Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey
-
AÇA ve egzorsist'in doğum günü :)
NİCE NİCE YILLARA AÇA ................
-
AÇA ve egzorsist'in doğum günü :)
..................trabzonlum , fatmagenc, okty_00, oğuz gölçik yazar...NİCE YILLAR DİLİYOYUM.......
-
TÜRKİYE’DE RESMİ DİN ANLAYIŞI......
Kemalist proje 1930’larda köklü bir doktrine dayanmadığı için o dönemin moda akımı olan bu ideolojilerden çok rahat biçimde etkilenebilmiştir. Bu bakımdan özellikle 1950’den sonra askeri ve sivil bürokrasi ile sol entelijensiya tarafından kapalı bir ideoloji ve doktrine dönüştürülen Kemalizm yorumu giderek muasır medeniyet kervanından uzaklaşan bir rotaya sapmaktadır. Bugün Kemalizm, genel olarak sol Kemalist gruplar tarafından sistemi kültürel ve siyasal anlamda daraltıcı bir referans haline getirilmektedir. Muasır medeniyeti bir Doğu toplumunda diriltmeye çalışan Atatürk’ün, dolayısıyla Türk toplumunun en büyük şanssızlığı, muasır medeniyet değerlerini Türkiye’de üstelenecek bir orta sınıfın, Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda yeteri düzeyde olmayışıydı. Kurucu elit iktidar hırsından dolayı geleneksel ve modern sivil toplum unsurlarını dışlayınca siyasal sistemi üslenebilecek sivil dayanaklar da tamamen ortadan kalktı. Sivil toplumdan ve orta sınıfın yokluğundan doğan boşluk doğal olarak askeri bürokrasi tarafından doldurulmuştur. Atatürk’ün akıl ve bilimi esas alarak hedef gösterdiği muasır medeniyet ancak temel yapıcı unsuru olan rasyonel, bilimsel dolayısıyla kuşkucu ve eleştirel bir tutumla yakalanabilirdi. Askeri bürokrasi elinde şekillenen kamusal alana eleştiri ve kuşkudan çok, sadakat ve mutlak hakikat anlayışı hakim kılınmıştır. Böyle olunca kamusal alanın en önemli merkezleri olan eğitim kurumlarında kuşku ve eleştiriden çok sadakat ve itaat temel değerler haline gelmiştir. Dolayısıyla etatokratik sistem içinde eğitim kurumları bugün için büyük ölçüde teokratik rejimlerdeki medreselere ya da rahip okullarına dönüşerek muasır medeniyeti ayakta tutan değerlerden uzaklaşmaktadır. Bugün üniversitelerde bir bilim adamı için eleştirel düşünmek adeta bir cesaret işi haline gelmiştir. Kurucu elit, laik değerler sistemini toplumsal ve kamusal alanda dini değerlerin yerine ikame ederek dinden doğan boşluğu doldurmaya çalıştı. Ancak bu politikanın derin tarihsel arka plana dayanan dinsel ve kültürel kodları çözmede ve eritmede fazla başarılı olamadığı görülmektedir. Kurucu elit kamusal hayattaki değerlerin ve sembollerin kendi doğal evrimi içinde değişmesine de müsaade etmeyince toplumsal bilinç altında seküler normlara karşı bir reaksiyon oluştu. Başka bir deyişle toplum seküler normları kolay kolay özümseyemedi. Bunun sonucunda toplumda ahlaki değerler bazında büyük bir erozyon yaşandı. Bugün Türk toplumunu ortalama bir Batı toplumuyla karşılaştırdığımızda Türkiye’de büyük bir ahlaki boşluğun yaşandığını rahatlıkla gözleyebiliyoruz. Özellikle ticari ve iş etiği konusunda büyük bir ahlaki zafiyetin bulunduğu dikkat çekmektedir. Kemalizmin geleneksel dini değerlerin yerini köklü biçimde dolduramayışının iki sonucu olmuştur: Bunlardan birincisi ahlaki erozyon, ikincisi ise doğan boşluk içinde sivil dini hareketi oluşturan “dini cemaatlerin” yükselişi olmuştur. Ancak kamusal yaşamın yegane referansı olan Kemalizmin daraltıcı ve sert özelliği cemaat yapılarının da kapalı ve oligarşik bir karakter kazanmasına yol açmıştır. Bugün Osmanlı’da ve belki de İslam tarihinin herhangi bir döneminde örneği görülmeyen biçimde devlet dışı ve hatta devlete rağmen köklü ve yaygın İslami cemaatler ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak bu cemaatlerin oligarşik özellikleri bunların Türkiye’de muasır medeniyeti üstlenecek aktörler olmasını, dolayısıyla özgürlükçü birer yapıya dönüşmesini engellemektedir. Etatokratik sistem, dini devletin kontrolü altında tuttuğundan ve aynı zamanda kapsamını daralttığından din kendi içinden zengin ve farklı yaşam biçimleri çıkaramamıştır. Dini tarikat ve cemaatlerin hemen tümünde genel geçer ve ortak bir din anlayışı ve yaşam biçimi vardır. Mesela Amerika Birleşik devletleriyle karşılaştırıldığında dinden kaynaklanan farklı yaşam biçimlerinin oldukça sığ kaldığı dikkat çekmektedir. Amerika’daki özgürlükçü seküler sistem içinde 1500 farklı dini anlayış gelişebilmiştir. Mesela homoseksüel kiliseler bu sistem içinde çok rahat biçimde ortaya çıkıp gelişebilmektedir. Oysa Türkiye’de farklı dini anlayış ve yaşayış anlamında gelişebilen yegane inanç sistemi Alevilik/Bektaşilik olmuştur. Devlet Tek Parti döneminde dinde başlatmak istediği reformu yegane hakikat ve yaşam biçimi olarak tüm topluma üstten empoze ettiği için karşılığında da gelenekseli korumaya dönük total bir reaksiyon doğmuştur. Halbuki devlet o tarihlerde gerçekleştirmeyi düşündüğü dini reformu çok hakikatli bir anlayış içinde “yollardan bir yol” olarak gerçekleştirmiş olsaydı, bugün belki de zengin ve değişime çok daha fazla açık bir dini yaşam alanıyla karşı karşıya kalabilirdik. Kadınla erkeğin yan yana namaz kılabildiği, ezanın yer yer Türkçe okunabildiği, Kilise tarzı camilerin inşa edildiği ve bunun çoğulcu bir model içinde hoş karşılandığı bir dinsel yaşam alanı pekala gelişebilirdi. Bugün İslam dünyasının en önemli problemi tek hakikatlilikten kurtulamamasıdır. Hatta belki de İslam dünyasını Batı eksenli muasır medeniyetten uzaklaştıran en önemli husus budur. İslam dünyasında Avrupai tarzda inşa edilmiş kentler ve modern teknoloji vasıtasıyla muasır medeniyetin fiziki şartlarından yararlanan toplumlar vardır. Ancak İslam dünyası ne yazık ki muasır medeniyetin hukuksal, siyasal, ahlaki ve kültürel değerlerine oldukça uzaktır. Muasır medeniyet ailesi olan Batı toplumlarında da hiç kuşkusuz tek hakikatli akımlar vardır. Mesela Amerika’da son yıllarda Hıristiyan “Evangelicalism”i altında oldukça dogmatik ve fundamental bir dini anlayış gelişmektedir. Ancak Batılı toplumlar tesis ettikleri özgürlükçü ve geniş katılımlı seküler sistemleri aracılığıyla bu tür fundamental yapıların sisteme damgasını vurmasını önlemektedir. İslam dünyasında siyasal sistemler yaygın olarak tek hakikatli otoriteryan politikalara dayanmakta; bunların karşısında yer alan İslami gruplar da büyük bir ekseriyetle tek hakikatli bir dünya görüşünden hareket ettikleri için bunların karşısında demokratik birer rakibe dönüşememektedirler. Cumhuriyet Türkiye’sinin seküler sistemi bugün dünyada “Türk modeli” olarak bazı kesimlerin dikkatini çekmektedir. Hiç kuşkusuz bu sistemin modernleşmemizi sağlamada oynadığı önemli roller olmuştur. Ancak bu rol, sistemin dayandığı referansın, muasır medeniyetin değerlerine eşlik etmesinden değil; muasır medeniyet yörüngesine giren ülkemizde “de facto” bir durumdan kaynaklanmaktadır. Türkiye’de sistemin kurucu referansını oluşturan Kemalizm’in kurucu elit nezdindeki tanımı ne yazık ki otoriteryan ve kapalı bir ideoloji olmaya devam etmektedir. Bu böyle devam ettiği sürece Türkiye’deki laik sistemin barış ve özgürlük platformuna dönüşmesinin şansı yoktur. Dolayısıyla muasır medeniyeti bu haliyle yakalamamız imkansız gibi görünmektedir.
