Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Nice yıllara......................
  2. Hepinisin DOGUM GÜNÜ KUTLU OLSUNNNNN
  3. Güzel katkınız ve yorumunus için ben teşekkür edeyim ELİFLE.......
  4. Beni hiç sevmedin mi sen? Beni dikenli aşk bahçelerinin Umutsuz yarınlarına terk ettin sen. Ve yağmurlar yağdırdın üzerime Beni hiç sevmedin mi sen? Korkma benden! Ne yarınlarına çıkarım Ne telefonlarına Benden korkma! Ben hiç yokmuşçasına beklerim Sokak köşelerinde. Gözünün gördüğü hiç bir yerde olmam Korkma! Senden kopacağım artık Sensizliğin rıhtımında Dalgalarıyla boğuşacağım yalnızlığımın Sensiz yaşayacağım bu koskoca alemde Bir daha hayal edilemeyecek aşkının Umuduyla kavrulacağım. Senden beni alacağım Benden seni söküp aldığın gibi Yerime yaşanmamış mutluluklar bırakacağım. Hatırlamayacaksın bile gözlerimi Ne yağmurlarımda ıslanacak Ne de güneşimle ısınacaksın Söz veriyorum hayatından çıkacağım Ağlatmayacağım artık seni Benden artık korkma! Ben kaybolacağım O kahverengi derinliklerinde gözlerinin Yaşamaksa eğer bu yaşayacağım Gün 24 saat ve ben hep uzaklarda kalacağım Sabırsızca toprağa düşmek isteyen ilk cemre misali, Sensizliğin kuytusunda azaplar içinde ölümü bekleyeceğim. Hiç bir şey yerini tutamayacak inan bana Ve ben hep bunun ezikliğiyle yaşayacağım. Seni sevdiğim için özür dilerim Yaşattığım acılar ve gözyaşları için Ama bir kez daha olsaydı yine severdim Şimdi gitmeliyim artık Beni bekleyen tatmadığım hüzünler var Yazılmamış şiirler Anımsanacak güzel hatıralarımız var Sana kimler dokunacak Kimler öpecek düşünmek bile istemiyorum Beni en çok yaralayan bu zaten Umarım mutlu olursun Sana söylemek istediğim son bir şey var Seni daima sevdim bunu sakın unutma 9 MAYIS 2003
  5. Bir ölü yatıyor Vurdular Kurşun yarası Kızıl bir karanfil açmış alnında İstanbul'da Beyazıt meydanında. Bir ölü yatacak Toprağa şıp şıp damlayacak kanı Silahlı milletim hürriyet türküleriyle gelip Zaptedene kadar büyük meydanı. Nazım HİKMET öğrenci hareketinin olduğu kadar işçi hareketinin de düzene karşı tepkilerini dile getirdiği birçok eyleme kucak açan Beyazıt Meydanı, 16 Mart 1978’de kanlı bir katliama sahne oldu. Bunu önceleyen süreçte burjuvazi, düzenlediği tüm saldırılara karşın sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin ve işçi hareketindeki ve devrimci gençlik hareketindeki yükselişin önüne geçememişti. 1960 darbesini takip eden süreçte, toplumsal ve siyasal yaşamda sıçramalı değişimler yaşanmıştı. Sendikal ve siyasal örgütlülük düzeyi yükselmiş, kitleselleşen işçi ve devrimci gençlik hareketi aynı zamanda militanlaşmaya da başlamıştı. 15-16 Haziran direnişinden sonra tehlikenin boyutlarını daha iyi kavrayan egemenler, 1971’de orduyu yönetime çağırdı. 1974’e kadar yarı-askeri bir rejim altında, solun işçi ve gençlik hareketi üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak için yoğun çaba sarf edilmişti. Askeri diktatörlük rejiminin sona ermesi ve yapılan seçimlerle CHP’nin sol bir görünümle iktidar koltuğuna oturmasıyla yeni bir dönem de açılıyordu. Sol hareket, üç yıllık diktatörlük döneminden, 3 gençlik liderini idam sehpasında kaybetmesinin yanı sıra onlarca parçaya bölünmüş biçimde çıkmıştı. Fakat buna rağmen kısa sürede yeniden ayağa kalkmış, 1960-70 dönemindekiyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir kitleselliğe ulaşmayı başarmıştı. 1977 1 Mayısına gelinceye kadar, ülkenin her yerinde grevler yaşanıyordu. Yeniden yükselişe geçen toplumsal muhalefetin dinamiklerinden olan devrimci gençler, aylarca işçilerle birlikte grev çadırlarında nöbet tuttular. Yükselen devrimci mücadelenin önünü kesmek derdine düşen egemen güçler, kitlesel geçeceğini tahmin ettikleri 1977 1 Mayısında, 39 işçinin kurşunlanarak veya polis panzerleri altında kalarak can vermesine yol açacak CIA-kontrgerilla provokasyonlarını hayata geçirdiler. Bu tarihten sonra kitleleri sindirmek, iyice pasifize etmek isteyen burjuvazi, sosyal demokrat postu altına soktuğu CHP’yi anti-komünist atakları ile sahneye sürmüş, faşist MHP’nin öncülüğünde örgütlenen paramiliter silahlı güçleri, işçi önderlerinin ve devrimci gençlik hareketinin üzerine salmaya başlamıştı. Egemenler tarafından 1978 başlarına kadar yedekte tutulmaya çalışılan ve Milliyetçi Cephede umduğunu bulamayan faşist MHP, bu tarihten itibaren, bizzat devletin kontrolü altında, iç savaş stratejisini uygulamaya soktu. Bu politikayla solun karşısında sağda geniş bir taban yaratmaya çalışarak siyasal-toplumsal gerilimi sürekli tırmandırmayı hedefledi. öğrenci gençlik hareketini teslim almak hedefiyle okullara yönelen faşistler, İstanbul üniversitesinde “Merasim Birliği” adı verilen polis birliğinin doğrudan desteğiyle öğrencilere saldırıyorlardı. öğrencilerin girişini engelleyerek, üst araması yapıyorlar, okula toplu halde girip çıkan öğrencilerin üzerine, polisin temin ettiği ya da edilmesine göz yumduğu silahlarla saldırıyorlardı. Tüm bu saldırılar karşısında sessiz kalmayan devrimci öğrenciler, saldırılara saldırıyla yanıt vererek faşistleri püskürtmeye çalışıyorlardı. İstanbul üniversitesindeki faşist ablukayı ortadan kaldırmak üzere harekete geçen devrimci öğrenciler 16 Martta Süleymaniye’de toplanarak Merkez Binaya doğru yürüyüşe geçtiler. Diğer fakültelerde okuyan devrimci öğrenciler de Eczacılık Fakültesinin önüne kadar arkadaşlarına eşlik ettiler. Devletin polis üzerinden sunduğu desteğe ve üniversite yönetiminin işlerini kolaylaştıran uygulamalarına rağmen burada daha fazla tutunamayacaklarını anlayan faşistler, bir saldırı hazırlığına girişmişlerdi. Faşistler önceki günlerden farklı olarak derslerden erken çıkmak gibi dikkat çeken davranışlarda bulunmuyorlardı. öğle tatili başladığında Süleymaniye’ye gitmek üzere okuldan çıkışa doğru yönelen devrimci öğrenciler, polisin Süleymaniye’ye açılan çıkışı kullanmalarına izin vermemesi üzerine meydana açılan kapıya doğru yöneldiler. Bu kapıdan çıkmakta olan öğrencilerin üzerine “Beyazıt Meydanı komünistlere mezar olacak” sloganlarıyla kurşun yağmaya başladı ve çok güçlü bir bomba öğrencilerin üzerine atıldı. Bu saldırıda Hukuk ve İktisat Fakültelerinde okuyan 7 devrimci öğrenci yaşamını yitirirken 50’den fazlası yaralandı. Beyazıt Meydanı kan gölüne döndü. Katliamdan hemen sonra 2000 civarında öğrenci İşletme Fakültesinin önünde toplanarak Merkez Binayı ele geçirmek üzere harekete geçti. Bina işgal edildi, buradaki polisler kovulup tüm kapıların denetimi sağlandı ve gelen öğrenciler içeri alındı. Toplanma gece boyunca da devam etti. Gece yarısından sonra binaların iyice dolmasıyla bahçede toplanan öğrenciler yaktıkları ateşlerle ısınmaya çalıştılar. Bir gün sonra yapılması planlanan yürüyüş için, gece boyunca pankartlar hazırlandı, katliamda ölen öğrencilerin resimleri çizildi. Amfilerde yapılan forumlarda, faşistlerin ülkenin her yanında gerçekleştirdikleri katliamlar anlatıldı ve faşizme karşı mücadelenin vazgeçilmezliği üzerine konuşmalar yapıldı. Ertesi gün tüm gençlik örgütlerinin yanı sıra, sendikalar, barolar, meslek odaları ve derneklerinin katıldığı büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Cenaze töreninin ardından kitle, ellerinde pankartlar ve saldırıda yaşamlarını yitiren devrimci öğrencilerin resimlerini taşı***********, marşlar ve sloganlar eşliğinde Sirkeci’ye doğru yürüdü. Burada yapılan konuşmalardan sonra dağılındı ve Merkez Binadaki işgal de bitirildi. 20 Martta DİSK’in ülke çapında düzenlediği “faşizme ihtar eylemi” bütün sol grupların katılımıyla gerçekleştirilerek 16 Mart katliamı lanetlendi. İşçiler, kamu emekçileri, eğitim emekçileri, sağlık emekçileri, teknik elemanlar ve öğrenciler iş bırakarak, derslerini boykot ederek, grevler düzenleyerek yaşamı bütünüyle felç eden eylemler yaptılar. Katliam sonrasında belgelenen gerçekler devletin gerçek işlevini bir kez daha gözler önüne serdi. Bunların ilki, katliamda kullanılan bombanın, 16 şubat 1978’de yakalanan ve kontrgerilla içindeki bir emekli yüzbaşı olan Mehmet Ali çeviker’in depolarındaki Amerikan modeli TNT kalıplarından yapılmış olmasıydı. Bu kontrgerilla yüzbaşının MHP’li olduğu ve faşist hareketin kurmaylarıyla ilişki içinde olduğu, Ağustos 1978’de ülkücü Ali Yurtaslan’ın itiraflarıyla ortaya çıkacaktı. İkinci olarak, katliam sırasında polis timinin başında olan ve öğrencileri meydan çıkışına yönlendirerek katliama zemin hazırlayan Reşat Altay’ın, katliamı gerçekleştiren faşistlerin peşinden koşan polislere “dur” emri verdiği anlaşıldı. Kendisi daha sonra, bu katliamda üstlendiği rolün ödülünü, önce İstanbul TMş Müdürlüğüne, sonra Niğde Emniyet Müdürlüğüne getirilerek almıştır. üçüncü olarak, katliamı gerçekleştirenlerden biri olan, ancak ülküdaşları tarafından konuşmasından korkularak öldürülen Zülküf İsot’un ablası Remziye Aykol bir açıklama yaptı. Aykol’un, katliamı gerçekleştirenlerin kardeşi ile birlikte Latif Aktı, Sıddık Polat ve polis Mustafa Doğan olduğunu, katliam emrini verenin ise Alparslan Türkeş olduğunu açıklamasına rağmen Türkeş’e herhangi bir dava açılmadı. Mustafa Doğan da bulunamaması nedeniyle (!) sanık sandalyesine hiç oturmadı. Mahkeme Doğan’ın bulunması için defalarca Emniyet Müdürlüğüne yazı yazdığı halde, Reşat Altay imzalı cevapta Doğan’ın Mart 1978’de uğradığı disiplin soruşturması nedeniyle istifa ettiği bildirildi. Mayıs 1997’de ise Mustafa Doğan’ın arama emrinin dahi bulunmadığı ortaya çıkacaktı. Dördüncü olarak da, Pol-Der yetkililerinin katliamı daha önce polise ihbar ettikleri İçişleri Bakanlığınca da doğrulandığı halde, bu ihbarın gereğinin yapılmadığı ortaya çıktı. Ayrıca birçok eylemin yanı sıra bu katliamdan sorumlu olarak aranan İstanbul ülkü Ocakları Derneği yöneticileri Mehmet Gül (kendisi ANASOL hükümeti döneminde MHP İstanbul milletvekilliği yapmıştır ve kamuoyunun yakından tanıdığı bir simadır!) ve Mustafa Verkaya aylarca yakalanmadılar. Bulunduklarında ise bir-iki yüzleştirmenin ardından tutuklanmayarak birkaç gün içinde serbest bırakıldılar. Burjuvazi her zamanki gibi kiralık katillerini ve uşaklarını korudu, ödüllendirdi. Katliamın üzerinden tam 26 yıl geçti. İşçi sınıfı ve devrimciler, o günlerde faşist saldırılara karşı nasıl yanıt verilmesi gerektiğini katliamın hemen sonrasında ortaya koydukları tepkilerle gösterdiler. Fakat bu tepkiler, burjuvazinin ve onun faşist köpeklerinin düzenlediği kanlı saldırıları durdurmaya yetmedi. Ne yazık ki 16 Mart katliamı sınıf hareketine ve devrimci gençliğe yönelik yapılan ne ilk ne de son saldırı olmuştur. Burjuva egemenliğin tarihi bu türden nice saldırılar ve katliamlarla doludur. 16 Martta Beyazıt’ta ve sonrasında Maraş’ta, Sivas’ta insanları katleden burjuvazi, bugün de devrimcileri F tipi veya D tipi denen hücrelere, mezarlara gömmekten geri durmuyor. Yıllarca Kürt halkına karşı bir imha politikası yürüten, kendi egemenliğine muhalif olarak gördüğü en küçük demokratik talepleri bile ezmeye çalışan burjuvazi, iktidarını kanla ve binlerce insanın cansız bedeni üzerine kurmuştur. 16 Mart katliamının sorumlusu burjuva devlet ve onun örgütlediği faşist çetelerdir. Sınıf mücadelesinin ve devrimci hareketin yükseldiği ve kapitalistleri can derdine düşürdüğü 1960-80 arasındaki dönemde burjuvazi, kendi iktidarını korumak için en acımasız katliamları yapmaktan çekinmemiştir. Buna rağmen işçi sınıfının ve devrimci hareketin bu saldırılara yanıtı yeterli olamamış, sınıf hareketine önderlik etme iddiasındakiler yaklaşan tehlikeye karşı koymakta ve sınıfı mücadeleye hazırlamakta yetersiz kalmışlardır. Devrimci önderlik eksikliği, toplumsal kurtuluş mücadelesinin “milli demokratik devrim” veya daha “ileri” bir burjuva demokrasisi hedefi tarafından gölgelenmesi, küçük-burjuva devrimcilerin uzun süre işçi sınıfını görmezden gelmesi, bazılarının devrimin dinamiğini “ilericilik” payesi vererek orduda araması: tüm bunlar ayağa kalkan işçi sınıfının bir karşı-devrimle bozguna uğratılmasıyla son bulmuştur. Burjuvazi 1977 1 Mayısıyla başlattığı karşı saldırıyı 16 Mart katliamı ile devam ettirmiş ve nihayet 12 Eylül darbesiyle de son noktayı koymuştur. Sonuçta doruk noktasına ulaşmış olan toplumsal muhalefet dalgası çok daha hızlı bir biçimde geri çekilmiş ve 1980 öncesi devrimci işçi ve öğrenci kuşağı yerini büyük bölümüyle toplumsal sorunlara duyarsız, mücadeleye sırtını dönen ve tarih bilincinden yoksun bir genç kuşağa bırakmıştır. Bugün gelinen süreçte burjuvazi, 1980 öncesinde yaşanan toplumsal mücadelelerin, işçi sınıfının ve gençliğin hafızasına kazınmasını engelleyebilmek için bu dönemi “kardeşin kardeşi vurduğu”, “sağ-sol çatışmaları”yla geçen ve “bir gurup anarşistin” yarattığı bir süreç olarak lanse etmeye çalışıyor. Böylece iki kuşak arasındaki bağın kopmasını ve tarihsel hafızanın yok edilmesini sağlayarak, yaptıklarının üzerini örtmeye ve unutturmaya uğraşıyor. Gerçekten de o dönemle yaşadığımız dönem arasındaki bağların kopukluğu bir tek şekilde açıklanabilir: işçi sınıfının devrimci önderlik eksikliği. Faşizme ve her türlü gericiliğe karşı mücadelede, emperyalist savaşlara karşı sınıf savaşlarının yükseltilmesinde, kapitalizmin ortadan kaldırılıp insanlığın özgürleşmesinin önündeki tüm engellerin yıkılması ve komünist bir dünyanın yaratılması mücadelesinde kitlelere önderlik edecek komünist-devrimci bir önderliğin yaratılması bugün her zamankinden daha fazla aciliyet taşıyor. Bu yüzden kapitalizmin dünya çapında emekçilerin kanı ve alınteri üzerine kurulu iktidarını ayakta tutmak için harcadığı muazzam çabayı da hesaba katarak, sınıf hareketi içerisinde kararlı ve inatçı bir mücadele yürütmek gerek. Aksi takdirde ne kapitalizm denen ücretli kölelik düzeninin ne de onun kanlı saldırılarının önünü kesmek mümkün olacaktır. HER ŞEYİ ÖĞREN, HİÇBİR ŞEYİ UNUTMA!
