Zıplanacak içerik

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. ZİHİNSEL ENGELLİLİK ÖNLENEBİLİR Mİ? 1- Zeka engelliliğinin özgün olmayan korunması, toplumun genel sağlığını ve yaşam standartlarını geliştirmekle sağlanır. Zeka engelliliği için oluşturulacak koruma programları, genel sağlık plan ve programlarına entegre edilmelidir. 2- Anne ve çocukların beslenmesi üzerinde titizlikle durulmalıdır. 3- Gebelik, doğum ve doğum sonrası iyi bir bakım mental ve fiziksel sakatlığın görülme sıklığını azaltacağından, ana ve çocuk sağlığı çalışmalarında halka kaliteli bir hizmet sunulmalıdır. 4- İnfeksiyonların ve parazitik hastalıkların önlenmesi zeka engelliliğinin önemli derecede önlenmesine katkılarda bulunacaktır. 5- Kimyasal ve fiziksel zararlı etkenlerin zararlarından korunmak için çevreyi izlemek, koruma programlarının önemli bir bölümünü oluşturmalıdır. 6- Zeka engelliliğinin kaza nedenlerini azaltmak için, küçük çocuklar için uygun çevre ve ilkyardım hizmetlerinin geliştirilmesi önemlidir. 7- Zeka gelişimini artırmak için sosyal ve çevresel eğitim stimülasyonu esastır. Bunu başaramayan aileler için uygun gözlemcilerin sağlanması gerekir. 8- Genetik danışma, prenatal teşhis, erken tanı ve uygun tedavi genetik orjinli zeka engellliliğini önlemede önemlidir. 9- Yenidoğanda tarama testleri, yaşamın 3-5. günlerinde özel filtre kağıtlarına emdirilerek alınan ve belirli merkezlere gönderilen kapiller kan örneklerinde yapılmaktadır. Konjenital hipotroidi ile fenilketonüri açısından rutin olarak taranmakta ve test sonuçları pozitif olanlar kesin tanı için incelemeye alınmaktadır. 10. Koruma programları ülkenin gerçekleri göz önüne alınarak planlanmalı, sık görülen hastalıklara ve kaynaklara göre ayarlanmalar yapılmalıdır. 11. Zeka engelliliğinin nedenlerinin araştırılması için destek olunmalıdır. Ayrıca koruma programlarının etkisi ölçülmeli ve sürekli izlenmelidir.
  2. GÖRÜLME SIKLIĞI Zihinsel engelliliğin toplumda ne kadar sıklıkta bulunduğunu ve de her yıl topluma ne kadar zihinsel engelli kişinin katıldığını hesaplamak son derece zordur. Çünkü, hafif dereceli zihinsel engelliliğinin tanısı çok zordur, bu genellikle kötü okul performansına dayanır. Bu nedenle hafif zihinsel engelliliğinin sıklığı yerleşim yerleri ve sosyal sınıflar arasında belirgin farklılıklar gösterir, doğal olarak da, mevcut olana göre ancak az sayıdaki olgu tanımlanarak belirlenebilir. Zihinsel engelliliğinin toplum içindeki sıklığının belirlenmesinde bir diğer sorun da, her geçen gün yeni olgu gruplarının tanımlanarak ekleniyor olmasıdır: Örneğin Prader - Willi sendromu 1956'da, Rett sendromu 1966'da ve perinatal sitomegalovirus infeksiyonu 1970'lerde tanımlanmıştır. Toplumda tüm özürlülerin onda birini zihinsel engellilerin oluşturduğu kabul edilmektedir. Yapılan araştırmalar toplumun (saptanabildiği kadarıyla) %1'inin, hafif olgularla beraber en az %3'ünün zihinsel engelli olduğunu göstermektedir. Tüm dünya üzerinde, 'orta ve hafif dereceli zihinsel engelliler'in alınması kaydıyla, en az elli milyon zihinsel engelli insan olduğu kabul edilmektedir ve 2025 yılına kadar bu engellilerin dörtte üçünün gelişmekte olan ülkelerde bulunacağı tahmin edilmektedir. Çünkü gelişmekte olan ülkelerde nüfus artışı hızlıdır; öte yandan, eskiden erken yaşta ölen bu çocukların artık ihtiyaçları olan hizmetlerin verilmeye başlamasıyla da yaşam süreleri uzatılacak ve sonuçta sayı artacaktır. Yukarıda zihinsel engelliliğinin toplumdaki sıklığını belirlemede kullanılan teorik çan eğrisi hesaplamalarının aslında adaptive davranış becerilerin sıklığını ölçmekte çokta başarılı olmadığını bildiren çalışmalar da vardır. Baroff 1991 yılında toplumun %0.9'unun zihinsel özürlü olduğunu bildirirken, McLaren ve Bryson birçok epidemiyolojik çalışmanın sonucuna dayanarak tüm toplum tarandığında %1.25'inin zihinsel engelli olduğunu savunmuşlardır. Zihin engelliliğinin sıklığını ölçmek için kullanılan veri kaynağı okul kayıtları olduğunda ve özel eğitim hizmetlerinin planlanması için gereken hesaplamalarda ise hızlar gelişme gerilikleri, öğrenme zorlukları, otizm ve/veya zihinsel engelliliği kapsadığında %2.5'e kadar ulaşmaktadır. Zihin engelli bireylerin %89'unun hafif, %7'sinin orta ve %4'ünün de ağır düzeyde oldukları kabul edilmektedir. Ülkemizde zihinsel engelli bireylerin sıklığını tam olarak bildiren veriler bulunmamaktadır. Ancak genel bir hesaplama ile, eğer toplumumuz için % l ve % 3 oranları geçerliyse - ki bu rakamın alt sınır olarak geçerli olmaması için hiç bir neden yoktur - yetmiş milyon nüfus için zihinsel engelli kişi sayısı 700 000; hafif ve bir kısım orta derecedeki (tanımlanma güçlüğü fazla olanlar) olgularla birlikte bu sayı en az 1 450 000 civarında olmalıdır.
