Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Hımmmm bugün ayın 15 şi ifadelere göye bebişe 5 gün var veya daha az.....sevgili MINEU şimdi hangimiz ne desek boş ancak onu kucagına verdiklerinde yüzünü göydügünde kokusunu hissetiginde ve ilk kes buyrun emzirin dediklerinde hissetiklerin şimdiye kadar duydugun hissetigin tüm duyguların üstünde olacak eşi benseyi olmıcak sadece senin bebişinin degil tüm çocukların yarınları umarım çok güzel olur..ama senin bebişin saglıgı,şansı,mutlulugu,başarısı ile dünyaya gelsin en güsel günler onunla ve tüm çocuklrla olsun.......Sana şansların en büyügünü yani bebişini en kısa zamanda almanı diliyorum..........
  2. EKOLOJİ 1866 yılında ekoloji terimini ilk kez kullanan Ernst Haeckel.Ekoloji, canlıların birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekosistem ise canlı ve cansız çevrenin tamamıdır. Ekosistemi de abiotik faktörler (toprak, su, hava, iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur. Kapsam Bu tanımlamadaki organizmalar; diğer bir deyim ile canlılar veya canlı çevre, insan, hayvan ve bitkilere ait bireyleri veya bunlardan oluşmuş toplumları ifade etmektedir. Tanımlamanın içinde geçen organizmaların içinde yaşadıkları ortam deyimi ise cansız çevre olarak da ifade edilir ve hava, su, toprak, ışık gibi faktörleri kapsar. Ekolojinin; botanik, zooloji, mikrobiyoloji, fizyoloji, bitki beslenmesi, anatomi, morfoloji, patoloji, pedoloji, jeoloji, jeomorfoloji, mineraloji, fizik, kimya, meteoroloji ve klimatoloji gibi bilim dalları ile yakın ilgisi vardır. Araştırma konusu, yöntemi ve amaçlarındaki bazı özellikleri yardımıyla ekolojiyi diğer doğa bilimlerinden ayırma olanağı vardır. Ekoloji bütün canlılar için ortak olan ve canlılar üzerinde etki yapabilen temel konularla ilgilenir. Diğer bir ayırıcı özelliği ise ekolojinin bir canlıya ait belirli organları ve bu organlardaki hayat süreçlerini değil, canlıların içinde bulundukları hayat ortamı ve diğer canlılarla olan karşılıklı ilişkilerini incelemesidir. Ekoloji, canlıların birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekosistem ise canlı ve cansız çevrenin tamamıdır. Ekosistemi de abiotik faktörler (toprak, su, hava, iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur. ÇEVRE Çevre insanların ve diğer canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları, fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam. Yani kısaca canlı varlıkları etkileyen dış tesirlerin tümüne çevre denir.Cevre geleceğimiz icin çok önemli katkılarda bulunur.Eğer çevremizi kontrol altında tutamazsak, bu bizim için ilerde pişman olunacak bır duruma gelir. Yaşam ve çevre birbirlerine bağlı iki önemli yaşam çerçevesidir ve bırbirlerine bağlı oldukları için, karşı taraf olmadan geçinemezler. Çevremizi Temiz Tutmak İçin Uymamız Gereken Kurallar Kimyasal gübre ve kimyasal temizlik malzemeleri kullanmamalıyız. Alternatif:arap sabunu, soda vs. Çöpleri,çöp poşetinin ağzını sıkıca bağladıktan sonra çöp kutusuna atmalıyız. Evimizin önünü ve bahçemizi her gün az bir kere temizlemeliyiz. Yere tükürmemeliyiz. Ormanları korumalıyız. Ağaçlara zarar vermemeliyiz. Çimlerin üzerinde ateş yakmamalıyız. Hayvanlara zarar vermekten kaçınmalıyız. Denizleri kirletmemeliyiz. Evcil hayvanlarımızın atıklarını temizlemeliyiz. Çevremizi sahiplenmeli, değerini ve önemini çocuklarımıza öğretmeli, büyüklerimize de anlatmalıyız. Pis suları sokağa dökmemeliyiz. Tuvaletimizi(büyük-küçük)dışarıya yapmamalıyız. Biten Pilleri pil kutusuna atmalıyız. BİYOSFER Dünyada canlıların yaşadığı 16-20 km kalınlığında tabaka; "canlı küre" de denir. Bu ad ilk kez Fransız bilgini Lamarck tarafından ortaya atıldı ve 20. yüzyılın başında bilim dünyasınca benimsendi. Biyosferin atmosfer içindeki yüksekliği 10000 m'ye ulaşır. Bu yükseklikten öte bakteri ve mantar sporlarına rastlanmamıştır. Yerde yaşayan kara hayvanları için biyosfer 6500-6800 m, yeşil bitkiler için 6200 m, yüksekliğe kadar çıkabilir. Denizin altında 5000 m derinlikte canlıların yaşadığı saptandığından bu da biyosferin alt sınırını oluşturur. Biyosfer, bir gezegenin dış kabuğunun ; hava, toprak, kaya ve su içeren, içinde yaşam bulunan, biyotik dönüşümler ve çevirimler gerçekleşen bir bölümüdür. Jeofiziksel olarak bakıldığında, biyosfer yaşayan tüm canlı türlerini ve ilişkilerini; canlıların litosfer, hidrosfer ve atmosfer ile etkileşimini inceleyen evrensel ekolojik sistemdir.Gezegenimiz dünya hayat olduğu bilinen tek yerdir. Biyosferin yaklaşık 3,5 milyar yıl önce bazı aşamalardan geçerek evrim geçirdiği düşünülür.
  3. son umutlarımızı yıllar önce bir evin icinde kıstırıp katlettik.. dar agacları dikip orda astık... son umutlarımızı yıllar önce topraga verdik ve ne yaptıgımızı hala anlayamadık... simdi kalkıp bir cuval erzaga satıyoruz diye kızıyoruz... kızacaklarımızı kaybedeli öyle cok zaman olduki... .................................................... Ne güsel bir ifade bu!!!!!!sağolasın..............
  4. Çoban deyip geçmeyin ............. Geçtiğimiz günlerde tv kanalındaki bir programda sunuculardan top model olanı, çobanlık mesleği ile ilgili yakışıksız bir söz söyledi. Dünyanın en özverili işlerinden birini yapan bu güzel insanlara cevap hakkı doğduğundan konu uzun süre gündemi meşgul edecek gibi görünüyor. Ancak unutulmamalı ki çobanlık son dönemde Avrupa Birliği müktesebatında da yer alacak boyutta önemli bir meslek olmaya aday. Ülkemizde ve dünyadaki çobanların oy kullanırken hangi duygularla hareket ettiklerini bilemeyiz, ancak çobanları ve top modelleri daha yakından tanıyabilmek için size bu mesleklerle ilgili kimi bilgiler aktarmayı uygun gördüm. Çobanlar hayvan otlatmanın inceliklerini, halk veterinerliğini, dağ kahvesinin tadını bilir iyi bilirler. Hiçbir çoban, sürüsüne aynı çanı takmaz. Eğer takarsa hep aynı sesi, yalnız davulu, yalnız sazı dinler durmadan. Değişik değişik çanları takar ki, aynı anda bütün sesleri dinler; sazı, kemanı, davulu, kavalı.. İşte böylece çan cümbüşü, çan orkestrası oluşturur kendine. Geçenlerde haberi okumuşsunuzdur. “Şair çobanın ikinci kitabı yolda” diye. Konya’nın Cihanbeyli ilçesinde çobanlık yapan 37 yaşındaki Ahmet Aslan, ikinci şiir kitabını yayımlamaya hazırlanıyormuş. ‘Ve Sonra Baran’ adını verdiği kitabında kuraklık ve bilinçsiz sulama nedeniyle kuruyan Konya Ovası’nın durumunu anlatan Aslan, amacının Türkiye’nin çölleşmesine dikkat çekmek olduğunu söylemiş. Çobanlar sanat çalışmalarına o kadar istekli ki yine sanat alanından bir örnek verelim: Şanlıurfa’nın Siverek İlçesi Sarıören Köyü’nde çobanlık yapan iki kişi, yağlı boya tablolarından oluşan bir sergi açtı geçenlerde. Çoban ressamlar, doğa ve yaşamı anlatan 41 yağlı boya tablo sergisinin açılışında Şanlıurfa Belediyesi sergi salonunu çok kalabalıktı. Öte yandan, 9. Cumhurbaşkanı Demirel gibi Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu da çobanlıktan gelmeymiş. Kayseri Pınarbaşı köyünde,“Dağmar’dan odun toplayıp annemin sırtına şelek vuruyordum. Çocukluğumdan aklımda kalan tek yer burası. “O yokluk günlerinden varlık günlerine ulaştık” diyerek çobanlıktan geldiğini gizleme ihtiyacı duymuyor. Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM), Gökhöyük Tarım İşletmesi Müdürlüğü (Amasya) çobanlık (koyun bakım, besleme ve hizmetleri) için yakın bir geçmişte ihale açtı. Edirne’de ise çobanlık mesleğinin zorluğu ve bu işi yapacak kişi bulmakta zorlanan bazı hayvan sahipleri, çareyi Moldova ve Rusya’dan çoban getirmekte buluyor. Çobanlığın belli bir uzmanlık ve deneyimi zorunlu kıldığını bildiren Edirne Ticaret ve Sanayi Odası (ETSO ) Başkanı Ümit Mıhlayanlar da, çobanlığın, hayvanları otlatmanın yanı sıra sağlıklarıyla ilgilenmeyi gerektiren ve yılda 2 kez olmak üzere yavru yapmalarına kadar, bir dizi uğraşı gerektiren bir iş olduğunu belirtiyor. Ülkemizin üniversite mezunu işsizler ordusu üyesi bir genç de çobanlığı seçenlerden. İnönü Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunu bir genç, 3 yıldır iş bulamadığı için halen köyünde çobanlık yapıyor. Elbet çobanların bu yaşam mücadelelerinde zaman zaman tatsız olaylar da yaşanıyor. Tokat’ın Turhal ilçesinde çobanlık yapan bir çocuk, av tüfeğiyle vurulmuş olarak bulunuyor. Derbentçi köyünde çobanlık yapan 16 yaşındaki Duran Gül, dedesi Mahmut Gül ile birlikte köyün arazisinde hayvanlarını otlatmaya gider. Yanına evden getirdiği av tüfeğini de alan çocuk, hayvanların bir bölümünü alarak dedesinden uzaklaşıyor. Ancak bir süre sonra önce tüfek sesi ardından da torunun kendisine seslendiğini duyan dede, olay yerine gittiğinde torununu karnından vurulmuş olarak yerde yatarken buluyor. Çoban deyip geçmeyin. Rus çoban Boris Urmatov, evinin dışında bulunan tuvaletinin önüne düşen, dev roket parçası nedeniyle Rus Uzay Ajansı’nı mahkemeye verdi bir süre önce. 1 milyon ruble (21 bin 200 sterlin) tazminat talep ediyor. Avrupa Birliği’ne geçen yıl üye olan Macaristan’da ise nitelikli çoban sayısındaki azalma nedeniyle, ilanla nitelikli, muhasebe bilen çoban aranıyor. Örnek olarak, mimarlık öğrenimi yapan Macar asıllı Romanya vatandaşı Ference Silay, güney Macaristan’da Domaszek’de çobanlık yaparak geçimini sağlıyor. Çobanların yaşamını biraz daha yakından tanıma fırsatı bulduğunu umduğum bu haberlerden sonra, benim bu yazıyı yazmama neden olan top modellik müessesesi ile de ilgili kimi şeyler söylemem beklenebilir. Ancak bizim top modellerimizin hepsi için düşünmeden bu tür patavatsız sözler sarfediyor diyemeyiz. Ama dünyaca ünlü top modeller, Tyra Banks, Heidi Klum, Kate Moss, Karolina Kurkova, Naomi Campbell onlar meslekleri ile yaşamları arasında daha hassas bir denge kurmayı başarmış ve toplumu yakından tanıyan, sosyal sorumlulukları gelişmiş modeller…. Örneğin, dünyanın en zengin top modeli Brezilyalı Gisele Bündchen (27) ülkesinde düzenli olarak ödediği verginin dışında, sosyal sorumluluk gerektiren konularda da çalışmalar yapıyor. Bündchen, taciz ve tecavüze uğramış kızlarla bir araya gelip onlarla hemdert oluyor. Çünkü diğerlerini de anlayabilmek istiyor. Onların mücadelelerini, yaşama nasıl tutunduklarını görmek istiyor. Ayrıca hafta sonları eşiyle futbol maçlarına gitmek en büyük tutkusu. Vizyonunu geliştirmek ve dünyada neler olup bittiğini daha derinden yakalayabilmek için uğraşıyor. Alman model Heidi Klum (34) üç çocuğuna ve ailesine verdiği önemi onlarla podyumunu paylaşarak gösteriyor. Eşi şarkıcı Seal ile podyuma çıkarak seyirci karşısında zaman zaman birlikte yürüyerek, aile kurumunun önemine dikkat çekiyorlar. İngiliz Kate Moss 4 yaşındaki kızı ile yakından ilgileniyor ayrıca uyuşturucu ile mücadele kampanyalarında görev almaya başladı. Çek Cumhuriyeti’nden Karolina Kurkova (24), zaman zaman arabadan inip otobüse binerek halkla iletişim kuracak kadar pozitif görüntüler sergiliyor. Siyahi model Tyra Banks kendi televizyon programında politik konulara girmekten çekinmiyor ve açık açık Obama’yı desteklediğini belirtiyor. Sonuçta; ülkemizdeki televizyon programı yapımcılarının ve top modellerinin de, sunuculuk ve içeriklere ilişkin olarak, konuya dahil olacakları yeni bir süreç başlamış bulunuyor. Süreç dizi oyunculuğunu da içine alacak şekilde gelişirse, toplumsal gerçekleri tartışmaya başlayacağımız yeni bir dönemeci de geçmiş olacağız. Sözü oyuncu Zuhal Olcay’ın dizi sektörünü eleştirdiği şu sözüyle aralayalım “Ciklet gibi vıcık vıcık hikâyeler…” Adnan Tönel
  5. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), ev işleri, temizlik, bebek ve yaşlı bakıcılığı gibi işlerde hizmet verenlerin insan onuruna yakışır iş koşullarına kavuşması için yeni bir sözleşme hazırlayacak. ILO Yönetim Kurulu'nun son toplantısında, söz konusu işlerle ilgili bir sözleşme hazırlanmasına yönelik talepler değerlendirildi. Toplantıda, konunun, 2010 yılında gerçekleştirilecek olan 99. Uluslararası Çalışma Konferansı gündemine alınması ve bu işlerle ilgili yeni bir sözleşme oluşturulması kararlaştırıldı. ÜLKELERİN BU KONUDA DÜZENLEMESİ YOK Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC), ev işleri, temizlik, bebek ve yaşlı bakıcılığı, bahçıvanlık gibi işlerde hizmet veren ve temel hak ve özgürlüklerden yararlanamayan pek çok kişinin insan onuruna yakışır iş koşullarına kavuşabilmesi için bir ILO sözleşmesi hazırlanmasını istiyordu. Konfederasyonun belirlemelerine göre, özellikle kadınların yoğun olduğu bu işlerde çalışanlar düşük ücret, sosyal güvenlik kapsamı dışında çalışma, cinsel taciz, zorla çalıştırma ve fazla çalıştırma gibi uygulamalara maruz kalıyor. Çok sayıda ülkede bu konuda bir yasal düzenleme veya denetim mekanizması bulunmuyor. Buna karşın sendikalar, son dönemde söz konusu sektörlerde çalışanların yaşam koşullarını iyileştirmek için daha yoğun çalışma yürütüyor. Son olarak ITUC, konunun, 2010'da yapılacak 99. Uluslararası Çalışma Konferansı gündemine alınmasını ve yeni bir sözleşme oluşturulmasını talep etmişti. ITUC, bu doğrultuda, ILO Yönetim Kurulu'nda yer alan tüm üyelere çağrıda bulunmuştu. ILO Yönetim Kurulu'nun aldığı son kararla, ITUC'un bu isteği de karşılandı. İŞ KANUNU KAPSAMINDA DEĞİL Sosyal güvenlik sistemi çok zayıf olduğu için kadın emeğinin en çok görünmez kılındığı ülkelerden biri olan Türkiye'de ise özellikle ev işlerinde çalışanlar, İş Kanunu kapsamında değerlendirilmiyor. Türk-Iş Konfederasyonu, söz konusu sektörlerde çalışanların, İş Kanunu'nun koruyucu hükümleri kapsamına alınmaları ve çalıştıkları süreler oranında sosyal güvenlik haklarından yararlandırılmaları gerektiğini belirtiyor. Önceki yıllarda, ILO Uygulamalar Komitesi'nde, bu tür işlerde çalışanlar için hiç değilse 26 Sayılı Asgari Ücret Belirleme Yöntemi Sözleşmesi kriterlerinin uygulanmasını ve en azından asgari ücretle çalışmalarının sağlanmasını talep eden Türk-İş, prensip olarak, mümkün olduğunca çok çalışanın mevzuat kapsamına girmesine yönelik girişimleri olumlu buluyor. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO'nun hazırladığı sözleşmeler ve tavsiyeler, uluslararası çalışma standartlarını ortaya koyuyor. Bu sözleşme ve tavsiyeler, ILO sözleşmelerine imza atan bütün ülkelerde temel çalışma hakları, örgütlenme hakkı, toplu pazarlık, zoraki emeğin ortadan kaldırılması, fırsat eşitliği ve çalışma yaşamıyla ilgili diğer konularda asgari standartlar getiriyor. SSGSS, kadın çalışanları vuracak IMF'nin talimatıyla AKP hükümetinin halkın büyük çoğunluğunun muhalefetine rağmen çıkarmaya hazırlandığı, çalışanların emeklilik, sosyal güvenlik ve sağlık hakkını gasp edecek Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS), kadınların pek çok hakkını ellerinden alacak. Konuyla ilgili açıklama yapan uzmanlar, SSGSS yasa tasarısıyla kadınlara çok fazla yükle-nildiğini belirterek, kadınların varolan, kazanılmış hakların da ellerinden alındığını vurguluyor. SSGSS'nin kadınlara yönelik maddeleri: •Şu anda kadınlar için emeklilik yaşı 58. Yeni yasayla emeklilik yaşı 65 olacak. 18 yaşında işe başlayan bir kadın 38 yaşına geldiğinde emeklilik için aranan 7200 iş gününü doldurmuş olacak. Ancak tam 27 yıl süreyle emeklilik yaşının gelmesini bekleyecek ve aylık alamayacak. •Evlenerek işten ayrılan veya evlendiği tarihten itibaren 1 yıl içinde işten ayrılan kadın, işverenden kıdem tazminatı alabiliyordu. Yeni yasayla bu hak da ortadan kalkıyor. •Evlenen kadınlar primlerinin yarısını iade olarak alabiliyordu. Yeni yasa bunu da en-geliyor. •Çalışan dul eşlere, ölen kocasından dolayı, kocasının aylığının yüzde 75'i oranında emekli aylığı bağlanıyordu. Yeni kanunla bu oran yüzde 50'ye iniyor. •Yeni yasayla kadınların çeyiz parası hakkı da ellerinden alınıyor. Dul kadınlar yeniden evlendikleri takdirde çeyiz parası da alamayacak. •Emekli olan kadınların sahip oldukları bir evlerinden yıllardır Emlak Vergisi alınmıyordu. Yeni yasayla bu durum da değişiyor. Yasayla Emlak Vergisi, yüzde 50 oranında zam yapılarak alınacak. •Yeni yasayla çalışan kadınlara verilen emzirme yardımı ödemesi ise 6 aydan 1 aya düşürülüyor.