  6. Halepçe katliamı buram buram ölüm kokan,annelerin kucağında can veren bebelerin minik bedenlerini canlandırıyor gözümde. O bedenler ki yaşamlarının baharında insanlık dışı bir katliama kurban edilmiştir.Bir fotoğraf karesi vardı katliamdan hemen sonra çekilmiş zihinlerde yerini alan Zehirli gaz ile katledilmiş binlerce masum bedenin doldurulduğu sokaklarda ölürken kucağından bırakmadığı bebeği ile yatan kadın karesi Saddam asılırken bu kare canlandı hafızamda… İnsanlık dışı bu katliam kendisini insan olarak tanımlayan herkesin bir utancıdır. halepçe katliamı abd ve saddamın çıkarları için kürtlere yaptığı ******* bir katliamdır. abd nin amacı kimyasal silah denemesi. saddamın amacı kürleri asimile dip ırak ı kürtlerden arındırmak. bugün şengal de yapılan katliam gibi. ama unutulmaması gereken birşey var. katliam hiçbir zaman çözüm olamaz. bugün kürdistan kuruluyorsa ırakta bu halepçe katliamlarının sonucudur. yeni kuşağın hesap sormasıdır bu. yahudiler giderek güçleniyorsa bu geçmişteki hitlerin yahudilere yaptığı katliamın sonucudur. aynı şekilde çine kuvvet veren geçmişteki hiroşima bombasıdır. 16 Mart 1988’de Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin’in emri ile Irak ordusu birlikleri 70 bin nüfuslu kalepçe şehrine saldırdi Halepçe’nin göze çarpan ilk özlleiği İslami duyarlılığı yüksek Kürt halkının yoğun olarak yaşadığı bir yer olmasıydı Saddam Hüseyinin ırkçı ve haksız siyasetine muhalif olan bölge halkı bu tavırlarını acı bir şekilde ödedi O güne kadar bir çok kere yapıldığı gibi hakim güçler isteklerinin yerine getirilmediğini öğrenince bölge halkını tamamen ortadan kaldırmayı planladı Bunun üzerine daha önce Horoşima ve Nagazaki’de yapılan bu sefer Halepçede uygulandı Şehir halkının üzerine kimyasal silahlarla ateş açıldı Kadın çocuk ayırımı yapılmadan 6330 kişi katledildi Dünya Halepçeli çocukların cansız bedenlerinde ölümün soğukluğunu ve çocukların saflığını beraber izledi Saldırılar sonrası bölge halkı tamamen mülteci durumuna düştü İnsan hakları ve özgürlükleri bir kez daha tüm dünyanın gözleri önünde hem de en acımasız bir şekilde ihlal edildi Dünya devletleri bu olayı kınamakla yetindi Bölgede hakim diğer güçler ise reelpolitiğin vermiş olduğu sorumlulukla (!) derin bir sessizliğe büründü Birazda yazılanlara göz atarsak.................... Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Ankara Şube Başkanı Mahmut Kasapoğlu, Halepçe’deki olaydan Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin haberi olduğunu açıkladı. 16 Mart 1988’de yaşanan olayla ilgili olarak ilginç bilgiler veren Kasapoğlu, “Dönemin Irak yönetimi, ikisini de uyarmıştı” dedi. SALDIRIYI BİLİYORLARDI KasapoĞlu, şok açıklamalarına şöyle devam etti: Saldırı, bölgeye sızmış olan İranlı unsurlara karşı düzenlenmişti. Barzani ve Talabani’ye 48 saat içinde tahliye edin bilgisi verildi. İkisi de kasıtlı olarak bölgeyi boşaltmadı... Güle oynaya katliam Celal Talabani, 16 Mart 1988’deki Halepçe katlimanından hemen önce “Kimyasal Ali” lakaplı Ali Hasan El Mecid ve Saddam Hüseyin’in sağ kolu İzzeddin El Duri’ye birlikte halay çekmiş ABD’nin Irak’a ilk müdahalesinin önünü açan ve tarihe “Halepçe Katliamı” olarak geçen ve 16 Mart 1988 tarihinde Irak Ordusu’nun kimyasal silahlarla saldırdığı söylenen olayla ilgili çok çarpıcı bir iddia ortaya atıldı. O tarihlerde çekildiği belirtilen fotoğraflarda ABD tarafından Irak Devlet Başkanı sıfatı verilen aşiret reisi Celal Talabani ile katliamın sorumluları olarak gösterilen İzzeddin El Duri ve Kimyasal Ali yan yana görülüyor. Fotoğraflarda Talabani olduğu belirtilen kişiyle Saddam’ın askerlerinden İzzeddin El Duri ve Kimyasal Ali lakaplı Ali Hasan El Mecid yan yana halay çekiyor. Samimi fotoğraflar, Halepçe katliamının arkasında başka bir planın olduğunu gösterir nitelikte. Saldırıdan haberleri vardı Bu iddiayı güçlendiren bir başka iddia da Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Ankara Şube Başkanı Mahmut Kasapoğlu’ndan geldi. Kasapoğlu, Halepçe’deki olaydan Barzani ve Talabani’nin haberi olduğunu söyledi. O dönem Irak Yönetiminin Barzani ve Talabani’ye “İran askerleri, sivil unsurlar olarak o bölgeye sızdı. Bölgeye kimyasal göndereceğiz. 48 saat içinde bölgedeki Kürtleri tahliye edin” talimatı göndermiş ve bu ikisi de “olur” cevabını verdiğini kaydeden Kasapoğlu şunları söyledi: Bölgeyi bilerek boşaltmadılar “Halepçe’ye kimyasal silahla saldırı olacağını hem Mesud Barzani hem de Celal Talabani biliyordu. Bölgeyi bilerek boşaltmadılar. Zaten orada da belirtildiği gibi çok fazla insan hayatını kaybetmedi. 50-60 kişinin hayatını kaybettiğini söyleyebilirim.” O tarihlerde çekildiği belirtilen fotoğraflarda ABD tarafından Irak Devlet Başkanı sıfatı verilen aşiret reisi Celal Talabani ile katliamın sorumluları olarak gösterilen İzzeddin El Duri ve Kimyasal Ali yan yana görülüyor. Kimyasal gazlarla katlettiler İran-Irak Savaşı’nın sekizinci yılında Enfal Operasyonu kapsamında gerçekleştirilen Halepçe Katliamı’nda, binlerce Kürt korkunç şekilde hayatını kaybetti. 16 Mart 1988’de gerçekleştirilen katliam sırasında İran sınırına yakın bir bölgede bulunan Halepçeliler, Irak ordusunun yaptığı hava bombardımanından sonra sığınaklara çekildilerse de bir süre sonra helikopter ve uçaklardan atılan kimyasal gazlardan kendilerini kurtaramadılar. Saldırılarda en az 5,000 sivil öldü, 10,000’den fazla sivil yaralandı. İşte şiir diye belkide ciddiye alınmıyan şu ifadeler canımı yakıyooo,lanetliyorum,kınıyorum ama lanet olsun ki gidenlerin hiçbiyini geri getiremiyorum!!!!! çürüyen kokusuyla yağdı kimya kesildi feri gözlerin, sustu dil artık ne yürek sızısı var genç kızların ne bıyık bırakan delikanlılar insan etiyle doldu çukurlar ................................................................... vurulduğunu söylediklerinde henüz çocuktum aklım ermiyordu bazı şeylere hep ölüyordunuz azize anlamıyordum,çocuktum şimdi beni sorarsan azize ölen her kardeşimle ölüyorum her toprağa düşenle bende düşüyorum inan tüm acıları bir yürekte taşımak çok zor azize tüketiyor adamı... Sizin nekadar canınız yanıyo onu bilemicem!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
  7. "İlhan Selçuk'a Bir Şey Olursa Hesabını Kim Verecek?" Cumhuriyet gazetesi Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız, gözaltındaki İlhan Selçuk'un sağlığından endişe ediyor. Gözaltına alınan Perinçek'in liderliğini yaptığı İP de kitlesel eylem yapacak. "Ergenekon Operasyonu" kapsamında bu sabah (21 Mart) İşçi Partisi (İP) Genel Başkanı Doğu Perinçek ve İP yetkilisi Ferit İlsever, gazeteci İlhan Selçuk ve eski Rektör Kemal Alemdaroğlu'nun gözaltına alınmasından sonra dört kişi daha gözaltına alındı. İlhan Selçuk'un başyazarlığını yaptığı Cumhuriyet gazetesinin Şişli'deki merkezi önünde bir açıklama yapan Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız,"Cumhuriyet gazetesi susturulmak isteniyor. Haksız gözaltı karşısında gerekli hukuki girişimler başlatıldı" dedi. Yıldız: Başına bir şey gelirse hesabını kim verecek? "Geçmişte ciddi iki kalp krizi yaşayan, kitaplarından başka bir eşyası bulunmayan 83 yaşındaki İlhan Selçuk'un apar topar gözaltına alınmasına anlam veremediklerini" ifade eden Yıldız, "İyi olduğunu umuyoruz. Çünkü görüşemiyoruz. Başına birşey gelirse bunun hesabını kim verebilir?" dedi. Selçuk'un bu sabah 4:00 sularında Terörle Mücadele Şubesi'ne bağlı ekiplerce, evinde üç saat süreyle arama yapılarak gözaltına alındığını kaydeden Yıldız, Başbakanlıkve Bakanlıklar nezdinde girişimde bulunduklarını ancak kendilerine herhangi bir bilgi verilmediğini açıkladı. AnkaraKızılay'da kitlesel eylem düzenlenecek Gazeteci İdris Akyüz de,devletin 15 yıldır koruma verdiği İlhan Selçuk'un gözaltına alınmasına tepki gösterdi. Doğu Perinçek'in gözaltına alınmasını, lideri olduğu İP ve diğer kitle örgütü temsilcileri yarın (22 Mart), saat 13:00'te Kızılay Meydanı'nda birbasın açıklamasıyla protesto etmeye hazırlanıyor. Eylem,Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Ankara Şubesi yetkilisi Ülkü Günay ve Cumhuriyet Kadınları Derneği Genel Başkanı Şenal Sarıhan ve Cumhuriyet Okurları(CUMOK) temsilcisi Meryem Gümüş'ün aralarında bulunduğu kuruluşların çağrısıyla gerçekleştirilecek. (EÖ/GG) Aslında komik bir soru bence çünkü bugüne degin Türkiye'de okadar çok gazeteciley,yazarlar,gözaltında kaybolanlar v.s v.s v.s bunların HESABINI KİM VERDİKİ İLHAN SELÇUK'un HESABI VERİLSİN!!!!!!!!