  3. ZİHİNSEL ENGELLİLİĞİN NEDENLERİ Zihinsel engelliliğinin bir çok nedeni olabilir. Bilinen birçok faktöre karşılık halen zihinsel engelliliğinin %35'inde neden bilinmemektedir. Kalıtımsal nedenler (Genetik, ailevi nedenler) Zihinsel engelliliğinin yaklaşık %5'inin nedeni genetik yapıyla ilgili olabilir. · Doğuştan metabolik bozukluklar. Örneğin: Fenilketonüri, Tay-Sachs hastalığı · Kromozomal değişiklikler Örneğin: Down sendromu · Diğer gen bozuklukları. Örneğin: nörofibramatozis, musküler distrofiler, tüberoskleroz · Poligenik kalıtımla ilgili zeka geriliği. Gebelikte ve doğum sırasında oluşan nedenler Bugün A.B.D.'de 600 çocuktan birinin fötal-alkol sendromu denen annenin özellikle gebeliğin ilk üç ayında yoğun alkol alması ile meydana gelen durumdan etkilendiği bilinmektedir. Ayrıca uyuşturucu kullanmanın ve sigara içmenin de zihinsel engelliliğine benzer durumlar ortaya çıkardığı bilinmektedir. Annenin gebeliği döneminde geçirdiği bazı infeksiyon hastalıkları (kızamıkçık, toksoplazma, sitomegalovirus vb.) bebeğin zihinsel engelli olmasına neden olabilir. Annenin gebeliği dönemindeki yüksek tansiyonu, bebeğe giden oksijen miktarının azalması gibi bebekte beyin hasarına neden olabilir. Zor doğumlar sonucunda oluşan beyin hasarları zihinsel engelliliğinin nedeni olabilir. Gebelikte gelişen nedenini tam olarak da bilemediğimiz hidrosefali ve mikrosefali gibi durumlara zihinsel engelliliği eşlik etmektedir. · Anne karnındayken bebeğin geçirdiği enfeksiyon hastalıkları. Örneğin: toksoplazma enfeksiyonu. · Annenin hamilelikte bilgisiz ve gereksiz ilaç kullanımı. · Annenin hamilelikte zehirlenmesi. · Annedeki beslenme bozuklukları. · Annenin alkol kullanımı. · Bebeğin anne karnında iken oksijensiz kalması · Erken doğum. · Bebeğin anne karnındaki beslenmesinde yetersizlik. · Zor doğumlarda bebeğin doğum kanalından geçerken oksijensiz kalması ya da travmaya uğraması. Doğum sonrası nedenler Uygun şekilde tedavi edilmeyen bazı infeksiyon hastalıkları (boğmaca, kızamık, Hemofiliz infeksiyonlan vb.) zihinsel engelliliğinin nedeni olabilir. Beyin hasarının önemli nedenlerinden birisi beyini saran zarların veya beyinin kendisinin infeksiyonudur. Beyin travmaları da beyin hasarı ve zihinsel engelliliğinin neden olmaktadır. · Merkezi sinir sistemi enfeksiyonları. Örneğin: Menenjit. · Kafa travmaları. Örneğin: Yüksekten düşme. · Havaleler. · Yeni doğanın ağır sarılığı. · Tiroid hormonu eksikliği Çevresel Nedenler İnciltilmiş veya ihmal edilmiş ya da normal gelişim dönemleri için ihtiyaçları olan fiziksel ve ruhsal ihtiyaçları karşılanamayan bebek ve çocuklarda geri dönüşümü mümkün olmayan öğrenme güçlükleri gösterebilmektedirler. Çevrede yaygın olarak bulunan (duvar boyalan, oyuncaklar, çeşitli konserve yiyecekler, trafiği yoğun bölgelerdeki hava kirliliğinden) kurşunun zehirlenmeleri de zihinsel engelliliğinin nedeni olabilmektedir. Eğer çevredeki uyaranlar yetersizse çevresiyle etkileşim içinde bulunan çocukta yalancı zeka geriliği denen durum oluşabilir. Bu, çocuğa doğduğu günden itibaren gösterilecek sevgi, şevkat, ilgi ve eğitici yaklaşımın önemini ortaya koymaktadır.
  4. ZİHİNSEL ENGELLİLİĞİN TEŞHİS VE DERECELENDİRİLMESİ Zihinsel engelliliğin birçok belirtisi vardır. Örneğin zihinsel engelli bir çocuk: · Oturma, kalkma, emekleme ve yürümeyi diğer çocuklardan daha geç olarak yapar. · Daha geç konuşur veya konuşmasında sıkıntılar vardır. · Öğrendiklerini çabuk unutur. Hatırlamada zorlukları vardır. · Alışverişte, para hesabında zorlukları vardır. · Sosyal kurallara uymada sıkıntısı vardır. · Problem çözmede ve/veya mantıklı düşünmede sıkıntısı vardır. Zihinsel engelliliğini tanımlamak üzere geliştirilmiş pek çok test vardır. Zeka testi ile kişiden belli soruları cevaplaması ve bazı problemleri çözmesi istenir. Daha sonra test değerlendirilir ve kişinin zeka derecesi ölçülmüş olur. Uygulanan testlerin güvenilirliği birbirlerinden farklıdır. Bu testler öz doğuşta var olan zeka yetisini değil deneyim ve öğrenimli, katkısı ile varolan zeka düzeyini ölçer. Dolayısıyla her zaman hata payı mevcuttur. Uygulanan testten veya çevresel koşullardan kaynaklanabilen bu hatalar, test sonucunu etkiler. Testin Çeşiti: Zeka testleri kullanıldıkları toplumun kültürel yapısına uygun olmalıdır. Testi Yapan Kişi: Zeka testi deneyimli psikologlar tarafından yapılmalıdır. Çocuğun Yaşı: Yaş büyüdükçe zeka testinin güvenilirliği artar. 6 yaşın altında uygulanan testlerde hata oranı daha fazladır. Daha küçük çocuklara gelişim testleri uygulanır. Bu testlerle çocuğun yaşına uygun konuşma, sosyalleşme, hareket ve becerileri kazanıp kazanmadığına bakılır. Çocuğun test anındaki bio-psikolojik durumu: Teste uykusuz, yorgun, aç bir şekilde alman çocuktan normal per-formansını beklemek hatalı olur. Doğumdan itibaren özellikle eğitimli ailelerde merak uyandıran konulardan biri çocuklarının zeka düzeyidir. Gelişim döneminde çocuğun hareketleri ve tavırları çevresindekilerce hep izlenir. Ve hatta zeka testi yaptırarak tatmin olma isteği duyarlar. Zeka testleri merak giderme veya bir şeyleri ispat etme aracı değildir
  5. ZİHİNSEL ENGELLİLİK NEDİR? Zeka; doğuştan var olan ve hayat boyunca deneyimlerle gelişen problem çözme gücüdür. Bu güçle insan kendisini ve çevresini anlar, olayları muhakeme eder, sonuçlar çıkarır ve uyumla hayatını devam ettirir. Zihinsel Engellilik; doğum öncesi, doğum sırası ve doğum sonrasında çeşitli nedenlere bağlı, genel zihinsel işlevlerde normallerden önemli derecede gerilik ve bunun yanı sıra uyumsal davranışlarda da yetersizlik gösterme durumu olarak tanımlanmaktadır. Zihinsel engellilikte 3 temel özellik vardır: 1- Genel zeka işlevinin belirgin derecede ortalamanın altında olması. 2- Yaşadığı toplumdaki kendi yaş grubu ile kıyaslandığında toplumsal beceriler, sorumluluk, iletişim kurma, günlük beceriler ve kendi kendine yeterlilik gibi alanlarda geriliğin olması. 3-16 yaşından önce başlaması. Konuşma, dikkat, bellek, düşünme gibi zihinsel işlevlerde belirgin bozukluk görülmekte olup, özellikte bellekte ve dikkatte görülen bozukluk belirgindir. Zihin engelliğinde, zihinsel işlevlerdeki bozukluğa eşlik eden bir durum ise uyumsal davranışlardaki yetersizliktir. Uyumsal davranışlardaki yetersizlik, bireyin kendi yaşından ve kültür grubundan beklenen kişisel bağımsızlık ve sosyal sorumluluklarını yerine getirememesi olarak ele alınmaktadır. Uyumsal davranışlara örnek olarak insanlarla iletişim kurabilme (dili anlamak), günlük yaşam aktivitelerini yapabilme (yemek yiyebilme, banyo yapabilme vb), akademik becerilerler de bulunma (okuma, yazma ve aritmetik işlemleri yapabilme) ve bir iş bulup çalışabilme örnek olarak verilebilir. Zihinsel Engelliliği olan çocuklarda gelişmenin aşamaları örneğin konuşma, yürüme vb. yaşıtlarına göre belirgin derecede geç olmaktadır. Zihinsel engelliliğinin belirtileri doğumda ortaya çıkabileceği gibi, bazen de çocukluk döneminin sonunda kendisini gösterebilmektedir. Belirtilerin başlama zamanı zihinsel engelliliğine neden olan hastalığa bağlı olarak değişir. Hafif derecedeki zihinsel engelliliğinin tanımlanması ancak okul öncesi eğitim devresinde sosyal, iletişim veya akademik becerilerdeki yetersizlikle açığa çıkabilecektir.
