Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
Açlık Ve Öfke Elveda, elveda çiftliğine, fethettiğin gölgeye, o berrak dala, kutsanmış toprağa, öküze, elveda esirgenen suya, elveda bayırlara, yağmurla gelmeyen müziğe, o kupkuru ve taşlı sabah kızıllığının solgun kemerine. Juan Ovalle, sana elimi verdim, susuz eli, taştan eli, duvardan ve kuraklıktan bir eli. Ve dedim ki sana: beddua et o koyu kahverengi kuzuya, o en merhametsiz yıldızlara, kurşun renkli bir diken gibi aya, gelinsi dudakların kırılmış dallarına, fakat dokunma insana, dökme henüz kanını insanın dokunarak damarlarına, boyama henüz kumu kanla, vadiyi yangınlar içinde bırakma düşmüş atardamar dallarının ağaçlarıyla. Juan Ovalle, öldürme. Fakat elin yanıtladı beni: “Bu toprak öldürecek, intikam almak isteyecek geceleri, acılığında zehirden bir rüzgârdır o yaşlı kehribar hava, ve gitar benziyor bir suçlunun sopasına, ve bir bıçaktır rüzgâr”. Pablo Neruda Çeviren: İsmail Aksoy “Evrensel Şarkı”dan
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
Acı Çekmedim Fakat acı çektim mi? Acı çekmedim. Sadece halkımın acı çekmesinden ötürü acı çekiyorum. Yaşıyorum içinde, yaşıyorum anayurdumda, bir hücre gibi o sonsuz ve alazlı kanda. Zamanım yok kendi acılarıma. Kimse acı çekmemi sağlayamaz bana temiz güvenlerini veren bu hayatlar olmadan, ve bir hain gibi bıraktı ölü mağaranın dibine vursun diye, ne ki geri döneceğiz oradan ve yükselteceğiz gülü. Cellat benim yüreğimi yargılasın diye baskı yaptığında yargıçlara, açtı o kararlı kitle, halkım, o muazzam labirentini, aşklarının uyuduğu o bodrumu, ve orada tuttular beni, gözetleyerek ışık ve hava gelinceye dek. Söylemişlerdi: “Borçlusun bize, sensin koyacak o soğuk işareti o kötücül kirli isme”. Acı çektim, sadece acı çekememekten ötürü. Biraderlerimin karanlık hapishanelerinden geçememekten ötürü, bütün acılarımla bir yara gibi, ve her bir topallayan adım yetişti bana, senin sırtına inen her bir darbe paraladı beni, senin şehadetinden her bir damla kan kanayan şarkıma sızdı gitti. Pablo Neruda Çeviren: İsmail Aksoy (“Evrensel Şarkı”nın “Karanlıktaki Anayurduma Yeni Yıl İlahisi” adlı bölümünden)
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
8 Eylül Bugün olan gün ağzına dek dolu bir kadehti, bugün olan gün muazzam bir dalgaydı, bugün bütün bir dünyaydı. Bugün yükseltti dalgalı deniz bizi bir öpüşün doruğuna, ki titremiştik bir yıldırımın çakışında, ürkmüştük ve dibe batmıştık birbirimizin kucaklayışında. Bugün yaymıştık bedenlerimizi sonsuzca, büyümüştük dünyanın sonuna doğru ve kaynaşmıştık birbirimize sarmalanmış olarak tek bir damlasında balmumunun ya da meteorun. Yeni bir kapı açıldı aramızda ve henüz yüzü olmayan biri, oturdu ve bekledi bizi orada. Pablo Neruda Çeviren: İsmail Aksoy (“Kaptanın Dizeleri”nden)
-
PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ..................
7 Kasım – Zafer Günü İçin Kaside Bu çifte yıldönümünde, bu günde, bu gecede, bulacaklar mı ıssız bir dünyayı, karşılaşacaklar mı umutsuz yüreklerdeki derin boşlukla? Hayır, saatleriyle bir günden daha fazlası, aynaların ve kılıçların bir geçit töreni bu, gecesel köklerinden şafağı burkana dek geceye çarpan çifte bir çiçektir bu. İspanya’nın Güney’den gelen günü, cesur gün demirden tüyüyle, oradan geliyorsun sen, çatlamış alnıyla düşen son kişiden ve ağzında senin yanan sayılarınla! Ve oraya gidiyorsun bizim hâlâ yaşayan anımızla: gündün sen, kavgaydın sen, destekliyorsun görünmeyen sütunu ve kaçışı barındıran rakamındaki kanın doğacağı yeri! Yedi, Kasım, nerede yaşarsın? Nerede alazlanır yapraklar, biradere nerede söyler doğrul diye vızıltın ve düşene: ayağa kalk! Nerede büyür kanının defnesi ve sızar insanın zayıf etine ve yükselir havaya biçimlemek için kahramanı? Sende, yeniden, Birlik, sende, yeniden, ey dünya halklarının bacısı, ey temiz memleketi Sovyetler’in. Bütün dünyaya yayılmış yapraklar gibi büyük tohumun döner sana. Kavganda, hiçbir ağlayış kalmadı artık ey halk! Her şey demirden olacak, her şey dolanıp yaralayacak, her şey kavranılmaz sessizlik bile, kuşku bile, evet, kış elleriyle kuşku bile arayacak yüreklerimizi dondurmak ve batırmak için, her şey, sevinç bile, her şey demirden olacak, zaferde yardımcı olmak için sana, ey bacı ve anne. Seni inkar edene tükürülsün! Saatlerin saatinde alsın cezasını o sefil, kan revan içinde, dönsün korkak karanlık evine, bulsun defne yürekli olanı, o cesur yolu, dünyayı savunan o kardan ve kandan cesur gemiyi! Selâmlıyorum seni, Sovyetler Birliği, bu günde, tevazu ile: yazar ve şairim ben. Babam demiryolu işçisiydi: yoksulduk her zaman. Seninleydim dün, uzaklarda, o büyük yağmurlu küçük ülkemde. Orada büyüdü alazlı adın, ve halkın bağrında yandı, cumhuriyetimin yüce göğüne dokunana dek! Bugün seni düşünüyorum, herkes seninle! İşlikten işliğe, evden eve, kırmızı bir kuş gibi uçuyor adın. Kahramanlarınındır onur ve kanının her damlasınındır, saf ve mağrur meskenini savunan yüreklerden o muazzam birikimindir onur! Seni doğuran o acı ve kahraman ekmeğindir onur, açılırken zamanın kapıları halktan ve demirden ordun şarkı söyleyip yürürken kül ve ıssız toprak arasında, katillerin üzerine doğru, zaferin temiz ve kutsal toprağında bir ay gibi büyük bir gül ekmek için. Pablo Neruda (“Üçüncü Konaklama” kitabının 5. bölümünden) Çeviren: İsmail Aksoy
-
Ruhsal sorunları herkes tedavi edebilir mi?