-
TÜRKİYE’DE RESMİ DİN ANLAYIŞI......
Tek Parti dönemi uygulamalarının genel olarak adı laiklik olmuştur. Ancak Türkiye’de laiklik adı altında uygulanan politikalar Batı toplumlarındaki (Fransa dahil) laiklik ve seküler uygulamalarından büyük farklılıklar göstermektedir. Batı toplumlarında sekülerizm dinle devletin birbirine karşı bağımsızlığını sağlayarak toplumsal barış ve özgürlüklerin bir platformu olmuştur. Oysa Türkiye’de devlet laiklik uygulamalarıyla devletçi elitin iradesini mutlak anlamda topluma hakım kılmış ve özellikle din üzerinde mutlak anlamda hükümranlık kurmuştur. Başka bir deyişle devlet siyasal alanı dinin aleyhine olabildiğince güçlendiren bir sistem inşa etmiş, bunu da kapalı ve dogmatik bir ideolojiye dayandırmıştır. Sistemin ve politikalarının adeta eleştirilmesi imkansız kutsal referanslara (Atatürkçülük ve Devrim Kanunları) dayandırılması ve korumasının askeri bürokrasiye verilmesi Türk laikliğini Batıdaki sekülerizmlerden köklü biçimde ayırmaktadır. Bu bakımdan Türkiye’de inşa edilen sistemi teokrasiyi tersine çeviren “etatokrasi” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Etatokratik sistem sekülerizmden çok Augustinian tarzdaki teokrasinin tersine çevrilmiş biçimidir. Augustine’nin öğretisi seküler devleti aşağılayarak dinin altına alırken, Kemalist etatokrasi, dini bir tehlike ve tehdit kaynağı olarak algılamış ve devletin altına almıştır. Türkiye’deki etatokrasi büyük ölçüde teokrasiyi andırmaktadır. Teokraside bir klerji sınıfı (ruhban sınıfı) devletin tepe noktasında bulunur. Toplumsal, siyasal ve hukuksal kurum ve değerlerin temel referansını bu sınıfın iradesi oluşturur. Klerji sınıfı kendine özgü bir hukuka sahiptir ve bir çok yönden imtiyazlı bir sınıftır. Bu sınıfın dini sıfatı olduğu gibi siyasi sıfatı da vardır ve bu sıfatıyla sistemin sigortası durumda bulunur. Türk etatokrasi sistemi klerji sınıfının yerine askeri ve sivil bürokrasiyi geçirmiştir. Bu sınıf ise bilimsel ve rasyonel değerlere dayanmaktan çok ideolojik bir hissiyata dayanır. Bilim ve aklı sürükleyen, besleyen temel itici güç “kuşku” ve “eleştiri”dir. Oysa askeri bürokrasinin lugatında doğal olarak kuşku ve eleştiriye yer yoktur. Türk etatokrasisisin tarihsel bir boyutunun olduğunu söylemek mümkündür. Devlet bürokrasisini dini bürokrasinin üzerine çıkaran Osmanlı sistemi de kısmen bu özelliği taşımaktadır. Ancak dinle devlet arasındaki ilişkiyi dizayn ederken dini bürokrasiyi devlet bürokrasisinin altına yerleştirmesine rağmen Osmanlı devlet sistemi dini değerlerden ve simgelerden yaygın biçimde yararlanmıştır. Hatta biraz daha ileri gidilerek din alttan bazı yönlerden devlet yapısıyla bütünleşmiştir. Bu haliyle din sistemin itibar ve saygı gören önemli kaynaklarından biridir. Bu bakımdan Osmanlı etatokrasisini “yumuşak” bir etatokratik sistem olarak tanımlamak mümkündür. Osmanlı son yüzyılında giderek globalleşen dünyanın hissettiği hukuksal sisteme periferi konumundaki Osmanlı Şer’i hukuku karşılık vermede yetersiz kalmıştır. Böyle olunca Osmanlı, son yüzyılda Batıdan yaptığı kanuni iktibaslarla bir “hukuk kayması” yaşamıştır. Fakat Osmanlı bu hukuk kaymasını yaşarken yukarıda ifade ettiğim gibi dine karşı aşağılayıcı ve dışlayıcı bir tutum sergilememiştir. Oysa Cumhuriyet Türkiye’sinde etatokratik sistemin kurucu eliti Türk toplumuna, özellikle de geleneksel muhafazakar kesime karşı adeta Fransız jakobenlerinin dini aristokrasiye yaptığını yapmıştır. Geleneksel-muhafazakar değerlerle birlikte bu değerlerin ve sembollerin kaynağını teşkil eden geleneksel dini yaşam biçimi de aşağılanmıştır. Bu değerleri yaşayanlar “irtica”, “gerici”, “hain”, “potansiyel düşman” vs. gibi aşağılayıcı etiketlerle suçlanmış ve sistemin dışına çıkarılmaya çalışılmıştır. Kemalist etatokratik sistem bu yönüyle Batıda değişik kesimler arasındaki barışı ve birlikte yaşamayı sağlamak üzere geliştirilmiş olan sekülerizmle taban tabana zıtlık arz etmektedir. Sekülerizmin Batı toplumlarındaki özgürlükçü özelliğinin aksine Türkiye’deki etatokratik sistem özgürlükleri daraltıcı olmuştur. Türkiye’de Cumhuriyetin başından bugüne kadar (giderek sertlikten yumuşak bir evrim geçirecek şekilde) devam eden bir gelenek içinde resmi söylemdeki laiklik özellikle de dini kesimlerin özgürlük alanını daraltıcı bir manifesto olarak kullanılmıştır. Türk laikliğinin bu anlamda iki bariz özelliği dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi “felsefi” olmaktan çok “politik” ve “reaksiyoner” olması; ikincisi ise özgürlükçü olmaktan çok özgürlükleri engelleyici olmasıdır. Mesela bir Kemalist, “laik” olduğunu ifade ettiğinde bir felsefeye, bir yaşam biçimine, bir dünya görüşüne vurgu yapmaktan çok; muhafazakar, dindar, gelenekselci vs. olmadığını beyan etmektedir. Türk laikliğinin bu politik özelliğinden dolayı İslami bir kisve, bir yaşam biçimi, bir organizasyon, bir ekonomik teşebbüs, bir toplantı bir zikir halkası “laikliğe aykırı”; hatta daha da ileri gidilerek “laiklik karşıtı” olarak telakki edilebilmektedir. Bugün bu anlamda yaşanan önemli gerilimlerden biri “başörtüsü” konusunda kendisini göstermektedir. Devlet başörtüsünü, bunu kullananların beyanlarına rağmen, ideolojik bir sembol olarak görmekte, onu kullanmayı da devlete ve rejime karşı bir başkaldırı olarak nitelendirebilmektedir. Türkiye’de 1950 sonrası çok partili hayatla birlikte gelişen demokratikleşmeye paralel olarak etatokratik sistemin parametrelerinde nispi bir yumuşama göze çarpmaktadır. 