Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. *** DEVLETÇİLİK: 20. yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak imkânlarına kavuşmak için üretimi artırma gereğini duydular. Bunun için de başlıca üç yöntemin uygulanmasını öngördüler. Bunları kısaca gözden geçirelim: Liberal Ekonomi: Bu tür ekonomilerde üretim için gerekli olan sermaye, üretim etkinliği ve üretilen malların dağıtımı tümüyle bireylere bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne göre, ekonomik hayatın kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara olan isteğe bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak, eğitim İşlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır. Devlet ekonomik hayata katılırsa az önce belirtilen denge bozulur. Gerekirse devlet, ancak büyük bunalımları gidermek için ekonomik hayata girmeli, bunalım geçince de gene çekilmelidir. Büyük ekonomik güce sahip olan kapitalist ülkeler, liberal görüşü uygulayarak bugüne kadar gelmişlerdir. Sosyalist Ekonomi: Bu tür görüşü uygulayan ülkelerde hem sermaye, hem üretim doğrudan doğruya devletçe sağlanır. Kişilerin üretim araçlarına sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm sermayenin sahibidir. Bütün ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde düzenlenir. Malların dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü benimsemişlerdir. Ilımlı Ekonomik Sistemler: Dünyanın hızla değişen şartları hem liberalizmin, hem de Sosyalizmin katıksız bir biçimde işleyemeyeceğini göstermiştir. Bu bakımdan liberal rejimlerin bazılarında, devlet ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist sistemde de yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine girmektedirler. Devletçilik: Atatürk ilkelerinin arasında bulunan devletçilik, bir ekonomi siyasetidir. Yukarıda anlatılan rejimlere benzemez. Milli özelliklerimize uyan, gerekli kalkınmayı sağlayacak bir model olan devletçiliğin hangi şartlar altında nasıl doğduğu belirtilmişti. Bunun için burada devletçiliği kısaca değerlendireceğiz. Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine girmesidir. Ama bu yapılırken sosyalist model benimsenemez. Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan dışında, diledikleri biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı gibi üstelik gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve ticaret işine özendirir. Ancak bilindiği gibi, hızla sanayileşme cumhuriyetin ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluşları yapmak için özel ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu. Devlet pek çok sanayi işletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliştirdi. Bir yandan da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri başıboş bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte düzenlediler. Bu işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmişti. Son araştırmalar, Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke arasına girdiğini göstermektedir. 1029 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi üretim indeksi, 1939'da Türkiye'de 196'ya erişmiştir. Dünya ortalaması İse 119'dur. Bu gelişme tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve Japonya'dan sonra gelmektedir. Böylece 1927'de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı nüfus artışına rağmen, 1939'da 1625'e yükselmiştir. Sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar sağladığı bu gelişme Atatürk'ün akılcı ve milliyetçi görüşlerinin bir eseridir. O, özel girişimleri desteklerken, devleti de ekonomik hayata katmış, her iki alan birbirlerini tamamlamışlardır. İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine bu gelişme durdu. Savaş sonrasında ise devletçilik ilkesi yeniden ve amaca uygun biçimde işletilip ihtiyaçlara göre düzenlenmedi, politika aracı yapıldı. Bu yüzden özel alanla devlet alanı arasındaki denge bozuldu ve ekonomik hayata bir kargaşa geldi. Atatürk'ün baş ilkelerinden devletçilik, Türkiye'yi ekonomik bakımdan kalkındıracaktır, yeter ki gerektiği gibi uygulanabilsin. *** __________________ *** Atatürk'ün Devletçilik ile İlgili Bazı Sözleri Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. (1936) Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. (1930) Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir. (1937) Mustafa Kemal Atatürk *** __________________ ***
  2. *** LAİKLİK Türk ve yabancı bütün bilim adamları Atatürk inkılâbının en önemli öğesi olarak laikliği kabul ederler. Gerçi Türk inkılâbı, içinde taşıdığı ilkelerle bir bütündür. Ama bu bütünün dayandığı iki ana temel, milliyetçilik ve laiklik, öteki ilkeleri sağlamlaştırır. Laikliğin kısa tanımı, daha önce belirlenmişti. Yeniden özetleyecek olursak, laiklik; devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır. Çok uzun bir zaman hemen hemen bütün insan toplulukları, dinlerin koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir. Çünkü insanların akıl ve bilim alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir zaman almıştır. Bu dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan birtakım güçler tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır. Bu sebeple, devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük ölçüde güçlenmiş, gelişen insan zekisinin önüne engeller koyarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yasayamaz duruma gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları, hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik gösterdiler. Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda evrensel ahlâkı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz. Tersine, bütün dinler ahlâklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır. Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden dinler arasında bir birlik görülmemektedir. Çok ileri ve üstün bir din olan İslâmlık, kısa sürede inanç sistemini birçok millete benimsetmiştîr. Hazreti Muhammed'in ölümünden sonra Müslümanlık hızla gelişti. Büyük İslâm bilginleri, ilkçağın akılcı filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle ki, Batılı bilginler bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu akıl çağında büyük aşamalar yaptı. Tanrının insanlara doğru yolu görmesi için akıl verdiğini söyleyen bilginler, İslâm dininin ilerlemesinde büyük rol oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece Müslümanlık aşağı yukarı üç yüz yıl Tanrının gösterdiği yolda gelişmiştir. Akla dayanan bu gelişme sırasında İslâm Hukuku da günlük hayata uydurulmuştur. Ne yazık ki, bir süre sonra bu gelişme durdu, İslâm dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir inanç kapladı. Bu görüşün sahipleri, akıl yolu ile değil, sadece inançla yaşamak gerektiğini savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaştı, İslâm dini ve hukuku donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan öğrenen Batılılar, bu esasları geliştirmekteydiler. İşte Türkler Müslüman oldukları vakit, İslâm dünyasında durgunluk başlamıştı. Türkler, üstün yetenekleriyle kısa sürede İslâm dünyasına egemen oldular. Çok içten inandıkları Müslümanlığı Hıristiyanlara karşı korudular, İslâmlığı Anadolu'ya ve Balkanlar'a yaydılar, ama onlar güçlerinin doruğunda iken Batı'da da akıl çağı başlamıştı. Büyük akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri gibi Tanrının insanlara verdiği en büyük hazine olarak akılı gördüler. Böylece Batı'da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya başladı. Burada hemen şunu belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da kilise direnmiştir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık) doğmasına yol açmıştır. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak akılcılığa karşı durması imkânı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul etmeye başladı. Nihayet XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâli ile laiklik, devlet ve hukuk düzenine egemen oldu. Yani devlet, dinin etkisinden arıtıldı. Ama ayna zamanda din özgürlüğü de kabul edilerek, devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı, herkesin inancında serbest olduğu esası konuldu. Osmanlı Devleti'nin bu gelişmenin dışında kaldığını biliyoruz. Atatürk belki de İslâmlığın parlak çağına dönüş yaparak, zamana ve akla uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana bırakarak devleti laikleştirmiştir. Ama İslâmlığın inanç ve ibadete dayanan kurallarına hiç dokunmamıştır. Atatürk kesinlikle dinsiz değildi. Şu sözleri söyleyen Atatürk'ün dinsiz olduğu, laiklikle dinsizliği getirdiği söylenebilir mi? :"Tanrı birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul (akla uygun) ve tabii (doğal) bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gerektir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Ey millet, Allah birdir, sanı büyüktür. Peygamberimiz, Efendimiz Cenabı Hak tarafından insanlara dinin gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuştur... İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor. Bu sebeple en mükemmel dindir... Varlık dünyasının bütün kanunlarını yapan Cenab-ı Haktır... Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum". Atatürk bunlar gibi daha birçok söz söylemiştir. Atatürk'ün akla uygun bir uygulama istediğini belirten şu sözleri, ne derin anlamlar taşımaktadır: "Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı; İslamların kâfirlere tutsak olmasını istemek değil de nedir?" "Bizim dinimiz milletimize, düşkün, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Tam tersi, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şerefini korumalarını buyuruyor... Bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki, akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı". Görülüyor ki, Atatürk bilgisiz ve çıkarcı kimselerin milleti din adına sömürmesine karşıdır. O, devlete, hukuka ve bilime can verecek kuralların akla, mantığa uygun olmasını istemektedir. Atatürk, daha 1927 yılında dinin siyaset aracı olarak kullanılmasından doğacak sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır: "Masum halka beş vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vâki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?" Atatürk'ün yıllarca önce söylediği bu sözler ne kadar düşündürücüdür. Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma imkânı bulur. Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha Önce de belirtildiği gibi inançlar çeşitlidir. Herkesi bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu herşeyden önce demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir. Bu sebeple demokrasilerde devletin tek bir dini vatandaşlara benimsetmeye çalışması düşünülemez. Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur'an "dinde zorlama yoktur" diyor. Bundan başka Kur'an ve Hazreti Muhammed devlet yönetiminde akla dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar vermiştir. Demek ki, laiklik vatandaş inancının en sağlam güvencesi oluyor. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanıyor. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken her türlü tedbiri alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır. Türk Devleti aynı zamanda nüfusumuzun yüzde doksan beşinden fazlasının inanç sahibi Müslüman olduğu gerçeğini de görmüştür. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini devlet yüklenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirmeye hız verilmiştir. Hiçbir dönemde Anadolu'da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami yapılmamıştır. Türk milleti ve Devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın gereği olan akıl ve bilim kavramlarının yolunda, insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş mümkün değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur. *** __________________ *** Atatürk'ün Laiklik ile İlgili Bazı Sözleri Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. (1930) Laiklik,asla dinsizlik olmadığı gibi,sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için,gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir.(1930) Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. (1926) Mustafa Kemal Atatürk *** __________________ ***
  3. *** HALKÇILIK: Bir milleti oluşturan, çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan insanlara halk denir. Bu akımdan halkçılık ilkesi hemcumhuriyetçilik hem de milliyetçilik ilkelerinin zorunlu bir sonucudur. Atatürk'e göre millet ile halk aslında tek anlama gelmektedir. Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye alıştırılmasıdır. Halkçılık, cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur denildi ki, bu çok doğrudur. Cumhuriyet, halkın kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi olmaktadır. Aynı biçimde, halkçılık, milliyetçiliğin de bir sonucudur. Millet halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik, Türk halkının mutluluğu için çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte bağlanmak demektir. Atatürk, daha TBMM açılır açılmaz, yeni kurulan devletin bir halk devleti olduğunu belirten pek çok konuşmalar yapmıştır. Artık halk, bir kişi tarafından yönetilmemekte, kendi kendini yönetmektedir. Halkçılık ilkesinin uygulanması ayrıca, toplumda hiç kimsenin diğerinden üstün olmamasının, kanun önünde kesin eşitliğin kabulü anlamına da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir toplumsal gruba, zümreye ayrıcalık tanınmaz. Halk her bakımdan birbirine eşit kimselerden oluşur. Bugün bazı rejimler halkı yalnız belli bir grup insandan ibaret saymaktadırlar. Bu rejimlerin adı olan halk cumhuriyeti yanıltıcıdır. Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti anlamına gelmektedir. Gerçek budur. Ama Atatürkçü halk devletinin uzaktan yakından böyle bir anlam taşımadığı ve belirtmediği hemen söylenmelidir. Atatürkçü halk devleti, Türk halkının tümünü, yani Türk milletini kapsamına alır. Böyle bir halkçılık anlayışı, gerçek demokrasinin kurulması için gerekli olan ortamı en iyi biçimde hazırlar. *** __________________ *** Atatürk'ün Halkçılık'la İlgili Bazı Sözleri İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir. (1921) Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir. (1921) Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil , fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek , esas prensiplerimizdendir. (1923) Mustafa Kemal Atatürk *** __________________ ***
