Zıplanacak içerik

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Başbakan Erdoğan lafa geldi mi demokratlığı kimseye bırakmaz. Ama devleti yönetiş biçimi, demokrasiye hiç uymaz. Örneğin, kendisine yakın olmayan işadamlarına hayat hakkı tanımaz. Onlara selam bile vermez. Kendisini eleştiren gazetelere, gazetecilere tahammül edemez. Onları dışlar. Bu nedenle medyanın büyük bölümünü kendisine bağlamak için hiç de demokratik olmayan yöntemler kullanır. Medya kurumlarının ihalelerine müdahale eder, yönlendirir. Devletin en önemli yerlerine atama yaparken liyakate bakmaz, tamamen kendisine biat edecek insanları seçer. Başbakan için önemli olan ölçü, türbanlı eşler ve Müslüman gibi yaşamaktır. Bunların ötesinde daha vahim bir anlayış sergiler Başbakan. O da yargının bile kendisine yüzde yüz bağlı olmasını, hukuku bir yana bırakıp işlerini kolaylaştırmasını ister. Bu yüzden Danıştay’a kızar, Yargıtay’a kızar, Anayasa Mahkemesi’ne kızar. Hukuka aykırı olan icraatını engelliyorsa hukuk düzenine bile kızar. * * * Başbakan’ın mantığı şu: "Halk bana oy verdi. Bana ülkeyi yönetme yetkisi verdi. Ben istediğimi yaparım. Benim yaptıklarıma kimse itiraz etmesin. Herkes bana biat etmek zorunda." İşadamı da, gazetecisi de, bürokratı da, çiftçisi de, öğrencisi de, sokaktaki vatandaşı da onun her dediğine, her yaptığına boyun eğsin ister. Zaman zaman hoşuna gitmeyen tepkiler veren vatandaşları bile azarlar. "Hadi ananı da al git" der. Onların, korumaları tarafından salondan, miting alanından yaka paça atılmalarına ses çıkarmaz. Sanki kendisi laik, demokratik, sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı değil de Osmanlı İmparatorluğu’nun haşmetli padişahıdır. Onun için, hoşuna gitmeyen bir direnme karşısında sinirlerini kontrol edemez. Kürsüye çıkınca ortalığı kasıp kavurur. Bir başbakana yakışmayacak üslup kullanmaktan kendini alamaz. Başbakan sürekli olarak Meclis’in her türlü yetki ve sorumluluğun sahibi olduğunu söyler. Bu söylemiyle demokrasilerdeki "kuvvetler ayrılığı"nı yok sayar. Recep Tayyip Erdoğan’ın demokratlığı işte böyle bir demokratlıktır. * * * Başbakan Erdoğan, iktidara gelmeden önce böyle bir görüntü vermiyordu veya vermemek için çaba harcıyordu. Ama giderek gerçek kimliğine büründü. Doğrusunu söylemek gerekirse bizim insanlarımız da Erdoğan’ı bu yola itti. Bizde biat kültürü yerleşmiştir. İnsanlarımızın büyük çoğunluğu, çıkar uğruna kulluk etmeye hazırdır. Başbakanların önünde takla atma becerimiz de doğrusu kusursuzdur. Çevrenize bakarsanız bunu rahatlıkla saptayabilirsiniz. İnsanların nasıl çizgilerini kırdıklarını, nasıl inanmadıkları anlayışlara bile kulluk, kölelik yaptıklarını görürsünüz. Bunu yapanların arasında güvendiğiniz kişiler de olabilir. İnsanlığınızdan utanırsınız, mideniz bulanır. Ama onlar son derece mutludurlar. Hatta karşıdan size sırıtıp dururlar.
  2. Siyah gülü çok sefiyorum......seven herkese gelsinnnnnnn.....................(resim çıkmıyoo bende pöffff )
  3. Yayamaz Kayımca şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    TAKSİM’deki taciz olayı, üniversitelerde tez konusu oldu. Üniversiteli arkadaşlar dün bana sordular: "Neden?.." Onlara "Bilmiyorum" dedim: "Bilsem söylemem mi?.." Bildiğim; o tacizcilerin yanlarında kadınları yoktu. Her kadınsız toplulukta olduğu gibi sapıklaştılar. Böyle topluluklarda erkekler birbirlerine dahi niyetlenirler. Demek ki işte tam o sırada turist kadını gördüler. Benim çözemediğim ise, bir turist kadının arkasına 18 kişinin nasıl sığdığı. Gerçi daha okul yıllarında bir sıraya altı kişi oturarak, dolmuşa otuz kişi binerek, bir maaşla yirmi kişi geçinerek, bir hastane yatağında üç kişi yatarak, düğündeki küçük pistte yüz kişi oynayarak "sıkıştırılmış eylemlere" alışık bir toplumuz. Ama yine de yılbaşı gecesi bir turist kadının arkasına 18 kişinin nasıl sığdığını kimse çözmüş değil. * Çözüm?.. Bence yok. Gerçi Almanlar yanında kadını olmayan, kendi kadınını eve kapatıp sokağa çıkan Türk erkeklerine karşı bir çözüm olarak afişler hazırlattılar, Hürriyet’te okumuşsunuzdur: Afişte bir sarışın Alman kızı ve altında kocaman yazı: "Ali bana sulanma..." Türk erkekleri daha afişi görür görmez "Anaaaa..." dediler. Kız çok güzeldi. Ve yuvarlak poposu dönüktü. Değil 18 kişi, 200-300 kişi atılırdı atılmasına... Şimdi Türk erkeklerin gittiği kahvehanelerde o afişlerden dört bir yana asılmış durumda diyorlar. * Neden?.. Bence kadınsız topluluklarda bunlar olur. Kadın ahlaksızlığın kaynağı değil, ahlakın bekçisidir. Bebekliğimizde bizlere iyi insan olmayı öğreten kadın, erkeğin malı konumuna getirilip eve kapatıldığında ve erkek "öğretmensiz" kaldığında böyle yapar. İstatistiklere göre; kadına yer vermeyen topluluklardaki sapıklık suçları, kadının özgür olduğu toplumlardakinin beş katı. Bırakın kadınlar bize "ahlakı" öğretsinler. Bekir COŞKUN
  4. Başbakan Erdoğan türban siyasi simge bile olsa bu sorunu çözeceklerini, çünkü, siyasi simgeleri yasaklamanının mümkün olmadığını belirtti. Açıkçası, bu şanssız bir açıklama. Her şeyden önce, AKP'nin de, başlarını örtenlerin de bugüne kadar sürdürdüğü iddiayı başka bir boyuta taşıyor. Bundan böyle türban siyasi simge olarak tanımlanacaktır. Belli yerlerde türban takılmasına hiç karşı çıkmayanların bile işi bundan böyle zorlaşacaktır. Peki türbanın siyasal simge olması ne anlama geliyor? Politik alan ve siyasi simge Her şeyden önce eğer türban bir siyasal simge ise, bu, onu takan ve kamusal mekan denilen, benim toplumsal alan demeyi tercih ettiğim, görünür alanda dolaşan, edip eyleyen insanın doğrudan politik tavır içinde olan birisi olduğu anlamına gelecektir. Buradaki " doğrudan politik tavır " kavramını tesadüfen kullanmadım. Tam tersine, o halin görünür hayat içinde kişilerin (tabiriyle söylemek gerekirse siyasal öznelerin ) sürdürmesi gereken politiknötr yaklaşımı bırakıp politikaktif/provokatif bir davranış içine gireceğini belirtmek istedim. Böyle bir ortamda ve böyle algılanacak bir düzlemde, karşıtını da aynı şekilde tahrik edecek bir pozisyon içinden bakan, konuşan bir özneyle nötr bir alan yaratmak olanaksızdır. Bu,sosyal ortamın tek yanlı olarak siyasallaştırılmasıdır . Bunun sonucu açıkça çatışma üretecek bir ortamın kurulmasıdır. Parçalı-atomize toplum Bu ortam mutlaka açık çatışmayı davet etmeyebilir. Ama çok kesin bir biçimde kutuplaşmayı doğurur. Burdan da birbirine kapalı, ters, hatta uzlaşmaz bir tersleşme düzenine geçilir. Bir örnek vereyim: bizim okuduğumuz yıllarda Orta Doğu TeknikÜniversitesi'nin yemekhanesinde farklı sol fraksiyonların her birinin kendine ait bir masası vardı. Bunlar yan yana dururdu. İlk bakışta hoş bir görüntü ve ortamdı. Demokratik bir çoğulculuğu yansıtırdı. Ne var ki, o fraksiyonların hiçbiri diğeriyle bir ilişki veya etkileşim içinde olmazdı. (Aralarında kan dökecek kadar husumet ilişkisine girenleri hiç söz konusu bile etmiyorum.) Tam tersine birbirine alabildiğine uzaktılar. Giderek de atomizeparçalanmış bir sosyal alan meydana getirirlerdi. Ve bu maksatla pasif siyasal çatışma maksadıyla orada bulunurlardı. Yoksa çoğunluk diktatoryası mı? Şimdi türbanın, yani bu derecede yaygın kullanılan ve görünürlük taşıyan bir simgenin siyasal olduğunun kabulü ve biriktidarın kendini onunla özdeşleştirmesi, onun temsil ettiği ideolojiyi benimsememiş olan kitlenin dışlanması, ona sırtçevrilmesidir . Bu da, hiç kimse kuşku duymasın, açık açık siyaset biliminin en tehlikeli kavramlarından biri olan çoğunlukdiktatoryası anlamına gelebilecek bir yaklaşımın içine girmektir. Manevi cebir ve sembol Kaldı ki, Başbakan'ın açıklaması bu konuyla ilgili ulusal ve uluslararası hukukun sınırlarını çizdiği algılamayı da hiçe saymaktadır. İnsan Hakları Mahkemesi türbanı bir " dinsel simge " saydığı için yasaklamıştır. Niye böyle bir yola gitmiştir derseniz ana neden şudur: Bugün laiklik konusunu tartışırken dünyanın üzerinde durduğu nokta belli bir ideolojinin, dünya görüşünün, politik düşüncenin karşıdakine manevi cebir yoluyla dayatılmasıdır. Hukuktaki en önemli kavramlardan biri budur. Bir konuda karşıdakini doğrudan cebir altına almaz fakat tam da semboller ve diğer dolaylı araçlar kullanarak manevi bir baskı altında tutarsanız bu da çok ciddi bir hak ihlali anlamına gelir. Uluslararası hukukun türbanı "dinsel simgedir" diye nitelendirmesinin altında yatan en önemlikabul noktası budur. Yaratacağı manevi baskı-cebir ortamıdır.
  5. Dinci Faşizm Nereye Kadar? Din üzerinden siyaset yapmak yeni değil!.. Milli Nizam'dan Refah Partisi'ne dek "din damarı" ndan beslenen sağ partiler, 1950'den bugüne "tarikatları" da içine alarak siyaset yaptılar... AKP beş yıldır tek başına iktidarda... 2002'de yüzde 35, 2007'de yüzde 47 oy alan AKP, son aylarda "din üzerinden" siyasete ivme kazandırdı. AKP, "din üzerinden" siyaset yaparken antiemperyalist bir tavır sergilemiyor; Erbakan Hoca'nın "Milli Görüş" ü gibi ABD ve AB (!) düşmanlığı yapmıyor... AKP'nin bu tutumu hem yoksulun işine yarıyor, hem "Soros Çocukları"nın, hem de kimi işadamlarının... Aslında bu yolu 1983 seçimlerinden sonra Turgut Özal açtı... Turgut Özal ve Tayyip Bey... İkisi farklı kişilikte... Turgut Bey, şortla dolaşır, özel aracıyla Çanakkale-İzmir yolunda hız denemesi yapardı Semra Hanım'la birlikte... Turgut Bey'le Tayyip Bey'in yaşamları da farklı... Anlatmaya gerek yok!.. Son günlerde AKP'nin Türkiye'yi nereye götürmek istediğini görenler şu soruyu sormaya başladılar: "AKP 'Milli Görüş' gömleğini galiba değiştirmemiş!" Baştan beri söylüyor AKP'yi tanıyanlar: "AKP 'Milli Görüş' çizgisinden hiçbir zaman sapmadı; ABD ve AB' ye yanaşıp her dediklerini yaptı..." Elbet, kimi zaman yaramazlıkları oldu ABD'ye karşı... Irak'ın işgalinden önce tezkere Meclis'ten geçmedi, ABD Türkiye üzerinden Irak'ı işgal etmedi... AKP, bir yandan "İslamcı devlet" yapısını kurarken öte yandan "çağdaş devlet"ten söz ediyor, serbest pazar ekonomisini savunuyor... Bunlar oyunun kuralı... Altyapı belirli bir program çerçevesinde yürütülüyor... *** Bugün AKP'nin elinde büyük bir medya gücü bulunuyor. Sabah, atv, Star, Zaman, Yeni Şafak, Samanyolu TV, Kanal 7, Bugün gazete ve televizyonları AKP'nin denetiminde... 1961'den bugüne dek ne Süleyman Demirel ne de Turgut Özal böylesine bir medya gücü yarattı. Turgut Özal, Asil Nadir'le denemeye kalktı ama başarılı olamadı... AKP açıkça İslamı siyasette araç olarak kullanıyor... RTÜK Başkanı Zahit Akman'ı bir hafta önce Can Dündar'ın NTV'deki programında izlediyseniz gördünüz... RTÜK Başkanı baskıcı bir tavır izledi. Yılların sanatçısı Seyfi Dursunoğlu'na (Huysuz Virjin) açık açık şöyle dedi: "Saat 23.00'ten sonra program yap ki çocuklar uyusun..." Neyse ki programda olan konuklar "kibar" insanlardı ve Akman'a şöyle seslenmediler: "Deniz Feneri Derneği'nin kara para aklama hikâyesinde adınız geçiyor. Frankfurt Savcılığı Kanal 7'nin ve Deniz Feneri'nin yöneticilerini tutukladı. Yardım diye toplanan 14 milyon Avro'nun kimlere aktarıldığını araştırdı. Milyonlarca Avro'nun Kanal 7'ye aktarıldığını tespit etti. Siz bugünlerde Almanya'ya gitmeyi düşünüyor musunuz?" Ben olsam sorardım... Olayı biliyorum. Frankfurt'ta Deniz Feneri, milyonlarca Avro toplamış. Şirketler üzerinden para aklama yapılmış. Olayda Zahit Akman'ın da adı geçiyor, gazeteler günlerce yazdı. Peki Akman'ın isminin geçtiği soruşturmada kimler tutuklanmıştı? Unutanlar için anımsatayım: 24 Nisan 2007'de muhasebe müdürü Firdevs Ermiş'le birlikte tutuklanan Mehmet Gürhan, Deniz Feneri Derneği'nin eski Avrupa Başkanı değil miydi? Aynı Mehmet Gürhan, Almanya'da Yimpaş'ın paralarıyla kurulan Kanal 7'nin başındaki isimdi... Tayyip Bey'le birlikte fotoğraflar çektiren Gürhan'ın yerine geçen Deniz Feneri'nin başkanı Mehmet Taşkan da Ağustos 2007'de tutuklanmadı mı? Mehmet Taşkan bu görevinden önce Santour firmasında genel müdür yardımcılığı yapmıştı. Şimdi size bir soru: "Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın oğlu Erkan Yıldırım yolcu gemisi alırken hangi gemi acentesinden para almıştı?" *** Frankfurt'taki soruşturmada adı geçen Zahit Akman'ı neredeyse 40 dakika dinledim NTV 'de... Ne de çok şey anlattı... Sonunda şunu gördüm: "AKP yandaşlarının uzaktan ve yakından demokrasi ve özgürlükle ilgileri yok. Dinci faşizm Türkiye'yi giderek kuşatıyor. Medya da bu olayın üzerine gitmekten korkuyor." Zahit Akman'ı o gece dinlerken bunları düşündüm... Bir dönem "edepli turizm" diyen "uyuyan güzel bakanımız" Atilla Koç vardı, şimdi de "edepli yayın" nutku çeken RTÜK Başkanımız!.. RTÜK Başkanı, Seyfi Dursunoğlu'na "Saat 23.00'ten sonra program yapın" derken baskıcı bir tutum izlemiyor mu? Nerede demokrasi ve yayın özgürlüğü? Hikmet ÇETÝNKAYA Cumhuriyet,22.01.2008
  6. CEMAAT, TARİKAT VE DEMOKRASİ... Reha MUHTAR Anlıyorum ki, Türkiye’nin temel çelişkisini “demokrat ve cumhuriyetçi” ekseninde gösterip kendilerine “demokrat” adını vererek, cumhuriyetçileri “baskıcı, diktatör, antidemokrat, özgürlüklere düşman ve militarist” gösteren arkadaşlar, bir süre sonra yaptıkları bu sanal değerlendirmeye kendileri de inanıyorlar... Beyin böyle bir şey; kendi içinde yarattığı şeye önce kendi inanıyor ve hayatı kendi beyninde yarattığı gibi sanıyor... Ben Türkiye’nin temel çelişkisini “demokrat ve gerici” güçlerin çatışması olarak görüyorum ve olayları bu eksen üzerinden değerlendiriyorum... Çünkü hayatın kendisi esasen “demokrasiden yana olanlarla demokrasiden yana olmayan, demokrasi düşmanı gerici sistemlerin mücadelesi” biçiminde gerçekleşiyor... Arkadaşlara “globelleşen demokratlar” adını vermemde aşağılayacı bir ifade yok, kendileri kendilerini öyle adlandırıyorlar çünkü... Globalleşen demokratlar, demokrasinin özünde “bireyin yattığını, demokrasiyi bireyin tercihlerinin belirlediğini, bireyin özgürlüklerinin esas olduğunu” hatırlamayan şizofrenik bir dünyanın içinde yapıyorlar... O şizofrenik dünyalarında, askerin siyasete müdahale etmemesi ilkesi var, ama tarikatların siyasete müdahalesi ilkesiyle ilgili tek bir satır yok... AKP’nin oylarının ne kadar demokratik olduğunu söyleyenlerin, oyların tarikatlarla bağlantısını hiç göremeyecek kadar gerçek hayattan kopmuş olmaları, özel bir çıkar için değilse ancak John Nash türü ağır bir şizofreniyle açıklanabilir... Bence hemen burun kıvırmasınlar ve Akıl Oyunları filminin bir DVD’sini satın alıp, filmi yeni baştan izlesinler sonra da John Nash’in hayatını okuyarak ağır şizofreniden nasıl bir parça kendini kurtardığını anlasınlar... *** Elbette bir bireyin AKP’yi tercih etmesinin demokrasi açısından hiçbir zararı yok, tersine gayet demokratik bir durum; ama bu ancak tek tek bireylerin kişisel tercihleri böyle olduğunda demokratiktir... Bir cemaatin, bir tarikatın ya da bir aşiretin müritleriyle bir siyasi partiyi desteklemesinin demokratik hiçbir yanı yok ve bunun adı hiçbir şekilde demokrasi değil... Ortadoğu coğrafyasında demokrasilerin yeşermemesinin nedeni, seçimlerin yapılmaması değil, seçimler iyi kötü her yerde yapılıyor; ama seçimler tek tek bireylerin tercihlerini değil, feodalate artığı aşiretlerin, radikal etki altındaki tarikatların, cemaatlerin, demokrasi dışı örgütlenmelerin etkisi altında yapılıyor... Sandık çoğu zaman bireysel tercihleri yansıtmıyor, ortadoğu coğrafyasının cemaat tarikat örgütlenmesinin tercihleri ağır basıyor... “Globelleşen demokratlar” kendi yazdıkları gazelerde kendi hazırladıkları yazı dizilerine bile bakarken göremiyorlar ki, “bilmem ne cemaati oyunu kime verecek” başlığıyla yayınladıkları yazılar bile seçimlerin sosyolojik olarak bütünüyle demokratik olmadığının kanıtı... Ne demektir bir cemaatin oylarının nereye gideceği?.. Cemaat önderinin ya da tarikat liderinin belirlediği bir kişinin yüzbinlerce mürit tarafından tercih edilmesinin, demokratik bir yönü olabilir mi?.. Globelleşmiş demokratlar, Hollanda’da veya Belçika’da veya İskandinavya’da böyle bir demokrasinin olduğuna inanırlar mı?.. Aşiret oylarının, cemaat ve tarikat tercihlerinin sandıkta etkili olduğu bir düzende kendilerine demokrat diyen insanlar askeri muhtıralara karşı çıkarken ve ondan çok daha önce, bunlara karşı çıkmayı kendilerine görev bilmezler mi?.. *** Bu ne mene bir globalleşmiş demokrasidir ki, demokrasiyi demokrasi yapan birey tercihinden çok önce, başka arka bahçeler devreye girmektedir?.. Türkiye’de demokrat olmanın ilk ve öncelikli koşulu, ülkenin sosyolojik sisteminin demokrasiye uygun hale gelmesidir... İnsanın bireyselleşmesidir... İnsanın bireyselleşmediği toplumlarda demokrasi olmaz... Asker muhtıra verse de olmaz, asker muhtıra vermese de olmaz... Globalleşmiş demokrat arkadaşlara bir iyi bir kötü haberim var... Önce kötü haberi vereyim, iyisini sona saklayayım... Şizofreni çok ağır bir hastalıktır, tamamen geçmez, iyileşmez... Bu kötü haber; iyi haber ise şu: Çok uğraşılırsa kontrol altına alınabilir, daha doğrusu hasta onunla yaşamayı öğrenebilir, John Nash’in olduğu gibi çok da başarılı olabilir, Nobel bile alabilir... Filminden de Oscar alınabilir... Ama Allah biliyor ya, çok fazla gayret göstermeleri gerekiyor... Üstelik hiçbir kurnazlığa sapmadan tamamen iyi niyetle... Vatan/12 Temmuz 2007
  7. KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-12 Avrupa yapılanması, Avrupa imamına bağlı olarak Hollanda, Belçika, İtalya, İngiltere ve Almanya ülke imamlarından oluşuyor Gülen Grubu mercek altında Gülen'in uzun vadede dini esaslara dayalı bir devlet kurmayı amaçladığı ve buna yönelik olarak, yurtiçinde ve yurtdışında açtığı okullarda öğrencileri amaçları doğrultusunda eğiterek, ileride kurmayı düşündüğü dini esaslara dayalı devlet modeline uygun üst düzey yönetici yetiştirmeyi hedeflediği düşüncesi ağırlık kazanıyor. Resmi belgelerde, dinci terör örgütlerinin yanı sıra dini motifli gruplar da değerlendiriliyor. "Gülen Grubu" ile Milli Görüş Teşkilatı da bu kapsamda değerlendiriliyor. Kayıtlarda herhangi bir terörize eyleme katılmamakla birlikte dikkatle izlenmesi gereken yapılar arasında sayılıyor. Gülen yandaşları kendilerinin her ne kadar "hareket" olarak değerlendirilmeyeceğini savunsalar da güvenlik birimlerinin raporlarında ayrıntılı olarak irdelenen yapılar arasında bulunuyor. ABD 'konuğu' vaiz Gülen hareketi Nurculuk hareketinin kurucusu olan Saidi Nursi 1873 yılında Bitlis'in Hizan ilçesinin Nurs köyünde doğdu. Önceleri "Saidi Kürdi" olarak tanındı ve bu unvanı kullanırken, soyadı kanunu çıktıktan sonra doğduğu köye yakıştırarak Nursi soyadını aldı. Saidi Nursi bilinen anlamda herhangi bir eğitim almadı. Bunu kendisi de Tizyak adlı risalenin 68. sayfasında, "risalelerini kendisinin yazmadığını, bunları yardımcılarının (nur şakirtlerinin) yazdığını" belirtmektedir. Meşrutiyetin ilanından sonra Bitlis havalisinde şeyhlik faaliyetlerine başlayan Saidi Nursi, İstanbul'a gelerek siyasi faaliyetlere katıldı, İttihad-ı Muhammed-i Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı. Saidi Nursi'nin 23 Mart 1960 tarihinde Urfa'da ölümünün ardından "yetiştirdiği öğrencileri" düşüncesini sürdürdüler. Nurculuk bir tarikat olarak karşımıza çıkmasına karşın Nurcular bu hareketin bir tarikat olmadığını, Kuranı Kerim'in 20. yüzyılda tefsiri üzerine kurulmuş bir okul olduğunu ve nur risalelerinin de Kuranı Kerim'in tefsirini kapsadığını iddia etmektedirler. Yazıcılar - Okuyucular grubu İlk defa 1955-1957 yıllarında Kuranı Kerim'in ve risalelerin yazılış nedeniyle ortaya çıkan Nurcular arasındaki gruplaşma, Saidi Nursi'nin ölümünden sonra daha da açığa çıktı. Birinci grup, "Kuran'a küfür yazısı ile hizmet olmaz" söylemiyle ortaya çıkarak Risaleyi Nur'ların mutlaka Arapça ile ve el yazısı ile yazılması, bunun için de bütün Nurcuların Arapça öğrenmeleri gerektiğini savundu. Bu gruba "Yazıcı Nurcular" denildi. İkinci grup "okuyucu Nurcular" diye bilinip, Latin harfleri ile yapılacak çalışmanın hedeflerine varmada yardımcı olacağı görüşünü savunuyordu. Okuyucu ve yazıcı grup arasındaki bu farklılaşma, 1969 yılından sonra okuyucu grup içinde yer alan Fethullah Gülen grubunu ayrı bir grup olarak ortaya çıkardı. Fethullah Gülen hakkında düzenlenen iddianamede, amacının "Devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğünü kurmak" olduğu savlandı. Gülen hareketi, "demokratik usuller ve ılımlı İslam görüntüsü ile kamufle edilmiş yöntemi, toplumun önemli bir kısmı tarafından kabul görmesine neden olan yurtici ve yurtdışındaki okulları vasıta olarak kullanması, siyasi parti, kişi ve bazı devlet kadroları tarafından kabul görmesi nedeniyle hedefine ulaşmada devlet rejimini istismar etmesi, dini ve siyasi yapısını sürekli canlı tutan kaynağı belirsiz finans desteği ile ülkemizdeki en güçlü ve etkin irticai yapılanma" olarak değerlendirildi. Resmi kayıtlara göre Gülen'in izlediği strateji şöyleydi: "İslamcı ideolojik bir yaklaşımla bulunduğu legal yolu muhafaza ederek sahibi olduğu etkin mali gücü ile bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dershaneleri kullanarak eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmak. Devletin bütün kadrolarında, bütün bürokraside kadrolaşmak, yurtdışında Türkiye'de kurulacak siyasal İslama sempati ile bakacak bir gençlik oluşturmak. Çizilen hoşgörü ve barış tabloları ile bazı devlet çevrelerini etkileyen Gülen, hedefine ulaşıncaya kadar kamuoyu faaliyetlerine destek verdiği imajını yaratarak, toplumun gerçeği görmesinin önünü, ılımlı görünüşü ve demokrasi şemsiyesine sığınarak kesmektedir." Gülen'in uzun vadede dini esaslara dayalı bir devlet kurmayı amaçladığı ve buna yönelik olarak, yurtiçinde ve yurtdışında açtığı okullarda öğrencileri amaçları doğrultusunda eğiterek, ileride kurmayı düşündüğü dini esaslara dayalı devlet modeline uygun üst düzey yönetici yetiştirmeyi hedeflediği düşüncesi ağırlık kazanıyor. Faaliyetlerini Almanya'da 12, Avusturya'da 4, İtalya'da 11, Macaristan'da 1, İngiltere'de 1, İsveç'te 3, Danimarka'da 1, Fransa'da 1, Belçika'da 2 olmak üzere kurmuş olduğu toplam 26 dernek ve kuruluş aracılığıyla da desteklemektedir. Resmi kayıtlara göre grubun Avrupa yapılanması, Avrupa imamına bağlı olarak Hollanda, Belçika, İtalya, İngiltere ve Almanya ülke imamlarından oluşuyor. Temel teşkilatlanma ise şöyle: Fethullah Gülen (Dünya imamı), onun altında Kıta imamları (Uzakdoğu imamı, Amerika imamı, Avrupa im amı, Rusya Federasyonu İmamı, Orta Asya Cumhuriyetleri imamı). Uzakdoğu imamına bağlı olarak; Malezya, Japonya, Çin, Endonezya, Tayland, Tayvan. Avrupa imamına bağlı olarak; Hollanda, Belçika, İtalya, İngiltere, Almanya. Yapının finansman geliri, cemaat mensuplarından toplanan yardımlar, yayınların satışından elde edilen gelirler, şirketlerden elde edilen gelirlerden sağlanıyor. Fethullah Gülen hakkında açılan ve beraatıyla sonuçlanan yargılamaya ilişkin Yargıtay Başsavcılığı'nın görüşü bu düşünceyle pek örtüşmüyor. Gülen, dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup, faaliyette bulunduğu iddiasıyla yargılanmış, ancak AKP döneminde yapılan yasal değişiklik uyarınca beraatına karar verilmişti. Dikkat çeken değerlendirme Bu beraatın temyizini görüşen Yargıtay Başsavcılığı'nın Gülen hakkındaki tebliğnamesinde en dikkat çeken değerlendirme, Gülen'in ülke içinde oluşturup, daha sonra ülke dışında organize edip yönettiği örgütün Türkiye'de "mevcut anayasal düzeni değiştirmek ve laiklik ilkesini de kaldırarak, yerine şeriat esaslarına dayalı devlet kurmak amacında olduğu, aşamaları tebliğ, cemaat ve cihat temelinde, yurtiçinde ve yurtdışında dershane, okul, üniversite, yurt hazırlık kursları ve kurduğu şirketler aracılığıyla eğitimli bir kadro ve ekonomik bir güç oluşturarak, yönetimde teşkilatlanmayı, devlet idaresini ele geçirmeyi hedeflediği" belirlemesi olmuştu. Gelecek günlerde Yargıtay 9. Ceza Dairesi Gülen'e ilişkin kararını oluşturacak. Emekli vaiz Fethullah Gülen, sağlık sorunları gerekçesiyle ABD'de yaşıyor ve Türkiye'ye dönmüyor. Dar gelen gömlek: Milli Görüş Necmetin Erbakan ile Milli Selamet Partisi yanlıları tarafından 15 Eylül 1974 tarihinde Batı Berlin'de kurulan Milli Görüş Teşkilatı, 1975 yılında yine Batı Berlin'de kurulmuş olan Türk Birliği ve Batı Berlin Türk Kültür ve Yardımlaşma Derneği ile birleşti. Örgüt, merkezini 1977 yılında Batı Berlin'den Köln'e nakletti ve 20 Mayıs 1985 yılında Köln mahkemesinin onayı ile AMGT adı altında resmiyet kazandı. Teşkilatın genel başkanlığına Osman Yumakoğulları, genel sekreterliğine Ali Yüksel , topluluk ikinci başkanlığına ise Şevki Yılmaz getirilmişti. 15 yıl Adana müftülüğü yapan Cemalettin Kaplan 1977 seçimlerinde MSP milletvekili adayı olmuş, kazanamayınca 1981 yılında Erbakan'ın talimatı ile Almanya'ya gitmişti. Teşkilatın İrşad ve Fetva Komisyonu başkanı olan Kaplan, örgütün yayın organı olan Hicret dergisinde çeşitli yazılar yazmış, daha sonra ayrılmıştır. Milli Görüş'ün amacı "laik demokratik cumhuriyet rejimini yıkarak, şeri esaslara dayalı bir devlet düzeni kurmak" tır. Resmi belgelere göre bu amacına ulaşabilmek için legal görünüşlü dernek, vakıf ve partiler aracılığıyla faaliyet yürütüyor. Yapının yurtdışı yapılanmasını İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatı oluşturuyor. Eski adıyla Avrupa Milli Görüş Teşkilatı. Ankara DGM tarafından açılan Milli Görüş davasının iddianamesinde, Milli Görüş'ün yurtdışında bağlantılı olduğu kuruluşlar arasında, Libya'da bulunan İslama Çağrı Cemiyeti, Suudi Arabistan'da bulunan Rabıta, Mısır ve Suriye'de yaygın olan Müslüman Kardeşler Teşkilatı, Cezayir'deki İslami Selamet Cephesi, Pakistan'da bulunan Cemaati İslami Partisi, Almanya'da bulunan Alman İslam Konseyi ve İngiltere'de bulunan İslam Partisi isimleri sıralanıyor. Türkiye'deki Milli Görüş anlayışının hâkim olduğu yapılanmanın iktidara gelmesinin desteklenmesi yönünde yurtdışında taban yaratmak ve Türkiye'de laik devlet düzenini, yani demokratik rejimi bertaraf ederek, İslami bir devlet ve toplum yapısının kurulması hedefleniyor. Merkezi Almanya/Köln'de bulunan teşkilatın, Almanya, Avusturya ve Fransa olmak üzere birçok ülkede çeşitli nitelikte 550 civarında cami derneği, 2 bin 100 civarında şubesi (gençlik, kadın kolları, üniversiteler ve diğer yan kuruluşlar) mevcut olan İGMG'nin yaklaşık 70 bin kayıtlı üyesinin yanı sıra 250 bin dolayında sempatizanı bulunduğu, kayıtlarda yer alıyor. Avrupa ülkelerinde, Almanya, İtalya, İsveç, Fransa, Danimarka, Norveç, Hollanda, İngiltere, İsviçre ve Avusturya'da faaliyet göstermesinin yanı sıra ABD, Kanada, Suudi Arabistan ve Avustralya'da irtibat büroları bulunuyor. Teşkilat, hareketlerine kısıtlama getirilmesini önlemek için örgütlendiği Avrupa ülkelerinin hukuki yapısına uygun hareket ediyor. Almanya'nın entegrasyon politikalarına ağırlık verdiği bu çerçevede, Almanca bilen ve Alman vatandaşı olan milli görüşçülere yer verilmesi öne çıktı. Almanya yurttaşlığına geçiş de propaganda, afişleme ve ilan çalışmalarıyla teşvik edilerek "Almanya'da kalıcı olunduğu, Alman vatandaşı olmakla oy hakkı elde edileceği, bunun da diğer hakların alınmasını kolaylaştıracağı" mesajları yoğun şekilde tabana veriliyor. Teşkilatın finans kaynaklarını, camilerden toplanan paralar, bağış, fitre, zekât, kurban geliri, hac organizsayonu oluşturuyor. Milli Görüş Milli Selamet Partisi'nden başlayıp RP, FP 'nin kapatılmasıyla SP olarak yaşamını halen sürdürüyor. Milli Görüş'ün teorisyeni olan Necmettin Erbakan ise RP'ye yapılan hazine yardımlarını teşkilatlara dağıtılmış gibi göstermekten yargılandığı davada, resmi belgede sahtecilik suçundan hüküm giyerek siyasi yasaklı hale geldi. Aynı çizgi içerisinde yer alan ve siyaset yapan Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç 'ın da aralarında bulunduğu çok sayıda kişi "yenilikçi" adıyla, Başbakan'ın deyimiyle Milli Görüş gömleğini çıkararak Adalet ve Kalkınma Partisi olarak yollarına devam ediyorlar. GEZEGENE UMUT BAĞLAYANLAR Güvenlik birimlerinin kayıtlarına göre adı çok duyulmamış da olsa çok sayıda dinci örgüt bulunuyor. Örneğin, beş kıtadaki "tüm Müslüman kavimleri" yapılacak bir askeri darbe ile bir araya getirmeyi amaçlayan Tebliğciler. "Birleşmiş İslam Akvam Devleti" kurmayı düşleyen Biad'cılar. Belki de bu örgütler arasında en ilginci, kendilerince gezegenlerin aynı hizaya gelmesiyle yaşanacak tufanı bekleyen "Tufancılar". Tufancılara göre 2000 yılında gezegenler aynı hizaya gelecek, tufan olacaktı ve bir tek onlar kurtulacaktı. Ama beklenen tufan gerçekleşmedi! Bu örgütün üyeleri arasında mühendisler, doktorlar ve öğretim üyelerinin bile bulunmuş olması dikkat çekiciydi.