  6. TARİH PENCERESİNDEN BAKIŞ Zihinsel engellilik, birçok aileyi şaşırtan ve sıkıntılara sokan bir durumdur. İnsanlığın zihinsel engelliliği tanımasının insanlık tarihi kadar eski olduğu bilinmektedir. Zihinsel engelliliğin yazılı tanımlarına ilk olarak M.Ö. 1500 civarında Mısır Thebes yazıtlarında rastlanmaktadır. Yazıtlardaki zihinsel engelliliğin tanımı, beyin hasarına bağlı vücut ve akıl sakatlığı olarak algılanmaktadır. Zihinsel engelliliği olan bireyler yaşadıkları coğrafya ve kültüre bağlı olarak tarih öncesi devirlerin inanışları ve gelenekleriyle kötü durumdaydılar. Eski Yunan ve Roma’da, örneğin; Isparta’da, çocuklar Devlet Konseyi gözlemcileri tarafından muayene edilirler, eğer çocuğun engelli olduğundan şüphelenilirse, ölmesi için bir uçurumdan aşağıya doğru fırlatılırlardı. Milattan sonra ikinci yüzyılda, sakat çocuklar ve özürlü bireyler, Roma İmparatorluğu’nda sıklıkla insanları güldürmek ve eğlendirmek için kullanılmışlardır. Gerçekte dini liderlerin tümü, İsa, Buda, Muhammed ve ünlü düşünür Konfiçyus bu hasta çocukların tedavisini tavsiye etmişler, barbarca uygulamaları men etmişlerdir. Orta çağlar süresince (M.S. 476-1799) zihinsel engelli bireylerin bakım ve durumları büyük ölçüde değişmiştir. Bebekken öldürülmelerinin azalması veya bakımevleri kurulması gibi daha fazla insani uygulamaya karşılık, birçok çocuk köle olarak satılmış, terk edilmiş veya sokağa atılmıştır. Bu yüzyılın sonuna doğru, 1690’da John Locke ‘İnsan Hakları’ isimli bir makale yayınlamış, bireylerin doğuştan fikirleri olmaksızın doğduklarını, zihin engelliliği olan bireylerin durumunun aslında onlara sağlanan eğitim ve bakımla yakından ilişkili olduğunu vurgulamıştır. ‘Eğitilmemiş akıl, hiç yazı yazılmamış tahtaya benzer’ deyişi de Locke’ye aittir. Zihin engelliliği olan bireylerin tedavi ve bakımlarının değerlendirilmesinde bir diğer köşe taşı olay , hekim Jean Itard’ın zihinsel engelli bireylerin akıl hastalığı olan bireylerden ayrılması gerektiğini bildirmesi olmuştur. Yaşamının sonuna kadar, Itard zihinsel engelli çocukları bireysel olarak eğitmediyse de, Edouard Seguin’in çalışmalarına gözlemcilik etmiştir. Seguin, zihinsel engelli çocukları eğitmek için ‘Psikolojik Metod’ olarak bilinen çağdaş bir görüş geliştirmiştir. Duyu ve kognitif gelişim arasında bir direkt ilişkiyi varsayarak, uygulamaya; görme, işitme, tatma, koklama ve göz-el koordinasyonunu içeren duyu eğitimi ile başlamıştır. Müfredat programı temel öz-bakım becerisini geliştirmekten, algılama, koordinasyon, taklit, pozitif güç kazanma, hafızayı güçlendirme ve öğrendiklerini genelleştirme ile vurgulu konuşma eğitimini kapsıyordu. 1850’lerde, Seguin Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti ve zihinsel engelli bireylerin eğitiminde öncü oldu. 1876’da Amerika Zihinsel Engelliler Birliği’ni kurdu. Seguin’in tekniklerinin çoğu modifiye edildi ve bugün hala kullanılmaktadır. Sonraki 50 yılda, Amerika Birleşik Devletleri’nde iki anahtar gelişme oldu. 1892’ye kadar çoğu eyalette kalıcı eğitim okulları (19 eyalet, 9 özel) açıldı. Binnet tarafından geliştirilmiş olan yeni zeka testleri 1908’de Vineland’da eğitim okulunun Araştırma Direktörü Henry Goddard tarafından çevrildi. 1910’da Goddard testin Amerikan versiyonunda yayınladı. 1935’de Edgar Doll zihinsel engelli olduğundan şüphe edilen bireylerde adaptive davranışlar ve günlük yaşam becerilerini ölçmek için Vineland Sosyal Gelişim Skala’sını geliştirdi. Psikolog ve eğitimciler bu yıllardan itibaren zihinsel engelliliği belirlemenin ve kalıcı eğitim okullarında uygun eğitim sağlamanın mümkün olduğuna inanıyorlar. Bu inanışın doğuşu, zihinsel engelliliği belirlemede kullanılan testlerin (primer olarak IQ) uygulanabilirliği ve uygun eğitim ile bu bireylerin tedavi edilebildiklerinin gözlenmesi olmuştur. 20.yüzyılın başlarında, özel eğitim ve bakım okulları çoğaldı ve zihinsel engelli bireyler kaydedildi. İstenmese de bazı Eğitim okulları devletin yetiştirme merkezlerine dönüştürülmüşlerdir. Özel eğitimdeki gelişmelerin bir sonucu olarak, Engelli Bireylerin Ulusal Birliği ve Zihinsel Engellilik Başkanlık Komisyonu, 1950-1970 arasında kuruldu. Pür devlet yetiştirme kurumları uzun süreli kabul görmemiştir. Bu olaylara paralel olarak, Amerika Birleşik Devletleri’ne Kongresi 1975’de yeni adı engelli bireylerin eğitim yasası olan yasasıyı kabul etmiştir. Bu yasa zihinsel engelli ve gelişme geriliği olan tüm çocukların uygun eğitimini okul çağından 21 yaşına kadar garanti altına alma ile ilgilidir. Oysa bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin çoğu eyaletinde, bu bireylerin doğumdan 21 yaşına kadar eğitimleri garanti altındadır. Ülkemizde özürlüler ile ilgili çalışmalar, pek çok Avrupa ülkesinden çok daha önce başlamıştır. Ancak bu hizmetler daha çok bakma ve barınma türü hizmetlerle sınırlı kalmıştır. Oysa Osmanlı Devleti’ndeki Enderun okulları üstün zekalı çocukların eğitiminin ilk uygulamaları arasında yer almaktadır. Sağırların, körlerin eğitimleri 19. yüzyılın sonlarına doğru başlamıştır. Cumhuriyet döneminde, Özel eğitimin Milli Eğitim Bakanlığı’nın örgün eğitim hizmetleri arasında yer alması ancak 1951 yılında sağlanabilmiştir. 1983 yılında çıkarılan 2916 sayılı Özel Eğitime Muhtaç Çocuklar Kanunu ve bu kanunun emrettiği yönetmelikler bugünkü uygulamayı belirlemiştir. Buna göre özel eğitim, Bakanlık Merkez Örgütü’nde Özel Eğitim Ve Rehberlik Dairesi Başkanlığı’nca, illerde Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı Rehberlik ve Araştırma Merkezleri yoluyla yürütülmektedir. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince tüm özür gruplarına yönelik bakım ve rehabilitasyon hizmeti vermek ve toplumsal özürlülerin hayata aktif katılmalarına ilişkin sosyal hizmet programları oluşturmak geliştirmek ve uygulamakla yükümlüdür. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’na dayalı hazırlanmış olup, 1993 tarih ve 21673 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren ‘Özürlülerin Tespiti, İncelenmesi, Bakım ve Rehabilitasyonuna Dair Yönetmelik’ çıkmıştır. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu dört bine yakın korunmaya muhtaç özürlüye bakma olanağı yanında rehabilitasyon, istihdam, ayni-nakdi yardım gibi sosyal yardımlar yapmanın yanısıra, yetki verdiği özel rehabilitasyon merkezleriyle özel sektörü, yaptığı protokollerle sivil toplum örgütleriyle işbirliğini desteklemektedir. Ülkemizde özel eğitim konusunda büyük adımlar atılmış olmasına rağmen halen katedilmesi gereken çok büyük engeller vardır. Bunların başında eğitilmiş kaliteli personel, özürlülere özel araç-gereç eksikliği, verilen hizmetlerde de kaliteli hizmet anlayışının ön plana çıkamaması ile ailelerin desteklenmesi konuları başta gelmektedir.
