Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Tengeriin boşig

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey

  1. Tengeriin boşig şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Dini Konular - Din - Dinler
    Sayın BrainSlapper... "Sosyal Bilimler" bir takım yargılarda bulunabilirler. Kültürler sonuçta insan doğasının bir ürünüdür ve insanların var oluşundan bugüne kadar birikerek veya eksilerek gelmiştir. Dolayısı ile "Kişisel tercihlere" nazaran "Toplumsal kabuller" daha temellidir (iyi ya da kötü değil). Bu yüzden "Sosyal Bilimler" bu konuda çok geçerli tespitler kabuller ortaya koyabilmektedir. "İyi" ya da "Kötü" der demiyorum ama geçerliliği hakkında yorum yapabilir Sosyal Bilimler ve bundan yola çıkarak biz, "iyi" ya da "kötü" olduğuna dair bir bilgi ortaya koyabiliriz. Tıpkı Bilim'in Madde'yi sorgulayışında Ateistlerin Tanrı'nın olmadığına kanaat etmesi ve inançlılarında Tanrı'nın varlığına kanaat etmesi gibi... Sayın Maraba, Yersoy, Demirefe vs. Sosyal Bilimlere bakarak bir sonuca varıyorlar ve sizde başka bir sonuca... Sorun şu sanırım: Pozitif Bilimlerde Tanrı'nın varlığı hakkında verilen hükümde kim haklıdır? Sosyal Bilimlerde Ahlak hakkında verilen hükümde kim haklıdır? (burada kimseyi bir kefeye koymak niyetim yoktur, yanlış anlaşılmasın...) Saygılarımla...
  2. Tengeriin boşig şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Dini Konular - Din - Dinler
    "Cinsellik" açısından neyin "Tercih" olup, neyin olmadığı konusunu ayrıntılamak gerekiyor sanırım... Temel ve Doğal olarak "Cinsellik", üreme organlarının üremeye yönelik birleşmeleridir. Ancak insanlarda (ve bir de yunuslarda) işin içersine üreme ile birlikte "Haz"da giriyor ama yine de doğal ve sağlıklı cinsel birleşme "Üreme organları gelişmiş" ve "Üreyebilecek" çiftler arasında olarak ele alınıyor. Mesela temel olarak cansız maddeleri cinsel obje olarak kullanmak alışkanlığı belki büyük bir psikolojik sorun değil ama psikolojik olarak bir rahatsızlık olarak ele alınır, tedavi edilebilir olarak görülebilir. Fetişizm'de buna örnektir, belki insanların ayak parmağından falan haz almaları bizi ilgilendirmez ancak Bilim bunun bir rahatsızlık olduğunu belirtiyor. Çünkü kişinin asıl ve doğal olarak etkilenmesi, tahrik olması gereken yeri üreme bölgeleridir. "Çocuk İstismarı"nın niçin suç olduğuna bakalım: Bir bireyin, 16-18 yaş altındaki, kendisinden en az 6 yaş küçük olan bir bireye (çocuğun kendi rızası olsa bile -Kandırma- olarak ele alınır) kandırma yoluyla ya da zorla cinsel ilişkiye zorlamak, cinsel teması andırıcı dokunuşlarda bulunmak ve bu yönde sözler söylemek, iletişim kurmak "Cinsel İstismar/Taciz" olarak adlandırılır. Burada yine çocuğun ergenlik yaşı göze alınır. Yani yasal olarak çocuk henüz ebeveyn olamayacak yaştadır, gerek psikolojik olarak ve gerek biyolojik olarak yeterli değildir... Eşcinsellik bugün suç değildir, olması taraftarı da değilim. Ancak eşcinsellik bir tercihte değildir. Eşcinselliğin iki temeli bulunuyor: İlki; üreme organlarındaki doğuştan gelen anormallik ve hormonal bozukluk... Bu çeşit bir eşcinselliği tabii ki yargılayamayız. Çünkü o bireyin doğasında olan bir şeydir bu. İkincisi; Bireyin bir takım psikolojik sorunlar nedeni ile (Çocuk İstismarı/Tacizi genelde en temel nedenidir) bu şekilde yaşamaya alışması durumudur. Genel itibarı ile bu tarz eşcinsellik eğilimi tedavi edilebilmektedir. Psikoloji Bilimi bu eğilimi, (o eğilime sahip kişi durumundan rahatsızlık duyuyorsa) tedavi edebilir ve sağlıklı bir heteroseksüel olarak yaşamına devam edebilir. Burada "Kişi rahatsız olmuyorsa..." önermesi nedeniyle "Bir rahatsızlık değildir..." çıkarımına varamayız... Çünkü sonuçta bu tedavi edilebilir bir şeydir. O açıdan bakacaksak Diş çektirip çektirmemekte bir tercihtir ancak dişin ağrıması ya da çürümesi de bir rahatsızlıktır. Diğer bir Cinsel anormallik ise "Aile İçi İlişki" olarak tanımlanır. Ben şimdiye kadar aile içi ilişkiyi meşru karşılayan bir topluma rastlamadım ve toplumsal olarak bu rahatsız edici bir durumdur. Bilimsel olarak sağlıksız bireyler meydana getirebileceğine dair açıklamalar yapılmıştı ancak yine de sağlıklı bir bireyin aile için ilişkiye olumlu bakacağını sanmıyorum. "Aile İçi Cinsel Eğilim"e benzer bir durum 6 yaşına kadar çocuklarda "Oedipus Karmaşası" olarak kendisini gösterir ki bu tam anlamıyla bizim tanımladığımız manada bir cinsel eğilim değildir. Gelelim "Grup Seks", "Eş Değiştirme", "Nikahsız Yaşama", "Evlilik Öncesi Cinse Birleşme", "Aldatma" gibi eylemlerin neliğine... Temel olarak sağlıklı karşıt cinsler arasındaki cinsel birleşme bilimseldir. Yukarıdaki kavramların tanımladığı eylemler ya da yaşam tarzları pek bir görecelidir ve karşı cinsler arasında oldukça ahlakidir ya da değildir, kişileri bağlar. Ancak şu da vardır ki Psikoloji'de "Cinsi Sapıklık"; "Bireyin kendisine, cinsel ilişkiye girdiği bireye ve içersinde bulunduğu topluma zarar verici nitelik." olarak tanımlanıyor. Bu açıdan ele alınırsa daha sağlıklı yorumlara varılabilir diye düşünüyorum... Saygılarımla...