Son zamanlarda medyada, özellikle internet ortamında ruhsal sorunların tedauisi ile ilgili çok sayıda yayın, reklam, internet sitesi ya da 'online terapi" siteleri hızla çoğalmaya başladı. Aynı dönemde psikiyatristlerin hastalarına önerdikleri ilaçların özellikle de antidepresan grubu ilaçların hiçbir yararı olmadığını öne süren haberler ortalığa yayılmaya başladı. Ruhsal sorunlar ve hastalıklar toplumda son derece yaygın olarak görülmesine karşın toplumda ruh hastalığına yönelik önyargılar nedeniyle tedavi için hekime başvurmaktan çoğu hasta çekinmektedir. Birçoğu tama yakın tedavi edilebilen hastalıklar, ne yazık ki ya önyargılar nedeniyle hekime başvurulmadığından ya da tıp doktoru olmayan ama yasal boşluklar ve piyasa ekonomisinin denetimsiz ortamından yararlanan, tıbbi uzmanlığı olmayan kişilerin çeşitli bilim dışı unvanlar altında ve tedavi değil "psikoterapi" diye adlandırılarak yaptıkları uygulamalar nedeniyle tedavi edilememektedir. Bu yüzden kimi zaman ilk belirtileri ruhsal sorunlara benzeyen ya da ruhsal sorunların da eşlik ettiği beyin tümörü, nörolojik hastalıklar, endokrin hastalıkları gibi bazı jiziksel hastalıklar hekim olmayan kişilerce anlaşılamadığından bu hastaların sağlıkları telafisi imkansız düzeyde bozulabilmek-te hatta ölümle sonuçlanabümektedir. Hekim olmayan kişilerin, ruhsal sorunları ya da rahatsızlıkları olan kişileri muayene etmeleri, tanı koymaları ve tedavi etmeye giriştiklerine dair giderek artan haberlerle birlikte yazılı ve görsel basında antidepresıj ilaçların etkisiz olduğu ve etkilerinin plasebo etkisinden jârksız olduğuna ilişkin yurtdışı bir kaynağa dayandırılan bir haber yayımlandı. Bu ilaçlarla halen tedavileri sürdürülmekte olan birçok hastanın, tedavilerini sürdürme konusunda tedirginlik yaşaması üzerine 15oo'ü aşkın üyesiyle ruh sağlığı alanının en güçlü örgütü Türkiye Psikiyatri Derneği tarajindan ayrıntılı bir açıklama yapıldı... ANTİDEPRESANLAR İŞE YARAMIYOR MU? DEPRESYON, günümüzde yaşam kalitesini bozan ve diğer fiziksel hastalıklarla olumsuz etkileşim gösteren önemli bir ruhsal hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü tahminlerine göre depresyon 2020 yılında yaşam kalitesini bozan ve yeti yitimine yolaçan hastalıklar arasında birinci sırayı alacaktır. Dolayısı ile depresyon tedavisi için her türlü tedavi etkinliğinin dikkate alınmasının akılcı olacağı açıktır. Biyo-psiko-sosyal bir sorun olarak ele alınan depresyonun tedavisinde kullanılan antidepresanlar yaklaşık 50 yıldır ruh sağlığı alanında hizmet veren hekimler tarafından güvenle kullanılmaktadır. Uzun yıllardır sürdürülen bilimsel çalışmalar ile sağlanan gelişmeler sayesinde bu ilaçların olumlu özelliklerinin geliştirilmesi sağlanmaktadır. Gerek bağımsız kaynaklı çalışmalar gerekse ilaç endüstrisi destekli çalışmalarla antidepresan ilaçların eddnliğini test edilmektedir. Bu çalışmaların bazıları antidepresanların tedavi edici etkinliğini ortaya koyarken, bazıları da bu etkinliği yeterince kanıtlaya-mamaktadır. Ancak, araştırma sonuçlarının çoğunlukla antidepresan ilaçların etkin olduğunu ortaya koyduğu görülmektedir. Bu çalışmalara ek olarak, ruh sağlığı alanında hizmet veren hekimler antidepresan ilaçların doğru tanı konulan olgularda klinik olarak etkin ve yararlı olduğunu klinik deneyimleriyle açıkça gözlemlemektedirler. Akılda tutulması gereken önemli bir nokta da, antidepresan ilaçların sadece depresyon tedavisinde değil, başka pek çok ruhsal bozukluğun tedavisinde başarı ile kullanıldığına ilişkin bilimsel kanıtların güçlü olduğudur. Son günlerde antidepresan ilaçların yalnızca ağır depresyonda etkili olduğunu bildiren bir yayının medyada sansasyonel olarak ele alınması hastalarımızda kararsızlığa neden olmuştur. İlaç etkinlik araştırmalarında plasebo kontrollü çalışmalar yapılmakta, ilaçların etkinliği plasebo ile karşılaştırılmaktadır. Araştırma yapılan grubun özellikleri, tanı güvenilirliği, çalışma deseni, vb özellikler çalışma sonuçlarını eüdlemekte ve zaman zaman eddnlik çalışmalarında olumsuz sonuçlara da varılabilmektedir. Ancak tüm çalışmaların genel değerlendirilmesi sonucunda ilaçlar klinik kullanıma sunulmaktadır. Birkaç çalışmanın olumsuz sonucunu da içerse tek bir yayının tüm bilgi birikimi ve deneyimi ortadan kaldırması sözkonusu değildir.Çok sayıda bilimsel çalışma ve klinik uygulama deneyimleri antidepresan ilaçların etkinliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu nedenlerle hekimlerin gözetiminde antidepresan ilaçları kullanan hastalarımız, yalnızca medya yorumlarına dayanarak tedavilerini kesmemeli, ruh sağlığı uzmanlarına danışarak akılcı ve bilimsel yolu izlemelidirler. Ruhsal sorunları olanları önüne gelen 'tedavi' edebilir mi? İsteyen herkes 'psikoterapi' yapabilir mi? Hekim olmayan kişilerin, ruhsal sorunları ya da rahatsızlıkları olan kişileri muayene ettikleri, tanı koydukları ve tedavi etmeye giriştiklerine dair haberler son zamanlarda giderek artmaktadır. Bu kişiler "danışmanlık merkezleri", "yaşam koçluğu", "NLP", "hipnoterapi", "stresle başa çıkma" vb isimler altında ve çoğunlukla kurdukları limited şirketlerinde, depresyondan panik bozukluğuna, fobilerden aile sorunlarına, cinsel işlev bozukluklarından şizofreniye dek bir çok ruhsal sorun ya da rahatsızlığı kısa sürelerde düzelttiklerini öne sürmekte, gazetelerde, internet sitelerinde ve televizyon programlarında açıkça ya da dolaylı olarak reklamlarını yapmakta, yasal yetkileri olmadığı halde rahatsızlıkları nedeniyle zor durumda olan insanlarımızın zarar görmelerine ve yanlış tanı ve tedavi girişimleri ile rahatsızlıklarının kronikleşmelerine neden olmaktadırlar. Bu kişiler, "reytingi yüksek sansasyonel yayın" peşinde olan bir çok televizyon kanallarında, haber programlarında, kadın programlarında hatta sağlık programlarında yer alarak, telefonla hiç görmedikleri kişilerin hastalıkları ya da sorunları hakkında tanı koymakta ve bilimsel gerçeklere uygun olmayan çözüm yolları ya da tedaviler önermektedirler. Halkımızın acı ve sıkıntılarını sömüren bu kişilerin çoğunluğu tıbbı, psikiyatriyi ve psikiyatrisderi kötülemekte ve etkinliği yüzlerce bilimsel araştırmalarla kanıdanmış tıbbi tedavileri küçümsemekte ya da zararlıymış gibi göstermekteyken; bir bölümü ise hekim olmadıkları halde kendilerine başvuran insanlara ilaç önerebilmektedirler. Resmi ya da özel hastanelerin psikiyatri polikliniklerine ve muayenehanelere bu yasadışı uygulamalardan zarar görmüş sayısız vatandaşımız başvurmaktadır. Ülkemizde rahatsızlıkları muayene etme ve tedavi yapma yetkisi yasalarla sadece hekimlere tanınmıştır. Bu nedenle yukarıda örneklerini verdiğimiz uygulamalar yasa dışıdır ve suçtur. Buna rağmen gerek Sağlık Bakanlığı gerekse il ve ilçeler düzeyinde Sağlık Müdürlüklerinin yetersiz denetimi nedeniyle bu tür şirkeder çalışmalarını sürdürebilmekte, metro, belediye otobüsü gibi yerlerde ve web sitelerinde açıkça reklamlarını yapabilmektedirler. Yukarıda açıkladığımız nedenlerle: Ruhsal sorun ve rahatsızlığı olan vatandaşlarımızın hekim olmayan kişilere başvurmaktan kaçınmaları, Yazılı ve görsel basının, taşıdıkları sorumlulukların bilincinde olarak, ruhsal sorunların çözümünde hekim olmayan kişilere programlarında yer vermekten ve dolaylı reklamlarını yapmaktan kaçınmaları, Sağlık Bakanlığı'mn ve diğer yetkili kurumların yasa dışı ve yetkisiz olarak çalışan bu tür kişilerin çalışmalarını önlemeleri, çalışanları tespit ederek gerekli yaptırımları uygulamaları gereği kamuoyuna ve basınımıza duyurulur.
-
Her suç işleyen akıl hastası mı?