  4. *** MİLLİYETÇİLİK : Ait olduğu milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle birlikte çalışmaya, bu çalışmayı ve bilinci, diğer kuşaklara da yansıtmaya "milliyetçilik" denilir. Şu tanıma göre milliyetçiliğin en önemli öğesi "millet" olmaktır. Öyle ise millet nedir? Bir insan topluluğuna millet diyebilmek için bazı niteliklerin o toplumda olup olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış biçimlerine göre, bir topluluğun millet sayılabilmesi için ırk birliği yetişir. Bu eksik bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar gibi, bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı aynı dili konuşabilmektir. Bu da her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür. İsviçre'de üç ayrı dil konuşulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna karşılık aynı dili konuşan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar aynı dili konuştukları halde aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de ayrı birer millet sayılabilirler. Kimileri de millet olmanın baş şartı olarak din birliğini kabul ederler. Kuşkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir görüştür. Bugün dünyanın en büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde çok çeşitli dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul edilebilecek Katoliklik ile Protestanlık Almanya'da, Amerika'da yan yana yaşamaktadır. Ama aynı dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek millet sayılamamışlardır. Öyle ise sayılan bütün bu şartlar bir insan topluluğunun millet olmasına yetmemektedir. Aynı toprak parçası üstünde yaşayan insanların millet olması için ilk şart, ortak bir geçmişe, kader birliğine, ortak bir gelecek hedefine sahip olmaktır. Bu, en tutarlı ve geçerli görüştür. Milliyet bağı böylece maddi olmaktan çok manevi bir ilişkidir. Bu görüşü benimseyen Atatürk, milleti şöyle tanımlamaktadır: Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına, birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır, işte bu ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır. Gene Atatürk'e göre, bu şartların doğal sonucu, ortak milli bir düşünce, ideal ve en önemlisi ortak dilin ortaya çıkmasıdır. Gerçi dil birliği millet olmanın baş şartı değildir ama insanları düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlayan ana dilin, pek çok millette tek olduğunu da unutmamak gerekir. Görülüyor ki, Atatürk, Türk milletini ırk veya din esası üzerine oturtmamıştır. Zaten akılcı bir yaklaşımla buna imkân da yoktur, özellikle Anadolu'daki Türk toplulukları başka ırklarla, yüzlerce yıldan beri kaynaşmış durumdadırlar. Anadolu'nun uygarlıkları birbirine bağlayan bir bağ olması bu sonucu doğurmuştur. Atatürk'ün millet anlayışı akılcı ve insancıldır. Atatürk'e göre bir milleti başka milletlerden ayıran nitelikler vardır. Her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkânları çerçevesinde kendini diğerlerine kabul ettirmek ve mutlu yaşamak zorundadır, işte bir milletin bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk milliyetçiliğinin amacı, Türk'ün her alanda yükselmesi, yücelmesidir. Atatürk'e göre, "asıl olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer bir millet için felâket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mutlu ettiği halde, diğerlerini mutsuz kılabilir", öyle ise, her millet akıl ve bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını bulmalıdır. "Türk milliyetçisi, gelişme ve ilerleme yolunda ve uluslararası ilişkilerde bütün çağdaş milletlere paralel olarak, onlarla bir uyum içinde yürüyecektir. Ama bunu yaparken Türk milletinin özelliklerini, bağımsız kişiliğini koruyacaktır. Türk Milliyetçisi diğer milletlerin hakkına, bağımsızlığına saygı gösterecektir. Ancak böylelikle diğer milletlerden de saygı görecektir. Kimsenin yurdunda gözümüz yoktur. Çünkü her milletin yurdu kutsaldır. Türk, büyük gücünü ancak haklarına saldırı olduğu zaman kullanacaktır". Atatürk, bütün milletlere saygı duyar, ama onların hepsinin üstünde Türk'ü görür. Ona göre, "Dünya yüzünde Türk'ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlar tarihinde görülmemiştir". Atatürk, tarih alanındaki olağanüstü çalışmalarıyla Türk'ün geçmişini aydınlatarak bu görüşe erişmiştir. Böylesine üstün bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin önde gelen öğelerindendir; "Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür". Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise "memleketi doğu ve batı diye ikiye ayırmak doğru değildir". Çünkü yurdumuz kutsaldır. "Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın". Atatürk'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok durmasının derin sebepleri vardır. Bu sebepler de gene tarihten kaynaklanmaktadır. Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin kurduğu en büyük, en görkemli devletlerden Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı, tam bir milliyetçilik anlayışının doğmasına imkân vermemiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nda her bakımdan birbirinden farklı çok çeşitli uluslar yaşardı. Bunu biliyoruz. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar dünyada milliyet ilkesi pek bilinmiyordu. Gerçi devletler kuran milletler, kendi yaşama biçimlerini, kültürlerini, anlayışlarını geliştiriyor, dillerini kullanıyorlardı, bağımsızlıklarını koruyorlardı. Ancak bunları belli bir millete bağlı olma bilinci içinde değil, belki toplumsal bîr zorunluluk olarak yapıyorlardı. Millete benlik veren milliyetçilik değil, din idi. Her millet mensup olduğu dinin buyruklarına ve kalıplarına uyarak yaşıyordu. XVII. yüzyıldan itibaren Batı'da iyice güçlenen akılcılık, aynı zamanda milliyetçiliği doğurmuştur. Batıda, çeşitli milletlere mensup olan düşünürler, her milletin diğerinden farklı olduğunu görmüşler, insanları dinin değil, milliyetin ilk planda birbirine bağlamasının akla uygun olduğunu anlamışlardır. Böylece milliyetçilik Batı'da gelişerek siyasal hayata girdi. XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâl ve onu izleyen büyük inkılâpla, milli devlet ve dolayısiyle milliyetçilik hızla bütün dünyaya yayılmaya başladı. Özellikle çok uluslu devletler için milliyetçilik akımı bir felâketti. Milliyetçilik akımının çok uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu için önem taşımış, imparatorluk sınırlan içinde yaşayan ve Türk olmayan çeşitli uluslar bağımsızlık isteği ile ayaklandılar. Osmanlı devlet adamları buna karşı bir çare aradılar: Din ayrımını kaldırarak ülkede yaşayan herkesi "Osmanlı" ilân ettiler. Ama bu kesin bir çözüm yolu değildi. Milliyetçilik bir büyük akımdı ve bu hareketi böyle bir davranışla önlemek mümkün değildi. Nitekim ülkede yaşayan uluslar birer ikişer ayaklanarak Osmanlı yönetiminden kopuyor, kendi milli devletlerini kurarak bağımsızlıklarını ilân ediyorlardı. Bu durum karşısında bazı Türk düşünürleri milliyetçilik akımının önlenemeyeceğini anlamaya başladılar. Şimdi yapılması gerekli olan, elde kalan ve üzerlerinde Türklerin yaşadığı vatan topraklarım, yeni milli devletlerin sataşmalarından kurtarmaktı. Hiç değilse bundan sonra Türk, vatanına sahip çıkmalıydı. Böylece, imparatorluk sınırlan içinde yaşayan çeşitli milletler arasında en son, Türklerin milliyetçilik anlayışı doğmuştur. Bu da XX. yüzyıl başlarına denk düşmektedir. Türk milliyetçiliği doğarken, yalnız Türklerin değil, bütün Müslümanların tek millet olması gereğini ileri sürenler de çıktı. Ama Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci Dünya Savaşında, Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan vurmaları, milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde göstermiştir. Atatürk, yeni Türk Devleti'ni kurduğu vakit durum bu idi. Bütün millete Türklüğünü anlatmak, göstermek, bu çok önemli konu üzerinde durmak gerekiyordu. Artık çok uluslu Osmanlı Devleti tarihe karışmıştı. Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yalnız Türkler yaşıyordu. Atatürk, Lozan Konferansında Türkiye'de yaşayan Rumları Yunanistan'a yollamayı başarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık Türkiye'de en yüksek oranda çoğunlukta idiler. Milli devlet kurulabilirdi. Bu bölümün başında belirtildiği gibi, her millet kendi yücelmesini, kendi yetenekleriyle sağlar. Bunun için de katıksız bir milliyetçilik gereklidir. Atatürk, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini geliştirmeye çalışmıştır. "Ne Mutlu Türküm diyene" sözü, milletimiz yaşadıkça anlamı yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir. *** __________________ *** Atatürk'ün Milliyetçilik ile İlgili Bazı Sözleri Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir. (1930) Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır. (1923) Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur. (1923) Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir. (1920) Mustafa Kemal Atatürk *** __________________ ***
  5. Çanakkale Şehitleri Ziyaretçi Defteri *** Onlar Meçhul Asker olarak Çanakkale’de dünya durdukça duracaklar. Her 18 Mart’ta Türk tarihinin büyük zaferlerinden birinin, Çanakkale Zaferinin yıldönümünü kutluyoruz. Ancak, Çanakkale Muharebeleri hakkında hâlâ her şeyi bildiğimiz söylenemez. Gün geçtikçe yeni belgeler ve bilinmeyenler de gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Ne var ki, hemen hiçbirimiz Gelibolu’da onların başından geçen hadiseleri tam anlamıyla bilmiyoruz… Çanakkale Savaşı ile ilgili bugüne kadar gizli kalmış, Savaşın acı, insanın vahşi yüzünü görüp, duydukça insanı ürperten bir gerçeğin karşısında zaferi kazanmanın onur ve gururunu yaşamanın yanında, yüreğimizi onulmaz bir acı, bir sızı kaplıyor… Bir insanlık utancı olan bu kanlı savaşın daha fazla dünyadan ve bu ülke insanlarından gizli kalması doğru değil... Çünkü bu olayın doğrudan muhatabı biziz… .. Ve .. ... Bütün bunları bilmek bizim hakkımız… Bizim hakkımız çünkü ; Hepimizin büyükbabası yahut onun akrabası bir şekilde bu savaşta bulunmuştu. Dedelerimiz savaşın, ordunun, stratejinin, taktiklerin vazgeçilmez parçaları olmalarının ötesinde... Çanakkale’de bir insan olarak, bizim ailemizin bir ferdi olarak yerlerini almışlardı. Ama biz onların yaşadıkları sıkıntıları, mahrumiyetleri, mahkumiyetleri, acıları, sevinçleri, beklentileri öğrenemedik. Çoğumuz onların mezarlarını dahi bilmiyoruz... Ve Onlar birer Meçhul Asker olarak Çanakkale’de dünya durdukça duracaklar. Bütün bunları bilmek bizim hakkımız; ve hangi insani değerlerin, nasıl bir acı ve ızdırapın sonucunda bağımsızlık ve özgürlüğümüzün kazanıldığını öğrenmek, onların kanlarıyla sulanmış bu vatan topraklarında yaşayan bizler için, onu korumak sorumluluğumuz… Bütün bunları bilmek; Bu vatan ve biz torunları için gözlerini kırpmadan ölüme giden atalarımızın bizlere bıraktıkları bu yüce değeri, bize bıraktıkları bu mirası daha iyi anlamamız açısından çok ama çok önemli… Bu nedenle, bu vatanın her türlü nimetinden yararlanan bizler, unutmamalı, unutturmamalı, 18 martlarda onların anısı önünde saygı duymalı, onların onur ve gururunu içimize yaşamalı ve yaşatmalıyız… Büyük ATATÜRK’ ün tüm dünyaya şu sözlerle; "Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar, göz yaşlarınızı siliniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler, onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır." …diyerek dile getirdiği insani değerleri yüreğimizde taşımalıyız… Sizler, bu vatan için gözlerini kırpmadan şehit ve gazi olan yüce atalarımız ; Biliyoruz ki bizler, bu yaşamın zorlukları ve mücadelesi içinde her zaman sizleri hatırlayamıyor, bazen de bize bırakmış olduğunuz bu mirasa zarar verebilecek ‘kendi aramızda’ kavgaların içinde de oluyoruz… Ama bize bıraktığınız bu yüce değerler öylesine büyük ki.., Onların farkına vardığımız anlarda aziz hatıranız önünde saygıyla eğiliyor, hepimiz tek bir yumruk olarak ‘sizlere layık olabilmek için’ sizden bize miras kalan bütün değerleri anlıyor ve koruyoruz… Yattınız yerde rahat uyuyun … Mekanlarınız cennet.., Ruhlarınız şad olsun… ***
  6. Mustafa Kemal Atatürk Ziyaretçi Defteri *** Ulu Önderim, Büyük Atam, Bugün 23 Nisan…Kurduğun Cumhuriyetin ilk Meclisinin açılışının üzerinden 86 yıl geçti. Yaşamın zorluklarından ve günlük sorunlarımızdan uzaklaşabildiğimiz ölçüde hep birlikte bu günün önemini yeniden kavramaya, anlamaya çalıştık… Sadece bugün değil, nesiller boyunca her yeni doğan Cumhuriyet çocuğunun ilk vazifesi Seni anlamak, Seni öğrenmek olmalıdır. Çünkü Sen; yalnız yaptıklarınla değil. İlk gençliğinden ölümüne kadar söylediklerinin ve yazdıklarının hiç şaşmayan doğruluğu ile örnek ve büyük bir idealistsin. Diktatör olmak, teokratik ve monarşik bir hükümet kurmak yerine laik ve demokrat bir hükümet kurdun.Yüzyıllardan beri kökleşmiş ve söküp atılması imkânsız sanılan yersiz alışkanlıklardan, devrini tamamlamış inançlardan ulusu kurtarmak için çok çalıştın. Bu davada yüzde yüz başarıya ulaşılmadığı bugünde hala senin bize emanetini yok etmeye çalışanların çabalarından belli. Ve onlar kendi emellerine ulaşmak, teokratik bir cumhuriyet kurmak amaçlarından asla vazgeçmeyecekler. Fakat yetişen aydın ve devrimci gençlik, bize olan emanetini korumak, kollamak, ulusu Senin bize gösterdiğin yoldan yürütecek kararlılık ve güçtedir. İlerlemek isteyen Doğulu bütün ulusların bizi örnek edinmeleri ve ilerlemiş medeni ulusların devrimlerimizi beğenip övmelerinin, Senin en büyük özelliğin olan, her düşünce ve hareketinde daima ulusal bilinci hakim kılmaya, gerçekleri kavramaya, medeniyeti bir bütün olarak kabul etmeye, bu idealine ve inancına milletini de uydurmak istemenden kaynaklandığını biliyoruz. Ve bizler şunu da biliyoruz ki; Halkımızın çoğunluğu devrimlerimizin bilincine vardığı, devrimlerimiz büyük ölçüde biçimden öze geçtiği anda medeniyet savımız çözümlenmiş ve özümlenmiş olacaktır. Bugün hala ileri ve geri kuvvetler çatışma halindedir. Bu savaşta, zamanın ileriye doğru akan coşkun seli ve gelişen olaylar ileri kuvvetleri üstün kılacaktır. Zafer bize gösterdiğin çağdaşlık yoludur, aydınlığındır, gerçeğindir. Dediğin gibi “ Aklın ve uygarlığın egemenliğini kabul edemeyenler ya bir düşmanın hâkimiyetine boyun eğecekler ya da yok olup gidecekler” dir. Biliyoruz ki; ''İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!'' diyen ölmez ruhun bizlere şimdi şöyle sesleniyor: ''Son hedefiniz, uygarlığın ön safıdır, ileri!'' Ve bu iletiyi okuyacak olan arkadaşların senin o yüce ve idealist kişiliğini gözler önüne seren aşağıdaki anekdotu (hikâyeciği) alıntı yaparak bitirmek istiyorum… “Milletler gam ve keder bilmemelidir. Şeflerin vazifesi, hayatı neşe ve şevkle karşılamak hususunda milletlerine yol göstermektir. Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı herşeyi kara görüyordu. ''Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız dünyadaki muvakkat (geçici) ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunmaz'' diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: ''Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şâtr olalım.'' Ben kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telâkkisini (Anlayış, görüş ) tercih ediyordum, fakat şu kayıtlar içinde: Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar bedbahttırlar. Besbelli ki o adam fert sıfatıyla mahvolacaktır. Herhangi bir şahsın, yaşadıkça memnun ve mes'ut olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Makûl bir adam, ancak bu suretle hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, saadeti için çalışmakta bulunabilir. Bir insan böyle hareket ederken, ''benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi?'' diye bile düşünmemelidir. Hattâ en mesut olanlar, hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır. Herkesin kendine göre bir zevki var. Kimi bahçe ile meşgul olmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister. Bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır. Bahçesinde çiçek yetiştiren adam bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da çiçek yetiştirendeki hislerle hareket edebilmelidir. Ancak bu tarzda düşünen ve çalışan adamlardır ki memleketlerine ve milletlerine ve bunların istikbaline faydalı olabilirler. Bir adam ki memleketin ve milletin saadetini düşünür, o adamın kıymeti birinci derecededir. Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve memleketi ancak şahsiyeti ile kaim gören (Ayakta durduğunu düşünen) adamlar, milletlerinin saadetine hizmet etmiş sayılmaz. Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşamak ve ilerlemek imkânlarına nail ederler (kavuştururlar). Kendi gidince terakki (ilerleme) ve hareket durur zannetmek bir gaflet – (aymazlık)- tir. Aziz hatıranın önünde saygıyla eğiliyorum.. ***