  6. Haber Sen, TRT'nin son aylarda Fethullahçı bir tarikat tarafından işgal edildiğini iddia etti, bu konuda bazı örnekler verdi. Buna göre, bir şiir programında Fethullah Gülen'in şiirleri seslendiriliyor. Samanyolu TV'nin bir sunucusuna TRT'de program yapma izni verildi. Gülen'in onursal başkanı olduğu vakfın koordinatörü de TRT'de program sunmaya başladı. TRT'nin bir başka programının danışmanı, ingiltere'de bir kongrede "Gülen hareketinin sosyal ve manevi sermayesi" konulu bir bildiri sundu. Fethullah Gülen'in yazılarını seslendiren bir kişi, TRT'de program yapmaya başladı. Aynı şekilde Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinin bazı yazarları da TRT'de programcı ve yorumcu olarak kamera karşısına geçti. AKP YANDAŞLARI YERLEŞİYOR TRT'de önümüzdeki günlerde de bir cami imamının sunacağı program yayınlanacak. Ayrıca, sonradan Müslüman olan sanatçı Cat Stevens ile ilgili bir belgesel gösterilecek. Abdülhamit dönemini anlatan bir belgesel ile Doğu İslam bilgeleri ve düşünürlerini konu alan bir diğer belgesel de ekranlara taşınacak. Haber Sen'in açıklamasında şu görüşlere yer verildi: "TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, bir yandan İbrahim Tathses, Hülya Avşar ve Tarkan gibi popüler isimlerle halkı uyuturken, diğer yandan tarikat mensupları ve AKP yandaşları ile mesajlarını aktarıyor. Genel Müdürün göreve başlamasından sonra türbanlılar, türban üstü peruklular programların vazgeçilmez konuklan haline geldi." Açıklamada Genel Müdür Şahin'e şöyle seslenildi: "TRT, ne sizin ne de AKP'nin özel malıdır. Sizin maaşınızı AKP ya da tarikatlar vermiyor. Siz, maaşınızı emekçi halkımızın her ay çoluk çocuğunun rızkından keserek TRT'ye verdiği paralardan alıyorsunuz. Bu nedenle AKP'ye veya tarikatlara değil halka karşı sorumlusunuz. Harcadığınız her kuruşun, yaptığınız her işin hesabını kamuoyuna vermelisiniz."
  7. MUSTAFA YALÇINER: ON’lar sadece geçmişimiz değil, geleceğimizdir de... Şimdi düşünüyorum da, Mahir’in neler hissettiğini anlayabiliyorum, kendisi sanılarak yanlışlıkla Cevahir öldürüldüğünde… ON’lar Mahirler, Denizler, Cihanlar, İbolar, Sinanlar ve niceleri... Günümüze miras olarak bıraktıkları direniş tutumları oldu. ON’ları günümüz kuşağına anlatanlar ON’larla yol arkadaşı yapmış ve hala da yapmakta olanlar anlattı. Bunlardan biri de Denizlerin dava arkadaşı/yoldaşı Mustafa Yalçıner. Yalçıner aynı zamanda ‘Hatırla Sevgili’ dizisinin proje danışmanı. “Bir dizi çıktı, Mahirleri Denizleri anlattı, onları yeniden popülerleştirdi, gibi bir yaklaşıma katılmıyorum, onlar zaten popülerdi... Onlar zaten halk tarafından efsaneleştirilmişti. Halk bağrında yaşatıyordu onları” diyen Mustafa Yalçıner’le bir araya geldik... THKP-C ve THKO sürecinden günümüze yansıyanları ve geçmişin günümüze bıraktığı çağrıyı konuştuk... »Biraz geriye gidip THKO ve THKP-C sürecinin oluşumundan söz edebilir miyiz? THKO’yu oluşturan arkadaşlar da örgütlenme içindeydiler. Sonra Mihri Belli’yle ayrışma gündeme geldi, bu ayrışmanın aşağı yukarı THKP-C’nin örgütlenmesi açısından, çok temel bir adım olduğu söylenebilir. İlk bir araya geliş, ilk örgütlenme ya da adını duyuracak olan dönemdi... Ama sonradan Mahir’in Maltepe’deki tünelden kaçış sürecinde kaleme aldıkları henüz ortaya konmamıştı. Tabii bu süreç sadece gençlik hareketini değil, halk hareketini de hızlandırdı. Bu süreç önce THKO’nun kuruluşuyla başladı, THKO, çok net bir şekilde dağa çıkılacağından, silahlı mücadele başlatacağından söz ediyordu. Filistin’e gidilmişti... Arkasından THKO, Kavaklıdere’de bir polis kulübesinin kurşunlanmasıyla silahlı mücadeleye başladı. »Sert bir döneme de adım atılmış oldu, peki Mahirlerin süreci bu sertliği nasıl yaşadı? Ve bu sertlik kitlelere ve Mahir’e nasıl yansıdı? THKO ve THKP-C bu nokta da ayrılıyor muydu? Neticede ikisi de silahlı mücadeleye girmişti. Biri diğerinden daha sertti denilemez. Belki şöyle söylenebilir: Denizler 4 Amerikalı’yı öldürmeden serbest bıraktılar, ama Mahirler tarafından kaçırılan Elrom öldürüldü. Burada sertlik yorumu yapılacaksa bu söylenebilir. Ben yine böyle bir yaklaşımın doğru olduğu düşüncesinde de değilim. Amerikalılar’ın bırakılmasında onların asker oluşlarının payı vardır. Sıradan insan oluşlarının rolü vardır. O yüzden THKP-C daha sert eylemler ortaya koydu gibi bir şeyi söylemek çok da mümkün değil. Zaten Türkiye’de silahlı mücadeleyi başlatan THKO’dur. İlk kez cesaret eden... Silahın kendisi zaten yumuşak değil. Eğer kararlık yönleriyle bakarsak her iki tarafta da bir eksiklik yok. Gerek Denizlerin gerekse Mahirlerin kararlılığı aynı yöndedir. »68 hareketine baktığımızda sonrasında gelişen süreç, liderlik açısından daha öndeydi... Bu ‘kahramanlık’ ve liderlik bugün baktığımızda sürece ve bugüne neler katmış? Benim genel değerlendirmem, 68’den başlayıp sonra silaha sarılmış hareketler açısından dönemin ‘kahramanlar dönemi’ olduğudur, doğru. Kahramanlık çağıdır o dönem. Başlangıcı son derece yığınsal olan, 68 döneminde bir gençlik hareketiyle başlayan sonrasında hem işçilere hem de köylülere yayılan, onları kitlesel olarak kucaklayan; hatta Anadolu’da, kasabalarda 5,10 bin kişilik gösteriler düzenlenerek sürece gelinmiştir. Gidilmedik köy, bilinmedik fabrika kalmamıştır. Böyle başlayan bir dönem çeşitli nedenlerle giderek daha dar, daha vurucu ve daha sonuç alıcı olduğu düşünülen örgütlenmelere evrilmiştir. Artık burada sıkıca örgütlenmiş, vuruş gücü yüksek olduğu düşünülen silahlı birlikler ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla militanlar, liderler giderek baştaki yığınların yerini almaya başlamıştır. Burada onların tutumları, onların eylemleri önem kazanmaya başlamıştır. »Yığınsal süreç yerini liderliğe bıraktı diyebiliriz 68 sonrası için... Bugün o süreç bitse de neleri hâlâ canlı tutuyor ON’ların savaşı? Net olarak ortaya konulmuş tutumlar vardır, çok net bir anti-emperyalizm, herhangi bir uzlaşmayı içermeyen, şu da olabilir diye düşünmeyen. Zaten dönemin sloganı da “tam bağımsız Türkiye”dir. Anti-emperyalist ve demokratik mücadelede son derece kararlı tutumlar vardı, bir yandan da halka bağlılık. Halka bağlılıktan güç almış; arkadaşlara, yoldaşlara bağlılık. O bağlılık çok başkaydı. Şimdi düşünüyorum da, Mahir’in neler hissettiğini anlayabiliyorum, kendisi sanılarak yanlışlıkla Hüseyin Cevahir öldürüldüğünde... Bunlar hep günümüze aktarılacak özellikleridir. Evet bir kahramanlık çağıydı, zaten kendisini takip eden dönem de 78 ve 80 arasında aşılmaya çalışmıştır. Kitleler devreye girmiştir. Ve kahramanlardan kitlelere dönüş olmuştur yeniden. Onun dışında, kahramanca yaklaşım ya da küçük gruplarla örgütlenmelerin aşılması da söz konusudur. Günümüzde de sürdürmemiz gerek... Geçiş, kahramanlardan kitlelere olmalıdır. »O dönem kahramanlıklar ve liderler üzerinden gidiliyordu dedik, bu dönem hiçbir lider çıkmadı, bir lider olmadan kitleselleşmek mümkün mü? Bence artık kahramanlar çağı kapandı. Bundan sonra kahramanlar beklemeyelim, bundan sonra kahraman kitleler olacak. Ama kendi önderleri ne kadar önderleşecek göreceğiz. Ama bence bunu da kapatmalıyız, kahramanlara ihtiyacımız yok. Şimdi artık kitlelerin mücadelesi önemli olan, yönlendirecek kişilerin o kitlelerin içinden çıkması mümkün... Artık dönem bu... Binlerce Mahirler ve Denizler çıkacaktır. »O dönemlerin bugüne bıraktığı asıl çağrı nedir? Bugüne bıraktığı çağrı olarak Deniz’in sözlerini görüyorum: “Tam Bağımsız Türkiye” şiarı vardır. Burada Marksizm ve Leninizmin yüce ideolojisine “yaşasın” demek vardır. Burada “işçiler ve köylüler yaşasın” demek vardır, burada “yaşasın Türk ve Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi” vardır. Bu tam bir manifesto, içinde bulunduğumuz döneme Deniz’in çağrısıdır. Şimdi buradan ilerlenecektir diye düşünüyorum. Bir yanıyla bakıldığında eksiklikleri gidermek, ya da o dönemin özlemlerini yansıtmaktır bu son sözler... »Mahir sürecine gelirsek, Maltepe hapishanesinden kaçışında siz neredeydiniz? Ve bu firarı öncesinden biliyor muydunuz? Yoksa bir sürpriz mi oldu sizin içinde? O zamanlar Mamak Cezaevi’ndeydim. Bize çok sınırlı bilgi geldi kaçışa dair. Çünkü tüneli THKO kazmaya başlamıştı, o zaman dışarıda örgütleri vardı THKO’nun, nasıl olduysa dışarıdakiler yakalandı. Zaten THKO kazmaya başladığında kesinlikle kendisiyle sınırlı bir eylem olarak düşünmüyordu, idam tehdidi olan herkese çağrı yapılıyordu. Onun yanında THKP-C ve onun önderi olan Mahir’i de kapsayacaktı. İçeriden birleşik olarak eyleme başlandı ve tünel ortak olarak kazındı. Bunun sınırlı bilgisi geldi bize tabii. Bekliyorduk az çok, şok etki yaratmadı... Ama duyunca olağanüstü sevindik. Devrimciler açısından etkisi olağanüstü oldu diyebilirim. »İdama giden bir süreç ve Kızıldere olayı... Bir dönem kapandı tüm bu gelişmelerle... Döneme dair, Kızıldere’ye dair neler söylemek istersiniz? Şunları da yaşayarak gelmiştik, 4 Amerikalı kaçırılmıştı, burada istenen fidye verilmemişti. Arkasından Elrom kaçırılmıştı burada da talepler yerine getirilmemişti. Artık gerek Cihan’ın gerekse genel olarak THKO’nun kavrayışı çok ciddi ve büyük bir eylem yapılması yolundaydı. Ancak, mesela aklımızdan geçen bir isim Amerikan elçisini burada resepsiyon sırasında basarak daha direkt eylemlerle belki Denizlerin idamını durdurabilirdik... Öngörü buydu. Sonradan öğrendiklerimde, Ankara’da böyle eylemler üzerinde duruluyor olmasıydı. Ama Bunu THKP-C yapıyordu çünkü THKO’nun dışarıdaki grupları yakalanmıştı. Çok küçük grupları kalmıştı. Tabii artık eylemler sıklaşmıştı, İstanbul’da barınamaz duruma geldikleri için Ankara’da da barınamaz duruma geliyorlar... Terk ettikleri evlere polis geldiğinde bile henüz çayları soğumamış olarak bulunuyordu, çok sıkışıyorlar... Mecburen Karadeniz’e çekiliyorlar, çünkü THKP-C burada güçlüydü... Sonra THKP-C’nin Karadeniz sorumlularından bir arkadaşımın konuşmaları vardı. Mahir’in kafasında sadece teknisyenlerin kaçırılması ve idamların önlenmesi yok, bunun yanı sıra şehir gerillasının belli bir olgunluğa ulaştığı ve kır gerillasına geçiş yapma fikri de gündeme işte o dönemde gelmişti. Tabii Kızıldere sonucunu hepimiz gördük ve biliyoruz. Sonuçta tıpkı Denizler gibi Mahirleri de Cihanları da yüreğimize gömdüğümüzdür bildiğim. Yaşatmaya çalışmaktan başka da şansımız yok. Bu boşu boşuna çaba da değildir. Sadece geçmişimiz değil ON’lar. Geleceğimize de epey katkıları olacak... »Şimdi bir televizyon kanalında görmeye başladık o dönemleri... Siz de ‘Hatırla Sevgili’nin proje danışmanısınız. Bu popülariteyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Kahramanlar tarihin gidişatında payları olanlar, ne yapılırsa yapılsın unutulamazlar. “Bir dizi çıktı, Mahirleri Denizleri anlattı, onları yeniden popülerleştirdi” gibi bir yaklaşıma katılmıyorum, onlar zaten popülerdi... Onlar zaten halk tarafından efsaneleştirilmişti. Halk, bağrında yaşatıyordu onları. Denizleri dizinin var ettiğine inanmıyorum, onlar vardılar ve yaşıyorlardı. Evet şu bir gerçektir genç kuşaklara yaygınlaşmasında bugün dizinin tabii ki payı vardır. Denizlerden Mahirlerden haberi olmayan birçok genç dizi vesilesiyle haberdar olmuştur... Yarın da başka filmler yapılacaktır ve çekilen bu dizinin ardından daha kötüsü çekilmeyecektir. »Denizlerle yan yana bulundunuz... Onları nasıl tanımladınız? Deniz’den söz etmek kolay tabii. Çok şakacıydı, hayat doluydu. İlgi alanları çok geniş. En ciddi konulara bile güleryüzlüydü... Mahir’i çok yakından tanımadım ama izlenimlere göre Mahir’in şakacılığı yoktu. Mahir daha resmi, daha dışarıdan olması beklendiği gibi. Mahir daha durmuş, oturmuş. Kalemle haşır neşir olmuş biriydi. Kesin olan bir şey var ki kalemi çok sağlamdı ve Denizle kıyaslanamaz... Hem Mahir’i hem de Deniz’i halka bağımlılıklarıyla tanımlayabiliriz... »ON’larla bir dönem yol arkadaşlığı yapmış biri olarak, bugün nasıl bir pencereden bakıyorsunuz? Bir dönem değil hâlâ yol arkadaşıyım onlarla... Evet bazı şeyleri aşmak zorundayız dedim ama bu yol arkadaşlığı devam edecek. İçini daha sağlam doldurarak... Mustafa Yalçıner 1950, İzmir doğumlu. THKO, Halkın Kurtuluşu (HK), Türkiye Devrimci Kurtuluş Partisi (TDKP) ve Emeğin Partisi geleniğinin önemli adlarından. 12 Mart öncesi gençlik içindeki tartışmalarda Deniz Gezmiş’in yanında yer aldı. THKO kurucuları arasında bulundu. Filistin’de eğitim gördü. Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan’ın öldüğü Nurhaklar’da ağır yaralı yakalandı. THKO davasında ömürboyu hapse mahkûm oldu. Halen EMEP içinde siyasi hayatını sürdürüyor. Büyüleyici bir sözcük: DEV-GENÇ 9-10 Ekim 1969 günü, Ankara’da yapılan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) olağanüstü kurultayında, örgütün adı, tüzüğü ve amaç maddesi değiştirilerek Türkiye Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (DEV-GENÇ) adını aldı. Genel Başkanlığa Atilla Sarp, İstanbul Sekreterliği’ne Cihan Alptekin getirildi. Örgütün adının DEV-GENÇ’e dönüşmesi, solcular ve devrimci gençler açısından bir ad değişikliğinin ötesinde sonuçlar doğurdu. O tarihten itibaren DEV-GENÇ’li olmak bir ayrıcalık oldu. DEV-GENÇ büyüleyici, etkileyici bir sözcük olarak devrimciliğe yeni başlayan gençlerin rüyalarını, gelecek hayallerini süsledi. Militanlğı, inançlara bağlılığı, kararlılığı, yenilmezliği ve belki de hepsinden önemlisi devrimci bir romantizmi anlattı. Halk arasında kulaktan kulağa yayılan bir kahramanlık öyküsünün başaktörüydü DEV-GENÇ’liler. Halk, DEV-GENÇ’li olmayı, ‘dev gibi genç’ olmak gibi algıladı. THKP-C kökenli hareketler açısından ise sahiplenmenin ve içte içe bir yarışın simgesi oldu. Devrimci Yol, Devrimci Sol, Kurtuluş gençlik içindeki faaliyetlerini DEV-GENÇ adıyla yürüttü. 1980 sonrası yayımladıkları dergilerine aynı adı verdiler. Devrimci Gençlik adını taşıyan pek çok dergi süsledi kitapçı raflarını. Farkı fark etmek mümkün olmadı okuyucu açısından. İşin doğrusu hepsinin sayfalarında 1960—70’li yılların DEV-GENÇ’ine bir öykünme göze çarpıyordu. Öykünmenin dışına taşıp gerçek anlamda DEV-GENÇ’i yaratmak kime nasip olur bilinmez ama, hayırlı bir iş olacağı kesindir. İnönü Alpat DEV-GENÇ’in 1 no’lu bildirisi TDGF, sosyalist gençliğin düşünce eylem örgütüdür. İçinde bulunduğumuz dönemde halkımızın milli demokratik mücadelesinde görevimiz: 1. Antiemperyalist gençlik hareketlerine öncülük etmek ve bu amaçla üniversite gençliğini mücadele içinde örgütlemek, bu hedefe ulaşmak için devrimci örgütlenmemizi sağlamlaştırmak, devrimci disiplinimizi güçlendirmek ve eylem içinde devrimci ideolojik eğitimimizi sağlamak ve oportünizmle mücadele etmek. 2. Milli demokratik devrim mücadelemizin kesin zafere ulaşması için işçi ve köylü yığınları ile mücadele içinde devrimci bağlar kurarak işçi, köylü, gençlik dayanışmasını sağlamlaştırmak. 3. Emperyalizme, işbirlikçi burjuvazi ve kapitalizm öncesi kalıntılara karşı bütün milli sınıfların devrimci güçbirliğinin gerçekleşmesi için mücadele etmektir. ‘Türk Solu’, ‘Aydınlık’ ve ‘İşçi Köylü’ gazetesi halkımızın yürüttüğü milli demokratik devrim hareketimizin propaganda ve eylem silahlarıdır. FKF’nin Yusuf Küpeli başkanlığı dönemindeki devrimci yönetimi, milli demokratik mücadelemize doğru devrimci yolda ilerleyerek güç katmıştır. Yaşasın halkımızın milli demokratik devrim mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın milli kurtuluş savaşımızın devrimci gençliği!..
  8. 12 MART VE 12 EYLÜL FAŞİZMİNİ YAŞAYAN, TÖB-DER’Lİ CEMAL ÇAKICI Binlerce kişi Kızıldere’deydi Kızıldere’de sadece 10 kişi yoktu. 12 Mart faşizminin insanların üzerine kâbus gibi çöktüğü bir dönemde herkes kalbiyle, ruhuyla, beyniyle Kızıldere’deydi. Herkes bekliyordu bunu... Cemal Çakıcı, 12 Mart ve 12 Eylül süreçlerini yaşamış, TÖB-DER’li bir devrimci öğretmen. Cemal Hoca’yla, DEV-GENÇ’i, THKP-C’yi, Denizleri, Mahirleri ve Kızıldere’yi konuştuk. »THKP-C’nin oluşumu sizin bakış açınızla nasıl gerçekleşti? Ben THKP-C’nin kuruluşunda yer almadım ama bildiğim şey Küba Devrimi’nin Türkiye üzerindeki etkileri, Vietnam’daki antiemperyalist mücadele ve 1. TİP deneyimi, toplumsal dinamiklerin sonucunda o günkü konjonktürde Türkiye’de ciddi bir birikim yaratılmasına imkân sağladı. O yıllarda bizim için devrim bir umut oldu, umutla özdeşleşti. Bu işçiler, köylüler, öğretmenler ve diğer toplum kesimleri için böyleydi. THKP-C’yi bu ortamın üzerine inşa edilmiş bir siyasal örgütlenme olarak nitelendirmek gerekiyor. Temel toplumsal dinamiklerine bakıldığında da 15-16 Haziran işçi yürüyüşü, öğretmenlerin büyük eğitim yürüyüşü, üretici mitingleri, antiemperyalist ve aydınlanmacı tutumu görüyoruz. THKP-C bu birikimin niteliksel toplamıdır. Küba Devrimi’nden ve Che’den de büyük oranda etkilenilmiştir. »THKP-C’nin tarihsel anlamı nedir? Bu tarihsel anlamdan bugüne ilişkin ne tür perspektifler üretilebilir? Ben o dönemde köy öğretmeniydim. TÖS’ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) büyük Ankara yürüyüşü vardır, arkasından gelen 4 günlük büyük öğretmen grevi vardır. O zaman Türkiye’de 140 bin civarında öğretmen varken 100 bine yakın öğretmen bu greve katılmıştı. Üreticilerin örgütlendiği, direndiği Ünye, Fatsa fındık üreticilerinin mitingleri Ödemiş, Akhisar tütün üreticileri mitingleri, 15-16 Haziran mitingleri gibi kitlesel eylemler vardır. DEV-GENÇ’in anti-emperyalist eylemleri ve üretici ve işçi hareketlerinin içinde, örgütlenmesinde doğrudan yer almaları THKP-C için, Türkiye’deki Mahirler’in ve Denizler’in de aralarında bulunduğu devrimcilerin yetiştiği bir okul diyebiliriz. THKP-C, bu tarihsel birikimin bir irade beyanıdır. »68 Gençlik Hareketi’nden Kızıldere’ye kadar olayları psikolojik, sosyolojik ve politik bağlamda öyküleyecek olsanız süreci nasıl anlatırdınız? İçimizde düzeni ve yaşamı değiştirmeye yönelik güçlü bir heyecan ve enerji vardı. Devrime ve sosyalizme olan inancımız tümüyle yaşamımızı devrime adamayı öne çıkarıyordu. Devrimci mücadele ve örgütlenmelerde bu inanç ve kararlılık üzerinden gelişti. »Kızıldere’nin Türkiye devrimci gençlik hareketi üzerinde süreğen etkisinin nedenleri sizce nedir? 70’li yılların siyasal mücadelesi ile Kızıldere’nin önemli bir bağı var. O dönemde, siyasal irade ve örgütlülüğün, devrimciliğin ve antiemperyalist mücadelenin, devrimci dayanışmanın toplamını görebiliriz ve o dönemin günümüze kadar antiemperyalist mücadele anlamında etkileri görülür. Yine siyasal irade anlamında da öncülüğün, önderliğin, devrimci mücadeleye etkileri vardır. O yıllarda devrimci dayanışmanın önemli örnekleri sergilendi. Mahirler’in, farklı bir örgütten olmalarına rağmen Denizler’i kurtarma mücadelesi çok önemlidir. Kızıldere’de sadece 10 kişi yoktu. 12 Mart faşizminin insanların üzerine kâbus gibi çöktüğü bir dönemde herkes kalbiyle, ruhuyla, beyniyle Kızıldere’deydi. Herkes bekliyordu tabii bunu. Bir sürü insan fiilen bir şey yapamasa bile Denizler’in nasıl kurtarılabileceğini düşünüyordu. Düşüncesiyle, ruhuyla binlerce insan Kızıldere’deydi. »THKP-C geleneğinin üzerinde oluşan siyasi ve kuramsal çizgide nelerin özellikle ve özenle korunması gerektiği kanaatinde oldunuz? En başta korunması gereken değer antiemperyalist mücadeledir. Dün enternasyonal bir duruş vardı. Uluslararası ilişkilerde halklar birbirine karşı daha sıcaktı. Bugün dünkü gibi topyekûn bir mücadele sergilenmiyor. Bunun nedeni belki dün devrim daha yakın hissediliyordu. Hemen bugünden yarına yapılabilecek gibi hissediliyordu. Heyecan daha yüksekti. Bugün bu duygunun azalmasının nedenleri arasında 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinin de etkisi büyük. 1 milyon civarında insanın gözaltına alındığı bir süreçten geçtik. »Mahirler’in hapishaneden firarını duyduğunuzda neler hissettiniz? Her devrimci gibi heyecanlandım. Belli bir dönemden sonra her şey Denizler’in kurtarılmasına odaklanmıştı. Firar olayını da duyunca ilk aklımıza gelen bu oldu. »O günlerin iletişim koşullarında Kızıldere Katliamı’nı nasıl duydunuz, neler hissettiniz? Ben o dönemde köy öğretmeniydim. İlginç bir ilçedeydim, Şarkışla’nın bir köyündeydim. Biz radyodan duyduk olayı. Duyar duymaz ilçeye geldik. Orada ilginç bir şey oldu. Sinan Kazım Özüdoğru Şarkışlalı’dır. Biz olayı duyunca öğretmen arkadaşlarla birlikte topluca ilçeye gittik. Provokatif bir şey oldu. Sinan’ın köylülerinin, akrabalarının bulunduğu, Alevi esnafın olduğu bir çarşıya küfürler ederek saldırdılar. Orada çok ciddi, neredeyse ilçenin tamamına yayılan bir gerilim yaşandı. Bir gece boyu sürdü bu gerilim. Şimdi düşündüğümde o olayın halktan birileri tarafından yapıldığını sanmıyorum. Birileri provoke etmek istedi ama halk çok büyük duyarlılık gösterdi ve oyuna gelmedi. »’Hatırla Sevgili’ dizisini izliyorsanız, özellikle neler dikkatinizi çekiyor? Ben son beş, altı bölümü izledim. Bizler için konunun duygusal yanları var ama bu anlamda bir değerlendirmeye tâbi tutmadım. İnsan duygulanıyor elbette ama ben gençlerin daha fazla etkilendiğini görüyorum. İyi mi oluyor kötü mü bu konuda bir tartışmaya girmek istemiyorum. Bu dizi, bir tarihsel döneme ayna tutması anlamında önemli elbette. İnsanların daha çok görsel medyadan etkilendiği bir dönemde olumlu yanları var. TÜRKİYE’NİN İLK DÖNEM PROTEST VE MUHALİF MÜZİSYENLERİNDEN SELDA BAĞCAN: Devlet ne Kızıldere’yle ne Hrant’la yüzleşir Şimdi artık yargılamıyorlar. Öldürüyorlar. Devletin içinde bu işleri vazife eden insanlar var artık. Hrant Dink’i nasıl öldürdüler, onun gibi. Artık yargı yerine silahlar konuşuyor.... Tacım Açık 70’li yıllarda söylediği protest şarkılarla döneme damgasını vurmuş seslerin başında gelen bir ad Selda. Özellikle Kızıldere sürecinde söylediği mapushane türküleri ile döneme tanıklık da eden Selda, Kızıldere ve devlet politikası üzerine konuştuğunda, devletin sağduyu eksikliğinden yakınıyor. Mahirler’in, yaşasalardı bugün siyasi platformda karşımıza çıkacağını öne sürüyor. »Kızıldere’ye evrilen süreçte siz sosyalist solun mapushane şarkıları ile tanınan özel seslerinden biriydiniz. O dönemi ve yaşanan gelişmeleri nasıl hatırlıyorsunuz? Kızıldere, 30 Mart 1972. Çok enteresan günler ve ben fakültenin son sınıfındayım. Deniz Gezmiş içerde, yargılanıyor. 30 Mart’ta Kızıldere, 6 Mayıs’ta da Deniz Geçmiş ve arkadaşları idam ediliyor. Düşünebiliyor musunuz, Deniz Gezmiş asılmış, arkadan bir kadın ‘Mapushaneye Güneş Doğmuyor’ diyor. İşte ben o gün meşhur oldum. O günden sonra Deniz Gezmiş’in nişanlısı olarak anılmaya başlandım. Ama bunu, aradan 5-6 yıl geçtikten sonra öğreniyorum. Bu bir şehir efsanesidir, halkın yakıştırmasıdır. Halbuki tanışmadık hiç, keşke tanışsaydım. O İstanbul Hukuk’ta okuyor sanıyorum, ben Ankara Fen Fakültesi’nde. Yolumuz ancak eylemlerde kesişebilirdi. Bense eylemci bir öğrenci değildim. Benim eylemim şarkılarım, isyanım sesimde zaten. Bir de üzerine yürüyüş yapmam gerekmiyor. O yürüyüşler bu gırtlakta gizli. »‘Kızıldere’ türküsünü söylerken Mahir Çayan ve arkadaşları sizin için esin kaynağı olmuş muydu? ‘Kızıldere’yi Âşık İhsani’den duymuştum. Plağı yaptıktan sonra, 76’da, yeniden devrimci kitlelerle bir kucaklaşmam olduğunda kulise gelip bana anlatılanlardan anladım ki benim o dönemdeki şarkılarım, o döneme çok denk düşmüş. 2002 yılında Kızıldere’ye konser vermeye gittiğimde Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürüldüğü eve götürdüler bizi. Olduğu gibi duruyor, duvarlarda hâlâ kurşun izleri var. Kızıldere’nin bana ifade ettirdiği şu; devlet topuyla tüfeğiyle, orada bir grup genci kıstırıp, yok ediyor. Halbuki, bekleseler, karşılıklı pazarlıklar sonucu teslim olacaklardı çocuklar. Belki de Mahir Çayan yaşasaydı bugün bir siyasi kimlik olarak karşımızda olacak. Ve hatta belki de başbakan olacaktı. Birkaç sene hapis yatacaklardı. Yaptıkları eylemler öyle idamlık değildi çünkü. Hele Deniz Gezmiş’in hiçbir vukuatı yoktu, o tamamen suçsuzdu. O katliam keyfiydi. »O yıllardan günümüze devletin yükselen toplumsal muhalefete gösterdiği reaksiyonu nasıl değerlendiriyorsunuz? Devlet gözdağı vermek için bunları yapıyor. 12 Eylül sonrası benim de başım çok derde girdi. Ben şarkımı söylemişim ama her defasında örgütlerle bağlantı aradılar. Her seferinde gözaltına alındım, hepsi beraatla neticelendi ama 7 sene geçti aradan. İş bulamadım, aç kaldım. Kimse de sen aç mısın, tok musun demedi. O 7 yıl boyunca yurtdışına çıkma yasağım vardı, pasaportuma el koydular. Evime otururken yurda dön çağrısı aldım. O dönemde çok çektirdiler bana. 1977’de yargılanmaya başladım. “Vurulduk Ey Halkım – Unutma Bizi isimli” longplay toplatıldı. Neredeyse her şarkımdan yargılanıyordum. »Bu türküleri söylerken, gözaltına alınacağınızın farkında mıydınız? Bu kadar aptal olacaklarını düşünmedim insanların. Bu kadar legal türküleri bile anlayamadıkları için utanıyorum onlardan. Nitekim ‘Kızıldere’ türküsünde de hiçbir şey yok. “Oy dere Kızıldere. Böyle akışın nere? Bizde hal mı bıraktın? Sana can vere vere” son derece muğlak bir türküydü. Bu şarkıyla da çok bağlantı kurdular ama ondan bir türlü yargılanmadım. Muvaffak olamadılar. Yeni albümde Hrant Dink için ‘Güvercinleri de Vururlar’ adlı bir beste var. Şimdi artık yargılamıyorlar. Öldürüyorlar. Devletin içinde bu işleri vazife eden insanlar var artık. Hrant Dink’i nasıl öldürdüler, onun gibi. Artık yargı yerine silahlar konuşuyor. Derin devlet tüm devletlerde vardır ama bizdeki derin devlet, gerçek bir derin devlet değil. Onun bunun elinde. »Kızıldere’nin toplumsal önemini nasıl açıklarsanız? Yüzkarası olan bir olay. O çocuklar açlıktan olsa bile çıkacaklardı. Biraz sağduyulu davransalardı bu utanç yaşanmayacaktı. O yıllardan bu yana ben hep bunu düşünmüşümdür. Onlara yapılanları hiçbir zaman doğru bulmadım. »Türkiye Kızıldere ile yüzleşebildi mi? Devlet en başta Hrant Dink’e yapılanların hesabını vermeli. Soruşturmaları bu kadar savsaklıyorlarsa, belli ki işin içinde iş var. Hani o kimin eli kimin cebinde olduğunu bilmediğimiz derin devlet var ya, bu onun işi. Mahir Çayan derin devletin değil, devletin işiydi. Devlet politikası öyleydi o dönemde. Çok yalnızlardı. O gençlik idealleri ile, ülke için, vatanlarını sevdikleri için böyle olmasını istediler. Devlet Kızıldere ile yüzleşmez. “Ben haklıyım, orada üzerime düşeni yaptım, ben böyle yaparım” der, geçer. »Günümüz gençliği ile 68’ kuşağının kendini ifade etme ve muhalefet potansiyeli arasındaki farklılıklar nelerdir? Bugünkü gençlerin durumu ‘80 sonrası devletin izlediği depolitazasyon politikasının ürünüdür. Gerçekten de muvaffak oldular. Bugünlerde eylemler başladı yine... Akdeniz Üniversitesi’ndeki silahlı provokatörü gördük. Nedense hep sağcılar el atar silaha. Provokatif bir şekilde hep onlar başlatırlar. Şu an solculardan ses yok ama sol da başlayacak meşru müdafaa hakkını kullanmaya... Geçmiş günlere geri dönmekten korkuyorum. İlk ‘68 eylemlerini yapanlar sınırlı imtihan hakları nedeniyle okuldan atılanlardı. Son derece masum öğrenci hareketleri olarak başlamıştı. O dönemde yine önce sağcılar silahlandı. Solcular da silahlanınca iş çığrından çıktı. Arkadan 12 Mart geldi, devamında 12 Eylül’le noktaladılar... Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı Türk Solu dergisi Mİllİ Demokratik Devrim (MDD) çizgisinin haftalık yayın organı. İlk sayısı 17 Kasım 1967'de son sayısı ise 14 Nisan 1970'de yayımlandı. Günümüzde aynı adla yayımlanan, neo-faşist ve ırkçı bir söylemi savunan dergiyle ad benzerliği dışında hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Dergi, o yıllarda ortanın solundan en sola kadar, devrimci olarak, sosyalist olarak çevresinde birleşecek ortak platformu gerçekleştirme amacıyla çıkmıştı. Gündelik mücadelenin tam ortasında yer alan dergi, yoğun bir propaganda ve ajitasyon faaliyeti içerisinde bulunuyor ve geniş kitlelere ulaşan etkili bir yayın organı olma özelliği taşıyordu. Türk Solu'nun ilk sayısında birinci sayfada 'Neden Çıkıyoruz' başlıklı yazıda şu görüşlere yer veriliyordu: “Türk Solu'nun amacı en geniş solcu çevrelerinin katılabileceği ortak bir çabayla, yurdumuzun sorunlarına bilim ışığında açıklık getirmek, toplumumuzu doğru yorumlamak ve doğru devrimci eylem çizgisini saptamak, bunu savunmak olacaktır. (...) Bugün Türkiye’de devrimci savaş, emperyalizme ve yerli işbirlikçilere karşı, tam bağımsız bir Türkiye uğruna, tam demokratik bir Türkiye uğruna, ‘Demokratik Devrim’ uğruna savaştır.” (...) Vurulduk ey halkım unutma bizi!.. hain tuzaklarda, kan uykularda vurulduk ey halkım unutma bizi! işkenceler için tahta çarmıha, gerildik ey halkım unutma bizi! zulüm sığmaz iken köye şehire, bize mezar oldu, kan kızıldere; yavuklu yerine çıplak mavzere, sarıldık ey halkım unutma bizi! her seher vaktinde, tan atışında kızıl güller açar dağlar başında. faşist namluların her kurşununda, dirildik ey halkım, unutma bizi!.. Söz: Zülfü Livaneli Beste: Selda Bağcan (1976)
  9. İBRAHİM KAYPAKKAYA’NIN YOLDAŞLARINDAN MUZAFFER ORUÇOĞLU: Cemal Süreya severdi... Mahirler’in Kızıldere’de imha edildiği gün Kürecik köylerinde İbo’yla beraberdim. Durgun ve sıkıntılıydı. “Ne diyorsun bu olaya?” diye sordum. “Hiçbir devrimcinin ölümüne bu denli üzülmemiştim. Hunharca gerçekleştirilmiş bir imha” dedi… İbrahim, 68 yükselişinin can alıcı çelişkilerini kendi ruhunda hararetle yaşayan bir insandı. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na, başarılı bir öğrencilik sürecinden geçerek gelmişti. Oldukça zekiydi. Dengeli ve kendinden emin bir tartışma stiline sahipti. “Şeylerin, iç ilişkilerini belirleyici çelişkilerini ve yönelimlerini iyi kavrayamazsan onları çözemezsin” diyordu. Bu anlayıştan hareketle tartıştığı insanı dikkatlice dinliyordu. Konuşan kişide merak uyandıran bu hassas dinleyicilik, sırası geldiğinde yerini yumuşak, iknacı, ama şeytani ışıltıları içinde barındıran kararlı ve tavizsiz bir konuşmaya bırakıyordu... İbrahim, öğrenci hareketlerine pek fazla ilgi duymuyordu. Hayatı, derinlemesine değiştirecek olan hayatın gerçek yaratıcılarına açılmaktan yanaydı. 1967’de, Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu şubesi kurucu üyeleri olarak 6. Filo’ya karşı yayımladığımız bir bağımsızlık bildirisinden dolayı okuldan ihraç edilip mahkemeye verildik. Bu olaydan sonra İbrahim, işçi ve köylü hareketleriyle yakından ilgilenmeye başladı. İşçiler, işçi temsilcileri ve sendikacılarla ilişkilerini geliştirdi. 1969’da Trakya’daki Değirmenköy toprak işgaline gittik. İbrahim, toplanan köylülere bağımsızlık ve toprak sorununa ilişkin bir konuşma yaptı. Ben ve Namık Kemal Boya tutuklandık. Bizim tutuklanmamızdan sonra İbrahim ve arkadaşları, işgalci köylülere toprak sorununa dair bir konferans vermesi için Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı götürmüşler. Bu olayı gülerek aktarıyordu. Doktor’un elindeki küreği Selçuklu ve Osmanlı toprağına oldukça derin sapladığını, miri sistem, reaya, öşür, avarız akçesi, sipahi, hüccetiye, ihzariye, hüddamiye derken köylülerin esneme, kaşınma ve kestirme sürecine girdiğini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Konferanstan sonra köylülerin ağzını yoklamış İbo. Bir şey anlamadıklarını, ama âlimin ziyadesiyle derin olduğunu, köylerine gelmesiyle de onurlandıklarını, yalnız olmadıklarını, kendilerine olan güvenlerinin arttığını söylemişler. İbo bu olayı anlatırken, yalınlıkla derinliği ustaca birleştiren ve diyalektiği kuyumcu inceliğiyle işleyen Nâzım Hikmet’i çok sevdiğini söylüyordu. Nâzım’ın o dönemde yayımlanan tüm şiirlerini okumuştu. İbo, çok iyi bir okuyucuydu. Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergilerini sürekli okuyordu. Bir ara Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini incelemeye çalıştı. Dilde, halkın anlayabileceği bir arındırmadan yanaydı. Şiirde ‘İkinci Yeni’ akımına karşıydı ama... Cemal Süreya’yı seviyordu. Nâzım, Ahmed Arif, Enver Gökçe çizgisini savunuyordu. Yazdığı şiirler bu çizginin etkisi altındaydı. Dünya edebiyatı içinde en çok Rus romanlarına eğilim duyuyordu. Ekim Devrimi’ni, insanlığın gelmiş geçmiş en anlamlı, en büyük devrimi olarak değerlendirmesine rağmen, bu devrimin, Gorki ve Mayakovski hariç, kendi çapına layık edebiyatçılarını çıkaramadığını söylüyordu. Devrim öncesi yazarlardan en çok Tolstoy’u seviyordu. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin derin etkisi altındaydı. Lu Sun’u ve diğer Çin yazarlarını merak ediyordu. Cağaloğlu’nda dolaşıp duruyordu. 12 Mart darbesi, bizi İstanbul’dan Fırat’ın ötesine savurdu. Yollarda, garajlarda, kasabaların kenar mahallelerinde, mağaralarda, kömlerde, aç alavan, kaçak, ayrıksı bir yaşama başladık. Bilinen DEV-GENÇ’li tipi, uzun boylu, parkalı, botlu, sarkık bıyıklı bir tipti. Arananların afişleri asılmış, kelleleri veya yakalanmaları mükafata bağlanmıştı. Biz kaşla göz arasında biçim ve künye olarak köylüleşmiş, yani aslımıza rücu etmiştik. Bunun en baş örneği de İbo’ydu. Kafada amca havasını veren bir Antep şapkası, çobanvari bir giyiniş ve lastik ayakkabılar. Koyun cebinde ise fotoğraf hariç, her şeyi Haydar Macit’e ait olan bir künye. İbo, biçiminden memnun ve iyimserdi. Kafasındaki asgari program, köylüye toprak, halka iş ve demokrasi, ülkeye ise bağımsızlık programıydı. Halkın bu programı darbe şartlarında kolayca destekleyeceğine inanıyordu. Görevine akıl almaz bir inançla sarılmıştı. Durumumuz iyi değildi. İlişkilerimiz, kitle temelimiz yoktu. Cebimiz delikti. Ciddi bir beslenme ve barınma sorunuyla başımız dertteydi. Heybetli dağları aşıp kaldığım mağaraya geldiğinde, halkın durumunun, bizim durumumuzdan daha iyi olduğunu söyledim ona. Kiremit kızılına çalan yanakları, dağ ayazında patlayan kılcal damarların etkisiyle iyice kızarmıştı. Sağ yana yatarak sol elini ateşe doğru uzattı “Yanılıyorsun” dedi. “Halkımız ve ülkemiz yoksul ve esirdir. Biz ise özgürüz. Karanlık bir dünyaya karşı yürüyoruz. Sen aydınlanmayı karanlığın en koyu olduğu yerden başlattığının farkında değilsin. Şuraya bak.” Odun alevinin mağara karanlığındaki macerasına baktık birlikte. Duman ve çökelek kokusu çökmüştü kayalara. “Çin halkının kara kader ağı, ilk mağaranın ağzındaki örümcek ağının yırtılmasıyla başladı.” Dağlarda tek başıma bir değnekle gezdiğimi, vahşi hayvanlara karşı savunmasız olduğu-mu söyleyince güldü. “Cebinde her zaman kapağı kırmızı bir kitap taşımayı unutma” dedi. Mahirler’in Kızıldere’de imha edildiği gün Kürecik köylerinde İbo’yla beraberdim. Durgun ve sıkıntılıydı. “Ne diyorsun bu olaya?” diye sordum. “Hiçbir devrimcinin ölümüne bu denli üzülmemiştim. Hunharca gerçekleştirilmiş bir imha” dedi. Derinden yaralanmış gibiydi. Cihan Alptekin’le ilgili birkaç anısını anlattı. Bazı ölümlerin, insana sorumluluklarını hatırlatmanın yanında, yeni sorumluluklar yüklediğini belirtti. Son görüşmemiz, kışın en şiddetli ayında, ocak ayında oldu. Bir arkadaşıyla birlikte karlı uçurumlu dağları aşarak kaldığımız mağaraya gelmişti. Ateş yakmıştık ama ısınamıyorduk. Önümüzü kavuran, arkamızı savuran belalı bir kışa kaptırmıştık yakamızı. İçinde bulunduğumuz duruma ilişkin dik-katlice dinledi bizi. “Mağarayı temizleyelim, bir düzene sokalım” diye başladı. “Kışı içeri çeken delikleri kapatalım. Sıcak suyla bir temizlenme mekanizması kuralım. Beslenme kaynaklarımızı gözden geçirelim. Bir okuma, aydınlanma programı çıkaralım. Geceleri boş geçirmeyelim. Odun alevinde birisinin okuyacağı kitabı dikkatlice dinleyelim, tartışalım, türküler söyleyelim, fıkralar anlatalım, eğlenelim. Ve en kısa zamanda da halkın arasına dağılalım. Deniz kıyısında minnacık kaya yalakları olur, bazı balıklar o yalaklara düşüp çıkamazlar, dalgaların yükselmesini beklerler denize açılmak için. Ama dalgalar bir türlü yükselmez, güneş yalaklardaki suları kurutur. Balıklar yalakların dibine yapışıp kayalaşırlar. Bizim şu andaki durumumuz, yalaklardaki balıkların durumuna benziyor. Haydin şimdi hep beraber kalkıp işe koyulalım, bu mekânı üniversiteleştirelim. Yapacağımız en küçük iş, çalışan insanlığın lehine olacaktır. Şu köşeye odun yığalım, herkes hemen kokmuş çoraplarını yıkasın.” Mağara canlanmış, miskinliğinden sıyrılarak şen şakrak bir uğultuyla ayağa kalkmıştı. Dışarı çıktım. Yer gökle kaynaşmış, tipinin kırbaçladığı yaşam kör edici sonsuz bir beyazlığa teslim olmuştu. Kaynak: ‘Denizler İdama Giderken’, Oral Çalışlar, Gendaş, İstanbul, 2002. Muzaffer Oruçoğlu İbrahİm Kaypakkaya’nın en eski arkadaşlarından. 1968’de İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda Kaypakkaya ile birlikte Çapa FKF’yi kurdu. Sosyalistler arasında sürdürülen tartışmalarda MDD görüşlerini savundu. 12 Mart sonrası ‘ikinci tasfiyeciler’ grubuyla TİİKP’den (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) ayrıldı. TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu) militanı Ali Haydar Yıldız’ın Tunceli Vartinik Mirik mezrasında 1973 yılında öldürüldüğü, Kaypakkaya’nın yaralandığı çatışmadan yara almadan kaçmayı başardı. Daha sonra yakalandı ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. Halen yurtdışında yaşıyor. 12 Mart faşizminin yalanları Kültür Sarayı yangını 12 Mart’ın açıklaması: İstanbul’un Taksim semtinde inşa edilen Kültür Sarayı, kültür adına iftihar edilecek modern bir bina idi. Ancak Marksist-Leninist ihtilalciler, bu binayi burjuvazinin hizmetindeki bir eser olarak vasıflandırmışlardır. Nihayet, 27 Kasım 1970 gecesi, önceden planmış bir sabotaj neticesi Kültür Sarayı’nı yakmışlardır. Sabotajda bilfiil vazife alanlar, aşırı solcu bir sendikanın bazı üyeleri ile Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) bir üyesidir. Sabotajı tertipleyenler ise muhtelif mesleklere mensup birkaç aşırı sol ihtilalcidir. Sabotajın yapıldığı gece bir tiyatro temsili esnasında 6 sabotör gizlice içeri girmiş ve tiyatro bekçisinin yardımıyla, çok hassas bir noktada elektrik kontağı yapmışlardır. Teşebbüs, önceden ve çok iyi hazırlanan bir plana göre yapıldığı için, Kültür Sarayı’nın büyük kısmının yanması önlenememiştir. (Beyaz Kitap: Türkiye Gerçekleri ve Terörizm, Başbakanlık yayını, 1973 Ankara) Gerçek: 27 Kasım 1970 gecesi, Kültür Sarayı’nda (şimdiki Atatürk Kültür Merkezi), Arthur Miller’ın ‘Cadı Kazanı’ oynanırken, bir elektrik kontağından çıkan kıvılcım sahne perdelerini tutuşturdu. Kolay alev alan panoların yanmaya başlamasıyla yangın hızla büyüdü ve iki saatte Kültür Sarayı’nı harabeye çevirdi. Yangını izleyen günlerde bakımsızlık, ihmal, itfaiyenin geç gelmesi, yeterli su bulunamaması vb. türden haberler gazeteleri kapladı. Yangının üzerinden iki yıla yakın bir süre geçtikten sonra ‘cadı kazanı’ tekrar kaynamaya başladı. ‘Marksist-Leninist ve Maoist yeraltı eşkiyalarından’ kaynaklanan tehlikenin sürdüğünü; dolayısıyla ülkenin selameti açısından vazgeçilmezliklerini kanıtlama çabasındaki 12 Martçılar (Marmara ve Eminönü gemilerinin ‘sabotajcıları’ ile birlikte) Kültür Sarayı’nı ‘yakanları’ yakaladılar. Yakalanan ‘vatan hainleri bazı sendikacılar ve kandırılmış işçi ve öğrenciler’di. Cuntalar arası çatışmanın ürünü bu düzmece dava, düzmeciliğinin açığa çıkması üzerine savcının iddianamesini geri çekmesi ve sanıkların beraatini istemesiyle sonuçlanacaktı. İşkencede ‘ser verip sır vermeyen yiğidin’ öyküsü 1949’da Çorum’da doğdu. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. İlkokul çağına kadar doğduğu köyde kalan İbrahim Kaypakkaya, ilkokulun birinci ve ikinci sınıflarını Karamahmut Köyü’nde okudu. 1961’de Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nun sınavını kazanarak, öğrenimine burada devam etti. Devrimci düşünceyle ilk kez Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda tanışan Kaypakkaya, bu okulu ‘pekiyi’ dereceyle bitirdikten sonra Yüksek Öğretmen Okulu’na gitti. Bir yıl burada hazırlık sınıfında okuduktan sonra İstanbul’da Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na başladı. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü öğrencisiydi. Bu yıllarda özellikle devrimci gençliğin antiemperyalist mücadelesine yakın ilgi duydu. Sosyalist düşünceyi benimseyip, okuldaki arkadaşlarıyla birlikte Fikir Kulüpleri Federasyonu İstanbul Sekreterliği ile ilişki kurarak, kendi okullarında da örgütlenmek için çalışmalara başladı. Bu yıllarda TİP üyesi olan Kaypakkaya, siyasal düşüncelerinin yanısıra sanata ve edebiyata olan eğilimi ve her konudaki bilgisi, alçakgönüllü kişiliği ile dikkati çekti. Mart 1968’de Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki arkadaşlarıyla birlikte FKF’ye bağlı Çapa Fikir Kulübü’nü kurdu. Kurucuları arasında Muzaffer Oruçoğlu’nun da olduğu örgütün kuruluşu okul yönetimi tarafından tepkiyle karşılandı. Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki devrimci öğrencilere karşı baskı ve sindirme politikası başlatıldı. Fikir Kulübü’nün başkanı olan İbrahim Kaypakkaya, 6. Filo’ya karşı bildiri yayınladığı gerekçesiyle Kasım 1968’de okuldan atıldı. Buna karşı Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı almasına rağmen, bozulan karar okul yönetimi tarafından uygulanmadı ve Kaypakkaya’nın Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ile olan ilişkisi kesildi. Bu dönemde 6. Filo’ya karşı eylemlere, öğrenci örgütlerinin düzenlemiş olduğu gösterilere katılan Kaypakkaya, FKF ve TİP içinde başgösteren ayrılıklarda Milli Demokratik Devrim (MDD) görüşünü benimsedi. Okuldan atıldıktan sonra çeşitli işlerde çalıştı, bu arada matematik dersi vererek yaşamını sürdürdü. Yine bu yıllarda özellikle ‘İşçi Köylü’ gazetesinin istanbul’daki bürosunda çalışan ve gazetenin satışı dahil her türlü günlük işini yapan Kaypakkaya, burada ve ‘Aydınlık Sosyalist Dergi’ ile ‘Türk Solu’nda çeşitli yazılar yazdı. 1969’da Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun genel kurulundan sonra MDD görüşünü benimsemiş olanlar arasında başgösteren ayrılıkta, Doğu Perinçek ve arkadaşlarının başını çektiği Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) çevresiyle birlikte davrandı. 1969 ve 1970’de yoğunlaşan kitlesel eylemlerin büyük bir bölümünde yeraldı. Silivri’de Değirmenköy’deki toprak işgalini destekledi. Bu nedenle bir süre gözaltına alındı. O yıllarda meydana gelen Demir Döküm, Pertrix, Sungurlar vb. gibi işçi eylemlerini de destekleyen Kaypakkaya, 1971’de Çorum ve yöresini gezerek, buradaki izlenimlerini ‘Çorum İlinde Sınıfların Tahlili’ adı altında kaleme aldı. Bundan sonra bir süre Malatya, Tunceli ve Gaziantep yörelerinde örgütsel etkinlikte bulundu. Bu arada sıkıyönetimin ilanıyla birlikte aranmaya başladı. 1972’de o güne kadar birlikte olduğu PDA (Proleter Devrimci Aydınlık) çevresiyle ideolojik anlaşmazlığa düştü. Aynı yıl Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nden koparak, birlikte olduğu arkadaşlarıyla Türkiye Komünist Partisi Marksist Leninist (TKP-ML) adlı örgütle ona bağlı olan Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nu (TİKKO) kurdu. Özellikle Malatya, Elazığ ve Tunceli civarında örgütlenen TKP-ML’nin aynı zamanda ideolojik önderliğini de yapan Kaypakkaya, 24 Ocak 1973’te Tunceli’de Vartinik Mirik mezrasında güvenlik güçleri tarafından sarıldı. Çıkan çatışmada can yoldaşı Ali Haydar Yıldız öldürüldü, kendisi yaralandı. Birlikte olduğu diğer arkadaşları kaçmayı başardılar. Yaralı olarak kaçan ve beş gün köylerde saklanan İbrahim Kaypakkaya, 29 Ocak 1973’te kaldığı köyde bir öğretmenin ihbarı üzerine ele geçirildi. Yaralı olmasına rağmen yürütüldü. Buradan ayakları donmuş olduğu halde Diyarbakır’a getirildi. Daha sonra hastaneye yatırıldı, bu arada ayaklarının kesilmesine izin vermemesine karşın yemeğine ilaç konularak donmuş olan ayakları kesildi. İyileştikten sonra günlerce işkenceye maruz kalan Kaypakkaya, sorgusunda hiçbir biçimde kendisini ve örgütünü bağlayacak ifade vermedi. 16 Mayıs 1973’te yeniden sorguya götürüldükten iki gün sonra Diyarbakır’a gelen babasına ‘intihar ettiği’ söylendi ve parçalanmış cesedi teslim edildi.
  10. Kızıldere’den günümüze Evet, Deniz bizim Eğer dünyada bir Che Guevara mitolojisi oluşmuş ve Che'yi kitle kültürüne eklemlemişse, aynısı Türkiye'de de Deniz için yapılmak istendi: Oysa o sadece bizimdir, sosyalistlerin... 1965'ten sonra Türkiye'de gelişen gençlik hareketinin en önemli önderlerinden ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun (THKO) kurucu ve yöneticilerinden Deniz Gezmiş, 27 Şubat 1947'de Ankara'nın Ayaş ilçesinde doğdu. Öğretmen bir ailenin çocuğu olarak çeşitli kentlerde ilk ve ortaöğrenimini gördü. Liseyi İstanbul'da bitirdi. 1966'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakülte-si'ne giren Gezmiş, henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı ve kendini dönemin eylemleri içinde buldu. 1965'te Türkiye İşçi Partisi'nin Üsküdar ilçesine üye oldu. İlk kez 31 Ağustos 1966'da Ankara'dan İstanbul'a yürüyen Çorum Belediyesi temizlik işçilerinin Taksim Anıtı'na çelenk koymaları sırasında işçileri destekleyen ve Türk-İş yöneticilerini protesto eden gösteri sırasında gözaltına alındı. Ardından 19 Ocak 1967'de Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) binasının yeddi emine verilmesi sırasında çıkan olaylarda yakalandı ve bir gün sonra iki arkadaşıyla çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakıldı. 22 Kasım 1967'de öğrenci örgütlerinin düzenlediği Kıbrıs Mitingi sırasında Âşık İhsanı ile birlikte ABD bayrağını yaktıkları gerekçesiyle gözaltına alınıp, daha sonra serbest bırakılan Deniz Gezmiş, Hukuk Fakültesi'nde birlikte olduğu arkadaşlarıyla birlikte 30 Ocak 1968'de Devrimci Hukuklular Örgütü'nü kurdu. 7 Mart 1968'de İÜ Fen Fakültesi konferans salonunda düzenlenen AIESEC genel kurul toplantısında konuşma yapan Devlet Bakanı Seyfı Öz-türk'ü protesto ettiği için tutuklandı. 2 Mayıs'a kadar tutuklu kalan Gezmiş, 30 Ma-yıs'ta 6. Filo'yu protesto ettiği için yargılandı ve beraat etti. Öğrenci eylemleri içindeki etkinliği giderek artan Deniz Gezmiş, 12 Haziran 1968'de İstanbul Üniversitesi'nin işgal edilmesine önderlik etti. İşgal Konseyi adına İÜ Senatosu ile Baltali-manı'nda yapılan görüşmelerde bulunan öğrenci heyetinin içinde yer aldı; öğrenci haklarının elde edilip, işgalin kaldırılmasında etkili oldu. İşgalden kısa bir süre sonra İstanbul'a gelen 6. Filo'yu protesto eylemlerinde yer alan Deniz, 30 Tem-muz'da bu eylemlerden dolayı tutuklandı ve 20 Eylül'de serbest bırakıldı. ÜNİVERSİTE KAPATILIRKEN ÇATIŞMA TİP içinde yoğunlaşarak, ayrılıklara ve tartışmalara yol açan ideolojik sorunlarda Milli Demokratik Devrim (MDD) görüşünü benimseyen Deniz Gezmiş, bu görüşün özellikle devrimci öğrenciler arasında yayılmasını sağladı, Ekim 1968'de eylemlerde birlikte olduğu Cihan Alptekin, Mustafa İlker Gürkan, Mustafa Lütfi Kıyıcı, Cevat Ercişli, M. Mehdi Seşpınar, Selahattin Okur, Saim Kurul ve Ömer Erim Süerkan'la birlikte Devrimci Öğrenci Birliği'ni (DÖ kurdu. 1 Kasım 1968'de TMGT, AÜTB, ODTÜÖB ve DÖB'ün başlattığı Samsun'dan Ankara'ya Mustafa Kemal Yürüyüşü'nü düzenledi. Ardından 28 Kasım 1968'de ABD Büyükelçisi Robert Kommer'in gelişi sırasında Yeşilköy Havaalanı'nda düzenlenen protesto gösterileri nedeniyle tutuklandı ve bir süre sonra serbest bırakıldı. İstanbul Üniversitesi'nde sağcı güçlerin 16 Mart'ta girişmiş olduğu hareketlere öğrenci kitlesiyle birlikte karşı koyan Gezmiş, bu eylemi gerekçe gösterilerek 19 Mart'ta yeniden tutuklanarak 3 Nisan'a kadar hapis yattı. Ardından 31 Mayıs 1969'da İÜ Hukuk Fakültesi öğrencilerinin, reform tasarısının gerçekleşmemesini protesto için giriştikleri işgale önderlik etti. Üniversitenin kapatılıp, polise teslim edilmesi nedeniyle çıkan çatışmalarda yaralandı. Hakkında gıyabi tutuklama kararı olmasına rağmen hastaneden kaçan Deniz, haziranın sonunda Filistin'e gitti. Filistin'e gitmeden önce 23 Haziran 1969'da TMGT'nin topladığı I. Devrimci Milliyetçi Gençlik Kurultayı'na kendisi gibi haklarında tutuklama kararı olan FKF Genel Başkanı Yusuf Küpeli ile birlikte bir mücadele programı gönderdi. ÖĞRENCİ EYLEMLERİNDEN UZAKLAŞIYOR Eylül'e kadar Filistin'de gerilla kamplarında kalan Deniz Gezmiş, 1 Eylül 1969'da, 10 Haziran'da "üniversiteyi işgal" ettiği gerekçesiyle Hukuk Fakültesinden ihraç edildi. Hakkında tutuklama kararının olduğu bu dönemde gazetecilere gizlendiği yerden demeçler verdi. 23 Eylül 1969'da Hukuk Fakültesi'nde olduğu sırada haber verilen polislerin de fakülteye gelmesi üzerine teslim olan Gezmiş, 25 Kasım'da serbest bırakıldı. Ancak, Yıldız Devlet ve Mühendislik Akademisinde Battal Mehetoğlu'nun sağcılar tarafından öldürülmesinden sonra okulda yapılan aramada, ele geçirilen dürbünlü bir tüfeğin Gezmiş'e ait olduğu öne sürülerek hakkında yeniden tutuklama kararı alındı. 20 Aralık 1969'da yakalanan Gezmiş, kendisiyle birlikte tutuklanan Cihan Alptekin'le birlikte 18 Eylül 1970'e kadar tutuklu kaldı. Bundan sonra öğrenci eylemlerinden uzaklaşarak, mücadelesini değişik alanlarda sürdürmeyi planladı. Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan'la birlikte THKO'yu kurdu, n Ocak 1971'de THKO adına Ankara'da İş Bankası Emek Şubesi soygununu gerçekleştirenler arasında yer aldı. 4 Mart 1971'de dört ABD'li askerin Balgat'taki Tuslog Tesisle-ri'nden kaçırılması eyleminde de bulunan Deniz, askerlerin serbest bırakılmasından sonra Sivas'ın Şarkışla ilçesinin Gemerek nahiyesinde Yusuf Aslan'la birlikte yakalandı. 16 Temmuz 1971'de başlayan THKO-ı Davası'nda TCK'nin 146. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle, 9 Ekim 1971'de idam cezasına çarptırıldı. 6 Mayıs 1972'de idam edildi. 12 Mart faşizminin yalanları-2 Marmara ve Eminönü gemileri 12 Mart'ın açıklaması: Eminönü araba vapurunun batırılması Kültür Sarayı'nı ve Marmara yolcu gemisini yakan sabotajcılar, bakım ve onarım için Haziran 1972'de Haliç Tersanesi'nde havuza alınan Marmara adlı araba vapurunu da olduğu yerde batırmışlardır. Havuz kapağı saatli bir bomba ile yerinden sökülerek, ani birşekilde havuza su dolmasını ve böylece araba vapurunun da olduğu yerde batmasını sağlamışlardır. Her üç sabotaj olayının failleri yakalanmış ve Türk adaletine teslim edilmişlerdir. (Beyaz Kitap: Türkiye Gerçekleri ve Terörizm, Başbakanlık yayını, 1973 Ankara) Gerçek: 12 Mart faşizminin kendine özgü 'hukuk yöntemleri'yle senaryosunu hazırlayıp, kamuoyuna sunduğu ve devlet terörünü sürdürmede bir araç olarak kullandığı davalar arasında 'sabotaj davası' diye tanınan davanın özel bir yeri vardı. Daha önce meydana gelmiş ya da bilinçli bir biçimde yaratılmış bazı olayları (Kültür Sarayı yangını, Marmara gemisi, Eminönü arabalı vapuru gibi) art arda dizerek, kurgulamış oldukları düzmece bir senaryo içine yerleştirdikleri kişilerden işkenceyle almış oldukları ifadelerle hazırlanan iddianame ile yargılanan suçsuz işçi ve öğrenciler aylarca tutuklu kaldılar. Olay Faik Türün'ün sıkıyönetim komutanı olduğu dönemde hazırlandı. Ünlü Ziverbey Köşkü'nde günlerce işkence gören sanıklar, hazırlanmış olan ifadeleri zorla imzaladılar. İşkence yöntemleri arasında elektrik, askıya alma, kireç kuyusuna gömme, çırılçıplak soyup, soğuk tazyikli suyun altında tutma gibi yöntemler vardı. 0 güne kadar birbirine daha önce hiç görmemiş 'sanıklar' bir senaryo ürünü olan iddianameye göre, birbirlerinden emir aldılar, milyonlara varan paraları 'paylaştılar', devleti yıkacak gizli örgütleri 'kurdular', örgütten aldıkları emirlerin gereği olarak, Kültür Sarayı'nı ateşe verecek, gemileri batıracak tertipleri 'bizzat düzenlediler'... Kamuoyu da bu tertibe inandırıldı. İki yıl süren dava süresince suçlanan kişiler bütün ifadelerin işkence altında alındığını, kendilerine zorla imzalattırıldığını açıkladılar. Sonunda esas hakkındaki mütalaada savcılık bile sanıklarını beraatini istedi ve bu düzmece dava bütün sanıkların aklanmasıyla sona erdi. Yargılanan sanıkların tümü, daha sonra açmış oldukları tazminat davalarını kazandılar.