  8. KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-11 Türkiye'de Hizbullah adıyla resmi kayıtlara geçen ilk örgüt, Güneydoğu menşeli 1983 yılında İstanbul'da kurulan Kasımpaşa... 'Allah adına parti kuran' Hizbullah Hizbullah ismi ilk kez 1973 yılında Kum kentinde kurulan ve sonradan İran İslam devrimine öncülük edecek köktendinci hareketin, aynı yıl içinde tutuklu bulunduğu Tahran cezaevinde ölen lideri Ayetullah Mahmut Gaffari'nin "Bir tek parti vardır, o da Hizbullah'tır. O bir ruh gibidir, her yerdedir veya hibçir yerde değildir" sloganıyla dillendirildi. Türkiye'nin " mezar evleri ve domuzbağlarıyla " yüzleştiği Hizbullah'ın kelime anlamı "Allah'ın yolu, taraftarları, Allah'ın partisi" gibi anlamlar taşıyor. Örgütsel anlamda ise "Allah adına İslam uğruna" gruplaşma olarak ifade ediliyor. Yakalanan örgüt üyeleri ise kendilerini " Allah'ın askerleri " diye tanıtıyor. Hizbullahçıların başvuru kitabı niteliğindeki Ali Korani 'nin Mücadelede " İslami Hizbullahi Yol " adlı kitapta Hizbullah, "Allah için kıyam eden, onun için gruplaşan ve küfür, nifak ve şeytan hiziplerinden olan düşmanlarına karşı mücadele edenler olarak" açıklanıyor. Mollalardan Türkiye'ye ihraç Hizbullah'ın da tebliğ ve cemaat aşamasından sonra ulaştığını düşündüğü cihadi düşüncedeki ilk yapılanma 1920'lerde Mısırlı Hasan el Benna 'nın kurduğu Ihvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) örgütüdür. Bunu 1940'lı yılların başında Şii molla Seyyid Muhammed Nevab-ı Sefavi 'nin önderliğinde İran'da kurulan İslamın Fedaileri örgütü izledi. İlk Hizbullah Kasımpaşa'da Hizbullah ismi ilk kez 1973 yılında Kum kentinde kurulan ve sonradan İran İslam devrimine öncülük edecek köktendinci hareketin, aynı yıl içinde tutuklu bulunduğu Tahran cezaevinde ölen lideri Ayetullah Mahmut Gaffari 'nin "Bir tek parti vardır, o da Hizbullah'tır. O bir ruh gibidir, her yerdedir veya hiçbir yerde değildir" sloganıyla dillendirildi. Türkiye'de ise Hizbullah adıyla resmi kayıtlara geçen ilk örgüt, Güneydoğu menşeli 1983 yılında İstanbul'da kurulan Kasımpaşa Hizbullahı idi. 1983-84 yılları arasında 19 gasp eylemi gerçekleştiren örgüt mensuplarının tümü 1984 yılında yakalanarak örgüt çökertildi. Ancak, örgüt İslami Hareket olarak yeniden canlandı. İranlı mollalarca ortaya konulan Hizbullah, 1979 İran devriminden sonra Ortadoğu ülkelerinde de taraftar bulmaya başladı. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'nın 154. maddesi ile resmiyet kazanan devrim ihracı politikası, dışişleri bakanlığı bünyesinde kurulan Bağlantı ve Lojistik Destek Merkezleri ile Türkiye'de ve Ortadoğuda'ki Hizbullahçı hareketler desteklenmek suretiyle pratiğe geçirilmiş oldu. İran ivme kazandırdı Türkiye'de, İran cumhuriyetinin kurulmasından sonra o güne kadar cemaatleşme ve tarikatlaşma şeklinde faaliyet gösteren bazı irticai gruplar da geleneksel İslamcı yorum yerine Hizbullahçı görüşü benimsedi. Güneydoğu bölgesinde 1980'li yıllarda PKK terör örgütünün varlığı, eylemlerine yönelik tepkiler Hizbullah'a bölgede taraftar kazandırdı. PKK ile çatışmaya girişen örgüte " devletin " göz yumduğu ve dalgakıran olarak algıladığı ve göz yumulduğu değerlendirmeleri de yapıldı. Bölgede görev yapan üst düzey yetkililer ileriki yıllarda bu durumu " devletin kendisi değil, içindeki bazıları " böyle algıladı açıklamalarını yaptılar. Kitabevlerinden mezar evlere 1979-1980 yıllarında çeşitli illerde dini yayınların satıldığı kitabevlerinde radikal dini görüşlere sahip kesimlerin bir araya gelmesi yoğunlaştı. Bu kapsamda Diyarbakır'da ilk toparlanma Vahdet Kitabevi çevresinde oluştu. Abdulvahap Ekinci 'ye ait bu kitabevindeki faaliyetlere sonradan kendi kitabevleri ve gruplarını kuracak olan Fidan Güngör ve Hüseyin Velioğlu katılmıştır. Gidilecek yoldaki izlenecek yöntemler konusundaki tartışmalar yapı içerisinde kopmalara yol açtı. İlk olarak 1981 yılında Fidan Güngör, Menzil Kitabevi'ni kurdu ve bununla birlikte Vahdet çevresinden kopuşlar hız kazandı. Milli Türk Talebe Birliği ile Milli Selamet Partisi'nin gençlik kolu Akıncılar Derneği içerisinde de yer almış olan Hüseyin Velioğlu da 1982 yılında Vahdet çevresinden ayrılarak İlim Kitabevi'ni kurdu. 1983 yılından sonra İlim ve Menzil grupları, Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Hizbullah oluşumunun etkin grupları haline gelerek kendi kitabevleri çevresindeki çalışmalarının yanı sıra birbirleri ile dayanışma içerisinde faaliyetlerini sürdürdüler. 1987 yılıyla birlikte gruplar arasında başlayan fikir ayrılıkları kısa zaman içerisinde daha da belirginleşti. Velioğlu önderliğindeki İlim Grubu, karşılarına çıkan bir engel olarak PKK örgütünün kendi mensuplarına yönelik silahlı eylemlere başlamasını gerekçe göstererek karşı bir mücadeleye başlamasının gerekliliğinden hareket edip örgütle mücadele başlamıştır. İlim Grubu'nda, İran ve Humeyni devrimi, izlenecek stratejide bir model olarak benimsenmesine karşın düşünce temelinde Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütünün hareket tarzının etkisi büyük ölçüde hissedildi. Hizbullah'ı oluşturan İlim ve Menzil gruplarının amacı, "şeri hükümlerle yönetilen bir Kürt İslam Devleti" kurmaktı. Bu amaç doğrultusunda, " şeriat önce yaşanılan eve, sonra köye, ilçeye, ile sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu sonra da tüm Türkiye'ye " getirilecekti. Kimi kayıtlarda amacın bir Kürt İslam devleti olduğu belirtilirken Hizbullah ana davasının iddianamesinde, "Hizbullah Güneydoğu kaynaklı ve mensuplarının tamamına yakını Kürt kökenli olması nedeniyle yıllardır bilinenin tersine ırk olgusunu kabul etmez" değerlendirmesi dikkat çekiyordu. Buna göre, Hizbullah, "İslam ümmetini İslam ülkesinin bir üyesi yapan akidesinin dışında bir milliyeti yoktur" anlayışındaydı. Türkiye'de Hizbullah denince 17 Ocak 2000 operasyonunda öldürülünceye kadar liderliğini Hüseyin Velioğlu'nun yaptığı İlim Grubu akla gelir. 1955 Mardin doğumlu Velioğlu, 1980 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olmuştu. Hizbullah'ın örgüt yapılanmasında pramit sistemine uygun olarak en tepede lider yer alırken bunlar " siyasi " ve " dini lider " olarak ayrılıyordu. Bunların altında örgütün önde gelen isimlerinden oluşturulmuş merkez komitesi işlevi de gören, örgütle ilgili kararların tartışıldığı ve alındığı mekanizma olan şûra bulunuyordu. Askeri kanat kendi içinde " birim sorumluları " ve " eylem timleri " olarak yer alırken siyasi kanat " yükseköğretim birimi, orta öğretim birimi" ve " halk birimi " alt birimlerden oluşuyordu. Halk birimi içerisinde cami sevdalıları, mahalle ve köy sorumluları bulunuyordu. Hizbullah'ın eylem türlerine bakıldığında en acımasız örgüt olarak karışımıza çıkıyor. Eylem türleri arasında, silahlı saldırı, kundaklama, satırla vurma, zincirleme, kezzap atma dikkat çekiyor. Örgütle özdeşleşen en acımasız eylem ise örgüt içerisinde " sığınak " olarak adlandırılan mezar evlerdeki sorgulamalardı. Örgüt aleyhindeki kişiler ile ajan olduğundan kuşkulandıkları kendi örgüt mensuplarının kaçırılıp, hapsedildiği son derece gizli yerlerdi. Hücre evleri ve cami zeminindeki toprak kazılarak yapılan sığınaklarda, kaçırılan kişiler zincire vurulup hapsedilip, sorgulanıyordu. Sığınaklar ise genellikle başka illerden getirilen ve sonra yakalansa bile bölgeyi tanıyıp gösteremeyecek militanlara kazdırılıyordu. Örgüt evlerinde yer alan sığınaklarda sorgulanan kişiler " domuzbağı " olarak nitelendirilen yöntemle boğularak öldürülüp, cesetleri kimi zaman araziye kimi zaman ise sığınaklar kazılarak infaz edildikleri eve gömülüyordu. 2000 yılında Türkiye genelinde yapılan operasyonlarda mezar evlerde domuzbağıyla öldürülen 100 dolayında cesete ulaşılmıştı. Örgüt finans gereksinimini, tüm örgüt mensuplarının gelirinin yüzde 10'u oranında alınan para, köylerde hasat zamanı mahsullerden alınan yüzde 10 pay, fidye veya cezalandırma amaçlı adam kaçırma ve tehdit yoluyla elde edilen haraç, kurban derileri ve zekâttan sağlıyordu. Ajan sızmayan tek örgüt Örgüt siyasi planda halkalar, askeri alanda ise eylem birimleri şeklinde yapılandığı için, örgüt üyesi kimin ast, kimin üst durumunda olduğunu bilemiyor ve sadece içinde bulunduğu hücreyi oluşturan şahısları ancak kod ismiyle tanıyordu. Örgüt, kurallara uymayan, örgütsel sırları deşifre ve örgüt faaliyetlerini riske eden, ajan olduğu konusunda en küçük kuşku duyduğu mensubunu anında sorgulayıp cezalandırıyordu. Hizbullah, içine gizli istihbarat elemanı sızmadığı ve arşivinin ele geçirildiği güne kadar çözülememiş tek örgüt olarak resmi kayıtlara geçirildi. Yıllarca "deşifre" edilememiş olan örgüt, 17 Ocak 2000 tarihinde liderinin öldürüldüğü Beykoz operasyonu ile ciddi anlamda güç kaybetti. Almanya'da yaşadığı düşünülen örgüt üst düzey yöneticilerinden İsa Altsoy 'un burada taban faaliyetini yürüttüğü değerlendiriliyor. Beykoz operasyonundan sonra hiçbir eylemde adı geçmeyen Hizbullah'ın tam olarak bitmediği ve bitmeyeceği, bir örgüt özeleştirisi niteliğini taşıyan ve 2004'te basılan "Kendi Dilinden Hizbullah ve Mücadele Tarihinden Önemli Kesitler" adlı kitapta net olarak ortaya konuluyor. Kitapta Velioğlu'nun da öldürüldüğü operasyonun rastlantı sonucu gerçekleştirildiği savunulurken "Cemaatin mevcut varlığı son bulsa veya yok edilse dahi, bu mücadeleyi onların çocukları ve onlardan sonra gelenler devralacaktır" değerlendirmesi de dikkat çekiyor. Aydınları katleden örgüt İslami Hareket Resmi kayıtlara Türkiye'nin ilk " Hizbullah "ı olarak 1983'te İstanbul/Kasımpaşa'da kurulu örgüt düşülmüştü. Hırsızlık ve gasp suçlarını işleyen ve çökertilen bu örgüt daha sonra " İslami Hareket " olarak canlanmış ve aydınlara yönelik suikastları gerçekleştirmişti. İslami Hareket örgütü, " Hüseyin Galip " kod adlı İrfan Çağrıcı ve arkadaşları tarafından 1987'de Batman'da kuruldu. Örgüt, adını aydınlara yönelik suikastlar ile duyurdu. " Resmi " ilk Hizbullah'ın uzantısı olan örgütün deşifresi de hayli ilginçti. Yazar Turan Dursun 'un katledilmesinin ardından suikastta kullanılan silahın içinde bulunduğu bir otomobil İstanbul emniyeti önünde terk edildi. Yapılan çalışmalar sonucunda örgüt militanlarının hırsızlık suçundan sabıkalı oldukları anlaşıldı. Özünde tüm dinci örgütler gibi İslam devleti kurma amacını taşıyan örgütün stratejisine göre, kadrolaşmadan " silahlı savaşa " kadar toplam 25 yıl sonunda İslam devleti kurulacaktı. 1990'lı yıllarda örgütü yönetecek şûrada Mehmet Kaya, Hüsnü Yazgan, Ramazan Aytunç, Şefik Polat, Ömer Faruk Baş, İhsan Deniz, Zübeyir Gümüş, İrfan Çağrıcı, Ekrem Baytap ve Abdullah Yiğit isimleri yer aldı. Örgüt, genel şûra, yasama şûrası ve icra şûrasından oluşuyordu. İcra şûrasında yer alan liderlerin teknik ve ameliyat timleri bulunuyordu. Bu timlerde, bomba ve suikast konusunda eğitimli örgüt üyeleri yer alıyordu. " Ameliyat timleri "ndekiler ise silahlı eylemleri gerçekleştiren militanlardan oluşuyordu. Örgüt üyelerinin İran Kum kentinde askeri eğitim aldıkları saptandı. Turan Dursun cinayetinde kullanılan silahın Almanya tarafından İran'a satıldığı da ortaya çıktı. Örgütün ismi, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç 'in 7 Mart 1990 yılında öldürülmesi ile duyuldu. İran'da eğitilen militanlar Türkiye'ye kaçan " devrim " karşıtlarına yönelik eylemlere de katıldılar. Yazar Turan Dursun'un 4 Eylül 1990 tarihinde öldürülmesi eylemi de örgüt lideri İrfan Çağrıcı 'nın talimatıyla gerçekleştirildi. 24 Temmuz 2000 tarihinde Çağrıcı ve 4 arkadaşı, idam cezasına mahkûm edildi. Bugüne değin örgütün üstlendiği herhangi bir saldırı eylemi olmadı.