  3. Tengeriin boşig şurada yorum gönderdi ELiFLE'nın blog başlığı içinde ELiFLE's Blog
    Elif... Gayet kısa ve gayet güzel yazıyorsun yaaa... Bana da öğretsene? Resime bayıldım...
  4. Çok teşekkür ederim İlyada... Sağolasın...
  5. Hımm... Aslında pek giremiyorum tartışmalara ama sanırım bir iki şey yazmak isterim... Temelde savunduğum şey: "Bilim; Tanrı düşüncesini/inancını araştırmaz, araştıramaz, deneyimleyemez..." Bu düşünceyi her zaman savunurum... "Tanrı" düşüncesinin neliğine bakmak lazım önce... "Tanrı"ya inanmaya başladığını söyleyen "Sabık Ateist" bilim insanının "Tanrı" anlayışını irdelemek lazım... Biliyoruz ki Einstein'de bir Tanrı fikrine sahipti ama bu dinlerin ifade ettiği Tanrı'dan çok çok başga ve hatta Pagan benzeri bir GÖRÜŞ'tü... Bu satırları yazan şahsın (ki bu kişi ben oluyorum) neye inanıp inanmadığı öngörüsünden uzak olarak ele alırsanız sevinirim... Öncelikle şunu sormak lazım: Yıllarca Ateist olarak Tanrı'nın olmadığı düşüncesini benimsemiş birisi, daha sonra var olduğuna inandığı Tanrı'yı, iç dünyasında nereye yerleştiriyor? Asıl sorulması gereken ve sormadığımız soru budur... Bilim insanı en temel fizik kurallarını benimsemiştir diye düşünüyorum: "Hiçbir şey yoktan var edilemez, vardan yok edilemez..." Peki "Sabık Ateist" (sabık=eski) hala Bilim insanı kimliğini koruduğuna ve bugüne dek edindiği bilimsel bilgileri yadsımadığına göre "Yoktan var eden bir Tanrı" düşüncesine mi sahip olmuştur birden bire? Bu bana çok mantıklı gelmiyor... "Yoktan var oluşu kanıtlayan" bir bilimsel teori var mı bilmiyorum ama bildiğim kadarıyla yok... Öyleyse Sabık Ateist'in sahip olduğu "Hissettiği Tanrı" düşüncesi, din bağlamından çok uzak olmaktadır... Öyle ki Sabık Ateist'in "Evrim" teorisini reddettiğine dair bir bilgi var mıdır, bu da önemlidir... Ama şuna dikkat ediniz, Sabık Ateist'in söylemlerinde "Çaresizlik" ifadeleri var. Yani yine Soyut Tanrı kavramına sahip kimselerce edinilmiş bir düşünce bu, dinlerin genel tasviri: "Her şeye kadir, karşısında çaresiz kalınan ama çaresizlere yardım eden..." Ya da başka bir ifade ile: "Anlamlandıramadığımız ya da keşfedemediğimiz durumlarda, var olduğunu düşlediğimiz/umduğumuz veyahut kimi arkadaşların ibarelerince -topu kendisine attığımız- yüce, yardımcı varlık..." "Ölüm Korkusu"nun özellikle ihtiyarlarda (benlik bütünlüğünü oluşturamamış kimselerde özellikle) ya da kendisini güçsüz hisseden ve bu korku ile yaşayan insanlarda bir "Tanrı" fikrini doğurduğu bilinen bir bilgidir... Nitekim Sabık Ateist'in ifadeleri de bundan başka birşeyi anımsatmıyor bana... Kısaca kendisi, Anlamlandırmada çaresiz kaldığı bir durumun acziyetinden dolayı bir Tanrı'nın varlığını "Hissetmektedir..." "Soyut/Maddeden Ayrı Bir Tanrı" düşüncesini, Bilim insanı, zihninde nereye yerleştirir? "Yoktan var edici" olamayacağı aşikar sanırım... İfadesine bakılırsa "Çaresizlik" nedeni ile var olduğuna koşullanılmış bir "Tanrı" olduğu da aşikar... Dinlerin betimlediği "Tanrı" düşüncesi ile ne kadar paraleldir peki? O yüzden ben "Bir bilim insanı -Tanrı- fikrine sahip olabilir mi?" sorusundan çok "Bir bilim insanı Soyut Tanrı'yı, düşüncesinde nereye yerleştiriyor?" sorusunu irdelemeyi tercih ederim. "Soyut Tanrı" düşüncesinin "Bilim" ile çelişip çelişmesinden ziyade, Bilim insanı bu "Tanrı"ya ne özellikler atfetmiş, sıfatları nelerdir ona göre? Neyi deneyimseyerek var olduğuna inanmış? Var olduğunu nasıl kanıksamış? Nasıl deneyimlemiş? Bir tek cevap var elimizde: "Hissetmiş..." Bence yeterli bir cevap değil... Saygılarımla...
