GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
AKP'Lİ EYÜP BELEDİYESİ'NDEN SKANDAL BROŞÜR
*** Sevgili ‘DİL BÖCEĞİ’ ; Başta ricamı kırmadığın ve cevap verme inceliğini gösterdiğin ve içten, samimi, düzeyli üslubun için teşekkür ediyorum… İfadende belirttiğin iç huzurun ve mutluluğun en az senin kadar beni de mutlu etti… İçinde yaşattığın bu inanç ve düşünceyi, bence inatla sonuna kadar yaşatmalı ve korumalısın… Ama Ne zamanki inancın gereği olan baş örtünü “[her kim yada hangi çevreden olursa olsun]” birileri seninde belirttiğin gibi Siyasi çıkarlarına malzeme yaparlarsa içinde yaşatmaya çalıştığım o tertemiz duygularının nasıl da kullanıldığını ya da engellenmeye çalışıldığını görüp çok üzülecek beklide mutsuz olacaksın… Sen sen ol, eğer bu çevreler seni ve inançlarını kullanıyorlarsa.., Başını örtmeni savunuyormuş gibi görünenlerle, inançlarına engel olmaya çalışanlar arasında bir fark olmadığını görmeye çalış... Çünkü onların var olma nedenleri iki zıt kutup olarak kalmalarına bağlıdır… Bunu söylemekle, inançlarımızı, Dinimizi ve Atatürk’ü kendilerine siyasi malzeme olarak seçen yobaz ve aymazlar arasında bir fark olmadığını her iki kesiminde bizim inanç, geleceğimiz ve Cumhuriyetin temel ilkeleri üzerinde karşılıklı oyunlar oynayarak, bu Cumhuriyeti paylaşan bizler arasında suni ayrımlar yarattıklarını ifade etmek istiyorum… Yukarıda yazdığım yazının ana teması da bunun üzerineydi… Bu amaçla; Diyerek.., Demiştim… *** Bu dediklerime örnek olarak aramızda veya seninle diğerlerinin arasında zıtlık yaratmaya çalışan zihniyetin… "Dilböceği tebrik ederim son derece güzel açıklamışsın ama anlaşılacağına inanmıyorum... " Diyen söyleminde açık olarak ortaya çıkıyor… Üstelik, Konuşmamda ve yazılarımda kullandığım kelimelerle ve üslubumla... "Kavrammış, yorummuş, yanlış uygulamaymış bunların her biri boş..."diyerek Utunmazca ve seviyesine yakışır bir üslupla aklı sıra dalga geçmeye çalışıyor... Ama nerden bilsin ki, “sizinle de çocuklarımla yaşadığım, onların kişilik ve düşüncelerine saygı duyan diyalog ve yaklaşım içerisinde olmayı” düşünen ve bunu bir ilke olarak kabul etmiş kişi olduğumu… Ama ona göre, ben Atatürk ve onun ilkelerinden bahseden, sende baş örtüsü takan bir genç kızımız olduğuna göre, aramızda zıtlıklar olmalı ve o kişi düşüncelerini senin üzerinden yazarak üstelik bunu bir ayrımmış gibi gösterip insanlar arasında suni farklılıklar yaratmalıdır. Oysa ben, Bizlerin üzerinde oynanan bu oyunlara dikkat çekerken, diyolog içinde olunması gerektiğini, Bu ülkede birlikte yaşarken Cumhuriyetimizin temel ilkelerini hep birlikte korumamız gerektiğini ifade etmeye çalışıyorum… Oysa o gibi bir kavram ortaya atarak, Sen, ben…inançlı, inançsız ayrımını körükleyerek, HAİNCE, inanç ve duygularımızı sömüren, kışkırtan, İNSAFSIZ bir yaklaşım içinde bulunabiliyor… O ve onun zihniyetini taşıyanların şunu bilmeleri gerek, benim ve benim gibi düşünen hiç kimsenin ‘DİL BÖCEĞİ’ nin baş örtüsü ya da türbanıyla hiç bir sorunu yok… Sorun o ve onun siyasi temsilcilerinin ‘DİL BÖCEĞİ’ ve diğer masum genç kızlarımızın başörtülerini, dini inanç ve değerlerimizi siyasi erkleri için kullanmalarında… Sorun, siyaset tartışması yerine, bu değerlerimizi kullanarak rejim tartışması yaratmalarında... Sorun, sağ veya sol siyasetin değil, Anayasa ve Laik demokratik Cumhuriyet'tin tartışılmasında... Sorun, Anayasa ve Laik demokratik Cumhuriyet'tin Temel ilkelerinin bu yolla tahrip edilmeye ortadan kaldırılmaya çalışılmasında... *** Ve bende aynı ‘DİL BÖCEĞİ’ gibi düşünüyorum… İfadesine aynen katılıyorum... Sevgili ‘DİL BÖCEĞİ’ ; Değerli forumdaşım, değerli arkadaşım, değerli kardeşim ya da değerli kızım… Hangisini kabul edersen kabulüm, birini yada hepsini…Sanırım ne demek istediğimi anlıyorsun… Ama ben senin samimi ve içten duruşun ve yaklaşımını göz önüne alarak senin için hepsini birden hissediyorum… Son olarak söylemek istediğim şu; İnsanların diyalog içerisinde olabilmeleri için yaş, cinsiyet, inanç ve ırk farklılıkları olmamalı…, Olması gereken; karşılıklı saygı, sevgi, samimiyete dayalı bir diyalog ve bu değerlerimizin kimse tarafından kullanılmasına izin vermememiz… Sana, ev, okul, iş yaşamında başarı ve mutluluklar diliyor… Selam ve sevgilerimi yolluyorum… İnceliğin ve nezaketin için tekrar teşekkürler… ***
-
Bülent Arınç, Turgut Özal ve Tayyip Erdoğanl
*** Çankaya'ya doludizgin... MECLİS Başkanı Bülent Arınç, Turgut Özal'dan daha açık yürekli, çünkü Özal, kendi deyimiyle o kadar "aççık seççik" olamazdı. Özellikle "türban konusu"nda...O da "türban"ın her yerde serbest olmasından yanaydı; kadınların isterlerse başlarını kapatabileceklerini düşünür, ister, lakin bunu söylemezdi. Oysa Bülent Arınç, elindeki kozları teker teker sürüyor. En önemli koz hangisi? Türban! *** KİMLER "türban"ın yoluna çıkıyor, engelliyor?" Devletin kurumları ve kurumları destekleyenler... O halde o kurumlar iyice yıpratılmalı, eleştirilmeli, elden ayaktan düşürülmeli... Anayasa Mahkemesi'nden Danıştay'a, orduya kadar... Elhak Bülent Arınç, ince politikayı kendisine göre iyi ayarlıyor. Tam ortaya çıkılacak gün "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" değil mi? *** ULUSAL egemenlikte ne konuşulur? Laikliğin tanımı ve devletin kurumları tartışılır, eleştirilir!.. Arınç'ın yaptığı da bu! Ya çocuk bayramı! Meclis kürsüsüne çocuklar değil "kıllı bebekler" çıkarılır, imam hatip okullarının tanıtımı yapılır ve bir güzel meydan okunur. Bülent Arınç işini biliyor... *** BÜTÜN bunların amacı cumhurbaşkanlığı... Öyle bir hava yaratıyor ki, cumhurbaşkanı seçilirse, ertesi gün türban serbest... Laiklik de yeniden yorumlanıp bir yola sokulacak... Ya cumhurbaşkanının tarafsızlığı? Bunca yıl Meclis Başkanlığı yapmış Bülent Arınç'ın tarafsızlığından şüphe duyan var mı?! Şair demiş ki: "Hiç ummadığın keşfeder esrar-ı derunu Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?" Üstelik ortalıkta "esrar-ı derun" filan yok, her şey apaçık... Yazının başında "Arınç, Özal'dan daha açık yürekli ve cesur" demiştik... Hele "türban" konusunda... *** BU örnek tanık yine bir Bülent ama, bu başka Bülent: ANAP Malatya Milletvekili M. Bülent Çaparoğlu... Konu türban; Turgut Özal, "Bak Bülent, seninle ayrımız gayrımız yoktur" diyor... Diyor ama, ortada "büyük ve "küçük meseleler" olduğunu da ekliyor. "Önce büyük meseleyi çözmek lazım, küçük meseleler kendiliğinden hallolur." (*) Özal böyle dedikten sonra, şifrenin anahtarını verir: "Ben kafamın arkasında neler olduğunu önüne getirmiyorum ki, görüp anlarlar da, ona göre tedbir alırlar." Bu ne demektir? … Çaparoğlu'na göre, "Zannediyorum ki, cumhurbaşkanı seçilmesine gölge düşürecek bir davranışta bulunmaktan çekiniyordu." *** OYSA Bülent Arınç, kafasının arkasında olanları önüne getirmekten çekinmiyor. Niye çekinsin ki? Özal gibi "Görüp anlarlar da ona göre tedbir alırlar!" diye bir endişesi yok ki! *** EVET, Çankaya'ya doğru doludizgin... Ama kim? Arınç koşuda yalnız kalsa... Lakin Tayyip Erdoğan'ın nefesi ensesinde. Arınç'ın "milli egemenlik" yorumuna o da hemen karşılık verdi: "Türkiye'de egemenlik kayıtsız şartsız millette olacaktır; duvarda değil!" Erdoğan'ın bu sözünü; "Laiklik elden gidiyormuş... Millet isterse elbette gidecek!" lafıyla birlikte değerlendirirseniz, satırların altındaki anlamı görürsünüz. "Önce büyük meseleyi çözmek lazım, küçük meseleler kendiliğinden hallolur." (*) *** (*) Meclis'te Başörtüsü Mücadelesi; Şule Yayınları, 1998. h.pulur - milliyet.com.tr ***
-
BÜLENT ARINÇ'IN 23 NİSAN KONUŞMASINDAN METİNLER
*** Sevgili 'sardunyam'; Sizce ne demiş, düşüncenizi, görüşlerinizi ve yorumunuzu öğrenebilirmiyim..? ***
-
Arınç ve Erdoğan'ın REJİM KAVGASI
*** Rejim kavgası Meclis Başkanı Arınç ve Başbakan Erdoğan'ın peşpeşe yaptığı konuşmalar gündemi silkeledi, epey toz çıkardı. Kimi gazete ve köşe yazarları olayları "siyaset kızıştı" diye yorumluyor. Doğru teşhisi ise İlhan Selçuk koydu: - Türkiye'de siyaset tartışması yok, rejim tartışması var... Tartışılan sağ veya sol siyaset değil Anayasa ve laik demokratik Cumhuriyet'tir... Meclis Başkanı Arınç ve Başbakan Erdoğan bu hedefleri vurma başarısında iddialaşıyorlar. Arınç, üstü kapalı, Erdoğan'ı türban ve imam hatip konularında mutabakat aramakla suçluyor... Laikliğe ve Anayasal kurumlara karşı kendisinin daha cesur çıkışlar yaptığı izlenimini veriyor. Başbakan ise kendisini "çatışma ve kargaşaya yol açmamak için sustuğunu" söyleyerek savunuyor. Arınç'tan geri kalmadığını göstermek için Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, TSK ve YÖK'ü hedef alan göndermeler yapıyor. Cumhurbaşkanlığı'nın yetkilerinin cazibesi AKP'yi hareketlendiriyor. Parti içi yarış hızlanıyor. Bu yarışın yönü, geleceğe ilişkin karanlık bulutları da beraberinde taşıyor... Cumhuriyete ve Anayasal kurumlara kafa tutma yönünde gelişen yarış, yarın Cumhurbaşkanlığının AKP'nin eline geçmesi ve tüm yetkilerin bu partide toplanmasıyla birlikte laik Cumhuriyet'in de sonunu getirecektir. Çankaya'daki koltuğa Erdoğan, Arınç ya da bir başka AKP'li oturmuş, ülke açısından fark etmeyecek... Planladıkları rejim modeli aynıdır... *** Erdoğan diyor ki: "Milletimiz önüne çekilen bütün setleri aşacak, bir gün o engin sulara kendi yatağında akarak ulaşacaktır."... "Engin suların" yerine "İslam cumhuriyeti"ni "Kendi yatağı" yerine "din" koyanlar denklemi çözmüştür... Haldun Ertem *** “Başbakan, "Gelecekte egemenlik duvarda(*) değil, millette olacak" demiş! Başbakan'ın ve partisinin şu anda milletin çoğunluğunu temsil etmediğinin bu kadar açık itirafı olamazdı." Arif Ayhan (*)”Hakimiyet kayıtsız şartsız Milletindir.” Diyen Atatürk’ün önemli sözü Başbakan için meclisin duvarında yazıyormuş… Kaynak: http://www.milliyet.com.tr ***
-
AKP'Lİ EYÜP BELEDİYESİ'NDEN SKANDAL BROŞÜR
*** sevgili "DİL BÖCEĞİ"; Gönderdiğin iletiyi, düşüncelerine ve emeğine saygımdan,ne anlatmek istediğini, görüşlerinde nelere vurgu yapmak istediği kavramak, yazdıklarını kendi istediğim gibi anlamak gibi bir yanlışlığın içine düşmemek amacıyla defalarca okudum... Elbette yazdıklarına vereceğim cevaplarım var. Ancak ondan önce sendende bir ricam var...Beni kırmayacağını umuyorum... Yazımı lütfen tekrar bir daha gözden geçirip, yazdıklarımdan aşağıya alacağım alıntıları biraz daha dikkate alarak tekrar değerlendirirmisin... Bir de şimdilik belirtmek istediğim, seninde iletinde belirtiğin gibi eleştirdiğim taraf adı geçen belediyenin yaptıkları ve yukarıda tekrar alıntıladığım görüşlerim ve sorularımla konuya bir de bu açıdan bakılması gerektiğine dikkat çekmekti... Çok sevgili "DİL BÖCEĞİ"; senden bibirimizi daha iyi anlamak ve anlaşılmak adına birde bu bakış açısıyla yazdıklarımı tekrar değerlendirmeni... Bu yeni değerlendirmelerin çerçevesinde yeni bir iletiyle görüşlerini tekrar yazmanı rica ediyor... Sana yaşamında mutluluk ve başarılar diliyorum... tna ***
-
UYKU POZISYONUNUZ ILISKINIZI ELE VERIYOR
Sevgili angelflower; Paylaşım için teşekkürler... Konunun devamı yada linki varsa buraya almanı ve devam etmeni rica ediyorum senden... Yada bununla bağlantılı diğer bilgiler, konuyu biraz daha derinleştirir diğer ayrıtılara da ulaşabilirsek çok daha yararlı paylaşım olacağına inanıyorum... sevgiler ... selamlar... Paylaşım için tekrar teşekkürler...