  11. sEn EsTiKçE bEn TiTrErİm.......................Hernekadar sizi iyi tanımıyorsamda oyunlarda v.s yorumlarınızı okudum ve dogum gününüzü ayrıca kutlamak istedim............Umarım öncelikle saglık olmak koşulu ile yüreginizdeki tüm güzeliklerin en kısa zamanda karşınız çıkması dilegi ile...............NİCE NİCE YILLARA diyorum...(ben resim basamıyorum nedense yoksa çok şiyin şeyler ile karşılaşmanızı saglamak isterdim) Yayamas kayımca ifadesi ile komacan öptüm....
  12. 7 üye bugün doğum gününü kutluyor! ercan009(41), swetty(38), senemre1402(25), sEn EsTiKçE bEn TiTrErİm...(2), butterfly_kiss(30), aXhi(23), fundacelya(39) .....Herkese nice nice yıllar diliyorum
  13. Yatagımda 1 saat kitap okucam sonyada uyuma moduna geçicem
  14. Yayamaz Kayımca şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Forum Oyunları
    Gündüzleri genelde yatmakta oluyorum veya aykta kendimi iyi hissediyorsam bişeyler yapıyorum....evde 1 kuş,anne baba,6 tane 1 aylık yafru,3 tane 2.5 aylık yafru gonzales cinsi fare,bahçemde 2 tafşan,1 43 kg dalmaçyalı köpek balkonda 1 kedim vay.2 tane sukaplumbagam öldü ya sen hiç hayvan baktınmı varmı?
  15. Güsel yaşadıgım saglıklı yaşadıgım her anı............
  16. AKP............
  17. Efet tuttu... Msn nneyi pek kulanmıyoysun galiba
  18. Kitapçı çalsın.....
  19. Efettt ama sen nasıl bildin
  20. hımm bayag ilginç!!!!!ama çok hoş...................
  21. 2012 OLiMPiYATLARIiCiN iSTANBUL 9 ADAY SEHiRDEN BiRi...ŞU ANDA iSTANBUL OYLAMADA BIRINCI DURUMDA!... MOSKOVADANSADECE 50.000 OY ÖNDE... 1 DAKiKANIZI AYIRIP OY VERIN LÜTFEN, SADECE ASAGIDAKILINKI TIKLAYIP, iSTANBUL KUTUCUGUNU SEÇiP VOTE'YE TIKLAYIN... http://www.cnn.com/2004/SPORT /01/16/olympic.bids
  22. İzmir suikasti: İdamlar ve bir devrin sonu Muhaliflerle nihai hesaplaşma, 15 Haziran 1926 günü, Giritli Motorcu Şevki'nin İzmir Valiliği'ne yaptığı bir ihbarla başladı. Şevki'nin iddiasına göre o gün İzmir'e gelecek olan Mustafa Kemal'e Kemeraltı'ndan geçerken bir suikast yapılacaktı. Aynı akşam İzmir'de ve İstanbul'da bir dizi tutuklama yapıldı. Tutuklananlar arasında Saltanat'ın kaldırılmasına tek ret oyunu veren eski Lazistan milletvekili Ziya Hurşit, Mustafa Kemal'in çocukluk arkadaşı, Samsun'a birlikte çıktığı Miralay (Ayıcı) Arif Bey, Çopur Hilmi, Gürcü Yusuf, Laz İsmail ile İstanbul'da Bristol Oteli'nde 'yakalanan' Sarı Efe Edip adlı istihbaratçı vardı. Sarı Efe Edip'e göre suikast, Şeyh Said İsyanı ile ilişkilendirilerek bir yıl önce apar topar kapatılan TpCF Umumi Heyetince planlanmıştı. 'Benim naçiz vücudum...' Sonra Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar Paşa ve Rüştü Paşa başta olmak üzere, Terakkiperver paşalarının ve partili milletvekillerinin tutuklanarak, yargılanmak üzere İzmir İstiklal Mahkemesi'ne yollanmasını emretti. Rauf Bey 'sağlık nedenleri yüzünden' yurtdışında olduğu için; Dr. Adnan Adıvar ise o günlerde Fransa'ya gittiği için kurtulmuştu. Karabekir, mahkemeye kadar, penceresi tahtalarla çivilenmiş bir hücrede yerde yatırılmış, çok kötü muamele görmüştü. İsmet Paşa ciddi bir kanıt olmadan Milli Mücadele'nin önderliğini yapmış bu önemli şahsiyetlerin tutuklanmasının bir skandal olacağını söyledi, ama sadece Kazım Karabekir'in serbest bırakılmasını sağladı. Bunu içine sindiremeyen Mahkeme Heyeti, az kalsın İsmet Paşa'yı da tutuklayacaktı, neyse ki bu kadar ileri gidilmedi. Ankara İstiklal Mahkemesi, 1924 Anayasası'nın milletvekili dokunulmazlığını düzenleyen 17. maddesini çiğneyerek, çoğu milletvekili olan 49 sanığı yargılamaya 26 Haziran 1926'da başladı. Sanıklar, 'suikastçiler', 'onlarla ilişkili olanlar' ve 'eski İttihatçılar' olarak üçe ayrılmıştı. İlk iki gruptaki paşalar, hükümetin Mustafa Kemal'e yönelik bir suikast hazırlığından haberdar olduğunu, hatta suikastçilerin arasına emekli jandarma yüzbaşısı Sarı Efe Edip'i soktuğunu söyledi. İma ettikleri, suikast girişiminin kendilerini suçlamak için kasten önlenmediğiydi. Diğer sanıklar çeşitli şekilde nedamet getirdiler ve aflarını istediler. Ancak itirazlar sonuç vermedi ve mahkeme başkanı Kel Ali, 13 Temmuz'da aralarında altısı TpCF yöneticisi 15 kişi için idam cezasını açıkladı. TpCF'yi suçlayan ifadenin sahibi Sarı Efe Edip, "Bu kararda benim hizmetim nazara alınmadı" diye yakındı, ama idam cezasından kurtulamadı. Böylece 'hizmetlerinin' ne olduğu hiçbir zaman ögrenilemedi. Özel istekle af Kara Kemal ve Abdülkadir Bey dışındaki 13 kişi, o gece idam edildi. Kara Kemal yakalanacağını anlayınca intihar etti. İdamlarla gereken gözdağının verildiğini düşünen Mustafa Kemal'in 'özel isteği ile' Kazım Karabekir, Cafer Tayyar, Ali Fuat, Refet ve Mersinli Cemal paşalar ise cellattan kurtuldular ama kiminin siyasi hayatı edebiyen, kimininki Mustafa Kemal'in ölümüne kadar sona erdi, aileleri maddi ve manevi yıkıma uğradı, yıllarca polis denetiminde yaşadı. 'Kara Çete' diye anılan eski İttihatçılar, Ankara'da yargılandı, kanıt olmadığı halde Cavit Bey, Dr. Nazım, Ardahan mebusu Hilmi ve Nail beylere idam, Balkan Savaşları'nın 'Hamidiye Kahramanı', Misak-ı Milli kararının mimarı Rauf Bey'le eski İzmir Valisi Rahmi Bey de dahil yedi kişiye 10'ar yıl kalebentlik cezası verildi. İdam cezaları 26/27 Ağustos 1926 gecesi infaz edildi. Daha önce gıyabında idama mahkûm olan Abdülkadir Bey de yakalanarak idam edildi. Mustafa Kemal 18 Mart 1927'de Ali Fuat Cebesoy'a "Paşaları senin hatırına affettim" dedi. Rauf Bey, ancak 1936'da ülkeye dönmeye cesaret edebildi. Mustafa Kemal'in olay sırasındaki şoförü Seyfettin Yağız yıllar sonra "Kazım Karabekir'in suikasttan haberi yoktu... Vali Kazım Paşa (Dirik) istihbarat almış. 'Gelmeyin paşam' diye telgraf çekti. Bunun üzerine Atatürk 'Sür kocaoğlan' dedi. Tam gaz İzmir'e girdik" dedi. Portre: Rıza Nur Yakın arkadaşı Ziya Gökalp'le birlikte Meclis'in Türkçü, daha doğrusu 'ırkçı' kanadını temsil eden Rıza Nur (1879-1942), Cumhuriyet'in İlanı'na kadarki dönemde Maarif ve Sıhhiye bakanlıklarında bulundu. 1920'de destek sağlamak için Sovyet Rusya'ya gönderildi, Çiçerin ve Stalin'le görüştü. Saltanat'ın kaldırılmasında aktif rol oynadı. Lozan Barış Görüşmelerinde İkinci Murahhas (Delege) olarak görev yaptı. İzmir Suikasti Davası'ndan hemen sonra Paris'e kaçtı ve Türkiye'ye ancak Mustafa Kemal'in ölümünden sonra dönebildi. Paris'teki Biblioteque Nationale ve Londra'daki British Museum'a, 1960 yılından önce yayımlanmamak kaydıyla teslim ettiği dört ciltlik tartışmalı eserini 1929-1935 arasında kaleme aldı. Mustafa Kemal ve dönemi hakkında yazanların ezici çoğunluğu, ölçülü, temkinli hatta korkak diye nitelenebilecek bir yaklaşım içinde iken, Rıza Nur, son derece pervasız, saldırgan, hatta hakaret dolu üslubuyla diğerlerinden ayrılır. Ancak Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ekibine yönelttiği eleştirilerin benzerlerini kendisi (hatta eşi ve diğer yakınları) için de kullandığı düşünülürse, bunun psikolojik bir rahatsızlıktan kaynaklandığı anlaşılır. Küfürler dışarıda bırakılırsa, Rıza Nur'un canlı, renkli, ve 'sansürsüz' anlatımları, dönemin resmi tarih tarafından yer verilmeyen yanlarını kavramak açısından önemli bir kaynaktır. Af kapsamı dışında kalan 150'likler 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması'na konan bir maddeyle Milli Mücadele sırasında İtilaf Devletleri'yle ya da İstanbul hükümetleriyle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle af kapsamında bırakılan kişiler '150'likler' diye anıldı. Türkiye'ye girmesi ya da Türkiye'de oturması yasaklanan ilk 'hainler listesi' 600 kişilikti. (Bu kişilerin kimler olduğu hâlâ bilinmemektedir.) Ancak anlaşma hükümleri bu sayıya izin vermeyince, liste önce 300 kişiye, sonra da 149 kişiye indirildi. Bakanlar Kurulu rakamı 150'ye tamamlamak için 'Köylü Gazetesi' sahibi Refet Bey'i de ekledikten sonra 1 Haziran 1924'te durumu kesinleştirdi. Bu listede 'hain' yaftası epeydir boyunlarında asılı olan son padişah Vahdettin ile Damat Ferit Paşa nedense yoktu. O sırada Türkiye'de olanlar yurtdışına çıkarıldı, Türkiye'de mülk edinmeleri ve miras bırakmaları yasaklandı. Neyle suçlandıkları belli olmayan ve suçları belgelenmeyen bu kişilerin Türk uyruğundan düşürülmesi 1927'de oldu. Afları için ise 29 Haziran 1938'i beklemek gerekti. Yakup Kadri'ye göre, 150'liklerin affı, Mustafa Kemal'in listede yer alan edebiyatçı Refik Halit Karay'a duyduğu sempati sayesinde olmuştu. Affa rağmen, 150'liklere eski memuriyetlerinden dolayı emeklilik bağlanmaması sekiz yıl süre ile kamu hizmetinden yasaklanmaları öngörüldü. Ayrıca, gerekli görülürse yurttaşlıktan yine çıkarılabileceklerdi. Elbette, geriye dönmeye çok az kişi cesaret etti. BİTİRİRKEN Dava ile bir devir tamamen kapanırken, Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Kazım Özalp, ordudaki görevlerinden istifa ederek sivil oldular. 1 Eylül 1927'de çalışmaya başlayan Üçüncü Meclis tümüyle sivildi, ancak muhalif tek ses yoktu. Sıra galiplerin tarihini yazmaya gelmişti. Mustafa Kemal, 15-20 Ekim 1927 tarihli CHF Kurultayı'nda ünlü Nutuk'unu irad etti. Kendisi, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak dışında herkesin nasıl 'gaflet ve delalet' içinde olduğunu anlattı. Takrir-i Sükûn dönemi İstiklal Mahkemeleri 4 Mart 1927'ye kadar fiilen çalıştı. 4 Mart 1929'da hukuken sona eren mahkemelerin kuruluş kanunu ve ekleri 'her ihtimale karşı' 1949 yılına kadar yürürlükte tutuldu. Bu mahkemelerde yaklaşık 7500 kişi yargılandı, bunların yaklaşık 3280'i çeşitli cezalara çarptırıldı. Bu cezaların 660 kadarı idam cezası idi. Mustafa Kemal, Takrir-i Sükûn görüşmeleri sırasında güvensizlik oyu verilerek istifaya zorlanan ve mebusluktan istifa ederek Paris büyükelçiliğine giden Ali Fethi Okyar'a 12 Ağustos 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı (SCF) kurdurdu ama partinin umulmadık biçimde popüler olması ve kendisine karşı muhalefetin merkezi haline gelmeye başlaması üzerine 17 Kasım 1930'da partiyi feshe zorladı. 1935'te milletvekili seçilen 399 kişiden 383'ünün adı bizzat Mustafa Kemal tarafından belirlendi, geriye kalan 16 kişi bağımsız mebusluklar için boş bırakıldı, ancak bağımsızların başvurusu için yeterli süre bırakılmadığı için hemen hiçbir bağımsız aday seçilmeyi başaramadı. Son sözü Mustafa Kemal'in has adamlarından Esat Mahmut Bozkurt'a bırakalım: "Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer, taban halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki, bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir." KAYNAKÇA Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması, 1923-1931, Tarih Vakfı Yayınları, 2005; Sina Akşin, 'Mustafa Kemal Atatürk'ün İktidar Yolu' Çağdaş Düşünce Işığında Atatürk, Eczacıbaşı Vakfı Yayınları 1983; Selim İlkin-İlhan Tekeli, "Kurtuluş Savaşı'nda Talât Paşa ile Mustafa Kemal'in Mektuplaşmaları", Belleten, XLIV, 174(1980): 301-345; Ş. Süreyya Aydemir, Tek Adam (4 cilt) Remzi Kitabevi 1969 ve Enver Paşa (3 cilt), Remzi Kitabevi, 1993; Melih Pakdemir, Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük (2 Cilt), Su Yayınları 1999; Emrah Cilasun, Baki İlk Selam, Belge Yayınları, 2004; Cemal Şener, Çerkes Ethem Olayı, Etik Yayınları, 2001; Şerif Mardin, Saidi Nursi Olayı, İletişim Yayınları, 1999; Emel Akal, Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm, TÜSTAV Yayınları, 2002, İsmail Göldaş, Takrir-i Sükûn Görüşmeleri, Belge Yayınları, 1997; Michael Finefrock, From Sultanate to Republic: Mustafa Kemal Ataturk and the Structure of Turkish Politics, 1922-1924 (Basılmamış doktora tezi, Boğaziçi Üni. Kütüphanesi'nde); Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kuruluşu (1923-24), İletişim Yayınları, 1998; Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (5 Cilt), Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, 1961-72; Atatürk, Nutuk (3 cilt), Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, 1973; Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri (1920-1923/1923-1927), Zeus Yayınları, 2006; Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Türkiye Basımevi, 1960; Uğur Mumcu, Kazım Karabebir Anlatıyor, Um:Ag Vakfı Yayınları, 1998; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, Bilgi Yayınları, 1981; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Basımevi, 1969; General Ali Fuat Cebesoy'un Siyasi Hatıraları (2 cilt), Vatan Neşriyatı, 1957; Ahmet Demirel, Birinci Meclis'te Muhalefet-İkinci Grup, İletişim Yayınları 1994; Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri 1919-1926, SBF Yayınları, 1978; Kadir Mısırlıoğlu, Kurtuluş Savaşı'nda Sarıklı Mücahitler, Sebil Yayınları, 1972; Hülya Küçük, Kurtuluş Savaşı'nda Bektaşiler, Kitap Yayınevi, 2003, Seyfi Öngider, Kuruluş ve Kurucu, Aykırı Yayınları, 2003; Erik Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bağlam Yayınları, 1992; Azmi Nihat Erman, İzmir Suikasti ve İstiklal Mahkemeleri, İstanbul, Temel Yayınları, 1971; Sümer Kılıç, İzmir Suikasti, Emre Yayınları, İstanbul, 2005.