  8. Merhaba Değerli Dostlar, Atalar, “mart ayı dert ayı” derler. Bu sözdeki toplumsal hikmeti bir yana bıraksak da sosyalistler için mart ayı hem acıların, hem sevinçlerin ayıdır. 12 Mart faşist darbesi, 12 Mart Gazi mahallesi katliamı, 16 Mart Beyazıt katliamı, gene 16 Mart Halepçe katliamı ve 30 Mart Kızıldere............. Tüm bunlara karşın, gene acıların içinde süzülen ama umudun ve direnişin adı olan üç önemli gün de Mart ayı içinde doruklaşır. 8 Mart Uluslar arası Emekçi Kadınlar Günü 18 Mart Paris Komünü ve 21 Mart Newroz..... 21 Mart’ın yüklendiği bir önemli gün daha vardır. Afrikalıların kanları pahasına direnişleriyle kazanılan Güney Afrikadaki ırkçı aparthead yasalarını parçalayan Dünya Irkçılıkla Mücadele Günü. Mart ayı, sanatsal iki önemli günü de içinde barındırır: 21 Mart Dünya Şiir Günü, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü... Her 21 Martta bir şaire bir bildiri yazdırılır. Gelin bu yılın bildirisini biz yazalım. İçbükey, mızmız, pısırık şiire karşı yükselen bizim sesimiz olsun bu bildiri de: Şiir; insanoğlunun hiç durmayan iyiyi, güzeli, doğruyu arayışını gösterir. Bağlı olduğu dilin çiçeğini, ulusun özünü verir. Dilimlenen yaşamın her renginden, her kokusundan, her düşünce ve duygusundan tat almalı, sınır tanımadan büyümelidir şiir. Octavia PAZ, “Şiirlerden bir hayat yaratmaktansa, hayatın kendisini şiire dönüştürmek daha iyi olmaz mı?” derken bu anlamda şiirin yaşamla ilişkisini ortaya koymaktadır. Bu açıdan şiirin olanaklarından da yararlanarak şiirin yaşamla ilişkisini ve iç içe oluşunu açalım: Şiir, bayrak olur sevgiye, dalgalanır âşıkların dudaklarında. Şiir, al benekli bir uçurtmadır, kelebek gibi, fırfırlanır okuyanların yüreklerinde. Şiir, fırtınalı gecelerde bir balıkçı barınağı; güneşli havalarda yüreklerde patlayan bir sevda sağanağı! Şiir, bir yılkı atı, atlatıvermiş boranı, kışı; çiçeğe kesen ovalarda karşılıyor baharı. Şiir, güneşte demlenmiş dostluk gibi; sarp kayaları dönüştürür gül bahçesine. Şiir, zamanı un ufak eder, erirken nice güzeller, güzellikler umursamaz yüzyılları. Şiir, sazın tellerini yoklayan bir tezene; ustasının elinde akar ezgilene ezgilene... Şiir, sevdalı tellerde gezer, dil dil açar çiçeklenir; öter sazın yüreğinde gül gül açar biçimlenir. dudaklardan su tadında yüreklere akıverir. Şiir, yürek tezgâhında dokunmuş bir kilim rengârenk, tepeden tırnağa ezgi ve âhenk... Şiir, karanlıkları yaran yakut saplı bir bıçak, geceyi gündüz eden sevgi şimşeği; yanar döner, gül ışıklı bir havaî fişeği. Şiir, bir güvercin gibi konar sevenlerin yüreğine, bir şahan gibi iner zalimin tepesine! Şiir, bir çağladır zemheride çiçeğe kesen, karların arasından baharı karşılayan bir kardelen! Gerçek şiir, gerçek dünyanın şiiridir, çünkü bu zafere ulaşabilmesi için uğrayacağı değişikliklerin öğeleri bu dünyanın içindedir. Gerçek şiir, iyiliğin şiiridir; yeryüzündeki bütün insanlarla birlikte bireyciliği, yenecek, gene bütün insanlarla birlikte karanlıkları ve toplumsal baskıyı yenecek olan şiirdir. Gerçek şiir, insanın iç gücünün, umudunun ışığıdır. Karartmayacağız bu ışıkları. Bu ışıklardan yarınların şafağını tutuşturacağız. CEYHUN ATUF KANSU’YU 30. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE ANIYORUZ... Cumhuriyet sonrası Türk şiirinin “halkçı” dallarının en gürüdür Ceyhun Atuf Kansu. Babası ve amcası, Cumhuriyet yönetiminin üst düzey yöneticileri olmasına karşın, Tıp Fakültesini bitirdikten sonra çocuk hastalıkları dalında uzmanlaştı. Arkadaşları bol paralı hastane ve muayenehane peşine düşerken, o kendi isteğiyle Turhal Şeker Fabrikasına atandı. Burada Ankara’daki elit ortamın dışında gerçek Anadolu’yu, Anadolu insanını tanıdı... 17 Mart 1978’de Ankara’da aramızdan ayrıldı. Olgunlaşmış bir şiirle kuşağının önde gelen temsilcileri arasında yerini aldı. Bu dönemdeki şiirlerinde toplumsal sorunlara ağırlık verdi. Halk dilinden, halk söyleyişlerinden geniş biçimde yararlanarak, halkın özlemlerini, sevinçlerini, acılarını ve yaşama savaşımını coşkulu bir söyleyişle dile getirdi. Şiirlerinin kaynağını hoşgörü, insanlık sevgisi, ulusal bağımsızlık ve doğa oluşturdu. Ama 1940 sosyalist gerçekçileri gibi atılgan değil, düzenle barışık gerçekçiliği benimsedi. Buna karşın, İkinci Yeni’nin dil deformasyonlarını da benimsemedi. Bir çağcıl türkü söyleminde yazdı. Cemal Süreya, bir yazısında, onun şiire bakışını şöyle dile getirir: “Hayatın zenginlikleriyle bugünkü anlayışı besleyebilecek bir insan sevgisiyle şiir yazar. Şiirleri hiç bir zaman didaktik olmamıştır; söylev çekmez, insan manzaraları verir, halk albümüne fotoğraflar toplar, gerçeği tespit eden ufak ufak ve sayışız tutanaklar düzenler. Yine de son siralarda tarihle fazla ilgilenişi, fikrin önemini arttırmıştır mısralarında." TUTUKLAMAYIN OZANLARI Bir ozanı tutuklamak Tutuklamaktır ana dilini Gökyüzünü yoksunlamak Türkçeden Kırmaktır en taze dalı su yürürken Bir ozanı tutuklamak Tutuklamaktır ana sözcüğünü Dili büyüten güneşli kapı önlerinde Konuşurken gelen geçenle Bir ozanı tutuklamak Tutuklamaktır yaşamın pınarını Bir ulusun yağmurlarını biriktiren Ve akıtan zamanın dağ eteğinden Bir ozanı tutuklamak Nisan başlangıcında bir daldan Üreyen bir gül haberini Dondurmaktır ve sürdürmektir zemheriyi Ozanı tutuklayan toplum, tutuklar kendisini Bir büyük hapishanedir artık orası Devlet adamı da tutukludur orda bir bakıma Muş ovasında ot biçen bir köylüyü de.. CEYHUN ATUF KANSU Geç oldu ama herşeyi 1 güne sıgdıyrmanın hep karşısında olmuşumdur....Yüreginize emeginiz sağlık.........
  9. Kayıt Dışı Bu Kadar Büyükken Sosyal Güvenlik Reformuna Ne Gerek Var? Bütçeden sosyal güvenliğe yapılan transfer 26, kaçak istihdam ve eksik beyanla istihdamın tek başına yol açtığı kaynak kaybı 116 milyar YTL. Bu kayıp vergi gelirlerinin yüzde 63’ü. Bütçeden sosyal güvenliğe yapılan transfer 26 milyar YTL. Kaçak istihdam ve eksik beyanla istihdamın tek başına yol açtığı kaynak kaybı, 54+62 milyar YTL’den 116 milyar YTL’dir. Yani vergi gelirlerinin yüzde 63’ü. Yıllık bu kadar kaybın yarısının önüne geçilse, bu sistem sürdürülmez olmaktan çıkar. Hatta daha iyi hizmet verilir. Reform adı altındaki cenderelere de gerek kalmaz. AKP hükümetinin "reform" adı altında gündeme getirdiği ve çalışanların, emeklilerin büyük tepkisine neden olan "sosyal güvenlik" düzenlemesi, kozmetik değişikliklerle yeniden düzenleniyor ve sendikaların rızası alınmaya çalışılıyor. Hâlâ, aylardır olduğu gibi, ağaçla uğraştırılıp orman gözlerden saklanıyor. Hâlâ insanlar, "Yasa çıkarsa prim oranım artacak mı, kız çocuklarıma yetim aylığı için yaş koşulu var mı, işverenin benden keseceği prim artacak mı" gibi sorularla uğraştırılıyor. Oysa, halledilmeye çalışılan sorun nedir, kapatılması iddia edilen açık nedir, bütçenin toplamında nereye oturtulmaktadır ve çalışanların boğazına sarılıp onları muzdarip etmeden çıkı yolları yok mudur? Elbette vardır. Sorularla ve yanıtlarla ilerleyelim: Bütçeden sosyal güvenliğe aktarılan kaynak nedir ve ne kadar nüfus için yapılmaktadır? Görülmektedir ki, bütçeden sosyal güvenlik sistemine aktarılan kaynak 26 milyar YTL’yi bulmaktadır. Bu transfer, toplamı 35,2 milyonu bulan nüfus için ayrılmaktadır. Yani 4,7 milyon emekli, 9,2 milyon sigortalı ve onların 21,2 milyon aileleri için. Bu da nüfusun yarısı demek. Nüfusun yarısının sosyal güvenliği için bütçeden aktarılan ve şikayet konusu yapılan 26 milyar YTL, toplam bütçe içinde ne anlam ifade etmektedir? 2007 bütçesini örnek alırsak, yapılan toplam 203 milyar YTL’lik harcamada sosyal güvenlik transferlerinin yüzde 13 pay aldığını görürüz. Oysa aynı yıl, rantiyelere ödenen faizler yüzde 23 pay almıştır. Rantiyelere aktarılan faiz giderlerini azaltmak dururken 35 milyonun yararlandığı sosyal güvenlik hizmetlerine el atılmaktadır. Sistemin bu duruma gelmesinde emekçilerin sorumluluğu yok Öte yandan, tıkandığı, sürdürülemez duruma geldiği iddia edilen sosyal güvenlik sisteminin bu duruma gelmesi, sendikaların, çalışanların sorumlusu oldukları bir durum değildir. Tersine bu durum, sistemin çöplerini hep halı altına süpüren hükümetlerin, özellikle de AKP hükümetinin sorumluluğudur. Mesele, sadece sosyal güvenliği değil, maliye politikalarını ve genel makro ekonomik politikaları ilgilendirmektedir. Sosyal güvenlik sisteminde, sistemin gelirlerinin yetersiz kalması, kaçak işçiliğe göz yumulması, ücretlerin eksik beyan edilmesi sonucu prim ve vergi kayıplarından kaynaklanmaktadır. 2007 verilerine göre toplam istihdam 21 milyon 219 bindir. Bunun yüzde 46,7’sini oluşturan 9 milyon 929’unun sosyal güvencesi yoktur, yani kayıt dışı çalışmaktadırlar. Bunların yüzde 51’i tarım dışındadır. Kayıtdışı istihdamın yüzde 36’sı ücretli (3 milyon 639 bin kişi). Kayıt dışı işçilerin yüzde 89’u tarım dışında ya da kentlerdedir. Kısa adı TİSK olan Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, ortalama kayıtlı bir işçinin istihdamının maliyetini aylık 3 bin 101 YTL olarak belirlemiştir. Bunun bin 704 YTL’si işçinin cebine girerken bin 397 YTL’si, yani yüzde 45’i vergi ve prim olarak devlete gitmektedir. Yani istihdam kesintileri, net ücretin yüzde 82’sini bulmaktadır. Eğer 3 milyon 228 bin kayıt dışı ya da kaçak işçi varsa, bunlar kayıtlı olsalardı, yukarıdaki verilere göre, ayda devlet, kişi başına 1397 YTL vergi ve prim geliri elde etmiş olacaktı. Bu, bir işçi için 1397x12= 16 bin 764 YTL; 3 milyon 228 bin kaçak işçi için de 54 milyar 114 milyon 192 bin YTL edecekti. Kaçağa göz yummanın kaybı kabaca yılda 54 milyar YTL’dir. Beyanda dalavere Bir de beyanda dalavere var. Dalavere de işçiyi kayıtlı göstermek ama asgari ücretten göstermek şeklinde gerçekleşiyor. Bir örnek ile işin vahametini gözler önüne serelim. Aralık 2007 verilerine göre, yaklaşık 8,5 milyon aktif sigortalı var ve bunların yüzde 8,5'u kamu işçisi. Kamu, dalavere yapamayacağı için, işçinin gerçek ücreti üstünden prim ve vergi ödüyor. Ancak kamuda günlük 63 YTL görünen prime esas kazanç, özelde 31 YTL görünüyor. Yani yüzde 100'ün üstünde bir eksik beyan var. Özel sektördeki 7,8 milyon SSK'li işçi için bu eksik beyan yapılıyor. Buradan en iyimser ihtimalle, işçi başına kaçırılan vergi ve primi yıllık 8 bin YTL varsaysak, kayıp 7,8 milyon işçi için 62 milyar YTL’yi bulur. Demek ki, kaçak istihdam ve eksik beyanla istihdamın tek başına yol açtığı kaynak kaybı, 54+62 milyar YTL’den 116 milyar YTL’dir. Yıllık bu kadar kaybın yarısının önüne geçilse, bu sistem sürdürülmez olmaktan çıkar. Hatta daha iyi hizmet verilir. Bu düzenlemelere de gerek kalmaz. Çözüm ne? Tüm sektörlerde kayıt dışılığı en aza indirmek gerekiyor. Kaçak istihdam çağ dışılığına son vermek gerekiyor. Ama devletin de vergiyi, istihdam üstünden alma ilkelliğinden ve acizliğinden artık vazgeçmesi gerekiyor. Bunun için mesele sosyal güvenlik meselesi olmaktan vergi-kamu harcaması halkasına kadar genişlemek zorunda. Sosyal güvenlikte tıkanma, vergi yapısındaki çarpıklıktan ve harcamalardaki çarpıklıkla da ilgili. (MS/TK)