Geçen hafta üst üste gelen cinayet haberlerinde, zanlıların psikiyatri hastaları olduğuna dair iddialar vardı. Özellikle annelerini öldüren iki genç kızın mutlak psikiyatrik hastalığı olan kişiler olması gerektiği fikri haberleri hazırlayanların en çok üzerinde durdukları konuydu. Aynı hafta Bursa'da şizofreni hastası olduğu yazılan bir erkeğin de anne ve ablasını öldürmesi, diğer haberlerin de bu yönde yazılmasını güçlendirdi. Özellikle annelerini öldüren kızlarla ilgili haberlerde böylesi bir cinayetin ancak "akıl hastası olan kişilerce" işlenebileceğine inanıldığı anlaşılıyordu. Her iki olayda da bir insanın ancak akıl hastası olursa annesini öldürebileceği fikri işleniyordu. Bu haberler ne yazık ki zaten toplumda yaygın olan psikiyatrik hastalığı olan kişilerin "çok tehlikeli" olduğu önyargısını daha da güçlendireceğe benziyor. Hemen tüm toplumlarda akıl hastalarının tehlikeli, suç işlemeye eğilimli, toplum dışı insanlar olduğuna dair yaygın bir önyargı vardır. Psikiyatrik sorunları olan insanlara yönelik olan bu önyargı "damgalama" (stigmatizasyon) olarak tanımlanmaktadır. Damgalama bir yandan toplumun psikiyatrik hastaları toplumsal hayattan dışlamasına, diğer yandan da ruhsal sorunları olan kişilerin damgalanma korkusuyla psikiyatrlara başvurmaktan kaçınmasına neden olmaktadır. ÖNYARGININ KÖKENLERİ Psikiyatrik hastalığı olan kişilerin böyle bir hastalığı olmayan kişilere göre suç işlemeye daha çok eğilimli ve tehlikeli kişiler oldukları önyargısının tarihsel kökenleri on dol-aızuncu yüzyıla kadar gitmektedir. 1835-1909 yılları arasında yaşamış bir İtalyan hekim olan Cesare Lombroso, bu önyargının önce tıbbi, daha sonra hukuk ve suç bilimi alanlarına da yayılmasının en önemli sorumlusudur. Lombroso, insanların suç işleme eğilimlerinin doğuştan gelen yapısal/ırksal bir özellik olduğuna inanıyor ve bu yapısal özelliklerin saptanması durumunda kimin suç işleyip işlemeyeceğinin önceden bilinebileceğini savunuyordu. Bu inancını kanıtlamak için çok uzun yıllar boyunca suç işlemiş insanların dış görünümleri, özellikle yüz ve kafa yapıları üzerinde çalışmalar yapmıştı. Belirli bir yüz şeklinin, burun yapısının ya da diş düzeni ve benzeri özelliklerin belirli suçlara eğilimi artırdığını düşünen Lombroso, sonunda hırsız, katil, tecavüzcü, fahişe gibi "suçlu" tipleriyle ilgili özellikleri sınıflamış ve yayımlamaya başlamıştı. Lomb-roso'nun çalışmaları ilk yayımlandığında büyük ilgi görmüş çok sayıda çağdaşı ve ardılı benzer çalışmaları birbiri ardına yayınlamışlardı. Lombroso'nun suç kavramı oldukça genişti; örneğin solculuk, devrimcilik de ona göre suçtu ve bu devrimcilerin de bazı doğuştan gelme anatomik şekil bozuklukları vardı. 'CADI AVI' SÜRÜYOR Lombroso'nun suçun doğuştan gelen bir özellik olduğu ve bu özellikler saptanırsa bu kişilerin suç işlemeden önce tutuklanmaları ya da toplum dışına atıl-malarıyla toplumdaki suç davranışının ortadan kaldırılabileceği fikri özgün ya da yeni değildi. 15. yüzyılda iki Dominikan keşiş tarafından yazılmış olan "Cadı Tokmağı" adlı kitapta da cadıların, dinsizlerin ve günahkârların dış görünüş ve davranışlarından tanınabilecekleri fikri öne sürülmüştü. O dönem Avrupa'da binlerce insanın, özellikle kadınların, yakılarak öldürüldüğü 'cadı avlan' bu kitabın rehberliğinde yürütülmüştü. Bugün, Cadı Tokmağı kitabında 'cadı' olarak tanımlanan kişilerde görüldüğü öne sürülen özellikler incelendiğinde, belirtilen özelliklerin başta sara (epilepsi) olmak üzere çeşitli nörolojik ve psikiyatrik hastalıkları olan kişileri tanımladığı anlaşılmaktadır. Cadı Tokmağı' ndan Lombroso'ya kadar suç ve ruhsal hastalık bağlantısı hep sürmüş ve izleri bilimde olmasa bile toplumsal önyargılarda kendini korumuştur. Lombroso'nun düşünceleri İkinci Dünya Savaşı öncesi ve süresince Nazilerin Yahudi soykırımına neden olmuş, Yahudilerle birlikte Avrupa'da özellikle kronik ruhsal hastalıkları olan çok sayıda kişi ya öldürülmüş ya da kısırlaştırılmıştır. Öyle ki savaşa hiç dahil olmayan ve faşizmin iktidara gelmediği İsveç'te bile o yıllarda özellikle şizofreni hastaları ve zihinsel engeli olan kişilerin zorla kısırlaştırıldıkları son yıllarda ortaya çıkarılabilmiştir. MUHALİF OLMAK VE MECZUPLUK Her toplum acayip, korkutucu ve tehlikeli olanın ancak akıl hastalığıyla mümkün olabileceğine dair bir gizil önyargı taşır. Bu önyargı çoğu zaman iktidarlarca da beslenir. Tıpkı suç gibi, muhalif olmak da ancak akıl hastalığı sonucu olan bir durummuş gibi gösterilir. Süleyman Demirel'e cumhurbaşkanlığı döneminde Anıtkabir'de bir tören sırasında elinde Kuranla saldırmaya kalkan kişi için hemen "meczup" deyimi kullanılmıştı. Meczup yani akıl hastası. Benzer şekilde Turgut Özal'a suikast girişiminden suçlu bulunan kişinin de akıl sağlığının yerinde olmadığı iddia edilmişti. Bu ilişkinin her suç durumunda kurulmasının bir önemli nedeni ise ceza kanunlarının bir kişiyi akli dengesi bozulmuş durumda işlediği suçlardan dolayı mahkûm etmemesidir. Gerçekten de bazı psikiyatrik hastalıklar ya da durumlarda hasta kişi eyleminin sonuçlarını değerlendirebilecek ruh sağlığına sahip olmayabilir. Bu durum psikiyatrlarca saptandığında bu kişi ceza almaz, tedavi edilir. Toplum arasında "bir deli raporum olsa canımın istediğini yaparım" ya da "dikkat et benim deli raporum var" şeklindeki ifadelerin de kaynağı bu durumdur. Bu nedenle birçok suçlu, davaları sırasında akıl sağlıklarının yerinde olmadığını iddia ederek ceza almaktan kaçınmaya çalışır. Ancak sanılanın aksine, bir kişinin suç işlediği sırada akıl sağlığının yerinde olmadığı saptandığında ceza almadığı eksik bir bilgidir. Bu kişiler cezaevine konulmazlar ama kimi zaman ömür boyunca psikiyatri kliniklerinde tutulurlar. Maalesef ülkemizde bu alandaki kurum ve yatak sayısı azlığı ve bir Ruh Sağlığı Yasası olmaması nedeniyle suç işlemiş psikiyatri hastalan bazen birkaç yıl sonra kurumdan çıkarılmak zorunda kalmaktadır. HASTALIK VE SUÇ RİSKİ Suç işleme davranışı sanılanın aksine psikiyatrik hastalıkla doğrudan bağlantılı olan bir durum değildir. Her suç işleyenin mutlaka psikiyatrik bir hastalığı olması gerektiği inanışı temelsiz ve yanlıştır. Gerçekte ağır kişilik bozuklukları ve gerçeği değerlendirme işlevini geçici ya da kalıcı olarak bozan bazı hastalıklar dışında psikiyatrik hastalık şiddet ya da suç işleme eğilimi için riski artırmaz. Dahası psikiyatrik hastalığı olan bireylerde, başta intihar gibi kendine zarar verme davranışları, başkalarına zarar verme davranışlarından çok daha yaygındır. Suç işlemenin ancak akıl sağlığının bozulmasıyla mümkün olabileceği önyargısı suça neden olan toplumsal, siyasi, ekonomik, geleneksel etkenlerin göz ardı edilmesine, yok sayılmasına neden olmaktadır. Açlıktan ekmek çalan bir kişinin aç olması nedeniyle değil de akıl hastası olması yüzünden ekmek çaldığını düşünmeye benzer bu önyargı. Benzer şekilde muhalif olmanın ancak akıl sağlığının bozulmasıyla açıklanmasının iktidarı korumaktan başka bir amacı olmadığı çok açıktır. Tarihte sadece Stalin dönemine özgüymüş gibi anlatılan muhalifleri akıl hastalığıyla damgalama tutumu her çağ ve her iktidarda değişik biçim ve görünümlerde kullanılan bir stratejidir. RANT PEŞİNDE KOŞANLAR... Ruh hastalığıyla ilgili bu önyargı ve damgalama çoğu zaman bireylerin ruhsal bir sıkıntıları olduğunda "deli damgası" yememek için psikiyatri hekimlerine gitmemelerine neden olmaktadır. Özellikle kapitalist pazar ekonomilerinde, bu, damgalanma korkusu çeken bireylerin kendilerine başvurmalarını sağlamak için, çok çeşitli "alternatif ruh sağlığı hizmeti" verdiği iddiasındaki kişilerin, çoğu zaman "terapi", terapist" , "danışman", "yaşam koçu" gibi belirsiz anlamı olan ama özellikle tıp doktoru olmadıklarını vurgulayan ifadelerle rant peşinde koşmalarına yol açmaktadır. Bu durum gerçekten yardıma ihtiyacı olan ve tedavi edilebilecek sorunları olan bireylerin doktora başvurmaktan kaçınmalarına, tıbbi uzmanlığı olmayan kişilerin bir dizi bilimdışı uygulamalarında hem paralarını kaybetmelerine hem de hastalıklarının kronikleşmesine ve şiddetlenmesine neden olmaktadır. Kendisinin ya da bir yakınının ruhsal bir sıkıntısı olabileceğini düşünen kişinin damgalanma korkusundan sıyrılarak psikiyatri hekimine başvurması en doğru davranış olacaktır. Hekimler hastalığı olmayan kişilere sağlamsın derler ve sadece hastalığı tedavi ederler. Üstelik modern psikiyatrik tıp artık çok sayıda ruhsal sorunu son derece başarılı şekilde tedavi etmektedir.