  7. ATATÜRK ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ KRONOLOJİSİ 1881 – 1953 ............1881: Selanik'te doğdu. ............1893: Askeri Rüştiye'ye girdi ve Kemal adını aldı. ............1895: Selanik Askeri Rüştiyesi'ni bitirdi, Manastır Askeri İdadisi'ne girdi. 13.03. 1899: İstanbul Harp Okulu Piyade sınıfına girdi. ............1902: Harp Akademisi'ne girdi ve burada gazete çıkardı. 11.01. 1905: Harp Akademisi'ni Yüzbaşı olarak bitirdi, Şam'a 5. Ordu'nun 30. Süvari Alayı'nda staj yapmak için atandı. -- .10. 1906: Şam'da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurdu. Şam'da topçu stajını yaptı ve Kolağası oldu 23.07. 1908: Meşrutiyet'in ilan edilmesi için çalışmaları. 31.03. 1909: 31 Mart ihtilalinde Hareket Ordusu Kurmay Subayı olarak çalıştı. 13.11. 1911: Mustafa Kemal, İstanbul'a Genelkurmay'a naklen atandı. 27.11. 1911: Mustafa Kemal, Binbaşılığa yükseldi. 09.01. 1912: Mustafa Kemal, Trablusgarp'ta Tobruk saldırısını yönetti. 27.10. 1913: Mustafa Kemal, Sofya Ateşemiliterliği'ne atandı. 01.03. 1914: Mustafa Kemal, Yarbaylığa yükseltildi. 02.02. 1915: Mustafa Kemal, Tekirdağı'nda 19. Tümeni kurdu. 25.02. 1915: Mustafa Kemal'in Maydos'a gidişi. 25.04. 1915: Mustafa Kemal, Arıburnu'nda İtilaf Devletleri'ne karşı koydu. 01.06. 1915: Mustafa Kemal'in Albaylığa yükselişi. 09.08. 1915: Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığı'na atandı. 10.08. 1915: Mustafa Kemal, Anafartalar'dan düşmanı geri attı. 01.04. 1916: Mustafa Kemal'in Tuğgeneralliğe yükselişi. 06.08. 1916: Mustafa Kemal, Bitlis ve Muş'u düşman elinden kurtardı. 20.11. 1917: Mustafa Kemal, memleketin ve ordunun durumunu açıklayan raporunu yazdı. -- .10. 1917: Mustafa Kemal, İstanbul'a döndü. 26.10. 1918: Mustafa Kemal, Halep'in kuzeyinde bugünkü sınırlarımız üzerinde düşman saldırılarını durdurdu. 30.10. 1918: Mondros Mütarekesi'nin imzalanması. 31.10. 1918: Mustafa Kemal'in Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı'na atanması. 13.11. 1918: Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı'nın kaldırılması ve Mustafa Kemal'in İstanbul'a dönüşü. 30.04. 1919: Mustafa Kemal'in Erzurum'da bulunan 9. Ordu Müfettişliği'ne atanması. 15.05. 1919: İzmir'e Yunan'lıların asker çıkarması. 16.05. 1919: Mustafa Kemal, Bandırma vapuruyla İstanbul'dan ayrıldı. 19.05. 1919: Mustafa Kemal, Samsun'a çıktı. 15.06. 1919: Mustafa Kemal, 3. Ordu Müfettişi ünvanını aldı. 21.06. 1919: Mustafa Kemal, Ulusal Güçleri Sivas Kongresi'ne çağırdı. 8-9.07.1919: Mustafa Kemal, askerlikten çekildi. (Saat: 20:50) 23.07. 1919: Mustafa Kemal'in başkanlığı altında Erzurum Kongresi'nin toplanması. 07.08. 1919: Erzurum Kongresi'nin bir Temsil Kurulu seçerek dağılması. 04.11. 1919: Mustafa Kemal'in başkanlığı altında Sivas Kongresi'nin toplanması ve 11 Eylül'de sona ermesi. 11.11. 1919: Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti Heyet Temsiliyesi Başkanlığı'na saçildi. 22.10. 1919: Amasya Protokolü'nün imzalanması. 07.11. 1919: Mustafa Kemal, Erzurum'dan milletvekili seçildi. 27.12. 1919: Mustafa Kemal, Heyeti Temsiliye'yle birlikte Ankara'ya geldi. 20.03. 1920: İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından ele geçirilmesi, Mustafa Kemal'in protestosu, Ankara'da yeni bir Millet Meclisi toplama girişimi. 18.03. 1920: İstanbul'da Meclis-i Mebusan'ın son toplantısı. 19.03. 1920: Mustafa Kemal tarafından Ankara'da üstün yetkiyi taşıyan bir Millet Meclisi toplanması hakkında illere duyuruda bulunulması. 23.04. 1920: Mustafa Kemal, Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtı. 24.04. 1920: Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi Başkanı seçildi. 05.05. 1920: Mustafa Kemal'in başkanlığında ilk Hükümet'in toplantısı. 11.05. 1920: Mustafa Kemal, İstanbul Hükümeti tarafından ölüm cezasına çarptırıldı. 24.05. 1920: Mustafa Kemal'in cezası Padişah tarafından onaylandı. 10.08. 1920: Osmanlı İmparatorluğu delegeleriyle İtilaf Devletleri arasında Sevr Antlaşması'nın imzalanması. 09.01. 1920: Birinci İnönü Savaşı Başladı. 10.01. 1920: Birinci İnönü Zaferi. 20.01. 1921: İlk Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa) Kanunu'nun esas maddelerinin kabulü. 30.03. 1921: İkinci İnönü Savaşı Başladı. 01.04. 1921: İkinci İnönü Zaferi. 10.05. 1921: Mustafa Kemal tarafından Büyük Millet Meclisi'nde Anadola ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu'nun kurulması, Mustafa Kemal'in Grup Başkanlığı'na seçilmesi. 05.08. 1921: Mustafa Kemal'e Başkumandanlık görevinin verilmesi. 22.08. 1921: Mustafa Kemal'in yönetiminde Sakarya Meydan Savaşı'nın başlaması. 13.09. 1921: Sakarya Meydan Savaşı'nın kazanılması. 19.09. 1921: Mustafa Kemal'e Mareşallik rütbesinin verilmesi ve Mustafa Kemal'in Gazi ünvanını alması. 26.08. 1922: Gazi Mustafa Kemal'in Kocatepe'den Büyük Taarruz'u yönetmesi. 30.08. 1922: Gazi Mustafa Kemal'in Dumlupınar Başkumandanlık Meydan Savaşı'nı kazanması. 01.09. 1922: Gazi Mustafa Kemal'in: "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, İleri !" emrini vermesi. 09.09. 1922: Türk Ordusu'nun İzmir'e girmesi. 10.09. 1922: Gazi Mustafa Kemal'in İzmir'e gelişi. 11.10. 1922: Mudanya Mütarekesi'nin imzalanması. 01.11. 1922: Gazi Mustafa Kemal'in önerisi üzerine saltanatın kaldırılması. 17.11. 1922: Vahdettin'in bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul'dan kaçması. 29.01. 1923: Gazi Mustafa Kemal'in Latife Hanım'la evlenmesi. 24.07. 1923: Lozan Antlaşması'nın imzalanması. 09.08. 1923: Gazi Mustafa Kemal'in Halk Fırkası'nı kurması. 11.08. 1923: Gazi Mustafa Kemal'in 2. Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na seçilmesi. 29.10. 1923: Cumhuriyet'in ilan edilmesi. 29.10. 1923: Gazi Mustafa Kemal'in ilk Cumhurbaşkanı olması. 01.03. 1924: Gazi Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisi'nde Halifeliği kaldırması ve öğretimin birleştirilmesi hakkında açış nutkunu söylemesi. 03.03. 1924: Hilafetin kaldırılması, öğrenimin birleştirilmesi, Şer'iyeve Evkaf Vekaletiyle (Bakanlığıyla), Erkanıharbiyei Umumiye Vekaletinin kaldırılması hakkındaki yasaların Büyük Millet Meclisi'nce kabul edilmesi. 20.04. 1924: Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye (Anayasa) Kanunu'nun kabul edilmesi. 17.02. 1925: Aşarın kaldırılması. 24.08. 1925: Gazi Mustafa Kemal'in ilk defa Kastamonu'da şapka giymesi. 25.11. 1925: Şapka Kanunu'nun Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmesi. 30.11. 1925: Tekkelerin kapatılması hakkındaki kanunun kabulü. 26.12. 1925: Uluslararası takvim ve saatin kabulü. 17.02. 1926: Türk Medeni Kanunu'nun kabulü. 01.07. 1927: Gazi Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı sıfatı ile ilk kez İstanbul'a gitmesi. (15-20).10.1927: Gazi Mustafa Kemal'in Cumhuriyet Halk Partisi 2. Kurultayı'nda tarihi Büyük Nutku'nu okunması. 01.10. 1927: Gazi Mustafa Kemal'in 2. Kez Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi. 09.08. 1928: Gazi Mustafa Kemal'in Sarayburnu'nda Türk harfleri hakkındaki nutkunu söylemesi. 03 10. 1928: Türk Harfleri Kanunu'nun Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmesi. 15.04. 1931: Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Tarih Kurumu'nun kurulması. 04.04. 1931: Gazi Mustafa Kemal'in 3.kez Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi. 12.07. 1932: Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Dil Kurumu'nun kurulması. 29.10. 1933: Gazi Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'in 10. Yıldönümünde tarihi nutkunu söylemesi. 24.10. 1934: Gazi Mustafa Kemal'e Büyük Millet Meclisi tarafından ATATÜRK soyadının verilmesi kanununun kabul edilmesi. 01.03. 1935: Atatürk'ün 4. kez Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi. 01.05. 1937: Atatürk'ün çiftliklerini Hazine'ye ve taşınamaz mallarını da Ankara Belediyesi'ne bağışlaması. 31.03. 1938: Atatürk'ün hastalığı hakkında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nin ilk resmi duyurusu. 15.09. 1938: Atatürk'ün vasiyetnamesini yazması. 16.10. 1938: Atatürk'ün hastalık durumu hakkında günlük resmi duyuruların yayınına başlanması. 10.10. 1938: Atatürk'ün ölümü. (Perşembe, saat: 09.05) 11.10. 1938: Atatürk'ün ölümü üzerine İstanbul Şehir Meclisi'nin olağanüstü toplantı yapması. Saraydaki Cumhurbaşkanlığı forsunun indirilerek yerine yarıya kadar indirilmiş Türk Bayrağı'nın çekilmesi. 12.10. 1938: Atatürk'ün ölümü dolayısıyla, Yüksek Öğretim gençliğinin Üniversite Konferans Salonu'nda toplanması. 13.10. 1938: Gençliğin Taksim Cumhuriyet Anıtı önünde toplanarak Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'i koruyacaklarına ant içmeleri. 14.10. 1938: Büyük Millet Meclisi çok hazin bir toplantı yaptı. 15.10. 1938: Hükümet Atatürk'ün Ankara'da ebedi istirahat yerine konulacağı 21 Kasım 1938 tarihini ulusal yas günü olarak duyurdu. 16.10. 1938: İstanbul'lular Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonu'ndaki katafalkı önünde, sabahın ilk saatlerinden gecenin son saatlerine kadar saygı ve üzüntü içinde son görevlerini yaptılar. 19.10. 1938: Büyük bir törenle, Atatürk'ün Dolmabahçe'den alınan yüce cenazesi, önce Sarayburnu'na, oradan Zafer torpidosuyla Yavuz zırhlısına götürüldü. Yavuz zırhlısıyla İzmit'e kadar götürülen tabut, oradan Ankara'ya yolcu edildi. 20.10. 1938: Atatürk'ün sevgili naşı Ankara'ya ulaştı ve Ankara'da Büyük Millet Meclisi önündeki katafalka konuldu. Ankara'lılar da son görevlerini saygıyla yaptılar. 21.10. 1938: Atatürk'ün cenazesinin Etnoğrafya Müzesi'ndeki Geçici Kabre konulması. 25.10. 1938: Atatürk'ün vasiyetnamesinin açılması. 26.12. 1938: Atatürk'ün "Ebedi Şef" sanıyla anılmasının kabul edilmesi. 04.10. 1953: Atatürk'ün Geçici Kabri'nin açılması. 10.10. 1953: Atatürk'ün cenazesinin Anıt-Kabir'e nakledilmesi. *** __________________
  8. ÇANAKKALE DESTANI ÇANAKKALE DESTANI'NIN SAYFALARINDAN BİRKAÇ SATIR ... *** DUR YOLCU! BİLMEDEN GELİP BASTIĞIN BU TOPRAK, BİR DEVRİN BATTIĞI YERDİR. EĞİL DE KULAK VER, BU SESSİZ YIĞIN BİR VATAN KALBİNİN ATTIĞI YERDİR. *** Çanakkale Savaşı, demir ve çeliğin, insan gücünü ve cesaretini yenemeyeceğini ve vatan sevgisini öldüremeyeceğini, yıldıramayacağını bütün dünyaya kanıtlamıştır. Bu savaş, milletçe uyanışımızın gerçek başlangıcı olmuştur. Mustafa Kemal Arıburnun'dan, Anafartalar'dan, Kocaçimen'in şahekasından bir güneş gibi doğmuştu. Çanakkale'de feda edilen Türk kanı, Türk istiklâlinin ve Cumhuriyeti'nin harcına karışmıştı. Şehitlerimizin ve gazilerimizin aziz hatırları önünde şükranla eğilelim... *** MUSTAFA KEMAL VE ÇANAKKALE Çanakkale Muharebeleri Mustafa Kemal’in hayatında bir dönüm noktası teşkil eder. Bu savaş O’nun kaderini derinden etkilemiştir. Savaş başladığında Sofya’da askeri ateşe olarak görev yapan Mustafa Kemal kendisine aktif görev verilmesini istemiştir. Ancak, isteği başkumandanlık tarafından geri çevrilmiştir. Bunun üzerine İstanbul’a şu telgrafı çekmiştir; “Vatanımın savunması ile ilgili fiili görevlerden daha önemli bir görev olamaz. Arkadaşlarım savaş meydanlarında ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam. Eğer birinci sınıf subay olmak değerinde değilsem, inancınız bu ise lütfen söyleyin”. O’nun kararlı tutumu İstanbul’u harekete geçirmiş, Harbiye Nazır vekili İsmail Hakkı imzalı bir telgrafla kendisinin “19. Tümen kumandanlığına tayin edildiği ve derhal İstanbul’a hareket etmesi” bildirilmiştir (2 Şubat 1915). İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Harbiye Nazırı Enver Paşa ile görüşmüş ve Enver Paşa’dan kendisinin atandığı görev hakkında bilgi istemiştir. Enver Paşa, O’nu ayrıntılı bilgi için Erkân-ı Harbiye ile görüşmeye yollamıştır. Ertesi gün yetkililer ile görüşen Mustafa Kemal’e böyle bir tümenin olmadığı, ancak Çanakkale’deki kuvvetlerin mevcudunda bu tümenin bulunabileceği bildirilmiştir. Bunun üzerine Çanakkale Komutanı Liman von Sanders’in kurmay başkanı Kazım Beyle görüşen Mustafa Kemal Kazım Bey’den 19. Tümenin kuruluş aşamasında bulunduğunu öğrenmiştir.. O, bu görüşmeden sonra görevine başlamak üzere Tekirdağ’a gelmiştir. Tümenini bir ay gibi bir sürede hazır hale getirerek Maydos’da istihdam edilmesini sağlamıştır (25 Şubat 1915). Ayrıca, bu bölgede kıyı gözetleme görevinde bulunan bazı piyade alayları ve topçu bataryaları da kendi emrine verilerek “Maydos Mıntıkası Komutanı” sıfatıyla Rumeli yakasında Ece limanından Seddülbahir ve Morto limanına kadar olan bölgenin muhafazasına memur edilmiştir. 18 Mart yenilgisinden sonra İtilâf Devletleri Nisan ayında kara harekâtını başlatmıştır. Conkbayırı’na asker çıkaran düşman ilk saldırıda Türk askerini dağıtmayı başarmıştır. Cephane yokluğundan kaçan Türk kuvvetleri Mustafa Kemal’in tam zamanında süngü hücumu emri vermesi ile toparlanmış ve yeniden karşı saldırıya geçmiştir. Böylece Conkbayırı düşman eline düşmekten kurtulmuştur. O daha sonra Arıburnu’nda askeri birliklere tarihte eşine çok az rastlanabilecek bir emir vermiştir: “Size ben taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimiz başka kuvvetler ve kumandanlar kaim olabilir.” Bu emre uyan 57. alayın hemen hemen tamamı şehit olmuş ve milletinin kalbindeki mümtaz yerini almıştır. Onların kanları Çanakkale Savaşı’nın gidişatını tamamen değiştirmiş, kazanılan zamanda geriden gelen kuvvetler onların yerlerini almış ve boğazın en stratejik noktalarından biri düşmana teslim edilmemiştir. Bu savaşlar aynı zamanda Mustafa Kemal’in ani karar verme, risk alma gibi hem bir devlet adamında olması hem de bir askerde bulunması gereken yeteneklerin kendinde vücut bulduğunun ispatıdır. 