  7. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Bir kadın...........Gelecege umutla bakmak ister.Savaş bitsin ister.Çocukları geri dönsün ister.Çocukları anadillerinde konuşabilsin ister.Hukuk ister.Demokrasi ister.Düzeni degiştirmek ister.Sesi duyulsun ister.Tabuları yıkmak ister.Bekareti,namus simgesi olarak görülmesin ister.Şiddet görmesin ister.İstediği kişi ile evlenebilmek ister.Kadınlığnı doyasıya yaşamak ister.Eşinin arkasında değil,yanında yürümek ister.Kıyafeti üzerinden politika yapılmasın ister.'Saçı uzun ,aklı kısa'görülmesin ister.Çalışmak ister.Emeğinin karşılıgını almak ister.Kazandığını istedigi gibi harcıyabilmek ister.Eşitlik ister.Yok sayılmasın ister. TÜM BUNLARI İSTEMENİN GEREKLİ OLMADIĞI BİR DÜNYADA YAŞAMAK İSTER(tüm canlılar gibi!!!!) TAURUSMUTİS arkadaşın ifade etiği gibi kutlamadan öte anımsıyalım!!!unutmıyalım!!!..................
  8. SİLAHLARIN GÖLGESİNDE KANLI TÜRBAN Uzun zamandır tartışılan ve Meclisten geçmesine rağmen günlerdir Cumhurbaşkanlığı köşkünde bekletilen Türban yasası nihayet Silah seslerinin geldiği,kanın akıtıldığı bir sırada onaylandı. Günlerdir köşkte bekletilen yasanın onaylanmasına tepkilerin geleceği endişesi ile günlerce bekletildi. Halbuki köşke onaya gelen yasa yada kararnameler saatler değil dakikalar içerisinde onaylanırken Türban niye bekletildi dersiniz. Türbanın mecliste görüşüldüğü günlerde,bir taraftan da ABD ile görüşmeler devam ediyordu,Irak yetkilileriyle bazen açıktan bazen gizlice görüşüldüğünü basından öğreniyorduk. Buda gösteriyordu ki bu günlerde ciddi bir sınır ötesi hareket yine yapılacaktı. Yine teröristlerin yuvaları darmadağın edilecek ve askerlerimizde şehir olabilecekti. İşte bunları çok iyi bilen Erdoğan ve Gül,son MGK toplantısından sonra ikili görüşmeye devam ettiler. Elbette o görüşmede neler konuşulduğu tam olarak bilinmez ama sonraki gelişmelerden dolayı tahmin edilebilir. Operasyon başlayacak ve çatışmanın en sıcak saatlerinde bütün kanallar bu çatışmayı canlı verirken,birileri şehitleri için figan ederken,diğerleri çocukları için ağıtlar söylerken Türban yasası Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı dendiğinde çok fazla ses getirmez ve güme gider hesabı yapıldı ve uygulamaya kondu. Sonuçta "5 asker şehit edilirken 44 militan da etkisiz hale getirildi…" haberinin arkasından alt yazılarla Türban onaylandı dendi. İşte Silahların gölgesinde Türbana da kan damladı. Sanki başka bir zaman açıklansaydı ne olurdu da o saat beklendi dersiniz. Buradan şu sonuç çıkartılabilir. Bu iktidar dediğini yapar ama kılıfına uydurur. Siz ne kadar kılıf hazırlarsanız hazırlayın,geçmişte söylenenin başka bir versiyonu. Minare kılıfa sığmaz. Bu bir samimiyetsizliktir. Topluma karşı iktidarın yaptığı bir saygısızlıktır. AKP seçimlerden önce,seçim bildirgesinde yazdıklarının dışında seçim alanlarında,mahalle ve kahve toplantılarında söylediklerinin içerisinde türban sorunu da vardı. Bunu son derece açık ve net yapsalardı,oldu bittiye getirmeden önce Kadın örgütleriyle bu konu tartışılsaydı. Mecliste bulunan kadın Milletvekilleri tarafından günlerce,aylarca tartışılsaydı işte o zaman böyle bir sonuç belkide çıkmayacaktı. Anamuhalefetin bu konuda bir şeyler yapamayacağı (Anamuhalefet derken Baykal'ı kasdediyorum) belli ama muhalefette bulunan DSP ve bağımsızların gücü ortada. DTP yanlışa yanlışla gidiyor. Sözde özgürlük mücadelesi olarak değerlendirdiği Türbana destek vererek kendilerinin talep ettiği diğer hakları elde etmek için AKP den destek alacaklarını sanarak büyük bir yanılgıya düştüler bu sorumluluğun altında onlarda bir gün AKP ile birlikte ezileceklerdir. Zaten MHP belli. AKP nin dışarıdan ortağına kimse bir şey demez hatta diyemez. MHP nin bu konudaki tavrı da hiçbir zaman net olmadı. Diğer birçok partilerde olduğu gibi MHP de bir çok konuda meclis grubunun görüşü alınmadan, parti meclisinin,Parti GYK larının görüşü alınmadan,tartışmalara açılmadan sadece Genel Başkanlarının aklına geldiği an açıklama yapmaları ülkenin başına işler açıyor. Abbas Tan
  9. Sosyal bilimci Prof. Ünsal Oskay'a, 'Prof. Nur Vergin'e yönelik tepkiler de mahalle baskısı değil mi?' diye sordum. 'Hayır' dedi, 'Bu yakın zamana kadar toplum üzerindeki ekonomik ve siyasal hakimiyetini rakipsiz olarak sürdürebilen geleneksel elitin klan baskısı... Aslında çizgi aynı çizgi. Ama ritüeller farklı. Ritüeller değiştiği için birilerinin asabı bozuluyor!' Geçen hafta 'Türkiye makas mı değiştiriyor?' sorusuna yanıt bulmak için Siyaset Sosyoloğu Prof. Nur Vergin'le yaptığımız röportaj büyük tartışmalara sebep oldu. Vergin'in toplumsal değişime ilişkin tespitlerine en büyük tepki ne hikmetse laiklerden geldi. Vergin, hep "Benim tasavvurumdaki ülke bu değil... Ama gidişat böyle" dese de! Ne demişti ki; "AKP, radikal dinci hareketlere ve etnik başkaldırıya karşı Türkiye'nin emniyet kemeri... Türkiye İslamlaşmayacak ama bildiğimiz cumhuriyet resmi aynı resim olarak devam etmeyecek. Din olgusu devletle daha bir eklemlenecek. Bu noktada iyi ki AKP var. Çünkü bu dönüşümün kansız ve kavgasız olmasını sağlıyor. AKP, halkın sisteme, siyasi elite, aydınlara, bürokrasiye öfkesini yumuşatıyor..." Neyin öfkesini? 'Katı laik' ve elit kesimin geçmişteki baskısının öfkesini... Vergin, kendi hayatından bir örnekle açıklamıştı bu baskıyı... "Yeni evime taşındığımda bir dua okutmak istedim. Ama çevreden çekinip vazgeçtim" diye. İşte bu cümle laik çevreleri ayağa kaldırdı. Bu tepkiye, röportajı yapan olarak şaşırıp kaldım. Zira Vergin, laik sistemin ve cumhuriyet değerlerinin savunucusu... Hatası bir bilim insanı tutarlılığı ve dürüstlüğüyle tespit yapmak oldu! Yine de bir başka sosyal bilimciye daha danışayım istedim. Beykent Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Ünsal Oskay'a önce Nur Vergin'in tespitlerini sordum... Aynen katıldı.... Duaya gelince... 'Keşke okutsaydı. Madem ki inanıyor!' demekle yetindi. 