  6. Bayıyda göydüm biy tıytıl Yapyak yiyiyoy kıtıy kıtıy Yeme dedim pis tıytıl Hala yiyiyoy kıtıy kıtıy Bu da benim sana naçizane şiirimdir... Aysum biraz geç oldu ama kusura bakma, teşekkür ederim... Çok sağol Sardunyam... Pardon ne hediye almıştın bana? Balıklı baklava? Çok sağol Efendi Türkler... Yazıların ne kadar dost olabildilerse sana o kadar sevinirim... Yok efendim ne rahatsızlığı... Memnun olurum...
  7. Ablacım boşver sen... Burası da güzeldi belki ama hayat daha dolu... Yani burada yazıyorsun, okuyorsun falan ama kalem kağıt kullanmak gibi... Eski defterlerimin hiçbirisi yok yanımda mesela... En fazla elektrikler kesilmediği sürece gerçeğiz ve çoğu insan gerçekte de böyle zaten... Aynada bile göremiyorlar kendilerini, salla, ki zaten sallantıdayız... Her neyse... Gitme zamanı geldiğinde ama geri döneceksen, elveda demenin ne anlamı kalır ki? Ee sen elveda demedin gibime geldi... Bilmiyorum... Burada ya da değil, nasıl olsa benim hayatımda hep varsın ablacım... Bi o kadar gerçeksin... Eyv...
  8. Hımmm... Ya hu ben doğum günü kutlamadım bile biliyor musunuz? Ama burada 9 kişide olsa hatırlanmışım, sağolsun bir arkadaş gösterdi konuyu... Ama bakın en baştan söyleyeyim; Öyle kısa bir yazı yazacak değilim... Her zamanki gibi... Evet Melkor... Hiç tanışmamıştık seninle, bende memnun oldum Şu an için yüzümden gülücükler eksileceğe benzemiyor, çok doluyuz Ama bugün biraz hastayım, üni.ye gitmedim... Anca buraya girebildim... Hatırladığın için teşekkürler. Ya ablacım valla biliyosun fırsat buldukça anca sana uğruyorum ama yoğunum gerçekten. Başımda o kadar iş yığıldı ki, nasıl yetiştireceğim bilmiyorum. Bugün allerji olmuşum, dayak yemiş gibiydim... Aksadı bile işler... "Komik Adam"... Sağol yaf... Ama seni unutmam tabi Çok sağol... Sağolasın Şüheda... Çok teşekkürler... Hımmm... Şu meşhur Deniz Kızı hı? Çok duyduk ama hiç kesişmedi yolumuz Çok teşekkür ederim... Sağol... He he... Övülmeye değer miyim? Bilmem... Ama yine de çok sağol iltifatın için HalkalıYıldız... Maraşpoli... Çok sağolasın, hiç taşıklığımız olmadı ama hatırlaman güzel... Unutmadan: Tengeriin ... Muhtemelen dileğin kabul olacak Bursercan... Herşey iyi gidiyor, Yaşlanmamız dışında... Çok sağol SenEstikçe... Nasıl gidiyor? Ben daha gerçeğini almaya fırsat bulamadım, Valla kimseyle paylaşmam pastamı... Aaa... Kiraz? Sen uğrar mıydın buralara yaa? Çok sağol... Unutma, İngilizceme yardım edeceksin... Ahanda Yayamaz Kayımca beni kutlamış ya, ölsemde gam yemem artık... Takip ediyordum foruma sık girdiğim zaman ama hiç konuşamamıştık değil mi? Sevindirik oldum, sağolasın... Kutlayan, hatırlayan her arkadaşıma teşekkür ederim. Kutlamayan, hatırlamayan her arkadaşım da sağolsun tabii ki, insanlık halidir... Ben bir süre daha giremeyeceğim foruma, üzerimdeki yükü atmam lazım... Sıkı çalışıyoruz. Hazır olduğumda tekrar yazarım belki birşeyler... Okuyamadığım ve uğrayamadığım için üzgünüm... Saygılarımla...
  9. Tengeriin boşig şurada yorum gönderdi blog başlığına bir yorum içinde Radyanın günlüğü
    Abla hassas döneminde, biliyorsun... Bir 5 sene kadar öyle devam edecektir... Ama Kiraz çok akıllı bir kız ve çok yetenekli aslında... Sadece askıya alıyor kendisini, o kadar...
  10. Öncelikle şunda anlaşalım: tEngeriin... Sayın İ'tezele hiçbirisinin böyle bir kaygısının olmadığına emin misin? Bilim'in Tanrı'nın varlığını ispatladığına dair onlarca yazıları var... Bu da Tanrısal kavramları genel geçer kılma kaygısına dayanmaktadır... Şunda anlaşabiliriz: Vahyi Sorgulamıyorlar : Evet... Vahyin Gerçekleştiğini İspata Çalışıyorlar: Evet...