  23. Bir muhalif parti ve bir Kürt isyanı 18Ekim 1924'te yeni yasama yılı için Meclis'i açmaya gelen Mustafa Kemal, kendisini karşılayanlar arasında Rauf ve Adnan beylerin olmadığını gördüğünde bir şeyler döndüğünü anlamıştı. 26 Ekim'de Kazım Karabekir, hakkındaki muhafazakârlık suçlamalarından yorgun düştüğünü, rapor ve tavsiyelerinin Genelkurmay Başkanlığı'nca dikkate alınmadığını söyleyerek istifa edip, ardından Ali Fuat Cebesoy da istifa edince Mustafa Kemal'in tepkisi sert oldu. 'Ya askerlik, ya siyaset' Çünkü, sonradan Nutuk'ta belirteceği gibi, epeydir bazı Milli Mücadele paşalarının eski 2. Grup üyeleri ve bazı gazeteler aracılığıyla ulusu kendisine karşı kışkırtmak için yurtiçinde gizli örgütler kurma çabasında olduklarına inanıyordu. Bu 'tertip'i boşa çıkarmak için, 30 Ekim 1924'te Meclis'in kumandan üyelerine ya milletvekilliğini, ya askerliği seçmelerini emretti. 'Kuzu Paşa' lakaplı Fevzi Çakmak ve dört kolordu kumandanı bu isteğe uyarak orduda kalmayı seçtiler. Talebe itiraz edenler ise zorla istifa ettirildi. 8 Kasım'da yaşanan bir kabine bunalımından sonra Rauf Bey ve 10 arkadaşı istifa ettiler ve 17 Kasım 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı (TpCF) kurdular. Partinin Genel Başkanı Kazım Karabekir, ikinci başkanları Dr. Adnan Adıvar ve Rauf (Orbay), Genel Sekreteri Ali Fuat (Cebesoy) idi. Üyeler arasında bazı eski İttihatçılar da vardı. Mustafa Kemal'in üç gün sonra, "benim burnuma barut ve kan kokusu geliyor, inşallah ben yanılmışımdır" demesi, tepkisinin ne olacağını göstermişti. 21 Kasım 1924'te The Times gazetesinin İstanbul muhabiri Mr. Macartney'e mülakat veren Mustafa Kemal'e göre "Terakkiperverlerin cumhuriyetçilikleri içtenliksiz, programları sahte, kendileri de düpedüz gerici" idiler. Gazi bunları söylerken "çok öfkelenmiş, yüzü kıpkırmızı kesilerek, muhalefetin her bir üyesini teker teker anmış; onların her şeylerini borçlu bulundukları kendisine karşı nankörlük ettiklerini ve vatan haini olduklarını" söylemişti. Gazeteci bu hiddet karşısında, Paşa'yı yatıştırmak zorunda kalmıştı. Diğer suçlama ise TpCF'nin programının ve tavrının irticayı cesaretlendirdiği idi. Oysa programın 6. maddesinde sadece şunlar yazıyordu: "Parti dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır." Ayrıca programda Halifeliğin geri getirilmesi talebi olmadığı gibi dinin önemine ilişkin en ufak bir atıf yoktu. Takrir-i Sükûn dönemi Siyasi iklim böyleyken, 13 Şubat 1925'te Bingöl'ün (o zamanki adıyla Çapakçur'un) Ergani ilçesinin Eğil bucağına bağlı Piran Köyü'nde patlak veren, dinci, feodal ve ulusal taleplerin iç içe geçtiği Şeyh Said isyanı, demokrasinin tümüyle rafa kaldırılmasına bahane oldu. Aslında Sünni Zazalar arasında kalan isyan sadece kırsal bölgelerde destek görmüştü. Örneğin Şeyh Said'in Diyarbakır'ı ele geçirme girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı, çünkü şehir halkı destek çıkmamıştı. Elazığ'da da benzer şeyler yaşandı. Lolan, Hormek ve Hayderan aşiretleri başta olmak üzere pek çok Alevi Kürt/Zaza aşireti Şeyh Said'in güçlerine karşı savaştı. Pek çok Kürt aşireti Ankara'ya bağlılık telgrafı çekmekte yarıştı. Bitlisli Nakşibendi lideri Said-i Nursi de isyana desteğini esirgeyenlerdendi. Meclis'te isyana ılımlı yaklaşılmasını önerenler vardı ama Mustafa Kemal'in sert önlemler alınmasını tavsiye eden uzun konuşmasından sonra radikaller galip geldi ve 14 Doğu vilayetinde sıkıyönetim ilan edildi. Ardından Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda dini esaslara göre cemiyet kurulmasını yasaklayan ve dini siyasete alet edenleri 'vatan haini' ilan eden değişiklik yapıldı. İsmet Paşa'nın rahatsızlığı yüzünden başbakanlığa getirilmiş olan Fethi Bey'in oylamayı kendisine güvensizlik olarak görüp istifa etmesinden sonra kurulan ikinci İsmet Paşa kabinesinin ilk icraatı ise, demokrasiyi askıya alma konusunda hükümete iki yıllık bir süre için neredeyse sınırsız yetkiler veren 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn (Huzur ve Güveni Sağlama) Kanunu'nu çıkarmak oldu. 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul edilen kanunla biri Doğu için Diyarbakır'da (Şark), diğerleri Ankara'da olmak üzere, üç İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Türk Ordusu'nun 7, 8 ve 9. Kolorduları ile 12 tümenin katıldığı bir bastırma harekâtı sonunda isyan iki ayda bastırıldı, ancak gerek ordu gerekse isyancılar büyük kayıplar verdi. Şark İstiklal Mahkemesi'nde görülen Şeyh Said davasında 81 sanık yargılandı, dava sonunda 12 kişi beraat etti, Şeyh Said'le beraber 49 idam kararı verildi, bunlardan ikisinin cezası 10 yıl hapse çevrildi, diğer 47 hükümlü 28 Haziran'da Diyarbakır'da yerli ve yabancı erkânın huzurunda idam edildi. Diğer sanıklar ise bir ila 10 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldı. 3 Haziran 1925'te ise isyana destek verdiği iddia edilen TpCF kapatıldı. (Bu desteği gösteren belgeler bugüne kadar ortaya konulmadı.) Sadece yedi ay faaliyet gösterebilen, ancak bir ara seçime girebilen, dolayısıyla hiç hükümet kuramayan parti, Cumhuriyet tarihinde ancak bir 'dipnot' olarak kaldı. Partiye, dönemi anlatan önemli eserlerde bile yer verilmedi, verildiği durumlarda da Mustafa Kemal'in bakış açısıyla verildi. Prens Sabahattinci liberal bir programı olan parti, CHF'nin tersine, kuvvetler ayrılığı ilkesini, tek dereceli seçimleri, cumhurbaşkanının fesih ve veto yetkisinin sınırlanmasını savunuyordu. Partinin, esas olarak bağımsızlığın kazanılmasından sonra yapılması kaçınılmaz olan devrimlerin hızı ve derinliği konusunda Mustafa Kemal'den farklı düşündüğü, daha tedrici bir dönüşümü savundukları anlaşılmaktadır. CHF'den daha az otoriter, daha az merkeziyetçi, daha az köktenci oldukları söylenebilir. Nitekim, partinin kapatılmasından birinci derece sorumlu olanlardan İsmet İnönü, 1963'te partinin 'muhafazakâr' olmadığını, aksine parti liderlerinin "ileri fikirli ve islahatçı" olduklarını söylemek gereğini duymuştur. Festen şapkaya geçilirken Mustafa Kemal, Nutuk'ta "Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde, bilgisizliğin, bağnazlığın, uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin bir simgesi gibi oturuyordu" demişti. Ama Mayıs 1925'te Donanma'da Alman tipi keplerin giyilmesiyle başlayan süreçte hem komik; hem trajik olaylar yaşandı. 24 Ağustos-1 Eylül 1925 tarihleri arasında, Çankırı, İnebolu ve Kastamonu'yu kapsayan bir yurt gezisi sırasında, Kastamonu'da elinde bir 'Panama şapka' ile halka 'medeni ve milletlerarası' olmak için şapka giymeyi öğütleyen Mustafa Kemal, aynı gezi sırasında, ordunun gücüne ve önemine de vurgu yapmıştı. Halkın çoğu mesajı almıştı, ancak ülkede yeterli sayıda şapka yoktu. Kimi başına kâğıt şapka, kimi kadın şapkası takmak zorunda kalırken, namaz kılarken düşmeyen kopçalı kasketler yapmak gerekti. Kastamonulu terzilerin hepsi kasket terzisi oldu ama yine ihtiyaç karşılanamadı. Yabancı tüccarlar fırsatı kaçırmadılar ve yurtdışından gemiler dolusu fötr, panama kasket vb. şapkayı ülkeye getirdiler. Bu sefer fiyatlar çığrından çıktı ve şapkaya 'narh' konması gerekti. Böylece Mustafa Kemal'in Kastamonu'da söylediği, "İşte takke, üzerinde fes, onun üstünde de ağbani sarık... Bunların hepsinin ayrı ayrı parası yabancılara gidiyor" sözü boşa çıktı. Bağımsız Bursa milletvekili Sakallı Nureddin Paşa'nın, milletvekillerinin şapka giymeye zorlanışını Anayasa'ya aykırı bulması 'gericilik', 'vatana ihanet', 'bağnazlık' nidalarıyla karşılandı. Ahmet Ağaoğlu'nun, "Şapka meselesinin Anayasa ile ilgili olduğunu işitince utandım. Şapkanın, gömleğin, redingotun, mendilin Anayasa ile ne ilgisi var?" diye sorması fayda etmedi, 25 Kasım 1925'te Şapka İktisası (Giyilmesi) Kanunu çıktı. Peş peşe kanunlar 30 Kasım'da, Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Men' ve İlgasına Dair Kanun geçince, Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane'de 'gavur memur istemeyiz', 'şapka istemeyiz' diye gösteriler başladı. Tepkiler, Ankara İstiklal Mahkemesi'nce verilen 12 (bazı kaynaklara göre 7 idam ve yüzlerce ağır hapis cezası ile bastırıldı. İdam cezaları İsmet İnönü'nün teklifi ile, Meclis'in onayı aranmaksızın infaz edildi. Mustafa Kemal, daha sonra "Bunu 'Takrir-i Sükûn' düzeninin sağlanması için geçerli olduğu zamanda yaptık. Bu yasa yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama bunda sözü edilen yasanın yürürlükte olması işi kolaylaştırdı denirse, bu çok doğrudur" demişti. Yolları ayrılan iki güçlü paşa Muhafazakâr milliyetçi denilebilecek bir çizgisi olan Kazım Karabekir (1882-1948) Mustafa Kemal'le daha Milli Mücadele sırasında görüş ayrılıklarına düşmüştü. Ama ikilinin yolları Cumhuriyet'in ilanı ve halifeliğin kaldırılmasından sonra ayrıldı. TpCF deneyimi ve bunu izleyen İzmir suikastı davasından sonra Moda'daki evinde göz hapsine alınan Karabekir, 1933'te Milliyet gazetesinin 'Ankaralının Defteri' isimli sütununda neşredilen ve 'Millici' imzasıyla kendisini eleştiren yazılara yedi cevap gönderdi. Mektuplardan sonuncusu 'devletin beynelmilel menfaatlerine aykırı olduğu' gerekçesiyle yayınlanmayınca Karabekir, İstiklal Harbimizin Esasları kitabını yazdı. Kitabın içerdiği iddialar yüzünden hiç hoş karşılanmadı ve tüm nüshaları Kılıç Ali başkanlığındaki bir heyetçe toplatılıp yakıldı. Paşa'nın iddiaları Karabekir'e göre 'İstiklal Harbi yapmak fikri'ni ilk kez kendisi 29 Kasım 1918'de İsmet Bey'e açmıştı. Vahidettin'i de ikna edince, konuyu 11 Nisan'da Mustafa Kemal'e açan Karabekir, bir gün sonra Trabzon üzerinden Erzurum'a geçerken, Mustafa Kemal Samsun'a ancak Harbiye Nazırı olmaktan umut kesince gitmişti. Erzurum ve Sivas kongreleri sırasında 'milli güçlere' güvenmekten vazgeçip, önce Bolşeviklerden, sonra Amerikan mandasından medet ummuştu. Kendisinin Doğu'da Ermenileri durdurmak için harekete geçme isteğine, Rusya'ya bel bağladığı için bir türlü izin vermemişti. Karabekir kendi inisiyatifiyle harekete geçerek Doğu Cephesi'nde 'Ermeniler'i darmadağın ederken', Mustafa Kemal, Meclis'i kontrol etmeye aklını taktığı için iç isyanlar artmıştı. Ordu ihmal edildiği için Yunanlılar Ankara önlerine gelebilmişti. Sakarya Savaşı'nı Mustafa Kemal'in hataları uzatmıştı. Karabekir ayrıca, Mustafa Kemal'i, Ali Şükrü'nün katili Topal Osman'ı, TKP'li Mustafa Suphiler'in katili Yahya Kahya'yı, Erzurum Kongresi sırasında Mustafa Kemal'i tutuklamaya çalışan Trabzon Valisi Ali Galip'i ve Fevzi Paşa'yı öldürme emri verdiği için de suçluyordu. Ama en büyük eleştirisi Cumhuriyet'in alelacele ilan edilmesi, halifeliğin ise Musul meselesi çözülmeden kaldırılması konusunda idi. Kitabın müsadere edilen nüshalarından biri üzerinden Mustafa Kemal tarafından hazırlanan dokuz sayfalık yanıtlarda, bazı açıklamaların yanı sıra, 'yalan', 'saçma ve ayıp', 'beyinsizce' şeklinde notlar düşülmüşse de İslamcı-milliyetçi ideolojisinin ve benmerkezci kişiliğinin yarattığı öznelliği hesaba katarak belli bir ihtiyat payı bırakmak kaydıyla, Kazım Karabekir'in iddialarını incelemekte fayda vardır.