1950 seçimlerine gitmeden önce yeniden eğitim faaliyetine başlayan İmam Hatip okulları ve İlahiyat fakülteleriyle dini eğitimin önü açılmıştır. Bundan da önemlisi demokratik siyasetin bir gereği olarak din eksenli sivil toplum örgütleri kamusal yaşam alanında görülmeye başlamışlardır. Özellikle 1980 sonrasındaki iktisadi ve siyasi liberalleşmeye paralel olarak diğer sivil toplum örgütlerinin yanında dini sivil toplum örgütleri de kamusal alana yoğun biçimde girmiştir. Ekonomiden eğitime, siyasetten entelektüel alana değin uzanan geniş bir yelpaze içinde İslami grupların sesi her geçen gün daha fazla duyulurken; toplumsal düzeyde de geleneksel dinsel değerlere karşı dikkate değer bir yöneliş yaşanmaktadır. 1980’lere kadar siyasal partilerin himayesinde varlık gösteren dini gruplar 1980 sonrası dönemde siyasal partilere karşı özerklik kazanacak, hatta siyasal partilerin üzerine çıkacak kadar önemli güç kazanmışlardır. Özellikle de 2000’li yıllarda artık dini gruplar siyasal partilere değil, siyasal partiler dini grupların desteğine ihtiyaç hissedecek duruma gelmişlerdir. Demokratik sürecin getirmiş olduğu yumuşamaya rağmen Türkiye’de resmi din anlayışı etatokratik sistemin parametreleri üzerinde Tek Parti döneminde inşa edildiği biçimiyle varlığını sürdürmektedir. Bugün kamusal yaşam alanında önemli bir etkinlik göstermesine rağmen dini grupların, simgelerin ve değerlerin sistem bazında bir meşruiyeti yoktur. Sistemin bunlara ilişkin biri “resmi” biri de “fiili” olmak üzere iki politikası bulunmaktadır. Demokratik kamusal alanda görülmekte olan dini organizasyonlar, değerler ve simgeler aslında resmi olarak büyük ölçüde yasaktır. Mesela tarikatlar ve tarikat yapısı içinde geçerli olan lakap ve unvanlar Devrim Kanunları gereği yasaktır. Hatta Devrim Kanunlarını biraz esnek yorumlamak suretiyle kamusal yaşam alanındaki bir çok varlığa ve değere son vermek mümkündür. Nitekim 28 Şubat sürecinde resmi politikaların bazıları devreye sokularak kamusal yaşam büyük ölçüde dini değerler ve simgeler için daraltılmıştır. Türkiye’de fiili durum yasal durumu aşacak nitelikte bir esnekliğe sahiptir. Bu da aslında demokratik sistemin Türkiye’nin fiili hayatına kısmen hakim olduğu, ancak resmi yapısına henüz tam anlamıyla nüfuz etmediği anlamına gelmektedir. Etatokratik Sistemin Tek Hakikat Anlayışı Genel olarak Batı toplumlarında hakim olan anlayışın “çok hakikatlilik” olduğunu görmekteyiz. Çok hakikatliliği yaşatmak ve ayakta tutmak için de seküler sistem bir araçsal mekanizma olarak gelişmiştir. Batı toplumlarındaki çok hakikatlilik sadece sistemin çok hakikatliliğe açık olmasıyla sınırlı kalmamış, aynı zamanda sistem içindeki unsurların da kendi içinde çok hakikatli bir karakter kazanmasını sağlamıştır. Bu anlamda çok hakikatliliğin hem kamusal politikaların, hem de sivil toplum örgütlerinin yaygın bir özelliği olduğunu söylemek mümkündür. Çok hakikatlilik konusunda “Amerikan medeniyeti” çok önemli bir örnek oluşturmaktadır. Amerikan medeniyetinin kurucu önderleri daha bağımsızlığı elde ettikleri ve Amerika’yı bir dünya devleti haline getirmeye çalıştıkları sırada bu medeniyeti özgürlükçü ve çok hakikatli bir siyasal ve seküler sistem üzerine bina ettiler. Buradan hareketle hakikat iddiası olan, olabilen veya olabilecek her varlık alanı kendi projeleri ve dinamikleriyle Amerikan kamusal yaşamında yer alabilmiştir. Bu da yaklaşık iki yüz yıllık bir toplumun dünyaya hükmedebilecek güçte bir medeniyete dönüşmesine imkan sağlamıştır. Batı toplumlarındaki çok hakikatli anlayışın aksine Türkiye’de Cumhuriyetin kurucu kadrosu sistemi “tek hakikat” anlayışı üzerine bina etmiştir. Cumhuriyetçi kadroların kafasındaki yegane hakikat Batı uygarlığının gelmiş olduğu muasır medeniyet seviyesidir. Muasır medeniyeti de Cumhuriyetin kurucu kadrosu geniş bir perspektif ve yaklaşımla algılayamamıştır. Zira Cumhuriyeti kuran kadronun büyük ölçüde askeri kökenli olduğunu düşündüğümüzde onların mesleki kariyerlerinin Batı medeniyetini değişik açılımlarıyla algılamak için yeterli olmadığını görürüz. Bu bakımdan kurucu elit Batı uygarlığını Batı siyaset düşüncesinin bir yorumu ve açılımından ibaret kabul etmiştir. Cumhuriyetçi elitin referansı J. Bodin, J. J. Rousseau ve Voltaire gibi bir kaç batılı düşünürle sınırlı kalmıştır. Zengin bir Batı külliyatı ile beslenemediği; yerel kültür ve bilgi birikiminden de boşaldığı için Türkiye’deki siyasal sistem toplumu açacak, genişletecek bir zenginlik yaratmak yerine; onu daraltacak ve kısacak sert bir politik tutum geliştirmiştir. Başka bir deyişle sistem felsefi ve derin toplumsal kabulleri olan bir yaşam biçiminden çok reaksiyoner ve cebri özellikler taşıyan politik bir karakter kazanmıştır. Türkiye’deki kurucu liderler toplumun tüm kesimlerini kapsayacak genişlikte bir sistem bina etmek yerine, muasır medeniyeti farklı biçimde okuyabilen değişik kesimleri dışlayarak iktidara endeksli dar, kapalı ve dogmatik bir sistem inşa etmiştir. Toplumsal zenginliğe öncülük edecek yere siyasal iktidarı ele geçirme mücadelesi verilmiş; iktidarı korumak için de değişik kesimlerden aydınlar, siyasetçiler ve düşünürler sistemin dışına itilmiştir. Kemalizm’in mutlak tek hakikatçi özelliği bu doktrinin bugün bile esnemesine ve muasır medeniyetin yükselen değerlerine göre şekillenmesine engel teşkil etmektedir. Proje retorik düzlemde muasır medeniyet projesidir. Ancak uygulamada Kemalist medeniyet projesi bazen muasır medeniyetin değerlerinden büyük bir sapma göstererek gerçekte batıda Faşizm, Nazizm ve Stalinizmin dışında görülmeyen bir şark despotizmine yönelmiştir. Muasır medeniyet coğrafyası içinde ortaya çıkan bu üç ideoloji de muasır medeniyetin esasını oluşturmaz; birer arızi durumunu oluşturmaktadır.
-
TÜRKİYE’DE RESMİ DİN ANLAYIŞI......