-
Stres ve başa çıkma yolları.....
Stres, günümüzde kişilerin ruh sağlığını en olumsuz etkileyen, üretkenliklerini, yaratıcılıkları düşüren, kişilerarası ilişkilerinin ve iletişimlerinin bozulmasına en çok neden olan durumdur denilebilir. Çağımız için stres çağı bile diyenler olmuştur. Stresin yalın ve herkes tarafından kabul edilen kısa bir tanımı yoktur. Stres, kişinin huzurlu, mutlu, güvenli ve üretken olmasını engelleyen, onu mutsuz, gergin ve güçsüz bırakan her türden durum olarak anlaşılabilir. Üretici dengeyi ve kişinin kendinden memnun olmasını engelleyen her şeyin stres kaynağı ya da nedeni olarak kabul edilmesi mümkündür. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta yalnızca herkes tarafından olumsuz olarak kabul edilen durumların değil, olumlu ve başarılı durumların da stres olarak görülmesi gerektiğinin unutulmamasıdır. Piyangodan büyük ikramiye kazanmak da strestir. Kişinin bir çocuğunun olması da, bir yakınını yitirmesi de strestir. Görevden alınmak, emekli olmak da strestir, yıllardır istenilen göreve getirilmek ya da işe başlamak da. Seçimi kaybetmek ile seçimi kazanıp milletvekili olmak da strestir. Tüm insanlar yaşamları boyunca az ya da çok oranda strese maruz kalırlar. Stres her zaman kişinin dengesini bozan olumsuz bir gelişme değildir. Örneğin emekleyen bir çocuğun ilk yürüme denemeleri, çocuk için stres verici bir dönemdir. Bu tip stresler olumlu streslerdir ve büyüme, gelişme, başarma, üstesinden gelme, motive olmayı sağlama gibi katkıları vardır. Sınıfı geçip geçmemenin üzerinde en küçük bir stres yaratmadığı bir öğrencinin o derse gerçekten kendini vererek çalışması olası değildir. ÜRETKEN STRES Stres kişinin üretkenliğini, ilkelerine sahip çıkmasını, sevebilmesini, değer verebilmesini, çalışabilmesini sağlıyorsa buna olumlu ve dengeli üretken stres diyebiliriz. Burada önemli olan iki boyut vardır. İlki stres verici olayın süresidir. On beş gün sonraki sınava hazırlanırken yaşanan stres durumu sınavın bitmesiyle son bulacaktır. Ama kişi bir yıl boyunca her on beş günde yeni bir sınava girmek zorunda kalırsa bu durumun kronik stresli yaşam olarak değerlendirilmesi gerekir. İkinci ve çok daha önemli boyut ise kişinin içinde bulunduğu stres koşullarına yüklediği öznel anlamdır. İnsanlar olaylara tepki vermezler o olaya verdikleri anlama ve öneme tepki verirler. Ancak zamanımızın hayat koşulları genellikle gündelik hayatı hep olumsuz durumlarla başa çıkılması gereken bir hız ve gerginlik süreci olarak yaşamamıza neden olmaktadır. Her zaman çok işimiz, yetişmemiz gereken randevular, gönlünü almamız gereken insanlar, idare edip çözümlememiz gereken çatışmalar, değişmesi olası görünmeyen açmazlar, onaylamasak da almamız gereken kararlar, istemesek de katlanmamız gereken durumlarla iç içe yaşıyoruz. İşte bu durum kronik stres koşulları olarak tanımlanmaktadır. Sürekli güçlü, her şeyi çözen, her şeyi kabullenen, her yere, herkese yetişen kahramanlar gibi yaşamak zorunda hissediyoruz kendimizi. Bu koşullar çoğumuzda bırakıp gitmek, yataktan çıkmamak, uzaklaşmak, kafamızı dinlemek, her şeyden vazgeçmek gibi isteklere ve duygulara neden olmaktadır. Bu duygular arttıkça, katlanılması gereken stresli gündelik hayatımız bize çok daha katlanılmaz gibi görünmekte giderek bir kısır döngü içinde sanki pilimiz bitmiş gibi hissetmekte, tükenmekteyiz. TÜKENME SENDROMU Kronik stres koşullarında uzun süre kalan kişilerde "Tükenme Sendromu" denilen özel bir ruhsal durum görülmektedir. Tükenme sendromunda bedensel, ruhsal ve davranışsal sorunlar ortaya çıkabilmektedir. Kişi kendini sürekli yorgun hisseder ve bu yorgunluk hissi dinlenmekle geçmez. Baş ağrıları başta olmak üzere sırt, bel ağrıları, enerji kaybı, güçsüzlük, mide-bağırsak yakınmaları, tat alamama, hazımsızlık ve uyku bozuklukları görülebilir. Kişi kendini unutkan, dikkatini toplamakta güçlük çeken, çabuk sinirlenen, tahammülsüz, mutsuz hisseder. Kişilerarası ilişkilerinde gergin, öfkeli, sabırsızdır. Bu belirtiler kişinin hem haz alma, istekli olma ve doyum duygusunu yaşamasını engeller hem de aile, yakınlar ve çevresiyle ilişkilerini olumsuz etkiler. STRESİN NEDEN OLDUĞU DEĞİŞİM Stresi, kişinin belli bir denge içinde giden yaşamını değiştiren ya da değiştirme riski taşıyan herhangi bir durum olarak görebiliriz. Var olan dengeyi bozan her değişim kişi de tehdit duygusuna yol açar. Dengenin bozulması tehdidi. Tehdit duygusuna canlılar bir dizi fizyolojik, psikolojik ve davranışsal değişimle tepki verirler. Biz insanlar dahil tüm canlılar yaşamımızı tehlikeye düşürebilecek tehdit içeren durumlara karşı korunma düzenekleriyle doğuştan donanımsızdır. Yaşamımızı tehdit eden olası herhangi bir durumda tüm canlılar gibi biz insanlarda da iki temel tepki oluşur: SAVAŞ YA DA KAÇ! Her iki tepkiyi oluşturan da beynimizdir. Beynimiz, duyu organları aracılığıyla, yaşamsal bütünlüğümüzü tehdit eden durumlar olup olmadığını sürekli denetler. Bazı duyumlar doğuştan itibaren beynimiz tarafından tehlikeli olarak bilinir. Örneğin çok şiddetli gürültü, derimize bir iğnenin batması, yaralanma, ateş, yükseklik, karanlık gibi. Birçoğumuz, bebeklerin ani bir gürültüden sonra korku içinde ağladıklarını gözlemlemişizdir. Doğuştan beynimize kayıtlı olan tehlikeli durumlar algılandığında beynimiz istemdışı bir etkinlik gösterir. Beynimizin bazı bölgelerinden adrenalin adı verilen kimyasal bir madde salgılanır. Bu madde, vücudumuzu, yaklaşan tehlikeye karşı SAVAŞMAYA YA DA KAÇMAYA hazırlar; Sakinlik ve gevşeme duygularını sağlayan kimyasal maddeler azalırken, hareket, enerji ve saldırganlık duygularını artıran kimyasal maddeler artar. Kan şekeri yükselir, çünkü savaşmak ya da kaçmak için enerjiye ihtiyaç vardır. Benzer şekilde solunum hızlanır, önemli organlara daha çok oksijen ve enerji gitmesi için kalbimiz daha hızlı çarpmaya ve kan basıncımız yükselmeye başlar. Kaslar gerginleşir. Kol ve bacaklarda kan dolaşımı azalır, deri soğur ve solar. Çünkü olası bir yaralanma durumunda daha az kan kaybı olması