  11. Sayın İ'tezele... Nesnel/Materyal Konuları Yasalaştırabilen her ilgi ve araştırma alanı "Bilim"dir. Bilim'in devinimini gerçekleştirebilen ve genel geçer kılan her türlü akım "Bilimsel"dir. Felsefe'yi tersinden okuyorsun sanırım. Bence sende Bilim Felsefesini tekrar incelemelisin. Zamanında, ki sanırım siz yoktunuz burada o zamanlar, bu konuyu çok tartışmıştık. Bilim Nedir? diye sormak gerekiyor sanırım sana. Nesne = Madde Bilimin, Metafiziği araştırmadığını ve dahi kabul etmediğini söylememe gerek yok diye düşünüyorum. İlahiyatçılar Metafizikten hareket eden İlahiyatçılar, en baştan Vahiy gibi kabulleri ispatlamak zorundadırlar ve bir ön kabulle ve hemde bilimdışı bir irade ile işe başlamaktadırlar. Her neyse, Sen zaten bunları biliyordun değil mi? Saygılarımla...
  12. Hoşçakal / Şebnem Ferah Seni ararken Kendimi kaybetmekten yoruldum. Bulduğumu zannettiğimde Kendimden ayrı düştüm. Bu garip bir veda olacak Çünkü aslında hep içimdesin. Ne kadar uzağa gitsem de Gittiğim her yerde benimlesin. Söylenecek söz yok, Gidiyorum ben... Hoşçakal... Ben bir kısrak gibi Gelmişim dünyaya. Şahlanıp gitmek içimde var... Hoşçakal. Biraz su, biraz yeşillik Her yer benim evimdir. Taşırım dünyayı sırtımda Her dil benim dilimdir. Ama söylenecek söz yok, Gidiyorum ben... Hoşçakal... Ben bir kısrak gibi Gelmişim dünyaya. Şahlanıp gitmek içimde var... Hoşçakal...
  13. Maddenin atomik düzeyde "Cansız" olduğunu kavrayabilmişsiniz, bu iyiye işaret... Ama hala illa ki bir "İlk"in olması gerekmediğini kavrayamamışsınız... "Tanrı" gibi soyut bir kavramı oluşturabilip, bu bir yana birde buna "Öncesizlik" ve "Sonrasızlık" özelliği düşünebilirken, var olduğu gayet belli olan "Madde" için "Öncesizlik" ve "Sonrasızlık" düşünememek... Bir ilk neden yok arkadaşım... Sadece dönüşüm ve devinim var... Var olan tek şey, varlığın kendisi... Konunun ilk yazılarına bakınız tekrar...
  14. Valla bilmiyorum niçin birşey yazmamışsın... Ama sağol yine de, hatırlamana sevindim... Bir film vardı, adam marangozdu. Kadın, ne zamandır marangozluk yaptığını sormuştu ve adam: "Hatırlayamadığım kadar uzun, doyamadığım kadar kısa" demişti... Bende öyle yazıyorum... Ama yine de senin kadar kısa ve öz yazamam... Sağol Muki... Çok sağol Halkalıyıldız... Bilirsin, biraz fikirsizimdir ben... Övgülerin için teşekkür ederim... Sağol...
  15. Sayın Maraba... Çok teşekkür ederim, gerçekten çok güzel bir resim... Bottaki kişileri de çizme sandım
  16. Before Sunrise (Gündoğumundan Önce) / Before Sunset (Günbatımından Önce) Julie Delpy / Ethan Hawke Düşünün: Aradığını bulamayan birisisiniz, arkanızda hayal kırıklıkları var... Bir yolculuğa çıkıyorsunuz ve uzun ömrünüzde hiç bir dakikası aklınızdan çıkmayacak gayet temiz "Tek bir gün" yaşıyorsunuz... Ve bu sizde aslında çok şeyi değiştiriyor... Aslında Filmi anlatsam mı anlatmasam mı diye çok düşündüm... Olağanüstü bir büyüsü yok filmin ya da sizi film boyunca büyük beklentilere sokmuyor... Son derece sıradan iki insanın birlikte geçirdikleri son derece sıradan bir günü anlatıyor... İlk Film olan "Before Sunrise" 1995te çekildi. İkincisi ise 9 yıl sonra 2004te... Bence bu zaman farkı, Terminatör, Star Wars gibi uzun zaman aralıklı ardıl filmlere bakacak olursak, tüm hepsinden çok daha anlamlı ve tutarlı bir bütünlüğe sahip... Çünkü ilk filmde hem tip, duruş ve görünüş olarak ergen bir çift ile karşı karşıyayız. Yaşadıkları, anlattıkları, hayalleri hep o yaşların hissettirdikleri. İçki içmekten cinselliğe kadar bir güne sığdırmak istedikleri her şey, tamda bir ergen bakışını yansıtıyor... İkincisinde ise aradan senelere geçmiş ve Ethan Hawke ile Julie Delpy yani Jesse ile Celine orta yaşlı insan görünümüne bürünmüşler ve yaşantıları, beklentileri olgun insan kıvamındadır. Bir günlük bir birliktelikten beklentileri artık orta yaşlı ve daha olgun insanların beklentilerini