Kısaca, Batı toplumlarında seküler sistemin en önemli sonucu olarak seküler devlet din nezdinde bir meşruiyet sağlamış ve dinle devlet alanı birbirinden ayrılmıştır. Buradan dinin “devletsizleştirilmesi” ya da devletin “dinsizleştirilmesi”ni değil, devletin işleyişi ile dini organizasyonların işleyişinin birbirinden ayrıldığını anlamak lazım. Ancak bir çok batılı toplumda devlet politikalarında ve devlet kurumlarında dini değerler, söylemler ve semboller önemli referanslar olmaya devam ederken; dini gruplar da devlet ve politika üzerinde etki kurmaya çalışmaktadırlar. Bunun tipik örneğini Amerikan seküler sisteminde görmekteyiz. Özellikle Soğuk Savaş döneminde dini değerler ve semboller Amerikan politikasının itici gücü haline gelmiştir. Paraların üzerindeki “Tanrıya güveniriz” yazısı, “Tanrının gölgesinde bir ulus” söylemi veya daha genel olarak siyasetçilerin dini değerlere ve hayata yaptıkları vurgular buradaki seküler sistem içinde mümkün olabilmiştir. Bununla birlikte A. Tocqueville’nin daha on dokuzuncu yüzyılın ortasında dikkat çektiği örgütlü sivil toplum dinamiğini oluşturan en önemli kurumların, Amerikan dini gruplarından geldiği bilinmektedir. Gerek Amerika’da gerekse diğer Batılı toplumlarda seküler sistem kamusal yaşamı ve toplumu dini değer ve sembollerden ayırmaktan çok dinin işleyişinin devlete karşı bağımsızlık kazanmasına hizmet etmektedir. Hatta Amerikan sisteminde sekülerizm, devletin dine karşı bağımsızlığını kazanmasından çok, dini organizasyonların devlet karşısında bağımsız olmasını anlatmaktadır. Bu bakından sekülerizme burada en fazla sahip çıkan gruplar dini gruplardır. Türkiye’de Etatokratik Sistemin İnşası Batı toplumlarında dinin ulusallaşmasında rol oynayan aktörler dini grupların kendileri olmuştur. Uluslaşma ile sekülerleşmenin el ele giden iki proje olması ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilemiş olmaları önemlidir. Türkiye’de uluslaşma ve sekülerleşmenin hem cumhuriyet döneminde hem de Cumhuriyetten yaklaşık yüz yıl öncesinden başlayarak el ele gitmesi sekülerleşmenin seyrini Batıdakine benzetmektedir. Ancak Türkiye’deki uluslaşma ve sekülerleşmeye yakından bakıldığında hem dinamikleri, hem aktörleri hem de sonuçları bakımından büyük farklılıkların olduğu görülmektedir. Her şeyden önce Türkiye’de batıdaki seküler ve ulusal yapıya ivme kazandıran Protestanlık gibi bir hareketin gelişmesine zemin hazırlayacak tarihsel siyasal veriler yoktur. Evrensel ve merkeziyetçi dini otoriteden kopuşu ifade eden Protestanlık tarzı bir hareket olsa olsa Osmanlı himayesindeki diğer İslam toplumlarından beklenebilirdi. Zira Osmanlı’nın hükümran bulunduğu dünyada payı taht olan millet Osmanlı’nın çekirdek yapısın oluşturan Türklerdi ve hilafeti onlar temsil etmekteydiler. Bununla birlikte Hilafetin Osmanlı tarihi boyunca dinsel içerikli olmaktan çok siyasal içerikli olması bu makamın Katolik Kilisesinde olduğu gibi evrensel dini bir otorite olmasına engel teşkil etmiştir. Bu bakımdan Protestanlık gibi milliyetçi dinsel bir hareketin Osmanlı hanedanlığına karşı ne Türkiye’den ne de başka bir ülkeden gelmesine zemin hazırlayacak bir tarihsel arka plan söz konusu olmamıştır. Türkiye’de Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ortaya konan politikalar bazı yönleriyle protest özellikler taşımaktadır. Ancak bu politikalar Katolik Kilisesi tarzındaki merkezi ve hiyerarşik bir dini otoriteye karşı olmaktan çok bir iktidar odağına karşı olmuştur. Cumhuriyet döneminde Osmanlı’dan kopuşu ifade eden uygulamalar büyük ölçüde Osmanlı’dan devralınan siyasal iktidar ve biçimine karşı olmuştur. Kaldı ki Cumhuriyet dönemindeki uygulamaların önemli bir kısmı Osmanlı dönemindeki uygulamaların devamı niteliğindedir. Özellikle yeni rejimde, dinin devlet altında yer alması ilkesine dayanan din-devlet ilişkisi Osmanlı’daki geleneğin bir devamı niteliğindedir. Din-devlet ilişkisi bakımından Osmanlı siyasal sisteminin iki başat özelliği dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi devletin dinin üzerinde bir konumda olmasıdır. Katolik Orta Çağ Avrupasının tersine Osmanlı’da din Meşahit kurumu aracılığıyla devletin altında örgütlenmiş, Osmanlı tarihi boyunca devlet maslahatının yanında ikinci konumda kalmıştır. Meşahit Kurumunun başı olan Şeyhülislam Osmanlı’nın karar mekanizması durumunda olan Divan’ın altı yedi kişilik çekirdek kadrosu içinde yer alamamıştır. Bazı dönemlerde Divan’da yer almasına rağmen hiçbir zaman diğer üyeler gibi oy hakkına sahip olamamıştır. Dolayısıyla Divan’da daha çok istişari mahiyette yer almıştır. Osmanlı siyasal sisteminin ikinci özelliği ise Örf-i Hukukun (seküler hukuk) Osmanlı tarihi boyunca Şer’i hukukun üzerinde yer almasıdır. Kamusal hukuk Osmanlı’da Şer’i hukuka değil, (Sultanın emir ve iradelerini de içeren) zamanın koşullarına göre formüle edilen Örf-i Hukuka dayanmaktaydı. Osmanlı siyasal sisteminde din önemli bir motivasyon, hatta yer yer meşrutiyet kaynağı olmasına rağmen, Şer’i Hukuk genel olarak özel yaşam alanıyla sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla gerek örgütlenmesi, gerekse hukuksal ağırlığı itibariyle Osmanlı’da dini maslahat devlet maslahatından sonra gelmekteydi. Bu nedenle Osmanlı sistemini teokratik olmaktan çok, yarı-seküler bir sistem olarak tanımlamak daha doğrudur. Osmanlı siyasal sistemi, son yüz yılda yapılan idari, hukuki, iktisadi, siyasi ve eğitim alanındaki reformlarla seküler bir sisteme doğru iyice kaymıştır. Cumhuriyet rejimi bazı yönleriyle kendisinden aşağı yukarı yüz yıl önce başlayan batılılaşma eksenindeki reform hareketini devam ettirmiştir. Ancak bazı yönlerden Osmanlı’dan ayrılmaktadır. Cumhuriyeti Osmanlı’dan ayıran önemli noktalardan biri uluslaşma hareketi, bir diğeri ise dine ilişkin politikalarda