'Peki mahalle baskısı sadece dindar kesim için mi geçerli? Vergin'e yönelik tepkiler de mahalle baskısı değil mi?' diye sordum. 'Hayır' dedi, 'Bu klan baskısı! İttihat ve Terakki zamanında başlayıp çok yakın zamana kadar toplum üzerindeki ekonomik ve siyasal hakimiyetini rakipsiz olarak sürdürebilen geleneksel elit, artık hakimiyetini kaybediyor. Şimdi taşradan gelen ve ekonominin yeni dallarından zenginlik kazanmış, eski elitten çok daha pragmatik ve farklı bir ahlâka sahip yeni klanlar topluma hakim oluyor. Bu yola giren çeşitli çevrelerin her biri klan haline geldi... Aslında çizgi aynı çizgi. Ama ritüeller değişti. Ritüeller değiştiği için birilerinin asabı bozuluyor.' İşte böyle girdik sohbete Prof. Ünsal Oskay'la... Sonra klandan mahalleye, elitlerden halka Türkiye'deki sosyolojik serüveni konuştuk... Özal'ın mezarını, hatta Anıtkabir'i bile satacaklar! Hocam sizce de Türkiye makas değiştiriyor mu? Türkiye'de makas değiştirme olgusunu tespit etmek çok zor bir iş değil. Büyük bir sürpriz de değil. Bugün yaşananlara tepki gösteren cumhuriyet aydını, sadece Marksist literatürden değil, dişe dokunur bütün sosyolojik çalışmalardan, tarih çalışmalarından uzak tuttu kendini. Bunlardan ürktü, korktu. Türk aydını, tazminatçılıkla devleti ıslah etmeyi amaçlayan, devleti ıslah ettiği zaman da seçkinliklere haiz olan, kendi konumunu toplumdan siyaseten uzak tutarak muhafaza etmek isteyen patrimonyal bir aydın grubu oldu. Elit her yerde haramzadedir Yani aydın ve halk ikiliği oluştu? Evet. Aydınların esas kristalize olma dönemi cumhuriyetin ilk 20-30 yılında. Peki bunlar iyi niyetli miydi? İyi niyet arkasında, adaletsiz bir toplumsal sistem tasavvuru vardı. Sistemin belkemiği buydu. Her iyi niyetin arkasında puştluk vardı, hokkabazlık vardı yani... O zamanlar cumhuriyet seçkinleri, koyu lacivert elbiselerini giyip konser dinlemeye gidiyorlardı. Bugün onların çocukları Rolling Stones'un solisti Mick Jagger konserine gidiyor. Her ikisinde de avamdan, toplumun çoğunluğundan kendini uzak tutma eğilimi var. Mesela, İsmet Paşa senfonik müzik dinliyor, operaya gidiyor... Önce ızdrap gibi geliyor bu. Ama sonra anlıyor ki, mevki ve makamın seçkinliği bu tarz ritüellere bağlı. Çünkü bu ritüeller hep halkı, avamı korkutup kendisinden uzak kalmaya mecbur bırakıyor. Ve bu yaptığı işin yanlışlığını çok iyi bildiği için küçük ölçekli vicdani maliyet hesabını da yerine getiriyor. Nasıl yerine getiriyor? 'Tabii ki ben seçkinim... Bu toplumun nereye gitmesi gerektiğini en iyi ben bilirim. Senfoni orkestrasını dinleme işkencesine katlana katlana adam oldum. Bu dışardaki cahiller sürüsüne memleketin istikbalini bırakabilir miyim?' diyor. Bu yakın zamana kadar devam eden bir çizgi. İsim vermek istemiyorum ama çok seçkinci, aynı zamanda Batıcı bir sosyal bilimcimiz, televizyonda bağıra çağıra aynen şunu söyledi; 'Tabii ki ben Erdoğan'ı falan tutmam. O Kasımpaşa'dan gelme... Kemal Derviş, okumuş yazmış, Batı kültüründen gelme.' Yani, 'Biz, çocuklarımızın en az iki dil bilmesi için yırtınıyoruz. Bu adamlar nereden çıktı? Biz geleceğimizi bunlara mı teslim edeceğiz? Biri futboldan geliyor, diğeri tenisten' demeye getirdi. Ama şimdi öyle konuşmuyor... Öyle. 'İslami hareket modern mahrem' diyor... 'Rejim için tehlike değil' diyor... Fransa'da, İngiltere'de toprak soyluluğuna dayanan dönemlerde, 'Hem toplum için hem aristokrasi için değeri toprak yaratıyor' diyorlar. İyi de toprağın yarattığı değeri yönlendiren kim? Bu toprağın yarattığı değeri tasarruf edenler kim? Aristokrasi. Sonra küçük boy, orta boy derken, büyüyen bir burjuvazi çıktı ortaya. O burjuvazi, aristokrasinin yöneticiliğini meşru gören zihniyeti kırıp dağıtmaya başladı ve liberaller çıktı ortaya. Dediler ki, herkes hiçbir kısıtlama olmadan kendisi için çalışır, kazanırsa toplumun büyük sayıdaki esas kesimi de refahını artıracaktır. Bu felsefeyi savunanlar, bunun yanlış olduğunu 100 yıl sonra görmeye başladı. Çünkü toplumda bu kafayla işleyen gelişme birçok insanı topraktan koparıyor, köylerden kentlere doğru getiriyor. Toprak mülkiyeti rasyonelleştikçe, küçük köylü toprağını satıp mülkiyetsiz bir sınıf haline dönüştükçe sefalet, çaresizlik artıyor. Dolayısıyla liberal felsefeyi savunanlar bile kendi içlerinde eleştirel bir boyut kazanmaya başladı. Şimdi AKP'nin tabanında olduğu gibi... Bu gidişattan memnun olmayanların aradığı, daha hakça, daha adaletli bir dünya tasavvuru... Eski tüccar sınıfının yeniden ortaya çıkmasını, o durağan, feodal, ama daha yakın, daha sıcak insan ilişkilerine dayanan zamanların toplumlarını düşlüyorlar. Şimdi camilerin etrafına toplanan, AKP'ye oy verenlerin saf kısmı, safiyetle bunu yapanlar bu tasavvurun peşinde. Ama birileri, bu tasavvurun peşinde olanları kullanarak, onları oy deposu haline getirerek siyasetini neşrediyor... Çünkü onlar hem müşteri hem seçmen... Milli Nizam Partisi'ni kuran Necmettin Erbakan'ın oğlu camide namaz kılıyor. Kameraman rükûya erdiği anda çorabını da çekmiş. Oğlanın çorabı Versace! Yani, kapitalist dünya sistemi için hiçbir tehlike arz etmiyor bu dinci takımın elit takımı. Elit, dünyanın her yerinde haramzadedir. Ve bu haramzade takımı, dünyanın en zengin takımı kimse, dini imanı onunla ortaktır. Libya'ya gidip para isteyebilir. Ama onun amacı Batı'nın kapitalist sisteminin eriştiği son noktaya kadar yaklaşmaktır. Bu Libya'dan da geçerek olur, Rusya'dan da... Peki din, iman ne olacak? Bush ve Erdoğan arasında dünya görüşü, hayat anlayışı, politik felsefe açısından hiçbir fark yoktur. Biri retorikte 'İsa, avangelistler' falan diyor, diğeri 'Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed.' Hepsinin semantik yapısını kurcaladığınız zaman ne çıkacaktır? Para azizdir. Rıhtımı da satarım, Topkapı Sarayı'nı da satarım. Ha, içimi rahatlatmak için bayrakların ebadını büyütürüm. Cibali Karakolu'na 6 metrelik bayrak asarım. Ama karakol satılmış! Suudi Arabistan'dan adamlar geliyor. 