karşılamaktadır... Siz en iyisi şöyle düşünün: Belki bir günlük ve sizi değiştirebilen bir birlikteliğiniz olmadı ama seneler önce yaşadığınız bir(kaç) günü düşünün... Aradaki zaman farkı ortalama 10 sene falan olsun... O günkü hissettiklerinizi, hayattan beklentilerinizi ve nelerden zevk aldığınızı hayal edin... Sizin için önem taşıyan şeyler nelerdi? bunu düşünün... Sonra bugününüzü düşünün... Bugün hayatın neresindesiniz? İşte siz bunları düşünürken ne hissettiyseniz, filmi izlediğinizde de aynı şeyleri ve hatta daha fazlasını hissediyorsunuz... Ama şunu söylemek isterim, bir söz vardır, güya bir ihtiyar söylemiş: "Sen genç, ikimizde gençliğin ne olduğunuz çok iyi biliyoruz ama sen yaşlılığın ne olduğunu yaşlanmadan bilemeyeceksin..." O yüzden henüz Orta yaşlı olgun insan yapısından olmayanlar, ikinci filmden anlatmak istediğim tadı alamayacaklardır. Ne de olsa o yaş dönemini bilmiyorlar. Fazla heveslenmesinler derim ben... İlk filmde Jesse ve Celine daha çok gençler, gelecekleri hakkında hayaleri var ama henüz başlarında esen kavak yellerinin etkisi ile bunalımlar yaşamaktalar. Celine bir Fransız bir kaç ay önce sevgilisi tarafından terkedilmiş ve sonrasında gittiği psikoloğa, sevgilisini nasıl öldüreceğini anlatmış belki de psikopat ruhlu bir kız. Jesse ise Amerikalı ve daha duygusal birisi. İç dünyası çok büyük ancak dış dünya ile bağları içindeki ile olandan daha zayıf. Birilerine ilintili olarak beklentileri var hep... Filmin en güzel tarafı; Bir Amerikalının bir Fransıza, bir Fransızın bir Amerikalıya karşı ve onların birbirleri haklarında düşündüklerini ne kadar umursadıklarına değin ayrıntılar güzel işlenmiş... Ufak vurgular var mesela... İkisi Avusturya'dan Paris'e gitmekte olan bir trende tanışıyorlar ve hoş bir sohbete bürünüyor tanışmaları. Ve daha sonra Viyana'da geçecek olan çok güzel bir güne dönüşüyor... İkinci Filmi izlemeyenler, buradan sonrasını okumasınlar... İkinci Film ise 9 yıl sonra çekilmiş ve bence ilk film çekilirken ikincisini çekmek gibi bir fikir yoktu. Ancak şu var ki ikinci film ilk filmi öyle tamamlıyor ki, seneler sonra tekrar yaşadıkları tek bir günde, aslında yıllar önce yaşadıkları o bir günün, hayatlarını ne kadar çok değiştirdiğini çok güzel ortaya seriyor. İkinci filmin en sevdiğim yanı ise Jesse'nin Celine'i hiç bir zaman unutamamış olması ve hatta onu tekrar bulmak ümidi ile o bir günlük birlikteliklerini anlatabilmek için dört sene uğraşıp bir kitap haline getirmesi oldu... Ve o kitapla karşılaşana kadar Celine, hayatına etki eden küçük ayrıntılardan pekte haberdar değil... Ancak Jesse'nin kitabına rastlıyor birgün ve okumaya başlıyor... Anlatılan kişinin kendisine çok benzediğini düşünüyor sonra... Ve sonra kendisi olduğunu anlıyor... İşte o an aradan geçen seneleri ve o bir günü sorguluyor... Ve sonunda... Neyse... Bence daha fazla anlatıp ta filmin büyüsünü kaçırmayayım... Ama emin olun ki bu iki filmi ard arda izlediğinizde çok büyük zevk alacaksınız. Zaten ikisi bir arada toplam 3 saat sürüyor, sıkmaz sizi... Zaten Julie Delpy'nin oynaması çok çekici bence. "Üç renk" adlı film serisinin "Üç renk: Beyaz"adlı filminde de oynamıştı: "Üç Renk" serisinin filmleri: "Üç renk: Mavi", "Üç renk: Beyaz", "Üç renk: Kırmızı" adlı filmler... Yakında da bu filmleri anlatacağım bir arada ama şimdi değil, vaktim yok çünkü... Saygılarımla... Before Sunrise (1995) Yönetmen: Richard Linklater Senaryo: Richard Linklater ve Kim Krizan Ethan Hawke (Jesse) Julie Delpy (Celine) Before Sunset (2004) Yönetmen: Richard Linklater Senaryo: Richard Linklater, Kim Krizan, Ethan Hawke ve Julie Delpy Ethan Hawke (Jesse) Julie Delpy (Celine)
  17. Tengeriin boşig şurada yorum gönderdi blog başlığına bir yorum içinde Radyanın günlüğü
    Hah ha haa... Merak etme Gloria, yapmıyor değil