  10. Filistinde Kadın OlmakUlusal Meclis üyesi Hatice Ebu Ali, siyasette kadının rolü ve statüsünün yükseltilmesi yönündeki çabalarını anlatırken, dünya kadınlarını, Filistinde yaşanan acılara ve iki toplum arasında yükselen Duvara karşı duyarlı olmaya çağırıyor. Mücella YAPICI WALD'ın (Dünya Yerel Yönetim Ve Demokrasi Akademisi) "Kadın ve Siyaset: Deneyimler, Kazanımlar, Sorunlar" başlığıyla 26- 27 Şubat'ta İstanbul'da düzenlediği konferansa, Filistinliler de katıldı. Filistin'i bölen ırkçılık ve ayrımcılık sembolü duvara karşı bir mektupla seslenen konferans katılımcılarından Filistin Ulusal Meclis üyesi Hatice Ebu Ali ile Filistin'de kadın olmak üzerine konuştuk. Kendinizi tanıtır mısınız? Filistin Ulusal Meclisi üyesiyim, Kudüs Üniversitesinde kadın ve psikoloji alanında öğretim üyeliği yapıyorum. Kadın konusunda araştırmalarım ve yazılarım var. Filistin Kadınlar Genel Birliği'nin Belediye Genel Kurulu üyesiyim. Şu anda, Filistin'de yaklaşan seçimlerde kadının rolü ve statüsünü güçlendirmek üzere yürütülen ulusal bir kampanyanın da koordinatörlüğünü yürütüyorum. Bu kampanyayı, çok önemsiyoruz. Çünkü; özellikle savaş ve işgal koşullarında kadınların yükü inanılmaz ölçüde ağırlaştı... Kadınlar, yaraların sarılması ve destek konusunda çok ciddi roller üstlendiler. Ancak parlamentoda kadınlar yüzde 5.6 dolaylarında temsil ediliyor. Bu seçimler için hedefimiz, ulusal parlamento için yüzde 20, yerel parlamentolar için ise yüzde 30 kotayı yasallaştırmak. Bu kampanyayı kadınların liderliğinde sürdürüyoruz. Ülke genelinde yasama çevrelerini etkilemek için çalışan kadın komitelerimiz var. Parlamentoda taleplerimiz doğrultusunda oy vermeyenleri seçmeyeceğimizi bildirerek gözdağı veriyoruz. Bu konudaki kararlılığımızı vurgulayan gösteriler yapıyoruz. Parlamento seçimlerine yönelik 50'yi aşkın kadından oluşan bir politik komite kurduk. Kadınların talepleri doğrultusunda oy kullanan kişileri destekleyen çalışmalar yürütüyoruz. Bu çalışmalar ülkede güven ortamını yaratmak, kadınların daha bilinçli olmalarını sağlamak için çok önemli. Bugünlerde, Filistinli kadınların, yaşamsal ve politik gündemlerinin başında hangi konular yer alıyor? Şu anda, Filistin'de 3 bin çocuğun annesi hapishanelerde... Çocuklar, kimsesiz ve hasta. Şaron'un işgalci kuvvetlerinin artan zulmünün yanı sıra yüzde 65'lere varan işsizlik de canımızı yakan bir başka konu. Ancak hayatımızı daha içinden çıkılmaz hale getiren en önemli konu, Irkçı Şaron rejiminin terörizm bahanesiyle inşa etmekte olduğu Duvar. Ülkemizin yüzde 52'sini kapsıyor şu anda. Beton ve dikenli tellerden oluşan ve halihazırda üçte biri tamamlanmış olan, 750 km uzunluğunda, 8-10 metre yüksekliğindeki bu yeni utanç duvarı, yüksek teknoloji ile donatılıyor. Büyük bölümü çelik zırhlı beton bloklardan yapılan duvarın, Haziran 2002'den beri süren birinci aşaması tamamlandı. Kilometresi bir milyon dolara mal olan duvar, on binlerce Filistinlinin hayatını altüst ediyor. Kendi tarlalarına ve kuyularına gitmeleri önleniyor, topraklarıyla bağları kesiliyor. Bu bölgeler arasındaki Tulkarim, Kalkilya ve Cebibe, Ürdün nehrinin bütün batı kıyısının en verimli bölgeleri. Tarım alanlarının yüzde 40'ı, su kuyularının da üçte ikisi buralarda. İnsanlar tarlalarına, okullara, hastanelere gitmek için İsrail kontrolü altındaki kapılardan geçmek zorunda. Kapılar çoğu zaman açılmıyor.Çocuklar okullarına gitmek için bu duvarları aşmak durumunda kalıyorlar. İnsanlar hastalarını kliniğe götüremiyor, hayatımız cehenneme döndü, işe, okula, hastaneye, alışverişe, gidilemez duruma gelindi. Bu duvar, bizim ulusal kimliğimizi tehdit ediyor, İsrail ve Filistin için geliştirilen iki ayrı devlet olarak var olma çözümünü geçersiz kılıyor. Bağımsızlık şansımız kalmıyor. On binlerce Filistinli, duvarla "yeşil hat" arasında dünyadan tecrit edilmiş halde İsrail'in iznine tabi olarak yaşıyor. Uluslararası camia ise hala sessizliğini koruyor... Bu nedenle, konferanstan, tüm bölge kadınlarının Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'na gönderdiği mektup bizim için ayrı bir önem taşıyor. Türkiye'ye iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı? Gençler, kadınlar ve siyasi partiler Filistinli kadınlara destek amaçlı kampanyalar düzenleyebilirler. Buradan tüm kadınlara altını çizerek belirtmek istediğim bir şey var; ataerkil sistem bütün dünyada baskın, ancak Amerika'da daha da baskın. Çünkü onlar tüm dünya adına karar veriyorlar. Birleşmiş Milletlere memorandum gönderebilirler, ülkemize delegasyon gönderebilirler, kendi gözleriyle neler yaşadığımızı görmek için ülkemize gelebilirler. Bizim anlatmamızla gelip görmek aynı şey değil. Bu durumu ülkelerinde anlatabilirler. Acıları öne çıkarmak istemiyorum ama, ölüyoruz. Hayatta kalsak bile acı çekiyoruz. Filistinli kadınlar, kurtuluş gününe kadar mücadelelerini sürdürmeye kararlıdırlar ve sizler bize yardım etmek için başka yollar bulacak kadar yaratıcısınız.
  11. Acıyı görmek mi istiyorsun? Gözlerime Bak Acıyı görmek mi istiyorsun? Gözlerime bak! Dudaklarımda söyleyemediğim sana ait duyguları, Bana her fırsatta bıraktığın yokluğunun acısını fark edeceksin. O zaman anlayacaksın acının sende ne kadar masum durduğunu. Ayrı yetişmiş güllerin birbirine hasreti gibi, Umutla kurudum sensiz. Ve sen hiç gözlerime bakıp beni sevdiğini söyleyemedin. Oysa sırf bu kelime için kurduğum hayallerdi beni hayatta tutan Bir boşluktan içeri girdim her gece, Senli düşlerden sensiz karanlıklara süzülür gibi. Ellerin nasıldı? Küçük müydüler? ve parmakların ince uzun mu? Parmaklarını parmaklarımın arasında hissedip, Seninle sahil boyu denizi hiç fark etmeden bir birimize bakıp yürüyemedik. Gözlerinin yeşilinde geleceğe dair hayaller kuramadan, sadece umut ettim gözlerini görebilmeyi. Ve o gözlerinde ki ışıltıyla karanlık gecelerime yol göstermeni istedim. Acıyı görmek mi istiyorsun. Gözlerime bak! Ve yaşanmamış boşa geçen anların hüznünün şiirlerini oku, kirpiklerinden sıyrılıp yanaklarına düşen dizelerimde. Bensiz yattığın o yataklarda benli hayaller kurma artık. Sabahlara merhaba derken beni seven bir şair var deyip gurur duy sadece. Ve hiç bilme o şairin senin için her gün defalarca öldüğünü. Ve bil ki insan sevdiğiyle beraber olacak mahşerde. Tek umudum bu şimdilik. Dünyada olamadığım anları mahşere bıraktım ben, Ben seni bu dünyalık mı sevdim sandın? Ölüm müş,terk edilişmiş umurumda değil gelme istersen. Nasılsa bir gün hayat biletimi kestiğinde, Kavuşma vakti olacak benim için ölüm. Dudaklarımda ki acı tat? Yoksa acı bir tebessüm mü olacak sana ulaşmayı beklemek? Ne yazık hiç bilemeyeceğim. Acıyı görmek mi istiyorsun? Gözlerime bak! Sen uzakta çok uzakta Bensiz bir yaşamın anlamsız günlerini yaşamaktasın, Benim gibi. Seni seviyorum, Gerçeğin ta kendisi bu iki kelime, Sırf dudaklardan çıkması istenen değil de İçimde taa içimde senin için atan bir kalbin feryadı, Haykırışı bu sevdiğim. Sana ulaşamasam da, Biliyorum ki zavallı kalbim Sana ait her şeyi saklıyor en gizli yerlerinde Kanlı ve uykusuz gözyaşlarımın Her gece aynalardan süzülmesi gibi acı veriyor uzaklarda oluşun. Biliyorum beni sevdiğini Acıyı tattığını da benden uzaklarda Ama hiç bana sana ait bir şeyi vermedin? Acı tek taraflı olsaydı, Ne yürek dayanırdı ne yaşamın bir anlamı olurdu. Ama yokluk kötü sevdiğim. Bir beden olmak isteyen yüreklerde ayrı ayrı yaşamak kötü. Sana her fırsatta koşmak isterken beni durdurmaların, Yüzüne hasret kaldığım günlerde Beni ısrarla kırışlarını hiç anlamış değilim. Eminim yine okuyunca bu şiirimi büzeceksin dudaklarını Ve eminim ağlayacaksın. Ağlamak seni ben yapar sevdiğim Ve beni sen yapanda içimde senin için yanan bir kalple yaşamak. Her gün Üsküdar’da oturup kendimi dinlerim Oysa konuşan sendin hep benimle, Ne martıların vapurlara takılışı, Ne işportacıların bağırışıydı fark ettiğim. Ben denizi seyrederken gözlerinde boğulmayı sevdim. Yosun tuttu gözyaşlarım sensizliğin dalgalarında. Gözlerim ve ben her Üsküdar’a inişimizde Bir gün seninle bir bankta oturup Sadece ve sadece hiç konuşmadan gözlerine bakmak istedik. Kaç zamandır bir hüzün dolaşıyor odamda. Duvarlar bir şeyler söylüyor sanki Adım adım yok oluşumu izliyorum Her batan güneşin karanlığı getirmesiyle. Sabahlara kadar uykusuz gözlerimle uzaklara, karanlıklara bakıyorum mütemediyen Ve kayan her yıldızda tek bir şey diliyorum? Ve Senin için yalvardığım namazlarda secdeye kapanıp Rabbime ettiğim dualarım, Tuttuğum dilekle aynı olması ve sonra umudumu yitirmeden Rabbimin bir bildiği var deyip Kabul olmadığında dualarımın Tekrar yalvarmalarımı. Seni okyanusların diplerinde Bir midyenin içinde ki İnciyi görme ihtimalimin olmadığı gibi kabul ettim aşkım Ve seni hiç ulaşılamayacak dağların zirvesinde Koklayamayacağım bir çiçek olduğunu fark ettiğimde Tek bir şey düşündüm? Dokunamadan tenine, Öpemeden öpülesi dudaklarını mahşere erteledim vuslatı. Ben o kargaşada ne yaparım bilmem ama İnsan mahşerde sevdiğiyle beraberdir derler Seni seviyorum meleğim. Acımasız olan ne sensin ne de ben, Bize gümüş tepsiyle sunulan hüzünlü bir hayat sadece Ve kabul etmesi zor olan bu ayrılıklara katlanmak sanırım. İnsan yaşamın değerini Yüzü ve kalbi güldüğünde anlıyor Anlıyor ki ölüm sadece toprağa girmek değil Ve nefesi kesilene kadar yaşadığı her şeyin Gözlerinin önünden geçmesi değil. Ölüm sensizliğin sadece yaşarken verilen cezası sevdiğim. Seni bulduğumda sevgi anlam kazandı Her anımsadığımda yaşamamım oldu gülüşlerin Hiç tükenmedi içimde senin için yanan ateş Ve ben o ateşle yanmayı, Sırf seni sevmek olduğu için İnan bana çok sevdim. 01,08,2006 Oysa Doğum günüme sadece 10 gün kalmıştı Eğer yanımda olsaydın Yaşama daha bir sıkı sarılacaktım.. Şimdi ölüm ne anlam taşıyor? Yaşamak ne anlam? Hiç anlayamayacağım Sensiz bedenim toprağa girmedikçe ERTUĞRUL BAYAM
  12. Sevgili POLİTİKA ben onu bıraktım zira bazı aydın geçinenler sütten çıkmış ak kaşık misali oluveriyo!!!aman sıra bizlere gelmiş olmasın!!!!