sağlanmaya çalışılırken kan daha çok beyne gönderilmeye çalışılır. Aynı şekilde mide barsak hareketleri yavaşlar oraya giden kan azalır. Bunu karnımız üzerinde kramp ya da karıncalanma gibi hissederiz. Gözbebeklerimiz daha iyi görebilmek için büyür, idrar kesemiz ağırlıktan kurtulmak üzere idrarı boşaltmak üzere kasılır. Bedenimiz ısı kaybını önlemek amacıyla soğur ve terleme başlar. HAYAT KURTARAN SİSTEM Bütün bu değişimler, yaklaşan tehlikeyle baş edebilmek için bedenimizin hazırlanması amacına yönelik olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sırada ruhsal olarak tedirginlik, gerginlik, dikkat dağınıklığı gibi belirtiler ortaya çıkar. Savaş ya da kaç tepkisi kişiyi etkileyen acil bir durum karşısında hayat kurtarıcı bir işlev görür. Bu tepki sistemi olmasaydı ne biz insanlar ne de diğer canlılar yaklaşan tehlikelere karşı önlem almaz ve zarar görürdük. Hayvanlar için bu sistem hâlâ hayat kurtarıcıdır. Biz insanlarda ise bu sistem yalnızca yaklaşan hayatı tehdit eden tehlikeler için değil, bedensel ve özellikle ruhsal dengemizi bozabilecek her türden durumda da ortaya çıkmak üzere evrimleşmiştir. Savaş ya da kaç tepkisi sınav öncesi başarısızlık halini bir tehdit olarak algılayıp daha çok ders çalışmamızı sağlayabilir; ya da bir sporcunun yarışma öncesi tüm enerjisiyle yarışmaya yoğunlaşmasını, böylelikle başarmasını sağlayabilir. İşte burada stresin süresi ve kişi için anlamının önemi ortaya çıkmaktadır. Sürekli stres altında kalmak ya da karşılaştığı her durumu, olayı, görevi hayati önemde görmek, kişinin sürekli bu fizyolojik ve psikolojik tepkiyi yaşamasına neden olur. Sonunda organizma önce fizyolojik sonra psikolojik olarak iflas eder ve yukarda tanımladığımız tükenme durumu ortaya çıkar.
-
Manda Sütü.......
Akıl ve bilime ilginin artabilmesi için bazı yenilikler yapmalı. Anlatırken ağlayıp zırlasak mı acaba? Nasıl olsa örgütçülüğü adam devşirmekle aynı zanneden dünyanın en gözü yaşlı ho-caefendileri bizden yetişme. Hayır, televizyonlarda epeyce taklitleri de çıkmaya başladı, hangi kanalı açsan acayip iddialı isimleri olan programlar var. Bakıyorsun ismine "çapraz ateşleme", "kırmızı tabure" gibi şeyler. Tamam! diyorsun, alacaklar konuk ettikleri adamı ortaya, biri sağdan çakacak, öbürü soldan bindirecek, gizli saklı bir şey kalmayacak. Program başlıyor, bir müzik var fonda Allah, Allah!.. Davullar vuruyor, trompet cazırdıyor, ziller çan çan inletiyor ortalığı. Işıklar yanıyor stüdyoda, melek yüzlü sunucu mütebessim bir ifade ile oturuyor kocaman bir koltukta. Yanında da kendisi gibi ama daha teslimiyetçi bakan bir başkası, yardımcı gibi bir şeyler. Konuşuyor yumuşacık bir sesle ekrana bakarak, "Saayın seyirciler, bu akşam "dört yandan ateş" programımızda kıymetli hocamız Sayın Zırıldak Sulugöz konuk olarak bizi şereflendiriyor. Sayın hocam, lütfettiniz bizleri kırmadınız yoğun işleriniz arasında irşad adına faydalı olmak maksadı ile buralara kadar koştunuz. Acaba, zahmet bu-yurmazsanız bizi şu anda ekranları başında izleyen milyonlarca seyircimize nikâhtan sonra gelinin eşeğe binmesinin uğurlu bir hal olup olmadığını anlatabilir misiniz? Yahut inancımızda uğurun yeri var mıdır? Sayın Hocam, bu sualin cevabını pek çok izleyicimiz sizin himmet saçan mübarek ağzınızdan duymak istiyor efendim, buyurunuz efendim". AKIL VE DOGMA, GERÇEK VE ÇARPITMA Ulan bu ne şimdi? Davullar ne oldu? Trompet nereye gitti? En önemlisi dört yandan ateşlemeyi kim yapacak? Derken ve daha sorunun sorulma şekline de, sorunun kendisine de alışamamışken cevap geliyor. Programa konuk olarak katılan ama oraların sahibiymiş gibi oturan hoca (!?), önündeki bardaktan biraz su içiyor, dudaklarını hafifçe yalıyor. Lü-tufkâr bir ifade ile ağır ağır konuşmaya başlarken kamera yaşlı gözlerine yakınlaşıyor. Daha "eşek" demeden ilk damla gözyaşı süzülüveriyor hocanın nurlu yanağına, "gelin" dediği anda haykırış, "uğur" dediği anda da höykürüş başlıyor. Program böyle sürüp gidiyor. Yani sevgili BirGün okurları ne yalan söyleyeyim insan bu kadar hürmeti de bir parça kıskanmadan edemiyor be! Yani şimdi şu yazdıklarımı helada okuyan, kahvaltı sofrasında üstüne yumurta damlatarak şöylece göz gezdiren yüzlerceniz var biliyorum. Hiç kusura bakmayın, bu böyle gitmez! Biz de bilim sayfası olarak artık tarzımızı değiştiriyoruz. Bundan tezi yok, ağlaya sızlaya anlatacağız, bilimin değil sululuğun, aklın değil dogmanın, gerçeğin değil çarpıtmanın yanında olacağız. Yükümüzü doğrultacağız. Biz sevgili Ateş Hırsızı Selçuk Candansayar ile birlikte, babamızın değil kendimizin alacağı, jakuzili yatlarda sömürdüğümüz paraları en kısa zamanda inşaaaal-lah yerken bu kez sevinçten ağlayacağız... Planım son derece basitti ve Ateş Hırsızı'na da en kısa zamanda konuyu açacaktım ama gelin görün ki beceremedim. Çünkü vicdan denen tohumu içimizde öyle derin bir yere atmışlar, akıl ve bilim ile öyle çok beslemişler ki, ne yapsak sökemiyoruz. Üstelik nasıl dallanmış budaklanmışsa namussuz, geçenlerde Akçakoca'da katıldığımız Dostluk Yardımlaşma Vakfı'nın eğitim çalışmalarında pırıl pırıl gençlerin tertemiz yüreklerinde bir de büyüyüp çiçek açtığını gördük. Keratalar hiç de sözüm ona sunucular gibi teslimiyetçi falan değiller, karşımıza oturup bizleri pohpohlayacaklarına, her söylediğimizi öne arkaya sallanan başları ile onaylayacaklarına, soruyorlar da soruyorlar. İnsan hakları ve bilimin ilgisini soruyorlar, adalet ve aklı sorguluyorlar, örnek istiyorlar, yayın istiyorlar, itiraz ediyorlar, antitez sunuyorlar. Bütün gün çalışıyor akşama da kızlı erkekli dostça, kardeşçe halay çekiyorlar. Ve biz gerçekten ağlıyoruz onlara baktıkça, fark etmesinler, neşeleri kaçmasın diye sessizce, içimize ağlıyoruz. Umudumuzdan, sevincimizden ağlıyoruz. Mutlulukla eve dönüş yolunda çok sevdiğim bir köye uğruyoruz, tam da kahvaltı saati, mis gibi tavşan kanı demlenmiş çaydan önce bembeyaz bir kaymak konuveriyor tepsiye. Birdenbire yıllardır görmediğim bir dostu fark ediyorum tadında. Bu unutulmuş lezzetin sebebi