  9. KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-10 Ayrılıkları pekiştirenlere, ayrılıkları devletin temel yasasında değişmez dogmalara dönüştürmek isteyenlere karşı durmalı Bu radikal İslamın tarifi ne? Anayasa değişikliğinin asıl amacı türban, din değil; asıl amaç Türkiye'yi önce özerk bölgelere sonra da ayrı ayrı federal devletlerden oluşan yeni bir devlete dönüştürmek. Bu amacı en iyi bizim sivillere Amerikan devletinin parasını akıtan NED operatörleri anlatıyor ve "Birçok ülkede, demokratik gelişmeler, otoritenin merkezi rejimlerden alınmasını ve yeni seçilmiş bölgesel ve yerel yönetimlere verilmesini teşvik etmektedir" diye ilan ediyorlardı. Araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım, AKP tarafından hazırlatılan anayasa değişikliğinin asıl amacının türban ya da din olmadığını savunarak "Asıl amaç, Türkiye'yi önce özerk bölgelere sonra da ayrı ayrı federal devletlerden oluşan yeni bir devlete dönüştürmek" dedi. Ayrılıkları pekiştirenlere, ayrılıkları devletin temel yasasında değişmez dogmalara dönüştürmek isteyenlere karşı durulması gerektiğini kaydeden Yıldırım, "Bir yerli vakıfta anayasadan ' Türk ' sözcüğünün çıkarılmasının istenmesinin anlamı açıktır! Kısaca, varlığımızı tartışıyoruz... En tehlikeli durum budur" görüşünü dile getirdi. Mustafa Yıldırım, yeni anayasa değişikliği taslağı ile birlikte yaratılan tartışma ortamıyla ilgili sorularımıza şu yanıtları verdi: - AKP'nin son hazırlattığı anayasa taslağının arka planında görünen nedir sizce? - Anayasa değişikliğinin asıl amacı türban, din değil; asıl amaç Türkiye'yi önce özerk bölgelere sonra da ayrı ayrı federal devletlerden oluşan yeni bir devlete dönüştürmek. Bu amacı en iyi bizim sivillere Amerikan devletinin parasını akıtan NED operatörleri anlatıyor ve " Birçok ülkede, demokratik gelişmeler, otoritenin merkezi rejimlerden alınmasını ve yeni seçilmiş bölgesel ve yerel yönetimlere verilmesini teşvik etmektedir" diye ilan ediyorlardı. Operasyonu daha açık ilan edense Paul Bernard Henze oldu. Amerikan güdümlü Turancıların örgütü SOTA'nın danışmanlığını yapan Henze, aynı örgütün yayınında çok açık yazıyor: "Ülkenin toparlanması devresi olan Cumhuriyet'in ilk yıllarında tam bir merkeziyetçi idare biçimi günümüz gereksinimlerini karşılayamaz durumdadır." Ulusal devleti yıkma - Bu yaklaşıma, "demokrasinin topluma yayılması için devlet reformu isteği" diyorlar, değil mi? - ABD'nin ulusal devleti yıkma isteğini açıklamaya bu sözler yeter, ama Henze daha da açık olarak, "Türklerin, çağdaş dünyada siyasal yönden en başarılı ve gelişmiş ülkelerin federasyon düzeniyle yönetilenler olduğunu düşünmeye başlamaları gerekir" diyor ve aydınlara da federasyon düşüncesini yayma görevi veriyordu: "Türkiye Cumhuriyeti'nde bu türlü değişimleri oluşturabilecek düzenlemeler, Türk aydınlarının ve siyasetçilerinin gündemlerinin başında yer almalıdır. Belki bu tür temel bir düzenlemenin yapılabilmesi için, 20. yüzyılın sonunda Türkiye'nin içine sürüklendiği bunalımın biraz daha da kötüleşmesi gerekecektir." Şimdi Henze'nin, 1997 öncesi kanlı karıştırma döneminde CIA Türkiye istasyon şefi olduğunu, NED örgütlerini Türkiye'ye ilk sokan Forumcularla işbirliği yaptığını düşünürsek onun sözlerini ciddiye almak gerekir. - Bu istek, gündelik siyasete nasıl yansıdı? - Çok örnek verilebilir; ama AKP İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu 'nun 2002 seçiminden hemen sonra söylediklerini anımsatayım: "Olursa her ilde bir yönetici olacak, o da seçimle gelecek. Şu andaki gibi atanmış vali ve seçilmiş belediye başkanı birlikte olmayacak. Bu konuda partide Araştırma Geliştirme Bölümü çalışıyor" diyordu Aksu. Türkiye'de bu tür yaklaşımı demokrasinin güçlenmesi olarak yutturanlara karşı Aksu daha iyi bir planı açıklıyordu: "En iddialı projelerimizden biri de her il ve ilçede bir nevi ' yerel parlamento ' olarak adlandırılabilecek çalışma sistemi kurmak." - AKP'nin 2003'te gündeme getirdiği, Türkiye'nin idari yapısını altüst etmeyi öngören kamu yönetimi reformu bir anlamda... - Haklısınız, kamu yönetimi reformu ve öteki yabancıya mülk edindirme, yabancılara örgüt açma hakları verilmesi altyapıya uygun yasalardı. Ancak bunları öyle kendileri bulmuş değiller. Hemen her projede olduğu gibi onca resmi dolarla ve onca sivil projeyle yaptıkları yalnızca ABD'yi kopyalamaktır: İllere, bölgelere büyük yetkiler vermek, il meclislerini donatmak, seçilmiş valiler; yerele bırakılmış güvenlik kurumları... Neredeki gibi? Tıpkı ABD'de olduğu gibi. ABD'deki federal devletçiklerin yapısı ne ise, onun kopyasını Türkiye'de istiyorlar. Bizdeki politikacılar yıllardır Türkiye Ankara'dan yönetilemez, diye diye bu tuzağa düştüler. Düşünce önce akıllara sızdırılıyor; sonra üstüne bilimsel kılıf dikiliyor. - AKP de bu temel değişikliğe uygun ılımlı İslam mı istiyor? - İslam demek hata olur. ABD ve Batı Avrupa, Yunanistan ne istiyorsa onu istiyorlar. Bunu en iyi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan , eyalet sistemi düşündüklerini, Kemalizmin ve resmi ideolojinin geçersiz olduğunu, kendi deyişiyle değiştiği bir dönemde, yani 2002 seçiminden sonra belirtiyordu. Daha önce de yerel iktidarlar istemişti. Burada "İslam" diyerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ulusal ve tekli devlet yapısını değiştirmenin, hem de bir daha geri döndürülemez biçimde değiştirmenin programını uyguluyorlar. Bir yanıyla toplum içinde çatlaklık, öte yanda devletin varlık ilkelerinin çürütülmesi. - ABD hem bir yandan tüm dinlere sahip çıkıyor, ama öbür yandan da dinsel terörün en büyük mağduru olduğunu söylüyor ve dinsel teröre karşı en sert yaptırımları getirme yanlısı gözüküyor. Bu bir çelişki değil mi? - Dalavereci oyun kurar da o oyun hayatın gerçeğine her zaman uymaz. Hep defoludur. İnsanlar akıllı değilse, gözleri kapanmışsa, bunun farkına varmaz. Kuşkusuz bir çelişki var ortada. Şimdi genel bir terör tanımı dışında uluslararası terör tanımı getiriliyor. Uluslararası terör ne demek? Önce bize bunu filmlerle sundular: Rusya dağılıyor, nükleer silahlar var, çeteler kuruluyor, o silahları o çeteler ele geçiriyor filan... Öncesi böyle... Sonra nereye çevrildi? İslam terörüne çevrildi. Uluslararası terör dediği zaman radikal İslam diyor. Bu radikal İslamın tarifi ne? Bir tek Usame bin Ladin mi? Ya da bir tek Hamas mı? Irak'taki ne peki? Propaganda çok belli: İşgale, kolonileşmeye kim karşı çıkarsa, yeter ki o ülke Müslüman ülke olsun ya da Müslümanın çoğunlukta olduğu bir ülke olsun, ona terör diyor. Uluslararası bu işgale karşı çıkan herkes bir kere terörist. Eskiden komünistti, şimdi terörist. Eskiden anarşistti, şimdi terörist... - Kandırmaca sürüyor anlaşılan... - Tam bir üç kâğıt... Bu tarz değişmiyor. Türkiye'de diyelim ki bağımsızlığı savunuyorsunuz. Kemalistsiniz. Tam bağımsızlık, onur diyorsunuz. Size ne diyecek şimdi? Size kestirmeden "aşırı milliyetçi" diyecektir. Diyor da zaten. Propaganda bunun üzerine kuruluyor. Siz bağımsızlığa yönelik her türlü tehdide, ekonomik bile olsa karşı çıktığınız anda aşırı milliyetçi olmuş oluyorsunuz. "Ey Müslümanlar kalkın, bir bakın neler oluyor" dendiği zaman da İslamcı terörist diyor. Hatta o kadar ileri götürdüler ki, "İslami faşizm" dediler. Bakın radikal terör filan demiyor. ABD'ye ve AB'ye düşünceyle karşı çıkınca "Bunlar İslam faşisti" diyor. Direnen herkesi kendi toplumundan yalıtmaya çalışıyor. Sen de Müslümansın, ama bak o faşist Müslüman, diyor. İslam teröristi diyor. Bu çok palavra bir şey, ama kolay yutulan da bir şey. Sırası gelmişken belirteyim ki, bugün ABD ile içli dışlı olanlar Taliban'ı ve Usame bin Ladin'in durumunu anımsasınlar. Onlar da bir zaman ABD'nin en yakın ortaklarıydı ve hatta ABD onlara göre İslamiyeti savunuyordu. Ders alına! Anayasadaki egemenlik tanımı - Yine güncele, anayasa taslağına dönersek. Bütün bu anlattıklarınız orada yerini buluyor mu? - Modern yaşayan, dine bile inanmayan insanlar bile şimdi ne oldu? Aynı koalisyonda buluştular. Nerede birleşiyorlar? Türkiye Cumhuriyeti'nin yok olmasında birlik halindeler. Şimdiye değin belediyeler, ekonomi ve idari anlamda her türlü yasa çıkarılmış, Türkiye serbest dolaşılan bir bölge olmuştur. Yabancılar mülk alabiliyor, koloniler kurabiliyorlar ülkemizde. Bunların hepsi hazırlanmış, ama bir engel var? Yasaların üzerinde bir anayasa var. İşte asıl engel o yasa. Egemenlik diye bir şey var. Meclis' in egemenliği değil, Türkiye Cumhuriyeti devletinin egemenliği! Türklerin egemenliği diye bir şey var. AB tartışmalarında hep bu egemenlikten yakındılar. Anayasadaki egemenlik tanımı, AB'nin bazı dayatmalarını kabullenmeye engel oluyordu. Egemenlikten biraz vazgeçmek istekleri böyle çıktı. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı, federe devletlerden oluşan bir Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na dönüştürmek istiyorlar. Konu, bu yönüyle ve bu iş için oluşturulmuş sivil-dinci şebekenin eylemleri, bu eylemlere izin veren devlet kurumları bağlamında tartışılıp " Önce tam bağımsızlık, sonra anayasa " denilecekken birden türbana, Malezya olur muyuz gibi şaşırtıcı, saptırıcı tartışmalara kapılınıyor. Bağımsızlık yanlılarının önemli bir bölümü de tuzağa düşüyor. Birdenbire din hürriyetinin Türkiye'de kısıtlandığı üzerine kuruluyor tartışmalar. Oysa, açıkça karşı çıkılması gereken Türkiye'de federal bir devlete doğru dönüşü sağlayacak değişikliklerin tümüne karşı savaşım vermektir. Çıplak gerçek - O anayasa taslağını hazırlayanlar için kimi saptamalarınızı kamuoyuyla paylaştığınızı da biliyoruz... - Örümcek ağındaki bütün projeleri alt alta nasıl yazarsanız yazın; ayrı ayrı örgütler, vakıflar, belediye birlikleri, hepsi ama hepsi; insan haklarına, din hürriyetine, özelleştirmeye, azınlık haklarına, yerel özerkliklere, ABD'nin Ortadoğu'da işgal projelerine sahip çıkmak savıyla çalıştıklarını görürsünüz. İnsan özgürlüğüyle, üstüne terimlerle bezenmiş olan bu savların altına baktığınızda çıplak gerçekle karşılaşırsınız. - Onca çalışmayla örtülen nedir? - Özellikle TESEV'in açıklamalarına bakmak yeter de artar. TESEV'i yöneten eski büyükelçi, Amerika Irak'ı işgal ederken televizyona çıkıp aynen şöyle dedi: " Bir sivil toplum lideri olarak diyorum ki: Türkiye'nin yeri, açıkça söylüyorum, stratejik müttefikinin yanıdır. " Bu şebekenin, ilişki kurduğu, görüşme değil, parayla pulla, ortak düşünce oluşturma adı altında programlarla iç içe çalıştıkları Amerikan örgütleri var, İsrail yandaşı örgütler, Batı Avrupa'dan, özellikle Almanya'dan ve Yunanistan'dan örgütler var! Bir bütünlüğü olan ve eşgüdüm altında işleyen bir sistemden söz ediyorum. Ilımlı İslamdan, türbandan değil; tümüyle bir işgal sisteminden, devleti federasyonlaştırma girişiminden söz ediyorum. - Taslak çalışmalarında Ergun Özbudun adı öne çıkıyor. - Ergun Özbudun, değerli bir profesör; ama kendi kitaplarında Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm ilkelerini çok iyi savunmuş değerli bir hukukçuydu. Beni en çok şaşırtan böyle bir kariyeri olan hukukçumuzun Amerikan örgütündeki yeri oldu. CIPE, Amerikan Ticaret Odası'nın kurduğu, yani Amerikan işadamlarının kurduğu bir örgüttür. Örümcek ağını kuran merkez örgütlerden birdir. Ankara'da bir şube ya da büro açıyorlar, ikinci direktör kim? Ergun Özbudun! ANAP'lılar Alman örgütleri ile işbirliği içinde Türk Demokrasi Vakfı'nı kuruyorlar; ABD örgütü NED ve bağlı örgütlerle birlikte çalışıyorlar. Vakfın kurucularından biri kim? Ergun Özbudun. Kuruluş döneminde vakfın yöneticilerinden biri kim? Atilla Yayla. Ne yapıyor? Liberal enternasyonalin merkezi Atlas Vakfı ile birlikte çalışıyor; AB'den, Katolik örgütlerden para alıp demokrasicilik oynuyorlar. Bir yandan tarikat, öbür yandan liberalizm, öbür yandan İsrail, öte yanda Washington, beri yanda Avrupa ve Ortadoğu'nun, Asya'nın Kafkasya'nın işgal projesi. Bunun dinle de, cumhuriyetimizin anayasası ile de esastan bir bağı olamaz. Din burada yalnızca kullanılan ve dağıtmak üzere, çatışma üzere kullanılan bir olgu. Varlığımızı tartışıyoruz - Kısaca, ne yapmalı? - Bir devletin ve aydınların başarısı, çatışmayı önlemektir. Çatışma zaten varsa, siz bu çatışmayı denetim altında tutacak ve çatışmayı besleyen anlaşmazlıkları ya da yapay olarak yaratılmış anlaşmazlıkları çözeceksiniz. Türkiye'de tam tersi yaşanıyor ve her gün yeni bir çatışma alanına sürükleniyor; birbirimize giriyoruz. Örneğin, birdenbire yaratılan yeni anayasa girdabında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş ilkelerini tartışıyor, bu ilkeleri yıpratıyoruz; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin baştan sona varlığını didikliyoruz. Etnik azınlık hakları, kimlik, din hürriyeti diyerek devlet, kendi var oluş odağında çürütülüyor. - Bu tür konuları tartışmak olağan karşılanabilir mi? - Bu tür konular irdelenemez mi; elbette araştırılır ve tartışılır, gerçekler aranır; ancak yıllardır dışarıdan da tetiklenen, para yatırılan araştırmalar ve tartışmalar, iyi niyetli olmaktan çok, yıkım propagandası çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti'ni gizli bir federasyona sürükleyerek daha sonra açık bir küçük federe devletler topluluğuna dönüştürmeyi ve bana göre yok etmeyi amaçlamaktadır. Yeni devlet bir tür Anadolu Federe Devleti olacaktır. Daha iki gün önce ABD-Alman parasıyla proje üstüne proje yapan bir yerli vakıfta anayasadan " Türk " sözcüğünün çıkarılmasının istenmesinin anlamı açıktır! Kısaca varlığımızı tartışıyoruz... En tehlikeli durum budur... - Öyleyse gerçekten ne yapmalı? - Ayrılıkları pekiştirenlere, ayrılıkları devletin temel yasasında değişmez dogmalara dönüştürmek isteyenlere karşı durmalı. Şu andaki durumumuz zorlanmadan teslimiyeti, yenilmek üzere olduğumuzu gösteriyor; hem de savaşmadan... Çırpınışlar yetersiz; çünkü görev unutuluyor. Bu kolay değil, ama öncelikle içeriden kışkırtan, içeride örgütlü şebekeyi etkisizleştirmek; yabancı siyasal parti örgütlerini sınır dışı etmek; yabancı istihbarat-ajan şebekesini olabildiğince sınır dışı etmek gerekiyor. Birinci koşul ve görev budur! Yabancıların ellerini ve ayaklarını yurdumuzdan keserek onurlu bir ulus olarak kendi yasalarımızı yapmak, kendi bağımsız kurumlaşmamızı oluşturmak ve gerçekten demokrasiyi kurmak. Öyle güdümlü, yalancı bir demokrasi değil, barış ve özgürlükle donanmış bir demokrasi ve onun içinde gerçekten özgür düşünce ve inanç ortamı...
  10. KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-9 Radikal örgütler, eylem ve söylemleriyle İslamı, 'kan, gözyaşı ve cihat dinine' dönüştürdü Kanla aptes alanlar Bölgesinde, "laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti" olma özelliği ile dikkat çeken Türkiye, özellikle 1980'li yılların başından itibaren dış güçlerin yoğun girişimleriyle dinci terörle karşı karşıya bırakıldı. Bu örgütlere de finanstan lojistiğe kadar birçok alandaki destek esirgenmedi. Dinci yapılanmalar "irtica" üst başlığı altında, radikal dini örgütler, dini gruplar ve tarikatlar olarak resmi kayıtlara geçirildi. Çalışmada ağırlıklı olarak irdelenenler, şiddet ve silaha başvuran dinci terör örgütleri oldu. Ancak güvenlik birimleri raporlarında teröre bulaşmamış olmakla birlikte, söylem ve hareketleriyle dikkat çekici ve izlenmesi gerektiğine işaret edilen dini yapılanmalara da yer verildi. 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılın ilk yarısında Mısır'da ilk temelleri atılmaya başlanan dinci örgütlenmeler Türkiye'de tarikat ve cemaatler içerisinde filizlendi. 1979 İran İslam Devrimi ile birlikte cesaretlenen bu dinci örgütlerin eylemsel hareketleri de ivme kazandı. Özellikle Müslüman Kardeşler Örgütü ve radikal din eksenli Ortadoğu kaynaklı yayınların Türkçeye çevrilmesiyle birlikte eylemsel süreç tırmanışa geçti. Öyle ki, Mevlana ve Hacı Bektaş Veli 'nin sevgi ve kardeşlik dini olarak nitelendirdiği İslam, artık İran'ın etkisiyle "kan, gözyaşı ve cihat dinine" dönüşmüştü. GÖRMEZDEN GELİNDİ Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "Ilımlı İslam dediğiniz zaman alternatifi çıkar, o da ılımsız İslamdır!" diyerek İslamın aşırılıkları reddettiğini savunagelse de "dinden beslenen" örgütler cihat adına kan dökmüştü. Özellikle 1980'li yıllar ile 1990'lı yıllardaki çatışma koşullarının yarattığı zeminden yararlanarak güç kazanan dinci örgütleri, kimi zaman PKK karşısında dalgakıran görevi üstlenmesi nedeniyle "görmezden" gelindiği oldu. "İslam devletini" kurup kendisini "halife" ilan edenler, Allah adına "parti" kurarak domuzbağlarıyla insanları katledenler de... Nihai amaçları İslam esaslarına dayalı bir devlet kurmak ve Atatürk Cumhuriyeti'ni yok etmek olan örgütler, son yıllarda "aktif" görünmeseler de bulacakları ilk fırsatta yeniden gün yüzüne çıkacakları kendi iç değerlendirmelerinde de yer alıyor. Örneğin Beykoz operasyonunun ardından çöktüğü belirtilen Hizbullah'ın kendisini sorguladığı kitaptaki, "Cemaatin mevcut varlığı son bulsa veya yok edilse dahi, bu mücadeleyi onların çocukları ve onlardan sonra gelenler devralacaktır" cümlesi bu kapsamda dikkat çekici. TÜRKİYE'NİN RESTİNİ GÖREN ÖRGÜT Türkiye, 15 Kasım 2003 tarihinde İstanbul'da Neve Şalom ve Beth İsrael sinagoglarına yönelik saldırı ile sarsıldı. Saldırıda, 25 kişi yaşamını yitirirken 302 kişi yaralandı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan , "Bu mesajı ayağımın altına alıyorum" diyerek saldırıyı küçümseme yolunu seçti. Ancak, Erdoğan'ın bu açıklamasının ardından 20 Kasım'da HSBC Genel Müdürlük binası ile 3 dakika sonra da İstiklal Caddesi'ndeki İngiliz Konsolosluğu önünde ilk saldırıların benzer şeklinde bomba yüklü kamyonetle saldırı gerçekleştirildi. Bu saldırıda 31 kişi yaşamını yitirirken 480 kişi yaralandı. Başbakan Erdoğan'ın "restini" gören Usame bin Ladin liderliğindeki El Kaide'nin Türkiye yapılanması idi. Türkiye grubu Habib Akdaş liderliğinde oluşturuldu. Türkiye grubundan önce, çatı örgüt olan El Kaide'yi irdelemek yararlı olacak. El Kaide, yapılanması, eylemleri, uluslararası faaliyetleri dikkate alındığında, Hizbullah gibi klasik terör örgütlerinden farklı özelliklere sahip bir organizasyona sahip. Örgütün lideri Ladin. Örgütte merkez-yönetici-yönlendirici kadro olarak nitelendirilebilecek, Ladin'in başkanlığı yaptığı Ayman El Zevahiri ve ölmeden önce Muhammed Atef gibi şahısların katıldığı danışma kurulu benzeri şûrası bulunuyor. Bu üst yönetim dışında, "çokuluslu hücreler, mücahitler-mücahit gruplar ve bölgesel-yerel örgütlenmeler" yer alıyor. DÜNYAYA YAYILMIŞ HÜCRELER Çokuluslu hücreler, örgüt tarafından kamplarda özel eğitim verilmiş üyelerden oluşan ve dünyanın birçok ülkesine dağılmış değişik milletlere üye küçük gruplardan oluşuyor. Bu hücrelerin uzun süre planlı çalışmalar yaptıkları, eylem hedefi, eylem zamanı ve eylem malzemelerini çoğu zaman kendilerinin temin ettiği yarı bağımsız veya tam bağımsız olarak da faaliyet gösteriyorlar. Mücahit gruplar ise Afgan-Rus savaşından bu yana askeri ve dini eğitim alan veya savaşlara bizzat katılmak amacıyla dünyanın birçok ülkesinden sözde cihat bölgelerine (Afganistan, Bosna-Hersek, Çeçenistan, Filistin gibi) giden ve bu bölgelerde bizzat çatışmalara katılan militanlardan oluşuyor. Bölgesel ve yerel grup örgütler ise değişik İslam ülkelerinde kendi olanaklarıyla yerel bazda kurulmuş ve faaliyet gösteren dinci grup ve örgütlerden meydana geliyor. İstanbul saldırılarını düzenleyen Habib Akdaş liderliğindeki El Kaide'nin Türkiye yapısı, ana El Kaide örgütlenmesi içerisinde hem yerel grup örgütü hem de mücahitler grubu olarak karma bir yapı gösteriyor. Türkiye grubunun şûra heyeti, Habib Akdaş liderliğinde Gürcan Baç, Harun İlhan, Adnan Ersöz ve Baki Yiğit üst düzey konumda faaliyet gösterdi. Örgüt yapılanması içerisindeki en önemli özellik olarak akrabalık bağı öne çıkarken akrabaların özellikle eylem sürecinde bilerek ya da bilmeyerek lojistik destek sağladığı da belirlendi. İstanbul saldırılarında kullanılan araçlardan birisinin örgüt yöneticisi Feridun Uğurlu 'nun babasına, diğerinin ise Azat Ekinci 'nin abisi üzerine kayıtlı olduğu saptanmıştı. EL KAİDE Hedef İslam devleti kurmak Türkiye yapılanması ile El Kaide arasında ciddi benzerlikler dikkat çekiyor. Örneğin El Kaide örgütüne girebilmek için "biat" adında bir bağlılık yemini edilmekte ayrıca üyelerin bilgi sızdırmalarını engellemek amacıyla düzenli olarak iç soruşturma yapılıyor. Türkiye grubu da üyelerine örgütsel faaliyetlere dahil ederken lider Habib Akdaş'ın da benzer bir biat yemini ettirdiğini yakalanan militanlar ifadelerinde anlatmıştı. El Kaide'nin amacı, "bütün Müslümanları birleştirerek halifelik yönetiminde Ortadoğu'da bir İslam devleti kurmak" ve "lokal isyanlarda yer almış tüm dünyadaki mücahitleri bir araya getirip onları tek bir İslam devleti yaratmayı hedefleyen uluslararası savaşa yöneltmek" olarak açıklanabilir. Örgüt bu amaca yönelirken ABD, İsrail ve müttefiklerinin ekonomik ve psikolojik olarak çökertilmesi stratejisini izliyor. El Kaide, 20 Kasım'da HSBC Genel Müdürlük binasına bombalı saldırı düzenledi. Habib Akdaş Ladin ilişkisi Habib Akdaş başta olmak üzere örgüt mensuplarının yurtdışı bağlantılarının özellikle de Afganistan bölgesinde bulunanlar ile yoğunlaşmıştı. Habib Akdaş, Adnan Ersöz ve Baki Yiğit, Türkiye'den Afganistan'a eğitim amacıyla giden şahısları bir çatı altında toplanması düşüncesini yaşama geçirmek için Afganistan'daki bazı kamp komutanları ile El Kaide askeri kanat sorumlusu Muhammed Atef ve Usame bin Ladin ile görüşmeler yapmışlardı. Bu görüşmeler sonucunda bazı kişilerin Afganistan'da bulunan El Kaide'ye bağlı kampta askeri eğitim aldılar. Örgüt üyelerine eğitim amaçlı dersler, Selefi-Vahhabi düşüncesine koşut El Kaide ve Ladin'in propagandası üzerine oturtuldu. Ancak ders gruplarına ilk kez girenlere doğrudan gündeme getirilmeyip zamanla belli bir seviyeye gelenlere aşama aşama bu düşünceler aktarıldı. El Kaide kamplarında suni gübre, kimyasal malzemelerden bombanın nasıl yapılacağı da öğretiliyor. Örgüt üyeleri bulundukları ülkelerde imal edecekleri bombalar için uygun meslek dallarında çalışarak faaliyetlerini de maskeliyorlar. 11 Eylül 2001 tarihinden bu yana Türkiye'de yapılan operasyonlarda, 200 dolayında kişi gözaltına alındı. El Kaide'nin Türkiye grubu büyük ölçüde çökertilirken henüz yakalanamayan üst düzey yönetici konumundaki militanların varlığı ve çatı El Kaide'nin eylemlerini sürdürmesi nedeniyle "uyuyan hücrelerin" yeniden canlanabileceği değerlendiriliyor. ÖRGÜTÜN FİNANSMANI Yerel bazda üyelerin kendi işlettikleri, ücret karşılığı çalıştıkları ya da ortak oldukları ticari işletmelerden elden edilen gelir örgüt finansmanında önemli bir bölümü oluşturuyor. "İslam mücahitlerine yardım" adı altında toplanan paralar ve örgüt üyelerinin infak adı altında toplanan paralar da örgütün parasal kaynakları arasında sayılıyor. Uluslararası düzeyde ise Ladin kendisine sunulan eylem projelerine finans, maddi destek sağlıyor. Ladin ile de görüşen Habib Akdaş'ın İstanbul saldırıları için gerekli paranın tamamının Akdaş aracılığıyla El Kaide'den sağlandığı belirlenmişti.
  11. KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-8 Tüm dinsel gruplar tek tek desteklenip kültürel bölünme sağlanırken komünizm artık hedef olmaktan çıktı Kemalizme karşı savaş başlatıldı Stratejik Araştırmalar Vakfı bir konferans düzenliyor. Konferansın başlığı her şeye bedel: "Kimlik ve Demokrasi". Konferansı veren kim? CIA'nın eski istasyon şeflerinden Graham Edmund Fuller. Araştırmacı yazar Mustafa Yıldırım, ABD'nin yeni yönteminde mezheplerin teker teker desteklenerek kültürel birliğin dağıtılmasının amaçlandığını ve eskiden dinin büyük düşmanı olan komünizmin yerine Kemalizm'in konduğunu söyledi. Graham Fuller - Türkiye açısından bakıldığında dinin kullanılmasının sizce özel bir gerekçesi var mı? - Türkiye'de insanları dinsel inançları nedeniyle birbirine bağlayan gelenekleri ve kültürleri olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Kimisi çok dindardır, kimi değildir, ama din nedeniyle oluşan bir kültür içlerine sinmiştir ve bu yüzden de dayanışma duygusu yüksektir. Dinsel oluşumları teker teker destekleyerek bu dayanışmayı, bu birliği dağıtıyorlar. Eskiden komünizm din düşmanıydı; şimdi artık ortak düşmanın Kemalizm olduğunu ­Kemalizmin dinsizlik olduğunu- ileri sürenler destekleniyor. - Bundan ne yarar umuyorlar? - Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları birliğini korursa, ortak değerler çevresinde kenetlenirse işgale karşı çıkabilir. Camide hocalar, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin tam bağımsızlığı için vaaz verirlerse.. ama o hocalar artık dinlerin hamisi ABD saflarına geçmişse vaazlar, dinler arası barış, diyalog diyerek uzar gider. Müslümanların haklarını ve hürriyetini savunuyorum derken aslında somut olarak; türban hürriyetini savunuyor, imam hatiplerin yaygınlaştırılması hürriyetini savunuyor. Bahailiğe, Şafiliğe, Aleviliğe, Şiiliğe, Nakşibendiliğe sahip çıkıyor. " Karşınızda dinsiz bir devlet vardır. Türk devleti" diyerek "Onu yıkmak gerekir" demeye getiriyor işi. Çok ince bir oyun bu: Toplumu bir arada tutacak inançtı, dildi, ortak geçmişti, kültürdü, ne varsa hepsine sahip çıkıyor; koruyucu olduğunu baskılarla gösteriyor. PARÇALAMAK TEMEL İLKE - Amaç, Türkiye'de şöyle ya da böyle din devleti mi? - Bence amaç, Türkiye'de din devleti filan değil, asla değil. Müslüman bir devlet istemez, işgal ediyor; ele geçiriyor. Ele geçiren yayılmacı, karşısında bir ortak cephe yaratmaz. Bütün Müslümanları halifelik altında birleştirdiğini düşünelim; bugün halife onlardan yana olabilir; ama yarın da böyle olacağının bir güvencesi var mı? Halifelik Müslümanları, ABD-Avrupa işgaline karşı çıkmaya çağırırsa işine gelmez. Aslına bakarsanız işgalcilik tarihinde, karşı tarafı birleştirmek değil olabildiğinde parçalamak temel ilkedir. - Hedefi nedir o zaman? - Türkiye özelinde açık hedef, son hedef, federasyondur. Merkezi devlet olmasın, merkezi devletin otoritesi olmasın, merkezi devlet herkesi kendisine bağlamasın...Geri planda da değil, açıkça dile getirdiği belli: Türkiye'de baskılar, çatışmalar vardır, onun için huzur yoktur, bunun sağlanabilmesi için Türkiye'de federasyon olmalıdır. Bu benim yorumum değil. 1980 darbesinden önce Türkiye'de CIA istasyon şefliği Paul Bernard Henze , hazırladığı Atatürk'ten sonraki miras ile ilgili kitapta "Türkiye için en iyi çözüm yolu federasyondur" diyor. 1999'da Ankara'da anayasa reformu ile ilgili konferans düzenleniyor. Orada Alman profesörler "Türkiye'de ulus yoktur" diyorlar ve bunun için çalışıyorlar. - Bütün bu kurguyu toplumlara oturtmak için ekonomik anlamda nasıl bir örümcek ağı oluşturulduğunu siz araştırdınız ve yazdınız... - Basit bir örnek. Stratejik Araştırmalar Vakfı bir konferans düzenliyor. Konferansın başlığı her şeye bedel: "Kimlik ve Demokrasi." Konferansı veren kim? CIA'nın eski istasyon şeflerinden Graham Edmund Fuller . Türkiye'de 1980'li yılların ortasında dikta baskısı hafifleyip demokrasiye yeniden geçerken de hep kimlik tartışılmıştır. Din hürriyeti senaryosunu da 1990'lı yıllarda başlattılar CIA aracılığıyla Türkiye'de bir kişiye para verilse ve bu kişi ya da dernek propaganda yapsa, buna casusluk denir ve vatana ihanetten yargılarlar. Ya şimdi? Aynı Amerikan devletinin parasını bilmem ne partisinin bir örgütü, bir vakfı, bir derneği aracılığıyla bilimsel çalışma, proje hazırlatma diye veriyor ve bırakınız yargılanmayı, bu ödemeler İçişleri Bakanlığı'nın onayıyla ödeniyor. Hatta yabancı partilerin örgütleri Türkiye'de şubeler açmışlar harıl harıl çalışıyorlar. - Projecilik nasıl yürüyor? - Pek görünmüyor ama, Türkiye'nin asıl kaybettiği akademik dünyasıdır. Amerika'ya doktoraya gidenlerin hazırladığı sosyoloji tezlerinin çoğu Türkiye'de İslam, Türkiye'de din, Türkiye'de din ve devlet ilişkisi, Türkiye'de etnik topluluklar üstünedir. Birleştiren değil ayrıştıran ne denli konu varsa onun üstünde çalışıyorlar. Amerika'da bu alanlarda çalışanlar yeni dünya düzeni politikasını benimseyerek dönüyorlar ülkeye. Amerika'nın yeni hürriyet projesi diyorlar buna. Üniversitelerde işgali destekleyici düşünceyi yayıyorlar; dernekler kurup öğrencilerini örgütlüyor; öğrencilerini ABD'deki merkez örgütlere yönlendiriyorlar. Sonra da, bu kadar modern görünümlü akademisyenler, bu genç doçentler, profesörler bilmem ne tarikatı ile kol kola girip Türkiye Cumhuriyeti devletini değiştirmeye nasıl kalkışıyorlar diye şaşırıyor herkes. Projelerin ana teması federasyon, dinsel örgütlenmeye bağ oluşturan alt teması "serbest piyasa ekonomisinin İslamla nasıl bağdaştığını, İslamiyetin serbest piyasa ekonomisi ile çelişmediğini anlatmak". KÜRESELLEŞME VE İSLAMCILIK Ulusal ekonomi yok ediliyor - İslamiyet piyasa ekonomisine karşı mı ki, böyle bir tema özellikle işleniyor? - Haklı bir soru. Şimdi düşünün: Türkiye'de serbest piyasa ekonomisine din denerek karşı çıkılmış mı şimdiye kadar? Hayır böyle bir şey yok, tartışma da yok. Bu girişimin iki amacı var; dinsel örgütlerle ilişki yolu açmak ve komşu ülkelerde çalışmanın rehberi olmak. Batı'nın ulusal ekonomiyi yok ederek, liberal açık pazara çevirdiği ülkelerde bu soygun düzenini "küreselleşme" denen yeniden sömürgeleştirme operasyonuyla Müslümanlarla yeni liberalleri aynı cephede buluşturuyorlar. - Satılmak, satın alınmak kavramları tam karşılıyor mu yaşanan gerçekliği? - Elbette karşılamıyor. Yalnızca adam satın alarak değil, kültürel anlamda da sessizce yapılan bir iştir bu. Giderek düşünce hayatınızı ele geçiriyor. Bu tip çalışmaları kültürel diyerek destekliyor, sonunda geliyorsunuz Lozan Antlaşması'nın değiştirilmesi ve Müslüman azınlıkların haklarının tanınması noktasına: Araplar, Pomaklar, Lazlar, Çerkezler.... Türklerin bütünlüğü de parçalanıyor böylece: Kırgız Müslümanlar, Özbek Müslümanlar, Türkmen Müslümanlar. Toplumu Türk-Kürt olarak değil, Türkleri bile ince ince mozaiğe çevirme siyaseti... Bu sinsi girişim, bizi birbirimizi bağlayan tüm bağları zayıflatıyor; birbirimizden kopartıyor ve sonuçta Türkiye Cumhuriyeti devleti kalmıyor.