  13. Bu kitapçık bundan yaklaşık sekiz yıl önce (1990), Sınıf Bilinci dergisinin 7. sayısında yayımlanan bir makaleye dört-beş sayfa eklenmesiyle oluştu. Sekiz yıl önce Kemalizm ve kemalist devlet üzerine yazmak pek çok kişi için geride kalmış, sol hareketin bir biçimde aşmış olduğu bir konu üzerinde çalışmak gibi görünmüştü. O dönemde Marksizm için hayati tehdidin sivil toplumculuk adıyla anılan sol liberalizmden geldiği düşünülüyordu haklı olarak. 24 Ocak Kararları ile başlayan ama asıl ivmesini Özal iktidarları döneminde kazanan neo liberal politikalar bir yandan, Sovyetler Birliği'nde beliren dönüşümler diğer yandan, liberalizmin sadece halk üzerinde değil sol hareket üzerinde de ciddi etkiler yaratmasını kolaylaştırıyordu. Kemalizm büyük burjuvazi için bile geride kalmış, hatta bölgesel hesaplar açısından engel teşkil eden bir ideolojik kabul olarak görülüyordu. Öte yandan Kürt hareketinin andığım yıllarda hızla kitleselleşip Türk solunu gölgede bırakan bir çekim merkezi olması da Kemalizm'in Türkiye solu üzerindeki etkilerinin çoktan kırıldığına dair kanıyı pekiştiriyordu. Üzerine uzun teorik çalışmalar yapılmadıysa bile Türk solu 12 Eylül yenilgisinin ardından pratik olarak sol Kemalist gelenekle bağlarını koparmış görünüyordu. Oysa işlerin hiç de öyle gitmediğini görmek için 28 Şubat örtülü müdahalesi yeterli oldu. Ali Rıza Tura - 1998
  14. 20. yüzyılın son demlerini yaşamakta olduğumuz bugünlerde böyle bir kitabın yayınlanması özel bir anlam taşıyor. Kitabın Giriş bölümünde altı çizilerek belirtildiği gibi, yüzyıl sonunda Lenin, artık solun bütününü bir yana bırakın, devrimci sosyalistlerin bir bölümünün bile reddi miras yoluyla kurtulmaya çalıştıkları bir politik önder ve teorisyendir. Bu reddi mirasın temelinde Ekim Devriminin ürünü olan Sovyetler Birliği'nin 1991 'de çözülüşünün yarattığı düş kırıklığı ve inançsızlık yatıyor elbette. Onyıllar boyunca Sovyetler Birliği'nde ve öteki işçi devletlerinde yaşanan bürokratik yozlaşmayı görmezlikten gelen nice sosyalist, gerçeğin saati çaldığında, bu kez bürokrasinin ve milli komünizmin Stalinizmi ile birlikte dünya proleter devriminin Leninizmini de tarihin çöp sepetine atmak için yarışıyor. Leninizm ile Stalinizmin birbirinden ayrılamaması, dün bürokrasiye destek vermenin gerekçelerinden biriydi, bugün ise devrimden kaçmanın bir yolu haline geldi. İşte elinizdeki kitap bunun için Lenin'i Yakmalı mı? başlığını taşıyor. Bu satırların yazarının bu soruya kesin cevabı "hayır"dır. Bürokrasinin çarpıtmalarından kurtarılmış Lenin, 21. yüzyıl sosyalizminin yol göstericilerinden biri olacaktır. Sungur Savran - 1998
  15. İşçi Mücadelesi kitap dizisinin ilki olarak yayınlanmakta olan Kızıl Elma, Kanlı Elma - Avrasya'da yaklaşan felaket ve Türkiye kitapçığı son derece önemli bir soruna tam zamanında parmak basıyor. Elinizdeki metnin önemi sadece dünya politikasının temel eğilimlerini ve çelişkilerini bilimsel bir tahlile tabi tutarak Türkiye'nin içinde yer aldığı bölgenin patlamaya hazır bir barut fıçısı haline gelmiş olduğunu ortaya koymasından ve Türkiye'nin hakim sınıflarının bu barut fıçısının üzerine ellerinde alev alev yanan bir meşaleyle yürümekte olduklarını saptamasından gelmiyor. Bu çalışmanın en önemli yanı, "Türk Sorunu" olarak adlandırdığı zorlu meseleye enternasyonalist bir programatik çözüm önermesinden geliyor. Kısaca özetlenirse, bugün Türki dünya, başta Amerika olmak üzere emperyalizmin ulusal sorunları kendi hakimiyetini sağlamak üzere kışkırtmaya hazırlandığı bir alandır. Bu yüzden bugün Türki dünyanın birliğini savunmak emperyalizmin paralellinde bir politika izlemek anlamına gelir. Buna karşılık, Kafkasya'nın ve Orta Asya'nın, daha da ötede Rusya Federasyonu'nun iç bölgelerinin Türki ve Müslüman halkları yüzlerce yıldır Rus hakimiyetinde yaşamış ezilen uluslar oldukları için ulusal hakları uğrundaki meşru çabalarını da görmezlikten gelmek mümkün değildir. Kızıl Elma, Kanlı Elma, bu ikilemin aşılmasını mümkün kılacak bir programatik yaklaşımı Türkiye'nin ve bölgenin sosyalistlerinin tartışmasına açmak bakımından ciddi bir yenilik içermektedir. Sunulan programatik yaklaşımın doruk notası proleter enternasyonalizmiyle bütünüyle tutarlıdır: ulusların kaynaşmasının yolunun ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından geçtiği gerçeğini bütünüyle tanıyan bir yaklaşımla önerilen, Rusya, Kafkasya, Çin ve Türki devletlerin oluşturacağı, başka katılımlara açık bir Kuzey Asya Sosyalist Devletler Konfederasyonu. SUNGUR SAVRAN.....
  16. Yalnızca IV. Enternasyonal'in kurucuları, Marx'ın ve Lenin'in geleneklerine sahip çıkarak, teoriye yönelik ciddi bir tavır geliştirmişlerdir. Ekim devriminden 20 yıl sonra, devrimcilerin yeniden, mütevazı propaganda hazırlığı mevzilerine geri dönmek zorunda kalmalarına varsın filistenler gülsün. Başka sorunlarda olduğu gibi bu sorun karşısında da büyük sermaye, kendilerini "sosyalist" ya da "komünist" sayan küçük burjuva fılistenlerden daha kavrayışlıdır: IV. Enternasyonal sorununun dünya basını sütunlarından hiç eksik olmaması boşuna değildir. Devrimci bir yönetime duyulan yakıcı tarihsel gereksinim IV. Enternasyonal'in gelecekteki başarılarının en önemli güvencesi, tarihin geniş yolunun dışında kalmayarak, organik bir biçimde bolşevizmden türemiş olmasındadır. Leon Trotskiy
  17. İLHAN SELÇUK'UN AVUKATI: SAKİN OLMALIYIZ Cumhuriyet Gazetesi Yazarı ve İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk’un avukatı Fikret İlkiz, 24 saat boyunca Selçuk ile görüşmesinin mümkün olmadığını ifade ederken, “Bunu bir soruşturma kabul etmemizde fayda vardır. Biraz sakin olmakta fayda vardır" dedi. Cumhuriyet Gazetesi Yazarı ve İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk’un avukatı İlkiz CNN Türk’e yaptığı açıklamada öncelikle 24 saat içerisinde görüşme olanağının olmadığını bildirdi. İlkiz, Selçuk’un Terörle Mücadele ve Özel Soruşturma Yöntemleri ve Ceza Muhakemesi Usulü Kanunu çerçevesinde gözaltına alındığını ifade ederek, bu nedenle 24 saat boyunca görüşemeyeceğini, buna karşın sorgusunun 48 saat içerisinde bitirilmesi gerektiğini söyledi. İlkiz, “Gözaltındayken de görüşme olanağımız var. Ama bu soruşturmada 24 saat sonra talebimiz söz konusu olacak. Görüştüğümüz zamanda bizi vekili sıfatıyla müdafi sıfatıyla da görüştüreceklerdir. Bizi talep ettiği ya da biz katıldığımız zaman soruşturma ve ifade de yanında yer alabiliyoruz. Bunu bir soruşturma kabul etmemizde fayda vardır. Biraz sakin olmakta fayda vardır" dedi. İlkiz, Selçuk’un sabaha karşı gözaltına alınmasını ise görevlilerin bir takdiri olarak değerlendirdi. İlkiz, “Ama bu takdir hakkının kullanılmasında hukuka aykırılık söz konusu olursa ve bu bir hak ihlali niteliğinde değerlendirilirse kuşkusuz biz de haklarımızı korumak anlamından sorumluluğumuz yerine getiririz" diye konuştu. -İP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI GÜLTEKİN: GÜNDEMİ DEĞİŞTİRMEK İSTİYORLAR İşçi Partisi (İP) Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Bedri Gültekin, Genel Başkan Doğu Perinçek'in "Ergenekon Operasyonu" kapsamında göz altına alınmasına ilişkin "Cumhuriyet Başsavcılığı iddianamesi karşısında paniğe kapılanlar gündemi değiştirmek, dikkatleri başka yerlere çekmek istiyorlar. Sayın genel başkanın tutuklanması tamamen bununla ilişkilidir" dedi. Gültekin, İP Genel Merkezi önünde yaptığı basın açıklamasına, "Türkiye'de 89 yıl aradan sonra Nemrut Mustafa Paşa Divanı kurulmuştur. Bundan 89 yıl önce İstanbul'da İngiliz emperyalistlerin talimatıyla kurulan mahkeme, Nemrut Mustafa Paşa Divanı bu ülkenin gerçek yurtseverlerini idama mahkum etti, hapislere mahkum etti" sözleriyle başladı. Gültekin sözlerine şöyle devam eti: "Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya bir iddianame hazırladı. Bu cumhuriyeti, bu ülkeyi savunmakla yükümlü en yüksek makamdan gelen bir iddianame. Ne diyor orada? 'Bu iktidar gayrimeşrudur. Bu iktidar bu ülkeyi Ortaçağ karanlığına götürmek istiyor.' Başsavcı bunu söylüyor. -SORULAR- Bir gazetecinin "Doğu Perinçek'in göz altına alınmasının Ergenekon örgütü ile bağlantılı olduğu iddia ediliyor. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?" sorusu üzerine Gültekin "Bu, saçma sapan bir iddiadır. Bundan 10 yıl önce patates baskılı mühürlerle İP Genel Başkanı Perinçek'i PKK'ya yardım ve yataklık iddiasıyla göz altına almışlardı. Bu, ne kadar saçma sapan ise Ergenekon suçlaması da öyledir. Cumhuriyet Başsavcılığı İddianamesi karşısında paniğe kapılanlar gündemi değiştirmek, dikkatleri başka yerlere çekmek istiyorlar. Sayın genel başkanın tutuklanması tamamen bununla ilişkilidir. Ama bu tehdit, tehdidi yapanların başında patlayacaktır" dedi. Gültekin, emniyet görevlilerinin sabah saat 04.00'te İP Genel Merkezine geldiğini ve aramaların hala devam ettiğini belirtti. Genel Başkan Perinçek dışında Genel Başkan Yardımcısı Ferit İlsever ile Ulusal Kanal çalışanlarının da göz altına alındığını hatırlatan Gültekin, "Çılgınca bir eylemle karşı karşıya olduklarını" söyledi. İP Genel Başkan Yardımcısı Serhat Bora da konuşmasında, Gültekin'in sözlerine katıldığını belirtti. Açıklama sorasında İP'liler çeşitli protesto sloganları attılar. Öte yandan sabah saatlerinde Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele ekiplerinin Ulusal Kanal, Aydınlık Dergisi'nin de bulunduğu İP Genel Merkezi binasındaki aramaları sürerken, 4 parti görevlisi daha göz altına alındı. Ayrıca, binadan bilgisayar kasaları da çıkarıldı. İLHAN SELÇUK KİMDİR? 1925 yılında Aydın'da doğdu. Cumhuriyet gazetesi başyazarı. Pazartesi hariç, haftanın 6 günü yayımlanan Pencere köşesini yazan İlhan Selçuk, aynı zamanda gazetenin yayın kurulu başkanıdır. 1950'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Avukatlık, matbaacılık, dergi ve gazetelerde yazı işleri müdürlüğü yaptı. İlk yazıları 1952 yılında 41 Buçuk isimli mizah dergisinde çıktı. 1963'den günümüze Cumhuriyet gazetesinde makale yazarlığını sürdürüyor. DOĞU PERİNÇEK KİMDİR? Doğu Perinçek 17 Haziran 1942'de Gaziantep’te doğdu. İlk çocukluk yıllarını babasının yedek subaylık ve yargıçlık görevleri nedeniyle Gaziantep, Antakya ve Diyarbakır’da geçirdi. Beş yaşından sonra Ankara’da büyüdü. Ankara Sarar İlkokulu, Atatürk Lisesi ve Bahçelievler Deneme Lisesi’nde ilk ve orta öğrenim gördü. Üniversite yıllarında, 1962 ve 1963’te toplam 10 ay Almanya’da işçilik yaptı ve Almanca öğrendi. Haziran 1964'de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi ve Kamu Hukuku (Devlet Teorisi ve Kamu Hürriyetleri) kürsüsüne asistan olarak girdi. 1968'de Hukuk doktoru olmuştur. Doktora tezinin konusu ve ilk kitabı, Türkiye’de Siyasi Partilerin İç Düzeni ve Yasaklanması Rejimi' dir. 1964 yılında dünya görüşü olarak Bilimsel Sosyalizmi benimsedi. 