köyün hemen çıkışında homurdanarak karşımıza çıkıyor. Koskocaman kara gözlü bir manda, önümüzde ağır ağır yürüyor. Mandalar başlarını ileri uzatarak yürür, daha yük taşımadan taşıyormuş gibi dururlar. Önümüzdeki kara gölgeyi tartsak rahat 600 kilo gelir. Mandaların 350 kilodan 1 tona kadar olanlarına rastlanabilir Anadolu'da. Manda sütü inek sütüne göre daha beyazdır. BEMBEYAZ. Çünkü mandalar besin ile aldıkları karoteni karaciğerlerinde A vitaminine çevirirler. Böylece sütlerinde karoten yerine A vitamini bulunur, bu da sütün daha beyaz olmasına neden olur. İşte tebeşir kadar beyaz eşsiz kaymağın sırrı budur. Dünyada en çok manda Hindistan, Çin, Tayland ve Pakistan'da bulunur. Ülkemizde 1930'larda yarım milyon olan sayıları 1970'lerde bir milyonun üzerine çıkmıştır. Sonra her nedense tarıma ait pek çok şey gibi onlar da kaybolmaya başlar. Yerlerini yurtdışından ithal Holstein inekleri alır ya da alsın diye uğraşılır. AZ YER, ÇOK ÇALIŞIR Manda zorlu hayvandır. Az yer, çok çalışır, çok yük taşır, az hastalanır. İnek sütünde yağ oranı yüzde 3.75 iken, manda sütünde bu oran ortalama yüzde 8'dir. Dünyada yaşayan memeli hayvanlar içinde en yağlı süt, yüzde 48 ile yunuslardadır. Yunus sağması haliyle bir parça zor olduğundan kullanılabilecek en yağlı ve protein miktarı en yüksek süt (ren geyiklerini saymazsak) mandalardan elde edilir. Mandaların hayatta en keyif aldıkları şey yüzmektir. Başları su akımına karşı, bütün vücutları suya gömülmüş halde akar suda yatmaya bayılırlar. Hatta yüklü bile olsalar bir yerlerde su görünce dayanamazlar. Etleri çok makbul değildir, yalnızca genç malakların eti biraz para eder. Yaşlı olanları etleri sert ve koyu renklidir. Geçmişte en çok Kocaeli, Zonguldak, Samsun, Sinop ve Amasya gibi sahil yörelerinde rastlanırlardı. Yakında ancak müzelerde içi doldurulmuş halde görürüz artık. Manda sütünden Türkiye'de lüle adı verilen meşhur kaymak, halis tereyağı, yoğurt ve peynir yapılır. Hindistan'da Ghee adı verilen yağ ve Chakka denilen bir başka ürün fukaranın has besinidir. Özellikle Sicilya ve bazı Macar peynirleri manda sütünden imal edilir ve dünyaca tanınır. Mısırlılar Zabady adı verilen bir çeşit yoğurt yapar. Memleketimizde bazıları hile yaparak manda sütüne inek sütü karıştırıp öyle satar, böylece sütün içimi kolaylaşır ama rengi eskisi gibi olmaz. Hileli sütün peyniri de bir halta benzemez, kaymağı da, yoğurdu da. Suluzırtlak hocaları hatırlatır bana hileli süt, külliyen yalandır ama yutması kolaydır, bakarsan süttür lakin beyazlıktan ve saflıktan eser yoktur. Sorarsan besleyicidir derler gelin görün ki farelerin sütü bile daha faydalıdır. Ama ne yaparsak yapalım bunları pazarlayan hilekârlar her zaman mevcuttur. Kaynaklar: Adam, R. C. Manda Sütü. Ege Ünv. Matbaası. 1975. İzmen E. R. ve Spöttel W. Anadolu Mandalarının Süt Verimleriyle Sütlerinin Terkibi. Ankara Y. Ziraat Enstitüsü. 1937.
-
Vız vız arı, keş arı.....
Balanları dünyada üzerinde en fazla çalışma ya-.pılan dört türden birisidir. Yalnızca Amerika'da yıllık 14 milyar dolarlık üretim becerileri olması ile diğer hayvanlar arasından sıyrılıp hemen farklı bir yere yerleştirilirler. Öyle sevilir, öyle sayılır ki elalem ne yana koyacağını bilemez bu yağlı misafiri. Öve öve getirir evinin baş köşesine yerleştirir. Olmadık masallar ve yakıştırmalar yaftalanır hemen. Bunlar arasında en bilineni "altıgen petekleridir". Mucize gibi tanıtır, türlü matematiksel hesaplamalar ile öyle hale sokulur ki, okuyana 'ne menem mahlukmuş' dedirtilir. Yok geometrik olarak en olağanüstü şekil bu imiş, yok birim alanda şu kadar verim artışı sağlanırmış feşmekan. Hesaplar hep aynı yere çıkar, aynı düşünce belletilir. Arının yaşantısı arkasında saklanmış gizli bir güç ve akıl vardır ve bu akıl onu hizmete yöneltir. Kime? Tabii ki kendini en üstün varlık sanan insana. Bu tek taraflı anlaşma binlerce yıldır sürer. Eski Yunan'da tanrısal içeceği sunma ayrıcalığı arıya aittir. Hıristiyanlık'ta ve İslamiyet'te yerleri bir başkadır. Son yıllarda memleketimizde hayvanlardan keramet uydurarak millete yutturmak da moda olmuş zaten. Cemaatlerin yayın organları hayvanat bahçesine dönmüş. Normaldir. Ne yazacaklar ki? İçi kof vaazlar ile dolmuyor sayfalar her hafta. Anlaşırsın bir iki okumuşla, verirsin parayı ya da iltiması, uydurursun artık türlü yalanlar ve çarpıtmalar, bir de başlarsın salya sümük ağlamaya oldun mu bir temiz, bir efendi hoca, yükünü alır gidersin. ÇALIŞKAN OLAN ARI MI, ARICI MI... Oysa gerçekler başkadır. Örneğin tüm arılar altıgen petek yapmazlar. Çalışkanlıkları dillere destandır ama gelin görün ki bu konuda çalışan bilim insanları arıların vakitlerinin neredeyse dörtte üçünü aylaklıkla geçirdiğini bilir. Arılar tüm diğer hayvanlar kadar çalışkandırlar, ne fazla ne eksik. Çalışkan olan arıcıdır, arı değil. Zaten çalışkanlık ya da tembellik gibi kavramlar insanlara özgüdür. Kural olarak canlılar optimum koşullarda yaşarlar ve gereksiz yere enerji harcayamazlar. Diğer taraftan halanlarının başarılarını da küçümsememek gerek. Tozlaşma onlar sayesinde olur. Arıların bir kısmında topluluk halinde işbirliği ve işbölümü göstererek geçen bir yaşam biçimi evrimleşmiştir. Bu tarzda yaşam arı ve karıncaların içinde bulunduğu zarkanatlı böceklerde bilindiği kadarı ile en az on kez evrimleşmiştir. Bunlar arasında kuşkusuz en başarılısı halanlarında görülenidir. Bugün yaşayan 7 farklı tür balansı ve bunlara ait 2000'den fazla kültürü yapılan soy vardır. Dünyada en fazla üretimi yapılan Apis mellifera türüdür. Aralarında meşhur kafkas arısı Apis mellifera caucasica gibi verimli olanları olduğu gibi, Apis mellifera scutellata gibi "katil arı" olarak bilinen sinirli alttürleri de mevcuttur. Balarıları danslar yolu ile iletişim kurarak birbirlerine herhangi bir çiçek kaynağının yerini tarif edebilirler. Diğer taraftan trofolaksis adı verilen bir yöntem ile ağızdan ağıza besin aktararak tatları da tarif edebilirler. Aynı başarıyı kokular konusunda da gösterirler. Kolcuların halanları için