-
NÜFUS CÜZDANINDA YAZMASI ZORUNLU MU
*** Aklı başında bir yazı değilmi... Nedense bu iletinin yazıldığı 'Jun 5 2005, 07:57 PM' tarinden önce yada sonra ileti gönderenler hiç dikkate almamışlar bile... Sayın 'canugur' en uygun üslupla, anlaşılır bir tarzda konuyu 'Buyrun, yorum sizin.' diyerek önümüze koymuş... Bilemiyorum, neden konular anlaşılır olmaktan çıkarılıp kısır çekişmeler şeklinde tartışılmaya çalışılır... Çok mu zordur, sizin düşündüğünüzü düşünmeyen,sizden farklı birini gördüğünüzde onu anlamaya çalışmak... Kendimize hak gördüğümüz, özgür düşünme, Birşeyleri kendi düşündüğümüz dorultuda kabul etme ve başkalarına önerme hakkını, neden karşımızdakilere çok görürüz... Sayın 'canugur' en uygun üslupla, anlaşılır bir tarzda konuyu 'Buyrun, yorum sizin.' diyerek önümüze koymuş... Neden tartışmaları düzeyli bir noktaya götürmeye çalışan yapıcı bakış açıları görmemezlikten gelinir... Neden çözüm üretmek yerine çözümsüzlük tercih edilir..?.. Çok mu zordur, Sizin kabul ettiğiniz bir şeyi karşınızdaki birinin kabul etmemesini anlamaya çalışmak... İsterseniz tartışmalarımıza birde bu bakış açısıyla bakmaya çalışalım... Birbirnize hak vereceğiniz noktaları arayıp bulmanın sizlere hiç bir şey kaybettirmediğini görecek ve anlayacaksınız... Evinizde de, okulunuzda da, işyerinizde de kısaca her türlü sosyal ilişkinizde, birbirinizi daha iyi anladığınızı, daha az sorunlarla uğraştığınızı göreceksiniz... İsterseniz Sayın 'canugur' un yazısını bir kez daha gözden geçirelim ve konuya birbirimizi anlamamak, kendi doğrularımızı dayatmak adına değilde birbirimizi anlamak adına yazalım yazılarımızı... Lütfen şu ana kadar Sayın 'canugur' un iletisinin görmemezlikten gelindiği gibi, bu iletiyi de göz ardı etmeden tartışmaya ve birbirimizi anlamaya devam edelim... LÜTFEN... tna ***
-
TEHLİKENİN FARKINDAMISINIZ?... (''Ülkemiz şu anda hiç görmediğimiz büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. Bir taftan bölücü terör, diğer taraftan irtica)
*** Buraya kadar yazılanların kısa bir özeti... yukarıda ele alınanlar, başlıkta sorulan sorunun içeriğine sadık kalarak ileti gönderen arkadaşların görüş ve düşüncelerini içeriyor... Birde Konunun anlatmak istediğinden rahatsız olarak karşı görüşleri ifade eden, (Yarası olan gocunur) iletileri ele almadım... (Onları ele alıp toparlamakta bir zahmet onların işi) Bunda ki amacım, konuyu saptırma ve polemiklerden arındırarak anlaşılır bir metinde okumamızın yararlı olacağı düşüncesidir... Konunun açılımında katkısı olan tüm forumdaşlara saygılar... tna ***
-
Enfeksiyon'a karşı vitamin ve mineraller
*** Enfeksiyon'a karşı vitamin ve mineraller Enfeksiyon, "vücudun mikroorganizmalar tarafından istila edilmesi" olarak tanımlanmaktadır. Hastalık yapan her mikroorganizma her insanda hastalık belirtilerine neden olmaz. Bunu belirleyen, o kişinin bağışıklık sisteminin gücüdür. Beslenme, bağışıklık sistemini doğrudan etkiler ve bu ilişki oldukça hassastır. Bazı besin öğelerinin sınırda yetersizlikleri durumunda bile bağışıklık sistemi işlevleri baskılanır ve enfeksiyon riskinin artar. ''Enfeksiyonlar sırasında gelişen metabolik hız artışı, besinlerin dağılımındaki değişiklik, enflamatuar (iltihabi) ve immün (bağışık) cevabın uyarılması, besin öğesi gereksinimlerini arttırır'' ve vücudun enfeksiyonlara karşı direncinin çok sayıda faktöre bağlıdır, "Rafine şeker ve un tüketiminin artması, besin ve diğer maddelere karşı alerjiler, aşırı alkol tüketimi, stres ve az spor yapma gibi faktörler, immün sistemi zayıflatarak enfeksiyon eğilimini arttırır. Bütün bu faktörlerin yanında immün fonksiyonların idamesini sağlayan vitamin, mineral, diğer makro ve mikro besin maddelerinin yetersizlikleri de enfeksiyonlara karşı duyarlılığı arttırmaktadır." Başta A ve C vitaminleri olmak üzere probiyotikler, selenyum, çinko ve multi vitamin-mineral preparatların enfeksiyonlara karşı kesin ya da kısmi yarar gösteren besin destekleridir, bunlar içinde en çok çalışma yapılanların başında A ve C vitaminleri gelir. Enfeksiyonlara karşı kesin ya da kısmi yararı gösterilen vitamin ve mineraller şunlar: A Vitamini: A vitamini, immün sistemi uyararak solunum ve mide-bağırsak sümüksü zarlarını mikroorganizmaların istilasına karşı korur. A vitamininin enfeksiyonlara karşı olan bu olumlu etkileri, daha çok A vitamini yetersizliğinin olduğu hastalara kendini göstermektedir. Diyetinde yeterli A vitamini olan kişilere A vitamin takviyesi yapmanın etkisi ya çok az ya da yoktur; hatta doz biraz aşarsa tehlike de yaratabilir. Ayrıca, A vitamini takviyesi yararı sadece ishal, kızamık ve TBC gibi enfeksiyonlarda görülmekte, örneğin pnömonilerde böyle bir etki görülmemektedir. Bu nedenle diyetsel eksiklik düşünülmeyen ve malabsorpsiyonu olmayan kişilere proflaktik A vitamini vermek gereksizdir. C Vitamini (Askorbik Asit): C vitamininin enfeksiyon (bulaş) ve enflamasyon (iltihap) üzerine olan etkileri şunlardır: Fagositozu, immünglobulin sentezini (IgG, IgM), kompleman sentezini, interferon sentezini ve antienflamatuvar prostaglandinlerin PGE1 ve PGE3 etkisini arttırmak, serbest oksijen radikallerini temizlemek. Lökositlerin bakteri, virüs ve kanser hücrelerini fagosite etmesi (yutması) için kandaki düzeyin 50 katı C vitaminine ihtiyaçları vardır. Enfeksiyon sırasında şekerli bir gıda alınması, C vitamininin lökosit içine girmesini azaltır; çünkü glükoz, benzer moleküle sahip olduğu için askorbik asit ile yarışır. Böylece fagositoz endeksi düşer. C vitamininin etkisinin en iyi görüldüğü enfeksiyonlar viral olanlardır. Yapılan 38 çalışmanın 37'sinde C vitamininin (0.5-2g/gün) üst solunum yolu enfeksiyonuna karşı koruyucu olduğu görülmüştür. Akut enfeksiyonda, iki Nobel kazanmış tek bilim adamı olan Prof. Dr. Linus Pauling'in reçetesi, semptomlar hafifleyinceye kadar saatte bir 1 gram ya da üstünde C vitamini almaktır. Daha düşük dozların ağır enfeksiyonlardaki etkisi fazla değildir. Bu sırada şekerli bir gıda, antibiyotik (nonbakteriyel bir hastalıksa), vazokonstriktör burun damlası, antihistaminik ve dekonjestan alınması ise mevcut hastalığın şiddetini arttırır ve süresini uzatır. Eski yıllarda, yüksek doz C vitamini (10 g/gün) ile akut viral hepatit ve viral pnömoni gibi birçok viral hastalık başarıyla tedavi edilmiştir. 30'lu ve 40'lı yıllarda yüksek doz C vitamini kullanılarak başarılı poliomiyelit (çocuk felci) tedavileri yapılmıştır. Cathcart, yüksek doz C vitamini vererek HIV'li (AIDS) hastaların yaşam süresini en az 2 kat arttırmıştır. Yüksek doz C vitamini yardımcı T- hücrelerini etkilemektedir. PROBİYOTİKLER Probiyotikler antienfeksiyöz özelliklerini; PH'nın düşürülmesi, salgıladıkları H2O2, mikrosin ve bakteriyosinlerin bakterileri etkisizleştirmesi, hastalık yapan bakterilerin mukozaya yapışmasının engellenmesi (yarışmalı inhibisyon) ile sağlarlar. Yapılan çok sayıda çalışma, probiyotik yiyeceklerin ishal tedavisinde son derece başarılı olduğunu göstermiştir. Geleneksel halk tıbbında ishalli kişilere yoğurt verilmesi yaygın bir uygulamadır. Probiyotikler, virüs ishallerinde daha etkili olmakta, dizanteri şeklinde ishalleri ise fazla etkilememektedir. Bunun dışında probiyotikler, antibiyotik ishallerinin önlenmesi ve tedavisinde de oldukça başarılıdırlar. Ayrıca probiyotikler, genital ve üriner (idrar) sistem enfeksiyonlarını da azaltır. Demir: Demirin enfeksiyonlarla olan ilişkisi en az 30-40 yıldır bilinmektedir. Fazla demir verildiğinde vücudun normal antibakterial mekanizmaları bozulmaktadır. Demir bağlayıcıları, bakteriyel, paraziter ve viral infeksiyonlarla mücadelede oldukça etkilidir. Çinko: Çinko, üç yüzden fazla enzimin koenzimidir. Çinko yetersizliği immün fonksiyonları bozmakta ve çinko takviyesi sağlıklı kişilerde immün fonksiyonları güçlendirmektedir. Az gelişmiş ülkelerin gastroenteritli (ishal) çocuklarında yapılan araştırmalarda, çinko takviyesinin ishal sayısı, süresi ve şiddetini azalttığı saptanmıştır. Tüberkülozlu hastalarda da yaygın çinko eksikliği saptanmıştır. Çinkonun soğuk algınlığı tedavisinde de yararlı olduğu gösterilmiştir. MULTİ VİTAMİN-MİNERAL PREPARATLARI Gelişmiş ülkelerdeki insanların yüzde 20-30 kadarı, sağlık durumlarınuyon (iltihap) üzerine olan etkileri şunlardır: Fagositozu, ı üst seviyelere çıkartmak için multi vitamin-mineral preparatları kullanmaktadır. Multi vitamin-mineral preparatlarının