1967 yılında Dönüşüm dergisi Yazı Kurulu Üyesi ve Başyazarı idi. Almanya’da Türk Toplumcular Ocağı kurucusu ve ilk Genel Başkanı olmuştur. Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi ve Bilim Kurulu Üyesi, Güvenlik Komitesi Başkanı, TİP içindeki Devrimci Muhalefet hareketinin önderlerindendir. Mart 1968'de Fikir Kulüpleri Federasyonu Genel Başkanı olmuştur. Kasım 1968' de arkadaşlarıyla birlikte Aydınlık dergisini kurdu ve yayınlamaya başladı. Temmuz 1969'da İşçi-Köylü gazetesinin kurucusu ve başyazarı oldu. 12 Mart 1971 askerî darbesinden sonra yargılandı. 20 yıl hapis cezasına hükmedildi. Temmuz 1974’te genel afla serbest bırakıldı. 28 Ocak 1978'de Aydınlık davasının aklanmasıyla sonuçlanması üzerine Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin kuruluşuna önderlik etti ve ilk Genel Başkan oldu. 20 Mart 1978'de Günlük Aydınlık gazetesinin kuruluşuna ve yayınına önderlik etti ve başyazarlık yaptı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra tutuklandı ve 1985 Martında serbest bırakıldı. Ocak 1987'de Haftalık 2000’e Doğru dergisinin yayınlanmasına önderlik etti. Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarlık görevlerinde bulundu. 10 Nisan 1990'da “Sansür Sürgün Kararnamesi”nin çıkarılmasıyla hakkında tutuklama kararı verildi. Diyarbakır Cezaevi’nde üç ay tutuklu kaldı. 1991 yılında TCK 141. maddesinin kaldırılmasıyla siyasal haklarına kavuştu ve Temmuz ayında Sosyalist Parti 2. Büyük Kongresi’nde Genel Başkanlığa seçildi.Temmuz 1992’de Sosyalist Parti’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılması üzerine kurulan İşçi Partisi Genel Başkanı oldu. Ancak Perinçek hakkında 1991 seçimlerinde TRT’de yapılan Liderler Açık Oturumu’nda yaptığı konuşma nedeniyle Terörle Mücadele Yasası 8. maddeye dayanılarak verilen 14 ay hapis cezası uygulandı. Perinçek, 8 Ağustos 1999’a kadar 10 ay 10 gün Haymana Cezaevi’nde kaldı. Daha sonra çıkan basın suçlarını erteleyen yasayla yeniden siyasal haklarına kavuştu ve 19 Ekim 1999 günü toplanan İşçi Partisi Olağanüstü Kongresi’nde yeniden genel başkan seçildi. Doğu Perinçek, çok iyi Almanca ve orta derecede İngilizce biliyor. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu, gazeteci Şule Perinçek ile evli. Dört çocuğu vardır. KEMAL ALEMDAROĞLU KİMDİR? Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu, 13 Şubat 1939'da Trabzon'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Trabzon'da tamamladı ve 1956 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne girdi. 1956 -1962 yılları arasında öğrenciliği sırasında İstanbul Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti Yönetim Kurulu, İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerini üstlendi. 1962 yılında mezun oldu ve III. Cerrahi Kliniği'nde asistan olarak göreve başladı. 1963 -1965 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Asistan Cemiyeti Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. 1966 yılında Fakülte tarafından Almanya'da Mönchengladbach ve Düsseldorf'a gönderildi ve 15 ay süre ile burada çalışarak uzmanlık tezini hazırladı. 1967 yılında "Mide ve Duodenum Ülseri Delinmelerinde Acil Parsiyel Gastrektomie (Primer Rezeksiyon)nin Yeri" adlı uzmanlık tezi ile Genel Cerrahi Uzmanı oldu. Kasım 1972 yılında "Hızlı Barsak Pasajının Tedavisinde Yeni Bir Cerrahi Metod"adlı tezi ile Doçent oldu. 1973 -1974 yılları arasında Kayseri Askeri Hastanesi'nde Vatani görevini ifa etti. Askerlik dönüşü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Cerrahi Kliniği'nde Üniversite Doçenti olarak göreve başladı ve 1976 Temmuz ayında Doçent kadrosuna atandı. 1978 yılında Profesör oldu. 1979 - 1981 yılları arasında Adli Tıp Kurumu Uzmanlığı ve 1981'den beri de Adli Tıp Kurumu II. İhtisas Kurulu Üyeliği görevini sürdürmekte olup, 1982 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Başkanı, 1982 -1983 yılları arasında Fakülte Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. 1988 -1995 yılları arasında Hürriyet Gazetesi Sedat Simavi Vakfı Sağlık Bilimleri Jüri Üyeliği yaptı. 1994 yılında İstanbul Üniversitesi Rektör Danışmanı olarak atandı ve Mart 1994'de İstanbul Üniversitesi Senatosu tarafından Sağlık Bilimleri temsilcisi olarak İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu Üyeliği'ne seçildi. Ayrıca Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanlığı görevini de sürdürmektedir. Ulusal ve Uluslararası dergilerde yayımlanmış birçok makale ve 5 adet kitabı bulunmaktadır. Ulusal ve Uluslararası birçok dergide hakemlik görevi yapmaktadır. 1966 yılından bugüne kadar yurtdışında (ABD - Almanya-İngiltere) çalışmalarda bulundu ve yurtiçinde de çeşitli kongre ve seminerler düzenledi. Kolon ve Rektum Hastalıkları Dergisi Editörü olup Dergi 9. yayın yılını başarı ile sürdürmektedir. Çok sayıda dernek üyeliği yapmaktadır ve halen "Türk Kolon ve Rektum Cerrahisi Derneği" başkanı ve Uluslararası Cerrahi Derneği Türkiye Temsilcisi, Yabancı Cerrahi Dernekleri Üyelikleri görevlerini sürdürmektedir. 1994 yılında başlayan İstanbul Üniversitesi Rektör danışmanlığı süresince üniversite yönetimine önemli katkılarda bulunan Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu, Aralık 1997'de yapılan "eğilim belirleme" seçiminde altı aday arasından en yüksek oyu (635) almış, Yüksek Öğretim Kurulu'nca rektörlüğe aday gösterilmiş ve 9. Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel tarafından atanarak 31 Aralık 1997'de İstanbul Üniversitesi Rektörü olarak göreve başlamıştır. Prof. Dr Kemal Alemdaroğlu, evli ve iki çocuk sahibi olup, Almanca ve İngilizce bilmektedir.
  18. Bir gazetecinin anti laik çetesi Bir tv toplantısıydı seçimler vardı gene, Toplanmış köşe başları sorular Deniz beye, En baş taraftasınız rehavetle uzanmış, Ayakkabınızın burnu Baykala dayanmış, Adam anlatıyordu iktidar partisini, Zaman zaman hiddetle yükselterek sesini, Bitti devlet diyordu kuşatıldı her köşe, Bir şeyler yapmak lazım bu uğursuz gidişe, Eliniz çenenizde kısılmış gözleriniz, İnanılmaz bir masalı boş dinler gibisiniz, Gerilim siyaseti çıkarlarla beslenen, Olmayacak işlere aminle destek veren… Somut patron egosu bozulmasın iş güçler, Güzelleşmiş özelleşmiş katrilyonluk ihaleler.. Zor olay gazetecilik dimdik ayakta durmak.. Adalet mürekkebini yağlara batırmamak… Ne değişti acaba ne oldu öyle birden, Yoksa gazetecilik mi akla geldi aniden… Satır aralarında sürse de oynaklıklar, Sanki bardak olmuş gibi kırıntı eski camlar, Bir tek dinci okumazken sizin gazetenizi, Erdoğan a tükettiniz bütün enerjinizi… Şimdi çığlıklarınız anti laik çeteye Gene temkinlisiniz yarın iş döner diye, Biliniz ki yurtsevere karşı hiçbir güç yetmez, Zira ki bu terazi bu ağır sıkleti çekmez….. Demlik Hayri....(Gerçek Gündem yazarı)
  19. Diyarbakır'daki Hizbullah... Fethullahçılar Güneydoğu 'yu kuşatıyor... Güneydoğu'yu salt Fethullahçılar değil, El Kaide, Hizbullah ve Müslüman Kardeşler de kuşatıyor... 2008 Ocak ve Şubat ayında 700 işadamı Diyarbakır'a geliyor... Bu konuya daha önce değindim... Kurban Bayramı'nda yurtiçi ve yurtdışından 300 Fethullahçı işadamı Güneydoğu'da 50 bin kurban kestirip dağıtmıştı... Şimdilerde Diyarbakır'da "ışık odaları" açılıyor, Hizbullah'ın Menzil kanadı da "Kuran okuma odaları" na ağırlık veriyor... Güneydoğu tarikatçı ve köktendinci bir kuşatma altına giriyor... Diyarbakır' da hedef, yoksul insanların oturduğu bölgeler, yani mahalleler... Amaçları da belli. 2009 yerel seçimlerinde DTP'nin kalesini düşürmek... Tayyip Bey ne demişti? "Diyarbakır, Tunceli ve İzmir'i istiyorum..." Hizbullah'ın Menzil kanadı AKP'ye iyice yaklaşmış ve devletin koruması altına girmiş... Sözünü ettiğim "okuma odaları" nda Kuran öğretiliyor, 5-15 yaşalarındaki çocuklara. Diyarbakır Valisi, polis, MİT bu durumu biliyor. Hizbullah, 1990'lı yıllarda Diyarbakır , Batman, Mardin gibi kentlerde devletin koruması altındaydı. Onca faili meçhul cinayeti Hizbullah militanları yaptı. Sonunda iş büyüdü, Hüseyin Velioğlu Beykoz'da öldürüldü. İkinci adam İsa Altsoy idi. Almanya'ya kaçtı. Altsoy şimdilerde Frankfurt yakınlarında bir caminin imamı!.. Nedense Metin Kaplan 'ın iadesini isteyen Türkiye, İsa Altsoy'u istemiyor. Türkiye'yi yönetenler şimdilerde Hizbullah'ı yanlarına alıp, "Kuran kursu" açmalarına izin veriyorlar... Bakın Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu , Hizbullah'ın Menzil kanadının çalışmalarına ne diyor: "İnsanlarımızın güzel Kuran okuma kurslarına gitmesini de terörist faaliyet olarak göremeyiz." ( Funda Özkan - Radikal/11 Mart 2008) DTP, AKP'nin "din eksenli" siyasetinden etkilendiğinden laik kimliğini atıp dinci kimliği sahipleniyor hemen... Din adamlarından kurulu bir "bilim kurulu" oluşturup, Güneydoğu'daki "Nakşi" tabana yaklaşıyor. Bence işi çok zor DTP' nin... *** Güneydoğu'daki "Nakşiler" Barzani' yle yakın ilişkide. Barzani Nakşi. Zaten Tayyip Bey'e yakınlık bu nedenle. Arada Turgut Özal 'ın kardeşi Korkut Özal da var... Güneydoğu'da Fethullahçı Nakşi birlikteliği ivme kazanırken El Kaide ve Müslüman Kardeşler de DTP'ye değil, AKP'ye yakın duruyorlar... AKP iktidarı çok açık biçimde din eksenli siyaset yapıyor, özellikle Güneydoğu'da "Nakşiliği" kullanarak "Kürt İslamı" na ivme kazandırıyor... Burada önemli olan, aynı zamanda aşiret ve tarikat bağlarını güçlendirmektir... Burada bir küçük not: "Nakşilik Anadolu'ya Irak'ın kuzeyinden Kürtler tarafından getirilmiş, Güneydoğu'da ise önemli bir taban oluşturmuştur." DTP öteden beri laikliği savunmuyor muydu? DTP'lilerin zaman zaman gazetelerde de yer alan görüşleri şöyleydi: "DTP laiklik konusunda bir sigortadır Türkiye için. Eğer DTP Güneydoğu'da etkinliğini kaybederse bölgede tarikatlar giderek güçlenir, gericilik hortlar..." Biliyorsunuz, Talabani ve Barzani tarikat geleneğinden geliyor, buna Kürt kimliğini de ekleyip bölgede taraftar sağlıyor... Bu noktada Tayyip Bey, "Diyarbakır'ı isterim" derken din ekseninde politika yaptıklarının işaretini veriyor... Güneydoğu'ya Nakşilik medreseler yoluyla yayıldı; şimdilerde ise "okuma odaları" yla yayılıyor, aynı damardan beslenen Nurculuğun Fethullahçı kolu "okullar", "ışık evleri" ve "okuma odaları" yla AKP'yi siyasal güç odağı yapıyor... *** DTP yöneticileri bunun farkında... Onlar da dine sarıldılar, mitinglerde elinde Kuran bulunan başı sarıklı imamlardan medet umar hale geldiler... Kürt Nakşiliği ve Türk Nakşiliği Güneydoğu'da AKP'de birleşti... Çünkü Nakşilik AKP'yle iktidadır... Bu konuyu en iyi bilenler Dengir Mir Mehmet Fırat ve Abdülmelik Fırat değil midir? Nakşilik dinden daha çok siyasettir ; AKP de bunu çok iyi yapmaktadır... Yazıma noktayı koyarken aklıma bir soru geldi... Tayyip Bey ve Bülent Arınç Bey'in Kuran'dan surelerle yargıya kafa tutmaları ne anlama geliyor? Bizim İkinci Cumhuriyetçi tosuncuklar ve Soros'un çocukları bu sözlere ne diyorlar? Demokrasi ve düşünceyi ifade özgürlüğü!.. Hikmet Çetinkaya....