'Buraya 80 katlı modern karakol yapacağım' diyor. 'Al toprağı' diyor. Bu arada milleti ve kendi vicdanını rahatlatmak için bayraklar yakında 20 metreye çıkacak. Özal'ın mezarını da satacaklar. Olur mu canım! Tabii... Satılacak. Mezara varana kadar her şeyi satacaklar. Anıtkabir'e dokunamazlar herhalde? Niye? Sen öyle san! Ne güzel, çok katlı turistik otel yapılır? Altı da kumarhane olur. Herkes yağma için sırada... Hocam çok abartmadınız mı? Sizce bu değerlere dokunulur mu? Her şey zamana bağlı. Hiçbir şey paldır küldür yapılmaz. Daha önce yapılacağını tasavvur etmediğimiz şeyler yapılmıyor mu? 'İstanbul'un silüetini bozmayız, o bizim medeniyetimizin göstergesidir' deniyordu, yüksek oteller yapılmadı mı? Sultanahmet'teki Four Seasons'ın içindeki ek bina neyin üzerine inşaa ediliyor? 2 bin yıllık tarihin üzerine! Görmüyor musun, 2 bin yıl dünyaya hükmeden, üç-beş tane medeniyetin son mirasçısı biziz. Bu gurur verici bir şey. Onu unutuyorsun, tarihi kapatıyorsun. O otel yapılacak da ne olacak? Dışarıdan gelecek olan zengin adamlara iki lisan bilen eskort kızlar eşlik edecek. Yerli ya da yabancı... Yukarıda restoran, aşağıda kumarhane olacak. En aşağıda da senin 2 bin yıllık tarihin! Yapan kim? Din, iman, tarih, vatan, millet diyen, en şoven biçimli milliyetçi kesim. İşte bu kesim, bunlara göz yumuyor. Yağmada en başta kuyruğa girip sıra bekliyor. 'TÜRKİYE 20-30 YIL DAHA AYILMAZ' Necati Doğru, 'Yeni yılın şifresi türban ile tesettür olmayacak!' diye yazdı... Diyor ki, 'Bugünün Türkiyesi'nde zenginleşebilmek, sınıf atlamak, çocukları gemi sahibi yapmak, egemenler arasında yerini alıp, bir türban burjuvazisi yaratabilmek için 'İslam'dan fetvalı bir irtica düzenine' geçmeye ihtiyaç duyulmuyor...' Evet. Ama bu anlaşılana kadar 20-30 yıl Türkiye ayılmaz. Aslında Türkiye'nin ayılması da yetmez. Çabuk para kazanmanın yolları uzun zamandan beri bütün dünyada açıldı. Sabra, sebata dayanarak zengin olmak eskidi, demode oldu. Şimdi bunun tersi bir yol var. Bu yolun yanlış olduğu 20-30 yıl sonra anlaşılacak. 20-30 yıl kimse farkına varmayacak mı olanın? Hayır. Eskiden, 'Vay ahlaksız' diyorduk. Şimdi 'Sıra bana ne zaman gelecek?' diyoruz. Sabah Gazetesi, vakti zamanında Özal'a muhalefet yapmıştı. Ama iğdiş edilmiş bir muhalefet! Gazetenin ilk sayfasında bir el, Semra Hanım'ın eli. Parmaklarında beş tane yüzük. Siyaset biliminden yeterince nasibini almamış, salak bir okuyucu bu fotoğrafı görünce ne diyecekti? 'İşte Özal'a karşı muhalefet!' Öyle mi? Hayır, halk çoktan kızının Semra Özal, oğlunun Turgut Özal olmasını, eskiden ayıp sayılan her türlü şeyi yapabilecek hüner kazanmasını ister hale gelmiş zaten. Dolayısıyla 5 yüzüklü el, halkta tepki yaratmıyor. Tam tersine halkın değişen tercihinin daha şiddetli biçimde, kafalara, vicdanlara yerleşmesini sağlıyor. Peki bugün halk ne diyor? 'Haksızlık mı var, adaletsizlik mi var? Boşver! Benim sıram ne zaman gelecek?' Ha, bu ne zaman kırılır? Yukarı çıkayım diye bekleyip bekleyip de kızının fahişe olmasına göz yuman, oğlunu hırsız, mafya fedaisi yapan adam bakacak ki, oğlu mafyaya o kadar rahat giremiyor. Çünkü herkes mafya olunca sömürecek adam kalmıyor. Adam akrep gibi kendi kendini zehirleyip intihar edecek hale geldiği vakit, 'Bu akreplik canıma yetti, nasıl tekrar insan olabilirim' diyecek. Gidişat, Demirel'le bozuldu Bu bozulma ne zaman başladı? 1965'te, Demirel zamanında. Askerler, eski askerler, gerçekten vatan, millet kötüye gidiyor diye 27 Mayıs'ı yaptılar. O zamanlar Türkeş bile ülkenin ıslah edilmesini, ekonominin düzeltilmesini istiyordu. 38 Milli Birlik Komitesi üyesinin ortak imzasıyla oldu 27 Mayıs. Sonra Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu. Hedef, dış borçtan ziyade iç kaynakların çarçur edilmeden kullanılıp, yatırımların üretken alanlara sevk edilmesi yoluyla İtalya'nın düzeyine çıkmaktı. Bunu da, karma ekonomiyle yapacaktık. Karma ekonomide hem kapitalist işletmeciliği var, hem de devlet işletmeciliği... Bizim Sümerbank kâra geçtiği zaman özel sektöre devredilmek şartıyla kuruldu. İsmet Paşa'nın kafası budur. Karma ekonomidir. Paldır küldür sosyalizm falan kimsenin tasavvur ettiği bir şey değil. Ama bizim özel sektörümüz şekeri üçe alıp halka beşe yedirdiği için, devletin himayesiyle palazlanan bir özel sektör olduğu için bu plan lafından çok korktu. Apar topar harekete geçti. Adalet Partisi'nin başına Sadettin Bilgiç geliyordu. Ondan fena korktular. Süleyman Bey'i getirdiler. Bir kere kendilerine çok yakın. Mühendis, Amerika'ya gitmiş. Üstelik medeni bir adam. Öyle Bilgiç gibi molla değil; cumhuriyeti yıkmayacak. Cumhuriyeti, kuruluştaki seçkinci kadronun isteği yönünde götürecek. Muhafazakar sosyalizmci paşamız! Böyle mi oldu? Aynen böyle oldu. 1965'e kadar ülke planlı hale getirildi. İsmet Paşa, Türk tarihinin yetiştirdiği en akıllı, muhafazakâr sosyalizmci paşamız. O bizim Bismark'ımız. Almanya İmparatorluğunu kuran Bismark, işçi haklarında, şurada burada bir sürü ıslahatlar yapıyor. 'Ulan' diyorlar, 'Sosyalistler ne diyorsa yapmaya başladın.' O ne diyor? 'Onların yaptıkları her şeyi yaparsak boku yeriz. Bir kısmını da bizim yapmamız lazım.' İsmet Paşa'nın devlet adamlığı da budur. Sistemin büyük sarsıntı geçirmeden kendi çizgisini sürdürmesini sağlamıştır. Başardı mı peki? Başaramadı. 1965'te Demirel'i getirdiler. Kim getirdi peki? İlk akla gelen üç-beş tane Türkiye'nin cumhuriyet yetiştirmesi zengin. Demirel başbakan oldu. Verdiği ilk beyanat neydi? 'Milletimiz plan değil acilen pilav istiyor.' Şimdi boyuna pilav yediriyoruz. Onun için acilen Haydarpaşa Garı'nı satabiliriz, Kız Kulesi'ni satabiliriz. Ne olur mesela? Arap petrol milyarderleri için orası çok kontrollü bir randevu evi olabilir. Naomi getirilir, bilmem kim getirilir. Bizim hükümetler de komisyon alır. Ayıp, değil mi? Sen 2 bin yıllık tarih üzerinde turistik otel açarsan oraya kim gelecek sanıyorsun? Papa Hazretleri mi?