görülmektedir. Cumhuriyeti kuran devlet eliti vatan, millet ve devlet üçlüsüne dayalı yeni bir yapı vücuda getirmeye çalışmıştır. Vatan Anadolu toprakları, devlet Osmanlı’dan devralınan devlet yapısının reforme edilmiş biçimi, millet ise yeniden inşa edilecek olan bir varlık olacaktı. Bu bakımdan kurucu devlet elitinin din politikası daha çok yaratılacak olan topluma ilişkin olarak karşımıza çıkmaktadır. Milleti inşa ederken, dinsiz millet olamayacağı varsayımından hareketle dine belli bir yer verilmiştir. Ancak Kemalist elit dini bir din olarak görmekten ziyade Mustafa Erdoğan’ın ifadesiyle bir “duygu” biçimi, bir “manevi kaynak” olarak görmüştür. Buradan hareketle Türkiye’nin milli ethosunu oluşturmak için İslam, kaynaklardan bir kaynak olarak telakki edilmiştir. Dinin Osmanlı’da hatta daha öncesi dönemlerde hep devlet hiyerarşisi içinde yer almış olmasından ve onun varlığıyla büyük ölçüde birleşmesinden dolayı ne genel olarak İslam toplumlarında ne de Osmanlı’da devletin üstünde ya da ondan bağımsız olarak bir kilise kurumu gelişememiştir. Bu bakımdan devlet 1920’lerde din-devlet ilişkisini düzenlerken dine “bir din gibi” muamele etmekten ziyade onu bir maneviyat kaynağı olarak kabul etmiş, bu kaynağın kullanım hakkını da kendisinde görmüştür. Bu kaynaktan bazen yararlanma yoluna gitmişken, bazen de alanını daraltıcı politikalar geliştirmiştir. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında devletin dine ilişkin politikaları dört noktada özetlenebilir. Bunlardan birincisi dini kurumların ılga edilerek yerlerine seküler kurumların inşa edilmesi olmuştur. 1920 yılında Şeyhülislamlık kurumu yerine geçmek üzere Ankara Büyük Millet Meclisi tarafından kurulan Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ile Hilafet kurumu 1924 yılında çıkarılan bir kanun ile lağvedilmiştir. Bu kurumları ikame etmek üzere aynı yıl Şeyhülislamlık kurumuna göre kapsamı daraltılmış olan Diyanet İşleri Reisliği kurulmuştur. Diyanet İşleri Reisliğine yüklenen görev dini yaşam, ibadet ve tebliği organize etmek olmuştur. Yine yasaklanan köklü kurumlardan biri de Osmanlı tarihi boyunca tarikatların merkezi durumundaki Tekke ve Zaviyeler olmuştur. Tekke ve Zaviyeler 1925 yılında çıkarılan bir Kanunla yasak kurumlar haline getirilmişlerdir. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, dolayısıyla tarikat çalışmalarının yasaklanması ile devlet dini faaliyetleri ve yaşam biçimini mutlak anlamda kendi kontrolü altına almış ve bunun toplumsal ayaklarını kırmıştır. Dinin toplumsal dayanaklarını ortadan kaldırmak ve onun üzerinde mutlak anlamda hakimiyet kurmak üzere ikinci politika olarak eğitim alanındaki tek-tipleştirme çalışmaları devreye girmiştir. 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile askeri ve dini eğitim dahil olmak üzere bütün eğitim faaliyetleri Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde birleştirildi. Bu Kanun eğitimin sekülerleşmesi, ulusallaşması ve tek-tipleştirilmesini ön görmüştür. Bu politikanın bir gereği olarak toplumun dini hizmetlerini yürütmek üzere İmam ve Hatip mektepleri ile Darülfünun altında bir İlahiyat Fakültesi kurulmuştur. Kısa bir süre sonra askeri eğitim Milli Eğitim Bakanlığından alınarak özerk bir hüviyete kavuşurken, dini eğitim veren İmam ve Hatip mektepleri ile İlahiyat Fakültesi 1930 yılında kapatılmıştır. Bununla birlikte kendi çabasıyla dini eğitim alma faaliyeti yasaklanarak dini kaynakları okuyanlar devlet kovuşturmasına tabi tutulmuş ve cezalandırılmışlardır. Gerek resmi eğitim, gerekse toplum bazındaki sivil eğitim üzerinde kontrol sağlayan devlet bu yolla “bilgi” ve “inanç” kaynağını tamamen eline almayı başarmıştır. Devletin dine ilişkin üçüncü uygulaması hukuki düzenlemeler alanında görülmektedir. Hukuksal düzenlemelerin en köklü olanı 1926 yılında kabul edilen İsviçre Medeni Kanunu’dur. Bu kanunla birlikte aile hukuku tamamen batılılaşırken, bunu takip etmek üzere yine batıdan Borçlar ve Ceza Kanunu gibi kanunlar alınarak İslam’ın kısmen işgal ettiği hukuksal alan Batı menşeli bir hukuk sistemi ile yer değiştirmiştir. 1928 yılında “devletin dini din-i İslam’dır” ibaresinin Anayasadan çıkarılması ve 1937 yılında Anayasaya laiklik ibaresinin konmasıyla İslam, hukuk sisteminden büyük ölçüde tasfiye edilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki hukuk kayması (Şer-i Hukuktan, Batılı hukuk sistemine geçiş) değişik alanlardaki boşluğu doldurmak üzere iktibas edilen kanunlarla sağlamlaştırılmaya çalışılmıştır. Kurucu devlet elitinin dine ilişkin dördüncü politikası ise sembolik değeri olan alanlarda görülmektedir. 1925 yılında çıkarılan Şapka Kanunu; 1928 yılında kabul edilen Latin Alfabesi; 1932 yılında ezanın ve kametin Türkçeleştirilmesi; 1934 hacı, hafız, ağa, şeyh, molla gibi unvan ve lakaplar ile bazı kisvelerin yasaklanması; 1935 yılında hafta tatilinin Cumadan Pazar gününe çevrilmesi gibi uygulamalar sembolik değeri olan uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Kısaca 1923-1950 yılları arasındaki Tek Parti döneminin dine ilişkin politikaları kamusal alanı dini değerlerden, toplumu da dini simgelerden arındırmayı amaçlamıştır. Toplumun dini ihtiyacını karşılamak üzere kurulan Diyanet İşleri Reisliği dini eğitimin (sıradan vatandaşın Kur’anı okuması dahil olmak üzere) tamamen yasaklanmış olması bakımından bu dönemde fiilen işlevsiz hale gelmiştir. Devlet bu dönemde Osmanlı siyasal sisteminde ve toplumsal yapısında derin kökleri ve izleri olan dinin etkisini azaltmak için onun üzerinde mutlak anlamda kontrol ve denetim sağlamıştır. Devlet mülkiyet hakları, ekonomik ve beşeri kaynaklar, kültür ve sanat üzerinde kurduğu mutlak denetimi din üzerinde de kurmak suretiyle topluma mutlak anlamda hakim olmayı başarmıştır.
-
TÜRKİYE’DE RESMİ DİN ANLAYIŞI......