  12. KÜRESEL TUZAK: ILIMLI İSLAM-7 Yıldırım: Kavakçı olayı Türkiye'de dinin baskı altında olduğu inanışını artırmaya yönelik operasyonun en önemli parçasıdır Türkiye'deki son hedef federasyon Araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım, Türkiye'de 'dinin baskı altında' olduğunu kanıtlamak ve dünyaya kabul ettirebilmek için bir dizi operasyon düzenlendiğini belirterek, bu kapsamdaki en ciddi girişimin ABD vatandaşı Merve Kavakçı operasyonu olduğunu aktardı. Toplumun içinde erimiş ayrı kökenden yurttaşları etnik kimlikler altında toplayarak Sevr'den de ileri bir parçalanma tasarlandığına da değinen Yıldırım'a göre, dinsel, kültürel, etnik; bir toplumu yönlendirmek ve yönetmek için ne kadar olanak varsa kullanılıyor, çünkü emperyalizmin Türkiye'deki son hedefi federasyon... Mustafa Yıldırım, Türkiye üzerinde planlanan operasyona ilişkin sorularımıza şu karşılıkları verdi: - ABD kendi içinde nasıl yaklaşıyor dinsel örgütlenmelere? - ABD, bütün dinlere sahip çıkarken kendi içinde de örneğin Müslüman örgütlenmelere de izin veriyor. Örneğin, zenciler Amerika'daki ırkçılığa karşı mücadele etmek için Müslüman örgütler kuruyorlardı. Sonra ABD devleti bu örgütlenmeye sonradan sahip çıkarak pasifleştirdi. ABD dünyanın birçok ülkesinden göç alıyor. Ortadoğu'dan, Pakistan'dan, Bangladeş'ten, Mısır'dan, Suriye'den, Irak'tan, İran'dan ve Filistin'den gelenlere istedikleri gibi yaşama ve örgütlenme özgürlüğü tanıyor. Göçmen Müslümanlar dernekler, vakıflar hatta şirketler kurarak güçleniyorlar. Bu örgütlere her tür serbestlik tanınıyor; ama ABD'nin din devleti olmasını savunamazlar. - Din devletini savunmak düşünce ya da din özgürlüğü kapsamında değil mi? - Elbette böyle; ancak bu özgürlük ABD'ye yönelik kullanılamaz. Zaten Müslüman örgütler de bırakıp geldikleri ülkelerinin uluslaşma sürecini tamamlayarak dinsel grupların çatışma alanından çıkarak 'ulus devlet' olmasını desteklemek yerine; ABD'den aldıkları güçle ulusal devletlerini yıpratmak için ellerinden geleni yapıyorlar. ANA HEDEF TÜRKİYE - Ya Türkiye'den gidenler? - Yalnızca Türkiye'den gidenler değil, bütün Müslüman örgütlerinin ana hedefinde Türkiye Cumhuriyeti devleti var! İddialar, "Türkiye'de din hürriyeti yoktur, din baskı altındadır" diye başlıyor ve bunu "Müslüman azınlık hakları" diyerek etnik parçalanmaya dek uzatıyorlar. Türkiye'nin önünü açacak her türlü uluslararası ilişkiye engel olmaya çalışıyorlar. Ermenilerle, Yunanlarla bile işbirliği yapanlar az değil. Türkiye'de "dinin baskı altında" olduğunu kanıtlamak ve dünyaya kabul ettirebilmek için bir dizi operasyon düzenleniyor. En ciddi operasyon, ABD vatandaşı Merve Kavakçı operasyonudur. Kavakçı, ABD'de yetişiyor; ailesi orada, babasının işi gücü orada; ama bir gün ansızın Türkiye'ye gelip Abdullah Cumhur Gül'ün TBMM'de danışmanı oluyor. 1999 seçiminde RP'den milletvekili adayı oluyor. Listede 5. ya da 6. sıradayken ­ yanlış anımsamıyorsam 2. sırada Ahmet Tekdal 'ın kızı vardı- bir gecede Merve Kavakçı 2. sıraya getiriliyor ve seçiliyor. Öykünün gerisini biliyorsunuz: Meclis'e, girme, yasalara aykırı davranıp izinsiz ABD vatandaşı olduğu için vatandaşlığının düşürülmesi. Olay başlayınca dünyanın dikkatleri Türkiye'nin üzerine çekiliyor ve dünyaya Türkiye'de din ve ibadet hürriyeti olmadığı kanıtlanmış oluyor! Otomatiğe bağlanmış gibi dünyanın birçok ülkesinde Türkiye'ye karşı protestolar başlıyor: Tahran, Filistin, Avrupa ve en önemlisi Washington'da... Bu operasyon sırasında canla başla çalışan gazetecilerin ve siyasetçilerin katkılarını da unutmayalım. Operasyonların ardından din-siyaset-ticaret örgütleri ve siyasal liderleri "Amerika bizi destekliyor" diye işi büyütüyorlar. Bu desteği operasyondan önce keşfedenler de daha radikal olanlardı. Örneğin, Kürt nurcular Amerika'da, Almanya'da Kürt sorununa İslamcı çözüm arayan konferans ve toplantılar düzenliyorlar; ABD'de yapılan Hamas toplantılarında boy gösteriyorlardı. Amerika'ya gidenlerin sonu gelmiyor neredeyse... ERBAKAN'A ÖDÜL VERİLİRKEN BEYAZ SARAY KUTLADI ABD toplantılara her zaman sahip çıkıyor - Kimler gidiyor? - Kimler gitmiyor ki! En önemlisi Refah Partisi ve Necmettin Erbakan ... Kuzey Amerika İslam Derneği ile ilişkideler. Bu örgütün danışma konseyinde Şeyh Yusuf Ziya Kavakçı da vardı. Erbakan, örgütün yıllık kongresine katılıyor ve "Türkiye'ye İslami demokrasi tattırdığı" gerekçesiyle onur ödülü alıyor. ABD bu toplantılara sahip çıkıyor. Erbakan'ın ödül aldığı toplantıya Başkan Yardımcısı Al Gore , kutlama mesajı gönderiyor. Zaten RP öteki Amerikan Müslümanı örgütlerden seçim desteği de almıştı. Örneğin Nation of Islam lideri Louis Farrakhan RP'nin seçim mitinglerine katılmıştı. Moon tarikatının desteğiyle oraya giden hoca efendileri de unutmamak gerekiyor. Ayrıntıları çalışmalarda var. - 'Din hürriyeti' d iyerek federasyonlaştırma projesine tam destek sürüyor yani. - Aslında proje çok karmaşık değil: Ulusal bütünlüğü bozmak ve dağıtmak için ne gerekiyorsa o yapılıyor. Dinsel öbekse dinsel tarikat, örgüt; etnik azınlıksa Müslüman ve Müslüman olmayan etnik azınlık... Amerikan Kongresi bir Lozan raporu hazırlıyor; Türkiye Cumhuriyeti'nin yasal olmadığını ileri sürüyor; yurdumuzda düzenin laiklik dayatmasıyla bozulduğunu; Müslümanların ve Hıristiyanların haklarının hiçe sayıldığını ileri sürüyor. SEVR'DEN BİLE İLERİ Raporun ana teması "Türkiye'de Müslüman azınlıklara hakları verilmemiştir" savıdır. " Türkiye'de ayrı etnik kökenden Müslüman topluluklar vardır, onların üzerinde baskı vardır" diyerek Hıristiyan azınlığın dışında, sayıları ne olursa olsun, toplumun içinde erimiş ayrı kökenden yurttaşları etnik kimlikler altında toplayarak Sevr'den de ileri bir parçalanma tasarlanıyor. Dinsel, kültürel, etnik; bir toplumu yönlendirmek ve yönetmek için ne kadar olanak varsa, meslek odası, sendika, dernek, örgüt varsa araç olarak kullanabiliyor. Eskiden gizli kapaklı kullanıyordu; ama şimdi doğrudan açıktan kullanıyor. Yakın bir örnek olarak; Irak'ta da mezhepler üzerinde baskı olduğunu ileri süren çalışmalarla başlamışlardı ve demokrasi getirerek din-etnik devletçikler oluşturma yolunda ilerliyorlar.
  13. Çok sağolun sevgili POLTİKA!!!!!! ben katlanmak degil her okudugumda,duydugumda düşüncelerimin, beynimin bu tür düşünceleri redetetiginin bilincide bir olarak sizi kırmak zorunda kalacagım ...yani katlanamıyacagım ama buyrun sizler katlanmaya defam edin bence veya katlanıverin!!!!
  14. 1977 yılında MEB tarafından yayınlanan bir genelge eğitimcileri ve hukukçularını ikiye böldü.... İstanbul Bahçelievler’deki bir lisede öğretmen ve öğrencileri namaz kılarken görüntüleyen Radikal gazetesi, daha sonra, okula iki müfettişin gönderildiğini ve soruşturma açıldığını duyurunca, okulda ibadetin yasal olup olmadığı tartışması başladı. NTVMSNBC’nin soruları üzerine Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu Başkan Yardımcısı Merdan Tufan, 13.12.1977’de Bakanlık tarafından “ibadet etmek isteyen öğrenciler hakkında” başlıklı genelge olduğunu doğruladı. Eğitimciler ve anayasa hukukçuları ise ikiye bölünmüş durumda. Haberin devamı Radikal gazetesi haberi “Okulda mescit” şeklinde duyurdu. Uygulamaya karşı çıkanlar da, destekleyenler de okulda mescit olamayacağı görüşünde birleşirken, destekleyenler bu mekanın “mescit değil, ibadet edilen yer” olduğunun altını çizdiler. GENELGE NE DİYOR? MEB Talim Terbiye Kurulu Başkan Yardımcısı Merdan Tufan, NTVMSNBC’nin soruları üzerine, “Evet, 13.12. 1977 tarihinde çıkmış bir genelge var. 9 Ocak 1978 tarihinde Tebliğler Dergisi’nde yayınlanmış, zamanın Müsteşarı Abdurrahman Demirtaş imzalamış ve yayınlanmış” dedi. Söz konusu genelge “İbadet etmek isteyen öğrenciler hakkında” başlıklı ve şu ifadeye yer veriyor: “Bilindiği gibi din ve vicdan hürriyeti anayasanın 19. maddesi (Bugünkü 24. madde) ile teminat altına alınmıştır. Bu itibarla bakanlığımıza bağlı okullarda ders saatleri dışında ibadetini yerine getirmek isteyen öğrencilere okul idaresince mümkün olan kolaylıkların gösterilmesi gerekmektedir.” BOSTAN: KÜÇÜK BİR YER... ‘Okulda mescit’ haberine tepki gösteren Türk Eğitim Sen İstanbul Bölge Başkanı Yardımcısı Doç. Dr. Hanefi Bostan, NTVMSNBC’ye, 1977 tarihli genelge doğrultusunda okullarda ibadetin 30 yıldır serbest olduğunu, okul müdürlerinin bu yöndeki talepleri karşılamaları gerektiğini savundu. Avrupa Birliği ülkelerinde ve Türkiye’de de azınlık okullarında ibadethane olduğunu iddia eden Bostan, şunları söyledi: “Bunlar yetişkin, yani lise öğrencileri. Eğer onları dışarıya salarlarsa ve yakın bir yerde cami yoksa, yolda başlarına her türlü şey gelebilir. Biliyorsunuz İstanbul’da her gün öğrenci öldürülüyor, Türk Eğitim-Sen İstanbul Bölge Bşk. Yrd. öğrenciler uyuşturucu tuzağına düşüyor. Okul müdürü olarak onların güvenliğinden okul saatleri içerisinde sorumlusunuz. Bir talep geldiğinde müdür ne yapacak, bir çözüm bulması lazım. Yani müdür, hiç kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde ve okulun en alt katında bunlara küçük bir yer tahsis etmiş. Anayasanın 24’üncü maddesinde din ve vicdan hürriyeti teminat altına alınmıştır, bu genelge de onun bir sonucudur.” DİNÇER: OKULDA İBADETHANE SUÇTUR Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaattin Dinçer ise genelgenin yayınlandığı zaman tepki çektiğini söyledi: “Bu genelge o gün yapıldığında da yanlıştı, bugün de yanlıştır. 1977’deki siyasal iktidarın o güne dair Eğitim Sen Genel Başkanı çıkardığı bir genelgeydi, anımsıyorum; o gün de çok büyük tepkiler almıştı. Bu uygulamalar laik eğitimin gericileştirilmesi anlamına gelmektedir. O dönem yayınlanmış olması, bu genelgenin hukuki, geçerli ve doğru olduğu anlamına gelmez. Bu tür mekanlar, hiç bir biçimde Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı özel ya da resmi eğitim öğretim kurumlarında düzenlenemez, düzenlenmesi suçtur, düzenleyenler hakkında ve bu tür mekanları kullananlar hakkında derhal idari işlem ve soruşturma başlatılması zorunludur. 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda da, 4360 Sayılı Zorunlu İlk Öğretim Kanunu’nda da, yani eğitimi düzenleyen hiç bir yasada ‘okullar dini görevleri yerine getirmeye dönük mekanlar düzenler’ diye bir hüküm yoktur. Anayasa’nın 24. maddesiyle ilgili konu da bir yorumdur. Tersinden bakarsanız evrensel normlara göre kişi 18 yaşına kadar çocuktur ve 18 yaşına kadar bu tür kalıpların içine sokulamaz, eğitim ve öğretim kurumlarında böyle bir düzenlemeye gidilemez. O ibadet özgürlüğü ile ilişkili kavram, yurttaşların dışarıda inanç ve ibadetlerini yerine getirmesi ile ilgili bir durumdur. MEB’na bağlı kurumlar kamusal bir alandır ve özel ya da resmi olsun bu kurumlar içerisinde bu doğrultuda mekanlar açılamaz.” PROF. AZRAK: 24. MADDE OKULDA İBADETİ KORUMAZ NTVMSNBC, hukukçulara da söz konusu genelgenin Anayasa’nın 24’üncü maddesine aykırı olup olmadığını sordu. İdare ve Anayasa Hukuku Uzmanı Prof. Dr. Ülkü Azrak aykırı olduğunu savundu: “Okullarda eğitim dışında hiçbir şey yapılamaz, Prof. Dr. Ülkü Azrak bu kadar. Kanununda da ‘okullarda eğitim dışında hiçbir şey yapılamaz’ diye hüküm var. Avrupa Birliği ülkelerinde de papaz okulları hariç hiç bir okulda kilise yoktur. Anayasa’nın 24. maddesi din ve vicdan hürriyetini içeriyor, ama bu okullardaki ibadeti koruma altına almıyor. Burada din hizmeti veriliyor. Din hizmeti vermekle din özgürlüğünü korumak birbirinden farklı şeyler.” ANAYASA’NIN 42. MADDESİNE AYKIRI Anayasa’nın 24. maddesiyle ilgili bu değerlendirmeyi yapan Prof. Azrak, başka bir maddeye dikkat çekti ve okulda ibadetin Anayasanın 42. maddesine de aykırı olduğunu iddia etti: “Anayasanın 42. maddesi, ‘Kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz, öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir, eğitim ve öğretim Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda çağdaş bilim esaslarına göre yapılır’ diyor. Özetlersek; Anayasanın 42. maddesinin 8. fıkrasında; ‘Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür, bu faaliyetler her ne surette olursa olsun engellenemez’ diyor. Bu durumda ibadet, eğitim ve öğretim midir ya da araştırma mıdır; bunları sorgulamak lazım.” PROF. SANCAR: OKULDA İBADET 24. MADDEYE UYGUN Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Mithat Sancar ise ibadet özgürlüğünün genel olarak 24. maddenin koruması altında olduğunu ve belirli şartlar çerçevesinde genelgenin hukuka uygun olduğunu kaydetti: “1962 Anayasasının 19. Maddesi, şimdiki Anayasa’nın ise 24. maddesidir. İbadet özgürlüğünün sınırları da yine 24. maddede yer alıyor. Kamu kurumlarında ve orta öğretimde işleyişi, derslerin akışını, düzenini Prof. Dr. Mithat Sancar ve saatlerini engellememek şartıyla ibadet etmek isteyenlere kolaylık sağlanır, ancak herhangi bir ayrımcılık ve zorlama olmadığı taktirde. Okulun ders işleyişini, düzenini, saatlerini ihlal etmediği, engellemediği sürece bir sorun yok. 24. madde buna imkan tanıyor, ‘siz mutlaka yapın, yapmalısınız’ diye bir emir vermiyor ama böyle bir talep olduğunda kendi imkanları çerçevesinde buna yönelinir elbette. Saydığım şartlar çerçevesinde 24. maddeye aykırı bir durum olmaz, eğer bir ayrımcılık, zorlama, öğrencileri belli bir yönde ibadete zorlama, başka öğrenciler üzerinde dolaylı veya doğrudan baskı kurma gibi etkileri ve sonuçları olmadığı taktirde ders saatlerini, okulun işleyişini bozmaması şartıyla ibadet için kolaylık sağlanabilir. Yani bu şartlar çerçevesinde söz konusu genelge hukuka uygundur.” 42. MADDE YORUMU ZORLAMA Prof. Sancar, Prof. Ülkü Azrak’ın, okulda ibadetin Anayasanın 42. maddesine aykırı olduğu yönündeki sözlerini ise şöyle yorumladı. “Bence bu çok zorlama bir yorum, eğer öyle derseniz, mesela okulda bir yazarın davet edilmesiyle yapılan imza günleri veya herhangi bir şenlik ya da eğlence de kapsam dışında bırakılabilir. Bana göre zorlama bir yorum.” PROF. KABOĞLU: GENELGE ANAYASAYA AYKIRI Anayasa Hukuku uzmanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu da genelgenin anayasaya aykırı olduğu görüşünde: Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu “24. madde okullar için sadece din derslerini öngörüyor, yani Anayasa buna izin veriyor ve hem de zorunlu kılıyor. Mescit, tamamen farklı bir uygulama ve 24. maddenin okullar açısından tanıdığı bir olanak değil; bunun mümkün olması, Anayasa’nın bu konuda açık hüküm öngörmesine bağlı. Ne var ki böyle bir hüküm konulamaz; çünkü 24. maddeye aykırılık oluşturur. Lâikliğin, neyin yapılamayacağını göstermek suretiyle dolaylı tanımını yapan bu hüküm, bu tür uygulamaları önlemek amacıyla konmuş bulunuyor.” Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve insan hakları uzmanı Prof. Dr. Osman Doğru da “Eğitim özgürlüğünün içerisinde din ve vicdan özgürlüğünü kaynaştırıp eritmek zor bir durum” dedi. Prof. Doğru, AB okullarında kilise olduğu yorumlarına karşı “Bizim ilahiyat fakültelerimiz de de cami var, ama bu başka bir durum. İlk öğretimde ancak din okullarında kilise olabilir ama devlete bağlı laik sistemde yer alan eğitim içerisinde mümkün görünmüyor” diye konuştu. MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜ: MESCİT ŞEKLİNDE OLMAZ Gazetecilerin konuyla ilgili sorularını yanıtlayan İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Ata Özer, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü “Bahçelievler’deki bir okulun zemin katında mescit olduğu” şeklinde, gazetecilerin soruları üzerine “mescit” olmadığının altını çizdi, ibadet edilen mekan olduğuna kaydetti. “O olay bizi aşmıştır” diyen Özer, şöyle devam etti: “Hiçbir okulda mescit olmaz. Bununla ilgili tartışmıyorum. Bütün devlet dairelerinde de bireylerin kendilerine göre ibadet yapma hakkı vardır. Öğrenci de yapabilir ama mescit şekline dönüştürülemez.” ANAYASA’NIN 24. MADDESİ NE DİYOR? Din ve Vicdan Hürriyeti: Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır. Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.
  15. Ortadoğu'da geliştiği, İran devrimi ve en son Afganistan'daki irticai hareketler ile hız kazandığı görülmektedir * Radikal anlayış ve hareketler ekonomik yönden geri kalmış ülkelerde ortaya çıkmakta ve zemin bulmaktadır. * Siyasal İslam rejimini İslam ülkelerine yayma politikası güden İran'daki dini anlayışın, ülkemizdeki radikal grupların oluşumunda büyük etkisi olduğunu söylemek mümkündür. İRTİCANIN HEDEFİ Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Atatürk'ün öngördüğü milliyetçilik anlayışına bağlı demokratik,laik ve sosyal hukuk düzenini yıkmak, Türk halkını birbirine kenetleyen ortak hasletlerden;Dil Birliği, Yurt Birliği ve Ülkü Birliği gibi temel değerleri yok edip yerine dini esaslara dayalı bir yönetim sistemi kurmayı hedeflemektedir İRTİCAİ UNSURLARIN STRATEJİLERİ *Laikliği dinsizlik olarak gören tabanı oluşturmak *Politik güç ve tabanı harekete geçirecek silahlı bir kadro oluşturmak,(partileşme ve silahlı propaganda dönemi) *Demokratik yolla iktidarı ele geçirmek, olmazsa kitle hareketi ile dini esaslara dayalı devlet düzeni kurmak ve karşı güçleri tasfiye etmek *Tüm İslam ülkelerini bir bayrak altında toplamak. İRTİCAİ UNSURLAR ; * HİZBULLAH TERÖR ÖRGÜTÜ Hizbullah terör örgütü; 1979 yılında Hüseyin VELİOĞLU (DURMAZ), Edip GÜMÜŞ, İsa ALTSOY gibi şahıslar öncülüğünde "Müslüman Kardeşler" örgütünden etkilenilerek Batman'da kurulmuştur. Amacı; mevcut Anayasal düzeni yıkarak yerine dini esaslara dayalı bir devlet kurmaktır. Hizbullah Terör Örgütü üç safhalı bir stratejiyi öngörmektedir. Propaganda (Tebliğ), Teşkilatlanma (Cemaat), Silahlı savaş (Cihad) metodudur. Örgütün kurucu lideri Hüseyin VELİOĞLU 17 Ocak 2000 tarihinde İstanbul'da, ikinci lideri Sülhattin ÜRÜK 05 Eylül 2001 tarihinde Adana'da ölü olarak, daha sonra yurt içi sorumluluğuna getirilen M.Beşir VAROL ise 17 Mayıs 2003 tarihinde Konya'da sağ olarak ele geçirilmiştir. Yapılan aramalarda 2'si kadın 70 ceset bulunmuştur. *Türkiye'deki irticai kesimin, Hizbullah'ın Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bir "Kürt-İslam Devleti" kurması fikrine sıcak bakmadığı gözlenmektedir. *Bu nedenle anılan kesimden destek sağlama konusunda ciddi problemler yaşamaktadır. *Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yeniden toparlanma ve taban genişletme gayretlerini sürdürmektedir. *Örgütsel faaliyetlerde cezaevleri için kurye olarak kadınlardan faydalanmaya ağırlık verebilir. *Birçok örgüt mensubunun ceza evlerinde olduğu göz önüne alındığında, örgütün geleceğe dönük faaliyetlerinde ceza evlerinin etkin bir rol oynayabilir. *Halen var olduğunu ispatlayabilmek maksadıyla güvenlik güçlerine yönelik eylemlerde bulunabilir. *İBDA/C ÖRGÜTÜ Dini esaslara dayanan, Sünniliği temel alan, Şii düşünce ve grupları reddeden, silahlı eylemi benimseyen bir örgüttür. 1985 yılında Salih İzzet ERDİŞ liderliğinde Necip Fazıl KISAKÜREK'in "Büyük Doğu" fikriyatı olarak bilinen fikirlerinden hareketle kurulmuştur. Örgüt lideri halen Bolu'da ceza evindedir. Salih MİRZABEYOĞLU'nun cezaevine girişinden sonra örgüt içinde yeniden yapılanma başlamıştır. YAYIN ORGANI ; BEKLENEN ASRI SAADET DERGİSİ GENEL MERKEZ; ALMANYA BÖLGELER; FRANSA , HOLLANDA , BELÇİKA İSLAMA HİZMET VAKFI * ANADOLU FEDERE İSLAM DEVLETİ (AFİD) Dünya İslam devletini esas alan AFİD'in kurucusu ülkemizde "Kara Ses" olarak da bilinen Cemalettin KAPLAN'dır. Cemalettin KAPLAN'ın ölümünden sonra yerine oğlu Metin KAPLAN geçmiştir. **29 EKİM 1998 Cumhuriyet Bayramı ve 10 KASIM 1998 Atatürk'ü anma törenleri esnasında Anıtkabir'de ve İstanbul'da Fatih camiinde gerçekleştirmeyi planladığı fakat yapılan operasyonlar sonucu gerçekleştiremediği uçakla intihar saldırısı türü eylem hazırlıkları ile dikkat çekmiştir. **Faaliyetlerini Avrupa genelinde; 27 Bölge Başkanlığı, çeşitli vakıfları ile 28 Camii Derneği vasıtasıyla yürüttüğü bilinmektedir. **Bunun yanında Alman Hükümetinin aldığı bir karar ile 12 Aralık 2001 tarihinde faaliyetleri yasaklanmış ve tüm mal varlığına el konulmuştur. * İSLAMİ HAREKET ÖRGÜTÜ *Mevcut anayasal rejimi yıkarak yerine dini esaslara dayalı bir Devlet düzeni kurmayı amaçlamaktadır. *Başta örgütün lideri İrfan ÇAĞRICI olmak üzere birçok örgüt mensubu halen cezaevindedir. *Örgüt elemanları Gazeteci-Yazar Çetin EMEÇ ve Turan DURSUN'u öldürmüşlerdir. * TEVHİD (SELAM) ÖRGÜTÜ/ KUDÜS ORDUSU LİDERİ: NURETTİN ŞİRİN İran devrim metodunu benimseyen bir örgüttür. Örgüt mensuplarının İran'da askeri ve siyasi eğitim aldıkları, ülkemizde gerçekleştirilen bazı terörist faaliyetlerde, yabancı uyruklu şahıslar ile gazeteci yazar ve aydınlara yönelik silahlı terörist faaliyetleri gerçekleştirdikleri belirlenmiştir. İran İstihbarat teşkilatı örgütü taşeron olarak kullanmaktadır. *Başta örgüt lideri Nurettin ŞİRİN olmak üzere yakalanan örgüt mensupları İran Devrim Muhafızları Özel Kuvvetlerinin desteği ile gerçekleştirdikleri Uğur MUMCU, Bahriye ÜÇOK, Muammer AKSOY, Ahmet Taner KIŞLALI cinayetlerinden dolayı halen ceza evinde bulunmaktadırlar. * VASAT ÖRGÜTÜ LİDERİ : ŞAHMERDAN SARI 1988 yılında çıkarılan ve daha sonra kapatılan Durum Dergisi ve 1992 yılında çıkartılan Sahabe Dergisinin fikir ve görüşleri etrafında toplanan kişilerin bir araya gelmesi ile oluşturulmuş ve mevcut düzeni yıkarak yerine teokratik bir devlet kurmak amacında olan bir örgüttür. 