19 Mayıs 1915’e kadar süren çarpışmalarda düşman kuvvetleri ehemmiyetli bir başarı kazanamamıştır. Mustafa Kemal, bu cephedeki başarıları sebebiyle 1 Haziran 1915’te albaylığa yükseltilmiştir. Yine başarılarından dolayı önce gümüş imtiyaz madalyası ile daha sonra ise altın liyakat muharebe madalyası ile taltif edilmiştir. Türk birliklerinin kahramanca dayanmaları ve 19. Tümen komutanı Mustafa Kemal’in olağanüstü görüş ve kavrayışı, hele sorumluluk yüklenmekteki cesareti olmasaydı iş baştan bitmişti. Yeni kuvvetler getiren düşman Conkbayırı-Kocaçimen hattına saldırıp buraları aldıktan sonra Kabatepe-Maydos hattına ilerleyerek Türk ordusunun İstanbul ile bağını kesmek, geri kalan kuvvetlerle de Anafartalar’a çıkarak burasını hareket üssü yapmak istedi. 6/7 Ağustos gecesi Arıburnu kuzeyinde ve Anafartalar’da çıkarma başladı. Kendi isteği üzerine 8/9 Ağustos gecesi Anafartalar Grubu komutanlığına tayin edilen Mustafa Kemal’e derhal saldırıya geçmesi bildirildi. Mustafa Kemal bu ağır ve sorumluluk isteyen görevi nasıl bir düşünceyle kabul ettiğini şöyle anlatır: “Vakaa böyle bir mesuliyeti deruhte etmek, basit bir keyfiyet değildir. Fakat ben, vatanım mahvolduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için kemali iftiharla bu mesuliyeti deruhte ettim”. Önce kararlaştırdığı saldırıyı bizzat yöneterek üstün kuvvetleri geriletti, 10 Ağustos sabahı tanyeri ağarırken düşman üzerine süngü ile atılmak için hazırladığı asker saflarının önüne geçerek kuvvetlerine saldırı emri verdi: “Askerler! Karşınızdaki düşmanı yeneceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Evvelâ ben ileri gideyim. Siz, ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız!”. O, çarpışmanın gidişatını izlerken bir şarapnel parçası göğsünün sağ tarafına çarpar ve cebindeki saati parçalar. Bu saati daha sonra günün hatırası olmak üzere Ordu Komutanı Liman von Sanders’e verir. Sanders’de aile asalet armasını taşıyan bir saati Mustafa Kemal’e hediye eder. Onun şu sözleri bu savaşa verdiği önemi ve bu savaşın önemini belirtmesi bakımından oldukça manidardır: “Burada benimle beraber harbeden bütün askerler kat’i olarak bilmelidirler ki bize düşen namus görevini yerine getirmek için, bir adım geri gitmek yoktur. Rahat uykusu aramanın, bu rahattan yalnız kendimizin değil, bütün milletimizin ebedi olarak yoksun kalması ile sonuçlanacağını hepinize hatırlatırım”. Ağustos muharebelerinden sonra savaşın siper harbine dönüşmesi üzerine Mustafa Kemal taarruz edilerek düşmanın bölgeden atılmasını teklif etmiş, teklifi kabul edilmeyince de 10 Aralık 1915’te görevinden istifa etmiştir. Sanders istifayı kabul etmeyerek hava değişimine çevirmiştir. İstanbul’a geldikten sonra düşmanın Çanakkale’yi 19 Aralık 1915’te boşalttığını öğrenmiştir. Mustafa Kemal daha önce 19 Ağustos 1915 tarihinde yayınlanan bir irade ile 16. Kolordu komutanlığına tayin edilmiştir. O, 1917’ye kadar sürecek yeni görevine 14 Ocak 1916’ta başlamıştır. Mustafa Kemal’in Türk milletinin kalbinde taht kurmasının bazı özel sebepleri vardır. Bu sebeplerin başında Onun ömrünü savaşlarda geçirmiş bir insan olmasına rağmen savaşı hiç bir zaman tasvip etmemesi gelir. O, bir barış savunucusudur. Onun barış taraftarlığı; “Yurtta sulh cihanda sulh” veciz ifadesiyle tüm dünyaya ilan edilmiştir. Ayrıca savaştığı insanlara dahi saygıyla bakmayı başarabilmiş biridir. Çünkü, savaşın milletlerin birbirine düşmanlığından değil, siyasi çıkarlar için yapıldığına inanmaktadır. Onun Çanakkale’de ölen askerler için söylediği aşağıdaki sözler bunun en iyi kanıtıdır: ATATÜRK'ÜN 1934 YILINDA DÜNYA ÜLKELERİNE ve İNSANINA HİTABEN YAZDIĞI ANITLAŞAN ALTIN SÖZLERİ : "Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar, gözyaşlarınızı siliniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler, onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır." Mustafa Kemal ATATÜRK, 1934 "THOSE HEROES THAT SHED THEIR BLOOD AND LOST THEIR LIVES... YOU ARE NOW LYING IN THE SOIL OF A FRIENDLY COUNTRY. THEREFORE REST IN PEACE. THERE IS NO DIFFERENCE BETWEEN THE JOHNNIES AND THE MEHMETS TO US WHERE THEY LIE SIDE BY SIDE HERE IN THIS COUNTRY OF OURS... YOU, THE MOTHERS, WHO SENT THEIR SONS FROM FAR AWAY COUNTRIES, WIPE AWAY YOUR TEARS; YOUR SONS ARE NOW LYING IN OUR BOSOM AND ARE IN PEACE. AFTER HAVING LOST THEIR LIVES ON THIS LAND THEY HAVE BECOME OUR SONS AS WELL." ( ATATÜRK, 1934 ) Kaynaklar : * Zafer GÖLEN*Türk Dünyası Dergisi Sayı:148 ** Çanakkale Savaşları ve Gezi Rehberi, *** 57. ALAY 57. ALAY, Çanakkale Savaşları'nda ve Türk Toprağı'nın savunulmasında büyük bir öneme sahiptir. Göğüs göğüse çarpışmaların yaşandığı ve Atatürk'ün de 57. ALAY'a hitabı da söz konusudur: "Onlar mukaddes vatan toprakları için canlarını seve seve vermişler, Çanakkale Savaşları'nın kaderini değiştirmişlerdir. Burada geçen her saniye, kullanılan her an, ölen her nefer Türk vatan ve milletinin mukadderatını çizmiştir. Kara savaşlarına katılan ilk birlik olan 57. ALAY vatan sevgisinin ne olduğunu insanlığa göstermiştir. Bu kahraman Alayı hayranlık, minnet ve rahmetle anıyorum..." *** ATATÜRK, 18 MART ÇANAKKALE ZAFERİNİ ANLATIYOR: " Bu tamamen bahri bir harekettir. Sahil müdafaası Cevat Paşa Hazretleri'nin tahtı emrinde bulunuyordu. Benim bu hareketle alakam dolayısıyladır. Yalnız 18 Mart gününün sabahı Cevdet Paşa Hazretleri Maydos'ta bulunan karargahıma gelmişti. Kendisine Seddülbahir sahil mıntıkasındaki tertibatı göstermek üzere beraber Kirte'ye gittik. Oraya vardığım zaman düşman donanmasının açtığı ateşin altında kaldık. Mezkûr mıntıkanın muhafazasına memur 26. Alay Kumandanı'na icap eden talimatı şifaiyemi verdim. Ve Cevat Paşa ile bulunabilmek için Maydos'a döndük. O gün sahil bataryalarımızda bulunan askerler, zabitler ve kumandanlar cidden şayanı takdir bir fedakârlıkla, hani cesaretin, tevekkülün azamiyesiyle sonuna kadar toplarını kullanmışlar, vazifelerini ifa etmişlerdir. Düşünün ki birçok çökmeler, infilaklar, yangınlar, zayiat arasında bunlar hiç titremeden vazifelerini yapmışlardır." Mustafa Kemal ATATÜRK *** "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hâkim olabilir" 25 Nisan 1915 / Conkbayırı / Mustafa Kemal *** YAHYA ÇAVUŞ ŞEHİTLİĞİ ( ANIT YAZISI ) 19. Tümen Komutanı Albay Mustafa Kemal 24 Nisan 1915 günü bütün birliklerle karaya ayak basacak her işgalci düşman askerlerinin yok edilmesi emrini verdi. 25 Nisan 1915 sabahı düşman savaş gemileri Ertuğrul Koyu'na tonlarca bomba yağdırdı. 26. Alay'ın 3. Taburu bu bölgeyi koruyordu. Tabur Komutanı Mahmut Bey ile Asteğmen Hüseyin Bey'in şehadeti üzerine komuta Ezineli Yahya Çavuş'un eline geçti. Yahya Çavuş Galiçya ve Balkan Savaşı'na katılmış 28 yaşında cesur bir asker sağ kalan 67 arkadaşı ile siperlerde mevzilenmiştir. Albien ve River gemilerinden şafakla beraber karaya çıkmaya başlayan 3000 düşman askerini Ertuğrul Koyu'nun sularına gömmüş, deniz kızıla boyanmıştır. 48 saat düşmanın binlerce top mermisi ve askerine karşı kıyı ve siperleri korumuştur. Düşman bir tümen bildiği Türk Birliği'ni Yahya Çavuş'u siperlerinde 62 kahraman ve şehidin cesedi ile karşılaşınca hayretler içinde kalmıştır. Yahya Çavuş kopan diğer bacağını, tüfeğinin kayışı ile bağlamış olarak diğer beş arkadaşı ile birlikte Alçı Tepesi eteklerinde 27 Nisan günü şehadet mertebesine ermiştir. Yüce kahramanları minnetle anıyoruz. Kaynak : Yahya Çavuş Şehitliği - Anıt Yazısı *** 57. ALAY ve İLGİNİZİ ÇEKECEK BİR OLAY Bu şehitlik yapılırken, toprak altında kalmış siperlerden birinde, birbirlerine sarılmış iki subay iskeleti bulunmuştur. Toprak içinde bulunan künye ve muskadan, birisinin 57. ALAY 6. Bölük Komutanı Erzincanlı Üsteğmen Mustafa Asım'a, diğer subayın İngiliz Kolordusundan Yüzbaşı L. J. Woiterse ait olduğu anlaşılmıştır. İskeletler muska ve künye aynı yere gömülmüş bulunan İngiliz ve Osmanlı mermileri ilgililerce tespit edilmiştir. Bu iki kahramanın 26 Nisan 1915 günü siperlerde boğuşurken öldüğü anlaşılmıştır. Allah Rahmet eylesin, toprakları bol olsun... Kaynak : ( Güzel Sanatlar Genel Müdürü, Çanakkale, 25 Ekim 1992 ) *** "Benimle beraber burada muharebe eden askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepinize hatırlatırım." 3 Mayıs 1915 / Arıburnu / Mustafa Kemal *** MEHMETÇİĞİN, ÇANAKKALE SAVAŞI'NI KAZANDIRAN YÜKSEK KARAKTERİ! Bombasırtı Olayı ( 14 Mayıs 1915 ) çok önemli ve dünya harp tarihinde eşine rastlanması mümkün olmayan birhadisedir. Karşılıklı siperler arasında mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak: Birinci siperlerdekilerin hiçbirisi kurtulamamacasına hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur'an-ı Kerim okuyor ve Cennet'e gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenlerse Kelime-i Şahadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngüyle çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebeleri'ni kazandıran bu yüksek ruhtur." Mustafa Kemal ATATÜRK *** MUSTAFA KEMAL'İN YÜCE MİLLETİMİZE BAĞIŞLANDIĞI AN "10 Ağustos 1915. Conkbayırı'nı almak ve bütün boğaza hâkim olmak için İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan ağarmak üzereydi. 8. Tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım. Mutlaka düşmanı mağlup edeceğinize inanıyorum. Ancak siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücum baskın tarzında olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20 - 30 m. yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı'nda çıt çıkmıyordu. Dudaklar sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstünde kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 04.30'da kıyametler kopmuştu. İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. Allah Allah sesleri bütün cephelerde, karanlıkta gökleri yırtıyordu. Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hâkim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi gülleleri büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde cebimde bulunan saat paramparça olmuştu. O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpıştım. Yalnız bu şarapnel vücudumda kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı. Aynı gün gece, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman Von Sanders Paşa'ya hatıra olarak verdim. Çok şaşrımış, heyecanlanmıştı. Kendileri de altın cep saatini bana hediye ettiler. Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve Çanakkale'nin geçilemeyeceğini iyice anlamış oldular." Mustafa Kemal ATATÜRK * Limon Von Sanders'in 10 Ağustos 1915 gecesi Mustafa Kemal'e hediye ettiği altın saat * Anıtkabir Müzesi'nde bulunmaktadır. * Mustafa Kemal'in kalbinin üzerinde parçalanan saat Almanya'da Soudus aile koleksiyonundadır. *** "İngiltere Harbiye Bakanlığına, Niçin geriye çekildiğimizi soruyorsunuz, bütün gerçeği tüm açıklığı ile size bildirmek isterim. Çok cesur muharebe eden, en iyi sevk ve idare edilen asil Türk Ordusunun ve Albay Mustafa Kemal gibi dahi bir komutanın karşısında bulunuyoruz. Bunu hiçbir zaman unutmayalım." General Hamilton Çanakkale İngiliz Başkomutanı 17 Ağustos 1915 *** [/font] *** ANZAKLARIN TÜRKLER HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ * 25 Nisan 1915 günü Conk Bayırı'nda Türkler ve birleşik kuvvetleri arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8 - 10 metre mesafe var, süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. iki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz Yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden, kimse çıkıp yardım edemiyordu. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk askeri silahsız siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor, ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor. Siperdekiler kendisine nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz Subayı'nı okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omzuna attı. Ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperine döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk Askeri'nin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu. Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetçiğe derin sevgi ve saygılar…. ( Üsteğmen Casey; Sonradan Avustralya Genel Valisi olmuştur. ) * Biz Çanakkale Yarımadası'ndan Türklerle savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek, kahraman Türk Milleti'ne ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık. Bütün Avustralyalılar Mehmetçiği kendi evlâtları gibi sever, onun mertliği, vatan ve insan sevgisi, siperlerdeki dayanılmaz heybeti ve cesareti, bütün Anzakları hayran bırakan yurt sevgisi, insanlığın örnek alacağı büyük hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla. ( Lord Casey, Avustralya Genel Valisi, 1940 ) * Cesur, girişken ve şakacıydılar. Jonny Türk'e ateş edip vuramadığımızda, tüfekle "ıskaladınız" işareti yapardı. Büyük lideriniz bize saygı ifade eden konuşmasından sonra duygu ve düşüncelerimiz değişti. O konuşma, yenen bir komutanın, yendiği düşmana yaptığı en büyük övgüdür. Nefret yok, saygı var. Olayın tümü bir trajedidir. Hiç olmaması gerekirdi. Cesur bir düşman ve sıcak dost bir ulusun anısını hep yaşatacağım. ( Avustralyalı 94 yaşında Albert Roy Kyle ) * Gelibolu'dan önce Türk'ü fazla tanımıyorduk. Ama herşey bitip savaş sona erince "Jonny Türk"ün hiç de fena bir insan olmadığını düşündüm. Karşı karşıya olup çarpıştığımız kuvvetler her zaman uyanık ve tetikteydiler. Onlara saygı duyuyorduk. ( Yeni Zelandalı 100 yaşında Martin A. Brooke ) * Türk askeri cesurdu. Ölmekten korkmuyorlardı. ( Avustralyalı 96 yaşında H. W. Smith ) * Şunu söyleyebilirim ki, Kanlı Sırt Çarpışmaları, Çanakkale Savaşları'nın en şiddetli çarpışmalarındandı. 8.000 Türk ve 2.000 Avustralyalı öldü. Ne korkunç insan ve can kaybı. Türkler'in cesareti ve dirençleri saygı yarattı. ( Avustralyalı 97 yaşında Arthur T. Beezley ) * Türkler dürüst savaşçıydılar. Türkler hakkındaki düşüncelerim değişmedi. Almanlara karşı duyduğumuz nefreti, onlara karşı dumuyorduk. ( Yeni Zelandalı Cedric Stpolyion Smith ) * Türklere asker olarak saygı duyduk. Çünkü donanımca çok yetersiz olmalarına rağmen sıkı çarpışıyor ve iyi nişancılık yapıyorlardı. Gelibolu büyük ve korkunç bir hataydı. ( Avustralyalı 96 yaşında Ernest George Guest ) * Ülkeme, Türk'e asker olarak savaş yeteneği için ve bir dereceye kadar da yaşam biçimlerine saygı duygularımla döndüm. ( Avustralyalı 94 yaşında Thomas William Epps ) * Savaşın sonlarına doğru izlenimimiz, onların kolay yenilmeyen sıkı savaşçılar olduğu şeklindeydi. ( Yeni Zelandalı 96 yaşında Alfred Douglas Dusley ) Türkler iyi ve dürüst savaşçıydılar. Cephede şartlarımız kötü, su azdı. Herkese günlük bir litreden az su veriliyordu. ( Yeni Zelandalı 97 yaşında Arthur Barleet ) * Savaş bitip ülkeme evime döndüğümde memnundum. Fransa'da ikibuçuk yıl çarpıştıktan sonra Türkler hakkında daha iyi şeyler düşünür oldum. ( Avustralyalı 92 yaşında John Henry Norris ) * Gelibolu'da kaldığım süre içinde Türkler'in herhangi bir çirkin ya da alçakça tutum ve eylemini işitmedim. Oysa daha sonra gittiğim Fransa'da deneyimlerim çok farklı oldu. ( Avustralyalı 97 yaşında C. J. Hazlitt ) *** Kaynaklar : * Ruşen Eşref Önaydın - Anafartlar Kumandanı – Mustafa Kemal İle Mülakat – ** Atatürk, Hazırlayan: Mehmet Özel, T.C. Kültür Bakanlığı, Milliyet Yayınları. *** Çanakkale Savaşları ve Gezi Rehberi, Derleyen; Salih Zeki Uluarslan ***