  20. Önceki gün Cumuriyet'te okumuşsunuzdur: Atatürk'ün emperyalizm ve kapitalizm konularındaki düşüncelerini Atatürk büstüne yazdıran kaymakam ve belediye başkanı haklarında kovuşturma açılmış... İçişleri Bakanı emir vermiş, Balıkesir Valisi de kovuşturma açmıştır. Kovuşturma konusu sözler, Atatürk'ün, emperyalizm ve kapitalizme karşı çıkan düşünceleridir. Yani şu sözler: - İstiklalimizi emin bulundurabilmek için, heyet-i umumiyemizce heyet-i milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız... Balıkesir ilinin Balya ilçesi Kaymakamı Kemal Baykal ve Belediye Başkanı Ali Şuuri İnal, Atatürk'ün bu sözleri dolayısıyla sorguya çekilmiştir. Evet Damat Ferit örfi idaresinde değil, Türkiye Cumhuriyeti'nde, Kurtuluş Savaşımızın amaçları suç sayılmaktadır. Hem de bu savaştan yarım yüzyıl sonra. Kurtuluş Savaşımızın "anti-emperyalist" niteliği çok partili düzenimizde suç konusu olmuştur artık. Atatürk'ün Bursa Nutku yargılandı, yetmedi. Sahte elyazılarıyla Atatürk'ün adına demeçler düzenlendi, bu da yetmedi... Şimdi de, Kurtuluş Savaşı'nın amacı suç sayılacaktır... Son yıllarda, Atatürk adı, Atatürk düşmanlarının ellerine geçti. Uluslararası kapitalizmin sürüngenleri, tesbihli - takunyalı gericiler, tabancalı - bıçaklı saldırganlar, hep Atatürk'ün adını kullana kullana devleti işgal ettiler. - Atatürkçü görüşle... Bir zamanlar bu sözle başlamayan demeç ve konuşma duyamaz olmuştuk, ne yapılırsa, Atatürk ve Atatürkçülük adınanydı. Muhtıra ile hükümet devirirler, Atatürkçülük adına; hazırol emri ile hükümet kurarlar, Atatürkçülük adına; reform isterler, Atatürkçülük adına; Cumhurbaşkanlığına aday olurlar, Atatürkçülük adına; cunta kurarlar, Atatürkçülük adına... İşte geldikleri nokta budur: Cumhuriyetimizin genç bir kaymakamı ve bir belediye başkanı Atatürk'ün sözlerini, Cumhuriyet alanındaki büste yazdırdıkları için suçlanıyorlar; dosyalar düzenleniyor, emirler veriliyor, kovuşturmalar açılıyor. Bu da mı Atatürkçülük adına?.. Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde "tam bağımsızlık" bilinci yatar. Kurtuluş Savaşı, tam bağımsız Türkiye'yi kurmayı amaçlamıştır. Onun içindir ki Mustafa Kemal: - Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşıyoruz... demiştir. Bu suçsa, suç olmayan nedir acaba? İşkence yapmak mı? Gencecik çocukları birbirleri ardından vurup öldürmek mi? Devlet kasasını soymak mı? Nedir suç olmayan?.. Kaymakam ve belediye başkanı, bu sözler yerine, "komünizm her görüldüğü yerde ezilmeli" diye, uydurma sözleri büste kazısalardı, biri hemen vali yardımcısı, öteki de milletvekili adayı olmazlar mıydı?.. Atatürk'ün antiemperyalist ve devrimci yanı, egemen sınıfların bilinçli politikalarıyla, gizlenmek ve örtülmek isteniyor. Atatürkçülüğü, gericiliğin ve tutuculuğun bayrağı yapmak isteyenler, acıyla ifade edelim ki, bu amaçlarında adım adım başarı da sağlıyorlar. Çağımız kurtuluş savaşları çağıdır. Türk Kurtuluş Savaşı, bütün "mazlum milletler" için örnek olmuştur. Bu savaşım, antiemperyalist niteliği ile Kurtuluş Savaşımızın, devrimci ve ilerici özü, uluslararası kapitalizmin ve çağdışı gericiliğin elinde bozuk para gibi harcanıyor. Kurtuluş Savaşı'ndan yarım yüzyıl sonra, bu savaşın kutsal amacı suç sayılırsa, söyleyin, 23 Nisanları, 30 Ağustosları, 29 Ekimleri, ne adına ve kim için kutluyoruz? Hortlayan Damat Ferit midir? Vahdettin midir? Anzavur mudur? Kimdir acaba?.. Kaynak : Uğur MUMCU - Cumhuriyet, 1 Eylül 1976 ( Uyan Gazi Kemal ! )
  21. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    KAPATMA girişimi Türkiye'deki siyasal kadroların ve medyadaki okuryazar takımın "demokratik hukuk devleti" nden ne anlamakta olduklarını iyice belli etti. Ortaya çıkan tablo, sistemin geleceği açısından pek güven verici sayılmaz. Anlaşılıyor ki, bazı şeyleri en basitinden başlayarak anlatmak gerekecek. Hukuk fakültelerinin birinci sınıfına, hatta yurttaşlık bilgisi okuyanlara anlatırcasına. Cumhuriyet ilanından sonraki ilk anayasa olan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Meclis üstünlüğüne dayanırdı ama, "Hiçbir yasa anayasaya aykırı olamaz" ilkesini de açıkça belirtmekteydi. Ne var ki, anayasa mahkemesi gibi bir organın yokluğunda bu ilkeyi gözetmek yine Meclis'e, dolayısıyla oradaki çoğunluğa düşmekteydi. Bu durumda, sistemin 27 Mayıs 1960'ta yıkılışına yol açan, o günkü iktidar çoğunluğunun kendisini "ulusal irade" yerine koyup sınırsız davranışlara kalkışması, "anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş" sayılmasıdır. Sistem, kendi kendisini düzeltememişti. 1961 Anayasası'nın Türk hukuk sistemine getirdiği Anayasa Mahkemesi, bu çeşit sapıtışları sistem içinde çözmeye yarıyor. Artık yasalardaki "anayasaya aykırılık" lar mahkemenin iptal kararıyla gideriliyor, partilerin tutum ve davranışlarıyla "anayasa ihlali" ne benzer biçimde sistem dışına çıkışları da Anayasa Mahkemesi'nde kapatma davasına konu oluyor. Fena mı? Anayasal düzeni değiştirme girişimlerinin doğurabileceği huzursuzluğu yine anayasa sistemi içinde karşılayabilme açısından böyle bir denetim mekanizmasının var olmasına şükretmek gerekmez mi? Herkes biliyor ki, özellikle 22 Temmuz seçimlerinden beri AKP iktidarını yönlendirenler, hayret verici bir biçimde, neredeyse 27 Mayıs öncesinin pervasızlığını andırırcasına, tek başlarına her şeyi yapabilecekleri inancıyla iş görmeye başlamışlardır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ise, rastgele bir hukukçu değil; onun görevi Cumhuriyetin temel niteliklerini ve ilkelerini korumak, bunlar tehlikeye girmişse anayasanın kendisine tanıdığı yetkileri kullanıp görevini yerine getirmektir. Kaldı ki, kendisinden önceki Cumhuriyet başsavcılarından Vural Savaş "AKP Çoktan Kapatılmalıydı" diye bir kitap bile yayımlamıştı geçen ay. Şimdiki Başsavcı'nın geçen dönemin başından beri gözlemledikleri de onu bu noktaya getirmişse, ne var bunda kızacak? Endişe verici olan şudur: Başbakan ve çevresi, olanları sistemin doğal işleyişine bağlamak yerine şimdiden yargı mensuplarına karşı kafa tutmaya başlamıştır. Bu davranışı, aslında, sisteme çok yabancı kaldığını gösteriyor.
  22. Bir Sinsilik Öyküsü: Sızıntı Fethullah Gülen ve yandaşları, 1978 yılının Şubat ayında Sızıntı adlı bir dergi çıkarmaya başladılar. Nurcu çizgide olan bu derginin ilk sayısının kapağında "ağlayan bir erkek çocuk" resmi vardı. Fethullah Gülen, dergi için kaleme aldığı başyazıda "Bu Ağlamayı Dindirmek için Yavru" başlığını kullandı ve Sızıntı dergisini Kürt Said 'in yaydığı (sözde) ışığa tercüman olmak amacıyla çıkardıklarını şöyle dile getirdi: "...Bu mevkute, neşrettiğin ışığa tercüman olma mülahazasıyla yola çıktı. Varılacak yer uzak, yollar da tekin değildi. Cinler, ifritlerle beraber taarruza geçti..." Gülen ve talebesi Şemsettin Nuri 'ye göre: "Sızıntı, İslam devletinin yeniden kuruluşunun destanıdır. Birinci Cihan Harbi ile batıp giden İslam devleti, zamanın ana rahminde yepyeni bir tarihi doğuşa hazırlanmaktadır. Ne muhteşem bir doğuştur bu... Nefsin ve şeytanın radyasyon sızıntılarına mukabil ruhun ışık sızıntıları, kutlu tayflar halinde toplanıp kalplerde yoğunlaşarak hidayet lazerleri halinde küfrün, karanlığın urlarını, kanserlerini kuruta kuruta gelmektedir. Nefs kışının inkâr kefenlerini yırtıp ruhun bahar filizlerini vere vere ilerlemektedir. İşte Sızıntı'da böyle bir gelişin destanı sunulmaktadır." Sızıntı ailesinden bir başka yazar da küfür ve inkârla, karanlığın urları ile neyi kastettiklerini bize açıklayan şu görüşü savunmaktaydı: "Halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Harf Devrimi'nin yapılması, geçmişle bağın kopartılması, Osmanlı'nın şahsında 'İslama hayır' ın ifadesi idi." İşte Sızıntı, yıllar yılı bu ve benzeri düşünceleri Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar yaygınlaştırmayı, din eğitimi alan öğrencilerin ve din dersi öğretmenlerinin çoğunun başucu dergisi olmayı başardı. Gülen cemaatinin "aylık ilim ve kültür dergisi" olarak yaşamını her iktidar döneminde sürdürdüğü gibi "cinlerle ifritlerin taarruzuna" da uğramadı. Çünkü gelip geçen iktidarlar ya bir türlü gaflet uykularından uyanamadılar ya da cemaatten gelecek oyların cazibesi ile uyuklama pozunu gönüllü olarak benimsediler. Sızıntı'nın yayımlanmaya başlamasından 29 yıl sonra günümüzde ise Fethullahçılığın TBMM dahil her yerde (kendi sözcükleri ile) "bahar filizlerini" ! vere vere ilerlediklerini ve bu durumdan duydukları memnuniyeti ilanlarla açıkladıklarını gözlemliyoruz. Eğer elinizdeki örneklere bir taze örnek daha eklemek istiyorsanız iktidarın henüz satış işlemlerini tamamlamamış olması nedeniyle hâlâ kamu kuruluşu olma özelliğini taşıyan Türk Hava Yolları'nın aylık dergisi Skylife'ın Aralık 2007 sayısına bakınız. Orada bütün bir sayfanın Sızıntı dergisinin renkli reklamına ayrıldığını ve reklamda da şu dizelerin yer aldığını göreceksiniz: "Ay yıldız bir kez daha ikbalime gülüyor, Ve planı öteden bir dünya kuruluyor; Gayrı artık karanlığın miadı doluyor, Millet, yıllanmış o meskenetten kurtuluyor..." Gülen cemaati galiba Türk Hava Yolları'nın resmi dergisi aracılığıyla "batıp giden İslam devletinin yepyeni bir tarihi doğuşunun" , yani yeniden kuruluşunun müjdesini veriyor. Acaba ay yıldız, bu yüzden mi onların ikbaline (baht açıklığına) gülüyor? Planı öteden kurulan bir dünya, nasıl bir dünya? Miadı dolan karanlık, laik Cumhuriyet dönemini mi simgeliyor? Yıllanmış meskenet (miskinlikler) AKP'den önceki iktidarların nitemi mi? Laik Cumhuriyetin yeminli ulaştırma bakanının, kendi sorumluluğu altındaki bir yayın organının bu sinsi küstahlığı konusunda ne yapacağını merak ediyoruz doğrusu. Prof. Dr. NECLA ARAT
  23. Yerel seçimlerde, cumhurbaşkanlığı seçimleri için mağdur rolü oynayan AKP başarılı olarak, diğer merkez sağ partilerin sandığa gömülmesini sağlamıştı. Son güne kadar adaylarını açıklamamış, insanları beklentiye sokmuş, son anda adayını açıklayarak, diğer partileri ****** avlamıştı. Şimdi yine aynı oyunu oynamaktadırlar. Bugün ülkemizde Başörtüsü sorunu yoktur. Silahlı kuvvetler bu sorunu çözerek kendi bünyesinde bir ilke imza atmıştır. Bugün orduevleri, askeri hastaneler ve sosyal tesislere başörtülü bayanlarımız rahatça girmektedir. Orada insanlar, bir kaygısı olmadan dinini kendi dünyasında özgürce yaşamaktadır. AKP, bu sorunu özellikle bugüne kadar getirerek, diğer sorunları örtmek için oyun oynamaktadır. Daha önce oyuna gelen diğer sağ partiler gibi, olmak istemeyen MHP karşı atağa geçerek AKP' nin oyununu bozmuştur. Bugün ülkemiz, ekonomik krizin ayak seslerini duymaktadır. Vakıflar yasası meclisten geçmek üzeredir. Bazı dış gelişmeler ülke için kaygılar taşımaktadır. Bu süreçte Başbakanın çıkıp bu konuyu gündeme getirmesi çok manidardır. Aslında kendisi de bilmektedir ki, türban sorunu yargıdan mutlaka dönecektir".Türban bir siyasi simgedir "diyerek muhalefete meydan okumaktaki tek işareti, yerel seçimlerde mağdur rolünü oynayabilmektir. İşte bu bağlamda MHP devreye girerek TÜRBANIN DEĞİL BAŞÖRTÜSÜNÜN, üniversitelerde serbest bıraktırılması için gerekeni yapmıştır. İnançlı insanlarımız tabiî ki, dinlerini yaşayıp gereğini yerine getireceklerdir. Buna kimse engel olamaz. Ama bu insanlarımızı kandırarak siyasi rant sağlamak, adil bir yaklaşım değildir. Bu oyunu CHP'de, görebilse ve siyasetini bu yönde yapabilse, belkide bu gidişi değiştirebilirdi. İnsanlarımızın kamplaşması bu anlamda tehlike arz etmektedir. Diğer muhalefet bu konuda, kafa kafaya verip İslam hukukçuları ile beraber hareket etse, bu sorun mutlaka çözülecek ve AKP mağdur rolü oynayamayacaktır. Bu oyunu ve stratejiyi iyi analiz eden, Türk Silahlı Kuvvetleri bu yüzden sessiz kalmakta ve çözümü insanlarımıza bırakmaktadır.
