kalkması yönündeki kesin tavrı karşısında, bu sorun etrafında yaratılan fırtınanın süreceği ve tartışmaların giderek boyutlanacağı açık ve net. Üstelik yeni sivil anayasaya bir madde konursa, ardından çıkarılacak yasa veya yasalarla bu yasak ebediyen ortadan kalkarsa, Türkiye bir iç kavganın yaşandığı alan haline getirilebilir. Çünkü bu sorun sadece içerden kanatılan bir sorun değil. Dışardan da beslenen türban sorunu, artık düşük yoğunluklu bir tartışma olmaktan çıkarılmak isteniyor. Adı konusunda kıvırmaya, oryantal yapmaya gerek yok. Dinciler ve laikler... İsteyerek veya istemeyerek karşı karşıya getirilmek isteniyor. Ya da birileri bizi test ediyor. Kadınlar arasındaki bir sorunun, erkek egemenlerince tahrik edilmesi, siyasette malzeme haline getirilmesi ve sorunun elyordamıyla çözümlenmeye çalışılması anlaşılır çelişkiler değil. Anlaşılması ve çözümü zor, üstelik hem anlaşılmasında ve hem çözümlenmesinde zıt görüşlerin bir noktada buluşamaması daha da tehlikeli hale getiriyor sorunu. Ben önce din üzerinde yapılan siyasetin kökten önlemesine yönelik çözümler üretilmesinden yanayım. Açıkcası türbanın simgesel hali beni de endişelendiriyor. Bu bir anlamda dayatma. Ve bu sorun siyasetcilerin elinde devamlı ısıtılmak istenen bir malzeme.. Düne kadar olmayan bir sorunun, adeta kaşınarak, sonra kanatılarak, daha sonra da “işte böyle bir sorun varmış” gibi takdiminde samimiyet aranabilir mi? “Mış” gibi yapmayı herkes yemez beyefendiler. Neden dün yoktu da, bugün var? Burada kesinlikle “takiye” kokusu hakim. Bunu kullanan kim? Din baronları, ya da uçbeyleri olan dinci politikacılar. Bazı sorulara yanıt aramak gerekiyor bu noktada. Öğrenimde, üstelik yüksek öğrenimde kafanın açık ya da kapalı olmasının bilginin öğrenilmesi ve özgürce tartışılmasında etkisi ne olabilir? İnsanın, kafası sıkıca kapalı değilse, içeriye girecek olan bilgi dışarı kaçar mı? Kapalı olursa bu kaçak önlenir mi? Nasıl önlenir? Başı açık olanlar, yasak kalkınca türbanlıların üniversiteye irticayı sokacağından mı korkuyorlar? İrtica sadece türbanlıların tekelinde olan birşey mi? Diyelim ki onların tekelinde, üniversitede başı kapalı öğrenim görürlerken, burada din dersinin zorunlu olmasını mı isteyecekler ve gerçekleştirecekler? Bu konuda çelişkili tablolar ve absürtlük almış başını gidiyor. Bence türban konusu yarından tezi yok buzdolabına alınmalı. Süratle dondurulmalı. Kötü niyetli dış mihraklar eğer Türkiye üzerinden oyun oynuyorlarsa- ki her zaman mümkün- onların oyununa izin verilmemeli. Bir de olaya kadın sorunu olarak bakmak yanlış. İkincisi laikler ve dinciler arasında sadece “simge savaşı” diye de bakmak yanlış. Ya da Prof. Şerif Mardin’e göre, laikleri “beyaz kadınlar”, türbanı savunanları “zenci kadınlar” gibi görme eğiliminden kaçınmak gerek. Aslında oynanan tuzağı farketmek ve geçiş döneminde her iki tarafı rahatlatacak bir çözüm üretmek en doğrusu ama şu anda yani sapla samanın karıştığı bir sırada böyle bir sonuca ulaşma zor. Ben yine ısrarlıyım. Bu türban konusu kadınlar, yani dinci ve laik kadınlar arasında bir savaş değildir. Kadınların bir bölümü, yani başın açık olmasını savunan laik kadınlar, türbanlı kadınlardan değil, erkek egemen sınıfının- tabii ki şeriat yanlılarının- din devleti özlemlerinden korkuyorlar. Erkekler, önce kadınları ikiye bölüyorlar. Sonra ortaya çıkıp “Marazayı siz çıkardınız, dırdır yaptınız ve çözemediniz ama biz çözeriz” diyorlar. İşte buna her iki taraf da kanmamalı, bu tuzağı kadınlar açığa çıkarmalı. Laik kadınlar haklı olarak bir sabah herkesin çarşafa sokulacağından endişe ediyorlar. Endişe dahi gerilerde kaldı artık, haklı olarak korkuyorlar. Aslında bu korkuyu başı kapalılar, türbanı simge olarak kullanmak isteyenler de yaşamalı. İran’daki özgürlük kısıtlamaları sadece başı açıklara yönelik değil. Peki içinde bulunduğumuz bu duruma devlet, hatta derin devlet neden bu kadar sessiz kalıyor? Bir anda, bir fiske ile dinci girişimleri bir anda yok edebilecek güçte olanlar neden seslerini çıkarmıyorlar? Çıkarıyorlarsa da neden cılız? Bir güçlü ihtimal şu. Endişelerin, korkuların giderek yaygınlaşmasını ve birikmesini bekliyorlar. Ya da çatışmaların, kavgaların hatta ölümlerin çoğalmasını düşlüyorlar. Aslında aracın duvara çarpacağı ana kadar sabredecekler mi acaba? Sonunda “Frene basmak zorundaydık” diyebilmek için... Acaba?