1996 yılında derginin isminin Vasat olarak değiştirilmesi ile örgüt bu ad altında yapılanmaya gitmiştir Türkiye "Darul` Harp" (harp ülkesi)'tır. Dolayısı ile; Türkiye Cumhuriyeti imamlarının arkasında ve camilerde namaz kılınmaz, askerlik yapılmaz, vergi verilmez görüşünü taşımaktadırlar. Lideri ceza evinde bulunan örgüt Gaziantep, İçel, Adıyaman, Malatya, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa'da faaliyetlerini sürdürmektedir. * HİZB-UT TAHRİR ÖRGÜTÜ LİDERİ : YILMAZ ÇELİK *Amacı, İslam hayatını hilafet devleti kurmak suretiyle yeniden başlatmaktır. *11 Eylül ABD saldırısından sonra Türkiye'de faaliyette bulunduğu illerde ABD karşıtı bildirileri konutların posta kutularına atmıştır. * CEYŞULLAH (Selefiler)TERÖR ÖRGÜTÜ 1992 yılında Ankara'da kurulmuştur. Amacı; Ülkemizdeki Anayasal düzeni değiştirerek İran benzeri bir rejim kurmaktır. Mensupları tasavvuf ve tarikatlara karşı oldukları için yaşam tarzı olarak Selefilik (ilk nesil Müslümanlar) görüşünü benimsemeleri, İslam’da mezhep kavramını reddetmeleri nedeni ile "Mezhepsizler" adıyla da anılmaktadırlar. * MİLLİ GÖRÜŞ Siyasi açıdan en güçlü ve organize yapıya sahip olan irticai yapılanmadır. Siyasi yapılanması ile Türkiye'de dini esaslara dayalı bir devlet düzeni kurmayı amaçlayan grup, seçimle işbaşına gelerek devletin tüm kurumlarını ele geçirmeyi hedeflemektedir. Yurt Dışı Yapılanması : İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatı (IGMG) 1975 yılı başlarında Batı Berlin'de "Türk Birliği'' ve "Batı Berlin Türk Kültür Yardımlaşma Derneği''nin birleşmesiyle kurulmuştur. Türkiye'deki laik ve demokratik rejimin yıkılarak, yerine dini esaslara dayalı bir devlet kurulmasını hedefleyen teşkilatın, 15'i Almanya'da olmak üzere 30 bölge başkanlığı bulunmaktadır. Başta Almanya, Avusturya ve Fransa olmak üzere birçok ülkede 550 civarında cami derneği ve 2100 civarında şubesi mevcuttur. IGMG'nin, 65.000 kayıtlı üyesi ve yaklaşık 250.000 sempatizanı bulunmaktadır. İGMG'nin önümüzdeki dönemde; *IGMG'nin terörist bir örgüt olmadığını ispata yönelik faaliyetlerini sürdürebilir. *Yandaşı olan Türklerin Alman vatandaşı olmaları konusunda teşviklerine devam edebilir. *Maddi gücünü koruyabilmek için özellikle Ramazan aylarında propaganda faaliyetlerine ağırlık vererek Hac ve Umre organizasyonları düzenlemeyi sürdürebilir. *NURCULAR İlk defa 1955-1957 tarihinde Kuran-ı Kerim ile Risale-i Nurların yazılışı konusunda ikiye ayrılan ( Yazıcılar, Okuyucular) Nurcular , Said-i Nursi'nin ölümünden sonra Said-i NURSİ'nin fikirlerini ve yazdığı Risale-i Nur Külliyatını esas alan bir dini gruptur. *Amacı; Devletin tüm sistemlerine İslam hükümlerini egemen kılarak, dini esaslara dayalı bir devlet düzeni kurmaktır. *Hiçbir kuvvet tarafından geri adım atmaya zorlanamayacağı bir duruma ulaştığında, Atatürk ilke ve inkılaplarını ortadan kaldırmayı, laik, demokratik sistemi yıkarak dini esaslara dayalı bir rejim kurma amacını ılımlı görünümü ile gizlemektedir. Fethullah GÜLEN Grubu Üç aşamalı bir stratejiyi esas almıştır. *Birinci aşamada; devletin bütün kadrolarında ve bürokraside kadrolaşmayı, *İkinci aşamada; bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dershanelerde, eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmayı, *Üçüncü aşamada ise; kendisine maddi destek sağlayacak sermayeyi oluşturmayı hedeflemektedir. *Fethullah GÜLEN Grubu eğitim faaliyetleri kapsamında zeki ve becerikli öğrencilerle irtibat kurmakta ve bu kişileri evlerde, dershanelerde, kamplarda beyin yıkama metoduyla, amaçları doğrultusunda yetiştirmektedir *Grubun yurt içinde; - 282 Okul, - 217 Dershane, - 250 kadar Yurt açtığı tahmin edilmektedir. FETHULLAH GÜLEN (DÜNYA İMAMI) *F.GÜLEN grubunun yurt dışı faaliyetlerine çok önem verdiği ve faaliyetlerini daha çok okul ve kültür dernekleri alanlarında gerçekleştirdiği bilinmektedir. *Grubun büyük çoğunluğu Orta Asya Cumhuriyetlerinde olmak üzere 68 ülke ve özerk bölgede değişik isimler altında 208 okul ile 78 dil/bilgisayar merkezi bulunmaktadır. Halen ABD'de bulunan F.GÜLEN'in Laik devlet yapısını değiştirerek, yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmayı amaçlamak ve bunu gerçekleştirmek için yasadışı örgüt oluşturup bu amaç doğrultusunda faaliyette bulunmak iddiası ile yargılanmıştır. Fethullah GÜLEN grubu; - Barışçı ve devletle uzlaşmacı bir tutum içerisinde, yandaşlarını eğitim ve okumaya teşvik eden, - Devlet kademelerinde görev almaya hazır nitelikte elemanlar yetiştiren, - Zaman içerisinde dev bir organizasyon gerçekleştiren, - Bugün için asıl niyet ve maksadını gizleyebilen, - Her bakımdan yakından takip ve kontrolü gereken en etkili radikal dini grup olarak görülmektedir. * Önümüzdeki dönemde nurcu gruplar F.GÜLEN grubu içinde eriyebilir. *Bu grubun da, yakın gelecekte Türk siyasal hayatında en önemli irticai grup olma özelliğini artan oranda sürdürebilir. *Türkiye'nin sosyal, siyasal ve ekonomik koşullarının bozulmasına paralel olarak, etkinliğini artırabilir. * SÜLEYMANCILIK *Süleyman Hilmi TUNAHAN tarafından esasları ortaya konulmuş bir dini gruptur. *1949 yılında Kur'an Kurslarının kanunla açılmasına müsaade edilmesi üzerine Kur'an kursları vasıtasıyla kısa sürede yurdun her tarafına yayılmışlardır. *1965 yılında Kur'an Kursu'ndan mezun olanların Diyanet İşleri Teşkilatında görev almalarının önlenmesiyle, 1966 yılında grubun faaliyetleri açısından temel kurum olma niteliğini taşıyan "Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Dernekleri Federasyonu" hayata geçirilmiştir. *Süleymancıların nihai hedefi, kendi görüşleri ile şekillenmiş İslam devletidir. *Kurucusu S.Hilmi TUNAHAN'ın 1959 yılında vefat etmesi üzerine, Kemal KAÇAR'ın önderliğinde faaliyetlerine devam etmiştir. Kemal KAÇAR'ın 17 Haziran 2000 tarihinde vefat etmesi üzerine ise, yerine Arif Ahmet DENİZOLGUN adlı şahıs grubun başına getirilmiştir. *Yurt içi ve dışında 1100 derneği ve bu derneklerce faaliyete geçirilen 1145 yurt ve pansiyon ile 16 vakıf, 28 şirket vasıtası ile faaliyetlerini sürdürmektedir. *Başta eğitim ve ticari alandaki faaliyetleri olmak üzere bir çok örgütlenme gerçekleştirerek daha etkin bir konuma gelmeye çalışmaktadır. * TARİKATLAR (Nakşibendi) 1218 Yılında Buhara'da Doğan ve Türk Soyundan olan Muhammed Bahaüddin Nakşibent tarafından kurulmuş bir tarikattır.Osmanlı Padişahlarından da büyük himaye ve itibar gördüğü bilinmektedir. *Nurcu, Süleymancı ve Işıkçı isimleriyle anılan dini grupların kurucularının da Nakşibendi kökenli olmaları nedeniyle, Türkiye'deki tarikatların büyük bir kısmının farklı stratejiler benimsemiş Nakşibendiler oldukları kabul edilebilir. *Parlamenter sistem içerisinde nihai amaca ulaşma yönünde, bir strateji benimsemişlerdir. *Hedefleri siyaset yoluyla dini esaslara dayalı bir devlet düzeni oluşturmaktır.* Halihazırda taraftar kitleleri dikkate alınarak; - İskender Paşa (Nurettin COŞAN) Grubu, - Adıyaman/Menzil (Abdülbaki EROL) Grubu, - İsmail Ağa Grubu (Mahmut USTAOSMANOĞLU), - Erenköy Grubu (O. Nuri TOPBAŞ) olarak tasnif edilebilir. *KKTC kolunun liderliğini Şeyh Nazım KIBRİSİ yapmaktadır. *Nakşibendiler potansiyel gücü itibarıyla halen tehdit olma özelliğini koruyan bir tarikat tır. *Tarikatın Türk siyasal ve dini hayatındaki etkinliğini bundan sonra da devam ettirebilir, bazı siyasi partiler ise, oy kaygısıyla bu tarikat ile temaslarını sürdürebilir. SONUÇ OLARAK *Ülkemizin mevcut ekonomik ve sosyal koşullar sürdüğü takdirde, başta F.GÜLEN Grubu, Süleymancılar ve Nakşibendiler olmak üzere irticai oluşumların,önleyici bir tedbir alınmaması halinde ülke kaderindeki etkilerini sürdürecekleri bir gerçektir. *Bunun yanında irticai gruplar, silahlı eylem için ortamın müsait olmadığını görerek mevcut koşullar sürdüğü sürece Türkiye'de cihadın ekonomik yollardan, zaman ve zemin uygun olduğunda ise silahlı yapılması gerektiğini savunmaktadırlar. Bu nedenle de şiddeti ön planda tutan irticai terör örgütleri genel anlamda yalnız bırakılmış, tarikat ve cemaatlerden destek görememiştir. *Hizbullah ve İBDA-C gibi irticai terör örgütlerinin kısa sürede küçülerek, etkisizleştirilmesinin bir nedeni de budur. *Bunun yanında, cihadın silahlı mücadele boyutu konusunda yüzyıllar boyunca hep istekli olan irticai unsurlar ülkemizde uygun ortamı buldukları an devlete ve laik kesimlere yönelik olarak silah kullanabilirler. ATATÜRK DİYOR Kİ; Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir milletin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki; din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir
  16. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı, 11 Eylül 2001' de ABD'deki saldırılardan sonra, Türkiye'de pek bilinmeyen Kaide adlı örgütün tanınması amacıyla 2003'te bir rapor hazırladı. 296 sayfalık raporda Usame bin Ladin ve Kaide hakkında bilgi verildi. Raporda, Kaide'nin nasıl kurulduğu, amacı, stratejisi, militanların nasıl eğitildiği, yapılanması, finans kaynakları, eylem hedefleri ve eylem tarzı ile üst düzey yöneticileri anlatıldı. Rapora göre, Türkiye'de Kaide ve Usame bin Ladin'le bağlantılı iki örgüt ve sekiz grup var. Bu örgütlerden biri özellikle İstanbul ve Bursa'da üyeleri olduğu ileri sürülen İmamlar Birliği adıyla bilinen 'Beyyiat-ı El İmam' örgütü. Diğeri ise Ankara'da birkaç bombalama eylemi yapan 'Cihat Hareketi'. İstanbul, Bursa, Antalya, Ankara, Konya, Malatya ve Gaziantep'te etkinlikleri belirlenen Vahabilik ve Selefilik inancına bağlı sekiz ayrı dini grup da Kaide ile bağlantılı. Raporda, bu örgüt ve grupların ABD'nin Afganistan'a yaptığı operasyonlardan sonra zor durumda kalan Kaide üyelerine sahte pasaport ve para temin ettiği de belirtildi. Raporda yer alan Kaide ile irtibatlı örgütler ve gruplarla ilgili bilgiler şöyle: İmamlar Birliği 1993 yılında Ürdün'de kurulan İmamlar Birliği'nin amacı, 'silahlı mücadele yoluyla İsrail devletinin işgal ettiği Filistin topraklarını geri almak ve Yahudilerin Müslümanlar üzerindeki baskılarını yok etmek. Örgüt, İsrail'e yönelik eylem arayışlarını Kaide ile de irtibatlı sürdürüyor. Usame bin Ladin ile yapılan birliktelikten sonra büyüyen örgütün lideri Ahmed Fadıl Nazal El Halayla da, Kaide için önemli bir kişi oldu. Örgütün lideri, 11 Eylül saldırılarının ardından ABD'nin Afganistan'a başlattığı operasyonlardan sonra İran'a geçti. Buradan da sahte pasaportla Türkiye'nin de aralarında bulunduğu çevre ülkelere geçiş yapmış olabilir. 1980'li yıllardan itibaren Afganistan, Bosna-Hersek, Çeçenya gibi bölgelerdeki çatışmalara katılan Türk uyruklu şahıslar ise İmamlar Birliği örgütünün faaliyetlerini Türkiye'ye taşıyor. Örgütün liderliğini ve İstanbul, Bursa gibi illerin sorumluluklarını da bu kişiler yürütüyor. Hedefleri İsrail Örgütle ilgili operasyonlar kapsamında ilk olarak 15 Şubat 2002'de Van Gürpınar' da kaçak yollarla Türkiye'ye giriş yapan Firas Süleyman Ali Hajir, Yusuf Salim Hüseyin, Ahmet Mahmud ve C.A. isimli dört kişi gözaltına alındı. Verdikleri bilgiler doğrultusunda İstanbul ve Van'da altı kişi daha yakalandı. Zanlıların üzerlerinden Türk ve yabancı şahıslar adına düzenlenmiş sahte pasaport ve nüfus cüzdanları, sahte pasaport düzenlemekte kullanılan mühür, kâşe ve harf klişeleri, bomba yapımını anlatan Arapça ve Farsça dokümanlar ele geçirildi. Raporda, 'İmamlar Birliği örgütü üyesi olduklarını belirten Firas Süleyman Ali Hajir, Yusuf Salim Hüseyin ve Ahmet Mahmud isimli şahısların sorguları sonunda Türkiye'yi geçiş güzergâhı için kullandıkları ve İsrail'de intihar türü bir eylem gerçekleştirmeyi hedefledikleri, Türkiye'ye yönelik ise herhangi bir eylem planlarının bulunmadığı, ancak burada irtibat kuracakları şahısların kendilerine gerekli olan pasaportları temin edeceği anlaşılmıştır' denildi. Bağlantılı operasyonlar Raporda, Van'daki operasyondan sonra toplanan istihbaratlar sonucu birbiri ardına bağlantılı operasyonlar yapıldığı anlatıldı. Buna göre 03-06 Nisan 2002'de Bursa ve İstanbul'da sekiz kişi, 27-30 Temmuz 2002' de İstanbul'da üçü yabancı uyruklu yedi kişi, 7 Ağustos 2002'de Ankara'da örgütün kuryeliğini yapan ve aynı zamanda Alman vatandaşı da olan M.K. isimli bir kişi, Konya'da kuryelik yapan yabancı bir kişi, 15-17 Ekim 2002'de İstanbul ve Bursa'da beş kişi olmak üzere toplam 22 kişi yakalandı. Neler yapıyorlar? Rapora göre, bu kişiler ifadelerinde örgütün yapısını, "Genel emir Ebu Musab, Türkiye sorumlusu Ali Üzüm, İstanbul emiri F. S. Ç. ve Adem kod adlı kişi, kuryeler M. A. ve O.Ö., Bursa sorumlusu R. K." şeklinde anlattı. Raporda, bu kişilerin değişik zamanlarda yurtdışına çıkarak Suriye, İran, Afganistan ve Pakistan'da dini, siyasi ve askeri eğitim aldıkları, cihat bölgeleri diye anılan Bosna-Hersek, Kosova, Afganistan ve Çeçenya'da savaşlara katıldıkları, bu bölgelerdeki Kaide ve Taliban üyelerine sahte pasaport, kimlik, para, sahte evrak yapımı malzemeler, elektronik eşyalar, tıbbi malzemeler götürdükleri, zaman zaman bir araya gelerek istişare toplantıları yaptıkları, cihat görüntülerini içeren CD'ler izledikleri, ayrıca dini içerikli dersler yaptıkları, örgüte maddi gelir sağlamak amacıyla kurban bayramlarında deri topladıkları, cihat görüntülerini içeren CD sattıkları, çalışan örgüt mensuplarından infak adı altında gelirlerinin yüzde beşini aldıkları, yakalanarak cezaevine gönderilen ya da yurtdışında bulunan örgüt mensuplarının ailelerine yardım yaptıklarının tespit edildiği yazıldı. Örgüte ilişkin detaylar Emniyet'in raporunda, söz konusu örgüte ilişkin tespitler de şöyle sıralandı: Anılan şahıslar, değişik ülkelere çıkış yapabilmeleri için Afganistan'da eğitim aldıkları kamplarda, ya da Çeçenya, Afganistan, Bosna, Kosova gibi 'cihat bölgelerinde' bir şekilde tanıştıkları Türk vatandaşlarını para, sahte kimlik, pasaport temini ve naklinde kullanıyor. Ayrıca bu kişiler, pasaport sağlamak için sahte pasaport ve insan kaçakçılığı organizasyonu içinde yer alan, genellikle Arap uyruklu şahıslarla irtibatlı. ABD'nin Afganistan'da yaptığı operasyon sonrasında örgüt tarafından ülkemizdeki irtibatlar sistematize edilmeye çalışılmış, örgüt üyelerinin ülkemizden geçişi, barınması ve yapılanması için zemin arayışları hızlanmıştır. Örgütsel faaliyetler geniş bir alanda yürütülüyor. Suriye, Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan, BAE, Katar, Yemen, Çeçenya, Gürcistan, Bosna-Hersek, Almanya, Cezayir, Fas, İran ve Pakistan gibi ülkelerde, irtibat sağlayan örgüt mensubu şahıslar bulunmaktadır. Yurtdışında Arap kökenlilerce eğitilen Türk vatandaşı örgüt mensupları, aldıkları siyasi eğitim çerçevesinde selefi anlayışı benimsiyor, ancak Sünnilerin tepkisini çekmeden faaliyet göstermeye çalışıyor. Örgütle ilişkili şahıslar, 11 Eylül'e kadar Pakistan'da siyasi, Afganistan'da askeri eğitim aldı. Kamplara gidişte genelde Ağrı-Gürbulak hudut kapısı ve İran güzergâhını kullanıyor, bazen de illegal yollardan giriş ve çıkış yapıyorlar. Yakalananlardan bazıları, sekiz yıllık eğitimi protesto gibi toplumsal eylemlere katılan radikal dini gruplara mensup şahısların yanı sıra, Hizbullah-HD (İCCB-AFİD)-Ceyşullah-Selam (Tevhid) gibi örgüt mensuplarıyla ilişkili. Geçmiş yıllarda Bosna-Hersek, Çeçenya ve Afganistan gibi bölgelere giderek çatışmalarda ölen bazı örgüt mensuplarının geride kalan eşleriyle bekâr olan örgüt mensuplarının evlendikleri gözlenmiştir. Örgütle ilişkili olan, aynı kampta eğitim alan veya savaşlara katılan, Avrupa'da yaşayan Türk vatandaşları ya da çifte vatandaşlığı bulunan şahıslar da bulunmaktadır. ABD'nin müdahalesi üzerine Afganistan'ı terk eden örgüt mensupları, Türkiye'de irtibatlı oldukları şahısların evinde kalmışlar, sahte pasaportla yurtdışına çıkmışlardır. Malzeme nakilleri ülkemizde irtibatlı oldukları şahısları kurye olarak kullanmak suretiyle havayoluyla, ayrıca son dönemde, çeşitli eşyalar içine gizlemek suretiyle otobüs firmalarıyla, ticaret yapan TIR şoförleri ya da kargoyla (oyuncak ayı içinde otobüs bagajında ve kargoyla gelen tabloların içine gizlenmiş özel bölmelerde) yapılmıştır. Cihat Hareketi Raporda, Kaide ile bağlantılı diğer örgüt olan Cihat Hareketi'nin, Mısır merkezli olarak faaliyet gösteren ve liderliğini Ayman El Zevahiri'nin yaptığı El Cihat örgütünün fikir ve görüşlerini referans alan bir oluşum olarak ortaya çıktığı belirtildi. Liderliğini, Afganistan'da bulunan Baha Joughel'in yaptığı örgütün ikinci adamının ise, Suriye asıllı Türk vatandaşı olan M.A.A.A. isimli kişi olduğu ve Türk vatandaşlığına geçtikten sonra M.S. ismini aldığı yazılan raporda, bu kişinin H.H.Ç. adına düzenlenmiş sahte kimlikle 04 Nisan 2000'de yakalandığı anlatıldı. Amacının mevcut anayasal düzeni yıkarak, yerine şer'i esaslara dayalı bir düzen getirmek olduğu belirtilen, 'İlim, Tebliğ ve Cihad' olmak üzere üç aşamalı bir strateji benimsediği anlatılan örgütün deşifre edilmesi raporda şöyle anlatıldı: Bomba patladı... 'Ankara'da, 3 Nisan 2000 tarihinde, vücudunun çeşitli yerlerinden yaralanan iki şahıs, trafik kazası yaptıklarını beyan ederek hastaneye müracaat etmiştir. Ancak yapılan araştırmada bu kişilerin örgütsel faaliyet içinde bulundukları, bu çerçevede, el yapımı çok sayıda bomba yapmak suretiyle, Atatürk büstlerine yönelik çeşitli bombalama eylemleri yaptıkları, bu eylemler sırasında ellerinde bir bombanın patlaması neticesi yaralandıkları anlaşılmıştır. Genişletilen operasyonlarda 20 kişi gözaltına alınmıştır. Yakalanan şahısların ev ve işyerlerinde yapılan aramalarda, iki ruhsatlı tabanca, iki av tüfeği, iki kuru sıkı tabanca, bir bilgisayar, iki boru bomba, bomba yapımında kullanılan malzemeler, bol miktarda örgütsel kitap, dergi ve doküman ele geçirilmiştir. Yakalanan şahıslardan dokuzu tutuklanmıştır.' Büste saldırı Örgüt üyelerinin belli bir süre Ankara'da faaliyet gösteren selefiliği benimseyen M.E.A. grubuyla hareket ettiği, ancak daha sonra tamamen silahlı eylem anlayışını ön plana çıkaran Cihat Örgütü isimli lokal bir oluşuma gittiklerinin anlaşıldığı belirtilen raporda, üç ayrı Atatürk büstüne yönelik bombalama eylemi gerçekleştirdikleri yazıldı. Cihat Haraketi'nin Kaide içerisinde ikinci adam konumunda bulunan El Zevahiri'nin liderliğindeki Mısır El Cihat örgütünün dini referansları doğrultusunda haraket etttiği anlatılan raporda, örgütün lider kadrosunda yer alan yabancı uyruklu Baha Joughel ve M.S.'nin 1998'de Afganistan'a giderek Ladin'le görüşme girişimlerinin olduğunun tespit edildiği belirtildi. Raporda söz konusu örgütün geniş bir tabana sahip olmayıp, yurtdışı bağlantıları ağırlıklı lokal bir örgütlenme olarak Türkiye'de faaliyet gösterdiği, örgütün liderinin cezaevinde olması nedeniyle de herhangi bir potansiyel tehdit içermediği anlatıldı. Selefi ve Vahabiler Raporda bu iki örgüt dışında Kaide çizgisinde faaliyet gösterme potansiyeline sahip diğer grup ve örgütler de Selefilik ve Vahabilik bölümünde işlendi. Suudi Arabistan'da temsil edilen Selefiliğin örgütlü olarak ilk kez 1974'te Malatya'da kurulan 'Fikir Kulübü' bünyesinde gelişmeye başladığı anlatılan raporda, bu fikri savunanların bir kısmının Türkiye'deki değişik radikal dini gruplara dağıldığı, bir kısmı ise üstü kapalı olarak bu görüşler doğrultusundaki faaliyetlerini sürdürdükleri belirtildi. Türkiye'de faaliyet gösteren Selefi grupların herhangi bir yayın organı bulunmadığı belirtilen Emniyet raporunda, bu gruplar içindeki kişilerin zaman zaman Afganistan ve Pakistan'a silahlı eğitim, Suudi Arabistan'a ise dini eğitim almak amacıyla gittiklerine ilişkin bilgiler bulunduğu, ayrıca Afganistan, Bosna-Hersek, Çeçenya, Tacikistan, Keşmir gibi bölgelere savaşmak amacıyla gittiklerinin de bilindiği yazıldı. Sekiz ayrı grup Söz konusu raporda, İstanbul, Bursa, Antalya, Ankara, Konya, Malatya ve Gaziantep'te etkinlikleri belirlenen Vahabilik ve Selefilik inancına bağlı sekiz ayrı dini grubun da Kaide ile bağlantılı olduğu yazıldı. Her birinin faaliyetlerinin ve bağlantılarının anlatıldığı Selefi ve Vahabi anlayışlara sahip bu yapılanmalar M.B. Grubu, A. G. Grubu, M.E.A. Grubu, H.K. Grubu, Kur'ani Çağrı Grubu, Ş.Ö. Grubu, F.B. Grubu ve Ceyşullahçılar Grubu diye sıralandı. Cihada giden Türkler Raporun beşinci bölümünde ise isimleri verilmeden 11 Eylül sonrasında Afganistan'a destek amacıyla cihada giden Türkiye vatandaşları anlatıldı. 1980'li yıllardan itibaren Afganistan-Rus savaşı ile başlayan ve daha sonraki dönemlerde Bosna-Hersek, Çeçenya, Keşmir, Ogadin gibi bölgelerde devam eden çatışmalara katılmak için Türkiye'den gidenlerin olduğunun bilindiği belirtilen raporda, şöyle denildi: '11 Eylül sonrasında da ülkemizdeki bazı münferit gidişlerin yanında Selefi gruplardan Kur'ani Çağrı Grubu, M.B. Grubu ile irtibatlı M.Y.'nin liderliğindeki grup ve İmamlar Birliği Örgütü mensuplarının Afganistan'a savaşmak amacıyla toplu ve organize olarak gittikleri tespit edilmiştir. Bunun yanında ülkemizdeki Müslüman Gençlik üst kimliği altında faaliyet gösteren ve Selefi düşünceye sahip bazı şahıslar, Vahabi F.B. grubu, Vahdet Grubu, Akabe Grubu ile iltisaklı bazı şahıslar ve Hizbullah örgütü ile irtibatlı bir şahsın da gidenler arasında yer aldığı tanık ifadeleri ve diğer eldeki bilgilerden anlaşılmaktadır. Yurtdışındaki durum Diğer taraftan yurtdışında yaşayan Türk uyruklu şahıslardan da Taliban-Kaide saflarında savaşmak amacıyla Afganistan'a gidenlerin bulunduğu bilinmektedir. Bunlardan bir kısmının Pakistan güvenlik birimlerince, bir kısmının ise ABD askeri birimlerince yakalandıkları öğrenilmiştir. Eldeki bilgilere göre Küba Guantanamo'da tutuklu beş Türk vatandaşı olduğu öğrenilmiştir. 150 şüpheli var Guantanamo'daki Türk vatandaşlarından birinin Almanya'dan Afganistan'a geçtiği, diğerlerinin ise Van, Kocaeli, Sakarya ve Ağrı illerinden bölgeye gittikleri anlaşılmıştır. Cihat bölgeleri olarak nitelendirilen bölgelere Selefi ve Vahabi grupların dışında ülkemizden gidenlerden yaklaşık 50'si çatışmalarda hayatını kaybetmiştir. Bu bölgelerden geri dönen ve kayıtlarımızda ismi bulunan 150 civarında kişi Kaide için potansiyel irtibata geçilebilecek unsurlar olarak göz önünde bulundurulmaktadır.' ABD'den gelen bilgiler Geçen yıl hazırlanan söz konusu raporda, 11 Eylül saldırılarının ardından ABD'li yetkililerce, Kaide'nin Türkiye'de bulunan ABD ve İsrail'e ait ekonomik ve siyasi hedeflere yönelik eylem yapabileceğine dair bazı duyumlar iletildiği, ancak bu bilgiyi teyit edebilecek bir bilgiye ulaşılamadığı yazıldı. Raporda ayrıca, 'ABD, 11 Eylül saldırılarına katıldıkları açıklanan 19 kişiden ikisinin pasaportlarına göre Türkiye'ye giriş-çıkış yaptıklarını Türkiye'ye iletti' denildi. Ancak, Satam Al Suqami'ye ait olduğu belirtilen B559583 seri no'lu S. Arabistan pasaportunda 24 Eylül-2 Kasım 2000 ve 26 Kasım 2000-1 Nisan 2001 tarihli Türkiye' ye giriş çıkış kaydının bulunmasına karşın mühürlerin sahte olduğunun tespit edildiği belirtildi. Raporda Ziad Samir Jarrah'ın ise 27 Aralık 2000'de İstanbul Havalimanı'ndan transit geçiş yaptığı yer aldı. (BU 2004 RAPORU!!!!!!!)