  24. Cumhuriyet'in ebedi sürgünü Bugün müritleri tarafından 'Bediüzzaman' (zamanımızda eşi, benzeri bulunmaz kişi), 'hakikat kahramanı', 'ilmi açıdan Aristo'yu, İbni Sina'yı, Farabi'yi geride bırakan filozof', 'Türkiye'nin Gandhi'si' diye tanımlanan; siyasetçiler ve bilim adamları tarafından 'dinler arası diyaloğun başlatıcısı', 'ihya geleneğinin temsilcisi', 'tefsir okulunun mümtaz şahsiyeti' olarak nitelenen Said-i Nursi, sadece kurucusu olduğu Nurculuk akımının günümüzdeki etkileri açısından değil, Milli Mücadele sırasında dinsel çevrelerle, pragmatik nedenlerle kurulduğu anlaşılan ittifakların Cumhuriyet'in ilanından sonra tasfiye edilmesi sırasında yaşanan başarısızlıkları sembolize etmesi açısından da önemli bir figürdür. Said-i Nursi, 1876'da Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğdu. (Karşıtlarına göre kasabanın adı Nors olduğu halde, 'ışık' anlamına gelen Nur sözcüğüne benzerlikten yararlanabilmek için kasten Nurs olarak telaffuz ediyordu.) Babası yedi çocuklu küçük bir toprak sahibi idi. Said-i Nursi'ye göre aile, Hz. Muhammed'e kadar uzanıyordu. Said-i Nursi, sert ve kavgacı mizacı yüzünden medrese eğitimini tamamlayamadı. Ancak, kendi iddiasına göre 15 yaşında 'Bediüzzaman' mertebesine erişti. İki önemli tarikat Said-i Nursi'nin memleketi Bitlis, 19. yy'dan itibaren Nakşibendi tarikatının Halidiye kolunun merkeziydi. Said-i Nursi hem Nakşibendilik'ten hem de Nakşibendiliğin rakibi Kadirilik'ten etkilenerek büyüdü. Yöredeki Osmanlı devlet ricaliyle yakın ilişki kurarak bilgi ve görgüsünü artırdı. 1900'lerin başlarında, 'özgürlük, ilerleme, uygarlık, milli birlik, insan emeği, bilim' gibi liberal-meşrutiyetçi bir terminoloji kullandığı görülen Said-i Nursi, 1908'de Saray'a dilekçe yazarak 'Kürdistan'a' eğitim yatırımları yapılmasını ve bir üniversite açılmasını isteyince gördüğü tepki, akıl sağlığını kontrol ettirmek için Topbaşı Tımarhanesi'ne yollanmak oldu. Sonrası baş döndürücü bir hızla geçti. Kurucularından olduğu İttihad-ı Muhammedi'nin (Müslüman Birliği) önderlik ettiği 31 Mart olayına katılmakla suçlandı, ceza almadı. 1. Dünya Savaşı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa'ya katıldı, Sunusileri Osmanlı devletinin ünlü cihat çağrısına katılmaya ikna etmek için Libya'ya gitti. Dönüşünde Bitlis savunmasında Ruslara esir düştü. İki yıl dört aylık esaretten sonra, Petersburg, Varşova, Berlin ve Viyana üstünden İstanbul'a geldi. Milli Mücadele başladığında, İstanbul Sarıyer'de oturuyor, Dar ül-Hikmet il-İslamiye'de (İslam akademisi) hocalık yapıyordu. Kafasında gençliğinde Van Kütüphanesi'nde tanıştığı fizik, kimya, astronomi, matematik gibi doğal bilimler ile dini eğitimin birlikte verileceği üniversitesini kurmak vardı. Kahire'deki Cami'ül-Ezher'in 'kız kardeşi' olarak tahayyül ettiği Medrese't-üz Zehra'nın kuruluşu için İstanbul'dan ümidini kestiğinden, Kuva-yı Milliye Hareketi'ne yaklaştı. O günlerde başarıya ulaşmak için her türlü ittifakı yapmaya hazır olan Mustafa Kemal de Said-i Nursi'yi Ankara'ya davet etmekte gecikmedi. Ama, 9 Kasım 1922 tarihinde TBMM'de 'hoşamedi merasimi' ile karşılanan Said-i Nursi, Ankara'daki havayı görünce, dilini tutamayıp 19 Ocak 1923 tarihinde Meclis'e hitaben yazdığı on maddelik beyannamesinde, peygamberlerin Şark'ta, filozofların da Garp'ta ortaya çıkmasını 'kaderin bir işareti' sayıp, "Şark'ı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir" diyor ve "bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, Frenk mukallitlerini Müslümanlara tercih ederlerse", İslam Âlemi'nin dikkatini başka tarafa çevireceği çıkışını yapınca durum değişti. Mektuptaki laflardan pek heyecanlanan 50-60 kadar mebusun oracıkta namaza durmasından rahatsız olan Mustafa Kemal'in "Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz" diyerek sitem ettiği söylenir. Said-i Nursi ise güya "Paşa! Paşa! İslâmiyet'te imandan sonra en yüksek hakikat, namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur" demiştir. Yine yandaşlarına göre, tartışmadan dolayı Mustafa Kemal önce özür dilemiş, ardından kendisine mebusluk, Diyanet azalığı ve Şark Umum Vaizliği önermiştir. Ancak Said-i Nursi bunları kabul etmemiştir... Ankara'dan ayrılıp Erzurum'a geçen Said-i Nursi, 13 Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Said Ayaklanması'na katılmakla suçlandığında, Mustafa Kemal'in aslında ne düşündüğünü anlamış olmalıdır. Sürgün günleri Said-i Nursi, kendisini desteğe davet eden isyancılara gönderdiği mektupta asırlardan beri İslamiyet'in bayraktarlığını yapan Türk milletine kılıç çekmenin dinen caiz olmadığını, böyle bir şeye niyet edildiğinde bunun başarısızlıkla sonuçlanacağını söylediğini iddia etti, ancak isyancı Kürt liderleriyle birlikte önce Antalya'ya, sonra Burdur ve Isparta'ya sürülmekten kurtulamadı. İleriki yıllarda kendisine 'Said-i Kürdi' denmesi de bu olaydan dolayı oldu. Ancak Cumhuriyet yönetimi, nedense, sürgün yeri olarak Bitlis gibi din adamı yetiştiren, muhafazakâr, merkezden kopuk dağlık şehir olan Isparta'yı seçmişti. Mevlevi ve Nakşibendilerin güçlü olduğu Isparta'da 60 medrese, 200 Kuran kursu ve sayısız tekke vardı ve sadece birer dinsel lider değil aynı zamanda toplum önderi olan din adamları ise birden zeminlerini ve statülerini kaybettikleri için merkeze öfkeli idiler. Hafız İbrahim tarafından kurulan Demir Alay ve 'Isparta Mücahitleri' gibi örgütler aracılığıyla Milli Mücadele'ye katılan Isparta şehir eşrafı ise Cumhuriyet Halk Fırkası'nın en ateşli destekleyicisi idi. Bu sadakatin karşılığında şehirde merkezi hükümetle işbirliği yapanlar giderek zenginleşirken, köylerde yoksulluk aynen devam ediyordu. Said-i Nursi, böyle bir ortamda, yoksul ve muhafazakâr kesimlerin merkezi devlete yönelik tepkisini yönlendirmeyi gayet iyi başardı. Hapis ve yeniden sürgün Vaazlarında hâlâ 'elektrik enerjisi', 'motor', 'santral' veya 'fabrika' gibi Batı ürünü teknik metaforları kullanıyor ama, ilişki ağını Bitlis'teki Halidiye üyelerinden, Van'dan gelen öğrencilerinden, isyanlar yüzünden sürülen Kürt aşiret reislerinden oluşturmuştu. Said-i Nursi, giderek popülerliğinin artması üzerine bu sefer Isparta'nın Barla Köyü'ne sürüldü. 1932'de Arapça ezan yasaklandığı sırada köyde Arapça ezan okumak yüzünden tutuklandı, fakat ceza almadı. 1934'te Barla'dan tekrar Isparta'ya getirildi. Öğrencilerinin sayısı hızla artınca Eskişehir'de hapse atıldı. 1936'da serbest bırakıldıktan sonra yedi yıl kalacağı Kastamonu'ya sürüldü. Nurculuk nedir? Popülerliğini, sürgüne gönderildiği illerin Bitlis'in tersine, seçkinci olmayan muhafazakârlığına, uzun vadeli başarısını ise Cumhuriyet'in hızlı ve yüzeysel laiklik politikalarının başarısızlığına borçlu olan Nurculuk aslında bir tarikat olmaktan çok bir tefsir ekolüdür. Nurculuğun temel düsturu, modern bilim ve felsefeye karşı imanı korumaktır. Ancak, Said-i Nursi'nin Risale-i Nur külliyatını, söz dizimi ve kullanılan sözcükler yüzünden okumak ve anlamak zordur. Bunun temel nedeni anadili Kürtçe olan Said-i Nursi'nin Türkçeyi 20'li yaşlarında, Arapçayı ise daha sonra öğrendiği için risalelerini yardımcılarına (Nur şakirtleri) yazdırması olmalıdır. Bazıları bu metinlerin aslında basit bir içeriği olduğunu, bazıları ise İslam mistisizmine has esoterik dili yüzünden basit sanıldığını ileri sürer. Nurcular fikirlerini yaymak için şiddete başvurmazlar. Batı kurumlarını ve kültürünü "Müslümanlığa külliyen aykırı" bulmakla birlikte Batı'nın toplumsal seferberlik usullerini, teknik olanaklarını kullanmakta sakınca görmezler. Said-i Nursi, 1925 sonrası yazılarının hiçbirinde Halifelik kurumundan söz etmediği halde, Müslümanların belirli bir siyasi düzenin uyruğu değil, bir cemaatin üyesi olarak harekete geçmesine yaptığı vurgu Cumhuriyet elitlerini çok endişelendirmiş görünmektedir. Ancak Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve İstiklal Mahkemesi gibi organların gadrine uğramaması da ilginçtir. Öte yandan Barla Mektupları ve Emirdağ Lahikası'nda adını vermeden Mustafa Kemal'den 'Deccal' diye söz etmesi, müritleri-nin de Mustafa Kemal hakkında 'Beton Kemal' türü aşağılayıcı ifadeler kullanması, destekçisi olduğu Demokrat Parti'nin bile üzerindeki yasağı kaldırmasını imkânsız kılmıştır. Said-i Nursi, ölümünden sonra geride bir 'halife' bırakmamıştır. Hareketin günümüzde bir heyet tarafından yönetildiği sanılmaktadır. Emirdağ yılları Mustafa Kemal'in ölümünden sonra önce Denizli'ye sonra Afyon-Emirdağ'a sürülen Said-i Nursi sürekli takip edildi, defalarca tutuklandı ve yargılandı. 1948 yılında açılan son davada 20 ay hapse mahkûm oldu. 1950 affıyla serbest bırakıldı ve Emirdağ'a döndü. Demokrat Parti'yi desteklemesine rağmen Ankara'ya gelmesine izin verilmedi. 24 Mart 1960'da Urfa'da hayata gözlerini yumdu. Öldüğünde önce Urfa'daki Halilülrahman Camii Haziresi'ne defnedildi. 1960 İhtilali'nden sonra, Yassıada Mahkemeleri'nde Said-i Nursi konusu defalarca gündeme geldi. İhtilal Komitesi'nin, cenazesini Urfa'dan alarak Isparta dağlarında bilinmeyen bir yere naklettiği söylendi. Ancak Kasım 2006'da yayınlanan Polis Arşiv Belgeleri'nde Gerçekler adlı kitaptaki tutanağa bakılırsa, cenaze (muhtemelen komitenin isteği ile), kardeşi Abdülmecit Ünlükul tarafından 12 Temmuz 1960 günü Afyon'a getirilmiş, buradan Isparta Şehir Mezarlığı'na defnedilmiştir. Halen mezarının nerede olduğu bilinmemektedir. Ankara'da 'mürteci', Mısır'da 'Hıristiyan!' Said-i Nursi'nin 1907'de İstanbul'a geldiğinde kaldığı Şekerci Han'ın müdavimlerinden biri de İslamcı-Türk şiirinin usta kalemi Mehmet Akif (Ersoy) Bey'di. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Teşkilat-ı Mahsusa adına çeşitli ülkelerde gizli görevlerde bulunan Ersoy, savaş sırasında Dâr'ül-Hikmet'ül-İslâmiye'nin başkatipliğini yapıyordu. Dostları tarafından "Hazret-i Arif" diye anılan Mehmet Akif 1919'da, Kuva-yı Milliye'yi desteklemek için Bandırma'da yaptığı konuşma yüzünden görevden alınınca, Anadolu'ya geçti ve Burdur milletvekili olarak BMM'ye alındı. 23 Ocak 1920'de Cuma günü Balıkesir'deki Zağanos Paşa Camii'nde halkı Yunanlılara karşı Milli Mücadele'ye davet etti. Benzeri bir konuşmayı Ankara'da Hacı Bayram Camii'nde de yaptı. Ekim 1920'de, Konya Ayaklanması'nı önlemek, halka öğüt vermek için Konya'ya gönderildi. Oradan Kastamonu'ya geçti ve Nasrullah Camii'nde Sevr Antlaşması'nın içyüzünü, Milli Mücadele'nin niteliğini anlatan coşkulu bir vaaz verdi. Bu vaaz Diyarbakır'da basılarak bütün vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Şubat 1921'de, İstiklâl Marşı'nın güftesini yazdı, ancak ihtiyacı olduğu halde kendisine ödül olarak verilen 500 lirayı bir hayır kurumuna bağışladı. 1922'den itibaren kışlarını Mısır'da geçirmeye başladı, Cumhuriyet'in kurulmasından sonra tümüyle Kahire yakınlarındaki Helvan'a yerleşti. 1926-1936 arasında Kahire'deki Câmi-ül Mısriyye Üniversitesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliği yaptı. Yakalandığı siroz hastalığını tedavi için döndüğü İstanbul'da 27 Aralık 1936'da öldü. Milli Mücadele'nin başında İslamcı unsurları davaya kazanmak için Meclis'e davet edildiği, bu tür bir desteğe ihtiyaç kalmayınca gözden düştüğü anlaşılan Mehmet Akif'in Ankara'da 'Arap Akif', 'mürteci Akif' diye alaya alındığı söylenir. Mısır'da ise entari giyip dolaşmak yerine ceket, pantolon ve frenkgömleği giydiği gerekçesiyle 'Hıristiyan Âkif', 'Gavur Âkif' denen Mehmet Akif'in ülkeden ayrılışını 'şapka giymemek için' diye açıklayanlar vardır. Akif ülkeden ilk ayrıldığında henüz Şapka Devrimi yapılmadığı için bu iddia pek inandırıcı değildir ama ülkeden ayrılmasının 'laiklik' konusundaki fikir ayrılıklarıyla ilişkili olduğu açıktır. Ülkeyi terk ederken, bir arkadaşına, "Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum" demiştir. Bu tepkisi eski bir Teşkilat-ı Mahsusacı için oldukça naiftir ancak, ileriki yıllarda muhaliflerin başına gelenler düşünülünce, gayet gerçekçidir.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.