  18. Flütümden Yansımalar... Vay beee... Ben hep büyümeyi hayal ederdim küçükken ama büyümenin ne kadar kötü bir şey olduğunu kavrayamazdım... Ve hiç aklıma "Keşke hep çocuk olarak kalsam" demek gelmezdi ama şimdi ise aklımdaki bir kaç şeyden yalnızca birisi bu.. Keşke çocuk kalabilseydim... Orta okula gidiyordum, kaç yaşında olmalıyım? 12-13'tü sanırım... Ben küçükken anneanneme giderdik hep köye... Oğlu varmış, Ahmet adlı... Öldüğünde 16 yaşlarındaymış... Ona benzermişim, zaten onun adını koymuşlar... Kardeşim esmerce bir şeydi ve anneannem beni kayırırdı hep... En güzel bademleri bana verirdi, Eline gelen cevizleri kardeşime... Bana iki yumurta kaynatırdı, Kardeşime bir... Ama ben elimdekilerin hepsini kardeşime verirdim... Eşeğin semerine kardeşimi bindirirdim, ipine ben otururdum... Belki bir inattı bu, bilemiyorum... Bilmiyorum kaç yaşına kadar ama Kardeşim hiç sırtımdan inmedi benim... Nasıl desem, onu koruyabilecek tek kişi bendim sanki... Yürümesinden bile çekinirdim, düşer belki diye... Omuzlarımdayken onu hiç düşürmedim... Biz sadece birbirimizdik... Asıl anlatmak istediğim... Birgün anneannem hastalandı... Artık bizde kalmak zorundaydı... Daha küçücüktüm o zaman yaaa... Ölüm nedir nereden bileyim... Uyku ile ölüm arasında ne fark var? Terkedilmek ile Ayrılmak arasında ne fark var? Anneannem birgün hafızasını iyiden iyiye yitirdi... Annemi hala 5 yaşında görüyordu. "-Hadi kızım, yürüyüver işte!" dedi... Anneannemin gözleri hala canlı maviydi... Birgün flütümü gördü anneannem, bir tek beni hatırlıyordu sanırım... Ya da beni Ahmet dayım sanıyordu: "-ne güzel kaval o öyle renkli renkli..." Kırmızı bir flüttü, oysa ki sevmezdim kırmızıyı... "-çalıversene oğlum?" dedi anneannem... Çaldım... Tekrar istedi... Tekrar çaldım... Zar zor doğruldu sonra: "-ne güzel çaldın öyle?" Çok güzel gülümsedi... Mavi mavi gözleri vardı ve uzun zamandır bu kadar parlamıyorlardı... Annem geldi mutfaktan sonra... Annesini böyle gördü, gülümserken... O gün çok sevinmiştim neden bilmiyorum. Anneannemin verdiği tek bir şeyi kardeşimle paylaşamadım sanırım: Sevgisini... O gün akşam lambalar söndüğünde anneannem odasında yatıyordu, Ben kardeşimle kendi yatağımdaydım. O gece sabah biraz erken oldu... Ben hiç ölü görmemiştim daha önce... Sonraki hiç bir görüşümde de ağlamadım... O günde ağlamadım... Anneannem flütümün sesini ilk ve son kere duymuştu, Ve sanıyorum hayatını verirken en sona buna gülümsemişti... Uzun zaman oldu elime o kırmızı flütümü almayalı ama her alışımda aklıma bir tek anneannem gelir... Uzun zamandır arıyorum ama flütümü bulamıyorum... Acaba anneannem bizi terk mi etti diye düşünüyorum... Beni ilk defa bu kadar duygulandıran şey bu oldu açıkçası... Üzüldüm... Kardeşimin askerden gelmesine bir hafta kaldı... En fazla iki hafta sonra flütümü alacağım, binbir borç yapacağım... Ama alacağım... Ve çalacağım, emin olun ki çalacağım... Anneannem için... Bilmiyorum gittiği bir yer var mı ama, Duymasını umuyorum... Ben ona hiç beni bu kadar sevdiği için Teşekkür etmemiştim...
  19. Muazzez İlmiye Çığ, Türkiye'de yetişmiş ama dünyanın en önemli Sümerologlarındandır. Üç Kutsal Kitapta anlatılanların kökenlerinin Sümer ve hatta Babil'den geldiğini bu eserinde kanıtlamaya çalışmış ve "Baş Örtüsü" "Nuh Tufanı" gibi konulara özellikle değinmiştir. Anlatılan olayların nitelik olarak benzemesi bir yana, köken olarakta aynılıklarına dikkat çekmiştir. Aslında bir çoğu yerde kesin bir yargı koymak yerine, çıkarılması gerekn sonucu okuyucuya bırakmış olmasına rağmen, bu kitabında "Baş Örtüsü" ile ilgili konudan dolayı dava açılmıştı kendisine. Eserinde özellikle Hıristiyan dünyasını çokça meşgul eden "Kumran Yazıları"na da atıflarda bulunmuştur. Hemen hemen 100 sayfalık ve bir ele alışta okunacak bir kitap. Okuması da insanı yormuyor, dili o kadar ağır değil. Bir şeylerin kökenlerine dair meraklarını varsa tavsiye ederim...