enfeksiyonlara karşı koruyucu olması konusu tartışmalıdır. Nitekim bazı araştırmalar multi vitamin preperatlarının yaşlı ve diabetik hastaları enfeksiyonlardan koruduğunu göstermekte iken, bu preparatların hiç etkili olmadığını ileri süren çalışmalar da vardır. Selenyum: Selenyum, bağışıklık sisteminin fonksiyonu için gerekli bir eser elementtir. Selenyum verilen prematüre bebeklerin, verilmeyenlerden daha az hastane enfeksiyonu geçirdiği gösterilmiştir. Selenyum düşüklüğü olan kişilere selenyum takviyesi yapıldığında, viral hepatit sıklığı azalmıştır. Kolesterol: Kolesterol, hücre zarında yapıtaşı olarak bulunan yağların yaklaşık yüzde 30'unu oluşturur. Bütün hücrelerin yapısında kolesterol bulunmak zorundadır. Kolesterolün moleküler yapısı suda erimesini imkansızlaştırır. Hücre duvarlarında bulunan su geçirmez özellikteki kolesterol, hücre iç ortamını dış etkilerden korur. En çok kolesterol, dış etkilerden en az etkilenmesi gereken sinir dokusunda bulunur. Kolesterol, hücre zarının akışkanlığını sağlar. Ayrıca, sitotoksik (hücre zehirleyici) T-lenfositleri uyararak mikropların öldürülmesine yardımcı olur. Kolesterol, hücre zarında bulunan enzimler ve diğer maddeler aracılığı ile akyuvarların fagositozunu sağlar. Çok sayıda laboratuar çalışmasında, lipid ve kolesterol eksikliğinin bulaşıcı hastalıkların şiddetini arttırdığı saptanmıştır. 19 çalışma ve 68 bin 406 ölümü içeren bir meta-analiz incelemesinde görülmüştür ki, kan kolesterol düzeyi azaldıkça solunum ve mide-bağırsak hastalıklarından (özellikle bulaşıcı olanlar) ölüm artmaktadır. 120 bin kişi üzerinde 15 yıl süre ile yapılan bir araştırmada, kan kolesterol düzeyi düşük olanlarda, bulaşıcı hastalıklardan hastaneye başvuruda bulunanların sayısının kolesterolü yüksek olanlara göre daha fazla olduğu görülmüştür. Yakın zamanda yapılan bir çalışmaya göre, ilaç tedavisine ek olarak kolesterolden zengin diyet uygulanması akciğer tüberkülozlu hastaların balgamlarındaki TBC basilinin daha çabuk temizlendiği saptanmıştır. Enfeksiyonlardan korunmak için yapılması gerekenler: "Hijyen kurallarına uyulmalı, un ve şekerden fakir, sebze, meyve, et ve yumurta gibi doğal gıdalardan zengin bir diyet uygulanmalı, margarin ve mısır, soya, ayçiçeği vb. sıvı yağlar yerine hayvani yağlar ve zeytinyağı kullanılmalı, bağırsak florasında bulunan probiyotikleri arttırdıkları için kefir, turşu, yoğurt, peynir, şarap, boza, sirke, tuzlama yiyecekler, bira mayası gibi bol fermantasyon ürünleri tüketilmeli, günde en az 3-5 dakika kültür fizik yapılmalı ve yarım saat yürünmeli, güneşlenilmeli ve erken yatıp erken kalkılmalı, fazla alkol tüketilmemelidir. Konuya ilgi duyanların dikkatine… Tıbbi terimler ağırlıkta ama yinede konuyu kavramak mümkün olabildiği için bize yararlı ön bilgiler veriyor... Herkese sağlıklı bir yaşam diliyorum... tna ***
-
Zeyno
-
AKP'Lİ EYÜP BELEDİYESİ'NDEN SKANDAL BROŞÜR
*** Bütün bunlar daha başlangıç... Neyin başlangıcı.?, Din ve vicdan özgürlüğü bahane edilerek Cumhuriyetin temel ilkelerini ortadan kaldırmanın mı ? Yoksa sonun başlangıcı mı.?... Oturun, iki elinizin arasına başınızı alın, DÜŞÜNÜN... Cumhuriyetin temel ilkelerine inananlar oturun DÜŞÜNÜN... Cumhuriyetin temel ilkelerini ortadan kaldırıp din esasına dayalı rejim isteyenler oturun DÜŞÜNÜN... Laikliği din ve vicdan özgürlüğüne indirgeyip buna kendinizde işinize geldiği için inanacakınız... Sonra , başörtü yasağı, İslamı hatırlatan her şeye düşmanlıktır din elden gidiyor diye kışkırtmalara... 23 nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında küçücük çocuklarımızı, şu yada bu bahaneyle onları kara çarşafa sokacak, fes giydireceksiniz... Hele ülkede bu konuda tartışmalar sürüp gidiyor ve gerginlikler yaşanıyorken.., Günahkarlar ve islam düşmanları kavramlarıyla toplumu kamplara ayıracaksınız.. Oturun düşünün, bu bildiride iyice su yüzüne çıkan bu ayrımların arkasında hala duracak kafalar varsa... Bu toplum için ödenecek çok ağır bedeller var demektir... Yüzünü çağdaşlığa, geleceğe, akla ve medeniyete döndürmüş bir toplumu.., Geçmişe, karanlığa, din esaslarına dayalı bir teokratik rejime döndürmeye çalışmakla.., Bunun için dayatmalar ve inançlarımıza dayalı kışkırtmalarda bulunmakla ödenecek bir bedel varsa.., Bundan kimsenin kaçışı yok bu bedeli hep birlikte öderiz.., Oturun, iki elinizin arasına başınızı alın, DÜŞÜNÜN... Cumhuriyetin temel ilkelerine inananlar oturun DÜŞÜNÜN... Cumhuriyetin temel ilkelerini ortadan kaldırıp din esasına dayalı rejim isteyenler oturun DÜŞÜNÜN... Toplumların yaşamında önemli ve geçerli tek kavramın dinsel inançlarımız olmadığını... İnançlarımızın siyasete alet edilerek, bu yönde yapılacak dayatmaların toplumun yapısını bozacağını... Oturup düşünün ... Bir taraftan innaçlarımızı kendi siyasi erkleri için kullanmak isteyenler, Bir tarafta bu Cumhurieti korumak adına alınan kararlar… Evet bu yaklaşımların bizi nerelere götüreceği ülkenin nasıl bir sancı ve sıkıntılar içine gireceği belli değil mi? EVET OTURUP, BAŞINIZI İKİ ELİNİZİN ARASINA ALIP DÜŞÜNÜN... Ve Atatürk'ün şu tespitini hiç aklınızdan çıkatmayın... “ Aklın ve uygarlığın egemenliğini kabul edemeyenler, ya bir düşmanın hâkimiyetine boyun eğecekler ya da yok olup gidecekler” dir. EVET OTURUP bu sözü birdaha, bir daha, bir daha DÜŞÜNÜN... Ve artık inançlarımızla ve temel değerlerimizle bu kadar oynayıp daha fazla GÜNAHA girmeyin..!.. *tna ***
-
Kara çarşaflı kutlama tartışması
*** BİR TARAFTA KAYBOLAN GELECEĞİMİZ *** *** *** *** DİĞER TARAFTA KARANLIĞA DAİR YEŞEREN UMUTLAR *NTV-MSNBC VE AJANSLAR Güncelleme: 00:56 TSİ 24 Nisan 2006 Pazartesi Bir taraftan CUMHURİYETİN temel ilke ve değerlerini ortadan kaldırma çabaları, bir tarafta onları korumak adına alınan kararlar… Evet bu yaklaşımların bizi nerelere götüreceği ülkenin nasıl bir sancı ve sıkıntılar içine gireceği belli değimli ? tna ***
-
SAVAŞA HAYIR DEYİN_Sıradan Bir Cinayet Savaşta Adam Öldürmekten Daha Kötü Değildir...
*** Savaşa Karşı durmanın Bilincinde Olmamız, Hele Yaşadığımız Şu Günlerde öylesine Önemli ki; Etrafımızda Her Taraf Kan Gölü... Gelecekse acı ve gözyaşı dolu, sıkıntı dolu günlere gebe... Irak'ta her gün oluk oluk kan akıyor, Ülke bir Halkı diktatöründen kurtarılmak adına işkalde... Ufukta İran savaşı da yakın görünüyor, Ortadoğunun her tarafı ateş çemberi... Bizlerse ahmakca gömmüşüz kafamızı kumun içine.., Futbol maçı izler gibi izliyoruz olanları.., kimimiz öldürenin, kimimizde ölenin taraftarı... Oysa öldürende insan, ölende, Yüzyıllardır süre gelen bu vahşet ne zaman sona erecek... Ne zaman hepimiz birden HAYIR diye haykırmayı öğreneceğiz... Ne zaman ölen bunca masum İnsan için, bu acıyı hepimiz yüreklerimizde hissedeceğiz... Gerekçesi ne olursa olsun düşman kavramını ne zaman sileceğiz kafalarımızdan... Yukardaki satırların sahibinin dediği gibi, " NEDEN " diye çığlık attığımız zaman son kez.., "Bu ses yeryüzünün derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek, duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.., " NEDEN " diyen son haykırışı olacak...." " NEDEN? " Diyen bu çığlımızı duyuncamı son kez ... İnsan olmayı, İnsanca yaşamayı o zaman mı öğreneceğiz... Belki İnsan olmanın gereğini anlıyacağız ama çok geç kalmış olacağız... ***
-
SAVAŞA HAYIR DEYİN_Sıradan Bir Cinayet Savaşta Adam Öldürmekten Daha Kötü Değildir...
*** SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR!... Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!... Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var: HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!... Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra: Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak. Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak. Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek. Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne. Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak. Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek, ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak, ufalanacak, ufalanacak. Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek, duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı. Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz. HAYIR demezseniz!... wolfgang borchert - Çeviri : Rahman Haydar ***
-
Yaşar Nuri Öztürk'ün din yorumlarına insanlar neden karşı?