yaşamsal önemi vardır. Örneğin İzoamil asetat salgılandığı zaman bu "kovan tehlikededir" anlamına gelir. Bu koku çok çabuk buharlaşır ve etrafa yayılır, kokuyu alan arılar hedefin başına üşüşür. Bunu engellemek için arıcılar küçük körükler yardımı ile duman oluştururlar. Böylece hem kokuyu baskılarlar hem de duman arıları bir parça uyuşturur. Ana kolcusu olarak bilinen 902 isimli bir başkası sayesinde kovandaki arılar sakin kalırlar. Bir başka koku erkekleri bir araya toplar ve kraliçe arı bu sayede 5-6 erkek arı ile eşleşebilir. Bazı insanlar bu kokuyu izole edip üzerlerine sürerler. Kolcuyu alan etraftaki tüm erkek arılar adamın üzerine üşüşür. Böylece seyredenleri şaşırtan hatta dehşete düşüren bir manzara oluşur. Bu gösterilerin bir tehlikesi yoktur zira erkek arıların iğnesi olmadığından kimseleri sokamazlar. BURUN YERİNE DUYARGA Balarıları aynı zamanda şartlı refleks ile öğrenmenin en bilinen modelleridir. Yaklaşık elli yıldır bu konuda çok çeşitli deneyler yapılmaktadır. Pavlov'un ünlü şartlı refleks deneyleri köpekler üzerine başlamıştır ancak deneyin temeli tüm canlılar için aynıdır. Bellek ayırdında olunmaksızın edinilen ya da etkin biçimde öğrenilen bilgileri belli bir süre saklama yeteneğidir. Bellek kısa, orta ya da uzun süreli olabilir. Her biri farklı şekilde depolanır. Alışma sonucu, koşullu yönelim, koşullu sakınma, koşullu eylem, soyutlama, genelleme ve başta söylediğimiz şartlı refleks gibi yöntemler ile canlılara bir şeyler öğretilebilir. Örneğin depremde enkaz altında kalmış insanlar köpekler yardımı ile bulunabilir, hayvanlara sirklerde türlü maskaralıklar yaptırılır. Balarılarına da zayıf elektrik şoku verme, şekerli su ile ödüllendirme gibi yöntemler kullanılarak bazı şeyler öğretilebilmektedir. Bazı deneylerde belli bir koku ile elektrik şoku birlikte verildiğinde bu kolcuyu tekrar duyan balansı iğnesini çıkartmaktadır. Benzer şekilde yine belli bazı kolcular ile ödül birlikte sunulduğunda arıların dillerini dışarı çıkartabildikleri bilinmektedir. Koku bazen vücut içine enjekte edilir, bazen besine karıştırılır. Arıların burunlarının olmadığı malumunuz, onlar kolcuları antenlerinde bulunan küçük duyargalar ile alırlar. Balardan yaşa bağlı poli-etiktirler. Yani farklı yaşlarında bir birey farklı işler yapar. 12-18 günlük arılarda koku algılama becerisi daha yüksektir. Arıların alttürleri arasında da farklılıklar mevcuttur. Ayrıca belli bir süre için öğrenilen bu davranışlar arı kanıksamaya başladığında ortadan kalkar, yani uzun dönemli değildir. Böceklere bir şeyler öğretilebileceğini anlayan zihniyet bir süredir bundan yararlanma yoluna da gitmeye çalışmaktadır. Bazı sineklere çürümeye yaklaşmış domates ya da balıkları henüz kimse fark etmeden marketlerin rafında iken bulmayı öğretmeye çalışanlar bu besinleri diğerlerine göre daha önce pazarlayarak tüketiciye "kakalama" yoluna gitmişlerdir. Yine halanlarına kokain gibi uyuşturucu maddeleri gümrüklerde bulmayı öğretmeye çalışanlar olmuştur. Bu çalışmalar saygın bilimsel dergiler tarafından yöntemleri ciddi ve bilimsel bulunmadığından yayınlanmamışlara da ağızdan ağıza keramet gibi tanıtımları sürdürülmektedir. Bu tip fikirler zaman zaman benim Müdür Yardımcıhğı'nı yürüttüğüm Hacettepe Üniversitesi Arı Ürünleri Merkezi'mize de iletilmektedir. Dikkatimi çeken böylesi fikirlerin sıklıkla cemaat okullarından gelmesi olmuştur. Bu okullarda iyi bir eğitim veriliyor gibi görünmesine karşın bunlardan mezun olanların temel bilimlerde hiçbir varlık gösteremeyip "para kazandıracak" meslekleri tercih etmelerini de ilginç buluyorum doğrusu. Son olarak İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü tarafından ortaya atılan halanlarına uyuşturucu madde buldurma projesi de hafta sonu merkezin telefonlarını sürekli meşgul etti. Türkiye'nin dört yanından arayanlar, meraklılar ve elbette gazeteciler bunun mümkün olup olamayacağını sordular gün boyu. Kişisel kanım, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Sayın Ata Özer'in okullarda uyuşturucu madde kullanımını engelleme konusundaki hassasiyetini bilen birilerinin, bir sohbet sırasında Sayın Özer'i bu yöntemin uygulanabilirliğine ikna etmiş olabileceği yönünde ya da Sayın Milli Eğitim Bakanı gibi bunun bir şaka olduğunu düşünüyorum. Tabii tamamen kişisel fikrim. Zira Sayın Müdür göreve atandığında bir gazeteye şöyle demeç vermiş: "İddialı değilim, görev yapacağım, konuşmayacağım, çalışacağım" (*). PROJEYE KARŞI ÜÇ TEMEL GEREKÇE Zaman zaman TÜBİTAK gibi kurumlarda proje değerlendirmeleri yaparız. "Keş arı" projesi bu kurumlara sunulsaydı hangi bilim insanı olursa olsun temelde üç gerekçe ile bu projeye destek olmayı reddederdi. Birincisi, projeyi önerenin konu ile ilgili tek bir bilimsel yayını bile bulunmamaktadır, ikincisi projenin uygulanabilirliği zayıftır, üçüncüsü sinekler, hamamböcekleri ve çekirgeler gibi halanlarına oranla daha az endişe yaratabilecek, nöron yapıları daha iyi bilinen ve yaşam dönemleri daha uzun başka böcek grupları tercih edilmelidir. Ayrıca, yapılan başka çalışmalar göstermiştir ki, halanlarının farklı soyları için değişik neticeler alındığından, uygun grubun bulunması zor görülmektedir. Bir parça Said-i Nursi'nin kitaplarındaki abuk ifadelere benzemişse de, ne söylediğim anlaşılmıştır sanıyorum. Zaten tüm hafta sonu bilen bilmeyen her türlü açıklamayı yaptı, konu da AKP'nin kapatılması istemi ile açılan dava gündeme düşünce kayboldu gitti. Yine de ben bu projede başka bir detaya "takılmış" haldeyim aslında. Sayın Özer'in açıklamalarına göre, ilci buçuk aydır araştırma sürmektedir; yani arılara bir yerlerde, birileri tarafından uyuşturucu verilmektedir. Bu deneyi sürdürenler hakkında "uyuşturucu madde bulundurmaktan" bir işlem yapılmadığına göre yakında tüm keşler balkonlarında arı beslemeye kalkabilir. Düşünsenize, polis kırıp kapıyı giriyor içeriye, vatandaşımız duman altı, soruyor memur, elindeki tozu sallayarak, "Ne ulan bu?", el-cevap "VALLAHİ ARI YEMİ KOMSERİM".
-
Yazarlar... Çeşitlemeler...