  20. Kitabın 23üncü baskısı "Kırmızı Yayınları"ndan 2008 Ocak'ta çıkmıştır. Kirap 18 alt başlık ile birlikte Ek olarak Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın "Dinin Türk Toplumuna Etkileri" adlı Makalesi bulunmaktadır. Erdoğan Aydın bu kitabında "Resmi Tarih"in aksine Türklerin Müslümanlığa geçişinin aslında çok sancılı ve çoğu zamanda kanlı olduğunu düşünüyor. Açıkçası bu kanlı dönemin "Emeviler" dönemi olduğu, bu dönemde Arapların Türkler üzerinde kanlı bir dikte uyguladıkları örnekleri ile aktarılıyor. Abbasiler döneminde ise durumun biraz değiştiğine, mücadelenin "Müslüman Arap X Şamanist Türk" çatışmasından ziyade "Müslümanlaşan Türkler X Şamanist Türkler" arasındaki bir çatışmaya döndüğüne dikkat çekiyor. Açıkçası kitabın yapmak istediği şey "İğneyi Kendimize..." kabilinden bir öz sorgulama gerçekleştirmeye çalışmak. Mesela Yeni Kıta (Amerika) Yerlilerine yapılan katliamların nasıl meşrulaştırıldığı konusunda örnekler verirken, Arapların Türk illerine yaptıkları akınlar ve bunu "Tanrı Emri" diyerek meşrulaştırmalarına dem vuruyor. Kitap özel olarak Zekeriya Kitapçı'nın kitabına atıfta bulunuyor ve kitabı anki Zekeriya Kitapçı'nın kitabına bir eleştiri mahiyetinde. Zekeriya Kitapçı'nın eserinden ve özellikle İslam Ansiklopedisi'nden alıntılar ile Türklerin Müslümanlaştırılması sürecine "Türk-Müslüman" gözü ile değil de "Türk-Şaman" gözü ile bakılmasını amaçlıyor. Daha doğrusu "Mazlum bir Millet" bakış açısından... Kaynakçasında; İlhan Arsel, Doğan Avcıoğlu, Babinger, Barthold, Halil Berktay, Claude Cohen, Abdulbaki Gölpınarlı, İbn Kesir, İbn Fadlan, İbn Haldun, İbn Esir, İbrahim Kafesoğlu, Zekeriya Kitapçı, Bernard Lewis, Erdoğan Merçil, Nizamülmülk, Taberi, Osman Turan, Bahriye Üçok gibi bir çok yazardan faydalanmıştır.
  21. Bu da o şarkının enstrümental olanı... Güzel hazırlanmış bir klip...
  22. La Finestra di Fronte - Karşı Pencere Ferzan Özpetek Filmi... Önce şu şarkının sözlerini atın ve klibin ortasında bir yerlerde kadının merdivenlerden aşağıya hızla indiği yeri aklkınızda tutun... Şarkının hızlandığı kısmı (başlangıçtaki melodisi jenerik olarak kullanılmış) oraya yerleştirin... İşte bu filmi; O sahne + Giovanna + Fondaki Müzik (Gocce di memoria)... Bunların toplamını görmek için bile izlenir... (Fragmanda görebilirsiniz o sahneyi...) Tabii ki ikinci bir sahnesi daha var ki... Anlatacağım aşağıda... Amelie'den sonra içime en çok işleyen Film Müziği bu filme aittir... Ya hu düşünün bir kere, Gecenin bir yarısında uykusuz kalıyorsunuz... Televizyonu açıyorsunuz ve yeni başlayan bir film karşınıza çıkıyor, tesadüf... Pür dikkat kesiliyorsunuz ekrana, film bittikten sonra bile... Çünkü gözlerinizi ayıramıyorsunuz ekrandan... Çünkü film Giovanna'nın bakışları ile bitiyor... Hiç, daha geceleyin izlediğiniz bir filmi, uyandığınızdan tekrar izlemek gibi bir dürtü hissettiniz mi? Tamam, şunu kabul etmek gerekir ki filmin konusu aslında çok güçlü değil... Mesela, Lorenzo ile Giovanna çok çabuk ulaşıyorlar sonuca... Yani nasıl desem, Sen onca zamandır kadını takip et, açılmak için bekle... Sen onca zamandır adamı takip et, açılmak için bekle... Bir haftalık bir flört ve maksimum 5 dakikalık bir sevişme süresi ile tepelere çık, bitir... İlişkileri birden bir ivme kazanıyor. Yani "Hızlı Yaşa" tutkusunu tam olarak işleyememiş... Bayağı bir hızlı geçmiş ama olsun... Kadı kızında bile kusur vardır... Ama Lorenzo, hakkını vermek gerekirse, sağlam romantiklerden... Ya da belki de romantik değil ama yine de konuşmasını biliyor... Mesela Giovanna "-Ne de olsa tanımadığın bir aileyiz!" diyor, Lorenzo cevap veriyor: "-Evet hiç tanımıyorum seni. Her sabah çocuklarını okula bırakmak için iki saat erken çıkıyorsun, siyahi arkadaşınla ve onun çocukları ile. Geceleri mutfakta oturuyorsun ve sigara içiyorsun tek başına. Sigaranı muslukta söndürdükten sonra dışarıya bakıyorsun pencereden, nereye baktığını hiç bilmiyorum..." ve daha neler... Giovanna mest oluyor tabii ki... Aykırı ya da bize aykırı gelecek iki aşk işleniyor: Giovanna'nın aşkı işleniyor, ki evli olduğu halde başka bir erkeğe... Ve hafızasını yitirmiş bir halde buldukları Simone adlı bir Yahudi'nin hemcinsine yani bir erkeğe olan aşkını... Adım adım bir çok şeyi keşfediyorsunuz filmde ve her şeyi bir kenarıya bırakın, Ben en çok etkileyen senaryolar bu tarz senaryolar... Filmde