  9. Kurtuluş Savaşı hakkında herşey *** ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI I. DÜNYA SAVAŞI (1914-1918) I. DÜNYA SAVAŞI'NDA OSMANLI DEVLETİ Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılıp yok oluşunu ve yıkıntıları üzerinde yeni bir bağımsız Türk Devleti'nin kurulmasını hazırlayan I. Dünya Savaşı dünya tarihi açısından olduğu kadar, Türkiye açısından da büyük önem taşır. Bu savaşın çıkışı, olayların büyük bir savaşa doğru akışı, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu savaşa sürüklenişi tarihsel bir gelişimin bir sonucudur. Bu savaş, Fransız Devrimi ve 25 yıla yakın süren devrim savaşlarının meydana getirdiği politik, sosyal ve ekonomik gelişmelerin devamlı ve doğal sonucu oldu. Ulusalcılık hareketlerinin liberalizmden daha büyük güç kazandığı, ulusal devletlerin hammadde kaynakları ve üretim mallarına pazar bulmak için yaptıkları mücadele, sömürgecilik ve emperyalizm adı altında 19. yy.ın 20. yy.a bıraktığı kötü bir mirastı. 1914 yılının ilk altı ayı içinde Almanya Osmanlı Devleti'nin kötü askeri durumu yüzünden Anadolu'ya yönelik bir Rus saldırısına karşı Türk topraklarını korumanın sorumluluğunu yüklenmek istemediği için Osmanlı Devleti ile bir ittifak yapmayı düşünmüyordu. Temmuz 1914'te savaş durumu belirince Almanya, Osmanlı Devleti ordusunun iyi donatılması ve yetenekli komutanlar elinde olması halinde kendisine yararlı olacağını düşündü. Asıl amacı Halife'nin dinsel gücünden yararlanmak idi. Bu savaştan yengi ile çıkması durumunda Almanya'nın en büyük kazancı Orta Doğu'ya yani Osmanlı Devleti topraklarına egemen olmaktı. Bu savaşın Osmanlı Devleti'ni ilgilendiren bölümü Orta Doğu'ya Almanya'nın mı, yoksa İngiltere-Fransa'nın mı egemen olacağı idi. İttifak önerisi yine de Osmanlı Devleti'nden geldi. 22 Temmuz'da Enver Paşa Alman Büyükelçisi'ne doğrudan ittifak önerisinde bulunurken; Sadrazam da aynı öneriyi Avusturya Büyükelçisi'ne yaptı. İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleri buna zorunlu olduklarını, Osmanlı Devleti'ni yalnızlıktan kurtarmak için İngiltere ve Fransa'ya yapılan önerilerin geri çevrildiği için Almanya'nın böyle bir ittifaka yanaşmasının bir fırsat olduğunu savunuyorlar ve isteğin Almanya'dan geldiğini ileri sürüyorlardı. Alman Elçisi Von Vangenhayn ile yapılan görüşmelerden sonra 2 Ağustos 1914 tarihinde, savaşın başlamasının ertesi günü, Osmanlı Devleti Almanya ile ittifak antlaşması imzaladı ve seferberlik ilan etti. Antlaşma açıklanmadı. Sadrazam Sait, Harbiye Nazırı Enver, Talat Paşa ve Halil Bey antlaşmanın imzalanmasının sorumlusuydular. Osmanlı Devleti'nin geleceğini Almanya'nın yenilmezliği varsayımına bağlayan ve antlaşmanın baş sorumlusu Enver Paşa, Almanya'nın savaşı çok kısa bir sürede kazanacağını düşünerek, fırsatı kaçırmamak için bir an önce savaşa girmek istiyordu. Osmanlı Devleti bu savaşa, ülkenin yönetimini elinde bulunduran İttihat ve Terakki liderlerinin sorumsuz davranışları sonucu sürüklendi. Olayların akışından da anlaşılacağı gibi bu sürükleniş, birbirini izleyen üç olup bittiyle gerçekleşti. Birincisi :.....2 Ağustos 1914 tarihli Osmanlı-Alman ittifakı, İkincisi :......İki Alman gemisinin Çanakkale Boğazı'na girmesi, Üçüncüsü :..Karadeniz'de Rus donanmasına yapılan saldırıdır. Bu üç olay da Meclis'in, Padişah'ın ve Hükümet'in bilgisi dışında, yalnız Enver ve kısmen Talat, Halil ve Sait Halim Paşaların sorumluluğu açıkça görülmektedir. Osmanlı Padişahı Halife sıfatıyla 11 Kasım 1914'te "Cihad-ı Ekber " ilan etti ve Fetva yayınladı. İngiltere, Fransa, Rusya İslam düşmanı, Almanya ise Halife'nin ve İslam'ın dostu olarak gösterildi. Sünniler için yayınlanan fetvanın yanı sıra Şiiler için yayınlanan Fetva da önemli yer tutar. 22 Ocak 1915 tarihli Tanin Gazetesi'nde de bir örneği bulunan bu Fetva'da "Sünni, İmami, Zeydi, Vahhaki, Havarız fırkaları (mezhepleri) " nin, kafirlerin İslam dünyasında saldırısına ve yağmasına karşı birleşmeleri isteniyordu. Halifeyi manevi lider tanımayan İran, Şii olması nedeniyle Cihad ve Fetvalara önem vermedi. Afganistan ise, 1914 yılında iç işlerinde serbest olmasına rağmen, dış işlerinde İngiltere'ye bağımlı idi. Askeri gücü de yoktu. Afganistan'ın, Osmanlı Halifesi'nin cihat ve fetvalarına uyması olanaksızdı. Osmanlı yöneticilerinin Arap ve Hint Müslümanlarını ayaklandırmak girişimlerine karşı, İngiltere aktif ve dengeli politika izliyordu. Osmanlı Devleti egemenliğinde olan Hicaz'da hüküm süren Haşimi Ailesi'nden Şerif Hüseyin'in oğlu aracılığıyla bir anlaşma ortamı hazırladılar. Daha yeni vefat eden Ürdün Kralı Hüseyin'in büyük babası ve eski Maveraün Ürdün Emiri olan Abdullah, Kahire'deki İngiliz Yüksek Komiseri Lord Kitchener ile temasta bulundu. Kitchener'in halefi Mac Mahon zamanında da süren bu ilişki sonunda 23 Ekim 1914'te antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre İngiltere, müttefiki Fransa'nın çıkarlarına zarar vermeden, Arapların bağımsızlığını tanıyacak ve destekleyecekti. İskenderun, Mersin, Şam Arap toprağı sayılıyor ve Hüseyin'e "Büyük Arap Krallığı" tahtı vaad ediliyordu. Osmanlı Devleti daha savaşa girmeden, İngiltere Orta Doğu'da gerekli önlemleri alıyordu. Osmanlı Devleti'nin savaşa katılmasından kısa bir süre sonra 22 Kasım'da Basra'yı bu önlemlerin ilk adımı olarak işgal ettiler. İngiltere Arap Emirlikleri ile ilişkilerini savaş başladıktan sonra daha da yoğunlaştırdı. 3 Kasım 1914'te İngiltere, koruyuculuğu altında bağımsızlığını tanıdı. 18-19 Aralık'ta da Mısır üzerinde İngiliz koruyuculuğunun (protectorate) kurulduğunu ilan etti. İngiltere, 26 Ocak 1915'te İbn Suud ve 3 Kasım 1916'da da Katar Şeyhi ile anlaşarak tüm Arap Şeyhleri'ni kendine bağladı. Cihad ilanı emir ve şeyhler üzerinde örneğin başlangıçta Mekke Şerifi Hüseyin üzerinde biraz duraksama etkisi yaptıysa da İngiltere'nin politikası ve etkinliği sonucu onun yanında yer aldılar. Halife'nin cihat ilanının ve fetvalarının etkisiz kalışı İngiltere ve Fransa'ya, kendi sömürgelerinden gelen Müslüman askerlerini güvenle kullanmak olanağı verdi. İngiltere'nin, çoğunluğu Hint Müslümanlarından oluşan 941.000 kişiyi seferber ettiği ve bunların % 80'nin (756.000 kişi) Türk cephelerinde savaştığı göz önüne alınırsa, Halife'nin Müslümanlar üzerinde dini etkisinin olmadığı açıkça görülür. Cihad ve fetvaların etkisiz kalmasının nedenlerini: 1. Müslüman toplulukların gerçekte kendi bağımsızlıklarını bile korumaya güçlerinin bulunmayışı 2. Müslüman topluluklar içinde Hilafet makamının bir kaç tane olduğunun kabul edilmesi 3. Bu makamın etkisinin bulunmaması 4. Emperyalist devletlerin, İslam Dini'ni iyi inceleyip, kendi çıkarlarına uygun olarak en akıllı şekilde kullanmaları 5. İslam toplumlarının yapılarının ve kültürel seviyelerinin ulusalcılık çağının gerisinde bulunuşu ve sömürgecilerin bunu iyi değerlendirmeleri ***
  10. İSTİKLÂL MARŞI - KAHRAMAN ORDUMUZA - KORKMA! SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK; SÖNMEDEN YURDUMUN ÜSTÜNDE TÜTEN EN SON OCAK. O, BENİM MİLLETİMİN YILDIZIDIR, PARLAYACAK, O BENİMDİR, O BENİM MİLLETİMİNDİR ANCAK! ÇATMA, KURBAN OLAYIM, ÇEHRENİ EY NAZLI HİLÂL, KAHRAMAN IRKIMA BİR GÜL! NE BU ŞİDDET BU CELÂL? SANA OLMAZ, DÖKÜLEN KANLARIMIZ SONRA HELÂL. HAKKIDIR, HAKK'A TAPAN MİLLETİMİN İSTİKLÂL. BEN EZELDEN BERİDİR HÜR YAŞADIM, HÜR YAŞARIM. HANGİ ÇILGIN, BANA ZİNCİR VURACAKMIŞ? ŞAŞARIM. KÜKREMİŞ SEL GİBİYİM, BENDİMİ ÇİĞNER, AŞARIM. YIRTARIM DAĞLARI, ENGİNLERE SIĞMAM, TAŞARIM. GARB'IN ÂFÂKINI SARMIŞSA ÇELİK ZIRHLI DUVAR; BENİM İMAN DOLU GÖĞSÜM GİBİ, SERHADDİM VAR, ULUSUN, KORKMA!... NASIL BÖYLE BİR İMANI BOĞAR, "MEDENİYET" DEDİĞİN TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR? ARKADAŞ, YURDUMA ALÇAKLARI UĞRATMA, SAKIN! SİPER ET GÖVDENİ, DURSUN BU HAYÂSIZCA AKIN. DOĞACAKTIR SANA VA'DETTİĞİN GÜNLER HAKKIN... KİM BİLİR, BELKİ YARIN, BELKİ YARINDAN DA YAKIN! BASTIĞIN YERLERİ "TOPRAK" DİYEREK GEÇME, TANI.. DÜŞÜN ALTINDAKİ BİNLERCE KEFENSİZ YATANI... SEN ŞEHİT OĞLUSUN, İNCİTME, YAZIKTIR ATANI, VERME, DÜNYALARI ALSAN DA BU CENNET VATANI... KİM BU CENNET VATANIN UĞRUNA OLMAZ Kİ FEDÂ? ŞÜHEDA FIŞKIRACAK, TOPRAĞI SIKSAN, ŞÜHEDA. CÂNI, CÂNÂNI, BÜTÜN VARIMI ALSIN DA HÜDA, ETMESİN TEK VATANIMDAN BENİ DÜNYADA CUDA. RUHUMUN SENDEN İLAHİ, ŞUDUR ANCAK EMELİ: DEĞMESİN MA'BEDİMİN GÖĞSÜNE NA-MAHREM ELİ. BU EZANLAR - Kİ ŞAHÂDETLERİ DİNİN TEMELİ - EBEDİ YURDUMUN ÜSTÜNDE BENİM İNLEMELİ. O ZAMAN VECD İLE BİN SECDE EDER - VARSA - TAŞIM; HER CERîHAMDAN, İLAHî, BOŞANIP KANLI YAŞIM. FIŞKIRIR, RÛH-U MÜCERRET GİBİ YERDEN NA'ŞIM! O ZAMAN YÜKSELEREK ARŞA DEĞER BELKİ BAŞIM! DALGALAN SEN DE ŞAFAKLAR GİBİ EY ŞANLI HİLÂL! OLSUN ARTIK DÖKÜLEN KANLARIMIN HEPSİ HELAL! EBEDİYEN SANA YOK, IRKIMA YOK İZMİHLAL! HAKKIDIR, HÜR YAŞAMIŞ BAYRAĞIMIN HÜRRİYET; HAKKIDIR, HAKK'A TAPAN MİLLETİMİN İSTİKLÂL. - Mehmet Âkif Ersoy - TBMM'ce Kabulü: 12 Mart 1921 Beste: Osman Zeki Üngör Bestenin Milli Marş Oluşu: 1930 ***
  11. TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI KRONOLOJİSİ * 1921 ANAYASASI * 1924 ANAYASASI * 1961 ANAYASASI * 1982 ANAYASASI ***İLK ANAYASA Türk tarihinin ilk yazılı anayasası, 23 Aralık 1876 tarihinde yürürlüğe girdi. "Kanun-i Esasi" (Temel Kanun) adını taşıyan bu anayasa halk iradesine dayalı bir hareketin sonucu olarak değil, "Genç Osmanlılar" adı verilen aydınların padişah üzerinde yaptıkları oldukça güçlü bir etki yoluyla gerçekleşmişti. 1876 Anayasasına göre, egemenlik kayıtsız şartsız Osmanlı Ailesine aitti. Padişahın kişiliği "kutsal"dı. Yasama ve yürütme yetkileri kesinlikle padişahındı. Yargı gücü bağımsız sayılabilirdi; fakat, "af" hakkı kesinlikle padişaha aitti. Toplantı, siyasî parti ve dernek kurma özgürlükleri dışında, bütün temel haklar vatandaşlara tanınmıştı. Ancak, bu hakların kanun yolu ile sınırlanması mümkün olduğundan ve bu konuda bir ölçü bulunmadığından, temel hak ve özgürlüklerin hukukî güvencesi yoktu. Vatandaşların can, mal, ırz, konut dokunulmazlıkları da, "kanun dahilinde" güvence altına alınmıştı. Ama, padişah bir polis soruşturması sonucunda devlete zararı dokunduğu gerekçesiyle kişileri yurtdışına sürebilirdi. Böylece yargı güvencesi de son derece zedelenmişti. 1876 Anayasası bütün eksikliklerine rağmen, demokrasi geleneği olmayan Osmanlı Devletinde ilk yazılı hukuk belgesi ve "Meşrutiyet" yönetimini başlatmış olması dolayısıyla. çok önemli bir ilerleme sayılır. ***İLK PARLAMENTO İIk Türk Parlamentosu, "Meclis-i Umumi" (Genel Meclis) adı altında ve iki meclisli olarak, 20 Mart 1877'de çalışmalarına başladı. İki dereceli seçimler sonucu oluşan "Heyet-i Mebusan" veya bazen ifade edildiği gibi "Meclis-i Mebusan" (Milletvekilleri Heyeti), 69'u Müslüman ve 46'sı Müslüman olmayan 115 üyeden oluşuyordu. Doğrudan doğruya padişahça atanan "Heyet-i Ayan" veya diğer adıyla "Meclis-i Ayan" (Seçkinler Heyeti) ise, 26 üyeden kurulmuştu. Genel Meclis'in çalışmaya başlamasından kısa süre sonra 23 Nisan 1877'de Rusya, Osmanlı Devleti'ne savaş açtı. Savaş sırasında, millet temsilcilerinin hükümeti eleştirmeleri ve sert çıkışları karşısında, Heyet-i Mebusan 28 Haziran 1877'de padişahça dağıtıldı. Ardından yapılan seçimler sonucu 13 Aralık 1877'de, Türk tarihinin ikinci millet temsilcileri meclisi toplandı. Ancak, Rus savaşının kötü bir gelişme göstermesi sonucunda, bu yeni Meclis de 14 Şubat 1878'de padişah tarafından tekrar dağıtıldı. Zamanın padişahı II. Abdülhamit 1878'den 1908 yılına kadar Meclis'i toplamadan ülkeyi idare etti. 1908 yılı başlarında giderek artan dış gelişmeler ve son derece şiddetlenen aydınlar muhalefeti nedeniyle, Meclis'i Umumi yi 23 Temmuz 1908'de toplantıya çağırmak zorunda kaldı. Böylece, II. Meşrutiyet dönemi açılmış oluyordu. Aynı zamanda Anayasanın yeniden uygulamaya konduğu bu dönem, Türk siyasî hayatında "özgürlük ilanı" olarak da anılır. Anayasa, 1909, 1912, 1914, 1916 yıllarında sekiz kez değiştirildi. Bu yolla, 1876 Anayasasının yapısı çoğu kez önemli değişikliklere uğradı. Değişiklikler sonucunda, padişahın zararlı faaliyetleri iddiasıyla vatandaşları yurtdışına sürgün etme hakkı kaldırıldı. Basın özgürlüğü genişletildi ve sansür yasağı konuldu. Vatandaşlara toplantı ve dernek kurma özgürlükleri tanındı. Artık siyasî partiler de kurulabilecekti. Ayrıca, hükümet Meclis'e karşı sorumlu tutulmuştu. Padişahın dilediği zaman Meclis'i dağıtması hükmü sıkı kayıtlar altına alındı. Gensoru kurumu yerleşti. Padişahın yasama yetkisine belli sınırlar getirildi. Meclis üyelerine doğrudan doğruya kanun teklifi verme hakkı tanındı. Meclis Başkanını, padişah müdahelesi olmadan Meclisin seçmesi kabul edildi. Bir padişah tahta çıktığı zaman, Meclis-i Umumi önünde Anayasa hükümlerine uymaya ve millete sadakat yemini edecekti. 1909 yılında yapılan bu anayasal değişikliklerin getirdiği demokratik parlamenter sistem, iç ve dış olaylar nedeniyle uzun süre yaşayamadı. Yıpratıcı bir siyasal mücadele ortamına, 1911'deki Trablusgarp Savaşı ve Ekim 1912'de başlayan Balkan Savaşlarının acılı günleri de eklenince, 1914 ve 1916 yıllarında Anayasada yapılan değişikliklerle padişahın Meclis'i dağıtma yetkisi aşama aşama artırıldı. Ayrıca, en güçlü parti durumunda bulunan "İttihat ve Terakki'nin tek parti diktatörlüğü, demokratik gelişmenin önünü tıkayan önemli nedenlerden birini oluşturdu. Balkan Savaşlarının 1913 sonbaharında yapılan anlaşmalarla sona ermesinden bir yıl sonra Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşına katılmak durumunda kaldı. Savaşın bitim yılında, 3 Temmuz 1918'de VI. Mehmet (Vahdettin) Osmanlı Devleti'nin son padişahı olarak tahta çıkmıştı. Birinci Dünya Savaşı yenilgiyle sonuçlandı: 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra da, padişah VI. Mehmet, 21 Aralık 1918'de Meclis-i Mebusan'ı dağıttı. Kamuoyunun bütün tepkisine rağmen, Meclis-i Mebusan'ı Anayasanın açık hükmünü çiğneyerek ancak 12 Ocak 1920'de yeniden toplattı. ***MİLLÎ EGEMENLİĞE GEÇİŞ Birinci Dünya Savaşı'nın galibi olan İtilaf (Anlaşma) Devletleri, Osmanlı ülkesini kağıt üzerinde paylaşmışlardı. Bu paylaşma planlarına göre, Türk ulusunun siyasî varlığı bütünüyle yok ediliyor ve üzerinde yaşadığı bin yıllık vatanı da ufak bir bölge dışında elinden alınıyordu. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi hükümlerine dayanarak,1 Kasım 1918'den itibaren Türk vatanının bazı yerleri işgal edilmeye başlandı. Türk Ordusu dağıtılırken, ülke içinde çeşitli ayrılıkçı örgütler ayaklanma hazırlıklarına girişmişti. Bunun üzerine Anadolu ve Trakya'daki bazı vatanseverler 1918 yılı sonlarında "Müdafaa-i Hukuk" adı altında direniş örgütleri kurmaya başladılar. Bazı aydınlar kurtuluş çarelerini düşünmekle beraber; güçleri birleştirmek, millî ve genel bir uyanış yaratacak mücadeleyi açmak kolay değildi. Farklı düşünceler nedeniyle ülkenin hemen her yerinde, dağınıklık, çaresizlik ve genel bir karamsarlık görülüyordu. Bu karanlık içinde, Türk ulusunun tarihsel karakterine ve yıllarca süren siyasal gelişmelere uygun bir ses yükseldi. Mustafa Kemal Paşa, bu durumda millî egemenliğe dayalı, bağımsız yeni bir Türk Devletinin kurulmasından başka bir kurtuluş yolunun olamayacağını ortaya koydu. 15 Mayıs 1919'da İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinden bir gün sonra, 9. Ordu Müfettişliği görevine atanan Mustafa Kemal Paşa, karargâhına aldığı bazı arkadaşları ile birlikte, İstanbul'dan Anadolu'ya hareket ettiler. Mustafa Kemal'in (Atatürk) 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde kişisel egemenlikten, millî egemenliğe geçiş süreci de başlıyordu. Samsun'da ve daha sonra da Havza'da yapılan hazırlıklar ilk kurtuluş ışıklarını yaktı. Millî hareketin başladığını duyuran "...millî bağımsızlığımızın ve tarihimizin kurtuluşu, ancak milletin tek vücut olarak savunması ile kabil olacaktır..." gibi bildiriler dağıtıldı. Her yerde protesto mitingleri düzenlenmesi için askerî ve sivil makamlara talimatlar verildi, Mustafa Kemal Paşa bütün bu çalışmaları yaparken, Mondros Ateşkesi'nden kısa bir süre sonra ülkenin çeşitli yerlerinde, sayılan bugün dahi kesinlikle saptanamamış kongreler toplanıp, vatanseverler kendi bölgelerini kurtarma çareleri arıyorlardı. İşte Mustafa Kemal Paşa, yavaş yavaş uyanmaya başlayan bu millî bilinci bir bütünsel kalıba döküp, tam bir ulusal kurtuluş mücadelesi başlatmak çalışmalarına girişmişti. Bu amaca ulaşmak için on gün süren ilk hazırlık çalışmaları, 21/22 Haziran 1919 günü millî egemenliğe gidiş planı sayılacak ünlü "Amasya Tamimi" ile sonuçlandı. Bu kısa fakat anlamlı belgede, "milletin bağımsızlığını, yine milletin azmi ve kararının kurtaracağı" kesin bir dille belirtiliyor, bu amaçla Sivas'ta millet temsilcilerinin katılacağı büyük bir kongrenin toplanacağı duyuruluyordu. Amasya Tamimi'nin temel noktaları şunlardı : 1. Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. 2. Istanbul Hükümeti üzerine aldığı sorumluluğıın gereğini yerine getirememektediri. Bu durum, milletimizi yok olmuş gibi gösteriyor. 3. Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracakttr. 4. Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını gür sesle dünyaya duyurmak için türlü baskı ve kontroldan uzak millî bir heyetin varlığı zorunludur. 5. Anadolu'nun her bakımdan en güvenli yeri olan Sivas'da millî bir kongrenin toplanması kararlaştırılmıştır. 6. Bunun için bütün iller ve bağlı bir alt yerleşim yerlerinden milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olan enkısa zamanda yetişmek için yola çıkarılması gerekmektedir. 7. Her ihtimale karşı, bu mesele millî bir sır olarak tutulmalı ve temsilciler, gereğinde yolculuklarını kendilerini tanıtmadan yapmalıdırlar. 8. Doğu illeri adına, 23 Temmuz'da Erzurum'da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas'a gelebilirlerse, Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sivas genel Kongresi'ne katılmak üzere hareket ederler. ***ERZURUM KONGRESİ 23 Temmuz 1919'da Erzurum Kongresi toplandı. Artık bütün vatanseverler Atatürk'ün etrafında kenetlenmişlerdi. Erzurum kongresinde, bir yandan, vatanın ayrılmaz bir parçası olan Doğu illeri halkının düşmanla mücadele için elbirliği ile çalışacağı kararlaştırılmış, bir yandan da milli bir istek olarak İstanbul'daki Meclis-i Mebusan'ın toplanıp gereken önlemleri alması gereği vurgulanmıştı. Erzurum'da başlayan yerel kongre akımı, Batıda Yunan tehdidi altında bunalan Marmara ve Ege bölgelerinde devam etti. 26 Temmuz 1919'da Balıkesir'de, 6 Ağustos'ta Nazilli'de, 16 Ağustos'ta Alaşehir'de kongreler toplandı. Bu kongreler sonucunda "Kuvayi Milliye" adı altında vatansever milis güçleri kuruldu. ***SİVAS KONGRESİ 4 Eylül 1919'da ise, millî egemenlik ilkesine dayalı yeni Türk Devleti'nin kuruluşuna temel olan Sivas Kongresi toplandı. Kongrede, "vatanın bölünmez bir bütün olduğu" konusunda millet temsilcileri ortak bir karara vardılar. Ülkedeki tüm yerel direniş örgütleri "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirildi. Başkanlığına da doğal olarak Mustafa Kemal Paşa seçildi. Kongre sonucunda oluşturulan "Heyet-i Temsiliye" milletin isteklerini yansıtan bir nitelik kazandı. Ancak, İstanbul yönetiminin ruhsal ve duygusal ağırlığı henüz devam ediyordu. Bundan dolayı, Sivas Kongresi Mustafa Kemal Paşa'nın istediği "kuruculuk" niteliğini gösterememiş, vatanın kurtuluşu için bir an önce Meclis'i Mebusan'ın toplanmasını padişaha bildirilmesine karar vermişti. Ancak bu karar da önemli bir adımdı. Kurtuluş mücadelesi ve millî egemenliğe geçişin ikinci evresi de tamamlanmıştı. Üçüncü aşamada ise, millî egemenliğin gerektirdiği tüm ilke ve değerlere sahip bir büyük Meclisin kurulması ve Kurtuluş Savaşı'nın millî güçlere dayalı olarak kazanılması süreci başladı. ***MİSAK-I MİLLÎ (ULUSAL AND) Sivas Kongresi sonuçları ülke çapında büyük coşkuyla karşılanmış, millî hareketin her yerde egemen olduğu düşüncesi giderek güç kazanmıştı. Atatürk, 27 Aralık 1919'da Ankara'ya geldi. Kurtuluş Savaşının ve yeni kurulacak millî Devletin merkezi yönetim yeri de belli olmuştu. Sivas Kongresi kararına.uygun olarak son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı 12 Ocak 1920'de toplandı. Ancak, Meclis içindeki vatanseverler, bütün çabalarına rağmen padişahın egemenliğine dayalı sistemin ortam ve alışkanlıklarını yok edemediler. Bu durum, Meclis-i Mebusan'a bağlanan son ümitleri de yıktı. Ama, yine de anayasal nitelikte önemli bir karar alınabildi. 28 Ocak 1920 tarihli bu karar, "ulusal and" anlamına gelen "Misak-ı Millî" idi. Misak-ı Millî (ulusal and), daha Erzurum Kongresi sırasında biçimlenmeye başlanmış, Sivas Kongresi'nde olgunlaşmış ve sonuçta esasları doğrudan doğruya Atatürk tarafından yazılmıştı. Temel ilke olarak, "vatanın ve milletin bõlünmezliği" vurgulanıyordu. Millet adına bu yeminin edilmesi için, millî güçler yanlısı her Meclis-i Mebusan üyesi büyük çaba göstermiş ve sonunda bu kararın alınması gerçekleştirilmiştir, Millî And, özetle şöyledir : Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyeleri barışa kavuşmak için şu vazgeçilmez şartları ileri sürerler : Dünya Savaşının bitiminde imzalanan Mütareke Andlaşmasının çizdiği sınırlar içinde, din, ırk ve asılca birlik oluşturan vatandaşların oturduğu yerler hiçbir biçimde yurttan kopartılamaz. Osmanlı Saltanatının ve Halifeliğin merkezi Istanbul'un güvenlik içinde bulunması şartı ile Boğazlar açılabilir. Daha önce bizden ayrılan Batı Trakya'da, Mütareke sınırları dışında tutulmak istenen Kars, Ardahan ve Batum'da halk oyuna başvurulması gerektir. Osmanlı Devletindeki Arapların çoğunlukta olduğu yerlerde de halk oyuna gidilmelidir. Bağımsızlığımızı sınırlayacak siyasî, ekonomik hiç bir andlaşma kabul edilemez. Bu şartlar kabul edilmezse barış yapmak imkânsızdır. Meclis-i Mebusan'da alınan ve ilan edilen Misak-ı Millî kararı, Ayan Meclisinde görüşülmedi. Dolayısıyla onaylanmak üzere padişahın önüne de gelmedi. İtilaf Devletleri bu karar karşısında, İstanbul Hükümetini millî güçlere karşı harekete geçmeye zorladılar. 16 Mart 1920'de İstanbul resmen işgal edildi. Meclis-i Mebusan basıldı. Anadolu hareketi yandaşları ve bir kısım aydınlar tutuklandı. Resmi dairelere el kondu.16 Mart günü Osmanlı Devleti fiilen sona ermişti. İki gün sonra toplanan Meclis, çalışmalarırıa ara vermek zorunda kaldı.11 Nisan 1920'de padişahça dağıtıldı. Son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı tarihe karışmıştı. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yer alan "Türk vatanı ve milletin bölünmezliği" ilkesinin millî ve hukukî dayanağı, hâlâ yaşayan "Misak-ı Millî" ruhudur. ***TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NİN KURULUŞU İstanbul'un işgalinden üç gün sonra, Atatürk ünlü 19 Mart 1920 tarihli bildiriyi yayımladı. Bildiride,"olağanüstü yetkiler taşıyan bir Meclisin Ankara'da toplanacağı, Meclis'e katılacak üyelerin nasıl seçilecekleri, seçilerin engeç onbeş gün içinde yapılması gereği, kesin ve kararlı ifadelerle yer alıyordu. Ayrıca, dağılan Meclis-i Mebusan'ın üyeleri de Ankara'daki Meclis'e katılabileceklerdi. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş temelleri Ankara'daki bu ilk tarihi binada atıldı. Birinci Meclis Binası, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın yönetim yeri olarak pek çok tartışma ve millî kararlara sahne oldu: Bu yapı bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak, ilk yılların anılarını sergiliyor. İllerde seçilen temsilciler ve Meclis-i Mebusan'ın bir kısım üyeleri Ankara'ya geldiler. Ankara'nın o günkü şartları içinde Meclis'in toplanabileceği elverişli bir bina yok gibiydi. Sonunda, İkinci Meşrutiyet döneminde, İttihat ve Terakki Cemiyeti kulübü olarak yapılmış tek katlı bir bina uygun görüldü. Eksik kalmış yapı tamamlandı, okullardan toplanan ve halkın katkısıyla sağlanan eşyalarla donatıldı. Hazırlıklar tamamlanınca, Atatürk 21 Nisan'da yayınladığı ikinci bir bildiri ile, Meclis'in 23 Nisan günü toplanacağını ve açılış töreninin nasıl yapılacağını duyurdu. 23 Nisan 1920 Cuma sabahı erken saatlerde, Ankara'da bulunan herkes Meclis Binası çevresinde toplandı. Halk, kendi kaderine sahip çıkmanın coşkusu içindeydi. Hacı Bayram Camii'nde kılınan öğle namazından sonra, Meclis binası girişinde gözleri yaşartan muhteşem bir tören yapıldı. Saat 13.45'de, Ankara'ya gelebilen 115 milletvekili Meclis salonunda toplandı. Parlamento geleneklerine göre, en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili Şerif Bey (1845), Başkanlık kürsüsüne çıktı ve aşağıdaki konuşmayı yaparak Meclis'in ilk toplantısını açtı. Burada Bulunan Saygıdeğer İnsanlar, Istanbul'un geçici kaydiyle yabancı kuvvetler tarafından işgal olunduğu ve bütün temelleri ile halifelik makamının ve hükümet merkezinin bağımsızlığının yok edildiği hepimizce bilinmektedir. Bu duruma baş eğmek, milletimizin, teklif olunan yabancı köleliğini kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak için kesin olarak kararlı bulunan ve ezelden beri hür ve başına buyruk yaşamış olan milletimiz, kölelik durumunu son derece ve kesinlikle reddetmiş ve hemen vekillerini toplamaya başlıyarak Yüksek Meclisimizi meydana getirmiştir. Bu Yüksek Meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla ve Allah'ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlık içinde alın yazısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip, kendi kendisini yönetmeye başladığını bütün dünyaya ilan ederek, Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum. Bu açış konuşmasında, millî egemenliğe dayalı yeni Türk parlamentosunun adı da "Büyük Millet Meclisi" olarak konulmuştu. Bu ad herkesçe benimsedi. Daha sonra Atatürk'ün tüm konuşmalarında yer aldığı şekliyle ve ilk kez 8 Şubat 1921 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesinde de yazılı olarak, "Türkiye Büyük Millet Meclisi" (TBMM) adı kalıcılık kazandı. TBMM, 24 Nisan 1920 günü yaptığı ikinci toplantısında Mustafa Kemal Paşa'yı (Atatürk), başkanlığa seçti. Mustafa Kemal Paşa, kendi öncülüğünde kurulan TBMM'nin başkanlığını Cumhurbaşkanı seçildiği gün olan 29 Ekim 1923 tarihine kadar sürdürdü. TBMM, açılışından iki gün sonra, sadece yasama değil, yürütme gücüne de sahip olacak hukukî ve siyasî yapısını düzenleme çalışmalarına başladı. Bu düzenlemeler, TBMM'nin tam bir güçler birliği ilkesini benimsediğini göstermişti. 2 Mayıs 1920'de Bakanlar Kurulunun seçilmesi hakkındaki yasa çıkarıldı. 11 Bakandan oluşan "Meclis Hükümeti", 5 Mayıs'da TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlığında ilk toplantısını yaptı. TBMM'nin açılışı ile birlikte, millî egemenliğe dayalı yeni Türk Devleti doğmuş oluyordu. Birinci TBMM'nin iki temel hedefi, kesin zaferi kazanmak ve yeni devletin otoritesini güçlendirmek, kalıcılığını gerçekleştirmekti. Öncelikle, ülke topraklarının yabancı işgalinden kurtarılması gerekiyordu. ***SAVAŞ VE BARIŞ 3 Aralık 1920'de Ermenistan Cumhuriyeti ile imzalanan Gümrü Barış Andlaşması, TBMM'nin yaptığı ilk uluslararası andlaşmaydı. Böylece Doğu cephesi kapandı. 16 Mart 1921'de imzalanan Moskova Andlaşması ile Rusya, yeni Türk Devletini ve Misak-ı Millî ilkelerini tanıdı. 6-11 Ocak 1921'de Birinci İnönü, 23-31 Mart 1921'de İkinci İnönü ve 13 Eylül 1921'de Sakarya Zaferleri sonucunda, 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Andlaşması ile Fransızlar savaştan çekildi. Aynı yılın sonunda İtalyanlar da TBMM hükümetiyle işbirliğine giriştiler. 1922 yılında, Yunanistan ve İngiltere dışında, TBMM, tüm ülkelerle iyi ilişkiler içindeydi,TBMM Orduları, 26 Ağustos 1922'de Büyük Zaferi kazandılar. 9 Eylül'de İzmir kurtarıldı. 18 Eylül'de ise Anadolu'da hiçbir yabancı askerî güç kalmamıştı. Yeni Türk Devleti'nin bu başarıları karşısında İngiltere de dahil olmak üzere İtilaf Devletleri ile 11 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi imzalandı. Doğu Trakya kurtuldu. İtilaf Devletleri, 27 Ekim'de Lozan'da barış görüşmelerinin yapılmasını kararlaştırdılar. Uzun süren görüşmeler sonunda 24 Temmuz 1923'de imzalanan Lozan Barış Andlaşması 24 Ağustos 1923'de TBMM'de onaylandı. Yeni Türk Devleti, askerî, siyasî ve ekonomik özgürlüğüne kavuştu ***1921 ANAYASASI TBMM'nin yaptığı ilk Anayasanın görüşmeleri, 19 Kasım 1920'de başladı ve 20 Ocak 1921 günü yapılan oylamayla kabul edildi. Böylece millî egemenlik ilkesine dayalı ilk Anayasa yürürlüğe girdi. 1921 Anayasası 23 maddeden oluşan oldukça kısa bir metindi. İlk dokuz maddesi devletin dayandığı temel ilkeleri sayıyordu. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, yasama ve yürütme yetkilerinin milletin tek ve gerçek temsilcisi olan TBMM'de toplandığı esasları, halka dayalı devlet ve güçler birliği ilkelerini en kesin ve açık biçimde ifade ediyordu Ancak, 1921 Anayasasında, Devlet başkanının bulunmayışı, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin düzenlenmeyişi, yargı ile ilgili hükümlerin olmayışı önemli eksikliklerdi. *** TEŞKİLATI ESASİYE KANUNU 1921 3. Tertip Düstur, Cilt: 1, s. 196 Ceridei Resmiye, 1-7 Şubat 1337 Kanun No:85 Madde 1- Hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Madde 2- İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder. Madde 3- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” ünvanını taşır. Madde 4- Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir. Madde 5- Büyük Millet Meclisinin intihabı iki senede bir kere icra olunur. İntihap olunan azanın azalık müddeti iki seneden ibaret olup fakat tekrar intihap olunmak caizdir. Sabık Heyet lâhik heyetin içtimaına kadar vazifeye devam eder. Yeni intihabat icrasına imkân görülmediği takdirde içtima devresinin yalnız bir sene temdidi caizdir. Büyük Millet Meclisi azasının herbiri kendini intihap eden vilayetin ayrıca vekili olmayıp umum milletin vekilidir. Madde 6- Büyük Millet Meclisinin heyeti umumiyesi teşrinisani iptidasında davetsiz içtima eder. Madde 7- Ahkâmı şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi, ve muahede ve sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisine aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelatı nasa erfak ve ihtiyacatı zamana evfak ahkamı fıkhiye ve hukukiye ile adap ve muamelat esas ittihaz kılınır. Heyeti Vekilinin vazife ve mesuliyeti kanunu mahsus ile tayin edilir. Madde 8- Büyük Millet Meclisi, hükûmetinin inkısam eylediği devairi kanunu mahsus mucibince intihap kerdesi olan vekiller vasıtası ile idare eder. Meclis icrai hususat için vekillere veçhe tayin ve ledelhace bunları tebdil eyler. Madde 9- Büyük Millet Meclisi Heyeti Umumiyesi tarafından intihap olunan reis bir intihap devresi zarfında Büyük Millet Meclisi Reisidir. Bu sıfatla Meclis namına imza vazına ve Heyeti Vekile mukarreatını tasdika salahiyettardır. İcra Vekilleri heyeti içlerinden birini kendilerine reis intihap ederler. Ancak Büyük Millet Meclisi Reisi vekiller heyetinin de reisi tabiisidir. İdare Madde 10- Türkiye coğraafi vaziyet ve iktisadi münasebet noktai nazarından vilayetlere, vilayetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelerden terekküp eder. Vilâyat Madde 11- Vilâyet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şer’i adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükûmetin umumi tekâlifi ile menafii birden ziyade vilâyata, şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vaz edilecek kavanin mucibince evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti içtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının salâhiyeti dahilindedir. Madde 12- Vilâyet Şûraları vilâyetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir. Vilâyet Şûralarının içtima devresi iki senedir. İçtima müddeti senede iki aydır. Madde 13- Vilâyet Şûrası, azası meyanında icra amiri olacak bir reis ile muhtelif şuabatı idareye memur azadan teşekkül etmek üzere bir idare heyeti intihab eder, İcra salahiyeti daimi olan bu heyete aittir. Madde 14- Vilâyette Büyük Milet Meclisinin vekili ve mümessili olmak üzere vali bulunur. Vali, Büyük Millet Meclisi hükûmeti tarafından tayin olunup vazifesi devletin umumi ve müşterek vazaifini rüyet etmektir. Vali yalnız devletin umumi vazaifile mahalli vazaif arasında tearuz vukuunda müdahale eder. Kaza Madde 15- Kaza yalnız idari ve inzibati cüzü olup manevi şahsiyeti haiz değildir. İdaresi Büyük Millet Meclisi hûkümeti tarafından mansup ve valinin emri altında bir kaymakama mevdudur. Nahiye Madde 16- Nahiye hususi hayatında muhtariyeti haiz bir manevi şahsiyettir. Madde 17- Nahiyenin bir şûrası, bir idare heyeti ve bir de müdürü vardır. Madde 18- Nahiye şûrası, nahiye halkınca doğrudan doğruya müntehap azadan terekküp eder. Madde 19- İdare heyeti ve nahiye müdürü, nahiye şûrası tarafından intihap olunur. Madde 20- Nahiye şûrası ve idare heyeti kazai, iktisadi ve mali salahiyeti haiz olup bunların derecatı kavanini mahsusa ile tayin olunur. Madde 21- Nahiye bir veya birkaç köyden mürekkep olduğu gibi bir kasaba da bir nahiyedir. Umumi Müfettişlik Madde 22- Vilâyetler iktisadi ve içtimaî münasebetleri itibariyle birleştirilerek umumi müfettişlik kıtaları vücuda getirilir. Madde 23- Umumi müfettişlik mıntakalarının umumi surette asayişinin temini ve umum devair muamelatının teftişi, umumi müfettişlik mıntakasındaki vilâyetlerin müşterek işlerinde ahengin tanzimi vazifesi Umumi müfettişlere mevdudur. Umumi müfettişler Devletin umumi vazaifile mahalli idarelere ait vazaif ve mukarreratı daimi surette murakebe ederler. Maddei Münferide İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren meri olur. Ancak elyevm münakit Büyük Millet Meclisi 5 Eylül 1336 tarihli nisabı müzakere kanununun birinci maddesinde gösterildiği üzere gayesinin husulüne kadar müstemirren müçtemi bulunacağı cihetle işbu Teşkilatı Esasiye Kanunundaki 4 üncü, 5 inci, 6 ncı maddeler gayenin husulüne elyevm mevcut Büyük Millet Meclisi adedi mürettebinin sülüsanı ekseriyetle karar verildiği takdirde ancak yeni intihabdan itibaren meriyül icra olacaktır.
  12. Atatürk İlkeleri *** CUMHURİYETÇİLİK *** MİLLİYETÇİLİK *** HALKÇILIK *** LAİKLİK *** DEVLETÇİLİK *** DEVRİMCİLİK *** *** CUMHURİYETÇİLİK : Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öğe, devlet başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan cumhuriyet, başta bir hükümdarın bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden) ayrılır. Monarşilerde devletin başı, belli bir aile içinden çıkar, normal koşullar altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli bazı kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle belirlenmesi gerekir.Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak kimselerdir. Gerek devlet başkanının, gerek yasa koyma yetkisine sahip olanların seçimle iş başına gelmesi şartının kabulü ile cumhuriyet tam anlamıyla belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim üzerinde düğümlenecektir. Seçime kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa seçme ve seçilme hakkı verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle karşılaşılır. Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı ortaçağ İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Hansa kentleri gibi) görülmüştür.Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime katılma hakkı sadece belli bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar, yaptıkları seçimle iş başına gelen kadroya dayanarak tüm toplumu yönetiyorlardı. Bugünkü anlayışımıza göre bu tür cumhuriyetler amaca uygun birer rejim değillerdir. Onlara aristokratik veya oligarşik cumhuriyetler denilir. Demek ki, cumhuriyet biçiminin amaca uygun olarak gerçekleşmesi için, belli bir olgunluk yaşına gelmiş her vatandaşın seçime katılması gerektir. Bu anlamıyla cumhuriyetler Amerika Birleşik Devletleri'nin kurulması ile doğmaya ve ancak büyük Fransız inkılâbından sonra yayılmaya başlamıştır. Gerçi ünlü düşünürler cumhuriyeti çok önceden kafalarında kurmuş ve tanımlamışlardır. Ancak uygulama XIX. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının tüm vatandaşlara tanınması ve uygulamaya geçilmesiyle gerçek cumhuriyet kurulmuş ve işlemeye başlamıştır. Ancak bu devlet biçimini daha iyi ve köklü olarak yaşatmak, seçimin demokrasi şartlan içinde yapılması ile mümkündür. Yukarıda demokrasinin tanımı görülmüştü, işte gerçek cumhuriyet demokratik hayatla gerçekleşir. Osmanlı Devleti, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı Ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine, padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son söz kesinlikle padişahındı. Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilânı ile devlet içinde karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını belirtmiştir. Atatürk, bir cumhuriyet âşığı idi. Daha kimse bu kelimeyi ağzına alamazken, genç Mustafa Kemal, padişahlık rejimine karşı çekinmeden saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması gereğini söyleyebiliyordu. Hele millî mücadeleye başlarken bunu açıkça belirtmişti. Erzurum Kongresi'nin açılacağı günlerde yakın arkadaşlarına cumhuriyetin kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aşamalardan sonra cumhuriyet rejimine kavuştuk. Kişisel saltanata son verildi. Atatürk, cumhuriyeti demokrasi içinde İşleyen en ideal bir rejim olarak görmektedir. O şöyle söylüyor: "Demokrasinin bütün anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı zamanda yöneten durumda bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız milletin ifade etmesini ve belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus çokluğu, düşünce eğitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün yoksunluğa yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Şu duruma göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını sağlayan hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe seçilmiş meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir, ya da vermez, onu düşürür. Millet vekillerinden hoşnut kalmazsa başkalarını seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için getiren, irade ve egemenliğin sahibi olan millettir. Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette hesap verebileceğini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir malikane kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak görür. Böyle bir yönetimde milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Şu duruma göre, yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, millî egemenlik ilkesine uygun değildir". Pek iyi anlaşılıyor ki, Atatürk, halkın kendini doğrudan doğruya yönetmesi demek olan demokrasiyi en ideal devlet biçimi kabul etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri gibi, halk kendini doğrudan doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin bir araya gelerek her zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle ise demokrasiyi gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette millet, yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre geçince, hoşnut kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte cumhuriyet demokrasisi budur. Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha iyi olduğu kuşkusuzdur. Atatürk, belli kişilerin seçimle iş başına gelip, bir daha iktidardan ayrılmaması demek olan Faşizm ile, milletin tümüne değil de, sadece birkaç tabakaya dayanarak millet egemenliğini reddeden Bolşevizm'e karşı çok açık bir cephe almıştır. Her iki rejimin geliştiği bir dönemde millet egemenliğine dayalı cumhuriyete sıkı sıkıya bağlı kalması, yalnız bizim için değil, tüm insanlık için bir kıvanç kaynağıdır. Atatürk'e göre, "Türk Milletinin tabiatına ve geleneklerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir". Atatürk, demokrasinin Osmanlı Saltanatı içinde yeşeremediğini açıkça görmüştür. Demokrasi ancak cumhuriyetle kökleşip gelişebilirdi. Bunun içindir ki, Türk inkılâbının baş ilkeleri arasında cumhuriyetçilik sayılmıştır. Milletin kendi yönetimi olan cumhuriyete içten bağlılık, yücelme yolunu aşmanın baş şartıdır. *** __________________ *** Atatürk'ün Cumhuriyetçilik ile İlgili Bazı Sözleri Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (1924) Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. (1933) Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. (1925) Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925) Mustafa Kemal Atatürk *** __________________ ***
  13. Mustafa Kemal Atatürk Hakkında Yazılan Kitaplar ve Şiirler *** «Atatürk’ün Büyük Nutuk’u» Söylev' den 20 Ekim 1927 Mustafa Kemal ATATÜRK Eğer bu eseri bugüne kadar okumadıysanız, yakın tarihimizle ilgili bilgilerinizde çok eksik noktalar var demektir. Atatürkün kaleminden yakın tarihimizin ve hatta bu günümüzün anlatıldığı, " Samsun'a çıktığım gün genel durum ve görünüş " diyerek başladığı... Benim kararım , Ya istiklal ya ölüm ..,diyerek devam ettiği... AZİZ MİLLETİME TAVSİYEM "Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek basının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki,vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!... " diyerek hepimizi ta o günlerden uyardığı.., ve "Saygıdeğer Efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı nutkum, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikâyesidir. Bunda milletim için ve gelecekteki evlâtlarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem kendimi bahtiyar sayacağım. Efendiler, bu nutkumla, millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. " "Bu sonucu, 'Türk gençliğine emanet ediyorum." "Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" diyerek sonlandırdığı bu büyük eserin her bir harfinin değerini bilerek okumalısınız... Aşağıdaki linkten bu kitabı bilgisayarınıza indirip okuyabilirsiniz.... *** Dosyayı İndir Nutuk.rar *** NUTUK HAKKINDA Yurdumuzun parçalanıp işgal edildiği günlerden başlayarak, Türk tarihinde bir dönüm noktası olan Kurtuluş Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve inkılâpların yapılışını anlatan Nutuk, siyasî ve millî tarihimizin birinci elden, pek değerli bir kaynak eseridir. Atatürk'ün kendi kaleminden çıkan bu eser, yine Atatürk tarafından, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 15 -20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara'da toplanan İkinci Kurultayı'nda 36,5 saat süren ve altı günde okunan tarihî bir hitabeye dayandığı için Nutuk adını almıştır. Nutuk, inkılâp tarihimizin birinci elden pek değerli bir kaynağıdır. Çünkü, eserin sahibi, tarihî olayları yalnızca belgelerle inceleyerek objektif gerçeğe ulaşmak isteyen bir tarih yazarı değil, doğrudan doğruya o tarihi yapanın kendisidir. Tarihi yapan ile yazanın aynı şahsiyette birleşmiş olması, Nutuk'u,benzerleri ile karşılaştırılamayacak üstün değerde bir eser durumuna getirmiştir. Bu eserde, kendini her şeyi ile milletine adamış olağanüstü yetenekleri ile dehânın en iyi örneğini vermiş büyük bir komutanın, devrimci bir liderin ve ileri görüşlü bir devlet adamının, askerî ve siyasî aksiyonları ile, Türkiye Cumhuriyeti'ne şekil veren temel düşünce ve görüşler yer almıştır. Ayrıca, eserde millî değerler sistemine bağlı Cumhuriyet rejiminin, tarih şuuru içindeki gelişmesinin adım adım nasıl olgunlaştırıldığını, sosyal ve kültürel alanlara yön verici siyasî ve idarî şartların nasıl hazırlandığını yakından görebilmekteyiz. Bu eser, yalnız geçmiş bir devrin belgesi olarak dünümüzü anlatmakla kalmamakta, yakın