Ekmek ve demokrasi Avrupa Birliği’nin ağır topları Ankara’da. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile Komisyon’un Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn, Türkiye’nin iç siyasetinde kritik günler yaşanan bir dönemde geldiler. Haliyle gündem yeniden Türkiye-AB ilişkilerine odaklandı. AB’nin yüksek katlarından, AKP’yi kapatma davasına yönelik eleştiriler gelince “iç işlerimize karışmayın” sesleri de yükseldi. AB’nin kapatma davası karşısındaki tavrı, tahmin edileceği gibi ‘demokrasi’ vurguluydu. Son derece normal. Çok olağandışı koşullar oluşmadığı sürece Avrupa’da zırt pırt parti kapatma davası açılmıyor. Adamlar eleştirmekte haklı. Ama diğer yandan “iç işlerimize karışmayın” diyenler yine gayet aleni bir çifte standartla “demokrasi vurgusu yapıyorsun ama ya laiklik” diye soruyor. Yani AB yöneticileri, laiklik ile ilgili kaygılarını dile getirseler, bu, “iç işlerine karışmak” sayılmayacak. Mesele, AB sürecinin herkes tarafından bir iç siyaset argümanı olarak kullanılması... Elbette bunun en başta gelen aktörü de AKP. “2002’den sonra AB sürecini ileri taşıyan AKP, son 3-4 yıldır ipe un serdi, büyük hataydı” diyor, liberaller... Zaten AKP’nin AB ile ilişkisinin kodları da bu ‘eleştiri’de saklı. Bu aynı zamanda AKP’nin demokrasi ile ilişkisinin de kerterizlerinden biri. AKP, hükümet etme halini hakiki bir iktidar haline evriltmek için başta TSK olmak üzere, devlet bürokrasisinin siyaset üzerindeki vesayetini geriletmenin aracı olarak baktı AB sürecine... Attığı ya da atarmış gibi göründüğü ya da attıktan sonra geri dönüş yaptığı her adımın arkasında bu saik vardı. Sonra ne oldu? Özellikle CHP-MHP hattının tırmandırdığı milliyetçilik karşısında rüzgârın tersine döndüğünü görünce, AB ile ilişkiler buzdolabına kaldırıldı. Çünkü artık ‘AB’cilik’ iç siyasette prim yapmıyor, aksine yıpratıcı bir sürece dönüşüyordu. Böyle böyle geldik kapatma davasına... Şimdi denize düşen AKP yeniden AB ipine sarılıyor. Birden demokrasiyi hatırladılar, AB standartlarını falan... Brüksel’in desteğine ihtiyaç doğdu ya, alelacele 301 operasyonuna giriştiler. Üstelik hâlâ maddeyi topyekün kaldırma cesaretinden yoksun, makyaj peşinde... İşin en hazin tarafı da bütün bu ikiyüzlülük karşısında liberallerin saflığı... ‘Saflık’ diyorum ama artık ondan da pek emin değilim. Bu kadar kör gözüm parmağına bir ikiyüzlülük karşısında insan biraz kuşku duyar, değil mi? Öyle sanıyorum ki, mesele biraz da demokrasi algısında... Dikkat ederseniz, devlet bürokrasisinin baskıcı-yasakçı uygulamaları karşısında AKP avukatlığı yapanların hiçbiri, çalışanlara yönelik hak gaspı (örneğin SSGSS) karşısında kalemlerini oynatmadılar. İş, emekçilerin kazanılmış haklarına gelince tıs yok. Bakın 7 Nisan tarihli gazetelere... Kaç tanesi Kadıköy mitingini birinci sayfadan görmüş? Kaç ‘demokrasi tutkunu’ liberal, konuyu köşesine taşımış? Ben söyleyeyim: Hiç uğraşmayın, boşa zaman kaybı olur. Evet, demokrasi algısı diyorduk... Bugün ‘burjuva demokrasisi’ olarak isimlendirilen Avrupa rejimlerinin (hani şu AB hedefimiz) gerisinde işçi sınıfının yıllarca süren mücadelesi de var. Hatta en çok o var. Bunu görmemek için sıfır tarih bilinciyle yaşıyor olmak lazım. Ya da cehaletin saf haliyle malul olmak... Bu aralar sosyalistlere “demokrasinin karşı karşıya olduğu tehdit karşısında kaçak güreşiyorlar, gerekli tavrı almıyorlar” eleştirileri yöneltiliyor. Sosyalistlerin tarihi darbelere karşı mücadele tarihidir, darbeler altında ezilme, yokedilme tarihi... Kimse “darbeciye alınacak tavır” dersi vermesin. Şunu hatırlatmadan edemeyeceğim: Demokrasi dersinden sınıfta kalmanın en emin yolu, ekmekle demokrasi arasındaki ilişkiyi anlamamaktır. Ya da görmezden gelmek. Adnan Bostancıoğlu
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Kürtlere tecavüzcü diyen gazeteci tecavüzden tutuklu! Kürtler için ?taşıdıkları kanın gereği ırza tecavüz ediyorlar, genelevleri onlar işletilyor, her türlü adi suçu onlar işliyor? diyen Kars Yağmur Haber Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Haber Sorumlusu Çetin Keleş ?ırza geçmekten? tutuklandı. Geçtiğimiz günlerde Trabzon Vakfıkebir?den koruma amaçlı olarak gönderildiği Kars Halime Arslan Yetiştirme Yurdu?na yerleştirilen 16 yaşındaki N.K.?ye, aralarında siyasetçi yakınları, gazeteci ve askerlerin de bulunduğu 10 kişinin, 8 ay boyunca tecavüz ettiği ortaya çıkmıştı. N.K.?nın yaşadığı dehşet, başından geçenleri öğretmenlerine anlatması ile gün yüzüne çıkmıştı. N.K.?nın polise verdiği ifadeye göre, tecavüzler 2007 yılının Ağustos ayında başladı. 2 Nisan 2008 tarihinde arkadaşıyla buluşmaya giden N.K., zorla bir otomobile bindirilerek kaçırılmak istendi. Bindirildiği otomobilden atlayarak kaçan N.K., yaşadıklarını öğretmenlerine anlattı. Çocuk Şube Müdürlüğü?ne götürülen N.K?nin verdiği ifadede, Kars?ta ?rütbeli tecavüz? adı verilen çeteyi ortaya çıkardı. ?KELEŞ TECAVÜZ ETTİ, H.Ç. KAYDETTİ? Tecavüz skandalına karıştığı için tutuklanan Kars Yağmur Haber Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Haber Sorumlusu Çetin Keleş için N.K ifadesinde şunları belirtmişti: ?H. Ç. beni Çetin Keleş?in bürosunu götürdü. Çetin Keleş burada, benimle zorla cinsel ilişkiye girdi. H.Ç de bütün bunları kameraya kaydetti. Bu şahıslar sık sık beni yurttan arayıp rahatsız ediyordu.? Polis, Keleş?in bürosunda yaptığı aramada, bilgisayarlarda N.K. ile çekilmiş sevişme görüntülerinin kayıtlı bulunduğu çok sayıda dosya bulmuştu. ******* ******** ********* **** Çetin Keleş 6 Temmuz 2006 tarihinde ?genel yayın yönetmeni? olduğu gateye yazdığı bir yazıda Kürtler için ?tecavüzcü? diyor. Keleş, ?Her yönüyle PKK / Kürt gerçeği? başlıklı yazısında şunları yazmış: ??Kürt sorunu bazılarının empoze etmeye çalıştığı gibi sadece PKK?dan ya da siyasi olaylardan ibaret değildir. Türkiye genelinde her türlü pis, rezil işi yapanların, er türlü adi suçu işleyenlerin büyük bir kısmı kürtlerdir. Genelev işleten kürdü, pavyon işleten kürdü, kumar oynatan kürdü, mafyacılık yapan kürdü, uyuşturucu satan kürdü, yankesicilik, hırsızlık, kapkaç yapan kürdü, kaldırımları parselleyen kürdü, ırza tecavüz eden kürdü emperyalistler kışkırtmıyor, PKK ile de ilgileri yok? Taşıdıkları kanın gereğini yerine getirerek bu suçları işliyorlar.? 300 KİŞİ SUÇ DUYURUSUNDA BULUNMUŞ Keleş?in yazdıklarına 300 Karslı tepki göstererek, savcılığa suç duyurusunda bulunmuştu. Bunun üzerine Keleş hakkında, ?Halkı kin ve düşmanlığa tahrik? suçlamasıyla dava açıldı. Keleş hakkında açılan dava Kars Asliye Mahkemesi?nde sürüyor. N.K.?nin ifadesi üzerine gözaltına alınan 8 kişi, tutuklamış, N.K.?ya tecavüz eden askerlerden terhis olan ve kenti terk eden H.Ç. ve V.A. hakkında ise arama kararı çıkarılmıştı.
-
Metallıca, mavikiz_23....
2 üye bugün doğum gününü kutluyor! Metallıca(19), mavikiz_23(23) ....Nice nice yıllar diliyorum....
-
hangi şarkıyı dinliyorsun?
Cevdet Bagca.........Yasaklarda.............
-
tuttu tuttmadi :)
Tuttu................ İçtenlik degilde çekimselik önplanda...........
-
ÖZLEDİKLERİMİZ
Samimiyet,içtenlik ve dostluklar...................
-
tuttu tuttmadi :)
Tabikiiii su................. Net olmaktan kaçıyorsun!!!!
-
hişşşt..!alttaki neden...?
Aslında öyle bir ifade olmaması lazım ama artık ne yazık ki o hale geldi(tabi benim düşünceme göre!!) Piştt neden yanıt vermek zor geliyo??
-
AZ SONRA...........
Fareleye makarna koyucam
-
hişşşt..!alttaki neden...?
Hımmm.....neden gerekmes yayamasım Sen neden şiyin bir imza kulanıyorsun
-
KAPINI ÇALAN KİM OLSUN..?
Çigküfte yapacak biri çalsınnnn
-
hişşşt..!alttaki neden...?
Düşüncelerimi,bilgimi,arkadaşlıgımı paylaşmak için.................... Ya sen???
-
görünmez olsan ne yapardın..
Kısdıklarımın kafasına donduyma atardım
-
Üsteki üyeyi ne kadar tanıyorsunuz..
Çıkssss tanımıyorum
-
Şu Anki Durumunu Smileyle Belirtme
oldumu
-
hişşşt..!alttaki neden...?
Bende geçen pazartesi küçük bir ameliyat oldum,günde 5 kes pansuman var bıktım diyomda inanmıyon Piştt sen derslarine çalışıyormusun???