*** Forumdaşım, Konuya doğru bir noktadan bakarak, insanları eleştirirken yapılması gereken, Doğru bakış açısını özetleyerek pek fazla bir söz bırakmamış bizlere onunla aynı görüşte olduğumu belirtmek istiyorum… Söylemek istediklerine biraz da benim bakış açımdan eklemelerle konuya açıklık getirmek istiyorum… *İnsanları birbirinden ayırıcı ve fark yaratıcı özellik, aklı kullanma yöntemi, yani zihniyetidir. *Bu zihniyetin insanın sahip olduğu değerler manzumesi içersinde insan ilişkilerine yansıtılması ise ahlakı belirler. *Aklın, diğer insanlar için olumlu yönde kullanılması erdemi belirler. *Ahlak ve erdem sağlıklı toplumsal ilişkilerin güvencesidir. *İnsan, Yaratıcı’nın aziz emanetidir; en yüce değerdir, *Bunun anlamı, insanı bir bütün olarak yüceltecek unsurlara öncelik vermektir. *İnsanın, en büyük nimet olan beynini etkin kullanması için zihniyet yenilenmesi, öncelikli hedefimiz olmalıdır. İnsani ve ahlaki değerler hakkında böylesine samimi, ve doğru değerlendirmeler yapan, aydın bir türk insanına, Kim hangi zihinsel yeterlilik ve ahlaki değerlerden uzak bir yaklaşımla, *Ona “yaşar nuri şeytanın sol bacağı “ diye hitap edebilir... *Yasar nuri türkiyenin en büyük ****.**** insanlarin hocaligini yapan dinden diyanetten haberi olmayan bir varlik. *Hatta “bence üzerine bu kadar konuşmaya bile deymeyecek bi ******* o adam” diyebilir... Tabiî ki onun görüşlerine katılmamak ve eleştirmek gibi bir hakkımız var… Ama Katılmadığınız görüşlerine sizin karşı görüşlerinizi yazmak yerine.., Bu şekilde bir yaklaşım sizi onun karşısında hiçte haklı bir konuma çıkarmıyor… Bırakın İnsani ve Ahlaki değerleri; böylesine aydın insanların hiçte kolay yetişmediğini bilerek en azından emeğe saygı adına… Katılmadığınız yönlerini ve Katılabileceğiniz doğrularını da belirtebilirdiniz… Böyle toptancı bir zihniyetle onu her şeyiyle yok saymamız kimseye bir şey kazandırmaz… Benim de ona eleştiri getirdiğim yönler var…Ama onun söylediklerini çürütecek yeterli karşı tezlerim, Ve yeterli bilgi birikimim daha oluşmadığı ve sadece benim karşı duruşum olduğu için buraya taşımam anlamsız… Elbette zaman içerisinde kendi bakış açımı doğrularsam kendi düşüncelerime… Doğrulayamazsam onun düşüncelerine hak vermek , yaşamı kavramak açısından sadece benim kazancım olacak.., Onunla aynı düşünmüyorum diye onu yok saymam ise onun kaybı olmayacaktır… O zaman yapmam gereken en doğru şey onunla ortak doğrularımızı görebilmek, Yaşamı onunla birlikte daha olumlu paylaşmanın koşullarını yaratmak olacaktır… Bu bakış açısıyla onunda dile getirdiği benim de katıldığım ortak doğrularımızın İlk aklıma gelenlerini buraya taşımak istiyorum… *uygar, huzurlu, insana ve inançlara saygılı, demokratik bir toplumun, ancak laik bir hukuk devleti ile mümkün olabileceğine inanıyor ve bu inancın gereğini yapmayı bir insanlık borcu kabul ediyorum… * laiklik olmadan demokrasiyi yerleştirmek ve yaşatmak imkânsızdır. *Laiklik, hukuk devletinin, sosyal demokrasinin, inanç ve insana saygının olmazsa olmaz koşuludur. * Laiklik, dinlerin saygınlığının, dindarların huzur ve güvenlerinin de garantisidir. *Herkesin din ve vicdan özgürlüğü ile ibadet özgürlüğü laik devletin teminatı altındadır. *Din veya mezhep farklılığı nedeniyle kimsenin kimseyi ‘inanmayan’ diye itham etme hakkı yoktur. *Her dindarın, kamuoyunu rencide edecek uygulama ve eylemlere gitmemek koşuluyla, ibadetini hiçbir baskıya maruz kalmadan ve hiçbir riyakârlığa başvurma ihtiyacı duymadan, özgür iradesiyle ve serbestçe yapabilmesi ancak laik sistem içinde mümkündür. İçimizde bu görüşlerinden dolayı onu sevmeyen yada eleştirenlerde olabilir, Ama ben ve ülkedeki bir çok insan onu bu ve benzeri görüşlerinden dolayı destekliyorlar… Bu nedenle eleştirilerinizi kişisel saldırılardan uzak, karşı tezlerinizi doğru dayanaklarla destekleyerek forum sayfalarına taşır, Bizlere de göremediğimiz noktaları gösterip ikna etme yoluna giderseniz.., Hepimiz ortak noktalarda bulaşacağımız için ortak kazanımlarımız açısından, daha yararlı paylaşımlarda [ve bizlere katkıda] bulunmuş olursunuz.. Bu iletiyi şu alıntılarla bitirmek istiyorum… Hepinize saygılar… “Bu kısa boylu, kaslı vücutlu, tok sesli adam nerede ortaya çıksa insanlar bir anda etrafını sarıyor. İstanbul ya da Ankara, nerede olursa olsun, sokağa çıktığında, onları Allah’a yönlendirdiği için, yaşlı dedeler bile “Hocam, hocam!” diyerek boynuna sarılıp elini öpüyorlar. Kemalist aydın kesim de onu kendilerinden biri olarak görüyor.” (Welt am Sonntag, 20 Şubat 2005) ***
-
mantıksız bir soru
Ehh be forumdaşım yaktın bizi de...neyse bir daha binmeyiz senin trenlerine...
-
mantıksız bir soru
Haydaa....İşkence yeterbe kardeşim...o top gelip seni yakacak sonra...
-
MUHAMMED'İN DİNİNİ KABUL EDENLER KENDİLERİNİ UNUTMAYA, HAYATLARINI ALLAH KELİMENİNİN HER YERDE YÜKSELTİLMESİNE ADAMAYA MECBURDURLAR. BUNUNLA BERABER..
*** Açılan başlıkla ona verilen cevaplar bir bütünlük teşkil eder.. ... eğer o bütünlüğün içinden sadece işinize gelenleri ele alır, diğerlerini göz ardı ederseniz konuyu saptırmış olursunuz, Sadece işinize gelenlere yazmış olduğunuz cevaplar, konunun bütününü ve kelimelerinin anlamı kasıtlı olarak saptırmaktan öteye gidemez… *** Yine amacı konuyu başlığın ifade ettiği tartışma konusunun dışına çıkartarak, konuları çarpıtma ve tartışılmasını istemedikleri şeyleri başka yönlere çekmekte uzmanlaşmış bazı akadaşların Konuyu saptırmaya çalışarak,getirmeye çalıştıkları ve getirdikleri noktaya bakılırsa.., Konunun şu anda ulaştığı durumunun özeti şöyle; İlk soru: Konu başlığının içeriği ve tartışmaya açılan konu nedir.? ... Konu başlığını kısaca özetlersek, İbadetlerimizin ana dilimizle yapılırsa,Onu anlamak,kavramak,ne yaptığımızı bilmek açısından daha yararlı olacağı, Aksi taktirde, geçmişte asırlarca yapılmaya çalışıldığı gibi, Atatürk'ün bu konudaki görüşünden alıntı yaparak, Görüş ve bakış açısı tartışmaya açılmış...... Peki başlığın konusunu tartışmak ve görüşlerini belirtmek iyiniyet ve dürüst yaklaşımı kimler göstermiş... nedemiş ve nasıl katkıda bulunmuşlar.... Başka ....bu konuya özgün görüş belirtmeye fırsat kalmamış ki..., Konuyu başka yöne çekmenin uzmanları hemen devreye girmiş, tartışma hemen başka bir yöne çekilmiş... Nedir çekilmeye çalışılan taraf..? Yaklaşım çok güzel...Ama...Aması var İşte... peki konuya sadık mı kalınmış, yoksa zekice Atatürk'ün kişiliğimi tartışmaya dahil edilmeye çalışılmış... Konumuzla ilgisi olmayan İslam ve Kadın, Kurtuluş savaşının nasıl kazanıldığı gibi.., Konuyu başka mecralara çekmek için şimdilik Atatürk'ün bazı düşüncelerini paylaşmak görüntüsü arkasında, insanlar bu tuzağa çekilerek, şunlarında ifade edilmesi için zemin hazırlanmıştır... Sanki konumuz laiklikmiş gibi... Halbuki konumuz, tekrar hatırlamaya çalışırsak.., "İbadetlerimizin ana dilimizle yapılırsa,Onu anlamak,kavramak,ne yaptığımızı bilmek açısından daha yararlı olacağı," Oysa konu saptırılmıştır bile, tartışmacılar içine çekildikleri yeni koşulda.., yavaş yavaş sıra onun iki yüzlülüğüne, Aşağıdaki alıntılarda ifade edilenlere sıra gelmiştir... NEKADAR CİNCE BİR YAKLAŞIM... YANİ? DİYE SOR, İMA ET, BAŞKA BİR DEYİŞLE RİYAKARDA DENİLEBİLİR DİYEREK, ÖYLE OLDUĞUNU KANITLA ... ARDINDAN BEN ÖYLE OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM DİYEREK SIYRILMAYA ÇALIŞ... SONRA ONU ANLAMAYA ÇALIŞANLARI İKİ YÜZLÜ İLAN ET... NE KADAR AKILLI BİR YAKLAŞIM...BİR TAŞLA İKİ KUŞ..!... Şimdi karşımıza tam bu noktada buram buram pravokasyon kokan bir yaklaşım örneği daha çıkıyor... Görünüşte çok masum bir cümle..Ama acaba öylemi..? İşte sonuçları... Bu yaklaşım başarıya ulaştı...İnançları ve haysiyeti konusunda hassas bir arkadaşımızla, Atatürkün içinde bulunduğu koşullara göre doğru hareket ettiğini ifade etmeye çalışan iki arkadaş çatışmanın içine çekildi... Oysa konumuz neydi..? İnançlarımızı Kendi dilimizde yapmanın yararları nedir..?.. PEKİ; Geldiğimiz içine çekilmeye çalışıldığımız durum nedir?... gelinen son noktanın özeti şöyle.... Atatürk, bu Cumhuriyeti kurarken bizlerin haysiyetiyle oynamıştır...İki yüzlü ,Riyakardır... Tipik çarpıtma, insanların kafalarını karıştırma, uzmanlarının inceden inceden Atatürk'ün altını oyma çabalarının.., Onun Yaptıkları ve "Cumhuriyetin temel ilkeleri ile inançlarımızın çatıştırılması amaçlı tipik bir pravokatör yaklaşım"ın..., TİPİK VE ÇARPICI örneği...,Hem de hiç yüzleri kızarmadan...Ne güzel değil mi? Şimdi kaldığımız yerden Atatürk'ün bir sözüyle ifade edilmeye çalışılan ; İNANÇLARIMIZI KENDİ DİLİMİZDE YAPMANIN YARARLARI VE SAKINCALARI NEDİR..?.. Konusuna dönersek tartışmamıza bu konudaki düşüncelerimizi belirterek yeni kazanımlar elde edebilir.., konuyu saptırmaya çalışanlardan, olamayanlardan,ve Kısır çekişmelereden uzak durarak daha yararlı paylaşımlarda bulunabiliriz. Başlıkta tartışılması istenen konunun bütünlüğünü bozmak istemediğim için..., Tartışmanın çekilmek istendiği noktaya gitmesine bende alet olmak istemediğim için.., Bu konu hakında ki görüşlerimi belirtmek adına başka bir başlik altında cevaplamış olduğum iletiyi okumanızı rica ediyorum... http://www.turkish-media.com/forum/index.p...pic=2873&st=140 Ayrıca Atatürk'ün Her konuda olduğu gibi bu konudada sömürülmesine karşı durmak adına.., Aşağıdaki alıntıyı göndermek zorununda olduğumu düşünüyorum.. Ulusal kurtuluş savaşımızdan bu yana bu yobaz düşüncenin yaptıkları ortada... Bize düşense bu Cumhuriyetimizi korumak ve inançlarımızı kullanarak onu yıkmak isteyen, bağnaz ve aymazlara karşı uyanık olmak... *** tna
-
Forumdaşlar tartışıyor..