TÜRKİYE’DE RESMİ DİN ANLAYIŞI: ETATOKRATİK SİSTEMİN İNŞASI Türkiye’de Cumhuriyet bir çok yeni özelliğinin yanı sıra esas itibariyle bir “batılılaşma” ve “millileşme” hareketidir. İktisat ve siyaset alanında olduğu gibi din-devlet ilişkisi alanında da devletin politikalarına esas teşkil eden bu iki ana politika olmuştur. Buradan hareketle Batıdaki milli din anlayışının ve gelişiminin analizi Türkiye’deki resmi din anlayışını anlamamızı kolaylaştırıcı olacaktır. Batıda ulusal dinin tesisi hangi aşamalardan geçmiştir, bunu sağlayan faktörler nelerdir ve bunun siyasal sonuçları neler olmuştur sorularına cevap vermek suretiyle Türkiye’deki resmi din anlayışını ve politikalarını daha iyi anlayabiliriz. Bu bakımdan bu çalışmada din-devlet ilişkisinin Batıdaki yaklaşık iki bin yıllık tarihi kısaca analiz edildikten sonra Türkiye’de adına “etatokratik sistem” dediğim sistemin inşası üzerinde durulacaktır. Bu sistemin Batıdaki sekülerizmden farklı olarak Türkiye’de nasıl bir din-devlet ilişkisini ortaya çıkardığı ve bunun sosyal ve siyasal sonuçları ayrıntılı biçimde ele alınacaktır. Sekülerizmin İnşası ve Din Devlet İlişkileri Hıristiyanlık eksenindeki Batıda din-devlet ilişkileri ana hatlarıyla üç farklı döneme ayrılarak incelenebilir. Birinci dönem Yeni Ahit’in esas alındığı ilk beş yüz yıllık dönemdir. Yeni Ahit Hıristiyanların, başlarındaki yönetimlere mutlak anlamda boyun eğmelerini emretmiştir. Yeni Ahit’te devlet toplum ilişkileriyle ilgili prensipler iki yerde zikredilir. Bunlardan biri Hz. İsa’ya, diğeri ise Aziz Pavlus’a aittir. İsa, “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını Tanrıya verin” (Matta 21-22) diyerek Roma’ya verginin verilmesini dolayısıyla yönetime boyun eğilmesini tavsiye etmiştir. Pavlus da Romalılara gönderdiği mektupta Hıristiyanlara kesin ve açık ifadelerle nasihatte bulunur. Bütün yönetimlerin Tanrıdan olduğu düşüncesinden hareketle inananların İlahi cezaya çarptırılmamaları için başlarında bulunan yönetimlere mutlak surette itaat etmeleri gerektiğini vurgular (Romalılar 13/1-7). Din-devlet ilişkisiyle ilgili bu iki ilkeyi vaaz eden Yeni Ahit tüm insanların kardeşliği fikrinden hareketle inananlar için sevgi, dayanışma ve kardeşliğe dayalı mütevazı bir yaşam biçimi önermiştir. Hıristiyanlar ilk yüz yıllar boyunca dini politik bir mecraya çekmeden bu mütevazı yaşam biçimiyle yetindiler. Batıda din devlet ilişkisiyle ilgili ikinci dönem Roma İmparatorluğu’nun zayıflama ve giderek yıkılma sürecine girdiği beşinci yüzyıldan itibaren başlar. Batı Roma’nın yıkılma süreci ile Hıristiyanlığın bir merkezi ve siyasi güç olarak yükselmesi aynı dönemlere denk gelmektedir. Dördüncü yüzyılın ortalarında Batı Roma’dan ayrılan Bizans yaklaşık elli yıl sonra Hıristiyanlığı resmi din olarak tanımış ve diğer inançlara yasaklama getirmiştir. Böylece devletin altında örgütlenen ve ona bağımlı bir dini model olan Ortodoksluk tesis edilmiştir. Oysa pagan sistemine dayalı Batı Roma’da İmparatorluk, yıkılıncaya kadar Hıristiyanlıkla barışmamış ve Hıristiyanlara büyük eziyetler yapmıştır. Bu bakımdan İmparatorluğun zayıflamasıyla Hıristiyanlar adeta İmparatorluktan intikam alan bir teoloji geliştirdiler ve bu teoloji Avrupa’ya yaklaşık bin yıl boyunca hükmetti. St. Ambrose, St. Gregory ve St. Augustine gibi kilise babaları tarafından geliştirilen bu teoloji kilise kurumunu hem dünyevi hem de uhrevi otoritenin merkezi haline getirdi. Bunlardan St. Augustine ruhla beden ayrımından hareket ederek “seküler otorite” ile “ilahi otorite” arasında keskin bir ayrım anlamına gelen “iki kılıç” doktrinini geliştirdi. Ona göre seküler otorite bedensel arzu ve dürtülere dayanırken; İlahi otorite ruhsal arzulara dayanmaktadır. Birincisi şeytanın, ikincisi ise Tanrının krallığı anlamına gelmektedir. Şeytanın tarih içinde gelmiş geçmiş en büyük krallığının Roma İmparatorluğu olduğunu ileri süren St. Augustine seküler devletin mutlak surette İlahi otoritenin hizmetine girmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre bir seküler devlet ancak ilahi otoritenin hizmetine girdiği zaman meşru olarak kabul edilebilir. Bu görüşleriyle Yeni Ahit’tin içeriğinden farklı bir yorum geliştiren Augustine Katolik Kilisesini ilahi otoritenin yer yüzündeki temsilcisi olarak ilan etti. Kiliseyi “Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü” olarak kabul eden St. Augustine onu aynı zamanda dinin kendisi, başka bir deyişle dinsel referansın yegane temsilcisi haline getirdi. Augustinian öğreti biraz daha ileri giderek Kitab-i Mukaddes’te eşit kardeşler olarak tanımlanan müminleri sıradan insanlar (lay men) sınıfı ile ruhban sınıf (clergy men) şeklinde iki farklı sınıfa ayırdı. Bu sınıflardan birincisinin hidayeti ve kurtuluşu ruhban sınıfına mutlak surette itaat etmesiyle mümkün olacaktı. Bu öğreti kısaca Katolik Kilisesini kutsal kitabın yerine geçirmiş ve iki dünyadaki kurtuluşun ancak bu otorite ile mümkün olacağını beyan etmiştir. Evrensel kilise anlamına gelen Katolik Kilisesinin bu doktrin üzerine inşa edilen etkisi aşağı yukarı Rönesans ve Reform hareketlerinin başladığı döneme kadar devam etmiştir. Bu öğretiyle birlikte beşinci yüzyıldan itibaren seküler otorite mutlak anlamda İlahi otoritenin hükümranlığı altına girmeye başlamış, dünyevi olana karşı müthiş bir aşağılama tutumu yaygınlaşmıştır. Orta Çağ Avrupası büyük ölçüde bu öğretinin etkisi altında kalmıştır. Hıristiyan dünyada din-devlet ilişkisiyle ilgili üçüncü dönemi St. Thomas Aqunas’la başlatmak mümkündür. Aqunas on üçüncü yüzyılda, Orta Çağ Hıristiyanlık teolojisinde aşağılanan “beşeriliğe” yeniden değer kazandırmakla bu anlayışta bir gedik açmıştır. Aqunasçı öğreti insan ürünü olan şehirlerin, sanatların, bilimsel çalışmaların, devlet yönetme sanatının ve hukukun şeytan eseri olarak değil; kıymetli ve muteber şeyler olarak kabul edilmesi gerektiğini beyan etmiştir. Geliştirdiği dörtlü hukuk sisteminde insana da yer vermiş olması, Aqunasçı öğretinin Orta Çağın girişinden sonra Hıristiyanlıkta sekülerizme ilk defa yer açtığı anlamına gelmektedir. Hukuk sistemini Ebedi hukuk, Tabii hukuk, İlahi hukuk ve Beşeri hukuk şeklinde dörde ayıran Aqunas Augustine’nin öğretisinden sonra ilk kez insanın yaptığı yasaya meşruluk kazandırmıştır. Böylece özellikle yönetime ilişkin seküler (dünyevi) olanla uhrevi olan arasındaki keskin ayrıma dayanan Augustinian tarzı iki kılıç doktrini teolojik anlamda darbe yemiş oldu. Yaklaşık iki yüz yıl sonra Martin Luther ve Jean Calvin Aqunas’ın elinde dünyevi bir karakter kazanan Skolastik felsefenin temelleri üzerinden ulusal karakterli protest bir hareket başlatarak seküler devletin inşasına katkıda bulundular. Adının gösterdiği gibi Protestanlık öğretisi pür teolojik bir öğreti olmaktan