  17. D. Selefîliği Yanlış Anlayanlar Tabii ki Selefî tavrı salt verdiğimiz örneklerle sınırlamak mümkün değildir. Zira bu akımın bağlısı olduğunu söyleyenler, diğer ekol sahipleri örneğinde görüldüğü gibi Kur'an’ı ve sünneti tek bir tarzda anlamamışlar, birkaç esas üzerinde ittifak etseler de farklı anlayış ve tavırlar göstermişlerdir. Sözgelimi, kendilerini Selefî diye isimlendiren bazı kimseler dini, dindarların hayatlarında ortaya çıkan bir olgu olarak görmektedirler ve iyi niyetle o tarihe karşı taassup göstermekte, asıl amacın şekilde değil özde olduğunu unutmaktadırlar. Bunlar selefi taklit ederler ama metotları ya da usülleri bakımından değil, tam tersine belirli dinî kazanımlarının şekli yapısı bakımından. Sahabe ve tabiîn bilginlerini fıkıhta imamlar olarak görürler ama içtihat ve cihat gibi dini yaşantı biçimlerinde değil, bunun yerine onların söz ve fiillerini harfi harfine taklide eğilim gösterirler. Dini kurallara tabi olmayı gerekli görürler ama Allah’a götüren yol üzerinde ilerleme anlamında değil, aksine öncekilerin durduğu noktada durma anlamında (Turabi, 1997: 148). Bu tür kimselerin geçmişteki tatbik şekillerinin farklı bir realitede uygulanması halinde şeriatın temel maksatlarına aykırı ve diğer hükümleriyle çatışan sonuçların doğacağını idrak edebilmeleri için tarih ile bugünü karşılaştırma imkânları da yoktur. Bunlar tarihin devinimi hakkında tam bir gaflet içindedirler. Dinin, ruhî değerlerle realitenin şartlarının birbiriyle etkileşmesinden ibaret olduğunu hatırlamazlar. Bunlardan bazıları daha da ileri giderek bağnaz bir tutumla İslâmî dönemde, atalarından gördükleri örf ve adetlerden başkasına tâbi olmayı reddeden cahiliye yanlılarına benzerler ve yeniyi, daha evvel hiç duymadıkları için reddederler. Bunlar, geçmişin şekillerini aşmanın dini değiştirme ve selef-i salihin ile alay etme anlamına geldiğine inanır ve mevcut dinî hayattaki eksikleri ıslah etmenin eskiye dönmekle ve bütün yapıp ettiklerinde eskilere tabi olmakla mümkün olacağına inanırlar (Turabi, 1997: 151-152). Sanki dinî ilerleme, geçmiştekilerin birikimleriyle donup kalmış, içtihat hürriyeti onlardan sonra neshedilmiş, sanki din, o ezelî açılımına rağmen geçmişin belli bir zaman ve mekânına hapsedilmiştir (Turabi, 1997: 152). E. Selefîliği nasıl anlamalı? Değişik tarihî dönemlerden seçtiğimiz örneklerle Selefîliğin nasıl anlaşıldığına dair değinilerde bulunduk. Ele aldığımız zatların görüşlerinin ortak noktası hakkında bir şeyler söylemek gerekirse, hepsinin Allah’ın sıfatlarını yorumlamayı ya da bu itikadî konuya yoğunlaşmayı tercih etmediklerini, daha ziyade dinin toplum için ne ifade ettiğini/etmesi gerektiğini ortaya koymaya ve iyi bir Müslümanın örnekliğini sergilemeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Halbuki din bir takım teoriler, korunmuş söylemler ve soyut bildirilerden ibaret değildir. Aksine dinin belli bir realitede yaşayan ve ona etki yapan canlı hükümler olarak algılanması gerekir. İşte bu etki ve amaç, yükümlülüğün her zaman ve mekânda gözetilen kalıcı cevherdir (Turabi, 1997: 149). Zaten samimi Selefîler, fer’îyetçi ve taklitçi olmaktan ziyade usülcüdürler. İdeal itikadî esaslara ve asıl şeriata sarılırlar. Yeni yöntemlerle şeriatı araştırmaya çalışırlar. Zaman aşımını uğrayan ve bazen hatalı olana tarihî şekiller ve görüşler oları bundan alıkoymaz (Turabi, 1997: 148). Onların özgünlüğü, asılları kültür olarak kavramış olmalarından değil, aksine ilk dönem gibi o asıllarla hem aklen hem de amelen reaksiyona girmiş olmalarından gelmektedir Selefin tarihi ne kadar şerî asılların bir uzantısı olursa olsun asla o asılları örtecek derecede bir reaksiyonla yüceltilmemelidir. Çünkü geleneği miras alan nesiller zaman bakımından birbirinden uzaklaştıkça geleneğe olan tarihsel müdahaleler gittikçe ilk asıllardan uzaklaşmaya sebep olur (Turabi, 1997: 149). Dolayısıyla bu asıl kaynakların sürekli hatırda tutulması, sonradan ortaya çıkan bidatlerin ayıklanması ve asıl olan sünnetin yaşaması için tarihin yeniden doğruluk ölçülerine vurulmasının tek güvencesidir. F. Selefîlik Terör Üretir mi? Yukarıda bahsettiğimiz kendilerini Selefî gördükleri halde bu bakış açısını yanlış anlayanlarla ilgili değerlendirmelerdi. Bu akımla ilgili güncel olan yanlış anlama ise hem Müslümanların hem de Müslüman olmayanların bir kısmına aittir. O da “Selefîliğin terör ürettiği” şeklindedir. Bu yakıştırmanın temeli özellikle, son birkaç yılda değişik ülkelerde meydana gelen bombalı saldırıları yaptığı ileri sürülen kimselerle ilgilidir. Bu saldırılarda ön plana çık(arıl)an unsur sivillerin de hayatını kaybetmesidir. Dönem dönem cihat ettiğini söyleyen kişi, grup veya devletlerin tümünün Selefî olmadığı açıktır. Sözgelimi Taliban Hanefîdir. Ancak Selefî terör tanımı içine bu örgüt de sokulmakta, fakat “Hanefîlik terör üretir!” denilmemektedir. Yine bir zamanlar Afgan cihadı sırasında basında “Afgan mücahidi” diye yer alan zatlar, şimdi terörist olarak yaftalanmaktadır. Selefîlik deyince ilk akla gelen Suudi Arabistan’da yönetimle arası iyi olan Selefîler kadar arası açık olanlar da vardır. Durum böyleyken salt Selefîliği suçlamak haksızlıktır. Bu, bir fikre mensup kişi veya grupların şartların değişmesine göre kahraman veya hain olarak görüldüğünü imlemektedir. Olayın bir başka yönü ise İslâm ile alakalı olmayanların “selefî terör” söylemidir. Mesela gittiği her yere “demokrasi ve özgürlük” götürdüğünü söyleyen Nagasaki ve Hiroşima malullü ABD ne üretmektedir? Nasıl ABD’nin Afganistan’da binlerce, Irak’ta on binlerce sivili öldürmesinden yola çıkarak, “Demokrasi terör üretir!” ve 11 Eylül’ün ardından “Teröre karşı mücadelemiz yeni bir Haçlı seferidir.” türü sözler sarfeden Bush Evanjelist Hıristiyan diye, “Evanjelizm terör üretir!” denilemeyecekse; kendilerini net bir şekilde ortaya koymamış insanların yapılan saldırılara dair müphem ifadelerinden yola çıkarak “Selefîlik terör üretir.” de denemez. Her eylemi, tarihî bağlamı nedenleri ve referansları açısından ele almak gerekir. Selefîlik diğer mezhepler gibi dinî bir bakış açısı olup hatadan münezzeh değildir. Her akıma mensup olan insan veya insan grupları zaman zaman şiddete meyledebilir. Mühim olan ortaya koydukları şiddet eylemlerinin haklı gerekçeleri olup olmadığı ve özelde Müslümanlara genelde insanlığa karşı bir suç içerip içermediğidir. Ancak günümüzde bir akımın terör kaynağı olup olmaması maalesef ABD ekseninde belirlenmektedir.[15] Sonuç Hayatın bazı suretleri sadece bir araçtan ibarettir. Bu yüzden yaşanan realite içinde bâtılı taşıması mümkün bir aracın, maddî çevrenin veya sosyal örfün değişmesi sebebiyle yeni dönemde özünde bir değişiklik meydana gelmesi ve dolayısıyla hakikatin aracı olması pekala mümkündür. Ancak çağımızda yeni şartların zuhuru Allah’ın imtihan vesilelerini geliştirme kanununa uygun olarak yeni imtihan araçları içermektedir. Bu noktadan bakıldığında eski dinî yaşam biçimlerini, çağdaş imtihan vesilelerine cevap verecek tarzda değiştirilmesi gerektiğini anlarız. Burada fıkhî bakımdan en doğru olan tavır şunu idrak etmemizdir: Dindarlık, sabit hakikat ideali ile değişken realitenin şartlarını birleştirmedir. Hakikat, sabit olduğu için şartların değişmesine rağmen aynı şekilde ortaya çıkabilir, de şartların değişmesi, her yeni durumda yaşamasını temin için hakikati yeni bir tabirle ifade etmeyi gerektirebilir de. Burada esas alınması gereken orta yol şudur: Hem tarih içinde her zaman geçerli olan sonsuz hikmeti korumak ve hem de çağdaş dönemde söz konusu hikmete yeni bir yorum getirme konusunda dengeli bir tutum takınmak. Kişi eskinin üzerinde donuklaşıp kalır da yeni imtihan şartları içinde hakikatin sürekli yenilenmekte olan gereğini kaçırırsa bu bir gerilemedir ancak ilim ve bilgi sahibi olduktan sonra sapıtır da Allah’a sırtını dönerek ökçeleri üzerine gerisin geri giderse bu da aynı şekilde bir gerileme ve hakikatten uzaklaşmadır. Bilginin içeriğinde ahlâk bulunursa topluma yaralı hale gelir. Selefî İslâm’ın her dönemi ancak kendi reel çevresine irtibatıyla bir anlam ifade eder. Çağdaş realitede de dinî gerekler bu şekilde bir değer kazanır. Dolayısıyla İslâm bir şekilde tarihin diğer dönemlerini bağlayıcı bir delildir. Sonraki devirlerde oluşan İslâmî biçimler ise sadece bir ibret ve ders alınacak noktalardır. Bütün yönleriyle geçmişteki birikime bakmanın temel amacı da bugünkü İslâmî şekli tayin etmektir. Kaynakça Bâz, Abdulazîz b. Abdillah b. “Muhammed b. Abdilvehhâb”, (çev: Enbiya Yıldırım), Uludağ Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Dergisi, C. 9, S. 9, 2000. Kâsımî, Muhammed Cemâlu’d-Din, Tefsir İlminin Temel Meseleleri, İz Yay., İst., 1990. Commins, David Dean, Osmanlı Suriye’sinde Islahat Hareketleri, (çev: Selahattin Ayaz), Yöneliş Yay., İst., 1993. Ebu Zehra, Muhammed, Ahmed İbnu Teymiyye, (çev: Osman Keskioğlu), Hilal Yay., İst., 1987. Firuzâbâdî, Muhammed b. Yakub, el-Kamusu’l-Muhît, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995. Karaman, Hayrettin, Dört Risale, İz Yayınları, İst., 2000. Kureyşî, Ali, Malik b. Nebi’ye Göre Toplumsal Değişim, (çev: Mustafa Altunkaya), Ekin Yay., İst., 2002. Râzî, Fahruddin, et-Tefsîru’l-Kebir, 2. bs., 11 c., Daru İhyai Turasi'l-Arab, Beyrut, 1997. Sülün, Murat, İman-Amel İlişkisi, Ekin Yay., İst. 2000. Şimşek, M. Sait, Kur'an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, 3. bs., Yöneliş Yay., İstanbul 1991. Turabi, Hasan, İslâmî Düşüncenin İhyası, (çev: Sefer Turan, Adem Yerinde), Ekin Yay., İst., 1997. Yavuz, Yusuf Şevki, “Ahmed b. Hanbel”, İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., İst., 1989. (Bu konuyu ANTİ MADDE arkadaşın bir konum altına düştügü nottan dolayı paylaştım!!!!!)
  18. 11 Eylül’de New York’taki ikiz kulelere ve Pentagon binasına yapılan saldırının ardından İslâm’ın Selefî yorumu günah keçisi olarak seçildi. Öyle ki Selefî olmayan Taliban bile bu kapsama sokuldu. Türkiye’de bu konudaki tartışmalar İstanbul’da yapılan saldırıların ardından daha da yoğunlaştı. Ancak Selefîlik-terör ilişkisi üzerine yapılan yorumlar bu akımın klasik kabul edilebilecek metinleri üzerinden değil, kendisini Selefî olarak tanımlayan ya da Selefî oldukları ileri sürülen kişi veya gruplar bağlamında yapıldı. Bu yazıda Selefîliğin tanımını ve fikrî yönünü genel hatlarıyla verdikten sonra bu akımın klasik döneminden bir örneği, İbnu Teymiyye’yi ele alacağız. Ardından Selefîliğin klasik dönemine nispetle şiddete başvurmak konusunda daha fazla suçlanan son üç yüz yıllık zaman süreci içinde ön plana çıkan Selefî önderlerden bazılarını kronolojik çizgiye dikkat ederek değerlendireceğiz. Sonra da Selefîlerin bir kısmında mevcut olduğunu düşündüğümüz tutarsızlıklara ve bu akıma atfen yapılan bazı karşı argümanları ele alacak, ardından da “Nasıl bir Selefîlik?” sorusuna cevap arayacağız. A. Selef ve Selefîliğin Tanımı Selef bir kimsenin kendisinden önceki ataları ve akrabaları anlamındadır (Firuzâbâdî, 1995: 738; Râzî, 1997: IX, 638). Daha çok bir Kelâm ilmi terimi olarak kullanılan bu kelime, selefin mezhebi ve görüşü anlamına gelir. İtikat alimleri tarafından "selef" lafzı mutlak olarak kullanıldığı takdirde ashab yahut ashab ve tabiîn, yahut ashab, tabiîn ve onlara uyan; imamlıkları, faziletleri, sünnete uyuşları hususunda da ümmetin ittifak ettiği kimseler kastedilir. Bundan dolayı ilk nesle "selef-i salih" denilmiştir. Akait konu ve meselelerinde nassta varid olan hususları müteşabih olanlar da dahil olmak üzere, olduğu gibi kabul edip, teşbih ve tecsime (benzetme ve cisimlendirme hatasına) düşmemekle birlikte, tevile de başvurmamak yine bu ekolün özelliğidir.[1] Aslında Selefî denilince itikat konusundaki bu yaklaşım biçimi sahipleri anlaşılır. Yani çıkış itibarıyla Selefî tavır kesinlikle siyasî değildir. Bunlar, Hz. Peygamber ile sahabenin inanç hususlarında takip ettikleri yolu olduğu gibi izleyenler diye bilinir. Tâbiîn mezhep imamları, önde gelen fakihler ve muhaddisler selefiye içinde kabul edilirler. Hicrî dördüncü yüzyılda Eşarî ve Maturidî tarafından Ehl-i Sünnet kelâm ilmi kuruluncaya kadar yaşamış olan bütün Ehl-i Sünnet alimleri selefin görüşlerini paylaşmışlardır. Selefîlik bir mezhep halinde hicri IV. yüzyılda ortaya çıkmış ve Hanbelî mezhebi mensupları tarafından ortaya atılıp savunulmuş bir görüşü de ifade eden bir terimdir. İmam Hanbel inanç konularında Selefîliğe öncülük etmiştir. Dârimî, Beyhakî, İbnu’l-Cevzî, İbnu Teymiyye, İbnu Kayyım onun görüşlerini benimseyen meşhur alimlerden bazılarıdır (Yavuz, 1989: II, 86). Selefî akımın köşe taşı olarak görülebilecek İbnu Teymiyye’nin siyasi ve ilmî yönüne değinmek bu akımın klasik dönemi hakkında ufkumuzu açacaktır. Selefîler, metot olarak nakle ve nassa kesin olarak bağlılığı kendilerine gaye edinmiş, tartışmayı gerektirecek ve çözümü zor olan mesele ve konular ile uğraşmamışlardır. Âyetlerde ve sünnette bulunan her şeye, meselâ; müteşabihlere dahil tartışma götürebilecek konulara teslimiyetle iman etmişler ve teşbihten kaçındıkları gibi tevile de gitmemişlerdir. Selefîler, İslâm'a, Yunan düşüncesinin tesiriyle sonradan sokulduğunu kabul ettikleri mantık ve akıl metotlarını, sahabe ve tâbiînin bunları bilmediğini ve kullanmadığını ileri sürerek benimsemezler. Bu sebeple, Mutezile mezhebi ve diğer mezheplerin aksine, mantıkî tartışma (cedel) ve akıl yürütme metodunu kullanmayıp; akidenin esaslarını sadece Kur'an ve sünnetten hareketle tespit ve tayin etmenin gerekliliğini savunmuşlardır. Yani, inanç esaslarının kaynağı nasslar olduğu gibi; bunların delilleri de oradan çıkarılmalıdır. Bu sebeple selef mezhebi, Kur'an ve sünnette yani nassta Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili hususları, mecazi[2] manasına bakmaksızın, olduğu gibi kabul ederler. Bu nedenle selef akidesi, halk tabakası için en sade ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmiştir. Ancak çeşitli felsefe ve kültürleri tanımış olanlar için, selefin bu metodu yeterli görülmemiş; bunlar için Ehl-i Sünnet kelâmcılarının metodu daha uygun bir yol olarak gösterilmiştir. Selefîliğin merkezi kavramlarından birisi de içtihattır. İçtihat vurgusu Selefîlerin carî mezhep otoritesini (taklitçi bir tarzda) tanımamaları anlamına da gelmektedir. Onlara göre İslâm ehliyetli ulemanın taklide sapmasına elvermez. Onlara göre taklit ancak içtihatta bulunamayacak ortalama birikimi olan Müslümanlar için söz konusudur. İçtihat taklitle çelişmekte ve resmî ulemanın geleneksel otoritesiyle çatışmaktadır (Commins, 1993: 99-100). Onlara göre bazı Müslümanların İslâmî kabul ettiği taklit ve mezhepçilik, akıl dışı ve gayrı İslâmîdir. Akıl ve ilerleme konusundaki anlayışlarına paralel olarak Selefîler ilahî metinde dinî içtihatlara kaynak olabilecek aklî prensipler var olduğunu savunmaktadırlar. Onlara göre, “Fıkıhtaki aklın hakimiyeti prensibinin icabı, Kitap’tan içtihada dayanak olacak kesin delillerin bulup çıkarılması gerekir. Kitap’ta her meseleye ilişkin kesin hükümler bulunması her zaman mümkün olmadığından, İslâm hukukunda kişisel görüşlerin (zan) değerlendirilmesine yarayan akla dayalı yöntemler vardır. İşte İçtihat bu tür durumlarda yargıya varmak için aklın kullanılması yoludur.” (Commins, 1993: 154). Yine Selefîlere göre, “İçtihat İslâm’ın akla uygun yanına işaret etmektedir. Ulemanın görevi ilahî hükümlere muhatap olmak ve şeriatın genel prensiplerinden sosyal hayata yön verecek özel kaideler üretmektir. Dört mezhebe dayalı fıkhın yerini içtihat alacak Müslümanların birliğinin önündeki engeller kalkacaktır.” (Commins, 1993: 286). B. İbnu Teymiyye İbnu Teymiyye’nin (ö. 728/1328) yaşadığı dönemde İslam dünyasını yağmalayan Moğolların başında Gazan Mahmut Han[3] vardı. İbnu Teymiyye onun siyaseten Müslüman olduğunu söylüyordu. Ordusunda Müslüman savaşçıların olması İbnu Teymiyye’nin yaşadığı bölgede Moğol işgaline karşı direnişe teşvik etmesinde zorluk çıkarıyordu. Ama o: “Başımın üstünde mushaf, Moğolların safında savaşırken görürseniz, öldürün.”[4] diyerek işgale karşı direnişe çağırmaya devam etti (Ebu Zehra, 1987: 14). Dönemindeki siyasi gelişmeleri, ittifakları iyi takip eden İbnu Teymiyye, Şia’nın bir kısmını da Moğollara destek verdikleri için karşısına aldı.[5] Eşarî’nin bazı görüşlerine karşı çıktığı için hapse atıldı (Ebu Zehra, 1987: 163). İbnu Teymiyye, mücahit olmasının yanında iyi bir alimdi. Tasavvuf erbabına ağır eleştiriler yöneltti. Ama onun muhalefeti teorik tasavvufa yönelikti. Yoksa onun zühd hayatına bakışı olumluydu. Bu nedenle mesela Cüneyd-i Bağdadi’ye dair değerlendirmesi müspetti. Onun döneminde sufîlerin tümü vahdet-i vücut görüşünü benimsememişlerdi. İbnu'l-Arabi’yi de beğeniyordu. Ancak onun yazdığı Fususu’l-Hikem adlı eserini okuduktan sonra kanaati değişti ve özellikle o eser bağlamında ağır eleştirilerde bulundu. Mevlevilerin “sema” törenlerini de sert bir şekilde tenkide tabi tuttu. Sema adını alan ve dini musikiyle iç içe olan meclisler mutlaka uzak durulması gereken bir bidat olarak gördü. Sema yapanları Kabe’de el çırpan ıslık çalan müşriklere (Enfal 8/35) benzetti. İbnu Teymiyye’nin hadis anlayışı da gayet kuşatıcıydı. Alimlerin yanlış yapmalarını kabul ediyor ve onların birtakım gerekçelerle yanlış anlamalarında bir kasıt aramamak gerektiğini söylüyordu. Ona göre imamların görüşleri 3 şekilde sahih hadise aykırı olabilir ve onlar bu konuda mazur kabul edilebilirdi: 1. Sözü Rasulullah (s)’ın söylediğine inanmaması (Ebu Hanife’nin Ebu Hureyre’nin naklettiği kabınıza köpek gelince yedi defa yıkayın deyip kendisinin ise üç defa yıkaması hadisini sahih kabul etmemesi). 2. Bu sözle söz konusu meseleyi kastetmiş olduğuna inanmaması (Hz. Peygamber (s)’in, “Zekât vermeyenin malının yarısını alırım.” demesini bazı fukahanın miktar olarak değil de tehdit olarak algılaması.) 3. Bu hükmün mensuh olduğuna inanması (Kabir ziyaretlerinin veya kurban etlerinin 3 günden fazla bekletilmesinin önce men edilmesi sonra da serbest bırakıldığına inanması, ancak yasak ve mubah görme gerekçesine dikkat etmemesi). İbnu Teymiyye içtihat yapacak kimse ile ilgili şartları ağırlaştırmaya karşıdır: “Birisi çıkıp da bütün hadisleri bilmeyen müçtehid olamaz demesin. Dersek bir tane bile müçtehid bulamayız. Alim, ancak çoğunu bilebilir.” (Karaman, 2000: 39; Ebu Zehra, 1987: 212). Görüldüğü gibi İbnu Teymiyye’nin ıslahatçı çabaları hem siyasal hem de sosyal alanı kapsamaktadır. İslâmî ilimlerde sahip olduğu derinlik ve görüşlerini sağlam temellere oturtma çabası onun etkisini günümüze taşımıştır. C. Selefî Akımın Son Üç Yüz Yıl’daki Öncüleri 1. Abdu’l-Vahhab Abdu’l-Vahhab (1703-1792) Arabistan’da doğdu. İbnu Teymiyye’nin fıkha ve itikada dair kitaplarını okuyup özümsedi Onun ve bağlılarının çabaları sonucu İbnu Teymiyye’nin görüşleri Arabistan’da büyük sayıda taraftar buldu (Ebu Zehra, 1987: 465-466). Abdu’l-Vahhab insanları Kitap ve sünnet temelli hakikatlere yöneltti. Onun için bazen “Hâricîdir.” bazen de, “İcmayı bırakıp mutlak içtihat sahibi olduğunu iddia ediyor, kendisinden önceki alimler ve fakihleri önemsemiyor.” diyorlardı. Abdu’l-Vahhab’ın bağlıları, bir aşağılama ifadesi olarak kullanıldığından kendilerini asla Vahhabi[6] değil ama Allah’ı birleyenler anlamında Muvahhidun (Commins, 1993: 44) ya da Selefî olarak tanımlıyordu.[7] Bu eğilim Batı Afrika’dan Hindistan’a kadar mevcut ıslahat hareketlerinde etkili olmuştur (Commins, 1993: 43). Hanbelîliği benimsemekle beraber Abdu’l-Vahhab tek mezheplilikte ısrarlı değildi. Ona göre, vakıa, diğer mezheplerin daha sağlam öğütler verdiği durumlar olmaktaydı ve söz konusu durumlarda öteki mezheplerin öğüdüne uymakta tereddüt gösterilmemesi gerekiyordu (Commins, 1993: 45). Vahhabîlere göre III. Halife Hz. Osman İslâmiyet’in yönetim biçimini halifelikten krallığa tebdil etmişti, yani meşru otoriteden gayr-ı meşru otoriteye… İşte Osmanlı yönetimini son otuz yılında Suriye’de Araplarla Türkler arasındaki bu tartışmalı konu gündemin ana maddesiydi (Commins, 1993: 46). Vahhabîlerin Irak’ta Müslümanlara karşı giriştikleri hareketler Haricî fanatizmin hortlamış hali damgasını yemelerine yol açtı[8] ve İslâm aleminin büyük kısmında isimlerine gölge düşmesi ile sonuçlandı (Commins, 1993: 47). Halbuki Abdu’l-Vahhab Allah’ın dinini ilan, insanları Allah’ı birlemeye davet, dine katılan hurafe[9] ve bidatleri[10] reddetmek ve yine insanları hakka tabi olmaya mecbur etmek, batıldan men etmek, marufu emretmek ve münkerden alıkoymak için kıyam etti. O akidede selefin yolu üzereydi. Allah’a, isimlerine, sıfatlarına, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, ahiret gününe, hayrı ve şerrin Allah’tan geldiğine ve kadere inanan birisiydi. O, tevhit üzere Allah’a inanmada, ibadeti Allah’a has kılmada ve Zatına yakışır şekilde O’nun isimlerine ve sıfatlarına inanmada İslâm imamlarının yolu üzereydi. Allah’ın sıfatlarını iptal etmez, O’nu yarattıklarına benzetmezdi. İman hususunda selefin düşündüğü gibi düşünüyordu: “İman söz ve amelden müteşekkildir, artar ve eksilir, Allah’a itaatle artar, O’na karşı gelmekle azalır.” diyordu.[11] Bu konularda bir mezhep veya bir ekole bağlı da kalmamış, sahabe ve onlara hakkıyla tabi olan selefin yolundan gitmişti. Abdu’l-Vahhab ve yardımcıları hakka davet ediyorlar, bunun yanında hak bildiklerini mecbur da tutuyorlardı. üç sebep ona düşmanlığın ve onunla çekişmenin nedenleriydi: 1-Şirki reddetmesi ve katıksız tevhide çağırması. 2- Kabirlere bina yapmayı ve onları mescit edinmeyi, doğum günleri anmalarını, tasavvuf gruplarının çıkardığı bir takım asılsız şeyleri, bidat ve hurafeleri reddetmesi. 3-İyiliği emretmesi ve güç kullanarak ona uymaya mecbur etmesi (Bâz, 2000). Netice olarak Abdu’l-Vahhab, hem bâtıl inançlarla mücadele etmiş, bunu yaparken de iyiliği emir kötülüğü nehiy anlayışını pratiğe geçirerek İslâm coğrafyasının büyük bölümünü etkilemiştir denebilir. 2. Hasan El-Bennâ Selefî çizgi zaman zaman zayıflasa da varlığını sürdürmüştür. 19. Yüzyılın başlarından itibaren İslâm dünyasındaki geriliğe çözüm bulmaya çalışan Afganî, Abduh ve Reşit Rıza[12] gibi Müslüman düşünürler de Selefî çizgideydi. Bu ekolün liderleri aklın ve modern tabiî bilimlerin despotizme ve tiranlığa karşı direnişte bir uyanış aracı olarak kullanımından yanaydılar. Bu çizginin yukarıda zikrettiğimiz üç halka dönemindeki çabaların, Rıza’nın, talebesi Hasan el-Bennâ’nın (1906-1949) döneminde olduğu kadar toplumu kuşatamamıştı. El-Bennâ Afganî’nin devrimci görüşünü, Abduh’un ihyacı hukukunu ve Rıza’nın da aydınlanmış Selefîliğini 20. yüzyıla uyarladı. Ona göre ümmetin çöküşünün nedeni şunlardı: “Sömürgecilik, ayrılığa neden olan grupçuluk, tefeciliğin yaygınlaşması, milletlerin kanını emen yabancı şirketler, yüce değerlerin altını oyan entelektüel dağınıklık ve ideolojik yanlışlar, Batı’yı körü körüne taklit, ne suçu engelleyen ne de suçluları niyetinden vazgeçiren pozitivist yasalar, eğitim programlarının tümden karışık olma durumu, kararlı kişileri zayıflatan umutsuzluk ifadeleri.” El-Bennâ’nın takipçilerinin, “Müslümanlara ait toprakların yabancı güçlerden kurtarılması ve İslâmî ilkelere uygun hareket eden, İslâmî sosyal kuralları uygulayan, İslâm’ın ilkelerini destekleyen ve tüm insanlığa tebliğ eden İslâm devletinin tesisi” şeklindeki hedefleri zihninde taze tutması gerekiyordu. Zira böyle bir devletin yokluğu Müslümanların günahıydı ve onlar Allah katında sorumluydu.[13] Sonuç olarak Hasan el-Bennâ, İslâm’ın sahip olduğu sömürgecilik karşıtı potansiyeli ön plana çıkarmış ve sosyal meselelerde de çözümü Kur'an-ı Kerim ve sünnette bulmuştur, diyebiliriz. 3. Turabi Son olarak ele alacağımız Selefî akımın günümüzdeki öncülerinden Turabi halen ülkesi Sudan’da yaşamaktadır. Ona göre, “Risaletten sonra da tek olan şeriatın tarihî devamlılığının sürmesi gerekmektedir ama artık bu işi zaman zaman inen vahiy vasıtasıyla Rasulullah (s) yapmamaktadır. Şimdi bu iş dinî mirası muhafaza eden müminlere tevdi edilmiş bulunmaktadır. Kur'an’ın salih peygamberlerin kıssalarını zikrettiği gibi günümüz Müslümanları da selefin uygulamalarını hatırlar. Sadece Kur'an ve sünnetle yetinme iddiasıyla onların dini birikimlerinin ibret noktalarını göz ardı edemez. Hatta Kur'an’ın bütün öncekilerin kıssalarını zikrettiği gibi salih olsun veya olmasın bütün geçmişin tarihini korumaya çalışır. Zira onda dinin açıklaması vardır. Bu açıklama müspet yönde ise ona tabi olunur, menfi yönde ise ondan kaçınılır veya izafî/tarihî ise ondan ders alınır.” (Turabi, 1997: 146). Şüphesiz ki yeterli anlamda Kur'an’ı anlama ancak bizden öncekilerin şeriatlarını incelemekle, Rasulullah (s)’ın Kur'an’ı beyan eden kavlî ve fiilî sünnetini araştırmakla mümkün olur. Diğer yandan sünneti anlama da sadece Rasulullah (s)’a atfedilen sınırlı sayıdaki merfu hadislere bakmakla tam olarak gerçekleşmez. Zira sahabenin ameli de vahiy çağından kopmayan bir uzantıyı oluşturmaktadır. Hatta sünnet ile aynı yönde ilerlemektedir. Dolayısıyla sünneti iyi anlayabilmek için sahabe amelini ihata etmek kaçınılmazdır. Sahabe döneminden sonra da aynı kural geçerlidir. Buna göre geçmişi ancak ondan bir sonraki dönem ışığında, sonraki dönemi de ancak onun öncesi ışığında anlayabiliriz (Turabi, 1997: 146-147). İşte tarih boyunca Müslüman ümmetin birliği buradan doğmaktadır. Çünkü onların tamamı aynı dinî duyguları amaç edinen birbirine geçmiş halkalar gibidir. Fakat şeriatımızın önceki şeriatlarla olan ilişkisi, biri diğerinin beyanı olması hasebiyle sünnet-Kur'an-ı Kerim bütünlüğü, selefin mirasının sünnetle irtibatı… Bütün bunlar bizi, bu kesintisiz devralınan mirasın her halkasında mevcut olan tarihsel değerleri diğerleriyle karıştırma hatasına götürmemelidir. Usülcülerin bir gün ortaya çıkıp Kur'an’ın hidayetini geçmiş geleneklere ait israiliyattan sonra Rasulullah (s)’ın hadislerini, hemen peşinden gelen tarihi ile birlikte sünnetten ayırdıkları gibi bizim de Allah’ın kelâmı Kur'an’ı, onu açıklayan sünnetten ayırmamız gerekir. Çünkü tevhit inancı, Müslümanlara ahkâmın bağlayıcılığı ve aralarındaki ilişkileri gösteren hiyerarşik yapıyı iyi oluşturmalarını zorunlu kılmaktadır. Özellikle de zamanın geçmesi, öncelikleri tespitte daha ince bir yöntemin geliştirilmesi ihtiyacının doğması, şeriatın her yeni olaya cevap verebilmesi için gerekli olan mantıkî nesih[14] böyle bunu zorunlu kılmaktadır (Turabi, 1997: 147). Görüldüğü gibi Turabi, asıllara bağlı kalarak gayet dinamik bir yorum biçimini benimsemekte ve vahiy ile hayat arasındaki bağı keşfetmeye teşvik etmekte ve bu konuda iyi bir örneklik sergilemektedir.