*** * Kolay gelsin Arkadaşlar...Başlığa Abone Oldum Bile.... Düzeyli tartışmanızı yakından ve ilgiyle takip edeceğim... Tüm Forumdaşlara katkıda bulunacak bir tartışma olması dileğiyle... İkinize de selamlar. . . ... ... ***
-
bana biri mantikli aciklasin
*** Sevgili SARDUNYA.....Sevgili Bilimselci.., Bu başlık altındaki iletilerinizi okuduktan sonra, İkinizede hayranlığım bir kat daha arttı... Aranızda böylesine düzeyli tartışırken, farklı kişilik ve bakış açınızla bizlere müthiş katkılarda bulundunuz... ... İki ayrı görüşün...İki ayrı inancın...İki ayrı cinsiyetin...belkide iki ayrı yaşın... birbirine yaklaşımı ve katkısı, bizlerin de hayatı farklı pencerelerden görmemizi sağlıyor... ... Yaşamı zıtlıklar üzerine kuran ve çatışmacı zihniyetlere sahip insanların da, Bu forumda yaşamı paylaşırken..,Yapmaya çalıştığımız şeyin, "Bizim gibi düşünmeyenlerin, bilgi yetersizliklerini ortaya çıkarmak, açıklarını yakalamak değil."... Aynı görüşü paylaşıyor yada paylaşmıyor da olsak, birbirimizin farlı düşünceleri ve bilgi birikimleriyle yeni kazanımlar elde etmek olduğunu. Farklı görüş açılarıyla yaşamı anlamaya ve görmeye çalışmak olduğunu,.. Artık anlamaları.... ... Sizlerin ve sizler gibi diğer arkadaşların bu örnek davranışlarını... Yaşamı zıtlıklar üzerine kuran uzlaşmaz ve çatışmacı zihniyetlere sahip insanların da, Anlaması, Öğrenmesi ve Uygulması dileğiyle ... Tüm FORUMDAŞLARA ... Selamlar... Sevgiler... Saygılar... ***
-
Çanakkale Savaşları
*** ÇANAKKALE SAVAŞIN ASKERİ, SİYASİ ve SOSYO-EKONOMİK SONUÇLARI Çanakkale Cephesinin deniz harekatı kuşkusuz sıradan bir askeri harekat, ya da muharebe olayı değildir. Boğazlar, konumu ve tarihi önemi itibariyle, İstanbul Karadeniz kapısı, Çanakkale de Ege Denizi kapısı olarak, geçmişte taşıdıkları ve çağımızda taşımakta oldukları stratejik önem ve değer açısından daima birlikte mütalaa edilmiş ve edilmektedir. Her iki boğaz, klasik ve dar çerçevede sadece Akdeniz’i Karadeniz’e, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan su geçitleri ya da köprüler değil, Akdenizin öteki önemli su geçitlerinden Cebelitarık ve Süveyş kanalı ile de bütünleşerek, dünyanın büyük denizlerini ve büyük kıta kara parçalarını birbirine bağlayan, daha geniş anlamdaki jeopolitik konumuyla, dünya siyaset ve ekonomisi üzerine olan etkilerini bu gün de korumaktadır. Bu nedenlerledir ki, Türk Boğazları, uluslararası ilişkilere yön vermede daima odak noktası olmuşlardır. Gerçekten tarihin eski dönemlerinden beri ön planda, Avrupa ve Asya ülkeleri arasında başlamış olan ekonomik, ticari ve siyasi ilişkilerle, askeri hareketler, sürekli olarak Boğazlar bölgesinde cereyan etmiştir. Başka bir deyişle Boğazlar, dünyanın diğer parçalarında pek görülmemiş ardı arkası kesilmeyen mücadelelere sahne olmuştur. Boğazların tarihin akışı içindeki stratejik durumu ve jeopolitik konumuyla ilgili yukarıdaki kısa açıklamaların ışığı altında, Çanakkale Savaşının sonuçları üzerindeki değerlendirmeler, kuşkusuz daha bir önem ve anlam taşıyacaktır. Böylesine bir değerlendirmenin daha gerçekçi ve sağlıklı olabilmesi ise, büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki ulusal emellerine kısaca da olsa, bir göz atılmasını gerektirir. Birinci Dünya Savaşı öncesinin başlıca büyük devletlerinden Almanya’nın, Drang Nach Osten (doğuya doğru) politikası, Rusya’nın ılık denizlere ulaşma emelleri; İngiltere’nin, denizlere egemen olan dünyaya hakim olur teorisine dayanarak, özellikle XIX. yüzyıldan bu yana güttüğü Rusya’nın Akdeniz’e çıkmasını engelleme siyaseti, hep Türk boğazlarında düğümlenmektedir. Boğazların bu tartışma götürmez önemi konusunda Napolyon İstanbul bir anahtardır. İstanbul’a egemen olan dünyaya hükmedecektir. Eğer Rusya, Çanakkale Boğazını ele geçirecek olursa, Tulon, Napoli ve Korfu kapılarına dayanmış olacaktır [431) demekle, Fransanın Boğazlar üzerindeki duyarlılığını açık seçik ortaya koymuş olmaktadır. Rusya’nın görüşüyse, Genelkurmay Başkanı Kropatkinin bir raporunda; XX. yüzyılda Rusya’nın en önemli işinin, İstanbul Boğazını ele geçirmek olduğuna işaretle, Osmanlı Devletini, Boğazı Rusya’ya bırakmaya hazırlamalı ve Almanya ile anlaşma yapmalıdır şeklinde ifadesini bulmaktadır. Büyük devletlerin Boğazlar üzerindeki kısaca açıklanan bu emelleri, onları kendi aralarında da gizli birtakım mücadelelere yöneltmiştir. Nitekim, Rus Dışişleri Bakanı Sazanof, Çar tarafından da onaylanan bir raporunda; Boğazların güçlü bir devletin eline geçmesi, tüm Güney Rusya’nın ekonomik hayatının, o devletin egemenliği altına girmesidir demekte ve bu durumun önlenmesi için, İstanbul’un alınmasını önermektedir. Öte yandan Kasım 1911de Rusya’nın, Osmanlı Hükümetine Boğazlar üzerindeki istekleriyle ilgili bir notasından haberdar edilen İngiltere ve Fransa, Rus isteklerini reddetmişlerdir. Rusya’nın bu ve buna benzer çeşitli tarihlerdeki yinelenen daha birçok istek ve baskılarının birbirini izlemesi, Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşında Merkez Devletleri safına kaymasında büyük bir etken olmuştu. Boğazlar üzerindeki bu gizli çıkar çatışmalarıdır ki, İngiliz ve Fransız’ları İstanbul’u almaya ve Ruslardan önce Karadeniz Boğazına el atmaya yöneltmiş ve Çanakkale Cephesinin açılmasında başlıca etken olmuştur.Ruslara silah ve malzeme yardımı sorunuysa, savaşın sadece görünüşteki nedenini oluşturmuştur. Böylece büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki tarihi emellerini ortaya koyarken, bu devletlerden İngiltere’nin bu cephenin açılmasında birinci derecede aktif rol aldığını da belirtmek doğru olur.Nitekim İngiliz Donanma Bakanı Churchill, cephenin açılmasında büyük çaba göstermiş ve etkili olmuştur.Gerçekten o, bu cephenin açılmasının baş mimari olmuş, Türklerin askeri gücünü ciddiye almamış, olayı basit ve sadece sınırlı bir cezalandırma hareketi olarak görmüştü. En güçlü ve modern silahlarla donatılmış zırhlılarının Boğazda görünüvermesiyle, Türklerin direnmekten vazgeçeceğini sanmıştı. Kuşkusuz bu büyük bir yanılgıydı. İngilizler, Çanakkale’deki Türk savunmasını ve askerini sadece matematiksel ölçülere vurup, onun yüksek manevi gücünü görmezlikten gelerek, büyük bir hesap hatasına düştüler ve sonunda, önce denizde, sonra da karada hiç de beklemedikleri amansız cevabı aldılar.Böylece onlar, zaferi Boğazda, Türk top ve mayınlarına, karada Türk süngüsüne bırakarak çekilip gittiler. Anlaşma Devletlerinin Çanakkale serüveni noktalandıktan sonra, (İngiliz-Fransız donanmaları)’nın Marmara’ya girerek, İmparatorluğun başkenti İstanbul’u bir ay içinde ele geçirme planları suya düşürülmüş, böylece hükümet çevrelerinde beliren ve halka yansıyan İstanbul’u kaybetme korkusu ortadan kalkmıştır. Boğazda elde edilen bu ilk zafer, çok geçmeden Gelibolu Yarımadasına yöneltilen çıkarmalarla başlatılarak, dünyanın en güçlü zırhlılarınca sürdürülen cehennemi bombardımanlar altında Türk askeri, yılmadan aylarca süren mevzi muharebelerinde yüksek bir moral ve doruğa ulaşan bir mücadele azmi örneği vermiş ve sonunda düşmanlarını yarımadayı terk etmek zorunda bırakmıştır. Böylece karada kazanılmış bulunan bu ikinci ve nihai zaferle de, Türk ordusunun Balkan Savaşında zedelenen ve hatta yok olmaya yüz tutan prestiji kurtarılmıştır. Deniz ve kara. harekatıyla bir bütün olarak gerçekleştirilip tüm anlamı ve çarpıcılığıyla Türk Harp Tarihinde yerini alan Çanakkale Muharebeleri, Mustafa Kemal (Atatürk) gibi bir dahiyi yaratmış, Birinci Dünya Harbinin bitiminden hemen sonra başlayacak Milli Mücadelenin bu eşsiz liderini Türk ulusuna kazandırmıştır. Çanakkale Zaferi, Anlaşma Devletlerinin Osmanlı Devletini ilk ağızda savaş dışı bırakarak, Almanyanın güneydoğudan kuşatılmasını amaçlayan stratejisini boşa çıkarmış, böylece savaşın en az iki yıl daha uzamasına neden olmuştur. Çanakkale Boğazının kapatılıp Rusyaya geçit verilmemesi, onu müttefiklerinin silah ve malzeme yardımından yoksun etmekle kalmamış, yarım milyonu aşkın İngiliz ve Fransız askerini üzerine çekmekle bu kuvveti, Alman cephesinden uzak tutmuş ve Almanya’nın Doğu Cephesindeki Harekatını kolaylaştırmıştır. Çanakkale Muharebelerinin diğer bir anlam ve önemi de, çöküntü dönemini yaşamakta olan İmparatorluğun, dünya kamu oyunda yarattığı kötü imajın sonucu olarak, Türkün iyice tükendiği sanılan gücünün henüz tükenmemiş, koşullar nedenli ağır olursa olsun iyi sevk ve idare edilirse, tüm zorlukları yenebilecek güç ve inanca sahip olduğunu bu muharebelerde kanıtlamış olmasıdır.Bir başka deyişle düşman devletler, her nedense Osmanlı Devleti nın çöküşü olayıyla, onun asıl unsurunu oluşturan Türk ulusunun ceddinden miras olan savaş azim ve ruhuyla ,inanç gücünün birbirinden farklı şeyler olduğunu, bu muharebelerde çok daha iyi anlayabilmişlerdir. Çanakkale Muharebeleri, Türk askerinin, dünyanın en güçlü zırhlıları ve en modern harp silah, araç gereç ve bol cephanesiyle donatılmış deniz ve kara ordularına karşı sergilediği başka ulusların askerleriyle kıyas götürmez direnç ,azim ve ruhu, Türk İstiklal Savaşımızın Kuvayı Milliye ruhuyla eş değer bir anlam taşıması açısından da ayrıca tarihsel bir değere sahiptir. Gerçekten Boğaz Muharebesinde Birleşik Filonun kendisi için tehlikeler yaratan yalnız Dardanos Bataryasının yok edilmesi için kullandığı 400ü aşan topçu mermisine karşın, sadece iki subayımızın şehit oluşu dışında, bataryaya ağır bir hasar verdirilememiştir. Çanakkale’de Türk askerleri, bol cephaneye dayanan, yoğun donanma ateşleri altında sabır ve serin kanlılıkla görevinin başında kaya gibi dimdik ayakta kalmasını bilmiştir .