  10. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    1910 Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kopenhag Konferansı’nda Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edilen 8 Mart’ın anlamı ve içeriği, aradan geçen yüz yıla yakın zamanda neredeyse tümüyle değişti; günün içi boşaltıldı. Kapitalist sömürüye ve eşitsizliklere karşı tepki olan 8 Mart, şimdi kapitalizmin tüketim pompalamasının bir parçası oldu, 364 günü erkeklerin olan bir dünyada, yol-iz bilen işverenlerin kadın çalışanlarına kırmızı gül dağıtmayı ihmal etmedikleri, karısını döven erkeğin bile gülünü, çiçeğini unutmamaya çalıştığı, kadınlara resmi kutlama mesajları gönderilen bir güne; Sevgililer Günü gibi bir hoşluğa dönüştü." ********* KADIN... Kimi der ki kadın uzun kış gecelerinde yatmak içindir. Kimi der ki kadın yeşil bir harman yerinde dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir. Kimi der ki ayalimdir. boynumda taşıdığım vebalimdir. Kimi der ki hamur yoğuran Kimi der ki çocuk doğuran Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal O benim kollarım bacaklarım başım Yavrum, annem, karım, kızkardeşim hayat arkadaşımdır. Nazım Hikmet RAN Şan Olsun Dünya Emekçi Kadınların Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü 8 Mart'a! Bundan binlerce yıl önce kadınların egemenliğinin hüküm sürdüğü ve hiçbir haksızlığın, zulmün, ihanetin, sömürünün olmadığı ilk sosyal bilinçli toplum olan İlkel Komünal Toplum, kendi vücudunda üreyen bir virüse; Köleci Toplum virüsüne gebe kalınca olan oldu ve iyilerin yerine olumsuzluklar yerleşmeye başladı. Köleci toplumun olumsuzluklarının temeli olan sömürü, kendisinde ve kendisini izleyen tüm sosyo-ekonomik formasyonlar dizisi içinde ve fakat bir bukalemun gibi o formasyonun özelliklerine “uyum” sağlayarak devam etti, ediyor ve esas olarak da sosyalizmin ileri evresiyle birlikte sınıfsız toplum olan komünizm egemenliğini kurduğu zaman, tarihteki “vardı” bölümünde yerini alacaktır. Köleci toplumdan günümüze kadar emek düşmanı egemen sömürücü sistemler tarafından uygulanan ama daha yakın zamanlarda, 1400 küsürlerde yaşamış olan ünlü İtalyan düşünür Niccolo Di Bernardo Machiavelli’nin anlayışıyla “formüle edilen” Makyavelizm’e göre, tarihin itici güçleri “maddi çıkar ve kuvvettir”. Halkın çıkarları ile egemenler arasındaki çelişkiye işaret ederek egemen sömürücü sınıfların iktidarlarını devam ettirebilmeleri için zulüm ve ihaneti de meşru görmesiyle, her türlü aracın uygulanabilirliğini belirtmesiyle sömürücü yarasaların gönüllerinde “taht kurmuştur” Kuşkusuz bu araçlardan biri, Köleci Toplum döneminde tamamen ve her anlamda “meta” olmasıyla kadın ve sorunları, günümüzün de kanayan insanlık yaralarının en büyüğü olmaya devam ediyor. Her sınıf, her katman kendi ideolojileri doğrultusunda alternatifler sunmakta, doğası gereği de bunun kazanımı için mücadele etmektedirler. Bir Slogan Kadın üzerinde uygulanan baskıların en önde geleni, kuşkusuz onun cinsel bir meta olarak görülmesi ve kullanılmasıdır. Cinsel baskının ataerkil toplumlarda / anlayışlarda hüküm sürdüğünü, sadece ezilen kadınların bu baskıya maruz kalmadığı, burjuva kadınlar arasında da bu baskıya maruz kalanlar olduğu gerekçesiyle “sınıfsal olamayacağı” iddiaları, sınıf mücadelesini anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Ataerkil rejim ve anlayışların (Köleci Toplum’dan sosyalist Topluma’a kadar) ve günümüz özgülünde bir feodal / burjuva anlayışına denk düştüğü görülemiyor. Ataerkil rejim, maçoluk, ipe sapa gelmez evliliğe (ya da genel olarak cinselliğe denk düşen) töreler, sosyalizmin egemenliğinde ve egemen olduğu oranda ortadan kaybolduğuna ve kaybolacağına göre “Kadınlar üzerindeki cinsel baskıya son!” sloganı, ileriyi temsil etmesi anlamında doğru olmakla birlikte, devrimci sınıf mücadelesini ayrıştırmakla da hatalıdır ve hatası daha büyüktür. Aslolan sınıf mücadelesidir ! “Kadın ve Sosyalizm” isimli ünlü eserinde doğal eşitsizliğin dışında hiçbir eşitsizliği kabul edemeyeceğimizi belirten A. Bebel'e katılmamak mümkün mü? Kadının fiziki anlamda erkeğe oranla güçsüz olması doğanın yaptığı bir “dengesizliktir” ve onun üstünde oluşacak hiçbir baskının, hiç bir haksızlığın gerekçesi olamaz ! Artı ile eksi, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, haklı ile haksız, vb. vb. kıyaslamalar, karşıtların birliğidir; biri olmadan diğerinin varlığından söz etmemiz imkansızdır ve bunlar daima bir “savaş” durumundadırlar. Her karşıt, “kendi” karşıtını kendine yönlendirmeye çalışmaktadır. Kadın, aynı erkek gibi sömürülmekte, ama daha fazla sömürülmektedir. Yani aynı iş yerinde aynı işi aynı sürede yapmalarına karşın aynı paraya sahip olamamaktadırlar. Burada ücretli köle olan erkeğin de altında bir “statüye” sahip olan kadın, ayrıca baskı altındadır: Cinsel kölelik ! Yani kadının bu özgül durumu, devrimci sınıf mücadelesinin içinde değerlendirilmeli, ondan bağımsız ele alma yanlışlığına düşmemeliyiz. 8 Mart'ın Doğuşu 8 Mart 1857’de New York’taki tekstil işyerlerinde çalışan kadın işçiler daha iyi ücret, iş saatlerinin düşürülmesi ve birtakım sosyal haklar, kısaca insan gibi yaşamak için greve gittiler. Devlet, bu tamamen insani zorunlu gerekçeler yüzünden greve gidenlere oldukça sert tepkiyle karşılık verdi; yüzlerce ölü ve yaralı ile vahşice bastırıldı. 