  24. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Hırsızın hiç mi kabahati yok? AKP yanlışta! GÜNGÖR MENGİ Parti kapatmaya mecbur kalan bir rejim, çağın gerisinde kalmış özürlü demokrasidir, doğru... Ama suçlanan partiyi değil de görevini yapan yargıyı eleştirmek ağız dolusu tehdit ve hakaret savurmak neyin nesi? O da özürlü demokrasiye toplum niçin mahkûm olmuş; onun gerekçesi... Evet, parti kapatma davaları nedeniyle Türkiye’nin kalitesi ve dünyadaki saygınlığı geriliyor. Ama insaf, Nasrettin Hoca’nın dediği gibi: “Hırsızın hiç mi kabahati yok?” Rejimin yargı kurumu eliyle kendini savunma hakkını kullanması mı ayıptır, yoksa milletvekilleri laikliğe sadakat yemini etmiş bir iktidarın böylesine ağır bir suçlamanın hedefi durumuna düşmesi mi? Bu ayrımı hakkaniyet içinde yapma becerisini gösteremediğimiz sürece demokrasimizi geliştiremeyiz. Anayasaya bağlılık yeminini çiğnemiş iktidarlara kayaya tosladıklarında mağdur muamelesi yapmaya devam ettikçe onlara sürgit mahkûm olmaktan kurtulamayız. Daima suçlananları kahramanlaştıran bir toplum, öncelikle kendisi için tehdittir. Yargı sigortadır Laikliğe karşı eylemlerin odağı olmakla suçlanan bir iktidarı doğru yola sokacak olan güç yargı değilse nedir? Yargı denetimine itiraz edenlerin askeri müdahalelere karşı oldukları iddiaları samimi olamaz. Türkiye’de etkili bir demokratik toplum yok. Seçimin sonucunu belirleyecek büyüklükte bir çoğunluk, eğitimsizliğin ve yoksulluğun yarattığı bağımlılıkla maluldür. Siyasal İslâmcı partiler bu kitleyi mürit haline getirmek için ellerinden geleni yaptılar ve başarılı oldular. Gelinen nokta ortada: Türkiye hızla dönüşüyor. Yalnız özel yaşam değil, devlet kadroları da dinselleşiyor. AKP iktidarı ilk döneminde böyle değildi. Kendilerine yöneltilen şüphelerden arınmak için dört yıl dikkatli yürüdüler, sonra gözleri kararmış bir ideolojik örgüt havasına girdiler. Türkiye’nin son beş yılda laiklik kalitelerinde ne kadar önemli irtifa kaybettiğini herkes görüyor. Başbakan dün Şanlıurfa’da “Geceyle gündüz arasındaki mesafe neyse AKP ile dincilik arasındaki mesafe de odur” dedi. Keşke doğru olsa. Yargıtay C. Başsavcısı’nın mahkemeye gönderdiği klasörler dolusu delil ve sadece Başbakan’ın kendisine yöneltilen 61 suçlama keşke gerçek olmasa. Kahraman yüreği Bülent Arınç, AKP’nin kimliğine damgasını vurmuş bir siyasetçidir. Tuhaf ama hukukçudur! “Bu iddianame ile suçlanmak bana ancak şeref getirir” dedi. Önümüzdeki seçimde AKP’nin oyunu bu yüzden yüzde 70’e çıkaracağını iddia etti. Yargıya, halka hakaret değil mi bu? Halkın bilinç eksiğini sömürerek, düştüğü yerden bir avuç toprakla kalkmaya çalışan kurnazlık “devletine inat bir millet” oluşturmaya çalışıyor. AKP’nin lider takımı, asıl büyük menfaatinin laik rejimi savunmak olduğu bilincini kazanamamış yığınlar üstündeki etkisini bu şekilde kullanırsa yalnız devlete ve rejime değil kendine de zarar verir. Ulusal onurlarının incindiğini söyleyen bazı yetişkin, aydın insanlar bile suçlamaları niçin hak ettiğine dair AKP’ye soru sormuyor, sitem etmiyor, hemen herkes Başsavcıya yükleniyor. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olarak görev yapmak için bile kahraman yüreği isteyen bir ülke durumuna düşmüşsek, bunun sorumluluğunu da iktidarda aramamız gerekmez mi? AKP, kapatılma tehdidi altında bile devleti ve rejimi savunan bir parti olmalıdır. Değilse kapanırsa kapansın. Haddinizi bilin! MUSTAFA MUTLU Yargıtay Başsavcısı’nın AKP’yi kapatma davası açmasının üzerinden sadece bir saat geçmişti... Henüz Ankara’daki deneyimli muhabirler bile kapatma gerekçelerini bilmiyordu... İşte; televizyonların ana haber bültenleri böyle bir belirsizlik ortamında başladı. Yeni anayasa taslağının mimarı Prof. Dr. Ergun Özbudun böyle bir ortamda canlı yayınlara bağlanmaya ve “değerli” görüşlerini kamuoyuyla paylaşmaya başladı! Ama bir “hukukçu” ya da “akademisyen” edasıyla değil; yüreğini AKP’ye emanet etmiş bir sempatizan tavrıyla... Dava gerekçesini öğrenmeye bile gerek duymadan, “Yüzde 50’ye yakın oy almış bir partiyi kapatmanın izahı olamaz” diye racon kesti! Hem de daha birkaç yıl önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen Refah’ın kapatılmasıyla ilgili davada bu sözlerin tam tersini söylediği halde! Bir hukuk hocasının, hukuku böylesine ayaklar altına alabilmesini tüm varlığımla kınıyorum! Ergun Hoca iyi ki hâkim değil... Yoksa bu mantıkla yapacağı yargılamanın kriterleri belli: Zenginsen, güçlüysen cinayet bile işlesen yargılanamazsın... Ama yoksulsan, güçsüzsen; vay haline! Bir hukuki sürece tek saldırı bununla kalsa yine iyi... Özbudun telefonu kapattı, spiker bu kez Cumhurbaşkanı Gül’ün kapatma davasıyla ilgili demecini okumaya başladı... Senegal’de olmasına rağmen bir saat içinde laf yetiştirmeyi başarmıştı Cumhurbaşkanı: “Açılan davanın tarafı” olduğunu ve sadece bu yüzden bile konuşmaması gerektiğini unutarak, yargı organlarını açıkça tehdit ediyordu: “Meclis’te bu kadar çoğunluğu olan bir iktidar partisiyle ilgili yapılan bu taleplerin Türkiye’ye ne kazandıracağı, ne kaybettireceği iyi düşünülmeli!” Bu sözler hukukun üstünlüğü ilkesine ihanetti... Yargı sürecine müdahaleydi... Dolayısıyla suçtu! Ama Cumhurbaşkanı bunları umursamıyordu! Dikkat edin; “Bu dava şöyle sonuçlanmalıdır” demiyorum... Demem de! Ama ben sıradan bir yazar olarak bu kadar titizlenirken, iktidarla ilişkisi olan işadamı örgütleri, dernekler, vakıflar, akademisyenler başta olmak üzere herkes Anayasa Mahkemesi üyelerini baskı altına almaya çalışıyor! Tek söyledikleri ise “AKP’nin son seçimlerde aldığı oyun yüksekliği...” Aslında bunların hepsi, hukukun üstünlüğünün tartışılmaz olduğunu, anayasaya aykırı eylemde ve söylemde bulunan partilerin kapatılabileceğini çok iyi biliyor... Ama nemalandıkları düzenin bozulmaması uğruna, bilmezlikten geliyor! Bu adamlara ve kadınlara tek sözüm var: Haddinizi aşmayın ve yargı sürecini etkilemeye daha fazla devam etmeyin! AKP’yi aşmanın tek yolu: SANDIK TUFAN TÜRENÇ BAŞSAVCININ AKP’nin kapatılması için dava açtığını duyar duymaz kendi kendime söylendim: "Vay canına! Tayyip Bey’e yine büyük ikramiye vurdu." Nitekim haklı çıktım. Başbakan daha ilk günden başladı mazlum edebiyatına. Sanki sütten çıkmış ak kaşık. Lisede bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Rıfat Necdet. Sınıfta gevezelik eden, düzeni bozanlara çok kızar, şöyle bağırırdı: "Bak delikanlı, gelir seni tuttuğum gibi pencereden aşağı atarım. Sonra da başına geçer ağlarım." AKP’nin durumu da öyle. Pencereden atılmayı fazlasıyla hak ediyor. Geriye ise demokrasi adına oturup başında ağlamak kalıyor. "Laikliğe aykırı fiillerin odağı haline gelse" bile parti kapatmak çözüm değil. Cumhuriyet tarihinde bunun örneklerine çok tanık olduk. Menderes’in Demokrat Parti’si kapatıldı, yerini Adalet Partisi aldı. O kapatıldı, DYP kuruldu. Erbakan’ın Milli Nizam Partisi kapatıldı, Milli Selamet Partisi oldu. O kapatıldı, Refah Partisi çıktı sahneye. O kapatıldı, Fazilet Partisi, o kapatıldı Saadet Partisi doğdu. Sonunda Saadet Partisi’nden kopanların kurduğu AKP iktidara geldi. Şimdi o kapanırsa ne değişecek? Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adı örneğin Hak ve Kalkınma Partisi (HAK parti) olacak. Önceki akşam bir TV kanalında AKP’ye açılan dava tartışılırken bir konuk şöyle dedi: "Ben gazetelerde çıktığı kadar iddianameyi okudum. Bana göre burada AKP’ye yöneltilen suçların tümü düşünce düzeyinde. Yani söylem, eyleme dönüşmemiş." Program yapımcısı da bu yanlış sava karşı bir şey söyleyemedi. Oysa başbakanlar eylem adamlarıdır. Siyasi erki elinde tutan, ülkeyi yöneten kişilerdir. Hele Türkiye gibi demokrasisi kör topal işleyen bir ülkede tam anlamıyla hükümrandır. Her şey onun iki dudağının arasındadır. Nitekim Başbakan İspanya’da türban için "Velev ki siyasi simge olsun, ne çıkar?" dedi. Bu düşünce olarak mı kaldı? Hayır! Türkiye’ye döner dönmez MHP ile birlikte türbanı üniversitelere sokmak için Anayasa’yı değiştirdi. Böylece Başbakan’ın söylemi kısa zamanda eyleme dönüştü. Elinde siyasi erk olmayan bir insanın her sözü düşünce özgürlüğüne girer. Ama ülkeyi yöneten, elinde siyasi erk bulunduran başbakanlarınki öyle değil. Söylemleri onların icraatının sesidir. Şimdi olay yargıda. Herkes yargıya saygı duymak ve onun kararını beklemek zorunda. Hukuk devletinin vatandaşlarına düşen sorumluluk budur. AKP sağduyusunu kullansa iyi eder. Bağırmaların, çağırmaların, tehditlerin, yüzde 47 nutukları atmanın bir yararı yok. Bulunduğumuz noktadaki gerçeği bir kez daha vurgulayalım: Türkiye laik demokratik rejime karşı olan ve rejimi değiştirmek isteyen AKP iktidarından sandıkta kurtulmalıdır. Sabırla, inatla, dik durarak ve de elimizi taşın altına sokarak bunu başarmak zorundayız.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.