Öte yandan bu dev armadalar, ateş etmesinden bile kuşkuya düşülen eski birtakım demode toplarla alay edercesine savaşıyor karadaki Türk topçusu, ona sadece 1900 mermi atabilirken, onlar tek bir bataryamıza (Dardanosa) 4000 mermi kullanıyordu. Ne var ki, bu mermi yağmurundan karada hasar gören dört Türk topuna karşı, sadece batan düşman gemilerinin üstünde 44 topunun birden Boğaz sularına gömülmüşür. Aynı Birleşik Filonun, 18 Mart Boğaz Muharebesinde, 18 savaş gemisinden 7’si savaş dışında kalırken, Çanakkale Müstahkem Mevkii, savaş gücünü olduğu gibi koruyabiliyordu. Keza Filonun mayın arama ve tarayıcıları, 11 mayın hattı üzerinde döşenmiş mayınlardan sadece üç adedini etkisiz hale getirebilmişti Türk tabyalarında hasar gören toplardan çoğu, onarılıp kısa sürede ateşe hazır duruma sokuluyor, 3. bölgedeki (Boğazın Marmara ile birleştiği kesim) tabya da, sapasağlam duruyordu. İşte bu durum karşısında Boğazı geçemeden geri çekilen Birleşik Filo, Çanakkale’nin aşılamayan çetin savunması karşısında pes edip, yalnız denizden yapılacak zorlamalarla başarıya ulaşılamayacağı gerçeğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Dünyanın en büyük deniz gücüne sahip İngiltere’nin görkemli filosunun, Boğaz Muharebesinde düştüğü aczi, yarınların Çanakkale savunucuları hiç bir zaman hatırından çıkarmamalıdır. Çünkü, bu ve buna benzer saldırılar, geçmişte olduğu gibi gelecekte de yinelenebilir.Ne var ki 18 Martı unutarak böyle bir saldırıyı ileride de göze alabilecek düşmanlar, karşılarında dünyanın yeniliklerine gözlerini kapamış bir Osmanlı Devleti yerine, bu kez 20. yüzyılın en son bilim ve teknolojisine dayanan en modern silahlarla donatılmış bulunan Cumhuriyet Silahlı Kuvvetlerini bulacaktır. Çanakkale Cephesi deniz ve kara harekatıyla birlikte mütalaa edildiğinde görülür ki, bu cephede geçen muharebeler, hasım kuvvet olarak katılmış olan İngiltere ve Fransa’nın, bir yıl boyunca Gelibolu Yarımadasında yarım milyondan fazla büyük bir kuvveti tutmak zorunda kalmaları ve bunun % 50sini kaybetmiş bulunmaları, haliyle diğer cephelere kuvvet ayırabilme açısından savaşın genel seyrini etkilemiştir. Türklerin de bu cepheye ayırdığı 300.000den fazla askerden verdiği kayıplarının, 211.000e ulaşmış olması diğer cephelerdekinden kıyaslanamayacak bir fazlalık göstermektedir. Bunun insan gücü açısından yarattığı boşluk, yalnız Birinci Dünya Harbi sırasında değil, onu izleyen Türk İstiklal Harbi boyunca da hissedilmiştir. Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında, Türkiye ve uluslararası politika ve diplomasi tarihi açısından ortaya koyduğu önemli sonuçları da şöyle özetlenebilir. SİYASİ ve SOSYO-EKONOMİK SONUÇLAR Çanakkale’de denizde ve karada kazanılmış olan her iki zafer, Osmanlının Balkanlar’daki yenilgisiyle içte ve dışta sarsılmış bulunan devlet prestijini kurtarıp güçlendirmiş, hükümetin iktidarda kalış sürelerini uzatmıştı. Anlaşma Devletlerinin savaşın başından beri bekledikleri hükümet krizi olmamış ve kabine değişikliğine de gidilmemiştir. Türk ulusunun tarihini süsleyen çok sayıdaki zaferlerine, Çanakkale’de, bütün dünyanın gözü önünde bir yenisini daha ekleyerek elde ettiği parlak zafer, onun eski güç ve dinamizmini koruduğunu, çöküntü dönemini yaşayan ve can çekişen bir imparatorluk içinde hala kahraman bir ulusun varlığını, yeniden ortaya koymuştur. Bir başka deyişle Çanakkale’de ölmesini bilenler, Türk milletinin tarihten silinmeden yaşayacağını kanıtlamıştır. Çanakkale Zaferi, Batılıların Doğulu müttefiki Rusya’ya ulaşmasına olanak tanımamış, mahsur kalan koskoca Çarlık Rusya’sı içerden çökerek, Bolşevikliğin pençesine düşmüştür. Çanakkale’de Türk savunması aşılabilse ve Boğaz açılabilmiş olsaydı, savaş kısa sürede biter, Rus ihtilali patlak vermez, verse bile, İngiltere ve Fransa’nın işe karışmasıyla bu ihtilal daha başlangıçta boğulabilirdi. Böylece müttefikleriyle birlikte zaferi paylaşmakta gecikmeyecek olan Ruslar, Çarlarının taksim planı gereği kendilerine daha işin başında söz verilen Boğazlar ve İstanbul’u işgal etmiş ve Deli Petro’ dan beri izledikleri, Açık denizlere ulaşma politikalarını gerçekleştirmiş olurlardı. Anlaşma Devletlerinin Çanakkale’deki başarısızlıkları henüz savaşa katılmamış olan Balkan Devletlerinin tutumlarını da farklı yönlerde etkilemiştir.Bulgaristan, Merkez Devletlerinin yanında yer alırken, Romanya, Yunanistan ve İtalya’nın daha bir süre savaş dışında kalmalarını sağladığı gibi, Arap ayaklanmasını bir yıla yakın bir süre geciktirmiştir. Çanakkale Muharebeleri, İngiltere’nin savaşın başından beri Japonya’dan yapmakta olduğu yardım talebini artırmasını istemesine rağmen, Japonya’nın bu istekleri çeşitli bahanelerle kabul etmemesine yol açmıştır. Birleşik Filonun ağır yenilgiye uğrayıp Boğazı geçemeyişi, İngiltere ve Fransa’nın, siyasi ve askeri prestijini bir hayli sarsmış, özellikle İngiltere’nin denizlerdeki tartışılmaz üstünlüğü imajını ortadan kaldırmıştı. Bu durum, adı geçen devletlerin sömürgelerinde bağımsızlık ve özgürlük akımlarının doğuşuna ve dolayısıyla dünya siyasi haritasını değiştiren bazı gelişmelere yol açmıştır. Keza Avusturalya ve Yeni Zelanda gibi İngiliz dominyonu deniz aşırı ülke askerlerinin, sırf İngiliz çıkarları uğruna Çanakkale’de Türklere karsı muharebeye zorlanıp, yabancı topraklarda hayatlarını yitirirken, kafalarında yer alan bir takım sorular (niçin ve kimin için döğüştükleri gibi), cepheden ailelerine gönderdikleri mektupların zamanla açıklanmasında anlaşılmaktaydı. Bu da, onlarda gitgide ulusal bilincin kıvılcımlarını oluşturmakta gecikmedi. Nitekim, 9 Eylül 1922de Yunanlılar lzmirde denize döküldükten sonra, muzaffer Türk ordularının Boğazlar bölgesine yönelip yaklaşmaları üzerine, Churchill’in dominyonlardan yeniden yardım istediği, Avusturalya başbakanının, Tek bir askerin hayatına tehlikeye koymayacağını ve savaşa karar verilirse, dominyondan iş birliği istenmemesi gerektiğini belirten anlamlı bir yanıtıyla karşılaşmıştı. Çanakkale Muharebelerinin diğer ilginç bir yanı da, iki hasım ordunun döğüşken askerleri arasında yakınlaşmanın getirdiği dostluğun, zamanla artmış olmasıdır. Gerçekten Anzak asker ve komutanları, Çanakkale’de yiğitçe savaşan Türklerin hem asker, hem de insancıl yönlerini yakından izleyerek, onların kendilerine tanıtıldığı gibi barbar bir ulusun çocukları olmadığını görüp anlamak fırsatını bulmuşlardır. İşte bu durum, ülkeler arasındaki siyasi ilişkileri de olumlu yönde etkilemiş ve savaş sonrasında, Asvusturalya ve Yeni Zelanda ile anlamlı dostlukların oluşmasının başlıca nedeni olmuştur. Çanakkale Muharebelerinin bir başka ilginç tarafı da Orta Doğuda bu günkü İsrail Devletinin kurulmasında etken bir rol almış olduğudur. Nitekim, Siyonist liderlerinden Vladimir Eugeueniç, Gelibolu daki Gönüllü Yahudi Birliğinin Hikayesi adlı eserinde, konuyu açıkça şöyle dile getirmektedir Gelibolu’ya yolladığımız 600 kadar gönüllü Yahudi askerlerinin savaşlar sırasında gösterdiği üstün çaba ve başarı, davamızın dünyaya tanıtılması ve dikkate alınması bakımından çok yararlı olmuştur. Gerçekten Birinci Dünya Savaşı henüz sona ermemişken, 2 Kasım 1917de benimsenen Balfour Bildirisi, bu günkü İsrailin kurulmasında etken olması açısından önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilmektedir. Çanakkale Zaferinin daha ilginç ve anlamlı bir sonucu da, doğunun büyük bir imparatorluğunu oluşturan koskoca Çarlık Rusya’sının yıkılmasıyla kalmamış, ülkesinde güneş batmayan Batılı büyük devlet olan Büyük Britanya İmparatorluğunda da ilk yarayı açmaya yetmiş olmasıydı. Böylece emperyalizm tam çökmüş olmasa bile, bir hayli sarsılmıştır. Anlaşma Devletleri tarafından Boğazların açılarak Rusya’ya ulaşılması halinde Rusya, dış alım-satım olanağına kavuşacağından, ekonomik dengesini kurup sıkıntıdan kurtulacak, İngiltere-Fransa da Rusya ve Romanya’nın zengin buğday ürünlerinden yararlanıp, gerek silahlı kuvvetlerinin, gerekse halkının yiyecek gereksinimlerini sağlamış olacaklardı ki, bu gerçekleşememiştir. Keza Boğazlar açılabilseydi, Tuna yolu da yeniden trafiğe açılıp Karadeniz deki 120 parça ticaret gemisinden yararlanma olanağı elde edilecekti. Halbuki Çanakkale Zaferi, yalnız Rusya ile İngiltere, Fransa’nın değil, bunların aynı zamanda diğer Batılı devletlerle olan karşılıklı ticari ve ekonomik ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemiş, ne İngiltere, Fransa müttefiki Rusya’ya ihtiyacı olan silah ve cephaneyi ulaştırabilmiş, ne de Rusya Batılıların ihtiyacı olan buğdayını Akdeniz’e aktarabilmişti. Birinci Dünya Savaşı başında Boğazların kapatılıp, bu savaş sonuna kadar açılamaması, kuşkusuz uluslararası ticari ilişkileri de olumsuz yönde etkilemişti. Nitekim, Karadenizde; İngiltere, Rusya, Fransa, Belçika ve İtalya’nın toplam 85; Yunanistan, Romanya, Danimarka, İsveç ve Hollanda’nın toplam 27; Almanya, Avusturya-Macaristan’ın toplam 17 olmak üzere, genel toplamı l29u ve toplam tonajı 350.000i bulan ticaret gemisi mahsur kalmıştı. Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında kısaca denebilir ki, Çanakkale de Türk Zaferi, iki yıl uzayan savaş boyunca Doğulu ve Batılı müttefik devletlerin (Rusya-İngiltere-Fransa) ekonomilerinde sıkıntılar yaratmıştır. Bu durum, özellikle Rusya’yı bunalıma sürüklemiş ve sonunda rejim değişikliğine (komünizme) kadar gidebilmiş ve böylece de Rusyanın savaş dışı kalmasına yol açmıştır. Zaferin, yukarıdaki ticari ve ekonomik etkinliklerinin yanında, Türk ulusu açısından sosyal alanda da etkileri görülmüştür. Çanakkale deniz ve kara muharebelerinde toplam 211.000 insan zayiatı veren Türk ulusu, bu arada binlerce okumuş ve aydınını da kaybetmişti. Kesin olmayan tahmini rakamlara göre, 100.000den fazla öğretmen mülkiyeli, tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar yitirildiği sanılmaktadır. Böylece o günün koşullarında ülkenin beyin takımını oluşturan küçümsenemeyecek bir sayıya ulaşan bu kayıpların, olumsuz etkileri, savaş sırasında olduğu kadar, bu savaşı izleyen Türk İstiklal Savaşında da fazlasıyla hissedilmiştir. Nitekim, 1923te Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün başlattığı Devrimler ve bunların paralelinde girişilen reformların kitlelere yaygınlaştırılıp mal edilmesinde, hayli sıkıntılar çekilmiştir. ***
-
Çanakkale Savaşları
*** ÇANAKKALEDE HAVA SAVAŞLARI Çanakkale Muharebelerinde, kahraman kara ve deniz kuvvetlerimiz gibi havacılarımız da, üstün silah ve teknik olanaklara sahip düşmanları karşısında, kendilerine düşen görevleri cesaret ve üstün görev bilinici içinde başarıyla yerine etmişlerdir. Atatürk Havacılığın Önemine Dikkat Çekmek İçin Şunları Söylemiştir… GÖKLERDE BİZİ BEKLEYEN YERİMİZİ ALMAK ZORUNDAYIZ. YOKSA O YERİ BAŞKALARI İSTİLA EDER VE İŞTE O ZAMAN BU ÜLKE VE MİLLET ELDEN GİDER. HALBUKİ BİZ TÜRKLER, BÜTÜN TARİHİMİZ BOYUNCA HÜRRİYET VE İSTİKLALE ÖRNEK OLMUŞ BİR MİLLETİZ. TAYYARECİLER! ŞUNU UNUTMAYIN Kİ YARININ EN BÜYÜK TEHLİKELERİ SEMALARDAN GELECEKTİR. BU SEBEPLE SİZLER DAİMA HAZIR BULUNMAYA VE O ŞEKİLDE YETİŞMEYE GAYRET EDECEKSİNİZ lk motorlu uçağın uçuşundan yedi yıl gibi kısa bir süre geçtikten sonra, 1910 yılında uçaklardan askeri amaçlarla yararlanma düşüncesi ortaya çıkmış ve takip eden yıllarda uçak, yeryüzünde etkin bir taarruz silahı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Dünyadaki bu gelişmeyi yakından izleyen ve önemini değerlendiren zamanın Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşanın direktifiyle, 1911 yılında, Genelkurmay başkanlığı bünyesinde askeri havacılıkla ilgili bir şube oluşturulmuş ve Türk Askeri havacılığının temeli olan teşkilat kurulmuştur. Bu yeni silahın edinilmesine büyük önem veren Mahmut Şevket Paşa maaşının bir kısmını bağışlayarak uçak alımı için kampanya başlatmış ve bu kampanyaya başta padişah Sultan Reşat olmak üzere Donanma Cemiyeti, subaylar ve bazı zenginler iştirak etmiştir. İki uçaklık para, kısa zamanda toplanmış ve Fransa’dan biri 25 Beygirlik, biri de 50 Beygirlik iki uçak satın almıştır. Müteakiben, Yeşilköy Safra düzlüğünde Kara tayyare Mektebi, Yeşilköy Feneri yakınlarında da deniz tayyare Mektebi kurulmuş ve havacı personel yetiştirilmek üzere ordu ve donanmadan istekli subaylar seçilmiştir. Çanakkale Muharebeleri başladığı zaman dünya ve Türk askeri havacılığı mütevazı ve geliştirilmeye muhtaç bir durumda idi. Çanakkale Muharebeleri havacılık yönünden, yeni silahın gerçek değerinin anlaşıldığı ve bugünkü modern hava kuvvetlerinin temelini atan kahramanları kavramaya çalışırken, icra edilen hava harekatının sadece o günkü müşterek harekata katkısı değil aynı zamanda bugünkü havacılığımıza olan katkısı da düşünülmekte ve hava kuvvetlerinin temelinin atılarak, hava stratejisi ve taktiklerinin oluşturulmaya başlandığı bir harekat noktası olarak değerlendirilmektedir. Havacılık açısından işte böyle bir ortam içinde, 2 Ağustos 1914 günü seferberlik ilan edilmiş ve buna paralel olarak Yeşilköy de bulunan deniz uçaklarından 2’si İzmir, birisi de Çanakkale Müstahkem Mevzi Komutanlığı emrine verilmiştir. 25 Ağustos 1914 tarihinde Çanakkale Nara Meydanına konuşlandırılan Nievport tipi deniz uçağı ile, Deniz Yzb. Savmi, Ütğm. Fazıl ve Ütğm. Cemalin yaptığı keşif uçuşları sayesinde, bölgedeki İngiliz ve Fransız gemilerinin faaliyetleri izlenmeye başlanmıştır. 18 Mart 1915 tarihine kadar olan dönemde yapılan başarılı hava keşif görevleri hem düşmanın elindeki gemi tip ve miktarını tespit, hem de taarruz hazırlıklarını devamlı takip imkanı sağlamıştır. 18 Mart 1915 günü, havacılarımız erken saatlerde yaptıkları keşif raporunu vermişlerdir. Bozcaada önünde, 40 düşman gemisi sayıldı. Bunlardan; 19’u ağır, 3’ü hafif olmak üzere 22’si kruvazör, diğerleri; şilep, destek gemisi ve uçak gemisidir. Sayıları tam olarak saptanamayan denizaltılar görülmüştür. 6 adet zırhlı İngiliz gemisi, muharebe düzeninde boğaza doğru ilerlemekte ve Fransız gemileri de demir almaktadır. Bir süre sonra, boğaza giren ve kıyı bataryalarını şiddetle bombardıman eden düşman donanma topçusuna, Ark Royal uçak gemisinden havalanan İngiliz uçakları da ateş tanziminde geniş çapta yardım etmiştir. 18 Mart günü öğleden sonra, havacılarımıza; Limni Adası civarındaki düşman kuvvetlerinin durumunu keşfetmeleri emredilmiştir. Bir saat içinde görev bölgesine ulaşan pilotlar Mondros Koyunda 13 harp, 4 nakliye, 29 kömür gemisi olmak üzere toplam 46 geminin bulunduğunu, ayrıca Fransızların Gaulois gemisinin sahil topçumuzun ateşi ile Çanakkale ağzında yara aldığını rapor etmiştir. Çanakkale Muharebeleri süresince, karşılıklı keşif harekatı devam ederken; Türk havacıları, o tarihler için başarılı sayılabilecek diğer hava görevlerini de icra etmişledir. Bu görevlerden biri 18 Nisan 1915de yapılmıştır. O gün Çanakkale Boğazı bölgesinde gittikçe kuvvetlenen ve hava üstünlüğü kurmasından endişe edilen düşman hava gücünü tesirsiz hale getirmek maksadıyla, Bozcaada da 18 düşman uçağının konuşlandığı meydana hava taarruzu planlamıştır. Ancak bu meydandaki uçaklar, keşif görevi için daha önceden kalktığından, havada karşılaşılmış, kısa bir hava muharebesinden sonra zayiatsız olarak meydana dönülmüştür. Bu görev amacına ulaşmadıysa da, asli taktik hava görevlerinden olan mukabil hava harekatı nın ilk ve tipik bir uygulaması olması açısından önem taşımaktadır. Türk uçaklarının meydan taarruzu planlamasından esinlenen İngilizler aynı gün üçer uçaklık iki kol ile meydanımıza taarruz etmişler, ancak uçaklarımız daha önceden meydan içinde dağıtılarak gizlenmiş olduğundan, atılan bombalar hasar meydana getirememiştir. Bu da, ufki dağılma ve gizleme yapılarak, beka tedbirlerinin alınışına güzel bir örnek teşkil etmiştir. 14-19 Mayıs 1915 günleri, güney cephemizdeki karşı taarruzumuzu desteklemek amacıyla; düşman çıkarma gemileri ve ordugahı bombalanmış Mayıs ayı başından itibaren sabit balon ile boğaz gözetlemesi ve topçu atış tanzimi ve birliklerimizi taciz eden manika balon gemisine taarruzlar yapılmış, her hava hücumunda gemi, balonunu toplayıp yer değiştirmek zorunda bırakılmıştır. Böylece bugün yakın hava desteği olarak bilinen görev tipinin basit bir uygulaması yapılmıştır. 25 Haziranda; Arıburnu bölgesindeki düşman karargahı üzerine propaganda amacıyla 300 adet ingilizce yazılı bildiri atılmıştır. Bu görev, hava gücünün psikolojik harpte kullanılmasına ilişkin güzel bir örnektir. 30 Kasım 1915te ise, Üsteğmen Ali Rıza, Teğmen Orhan’la beraber, Çanakkale girişinde karaya oturmuş bulunan bir düşman kruvazörüne taarruz etmek için görevlendirilmiştir. Tam bu esnada bir düşman uçağının yaklaştığı görülmüş ve yapılan hava muharebesinde Üsteğmen Ali Rıza Fransız uçağını makinalı tüfek ateşiyle düşürmeyi başararak Türk havacılık tarihine ilk düşman uçağını düşüren pilot olarak geçmiştir. ***
-
İslami reform ancak bilimle mümkün...