  19. İslam da hiç kırılmadan, habire yukarı gitmiş. Şimdi buradan sonuçlar çıkarıyor Huntington. 2020, 2050'de ne olacak? 2050'de olacak olan, İslam'ın din olarak dünyada bir numaraya oturması, Amerika'da da bir numaraya oturması. 1940'larda Huntington'ın fikir babası olan Toynbee'nin İngiltere'de sorduğu soruyu Huntington şimdi soruyor. Huntington Toynbee'nin çömezi. 1940'larda Toynbee Batı'ya diyodu ki, ideolojileri çöküyor, büyük dinlerin bünyesinden insanlık yenide reçeteler arayacaktır. İkinci bir şey daha söylüyor: Dinler yeniden gelecek ve İslam sahnede baş köşeye oturacaktır. Parsayı toplayacaktır. Çünkü, diyor, Toynbee, "Hristiyanlık ve İncil'den hoyratça koparılmış bir yaprak olan komünizm" insanlığın beklentilerine cevap getirememiştir. İslam bu yüzden öne çıkacaktır...” Eğer kilisenin insanlığa çektirdikleri olmasaydı komünizm çıkmazdı. İkisi de insanlığın acılarına bir çare getiremedi. İslam bu sorulara cevap getirecek. Şunu da net olarak söylüyor: Eğer insanlık önümüzdeki yıllarda, alkolizmle, ırkçılık belasıyla, cinsel sapıklıklara çözüm bulmak niyetini ciddi olarak taşırsa, İslam'ı sahneye çağırmak zorunda kalacaktır. Çünkü bu reçete onda var. 1940'larda söylüyor bunu...Huntington aldı hocasının bu tezini. Yeni gelişmeleri de dikkatle değerlendirerek ortaya bir strateji koydu. Batıyı şekillendirecek strateji ustalarına döndü dedi ki, İslam sahneye oturuyor. Teslim mi olacaksınız yoksa sahneden gitmesi için bir şey mi yapacaksınız? Batının İslam ve Müslümanlarla ilgili politikaları bu soruların sorulmasından hemen sonra oluşturulmuştur. Ve müslümanlığa, Müslümanlara yönelik yeni bir strateji belirlemiştir Batı. Burada Avrupa ile Amerika'nın bir farkı yok. Onun içindir ki, Blair ile Bush bu politikaları birlikte yürütüyorlar. İngiltere ile Amerika birlikte yürütüyorlar. Bazı maddi çıkarlar söz konusu olmasa da birlikte yürütecekler. Batı şu karara varmıştır: Biz büyük dinlerin sahneye gelip, İslam'ın da parsayı toplama noktasında olduğu bir dünyada buna seyirci kalamayız. O halde, İslam'ı sahneden uzaklaştırmak lazım. Nasıl olacak bu? Yumruk sallayarak olmaz. Öyle bir çare bulmalıyız ki, sonuç alalım. Strateji şudur: İslam’ı çağın gözünde nefret unsuru haline getireceğiz. Komünizmden deneyleri var. Komünizmi, felsefedeki tarihi materyalizm yıkmadı. Marks'ın felsefe kitaplarındaki düşünceleri de yıkmadı. Tarihi materyalizm ve marksist felsefe ne zamanki komünizm adıyla ideolojiye dönüştü, kana ve şiddete bulaştı işte o zaman çöktü. Yoksa, tarihi materyalizm öyle felsefede çökecek bir anlayış değildir. Marksizm de değildir. Marks'ı sırf felsefe tarihi açısından tahlil ettiğiniz zaman, düşünceleri 70 yılda çökecek düşünceler midir? Orada birçok evrensel ve hümanist unsur var. Komünizm, Marksizmin ve tarihi materyalizmin ideolojileşmesinin ifadesidir. Sonra da şiddete ve kana bulaştı. 70 yılda bitti. Bu deneyim var. Onun için, İslam'ı da ideolojileştirmek ve kana, şiddete bulaştırmak lazım. Zaten Emevi bunun zeminini atmış, dini saltanata alet ederek ve ilk defa peygamberin ailesini katlederek onu yapmış, o zemin var. Geleneksel fıkıh şiddet üretir. Çünkü Emevi'nin temellerini attığı bir fıkıhtır. Bunu alın, temellerini Kur’an'a dayandırdığınız yeni bir fıkıh oluşturun. Eski Marksist, yeni Müslüman Fransız düşünür Garaudy söylüyor: "Müslümanlar, eğer tarihin önünde ayakta kalacaklarsa, çöl fıkhından, uzay fıkhına geçmek zorundalar" Çöl fıkhı benim anlattığım Emevi fıkhıdır. Uzay fıkhına nasıl geçeceksiniz? Emevi'nin buyruklarından sıyrılıp, Kur’an'ın evrensel değerlerinden hareketle yeni bir fıkıh oluşturacaksınız. Bunu söylüyor adam. Bunu yapmadınızmı şiddet üretimini durduramazsınız. İster Selefi mezhebinden gelin, ister Hanefilikten gelin, nereden gelirseniz gelin. Başlık selefi diye atılırsa sonuç hüsran. Başlık Emevi diye atılacak. O zaman geleneksel fıkhın şiddet üreten unsurları silinir. Şiddeti Kuran yazmıyor, geleneksel Emevi fıkhı üretiyor. Ve İslam dünyasını da bu fıkıh kotarıyor. Siyasal İslam bu geleneksel fıkhı destekliyor, yaşatıyor, din diye dayatıyor. Dünyanın önünde kadınların başları sarmalanacak diye dayatmasının sebebi ne? Bir de bunu çözün diyor. Niye çözmüyorsun? İktidar sensin, çözsene! Çözmez. Çünkü çözerse istismar edeceği bir şey kalmaz. İktidardan düşünce sokaklarda başörtüsü kavgasını başlatıyor; iktidara geçince ortalık süt liman. Neden? Siz iktidar olunca dinin hükümleri mi değişiyor, Allah tatile mi çıkıyor? Siyasal İslam ne mesele çözer, ne de şiddet üreten fıkhı düzeltir. Çünkü kendisinin yaşaması için, bu dini ideolojileştirilen fıkha ihtiyaç vardır. Şunu demek istiyorum: Geleneksel fıkıh Kur’an kaynaklı bir fıkıh değil. Bu zarureti herkes hissetmiş olacak ki, siyasal İslam'da dahil herkes bu ihtiyacı duymuş olacak ki, dinin adını son senelerde değiştirdiler. Dinin bir tane adı var o da İslam. Yanına bir kelime bile koymanıza izin vermez. Ne yaptılar onun adını? Şeriat. Şeriat değil Şeriat, Kur’an dininden bir takım insanların belli devirlerde birbirlerine anlattıklarıdır. Ve Kur’an, gayet matemetik bir ifadeyle diyor ki, şeriat toplumdan topluma değişir. Ama İslam, evrensel-kozmik ilkelere oturur ve asla değişmez. Şeriat değişebilir.Her mezhep başka bir şey anlatır. Yüzlerce şeriat var. İslam şeriatle eşittir dediğiniz zaman, işte bu dine yapılacak en büyük kötülüktür. Bu kötülük bu ülkede de yapıldı. Kur’an'da bir şey daha dikkat çekiyor: Kur’an, dinler tarihini hiçbir yerde bulamayacağınız biçimde eleştiren bir kitaptır. Kur’an'ın temel özelliklerinden biri de budur. Kur’an, aynı zamanda bir dinler tarihi eleştiricisidir. Ve din adamlarına eleştiri getirir. Ağır biçimde, sarsıcı biçimde. Geleneksel din, Kur’an’a gidilerek sorgulanmadıkça, İslam diye anlatılan din, insanlığın ve müslümanların başına bela olmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Sürekli bela olacaktır. Yani siz cami sayısını arttırdıkça, başınızın belası da artar. Türkiye'de olduğu gibi. Çünkü, omurga, dinin kitabında belirlenen omurga değil. Bu omurga üzerinde oturtulan din, Kur’an'daki vaatleri insanlığa vermez ve vermiyor. Hep bunu söylüyorum: Kur’an bir adresler kitabıdır. Hakikaten, Kur’an bir adresler kitabıdır. Kur’an, size en büyük yardımını, bizi bazı adreslere göndererek yapar. "Kuran'da her şey var" tırnak içinde bir tabirdir. Biraz sloganvari bir tabirdir. Ama bence hakikate aykırı değildir. Kur’an’ın sizi gönderdiği adreslere giderseniz Kur’an size her şeyi verir. “Kur’an’da her şey var”ın anlamı bu... Kur’an'ın insanlığı gönderdiği 4 temel adres var.Bu adreslere giderseniz modern hayatla Kur’an asla çelişmez. Hep bunu söyledim. Nedir bu adresler? Kur’an sizi alıp, kendi kulvarları içinde, burada her şey var, al, götür demiyor. Kur’an sizi bazı adreslere gönderiyor. Gönderdiği dört temel adres var. Birinci adres akıldır. Kur’an en büyük peygamberin akıl olduğunu söylüyor. Bunu bilir misiniz? Bizim dincilerimiz bunu bilir mi? Bilenlerimiz bunu itiraf eder mi? Esas peygamber, ilk ve içsel peygamberi akıldır" Diğer peygamberler onun görün temsilcileridir. Esas peygamber olan akıldan nasibi olmayanların öteki peygamberlerden hiçbir hayır görmeleri mümkün değildir. Hayatın ve insanın komutanı da akıldır. Gazali gibi, aklı mahkum eden ve rasyonalite devrini İslam'da kapatan bir zat bile diyor ki, "Akıl ile nakil yani kutsal metinler çeliştiği zaman, aklın söylediğini öne alacaksınız." İman asla nötr olmaz. Mutlaka aktiftir. Bizim aydınlarımızın hataları bu gerçekleri bilmemekten kaynaklanıyor. İman mutlaka hareket halindedir ve sürekli bir şeyler üretir. Ama ışık, ama karanlık, ama diken, ama gül. O sizin yönlendirmenize bağlı. Kur’an, kötülüğü, olumsuzluğu imana izafe ediyor, ama bilimi asla etmiyor. Niçin? Çünkü bilimde subjektivite yoktur. İmanda vardır. Onun için iman sapıklığa araç yapılabilir, bilimde yapılmaz. Bizatihi bilim yapılmaz. Bilim adamı sapık olabilir ama bilim olmaz. Bizatihi bilim, yaratıcı kaynaktan gelen bir ışıktır ki, asla yanlış yapmaz. O yüzdendir ki, Kur’an, kendisini bilimin denetimine verir, bilimi kendisinin denetimine vermez. Bu, kilise öğretisinin 180 derece tersi bir anlayıştır. Öte yandan, Kur’an fonksiyonel akıl istediği için, taakkul (aklı işletmek) tabirini kullanır. İstenen, işlevsel akıldır. Ve bir yere geliyor, aynen şöyle diyor, "Allah aklını işletmeyenler üzerine pislik atar" (Yunus Suresi, 100) Kur’an'dan çıkan bir şey daha vardır ki, en tutucu fıkıhlar dahil hepsi telaffuz eder bunu. Şudur o da: "Dine, imana, peygambere, kitaba inanmayan ama zulume bulaşmayan bir toplum ilerler, mutlu olur. Dine, imana, peygambere, kitaba inanan ama zulme bulaşan bir toplum mutlu olamaz" Ne demek zulüm, insan haklarının çiğnenmesi, insana kötülük edilmesi kısacası hakkın çiğnenmesi. Zulüm budur. Bu varsa eğer, din, iman hibir işe yaramaz. Eğer zulüm yoksa, din, iman olmasa da mutluluk gelir. Kur’an bunu açıkça söylüyor. Müslümanlar bunu hayata geçirebiliyorlar mı? Bundan ders alabiliyorlar mı? Bu gerçek İslam ülkelerinde insanlara söylenebiliyor mu, söylemek mümkün mü? İslam dünyasında, akıllı çok adam var. Yalnız aklın mülkiyeti bu adamlarda, intifa hakkı başkalarında. İslam dünyasındaki akıl budur. Bunu istemiyor Kur’an, işlevsel akıl istiyor. O nerede? İkinci adres bilim. Bilim, dini de denetler, Allah'ı da denetler. Bu zor geliyor. Hele dincilere çok zor geliyor. Eğer siz Müslümansanız ve sizin imanınızın manifestosu Kur’an'sa, Kur’an böyle diyor. Bilim, Allah'ı da denetler. Niçin? Çünkü, Allah soyut bir varlıktır. Siz eğer bilimle Allah inancınızı kucaklaştırmazsanız, Allah diye diye kim bilir hangi saçmalıklara teslim olursunuz? Onun için bilim Allah'ı denetler. Allah da bilimi denetler diye ısrar ederseniz, onun izahı şudur: Denetlemiş işte, akıl göndermiş. Bunun yolunu, sistemini koymuş. Üçüncü adres, tabiat kanunları. Sünnetullah. Bunlar asla değişmez. Sünnetullahta, asla bozulma, değişme, yozlaşma bulamazsın. Kader, bizim fiillerimizle ilgili bir kavram değildir. Kur’an'ın anlattığı kadar, tabiat kanunları anlamındadır. Bizim fiillerimizin determine edilmesi, bizim özgürlüklerimizin kısılması gibi bir kader yoktur Kur’an'da. Bunu sonradan soktular kader anlayışının içine. Kader, tabiat kanunları demektir ve Kur’an'da aynen bu manada kullanılır. Tabiat kanunlarıyla, varlığın değişmezleriyle kavga ederek bir yere varamazsınız. Tabiat kanunları değişmez diyor, öbür taraftan dinci ekipler İsa geri gelecek diyor. Tabiat kanunlarında gitmiş bir adam bilmem kaç sene sonra geri gelecek var mı? Şam'da bir minareye gelecekmiş. Bunun tutmayacağını biliyor. Diyor ki, Şamdaki beyaz minarenin anlamı Amerika’daki Beyaz Saray olabilir. Bugünkü ABD kurmayları da aynı şeyi söylüyor. Onların da başka bir şey dedikleri yok. Sadece Hıristiyan ifadelerde ya da politik ifadelerle söylüyorlar. Bizimkiler onu İslamlaştırıyor. Müslümanları kazıklamakta, Haçlılara yardım etsin diye. Beyaz minareden maksat Beyaz Saray’mış. İsa'nın inişi de oradaki büyük ruhların dünyadaki özgürlük ve barışı kurmadaki gayretlerini sembolize edermiş. Gördün mü? Maşallah bunlara. Hıristiyan kurmaylar bu kafadakileri ödüllendirmesin de ne yapsın? Dördüncü adrese “maruf” diyor Kur’an. Yine onlarca ayette bunun altını çizmiş. Ne demek maruf? Örf kökünden bir kelime. Ortak, evrensel insanlık geleneği, insanlık değerleri. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bir maruf örneğidir. Tipik. Hz. Peygamber, "Benim ümmetim şerle ittifak etmez" demiştir diye bir rivayet var. Ümmet kavramını iyi bilmek lazım. Ümmet derken Hz. Peygamber, bütün insanlığı kasteder. Hatta “benim ümmetimin Hristiyanları, Yahudileri” diye ifadeleri vardır. Biz ümmeti kim yaptık? Sadece kelimei şehadet getirenler. Yanlış! Arap lügatlerine bakın, ümmeti tarif ederken “bir peygamberin hitap ettiği insanlık camiasıdır” denir. Hz. Muhammed'den sonra peygamber gelecek mi? Hayır! Peki, o zaman orada hitap ettiği kimdir? Bütün insanlık. Ancak, ümmetin itaat edeni var, isyan edeni var. O ayrı bir meseledir. Kimisi kabul eder, kimisi kabul etmez. O ayrı bir mesele. Benim ümmetim dalalette ittifak etmez, benim ümmetim karanlık ve kötülük üzerinde konsensus sağlamaz derken, bütün insanlığı kastediyor. İnsanlık, teoride hiçbir zaman karanlıkta oybirliği yapmaz. Birleşmiş Milletler, ABD tarafından dışlandı. Tamam. Pratikte dışlandı ama Birleşmiş Milletlerin, karanlıkta, şerde, kan dökücülükte ittifak ifade eden bir ilkesi var mı? Yok. Birleşmiş Milletlerin değerlendirilmesi bir etik meseledir. Amerika, yeniden hukuksuzluğu getirdi egemen kıldı. O ayrı bir iştir. Ama teoride insanlık, şerde ittifak etmez. Kur’an ne diyor? İnsanlığın ittifaklarını takip edin, bunları dışlamayın. Bunları, ciddiyetle takip edin ve onları öne alın. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bir mâruf örneğidir.1948'de imzalanmış. Altına bakın. Bir tane Müslüman ülkenin imzası var. O da Atatürk'ün Türkiyesi. Başka var mı? Atabilir mi imza, Orta Doğu'daki despot, çağ dışı ülkeler. Attımı kendini inkar edecek, bindiği dalı kesecek. Atamaz. Atatürk Türkiyesi bunun altını imzalamıştır. Çünkü kaygısı yok. Şimdi bakın Batı ne diyor bize? Kendimizi monte etmek istediğimiz Batı. Avrupa parlamentosu söylüyor bunu. Raporlara dönüştürerek. Öneri değil, bir teklif değil. Avrupa parlamentosu üyelerinden birinin, bir yerde verdiği konferansta söylediği bir şey değil. Avrupa parlamentosunun raportörlük görevi verdiği Oostlander’ın iki raporunda da altını çizdiği şey, Atatürk’ten vazgeçmemizdir. Ne diyor birinci raporunda? "Atatürk'ten vazgeçin, sizi içimize alalım." Çok düşündürücü. İslam dünyası Atatürk'e sataşırken hep şunu söylemiştir, "Müslümanları batıya monte etti, İslam'ı batıya monte etti, müslümanları batılılaştırdı" Ben, Atattürk'ün "batılılaşacağız" diye bir tane sözünü görmedim. Tam tersi. Her yerde emperyalizme bindirmiş, kapitalizme bindirmiş, sömürgeciliğe bindirmiş, Batı'nın ruhsuzluğunu, melunluğunu, ikiyüzlülüğünü en ağır ifadelerle göstermiş. Doğru dürüst okuyun. Oturup böyle satır satır ilk cümleden itibaren okuyacaksın Atatürk neymiş diye. İslam ülkelerindeki bütün siyaset dincileri hep Atatürk'ü İslam'ı ve Müslümanları batıya teslim etmekle suçladılar. Şimdi ne biçim iştir ki, bu 2000'li yıllarda Avrupa parlementosu, "Ben sizden olmak istiyorum" diyen bir Müslüman ülkeye, "Atatürk'ten vazgeçersen, biz seni alırız" diyor. Tersini söylemesi gerekmez mi? Dönüyor, birkaç ay sonra şunu iddia ediyor: Laiklik, Türkiye'de din özgürlüklerini rahatsız edecek biçimde uygulanıyor. Ne demek bu? Patrikhaneye destek sağlamak için yapıyor bunu. Patrikhaneye tam manada din özgürlüğü verilmediğini ima ediyor. O bunu söylüyor, öbür taraftan patrikhane bütün mevzuatımıza, anayasaya aykırı olarak 6 tane adamı getiriyor, metropol olarak atıyor. Bunların arkası gelecek. Kıbrıs meselesi bitince, Ege sorunu, Patrikhane, Ruhban okulu sırayla gündeme alınacak... Kur’an'a gittiğiniz zaman uğrayacağınız adresler bunlar. Kur’an'da başka gideceğiniz bir yer yok. Şimdi bu hurafeciler ve siyasal İslamcılar Kur’an diyor, arkadan sizi Taliban fıkhına gönderiyor. Bundan 600 küsur sene önce, Tûfî diye muhteşem bir fıkıh dehası, bir hukuk dehası çıkıyor şunu ilan ediyor: "Kuran'daki amaç değerler, zaman üstü değerler, temel ilkeler dışındaki bütün hükümler tarihseldir. Maslahat ilkesi yani kamu yararı ilkesi öne çıkarılarak, yeni hukuki düzenlemeler buna göre yapılmalıdır.” Kur’an'ın araç hükümlerdeki bütün tespitleri tarihseldir. Bugün, insanlığın geldiği yere bakıp, o temel dört adrese giderek, oradan üretimde bulunacaksınız. Laiklik, bunun yolunu açıyor. Laiklik ne yapıyor? Laikliğin yaptığı ne? Laikliğin sonuç olarak yaptığı şu: Kur’an'daki adreslere gitmeyi din adına söylem haline getirmek ve Kuran'daki tarihsel hükümleri, kendi tarihsellikleri içinde tutup, amaç hükümlerinden hareketle yeni normatif değerler tespit etmek. Yani, yönetimi halkın vereceği vekalete dayandırmak ve çıkarılacak kanunları, o vekaleti veren halk adına çıkartmak. İşte laikliğin esası bu. Dünya işleri ile din işleri ayrılacak falan şeklindeki tespit anlamsız bir laftır. Böyle bir tespit olabilir mi? Hukukçu olarak bakıyorsunuz rezalet, felsefeden bakıyorsunuz kepazelik, dinden bakıyorsunuz maskaralık. Kim din ile dünyasını ayırmış? Böyle diyorsunuz, öbür taraftan T.B.M.M tarikatlar konfedarasyonunu dönüşmüş. Ben bütün bunlara bir cevap getirmek için, kalktım "Kur’an Verileri Açısından Laiklik" kitabını yazdım. Dinci ve dinsiz yobazlar rahatsız oldular. Ama en çok da inkarcı yobazlar rahatsız oldu. İlginç bir şey. "Sen nasıl Kur’an'dan yola çıkarak laikliği savunursun?" diye üstüme geldiler. Bu kafa Türkiye'de siyaset yapacak da bundan bu halk hayır görecek, öyle mi? Böylelerinin yapacağı siyasetin getireceği ne biliyor musunuz? Parti genel merkezinde oturup iskambil oynamak. Başka yapacağı bir şey yok. Onu bile oynayamıyorlar. Kahveye gidiyorlar. Kavga asla bitmiyor, kol, bacak kopuyor. Bunlar siyaset gibi görünüyor ama bunlar siyaset değil, bunlar Türkiye'nin hayati meseleleridir. Siyaset üstü meseleleridir. Türkiye ayağına bir çalı gibi dolanmış bu çarpık laiklik anlayışı ile Allah ile aldatma zulmünden kurtulup yeni siyaset projeleri ile çağı yakalamak zorundadır. Türkiye, Allah ile aldatma kıskıcıyla dini hor gören inkar kıskacından kurtulmak zorundadır. Allah diyeni laiklik düşmanı ve laiklik diyeni din düşmanı ilan eden bu iki şuursuz ve insafsız kıskaçtan Türk insanının kurtarılması lazımdır. Bu da, felsefi omurgası olan yepyeni bir siyaset projesi ve bu proje etrafında kümelenmiş yeni bir kadroyla mümkün. Türkiye'nin hava ve su kadar muhtaç olduğu temel değer budur. Türkiye bunu süratle gerçekleştirmelidir aksi takdirde önündeki zaman çok ıstıraplı bir zaman olacaktır. Batı'nın buradaki tavrı son derece tahlikelidir. Batı, Türkiye'de kitlenin kendine ve geleceğine sahip çıkmasını asla istemiyor, buna müsaade etmeyecektir. Sürekli bir biçimde Atatürk'e vurmaları bu yüzdendir. Batı’nın, Türkiye ile ilgili olarak geliştirdiği politikalar, laikliğin dibini oyma politikalarıdır. Anlatacak çok şey var. Özetleyelim: Gerçek İslam'ın modern hayatla hiçbir düşmanlığı ve problemi olamaz. Bu mümkün değil. Yalnız, İslam dedikleri şu sokaklarda dolaştırılan ve bizim camilerimizden bize anlatılan ise, onun değil modern hayatla, insanı insan yapan hiçbir değerle bağdaşması mümkün değildir. O bir kamburdur, bir ıstıraptır. Din diye bize sırtımızda taşıtıyorlar. Onu sırtımızdan atıp din olarak Kur’an’ın aydınlık dünyasıyla tanıştığımızda Tanrı ile de, doğa ile de kendi benliğimizle de barışma imkanını elde edeceğiz. Ümit edelim ve gayret gösterelim! Bilkent Üniversitesi Yaşar Nuri Öztürk (Diyede yorumlar var.....)