çok, ihtişam ve siyasal güç kaynağı haline gelen evrensel Katolik Kilisesine karşı ulusal bir protest hareket özelliği taşımaktadır. Martin Luther’in Wittenberg’de bir kilisenin duvarına asarak hareketine başlangıç teşkil eden 95 ilkenin üzerinde yoğunlaştığı üç nokta çok önemliydi. Bunlar şu şekilde özetlenebilir: Katolik Kilisesinin inananlar arasında yaptığı sıradan ve ruhban sınıf ayrımına son verilmeli, ulusal krallara mutlak anlamda itaat edilmeli ve Roma Papalığına vergi vermekten vazgeçmeli. Luther, dinin zorunluluktan dolayı papaz (bishops by necessity) olarak kabul ettiği kralların altında örgütlenerek ulusal bir karakter kazanmasını sağlamıştır. Luther’le aynı teolojik anlayışı paylaşan Calvin, Luther’in aksine, seküler devlet konusunda Augustinian öğretiden fazla sapmamıştır. Ona göre ulusal dini organizasyonlar seküler devletin altında yer alamaz, olsa olsa ondan bağımsız olarak örgütlenmelidirler. Seküler otoriteleri kurtuluşun harici araçları (external means of salvation) olarak kabul ettiği için onlarla stratejik bir işbirliği içinde olunmasını önermiştir. Hıristiyan dünyadaki üçüncü dönemin en önemli olayı olan Protestanlığın beş ana sonucundan söz etmemiz mümkündür. Bunlardan birincisi Kilise, ruhban sınıfının bir üst otoritesi olarak, bireyle tanrı arasındaki ruhani ve şefaatçi kurum olma özelliğini yitirmiştir. Bunun yerine Protestan dünyada kiliseler ibadeti organize eden fiziki mekanlar haline getirilmiş ve otoritesi bu dünyaya hasredilmiştir. Protestanlık ikinci olarak inananlar arasındaki keskin ayrımı kaldırarak eşitlik ilkesini getirmiştir. Böylece dünyeviliğin merkezini oluşturan sıradan insanı, başka bir deyişle beşeri yücelten bir doktrin olmuştur. Üçüncü olarak, inananların Kiliseden değil, kutsal metinden beslenmelerini sağlamak suretiyle dini bireysel bazda tüketilebilir kılmıştır. Başka bir deyişle herkesi kendi kendisinin papazı haline getirerek bireyciliğin önünü açmıştır. Böylece bir birey kilise otoritesine ve cemaat yapısına bağlı kalmaksızın dini kendi başına okuyup anlayabilecek duruma gelebilmiştir. Protestanlık dördüncü olarak dinin ulusal bazda örgütlenmesini sağlamıştır. Katolik Kilisesi ile olan bağların koparılması ve her ulusun kendi ulusal dini organizasyonunu oluşturmasının yolu açılmıştır. Bu çabanın tipik sonuçları olarak Fransa’da Gallikan Kilisesi, İngiltere’de ise Anglikan Kiliseleri ulusal ölçekli kiliseler olarak teşekkül etmiş, bu trend daha sonra tüm Protestan toplumların sathına yayılmıştır. Protestanlığın beşinci ve konumuz açısından belki de en önemli sonucu ise seküler otoritelerin meşru olarak kabul edilmesi olmuştur. Böylece Orta Çağ boyunca devam eden seküler otorite ile ilahi otorite arasındaki gerginlik ortadan kalkmış; başka bir deyişle Protestan tarzı Hıristiyanlık devletler üzerindeki iddiasından vazgeçerek “politik” olmaktan çıkmış ve “sivil” karakterli bir din olma yoluna girmiştir. Protestanlık hem ulusal devletin teşekkülüne hem de dinle devletin ayrımı ilkesine dayanan seküler sistemin kurumlaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Seküler sistem zamanla Protestan ülkelerin sınırını da aşarak tüm Avrupa ve Avrupa kökenli toplumların temel siyasal sistemi haline gelmiştir. Batıda genel olarak biri Anglo Sakson dünyasındaki “sekülerizm”, biri de Fransız kökenli olan ve büyük ölçüde Fransa ile sınırlı kalmış olan “laicism” şeklinde iki gelenek gelişmiştir. Bu geleneklerden sekülerizm daha çok bir özgürlük ve konsensüs aracı olarak gelişmişken; laicism başlangıçta (özellikle de Fransız İhtilalinin yaşandığı dönemlerde) devletin büyük ölçüde ideolojik bir manifestosu ve dinle hesaplaşması şeklinde gelişmiştir. Fransa’da 1905 Ayrılık Yasasının çıktığı tarihe kadar genel olarak Kilise ile devlet arasında büyük bir husumet yaşanmış, bu husumet zaman zaman çatışmalara sahne olmuştur. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’da gelişen demokratikleşmeyle birlikte bu gerilim giderilmiş, laicism burada da nötr bir kamusal alanın inşa edilmesine yardımcı olarak barış ve özgürlük platformu haline gelmiştir.
-
Sosyal Güvenlik Reformu
Hergün bir sürü email gönderiyoruz. Ama bizi çok yakından ilgilendiren konularda duyarsız kalıyoruz. Lütfen bütün herkesi ilgilendiren bu konuyu okunmasını saglıyalım...... Sonuçta bu hizmetlerden bizler ve çocuklarımız yararlanacagız!!! Su anda mecliste bekleyen 5510 sayılı (Sosyal Sigortalar ve Genel Saglık Sigortası (SSGSS) yasa tasarısı eger yasalısırsa pek çok hakkımızı kaybedecegiz. Saglık ve sosyal güvenlik haklarımızda olusacak kayıplardan bazıları söyle: Ø Zaten kadınlar için 58, erkekler için 60 olan emeklilik yası hem kadınlar, hem de erkekler için 65'e çıkarılacak. (Madde 28) Ø Emeklilige hak kazanabilmek için yakın zamanda 5.000'den 7.000 güne çıkarılan prim ödeme zorunlulugu 9.000 gün prime çıkacak. (Madde 27) Ø Emekli maasları % 23 ila % 33 arasında düsürülecek. (Madde 29) Ø Yıpranma hakkı gasp edilecek Ø Aylık geliri 139,6 YTL'den fazla olan bütün vatandaslar her ay 73 ila 475 YTL Genel Saglık Sigortası primi ödemek zorunda kalacak. (Madde 88) Ø Sadece ayakta tedavi olununca degil; hastalık, kaza, ameliyat gibi nedenlerle hastaneye yatmak gerekince de 'katılım payı' adı altında para ödenecek. (Madde 68) Ø 'Katılım payı' gerektiginde beskatına kadar arttırılacak. (Madde 68) Ø Bütün saglık hizmetleri paralı olacak. Ø Saglık hizmeti alabilmek için bu ülkenin vatandası olmak, üstelik vergi ödemek, dahası Genel Saglık Sigortası primi yatırmak, hatta bir de 'katılım payı' ödemek yetmeyecek. Simdi bir de 'ilâve ücret' adı altında para ödemek gerekecek. (Geçici Madde 5) Ø Bütün dünyada anne sütünün önemi yeniden anlasılır ve emzirme tesvik edilirken Türkiye'de 'sigortalının çocuguna bir ay anne sütü yeter' mantıgı geçerli olacak. Daha önce dogum yapan sigortalılara altı ay süreyle verilmesi öngörülen emzirme yardımı bir aya düsürülecek. Ø Hastalanan sigortalılara verilen is¸ görememezlik ödenegi % 16 azalacak. (Madde 18, 19, 80) Ø Emekli Bag-Kur'lularının maas¸ından 10 yıl süreyle % 10 oranında Genel Sag?lık Sigortası primi kesilecek. (Madde 88) Ø Primini ödeyemeyen vatandaslar sag?lık hizmeti alamayacak , hastane kapılarından geri dönecek. (Madde 88, 89 ,90) Ø Primini ödeyemeyen çiftçilerin pamuguna bug?dayına, üzümüne tütününe el konulacak. (Madde 87) Su anda sadece Türkiye'de deg?il dünyanın pek çok ülkesinde benzer politikalar uygulanmaya çalıs¸ılıyor. Devletler sosyal güvenlik ve sag?lık harcamalarını azaltma çabasındalar. Fransa ve Yunanistan'da büyük grevler ve yürüyüs¸lerle bu yasalar engellenmeye çalıs¸ılıyor. Su an yasanın getirecekleri ile ilgili yeterli farkındalık yok. Biz de bu yasayı engelleyebiliriz. Biz kars¸ı koyarsak bu yasayı geçiremezler!