*** 1, bilimsel olarak kanıt yok elimde ama öyle olma ihtimali söz konusu olabilir... araştırmak lazım... sevgili "sardunya " yazının bütünündeki görüşlerine seni bağladığı için “eleştiri hakkımı saklı tutarsak” diyebileceğim hiçbir şey yok… Yazılarını takip ettiğim kadarıyla kendi inancın doğrultusunda kendi içinde tutarlı bir durum sergilediğini gözlemlemiştim…. Ancak, kadın hafızası konusunda yaklaşımını şaşkınlıkla izledim… Rica ederim, bunun için bilimsel bir kanıt mı gerekir,öyle olma ihtimali nasıl söz konusu olabilir… Kadın birçok alanda kendini ispatlamışken… Nasıl olurda bu konuda yetersiz olabileceği bilimsel kanıtların gerekebileceği düşünülür… Bir bayan olarak bu eksikliği kendine nasıl yakıştırıyor olabilirsin… Galiba bu soruyu sırf yam yam sorduğu için böyle bir yaklaşım gösterdiğini düşünmem gerekiyor… Aksini düşünmek bile istemiyorum, bu benim inancımın gereğidir gibi bir yaklaşım, seni de beni de bu toplumu da çok farklı bir yere götürecektir... Karşıt görüşlerde olmak, birbirimizin doğrularını da reddetme noktasına gelmemeli, o zaman bizim içinde geçerli olan doğrularda ortadan kalkıyor, kendi içimizde çelişkiye düşmüş oluyoruz… Üstelik birbirimizin ortak doğrularını bulup ortaya çıkarabilmek, bize, farklılıklarımızın uyum içinde yaşayabilme ortamını kazandıracaktır… Bunun ötesi onun yada bunun farklılıklarına yaşam hakkı tanınmadığı tek taraflı baskıcı rejimler olacaktır… Seninle aynı görüşte olduğumuzu bildiğim laik Türkiye Cumhuriyeti ve demokrasimizin varlığı, her konuda kadın erkek ayrımının olmadığını ve her alanda özgürlüklerimizi birlikte savunmamıza bağlı… Dediğin gibi karşılıklı olarak neyi görmek istiyorsak onu görüyor olmamız, hiç birimize yeni kazanım sağlamıyor…. Yine bu noktada aynı şeyleri görmek adına ortak bir çıkarımda bulunursak.., “İnsanlığı belli bir noktaya getiren ‘birçok farklı lıklara rağmen yine’ insanların kendisidir." ***
-
Bisiklet ile ilgili trafik kanunları
*** 2918 sayılı TCK KARAYOLLARI Trafik kanununda Bisiklet için ; Madde 3 c (10) bendi : Bisiklet motorsuz bir Taşıttır. Madde 37 Sürücü için Ehliyet ve Taşıt için Plaka gerekmez. Madde 46 Karayolunda en sağ şeridi kullanır ve diğer taşıtlar ile aynı sorumlulukla hareket eder. Madde 66 Bisiklet yolu olan yerlerde karayolunda sürülemez. Madde 66 a.) bendi Karayolunda ikiden fazla bisiklet yanyana sürülmez. Madde 66 b.) İşaret verme dışında, çift elle sürülmesi ve genel kurallara uyulması zorunludur. Madde 66 c.) Yük ve eşya taşınamaz. Madde 37 Bisikleti karayolunda sürmek için 11 yaşını bitirmiş olmak yeterlidir. *** Bisiklet üzerinde güvenliğiniz Güvenli ve Keyifli bir sürüş için ; Bisikletinizin sağlıklı çalışmalı, Frenlerinizin sağlıklı çalışmalı, Trafik kurallarına uyun, Bisiklet kullanırken Dikkatinizi trafik ve çevre koşulları üzerinde yoğunlaştırın, Yoğun trafikli caddeler yerine alternatif sokakları kullanın, Kırmızı ışıkta durun, Her an Dikkatli olun, taşıtların ve yayaların sizi görmediğini düşünerek hareket edin, Arkasından gitmekte olduğunuz araçlar ile aranızda ani frenlemelere karşı 3 metreden az olmamak üzere mesafe bırakın, Trafikteki güvenliğiniz için bisiklet zili kullanın veya "Dikkat lütfen" diye bağırarak tehlike durumunda yaya ve taşıt sürücülerini uyarın, Var ise bisiklet yolunu kullanın, yok ise yolun daima sağından gidiniz, Gündüz ve gece görünür olun, Özellikle diğer araçlarıngece sürüşünde sizi fark edebilmesi için refrektif giysiler giymeniz, far ve stop lambanız olması lastiklerin veya tekerlek üzerinde refrektif malzeme bulunması gerekmektedir. Kask takınız, Eldiven giyin, Aniden açılabilecek taşıt kapılarına, Dikine aralıklı kanolizasyon logar ızgaralarına, Kumlu, çakıllı ve ıslak zeminlere, Güvenliğiniz için dikkat ediniz.. ***
-
BİSİKLET TARİHİ
*** BİSİKLETİN DOĞUŞU İlk bisikletin, ilkel şeklinde, Çin'de görüldüğünü belirtmelerine rağmen, ilk bisiklet çizimlerinin 1493 yılında Leonardo da Vinci ya da onun öğrencilerinden biri tarafından yapıldığı söylenir.Bu çizimlerden yararlanarak ilk bisikleti yapan kişi Kirkpatrick Mac Mullan' dır. 1839-1840 yılları arasında İskoçya' da yapılan bu bisiklet, halen Londra' da Science Museum' dadır. Mac Millan'dan önce temel modeli Fransız Sirvac' ın yaptığı sağ ve sol ayakların itmesi ile yürüyen bisiklet oluşturur. Celerifere adını taşıyan bu alet 1790 yılında yapılmıştır. Drais de Senerbol' un yaptığı bisikletin daha hareketli ve daha biçimli bir modelini geliştiren Boran Karl Von Drais' in yapımı olan 1816 modeli daha sonraki yılların tohumlarını oluşturmuştur. 1817 yapımı 26 kiloluk Drais'in Viyana' da sergilenen tahta bisikletini takiben 1818 yılında madeni yapıma gidilmiştir. İngiliz Brich' in bu yapımını 1855 yılında Fransız Ernest Michaux' un modelini izlemiştir. Pedallar ilk kez bu modelde görülmüştür. 1870 yılından sonra daha da geliştirilen yeni yapıma Bicyole adı verilmiştir. İki çember olarak adlandırılan bu modelde ön tekerliğin çapı 1 ile 1,5 metre arasında değişmiştir. Bisikletin ilk üretiminde " Michaux Company" firmasınca 200 personel ile yılda 140 bisiklet üreterek başlandı. O günkü değeri ise 450 Fransız Frangı idi. BİSİKLET TAŞIT HALİNE GELİYOR Yeni tip yapımların ilgi görmesi ve gerçekten faydalı olarak bulunması ulusların yönetim kadrosunu harekete geçirmiştir. Bu yolda ilk adımı Fransa atmıştır. Fransa Savunma Bakanlığı Bisiklet yapımını desteklemiş ve 1871' de imal edilen bisikletler Alman harbinde kullanılmıştır. Daha sonraki yıllarda içi boş kauçuk lastiğinin bulunması (Trufaut) İngiltere' de eşit tekerlikli komple kadrolu, bilyalı ve milli bisikletlerin yapılmasını ortadan katlanan portatif yapımlar (Gerard) izlemiştir. İrlandalı Dunlop' un (John Voyd) 1888 yılında havalı plastikleri piyasaya sürmesi bisiklet sanayiini birden bire geliştirmeye sebep olmuştur. Bu arada belirtmek yerinde olacak, yapılan bisikletler halkın kullandığı bir vasıta olmamıştır. Malzeme pahalılığı, büyük işçilik, bisikletlerin büyük ücretle satılmasını öngörmüştür. Bu nedenle sadece zengin kişilerin zevk aracı haline gelen bisiklet (1890) 500-800 Frank arasında satılıyordu. O yıllarda pahalı olan bisiklet daha sonraki yıllarda ardı ardına açılan fabrikalar ve malzeme bolluğu seri halde bisiklet yapımına yol açmıştır. Özellikle Fransa, Belçika, İngiltere, İtalya ve İspanya' da kurulan bisiklet fabrikaları bu sporun yayılmasında öncülük etmiştir. Özellikle birinci dünya savaşında; savaşa katılan Avrupa ülkeleri, bisikleti askeri amaçlarla orduların süratli hareketini sağlamakta kullanmışlardır. İLK YARIŞLAR Fransa, Hollanda, Belçika, İsviçre, İspanya ve İtalya gibi ülkelerde gelişmeye başlayan bisiklet sanayi bu sporla uğraşanların artmasına neden olmasının yanı sıra bisiklet sanayisinin teşviki sağlanmıştır. Bisiklet sporunun beşiği sayılan Fransa' da ilk pedallar Tuilerie, Chams de Mars, St. Jammes ve Daumesni' de isim yapmış yarışmacılar idi. Tespit edilen en eski yarış 31 Mayıs 1868'de Paris Pare de St. Cloud'la 2 km'. lik bir parkurda koşulmuştur. Yarışı Dr. Jammes Moore (İngiltere 1847-1935) kazanmıştır. Moore daha sonra " Legion d" Honneur" ünvanı ile ödüllendirildi. Amatörler arasındaki ilk mukavemet yarışının birincisi ise Terront olmuştur. Paris - Longcihamp arasında 1889 yılında düzenlenen bu yarış 3 saat 40 dakika 20 saniyelik derece elde edilerek bitirilmiştir. 1890 yılındaki 10 kilometrelik ilk sürat yarışının galibi Catteroau idi. DİĞER TURLAR VE YARIŞLAR Özellikle 1890 yılından itibaren bisiklet bir kitle sporu haline gelmişti. Amatörlere mahsus pist mukavemet dünya şampiyonası 1893'te Chicago da yapılmış, Güney Afrikalı Ment jes 2.46.12 ile birinci olmuş, iki yıl sonra başlayan profesyonel yarışmalarda İngiliz Michael 2.24.58. lik bir derecede ile Colongene' de şampiyonluğu almıştır. Profesyonellere ait Yol Dünya Şampiyonası çeşitli dallarda 1927'de ilk kez yapılmıştır. Bu tarihe kadar ayrı ayrı yapılan yol yarışları genellikle 125 Km.- 297 Km. arasında yapılmıştı. Kopenhag' daki 190 Km. lik ilk amatör yol yarışını 1921 yılında İsveçli Skolt 6.18.17. ile kazanmıştır. 1927 yılındaki 184 Km. lik profesyonel Yol Yarışı Şampiyonluğunu ise İtalyan Binda 6.37.28. lik derecesi ile Cologne'de kazanmıştır. OLİMPİYATLAR YOL YARIŞLARI 1896'daki ilk modern olimpiyat oyunlarında organize edilen yol yarışı, o zamanın maraton parkurunda koşulmuştu. Yarışçılar parkur etrafında iki tur atarak toplam 87 kilometre katetmişlerdi. Bayanlar ise 1984'te ilk olimpiyat yarışını koştu. Ve bundan 12 sene sonra, 1996 Atlanta Oyunları'nda, zamana karşı ferdi yarışmada kategoriler arasına alındı. TURLAR Ulusal veya uluslararası özellik taşıyan bu yarışma türünün özelliği yarışmanın bir yöreyi ve ya bir ülkeyi, hatta bazı büyük turlarda kıtayı dolaşmasıdır.(Fransa turu gibi) Fransa turu dünyanın en eski, en uzun ve en büyük turu olup Guinness rekorlar kitabında da en uzun spor olayı sıfatıyla yer almaktadır. Fransa Turu ilk kez 1903 yılında organize edilmiş olup 21 gün ve 4.500 Km. yarışılmış ve o yıl turu yaklaşık 1.500.000 kişi izlemiştir. Bugün organize edilen Fransa Bisiklet turu ise bütün Avrupa ülkelerinden geçmekte ve milyonlarca kişi tarafından ücretsiz izlenirken, televizyon ve radyodan naklen yayınlanmaktadır. Fransa bisiklet turu ilk olarak 1903 yılında yapılmış ve Mourice Garin birinci olmuştu. 1908' de başlayan Belçika Turu'nda birinciliği 1907 ve 1908 Fransa Turu Şampiyonu Petit Breton almıştır. Bir yıl sonra başlayan italya Turu'nda ise Max Bulla birinci olmuştu. Avrupa içinde ayrı bir özelliği olan klasik yarışlardan Paris - Bordeaux Yarışı 1891 yılında 572 Km. üzerinden yapılmış ve İngiliz Mills 26.34.57. ile turun galibi olmuştu. 1896 yılından itibaren Olimpiyatlarda yer alan bisiklet 1000 metre süret yarışını Fransız Masson kazanırken sırası ile 1900 Paris, Fransız Taillandier -1920 Ansver Peeters, 1934'de Paris Fransız Michard, 1928 Fransız Beaufrand, 1932' de Hollandalı Egmand ilk şampiyonlar olarak bisiklet tarihine geçen isimler olmuştur. Ülkemizde ise en büyük tur Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet turudur. KAYNAK: -bisiklet dünyasi- ***