1910 yılında 2ci Enternasyonal’in toplantısında bayan komünist önderlerden Clara Zetkin’in önerisiyle bu onurlu gün, dünyadaki emekçi kadınların birlik ve dayanışma günü olarak kabul edildi. Bu kabul tarihinden sonra neredeyse tüm ülkelerde kutlanan 8 Mart’ın, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de yeterince algılandığını ve içeriğine uygun kutlandığını maalesef ki söyleyemeyeceğim. Kadın sorunu, sembolik olarak 8 Mart’ı göstermesine karşın bu önemli günün içeriği boşaltılarak sadece loş mum ışığı altındaki salonlara hapsedilmesi bunun en bariz örneklerindendir. Dün akşamki TV haberlerinde, İstanbul Kadıköy’de 8 Mart’a ilişkin yürüyüş yapan 2 bin civarındaki kadına destek vermek isteyenlerin kortej görevlisi feminist kadınlarca engellenmesi ise evlere şenlik bir görüntü olarak yansıdı ekranlara... Ne yapılmalı? Her şeyden önce sınıf mücadelesi içinde ön plana çıkan Clara Zetkin, Rosa Lüxemburg, Çian Çing gibi uluslararası niteliklere sahip kadın komünistlerin yaşamları ve mücadeleleri öğrenilmelidir. Peşinden ülkemizde öne çıkan Ayfer Celep, Sabahat Karataş, Ayça İdil Erkmen, Nurgüzel Yaşar ve "karı'lıktan kadınlığa uzanan yolda yaşamlarını feda etmiş nice devrim şehitlerinin yaşamları öğrenilmeli, bilince çıkarılmalı ve uygulanmalıdır. Bu onurlu insanlık mücadelesi seyri içinde özellikle soba arkası kedi bakışı sahibi burjuva meze artığı kadınlardan ve erkeklerden gelen; “Memleketi siz mi kurtaracaksınız?!”, “Böyle olmaz; seçimlere katılın!” “Devletle başa çıkılır mı?”, “Biraz yol-yordam öğrenin!”, “Gidin dilekçe yazın!” diyerek hezeyanlar içinde akıl(!) vermeleri duyulmamalıdır. ŞAN OLSUN 8 MART’I YARATANLARA ! ŞAN OLSUN “KARI”LIKTAN KADINLIĞA UZANAN YOLDA DÜŞENLERE ! ŞAN OLSUN BU ONURLU KAVGADA OLANLARA !
  11. Uyus ,siniy,acımasıs mikyop ne olaçak hıhhh işte (birden biye ne çok şey geldi aklıma )
  12. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Forum Oyunları
    uyumak istiyoyum ama zaman kaybediyorum sanıyorum................bukadarmı kısa bu yaşam??
  13. Nurettin Rençber...................Dokunma kalsın................
  14. Yayamaz Kayımca şurada cevap verdi: arman başlık Forum Oyunları
    GAZ
  15. Yaaaaaaaaaaa buda beni yoketmeye çalışıyoo manene ben bunuda agaça baglıcam onu aslanlara yem edecem ıssız ada nasıl olsa
  16. Hoşgeldiniz ERAY......bence burayı seviceksiniz...ama sevmeseniz bile saygıyla girip paylaşımlarda bulunacagınızdan eminim......güzel düşüncelerinizle ,sevginizle kalın....................
  17. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Forum Oyunları
    öf,pöf,puf,of,oyyy v.s v.s v.s
  18. Onur Akın..................Yasak..........
  19. Onu kuma gömeyim yüsünede bal dökerim kayımcalara yediririm onu
  20. Daha önce bu ifadenin aynısını yazmıştım !!!...............Gecenin hüznünü,sessizligini sessizce paylaşacak ÇALSIN.....
  21. Kıymet kadir(kim oluyo tanımam)bilmesini.............................
  22. SEVGİLİ EGZOSİST'e..................................... Bir Acayip Adam Fırtınadan arta kalmış bir teknede, Tevekkül içinde; Görkemli sakalı ve iğreti parkasıyla, Gizlediği macerasıyla, Bir acayip adam yaşardı. Akşamları susardı, Ben konuşsam kızardı... Bir sürgün kasabasıydı, Bir eski zamandı, Haziran'dı. Çocuktum, evden kaçmıştım, Gelip ona sığınmıştım... Küçücük bir koydu, sığdı, Burayı keşfeden belki de oydu. Uzaktan, kasabanın ışıkları yanardı, İçim anneyle dolardı, ağlardım.. Suphi şöyle bir göz atardı, Gizli bir cıgara sarardı, ağlardı. Sonra barışırdık, Ben flüt çalardım, cıgara sönerdi, Ağlardık... Nereden geldiğini bilmezdim, Kimsesizdi, Belki kimliksizdi... Onun macerası onu ilgilendirirdi; Kimseye ilişmezdi... Bir şeylere küfrederdi hep, Tedirgin bir balık gibi uyurdu. Bazen kaybolurdu, aradım, Yağmurun altında dururdu. Bir kalın kitabı vardı, Cebinde olurdu, her gün okurdu. Ben bir şey anlamazdım, Kapağını seyreder, duymazdım. Sakallı bir resimdi, kimdi; Ne kadar mütebessimdi!Sordum bir gün Suphi'ye: Söylediklerini niye anlamıyorum, diye. Bildiklerini, dedi, yüzleştir hayatla, Ve sınamaktan korkma!. Doğru ile yanlışı, ancak o zaman ayırabilirsin Ve O'nu anlayabilirsin...Sonra gülerdi. Günlerim, yüzlerce ayrıntıyı Merak etmekle geçerdi. Sonra yine akşam olurdu, Suphi susardı, Ben konuşsam kızardı.Tekneye martılar konardı, Yüreğim Suphi'ye yanardı, ağlardım. Suphi denize tükürürdü, Gökyüzünü tarardı, ağlardı. Sonra barışırdık, Ben flüt çalardım, yıldız kayardı, Ağlardık...Bir sahil kasabasıydı, Bir eski zamandı, Haziran'dı. Çocuktum, evden kaçmıştım, Gelip ona sığınmıştım... Bir gün bir aksilik oldu, Annem beni buldu! Suphi kaçıp kayboldu. Kasaba çalkalandı, olay oldu; Ben sustum, kanım dondu!.. Polisler onu bulduğunda tekti, Felâketti.. Herkes meydanda birikti. Karakoldan içeri girerken Sanki mağrur bir tüfekti!.. Ansızın dönüp bana baktı, Anladın mı? dedi Anladım, dedim; anladım... Ve o günden sonra Hiç bir zaman, Hiç bir yerde, Hiç ağlamadım.......................................... NİCE NİCE YILLAR................YÜREGİNDEKİ GÜZELİKLERİN KARŞINA ÇIKMASI DİLEĞİM.....

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.