-
üstteki üye ile ıssız adaya düşseydiniz napardınız
Hıhhhh sen öyle san benim planlarımın ayasında seni karda bogmak var.seni öldüyüp kardan adam yapmak var burnunada hafuç takacam daha neley neler ehh senle düşeris birgün adaya ıssız veya ısslı
-
üstteki üye ile ıssız adaya düşseydiniz napardınız
Eneeee şuna bak ya beni yimekten başka bişey düşünmüyo işte gel bunu döfme bak acıktı isen sana kaarlı mantay vereyim hımmm hayikaaa nefis ama ısrar edersen beni yimeye seni blendıya atar minik parçalara böler köpegime hamburger köftesi yaparım bilesin hıııı
-
üstteki üye ile ıssız adaya düşseydiniz napardınız
Çıks falla dayakçı degilim busercan yangelip yatıyoduda ben ondan şey etiydim AYSUN ile ıssız adaya düşsem şapkasını alır kaçaydım
-
ÖNEMLİ TESPİTLER.. YA DA İTİRAFLAR MI DEMELİYDİM?
Abdüllatif Şener önceki akşam SKY Türk'deki canlı yayında Türk ekonomisi ile ilgili olarak dehşet sözler etti 1-Türkiye'de bugün örtülü bir ekonomik kriz var. 2-Sanayide uzun dönemdir ilk kez üretimde düşüş var. 3-Türkiye 1950'den 2006'ya kadar her yıl ortalama yüzde 4.5 büyürken, son çeyrekte büyüme yüzde 1.5'a indi. Bu alarm zilidir. 4-Temel tüketim mallarında enflasyon yüzde 12-14 arasıdır. 5-38 milyar dolara erişen cari açık Türkiye'nin geleceğini tehdit ediyor. 6-Tüketim düşerken bile cari açık büyüyorsa bundan endişelenmek gerekiyor. 7-Türkiye'nin dış pazarlarda rekabet şansı bitiyor. 8-İç pazar yabancılar tarafından ele geçiriliyor. 9-Türkiye'de 10 milyon insan günde 3 YTL'nin altında bir para ile geçiniyor. 10-Türkiye'de küçük esnaf bitmiş, işadamı can çekişiyor. 11-Türkiye'deki işsizlik oranı DİE'nin rakamlarının çok çok üstünde. 12-Fert başına milli gelirin arttığı beyanı doğru değil. Ucuz döviz hesaplamaları ile var olduğu ileri sürülen artış sanaldır. 13-Türkiye dünyanın en fazla faiz veren ülkesi. Pakistan ve Mısır'ın bile bir kaç katı fazla faiz ödüyoruz. 14-Keşke hemen ekonomik kriz olsa da, soruna kalıcı neşter atılsa. Krizin olmayışı daha fazla yabancılaşma ve ekonomik işgal demek. 15-Türkiye borçlanma rekorunu kırıyor. Özel sektör borcu bizim değil demek, olacak şey değil. 16-Türkiye borçlanacak para ve satılacak şey bulamadığı gün kıyamet kopacak demektir. Bugün yapılan sanal hava sürsün diye Türkiye'nin birikimlerinin yabancılara devridir. 17-Maliye Bakanı Mart'ta Avrupa'da kriz bekliyoruz diyor, piyasalar takmıyor. Savaş yani hareket var, piyasalar umursamıyor. Böyle bir yapı normal değildir. 18-Türkiye bugünkü ekonomi politikası ile geleceğini bitiriyor. 19-Hükümetin acil eylem planındaki 145 maddede İstanbul'un finans merkezi yapılacağı ve Merkez Bankası'nın taşınacağı yok. Belli ki o karar ayaküstü akla gelmiş ve hemen uygulamaya konmuştur. 20-Avrupa Birliği'nde Gümrük Birliği olayı yanlıştı.. Bugün süreç tıkanmış gibidir. Türkiye durumu idare ediyor. Evet Şener'in söylediklerinin mini özeti bu.
-
Üstteki üyeyi görünce aklınıza ne gelio ?
Karmakayışık bir çile.................
-
İstanbul'da semt adları ,ilkokularda fişler degişiyo:):)
İstanbul'da semt adları değişiyor! :-):-) Acıbadem..... Hacıadem. Avcılar..... Hacılar. Bağlarbaşı..... Bağlabaşını. Bebek..... Nurtopu. Beyoğlu..... Yobazoğlu. Çarşamba..... Cuma. Doğancılar..... Erdoğancılar. Fatih..... Vahdettin. Fındıklı..... Zındıklı. Habipler..... İmamhatipliler. Harbiye..... Takıyye. Harem..... Namahrem. Haydarpaşa..... Haşama. İkitelli..... İkifesli. Kandilli..... Ampullü. Kartal..... Deve. Kasımpaşa..... Tayyippaşa. Kızıltoprak..... Yeşiltoprak. Mahmutpaşa..... Mahmuthoca. Merter..... Mehter. Moda..... Tesettür. Nişantaşı..... Nurtaşı. Okmeydanı..... Recmmeydanı. Salıpazarı..... Cumapazarı. Sarıgazi..... Sarıklıgazi. Tarabya..... Takunya. Ulus..... Ümmet. Unkapanı..... Unakıtanı. ................................................................................ ............................ ilkokullarda okutulacak yeni fişler. börtegül başını ört, ört börtegül ört. bak berkecan ne güzel sarık, sende sar berkecan. hedenur yakanı kapa, kapa yakanı kapa. cemile mevlüte pilav yap. ışık ılık zemzem iç. koş kamuran koş,kuran kursuna koş. oruç aç ali. sadık hoca iftar topunu patlat. oya çarşaf tak. mülayim minareye çık. tayyip yasa çıkar. onayla apdullah onayla. tayyip tabana oyna kömür dağıt oy topla dağıt ihale dağıt sat sat sat ipek ip atlama! kicin gorunur sonra! atlama ipek atlama! ali bana bak. ipek başını ört emel eve gel. hemen eve gel. murat kadrolaş. aman boş durma. tayyip amca seni çok severiz. emrah camiye koş, koş emrah koş ışıg ılıg süd iç ,elhamdülillah de gül abdullah gül. uyu halkım uyu. uyu uyu yat uyu...
-
Üstteki üyeyi görünce aklınıza ne gelio ?
Oyuna kabul edilmiyecegini anlıyınca kırıp dökeni..............
-
Üstteki üyeyi görünce aklınıza ne gelio ?
Özlemlerini sıkça harcıyan..................
-
Üstteki üyeyi görünce aklınıza ne gelio ?
Hint kumaşı.......................
-
kaskim, ones, HAYAT_adamı ve efran'ın doğum günü...
NİCE YILLARA....................
-
Üstteki üyeyi görünce aklınıza ne gelio ?
Aşkın onun yanından taşındıgı
-
AZ SONRA...........
Pamuk(köpegim)kömüy ve sosyete(tafşanlarım)yemeklerini vericem
-
Şu Anki Durumunu Smileyle Belirtme
- hangi şarkıyı dinliyorsun?
Erkin Koray............Senden başka kimse yok içimde...- büyücü olsan üstekini neye cevırırdın :)
Neli istiyon bakalım peynirli,mantaylı,domatesli,ıspanaklı,yogurtlu,kıymalı v.s v.s v.s hemen yaparım Dur önce ben seni hımmmm şöyle güsel bir penguene çevireyim oyy çok şirin oldun falla- üstteki üye ile ıssız adaya düşseydiniz napardınız
Çıks ya ben düşmem bununla biy adaya baksana yan gelip yatıyoo bu döferim ki ben seni ama neyse a bu hep kışın ortasında asçık tatil yapsın diye ses çıkarmasdım- Günün Sözü
İnsanlar mutsus olmadıkça,başkalarının mutsuzluğunu anlıyamazlar...................DOSTOYEVSKİ- Çağrışım
Nefes alan.......... - hangi şarkıyı dinliyorsun?
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.