  20. İsa'nın dönüşüne hazırlık hareketiymiş bunlar. İsa Hz. Muhammed'in ümmeti olma şerefini kazanmak için geliyormuş. Bu şerefe nail olmak için mi Hz. Muhammed'in ümmetini, İslam'ın mabedinde katlediyorsunuz? Ve öbür taraftan en yüksek makamlardan açıklama geliyor: "Caniler nereye kaçarsa kaçsın, hepsini öldüreceğiz" Biz eğer İslam dediğimizde şu Ortadoğu'da din diye yaşanan ve bizim camilerimizde din diye anlatılanı kastediyorsak, ben 40 yılımı bu işe vermiş bir insan olarak size söylüyorum bütün haysiyetim ve ciddiyetimle söylüyorum, böyle bir İslam yok. Ne Kur’an böyle bir din getirdi, ne Hz. Muhammed böyle bir din anlattı. Buna başka bir yer bulacaksınız. Ve istediğiniz anda da bulursunuz. Zaten buldular. Bir defa bakın, Kur’an insanoğlunun sütünde kaç gram toz-toprak olduğunu biliyor ki, bir şey üzerinde ısrar etmiştir bu din meselesinde. Dinin adında bile operasyon yapmak yok. Yani bu dinde, din olarak baktığımız zaman ne bir eksik vardır, ne de bir isim sorunu vardır. İsmi de İslam bulmuştur. Yani bunun yanına bir başka kelime eklediğiniz zaman, bu kulların getirdiği ve Hz. Muhammed'in gösterdiği İslam olmaktan çıkar. O zaman şu soru geliyor akla. Böyle baktığımızda sıkıntılar olabiliyor mu? Ilımlı İslam ne demek bu? Kendisi böyle değil de biz bunu bu hale getirelim; omurgasında operasyon yapalım diyorsanız bunun sonu gelmez. Hayır o zaman bunu bırakmak lazım. Nereye gidiyorsa gitsin. Biz başımızın çaresine bakarız. Başka ilkelerin, başka sistemlerin, başka anlayışların hedeflerine bakarız. Niçin bununla uğraşalım? İslam konusunda yedek isimlere gerek yok. Yedek isimlere neden ihtiyaç duyuluyor? Yedek isimlere ihtiyaç duyuluyorsa, bundan hayır gelmez. Yedek isimleri vermeden bunu olumlu buluyorsak ne ala! Yedek isim verme ihtiyacı duyuyorsak, bundan hayır gelmez. Kur’an, bir tek yerde etimolojiyle uğraşmıştır. O da dinin ismi meselesidir. Kur’an hiç etimolojiyle uğraşmaz. Ama bu İslam kelimesinin etimolojisiyle uğraşıyor. Çok dikkat çekicidir. İslam sözcüğünün, bizzat Kur’an'ın ifadesiyle, iki tane kökü var. Birisi silm, barış bugünkü Arpçada da aynen kullanılıyor. İkincisi selam. Esenlik demek. İslam, bu iki kökten gelen bir kelimedir. İslam, esenlik ve barış için yaratıcıya teslim olmak anlamını taşıyor. Yani bizatihi Kur’an dininin adında barış var. İçine baktığınız zaman neler var? Tabii burada ben bunları bütünüyle anlatacak değilim. Ben size bir ömür denecek uzunlukta bu işle uğraşan bir insan olarak şunu söyleyeyim; içinde de bütün insanlığı kucaklayan bir barış mesajı var, paylaşım var, insana saygı var. İnsanın ürettiği bütün evrensel değerler kucaklanıyor. Hiçbir ayırıma gidilmeden. Şimdi İslam dediğimiz zaman bir grubun veya sistemin adı gibi algılanıyor. Hayır, Kur’an, İslam kelimesini böyle kullanmıyor. İslam bir ad değil, bir tavır ifade eder. Bir kampın değil, algılayış ve yaşayış biçiminin adıdır. Kur’an, insanlığın bütün mirasını, bütün medeniyetleri değerlendiriyor. Çok geniş bir yelpaze. İnsan için kalıcı, mutluluk getirici bütün değerleri İslam kavramı içinde ve şemsiyesi altında ele alıyor. Bütün peygamberlerin ortak mesajlarının adı İslam. Ne demek bu? Barış ve esenlik için değer üreten ve yaratıcıya teslim olan, yaratıcı dışında hiçbir şeye teslim olmayan tüm anlayışlar İslam... Kur’an nüfus kağıdıyla asla uğraşmamıştır. O, daima niyete ve eyleme bakmıştır. Onun açık ifadesiyle, Yahudilerden, Hristiyanlardan, Sabiilerden ve Kuran müminlerinden şu üç şeyi yapanlar, cennete gider. Nedir o üç şey? Birincisi, Allah'a iman, ikincisi, ahirete iman, yani hayatın ölüm dediğimiz dönüşümle bitmediğini kabul. Üçüncüsü nedir? Üçüncüsü de "barış ve esenlik için değer üretmek, insanlığa hizmet vermek" Kur’an bu noktada ameli salih deyimini kullanıyor. Amel eylem demektir. Salih de sulh kökünden gelmektedir. Tam karşılığı, barışçıl eylem demek. Ameli salihi Kur’an terminolojisi içinde düşündüğünüz zaman, Kur’an bununla hayra, güzelliğe, mutluluğa, esenliğe, insanın hayrına yönelik her türlü eylemi kasteder. Bu üç şeyi yapan kimlerse, kurtulan onlardır. Yani insan olmanın onur burcu onlarındır. Nüfus kağıdının burada hiçbir anlamı yoktur. Ben, zaman zaman Kuran'dan hareketle yeni bir İslam dünyası tarifi yapmak istiyorum. Ben o tarifi bazı kitaplarımda yaptım. O tarifi yaptığım zaman, o listenin içine, bizim İslam dünyası dediklerimiz ya hiç girmiyor yahut da listenin sonunda yer alıyorlar. Çünkü Kur’an'ın muhatabı insan ve Kur’an, insan hayatına sormak istediği değerlerin listesini veriyor. O listedeki değerler açısından insanlığı bir değerlendirmeye, tabii tuttuğunuz zaman, bakıyorsunuz bizim İslam dünyası dediklerimizin puanı, 10 üzerinden 2-3 ü geçmiyor. 7-8-9 falan alanlar hep başkaları... İslam deyince, ne anlamamız gerektiği bana göre müslüman dünyada hatta İslam'la bir biçimde ilgilenen bütün coğrafyalarda en ciddi meseledir. Çünkü anlaşılmıştır ki, bu İslam meselesi insanlığı bugün birinci derecede meşgul eden temel kavramdır. Ve hatta temel problemdir. Huntington, özellikle 11 Eylül'den sonra hep gündemde. Huntington'ı birçok kereler gündeme getirenlerden biri de benim. Huntington o ünlü eseri “Medeniyetler Çatışması”nda, 1900 ile 2000 yılı arasını bir tahlile tabii tutmuştur. İnançlar bakımından. Kabile dinlerinden, ateist sistemlerden, büyük monoteist dinlere kadar hepsinin, 1900 ile 2000 yılları arasındaki seyrini tahlil ediyor Huntington. Bu işin piri. İki şey dikkat çekiyor:1.İslam'la ateizm dışında bütün inançlar düşüş sergilemiş. Her şeye rağmen, hiç kırılmadan sürekli yükselme gösteren tek inanç İslam. Huntington bundan sonuçlar çıkaracak ve bugünkü ABD politikalarını ve daha genelde Batı'nın politikalarını yönlendirecektir. Yükselen bir çizgi de ateizmde var. Korkunç bir yükselme. Bu da gösteriyor ki, ne kilise görevini layikiyle yapmış ne de cami.
  21. İslam dediğimiz zaman ne anlıyoruz? İşte burada çok ciddi bir problemler harmanı çıkıyor karşımıza. İslam dediğimiz zaman şu anda karşımıza çıkan bir ‘ılımlı İslam’ var, bir de ‘muhafazakâr demokrasi’ var. Bu ‘muhafazakâr demokrasi’ tamlamasındaki demokrasi de aslında ‘hurafe İslamı’ anlamında ama orada bir siyasi hareketin ismi gibi algılandığı için İslam denemiyor. Çünkü, anayasal sistem buna aykırı. İzin vermiyor. O yüzden demokrasi denmiş ama orada muhafazakar İslam anlaşılmalı, çünkü kastedilen bir siyasal İslam anlayışının adıdır. Bir yığın sahte İslam üretildi. İslam, tüp bebek üretimine tabii tutuldu. Yani iki ayda, üç ayda bir yeni bir isim bulundu İslam'a. Zaten, demirperde döneminde de birtakım isimler bulunmuştu. İşte, "sosyalist İslam", "İslam sosyalizmi", "Arap İslamı" gibi. Türkçeleştirilmiş şekilleriyle veriyorum. Sonra bu uzadı gitti. "Türk İslamı", "Avrupa İslamı", "Orta Asya İslamı", "Amerikan İslamı" veya “yeşil Kuşak İslamı” ... Şimdi "ılımlı İslam", "muhafazakâr İslam". Başka neler çıkar, belki onu da yakın bir zamanda göreceğiz. İslam, bunların hiçbiri değil. İslam, İslamdır. Bu şekliyle ya benimsersiniz, ya benimsemezsiniz. Sadece İslam dediğimizde, birtakım sıkıntılar çıkıyor ortaya. "Radikal İslam" var, "köktendinci İslam" var var. Bunlar ne olacak? Dendi ki: Öyle bir İslam bulalım ki, bu son saydıklarımızın yarattıkları karanlık imaja ters olsun. Bunun yarattığı rahatsızlığa bulaşmasın. Bundan uzak ve azade olsun. Tabii İslamı, bizatihi İslamı bilmeyenler için, bütün bunlar birer mazerettir. Yani adam, "Ben İslama saygılı olmak istiyorum ama Taliban İslamına ne kadar saygılı olabilirim? Emevi İslamı mesela, bin küsür yıllık tarihi olan bir İslam türüdür. Şimdi tüm bunlar olurken, bir de tarihsel bir realite olarak, Kuran'ın getirildiği ve Hz. Muhammed'in gösterdiği bir İslam var. Son terör olaylarından sonra, Selefi İslam çıktı gündeme. Selefi ne demek? En eski, orijinindeki İslam gibi bir manada algılanır bu. Bu bir kere bilimsel olarak yanlış. "Selefi İslam" tabiri niye bu kadar öne çıktı? Çünkü, Bin Ladin'in bir selefidir. Mezhepler biliyorsunuz iki kategoride müteale ediliyor. Ameli mezhepler var. Bunlar günlük hayatta ibadetlerin nasıl icrâ edileceğini gösteren mezheplerdir. Akide mezhepleri var. Bunlar daha çok İslam dininin felsefi omurgasıyla ilgilenen mezheplerdir. Neden-niçin, ahlak-etik meselesiyle uğraşırlar. İnsan nereden geldi, nereye gidiyor, nasıl yaşamalı. Yani klasik felsefedeki temel soruların cevaplandığı bir alandır. Ayrıca, peygamberlik kurumuyla, ahiret meselesiyle, imanın yapısı ve İslam manifestosu içinde diğer kavramlarla ilişkileri işler. Bin Ladin amelde Hanbeli, akidede selefi. Bunun bu yanıyla hiçbir siyasi anlamı yok. Selefi mezhebi dediğimiz zaman, bunun hiçbir siyasal tarafı yok. Bu tıpkı, Matüridilik, Eş’arilik gibi bir akide mezhebidir. Orayla bağlı olduğu için "İslami terör" dedikleri şeyin bir mezhebini bulmak ihtiyacı zuhur etti. Dediler ki, "Terörü yapan filansa, Müslümansa, o zaman bu bir İslami terör. Onun İslam içinde akide mezhebi Selefilikse, terör de Selefi mezhebine mal edilsin. Böyle şey olur mu? Peki Taliban ne olacak? Taliban akidede Selefi bir mezhep değil. Taliban akidede Matüridi, amelde Hanefi. Saf, katıksız hanefi. Yeni bir yorum da yok. Taliban tam hanefidir. Şimdi Talibanı eleştirdiğiniz zaman Hanefiliği mi eleştirmiş olursunuz? Burada içi çe onlarca denklem var. Bu konu, korkunç paradoksları olan bir denklemdir. Bizim bu meseleyi kendi yapısı içinde ele almamız lazım. Biz bunları klasik tasnifteki mezheplerden hareketle,yerleştirmeye kalkarsak, korkunç yanlışlar yaparız. Bin Ladin'in yaptığı hareketle, Selefiliği mahkum ediyorsunuz. Hiç alakası yok. Peki, İstanbul'da terör yapanları ne yapacaksınız? Onlar selefi değil. Bu yaklaşım, çıkar bir yol değil ama şu çıkar bir yoldur. Nedir o? Ben böyle bir yazı yazdım. Başlığı, "Selefi değil Emevi". Eğer İslam içindeki şiddet hareketlerine tarih içinde bir zemin aramak ve oradan hareketle açıklamalı reçeteler üretmek istiyorsanız, mezhepleri hedefe koymakla bir yere gitmeniz mümkün değil. Kaosu iyice büyütürsünüz. O zaman şunu yaparsınız: Gerçek İslam-Emevi İslamı ayrımı yaparsınız. Hepsinin üstünde bir ayırımdır bu. "Emevi İslamı" dediğiniz zaman iş yerine oturur. Neden oturur? Tarihi bir gerçektir ki, İslam dinini siyasal bir ideolojiye dönüştüren ilk hareket Emevilerin hareketidir. Bir siyasi harekettir. Bugün biz bir siyasal dincilikten söz ediyor, siyaset dinciliği, saltanat dinciliği veya çok daha hafif şekliyle siyasal İslam diye bir tabirden bahsediyorsak, bunun prototipi Emevi'dir. Bunu İslam'a sokan Emevidir. Çünkü Kuran'ı yakından inceleyenler bilir ki, dini ideolojileştirmeden, siyasallaştıramazsınız. O yüzden, şuna dikkat çekmek isterim. Son kitabım "Batı sömürgeciliği ve İslam Dünyası" adını taşıyor. Orada bunları çok ayrıntılı inceledim. Batı, müslümanlara, tabirimi mazur görün, kazık atmak istediğinde, ilk yaptığı budur: İslam’ı ideolojileştirmek. Hiçbir dini ideolojileştirilmeden, siyasete bulaştıramazsınız. Çünkü din, yapısı itibariyle evrenseldir ve yapısı itibariyle bütüncüldür ve tamamına yakını da sevgiye dayalıdır. Bağışlayıcıdır, kucaklayıcıdır, merhamete yer verir, sevgiye yer verir. Çünkü yaratıcı ve yaratılan vardır. Yaratıcıya şiddet izaf etmeniz mümkün değil. Hiçbir din bunu yapmaz. Yani teorik olarak, hiçbir dinin şiddete, kaosa yer vermesi mümkün değil. İslam'ın burada şöyle bir farkı vardır. İslam, savaşa, şartları doğmuşsa onay verir. Savaşa onay vermek, şiddete onay vermek değildir. Savaşa onay vermek, bir hayati realiteyi kabul etmek ve ikiyüzlülüğe karşı çıkmaktır. Savaşa onay vermeyen ve sadece sevgiden bahseden bir dini düşünün. Örneğin Hıristiyanlığı... Bir de insanlığın tarihine bakalım. En yoğun kanların akıtıldığı savaşlar nerede olmuştur ve arkasında kimler vardır? Kilise ve onun ha bire sevgiden söz eden babaları... Kur’an bu ikiyüzlülüğe asla izin vermiyor. Eğer savaş, insan onurunu, insan haklarını ve insanlık değerlerini savunmanın tek aracı haline gelmişse bu savaş meşrudur ve onurdur. Yani Kur’an'ın ve İslam'ın tek farkı budur. Bu şiddete onay vermek değildir. Batı bunu sürekli kullanmaktadır. Bu temelden yanlıştır, haksızlıktır ve hakikaten bir insanlık suçu olarak karşımızda bulunuyor. İslam'ın ideolojileştirilmesinde öncülük eden Emeviler, işe Hz. Peygamber’in ailesini katlederek başladılar. Siyasal İslam’ın kökleri orada. İdeolojileştirilmiş dinin kökleri orada. Kendi peygamberinin ailesini yok ederek işe başlayan bir harekettir bu. Ve din siyasete bulaştırıldığında, nelerle karşılaşmamız muhtemeldirin cevabı burada. Bir tek Harra olayında peygamberin neslinden dokuzbin küsur insan öldürülmüş, bin küsur kız çocuğunun ırzına geçilmiştir. Eğer buradan hareketle birtakım çıkış noktaları tesbit edilmek isteniyorsa, buradan ders almak isteniyorsa, bu, terörü mezheplere mal etmekle olmaz. Emevi'nin dini ideolojileştirdiği zaman, hiçbir mezhep yok İslam'ın içerisinde. Ondan 100-150 yıl sonra mezhep oluşmaya başlamış. Yani mezhepler yüz küsur yıllarında oluşmuş, isimler edinilmiştir. Peki, Emevi'nin İslamı ideolojileştirmesi ne zaman? Peygamber’in hemen ölümünden sonra. Kısacası, İslam'a şiddetin bulaşması mezhepler zamanında değil. Emevi'nin de ilk zamanındadır. İslam'ın siyasallaşması da oradan başlamıştır. Ciddi tesbitler yapılacaksa işe buradan girmek lazım. Yani İslam'ı, mezheplerin herhengi biri ile eşitleyerek, onu da şiddetle eşitleyerek, İslamcı teröre dayanak kurmak, son derece yanlıştır. Ne yazık ki, kendi hesaplarına uyduğu için bunu sürekli söylüyorlar. Bizatihi İslam, yani ideolojileştirilmemiş İslam nedir? Yani, Arap, Emevi, saltanat anlayışının musallat olmadığı İslam nedir? Bu Kur’an'ın getirdiği, Hz Muhammed'in gösterdiği İslamdır. Peygamberler din kurucusu değildir. Onun için peygamberler dini gösterir. Kutsal metin dini getirir ve canlı model olan peygamber gösterir. Yalnız Tanrı’dır ki, din kurar, haram-helal tespiti yapar. Onun dışında hiçbir varlığın din kurma, din adına kural koyma yetkisi yoktur. Peygamberlerin bile. Kur’an, kendisi dışında hiçbir varlığa haram koyma yetkisi vermez. Hz Muhammede bile. Çünkü bir şeyi haram ilan etmek, uluhiyetin yetkilerindendir. Bu bir aşkın varlık (timate reality) yetkisidir. Hiçbir peygamberin haram koyma yetkisi yoktur. Tabii sonraki dönem yozlaştırılmış İslam’ın da Allah'tan çok peygambere bu yetki verilmiş ama sebepsiz değildir. Çünkü peygambere bunu transfer ederek, oradan da peygamber varisi dedikleri başka birtakım insanlara aktarmışlardır. Böylece, Allah’ın yetkilerini kullanan bir yapay sınıf doğmuştur. İşte din meselesinin en kahırlı noktası burasıdır. Bugün İslam dünyasında, Kur’an'ın tek yetkili gösterdiği Allah'ın yetkisi hiçbir zaman %50'nin üzerine çıkmıyor. Bugün bizim camilerde anlatılan dinde de Allah'ın yetkisi %50'nin üzerinde değildir. Kim bu yetkileri kullanıyor? Bu yetkiler, İslam'ı siyasallaştıran ve saltanat aracı yapan Emevi'nin oluşturduğu manifestoyla kimlere bu yetkiler verilmişse, onlar kullanıyor. Bu yapı içinde baktınızmı bir kitaptaki İslam var, bir de halkın yaşadığı bir İslam var. Düşünün, indirilen din-uydurulan din ayrımı bundarn 6 yüz küsur yıl önce yapılmıştır. Çok erken bir dönemde böyle bir ayrımı yaptı İslam düşünürleri. İndirilen dinle gösterilen Kur’an'daki dindir. Kur’an'ın diğer bir adı da indirilen kitaptır. İndirilen din Kur’an'ın içinde olan dindir. Bir de uydurulan din var. O nedir dediğiniz zaman ona da cevap veriyorlar. Birilerinin yorumları ve Kur’an'ın tahrifiyle elde edilen dindir. Bugün, İslam adına demin saydığım isimlerle öne çıkarılan dinden istediğiniz kadar üretirsiniz. Amerika sürekli üretiyor. Ortadoğu'daki hesaplar nasıl bir tüp bebek İslam üretmeyi gerektiriyorsa, ona göre bir İslam üretiyor. Mesela Yeşil Kuşak İslamı. Demirperde döneminde bu üretildi ve kullanıldı. Özellikle Türk insanını demirperdeye karşı kullanmada, bu yeşil kuşak İslamı öne çıkarılmıştır. Şimdi ılımlı İslam. Soğuk savaşlar bitti. Yeni stratejilere göre yeni İslamlar gerekiyor. Şimdi ılımlı İslam vaktidir ABD için. Ilımlı İslam’da son gelişmeler ürperticidir hakikaten, sadece şaşırtıcı değil. Mesela, ılımlı İslam şöyle bir gayretin içindedir. İsa gelecek ve insanlığı kurtaracak. Ilımlı İslam bugün, okyanusun ötesinden Hıristiyanların tekrarlayıp durdukları tekrarlıyor: İsa gelecek ve insanlığı kurtaracak. Peki Muhammed ne olacak? Yani onun devri bittiyse, bütün kabulleri saf dışı edilmiş olur. Yani Kur’an'ın olmazsa olmazlarıyla bu söylenenin bağdaşması mümkün değil. Ama Irak'ın işgalinden sonra, Hristiyan dünya insanlığın bir barış dönemine geçişinin İslam’la mümkün olmadığı yolundaki teze, Müslüman dünyada bir yer bulmak için, İslam inançları içine sokulmuş bazı şeylerin öne çıkarılması gerekiyordu. Çıkarılmıştır bunlar. Kur’an hiçbir şekilde, hiçbir peygamberin geri geleceğine onay vermez. Kuran'da böyle bir kavram yoktur. Bu, İslam akidesinin oluşum döneminden ve manifestosunun tespit edildiği dönemden 100-150 yıl sonra, kilise tarafından İslam'a transfer edilmiş bir anlayıştır. Kur’an bu anlayışa kesinlikle kapalıdır. Efendim hadislerde var diyorlar. Zaten facia da orada ya. Kur’an dininin başına ne getirilmişse, hadislerle tekkelerin uydurmalarıyla getirilmiştir. Oysaki şu ilkeyi kendileri koymuşlardır: Hadisler, inançta kanıt olmaz. İsa'nın geri geleceğine ilişkin söylem, inanç içindedir. Nereye dayanıyorsunuz? Hadislere dayanıyorsunuz. Hadis bilginlerine soruyorsunuz, bunları hadis kritiği açısından ele aldığımızda bunların hepsi, güvene layık olmayan rivayetlerdir diyorlar. Hele, inançta asla kanıt olarak kullanılamazlar. Bir tanesinin muhtevasının Kur’an’a uygun olduğunu söylemek mümkün değil. Halk bunu bilmiyor tabii... Eğer İslam İsa'nın geleceğine onay veriyorsa Pavlus kristolojisinin asırlardır ileri sürdüğü şu iddia geçerli olur: Muhammed bir geçiş döneminin adamıdır. O, Mesih'in gelişine hazırlık döneminde kendisine bir kısmî hizmet imkanı verilen bir adamdır. İşini yaptı ve gitti. Siz neden buna son peygamber diyorsunuz? Sizin akideniz bunun aksini söylüyor, İsa gelecek diyor. Niye gelsin İsa. İsa gelecekse, o zaman Hz. Muhammed niye geldi? Bu akla aykırı. Şimdi onun da yolunu buldular. Diyorlarki, gelecek ama, Hz Muhammed'in ümmeti olma şerefi elde etmek için gelecek. Saçmalığa bakın! Minareyi çalan, kılıfını hazırlar. Sıkıştılar, şimdi bu çıktı ortaya. Peki, Hz. Muhammed'in ümmeti olma şerefi yüzünden mi, Irak'ta her gün 100-150 kişi ölüyor? Bakın bir yıl önce orada kimsenin burnu kanamıyordu. Ve Saddam gibi hepimizin öfkelendiği bir despot vardı orada. Ona rağmen kimsenin burnu kanamıyordu. Güven vardı. Şimdi ne oluyor? Mabetteki insanlar katlediliyor. Demokrasi gelecekmiş!..
  22. Biz, asıl suçluyu bir kenara bırakıp suçsuzlarla uğraşıyoruz ! Evet, bugünkü ortamın tek suçlusu Atatürk'tür ! Eğer bugün 60 milyon insanımız, Batı Trakya'daki Türkün durumunda değilse, bunun suçlusu odur. Eğer 1923'te kişi başına ulusal geliri 70 dolar olan bir toplum, şimdi 2700 dolara ulaşmışsa; bunun suçlusu odur. Eğer 1929-39 yılları arasında, bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, Türkiye'de %96 artmışsa bunun suçlusu odur. Eğer Türk işçisi, batıdaki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14-16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa bunun suçlusu odur. Eğer Türk kadını yasal olarak erkeğine eşitse, "köle" değilse, seçme ve seçilme hakkını Fransız kadınından bile önce elde etmişse, kadınlar bugün Türkiye'de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa bunun suçlusu odur. Eğer 1923'te Darülfünundaki öğrenci sayısı 2100 olan bir Türkiye'de, bugün yüzbinlerce genç üniversitelerde okuyorsa bunun suçlusu odur. Eğer açık havadaki klasik müzik konserlerini onbinlerce genç izliyorsa bunun suçlusu odur. Eğer şeyhülislamlar "fetva" verip Kuran'ın Türkçe basımını engelleyemiyorlarsa; ezanlar düşman bayraklarının gölgesinde okunmuyorsa bunun suçlusu odur. Eğer bugün köy enstitülü binlerce köylü çocuğu, kültür yaşamımıza damgalarını vurabiliyorsa bunun suçlusu odur. Eğer 1923'lerde ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına bir ölçüde yaklaşabilmişse bunun suçlusu elbette ki odur. Atatürk'ün suçları saymakla bitmez. Bir zamanlar kralların, şahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların Ankara'yı ziyaret için kuyruk olmalarının sorumluluğu da Atatürk'e aittir. Baskı rejimlerinden kaçan yüzlerce batılı bilim adamının bir zamanlar Kemalist Türkiye'yi seçmesinin sorumluluğu da... Faşist Mussolini'nin bile Türkiye'yi "Avrupalı" saymasının günahı da... Ama suçlunun suçlarının iyi anlaşılabilmesi için suçsuzların suçsuzluklarının da unutulmaması gerekir. Sokaktaki adamın bile miras hakkına dokunulmazken Atatürk'ün vasiyetini çiğneyerek Türk Dil ve Tarih kurumlarını devletleştiren, Atatürk'ün miras gelirlerini, devletin atadığı memurlara dağıtan "beş general" suçsuzdur ! "Ben Atatürkçüyüm ve laikim" diyerek, din derslerinin zorunlu olması hükmünü anayasaya koydurtan, Alevinin, Hıristiyanın, Yahudinin Sünni inancını öğrenmesini zorunlu hale getiren Marmaris'teki emekli adam suçsuzdur ! Köy Enstitülerini kapatırken, İmam-Hatip liseleri açanlar, laik liselerde eğitim görenlerin sayısı son 20 yılda 3 kat artarken, imam-hatip okullarını bitirenlerin sayısının on dört kat artmasını sağlayanlar, Menderes'ten Demirel'e, Özal'dan Yılmaz'a tüm "Atatürkçü" başbakanlar suçsuzdur ! Milli eğitim bakanlığını şeriat yanlılarının işgaline terk edenler, Sağlık ve Tarım bakanlıklarını şeriatçılara peşkeş çekenler, İçişleri bakanlığının yapısını bozup valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin şeriatçı olması için kolları sıvayanların hepsi suçsuzdur ! Asıl suç Harp Okulunu şeriatçılara açmamakta direnen Kemalistlerdedir.. Sokaktaki adama küfreden suçludur, ama Atatürk'e küfreden suçsuzdur ! Erbakanlar, Mezarcılar, Dicleler... Holding solcuları, numaracı cumhuriyetçi ******* Şeriatçılar, Kürt ırkçıları... Hepsi de haklılar!... Onların ayaklarının altına halıları kim döşedi ? 1950'den beri bu ülkeyi yönetenler değil mi ?... Ahmet Taner KIŞLALI 02 Mart 1994
  23. Pres ütüm bosuldu pres ütüye
  24. YEMEKLER,SALATALAY,ÇORBALAR,TATLILAR MEYFELER V.S V.S DOLU BİR MUTFAK
  25. AKP’li Tuna’nın “türban yasağının kamuda da kaldırılması” talebi yeni bir tartışma başlattı. AKP ve MHP’nin türbana özgürlük çalışmaları adım adım ilerlerken, AKP’li Tuna’nın “türban yasağının kamuda da kaldırılması” talebi yeni bir tartışma başlattı. Her ne kadar Tuna, bu sözlerin kendisini bağladığına yönelik bir açıklama yapsa da, önceki gün TRT’de yayınlanan bir programa türbanlı bir sosyoloğun davet edilmesi, türbanın çoktan kamusal alana da girdiğini gözler önüne serdi. Türban tartışmaları devam ederken, TRT elini çabuk tuttu ve tartışmalı bir ilke imza attı. TRT 1’de önceki gece yayınlanan “Enine Boyuna” adlı tartışma programının konukları arasında bir de türbanlı sosyolog-yazar yer aldı. TRT’nin canlı yayınlanan programı boyunca telefonları, tepki nedeniyle kilitlendi. Akşam Gazetesi'nin haberine göre, türban konusunun ele alındığı tartışma programının konuğu olan sosyolog-yazar Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, türbanıyla TRT ekranlarında görünen ilk isim oldu. Programın diğer konukları ise, yazar Nazlı Ilıcak, sosyolog Tülin Bumin, Cumhuriyet Kadınları Derneği Üsküdar Şube Başkanı Fatma Çoban’dı. Cumhuriyet Kadınları Derneği Genel Başkanı Şenal Saruhan’ın da telefonla bağlandığı programda karşılıklı atışmalar hakimdi. ELEŞTİRİLERE TEPKİLİ TRT ekranlarına türbanıyla çıkan sosyolog Barbarosoğlu, zaman zaman Fatma Çoban’la da “türban” polemiğine girdi. Ilıcak, Bumin ve Barbarosoğlu türbanın “bir özgürlük sorunu” olduğunu ifade etti. Cumhuriyet Kadınları Derneği temsilcilerinin, türban girişimini “Anayasa’nın laiklik ilkesine” aykırı bir girişim olarak değerlendirip AKP’yi yerel seçimler öncesi bu konuyu “siyasi araç” olarak kullanmakla suçlayan ifadelerine ve kadınların türban üzerinden siyasete alet edildiklerini ileri sürmelerine türbanlı konuk Barbarosoğlu’ndan tepki geldi. KAMUSAL ALAN İTİRAFI “Kendisi olmadan antisi olan bir akımla karşı karşıyayız” diyen Barbarosoğlu, “Türbanizm yok ama anti-türbanizm var. Siz bizi karanlıkta mı zannediyorsunuz? Bizleri aydınlatma görevi olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Bize yukarıdan bakıyorsunuz, hakaret ediyorsunuz” şeklinde konuştu. Bu sözler üzerine Fatma Çoban, “Ben size hakaret etmiyorum, Cumhuriyet devrimlerine uymaya davet ediyorum” deyince türbanlı Barbarosoğlu, “Burası kamusal alan, bu sözlerle bize hakaret ediyorsunuz” diyerek ilginç bir yanıt verdi. Barbarosoğlu’nun bu sözlerini düzeltmek ise Nazlı Ilıcak’a düştü. Ilıcak, “Yok canım, burası kamusal alan değil” diye konuştu. YENİ KONUKLAR YOLDA TRT’nin önümüzdeki günlerde yeni anayasa tartışmalarının ele alınacağı bir program hazırlığı içinde olduğu öğrenildi. Türban serbestinin de ele alınacağı programlara türbanlı konukların davet edileceği de belirtildi. KAMUSAL ALANDA TÜRBAN SESSİZ VE TEPKİSİS TOPLUM OLMAYA DEVAM.......................

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.