Giovanna'nın aşkının işleneceğini sanıyorsunuz değil mi? Ama bu sırada size Lorenzo'nun aşkının serüvenini de veriyor ayrıntılarla... İnsan orgazm olurken sevdiğini nasıl anlatabilir ki, nasıl sevdiğini? Belki de orgazm taklidir yapmıştır, bilmiyorum, yanında değildim, sadece izledim... Bir yandan Simone'nin hayatını aktarıyor kare kare... Aşkını nasıl keşfettiğini ve aşkına rağmen nelerden fedakarlık yaptığını... Ya da o aşkından nasıl fedakarlık ettiğini, niçin ettiğini... Genel konu ile belki alakasız gibi duruyor ama niye illa ki alakalı olsun ki? Simone'nin de kendi dünyası var değil mi? Ve en güzel örneklerden birisi de Giovanna'nın hep ertelediği hayalleri için adım atabilme cesaretine kavuşabilmesi... En sonunda iki seçim görüyoruz: -Lorenzo'nun peşinden gidebilmesi (ki en sevdiğim sahne işte buydu) -Diğeri de istediği mesleğe en ufaktan başlayabilme cesareti gösterebilmesi... Ve ne var biliyor musunuz? Yalnız büyümüş her kadının ve erkeğin, mutlaka ama mutlaka iyi ya da kötü aşkın kararlar verebildiğini anlıyorsunuz... Zararı ya da yararı kime olursa olsun... Belki de bir karar değildir bu, bilemiyorum... Sadece kendilerini bir an da olsa salabilmelerinden ibarettir... Ama Giovanna size bir şey öğretiyor; Her şeyi öyle bir anda bırakıp gidemezsiniz... Ve İtalya'da da Türk Erkeği tipinin olduğunu, Yani sadece bize özgü bir erkek tipinin olmadığını... Belki de Ferzan Özpetek bilerek öyle yapmıştır: "-Karalayayım ya hu şu İtalyan erkeklerini biraz..." diye bir art niyet gütmüştür... Mesela Simone... Sevdiği adama yazdığı mektubu saklıyor hala... Ve bir insan bu kadar mı bunamış rolü oynayabilir? "-Bu adam gerçekten böyle sanırım" diye düşünmedim değil... Ve kötü haber; Simone'yi oynayan oyuncu filmini beyaz perdede göremeden vefat etmiş... Ferzan Özpetek filmi ona adamış... Ve bir Sezen Aksu fırtınası... Filmi izlerden oyuncu "Serra Yılmaz"ı görmekten başka bir Türk öğesi beklemiyorsunuz en başta... (şu sıralar "Parmaklıklar Ardında" diye bir dizide oynuyordu.) Ama Giovanni ile Emine, kuru temizlemeciye girdiklerinde arka fonda Sezen Aksu'yu duyduğunuzda, Filme dalmış bir zihin olarak birden uyanıyorsunuz ve "-Anaaa anaaaa, ya hu bu Sezen bee..." deyiveriyorsunuz... Ve güzel bir parçası ile... Güzel sahnelerden birisi de Lorenzo'nun Giovanni ile yaşadığı o tek gece... Lorenzo Geovanni'ye sarılıyor, kokluyor... (Aşağıdaki afişte gördüğünüz sahne) Bir çare arıyor Lorenzo ama Giovanni çare aramayı çoktan bırakmış... Gidecek... Ve bu sahne bana 2-3 sene öncesinden çok çok tanıdık geliyor, birebir diyebileceğim kadar... O zaman fondaki müzik: "Ghost" filminin soundtrackiydi... Yapmasınlar kardeşim böyle filmler, alla alla yaaaa!!! Birde o gece Giovanni, Lorenzo'nun evinden kendi evine bakıyordu... Ve kendisini izliyordu... O sahne de çok güzeldi... Filmin sonunda Giovanni artık gitmiş olan Lorenzo'yu anıyor bir mektubunda... Ve güzel mektup yazabildiğimi düşünen biri olarak söyleyebilirim ki; Hakikaten güzel bir mektup... Nasıl yazmış bunu yaaa, çok güzel... Bu arada Giovanna Mezzogiorno'nun Sanem Çelik'e çok benzediğini eklemek isterim. Ama dudakları ondan daha güzel tabi Neyse... İzleyin, izletin... Dalın gidin işte, güzel bir film alla alla... Kötü olsa söylemeyiz zaten izleyin diye... Eyv... (Gocce di memoria) *** *** *** (Fragman)
  23. Tengeriin boşig şurada yorum gönderdi aysum'nın blog başlığı içinde aysum's Blog
    Bende diyorum "Bu şiir niye bu kadar güzel?" Meğer Can Yücel'in miş... Sağol...
  24. Biz buna kısaca "Yemedi" diyoruz... Her halükarda kimin ne bildiği ve kimin nasıl cevap verebildiği ortadadır... Yazdıklarımı okumamanız hiç önemli değil, zira ben okudunuz varsayıp diyecek bir cevap bulamadığınızı düşünüyorum. Zira aynı şeyi söylediğim(i varsaysak bile) halde bir kelimenin dahi anlamını öğrenemeyen birisinden Kelime-i Tevhid'in ve Vahdet-i Şühud'un anlamını öğrenecek değilim. Öyle ki bu kişi Farabi'nin bir cümlesini kullandığı halde Farabi'nin felsefesinden bihaber olsun... Bilimsel yargıları kullandığı halde bilimden bihaber olsun... Bir takım kavramları kullandığı halde o kavramları anlamaktan aciz olsun, sonra gelsin bana tavsiyede bulunsun... Sonra ben bu adamın öğrenmemi salık verdiği kavramların güvenilirliğini sorgulamayayım... Saygılarımla...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.