tarihimizden alınan ibret dolu tecrübelerle, milli varlığımızın bugününe de yarınına da ışık tutabilen yüksek bir değer taşımaktadır. Çünkü : Nutuk, tarihin akışını değiştirme gücüne sahip bir önderin, varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milleti, temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmış olan bir imparatorluğun yıkıntıları arasından çekip çıkararak nasıl çağdaş ve millî bir devlet haline getirebildiğinin anlatıldığı tarihsel bir belgedir. Nutuk, Çanakkale Muharebesi'nde : "Size ben taarruz emretmiyorum ölmeyi emrediyorum" diyerek, kendi şahsında da savaşan ordusunda da ölüm korkusunu ve mânevî çöküntüyü yenmiş olan bir kahramanın, başsız kalmış ve olup bitecekleri karanlıklar içinde beklemekte olán bir millete, yaşama sırrının, "millî hâkimiyete dayanan kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk devleti kurabilme" kararında saklı olduğunu anlatan bir eserdir. Nutuk, "temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. İstiklâlinden yoksun bir millet, medenî insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden kurtulamaz" gerçeğinden ve "ya istiklâl ya ölüm" ilkesinden yola çıkılarak verilen Millî Mücadele safhalarını ve alınan başarılı sonuçları adım adım dile getiren bir eserdir. Nutuk, en büyük hizmet ve gayretlerle elde edilen rütbe ve nişanları söküp atmaktan çekinmeyecek kadar vatan ve millet sevgisiyle dolmuş bir askerle, tarihî ve millî karakterinin onda şahıslanmış olduğunu gören bir milletin, el ele vererek, dayandığı millî birlik, katlandığı fedakârlık ve gösterdiği irade gücü sayesinde, imkânsızlıklardan nasıl imkânlar ve mucizeler yaratabildiğini dünyaya anlatan bir eserdir. Nutuk, millet adına yapılan bütün işlerin, meşruluk ilkesine dayandırılarak yürütüldüğünü, verilen kararların, geçilen uygulamaların, derinlemesine bir düşüncenin, uzak bir görüşün, ince bir hesaplamanın, yerinde bir mantığın ve ihtiyatlı bir davranışın ürünü olduğunu ortaya koyan bir eserdir. Yapılan her işte Türk milletinin haysiyet ve şerefinin ön plânda tutulduğunun, bütün düşünce ve görüşlerde aklın, mantığın ve ilmin gereklerine uygun bir millî politikanın yer aldığının göstergesi durumundadır. Nutuk, Millî bir uyanışın ifadesi olarak, bir milletin maddî ve manevî bütün güçlerini harekete geçiren Kuva-yı Milliye ruhunun, bir yandan dış düşmanlara karşı koyarken bir yandan da içerideki ihanet çetelerine, iç politikası iflâs etmiş ve düşmana boyun eğme politikasının temsilcisi durumuna gelmiş bulunan İstanbul Hükümeti'yle Saray'a karşı verdiği mücadelenin hikâyesidir. Türk milletine, düşmanla boğuşa boğuşa yenilmeyi değil, yenmenin ve zafere ulaşmanın ince yollarını öğreten bir eserdir. Nutuk, milleti ülkenin geleceğini belirleyecek olan "vahdet-i milliye" (millî birlik) ilkesi etrafında bilinçlendirip kenetlendirerek, millî irade ve millî hakimiyet kavramlarının aksiyona dönüştürülmesi yoluyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşundan Cumhuriyet'in ilânına kadar uzanan başarılı bir tarihî akışın belgesidir. Nutuk, sahip olduğu derin kavrayış, geniş kültür ve köklü tarih şuuru dolayısıyla, toplumun sosyal ve kültürel alanlardaki ihtiyaç ve beklentilerine cevap verecek güçte bir devrimci liderin , milletin özünde var olan büyük gelişme yeteneğine dayanarak gerçekleştirdiği devrimlerle , Türkiye'yi 1839 Tanzimat hareketinden beri süregelen yenileşme mücadelesinde, kesin hedeflerine ve çağdaş bir medeniyet sistemine nasıl kavuşturabilmiş olduğunu belgeleyen bir eserdir. Nutuk, tarihten edinilen tecrübelerin bir ibret tablosu halinde millete mal edilmesì geleneğine uyularak ve o gün ulaşılan başarının "asırlardan beri çekilen millî felâketlerin yarattığı uyanıklığın sonucu ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedeli" olduğuna işaret edilerek bu sonucun özlü bir Hitabe ile Türk gençliğine emanet edildiği bir eserdir. Görülüyor ki, Türk milletinin dününü bugününe bağlayan bugününü de yarına bağlayacak olan Nutuk, millî tarihimizin dönüm noktası olan bir safhasını, zaman silindirinin aşındırıcı etkilerinden kurtararak gelecek kuşaklar için ölümsüzleştiren bir kaynak eser olmuştur. Görülüyor ki, bu kaynak eser, taşıdığı bütün bu özellikler ile, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihin sonsuzluğu içinde geleceğe doğru uzanan akışında, temel ilkeler açısından karşılaşabileceği güçlüklerde de modern çağın gereklerine uygun bütün yenileşme hamlelerinde de kendini memleket hizmetine adamış olanlara her zaman ışık tutabilecek bir dolgunluktadır. ***
  14. ATATÜRK'ÜN BİYOGRAFİSİ Mustafa Kemal ATATÜRK (1881-1938) Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Koca kasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı. Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı. 1911 yılında İtalyanların Trablus garp’a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi. Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır’daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşe militerliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşe militerlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi. 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arı burnu’na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir. Mustafa Kemal Çanakkale Savaşlarından sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı. Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı. Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir’i işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı. Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır: Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı. Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921) I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921) II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921) Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922) Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı. 23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 13 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı. Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi. Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti. Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı. 15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu. Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. 1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kız kardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05'te yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi'nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına gömüldü. ***
  15. GeceKuşu şurada cevap verdi: Türk başlık Bilim Felsefesi
    *** *** *** *** *** *** *** *Teist Evrim Kuramı, bugün biyologların ve bilim adamlarının savundukları Evrim Kuramı ile çelişmemektedir; yani başlangıçta her şeyi yaratan bir Tanrı, evrimin zembereğini kurmuş da olabilir.* *Fakat "Bilimsel Yaratılışçılık" olarak isimlendirilen ve din kitaplarını kelimesi kelimesine aynen yorumlayan radikal akımın savundukları ile "bilimin bulguları" birbiriyle çelişmektedir. “Bilimsel Yaratılışçılığa” göre, tüm canlılar ayni anda yaklaşık 10 000 yıl önce Tanrı tarafından birdenbire, belli bir dizaynla ve belirli bir amaca yönelik olarak yaratılmışlardır.* *** İnsanlar düşünmeye ve felsefe veya din ile ilgili çıkarımlar yapmaya başladığından beri, *Yaşamın anlamı nedir? *Evren'in anlamı nedir? *Yasam nedir ve nasıl başlamıştır? *Evren sonsuz mudur? * *Bu evrenin bir başlangıcı ve yaratıcısı var midir? *Bu evrendeki olayları açıklayacak fiziksel yasalar, *Yasamın gelişimini açıklayabilecek biyolojik yasalar var midir? ... .............................................................…………………………………………gibi sorular sormuştur. İnsan oğlu bu soruları cevaplarken; ** Dinlerin pek çoğuna göre, tüm evren ve canlılar belli bir amaca yönelik olarak birdenbire yaratılmışlardır. ** Bilim ise, başından beri, olaylar arasındaki ilişkileri ve dünyadaki fenomenleri açıklamak için, gözlemler yapmak ve bu gözlemleri akılcı bir biçimde sentezlemek yöntemini geliştirmiştir. Bir Tanrı’nın olup olmadığı, başlangıçta her şeyin yaratılıp, yaratılmadığı bilimin araştırma konusu içinde değildir. Bilim gözlemleyebildiğini yorumlar, fizik, matematik, biyoloji ve kimya bilimlerinin yöntemlerini kullanarak sonuçlar çıkarır ve bu sonuçlara inanır; **Din ise inandığını yorumlar; yani din önce inanır, sonra bu konuda yorum yapar. *** Tartışmaya açılan bu konuda da olduğu gibi işte çelişki tam bu noktada başlıyor. * Önce inanıp sonra yorum yapan arkadaşlar,bilimi reddetmek ve onunla alay etmek gibi bir yanlışlığa…düşüyorlar… Oysa; Teist inanışların yanında, Bilim insan ve evreni tanımamızda çok daha fazla katkılarda bulunmuştur. * Teist kavramlara bilimsel açıklamalar getirmek isteyen arkadaşlarsa bilimi kendi alanı dışına taşımaktalar… Çünkü; * Belirli alanda elde edilen her bilgi bilim değildir.Bilgilerin bilim olabilmeleri için bazı koşullara uygun olması gerekir. * Her bilimin kendine has konusu vardır. * Her bilim “bilimsel yöntemlerle” araştırmasını gerçekleştirir. * “Bilim objektiftir”. Elde edilen bilgiler başka araştırmacılar tarafından test edildiğinde de aynı sonuçlara varılır. * Bilim genellemelere varmayı amaçlar.Bu genellemeler “bilimsel yasa” veya “bilimsel teori” olarak ifade edilirler. *Evrendeki yaşamın belli bir amaca yönelik olup olmadığı, Tanrı’nın Evrim'in gelişimini şekillendirip şekillendirmediği, Tanrı’nın evrimin oluşabilecek koşullarını sağlayıp sağlamadığı konuları bilimin sınırlarının dışına taşmaktadır.* *** Bence; sırf “inanç ve kavramlar” dar görüşlülüğünden sıyrılıp, yeterli bilgi sahibi olamadığımız konularda kısır çekişmelerden uzak durmalıyız. İşte o zaman inançlarımızı bilimle açıklamak veya bilimi inançlarımız nedeniyle reddetmek gibi bir çelişki içene düşüyor ve işte esas o zaman gülünç duruma düşüyoruz... Yine bence; Birbirimizi inançlarımızdan dolayı sorgulamak yerine, inandığımız doğrularımızı da sorgulayabilme becerisine ulaşabilmeliyiz, Yine bence; Önce inanıp sonra sorgulamak yerine, önce sorgulayıp sonra gerçeğe ve doğru bilgiye ulaşmak için her şeyi yapmalıyız… Yine bence; Bilgiye ulaşmak için yine birbirimize ve bildiklerimize ihtiyacımız var… Çünkü; İnsan merak eden, öğrenme ihtiyacında olan bir varlıktır. Hem kendini hem de kendi dışındaki dünyayı anlamak ister. Elde ettiği bilgiler de onun çevresine uyumunu kolaylaştırır. Yine bence; tartışmalarımızın amacı; her konuda her şeyi bilememek gibi bir gerçeğimiz olduğuna göre, birbirimizi bilgilendirmek olmalı… Yine bence; Bilgiler paylaşılarak çoğalır ve paylaşıldıkça daha doğruya ulaşır..
  16. Sevgili Admin size bu konudaki ikinci önerim aşağıdaki dizin ağacı şeklinde olabilir… Benim İlk önerim dışında görebildiğim en uygun yer burası, yada başlı başına bir başlık oluşturmakta düşünülebilir belki. Yeni bir yaklaşımla,dizin ağacında ilkine göre azaltmalar yaptım...bu konudaki yeni görüş ve bakış açılarınızı merak ediyorum... Sevgiler , saygılar… *** ---------------------------------------------------------------------- Neden ? - Nasıl? - Niçin? ---------------------------------------------------------------------- Felsefe Felsefe - Felsefeye Giriş, Derin Düşünce ve düşünmeye yönelik forum... Alt Forumlar: Bilim Adamları - Filizoflar, Bilim Felsefesi, Cinselliğin Felsefesi, Din Felsefesi, Ego - Ben Felsefe, Sanat Felsefesi, Siyaset Felsefesi Forumu yöneten (ler): Admin, Moderatör, Süper Moderatör ----------------------------------------------------------------------- Tarih Tarih, Çelişkiler, Tarihi Olaylar, Tartışmalar Forumu yöneten (ler): Admin, Moderatör, Süper Moderatör ----------------------------------------------------------------------- ------------------------------------------------------------- Mustafa Kemal ATATÜRK ATATÜRK Hakkında herşeyi burada bulabilir ve katkılarınızla geliştirebilirsiniz... Alt Forumlar: ATATÜRK’ÜN HAYATI, ATATÜRK kitapları ve şiirleri, Türkiye Cumhuriyeti , ATATÜRK Ziyaret Defteri Forumu yöneten (ler): Admin, Süper Moderatör, Moderatör ------------------------------------------------------------ 1_ a.) ATATÜRK'ün Hayatı alt formunda; ...........Biyografisi,………………………………………….. (Sabit) ...........ATATÜRK Resimleri, Video,Ses .………………... (Sabit) ...........ATATÜRK Hakkında yazılan kitaplar ve şiirler........(Sabit) 1_b.) Türkiye Cumhuriyeti alt formunda ......... Atatürk ilke ve devrimleri,…………………………... (Sabit) ......... Söylev (Nutuk) ,………………………………………(Sabit) ......... Türkiye Cumhuriyeti Anayasası,…………………….. (Sabit) ......... İstiklal Marşı,………………………………………… (Sabit) ......... Türk Bayrağı Kanunu ve Tüzüğü……………………. (Sabit) ......... Çanakkale Savaşları………………………………….. (Sabit) ......... KURTULUŞ SAVAŞI……………………………….. (Sabit) ........ Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi……………... (Sabit) 1_c.) ATATÜRK Ziyaret Defteri alt formunda ........ ATATÜRK'ü Ziyaret defteri ………………............... (Sabit) ........ Kurtuluş Savaşı Şehitleri Ziyaret defteri ...................... (Sabit) ........ Çanakkale Şehitleri Ziyaret defteri ............................... (Sabit) ***
  17. Sevgili dipnot yeni nick'ini farkettiğimde önce yadırgamıştım,nede olsa insan alışıyor... Zaman zaman seninle aynı noktada buluşamasakta yazılarını ilgiyle takip ediyor ve "Aydınlığa giden yolda hep birlikte olmak dileğiyle..." temennine katılıyorum... Hoş görürsen merak ettiğim birkaç sorumu cevaplamanı diliyorum... Birincisi nickini neden değiştirme ihtiyacını hissettin... ikincisi avatarında ki fotoğraf sana mı ait,yoksa herhangi bir resim mi? Bu sorduklarımı cevaplamak zoruna değilsin...Merak işte... Yazılarının devamını ve Yaşamında *başarı ve mutluluklar* diliyorum Selam ve sevgilerle...
  18. Dediğiniz gibi Kemalizm diye bir bölüm var olduğunu biliyorum, ama benim yapabilirmiyiz diye sorduğum, " Forumlar > Neden ? - Nasıl? - Niçin? > Felsefe > Siyaset Felsefesi > " altformunda, Kemalizm ideolojisi değil .... " Mustafa Kemal ATATÜRK ile ilgili Forum Board içinde dizin oluşturmamız mümkünmüdür." sorusu idi. Taktir edersinizki, Çağının en önemli liderinden ve çumhuriyetimizi yaratan Mustafa Kemal ATATÜRK'ü ifade edecek yeterlilik ve nitelikte bir başlık değil orası diye düşünüyorum... Sizden konuyu " belirttiğim anlamda " tekrar değerlendirmenizi rica ediyor,yapılabilecek birşeyler oldğuna inanıyor, konunun daha göz önüne çıkarılacağını umuyorum.... E_kitap konusunda hassasiyetinize teşekkür ediyor saygı ve sevgilerimi sunuyorum...
  19. BEN DE BİR İNSANIM_ÇETİN YETKİN -"fakat nihayet," dedi Gazi; BEN DE BİR İNSANIM kutsi bir kuvvetim yoktur ki! Yol boyunca dura dura, halkı dinleye dinleye Antalya'ya ulaşan Gazi, akşam üstü, Hasan Rıza Soyak'la birlikte, kaldığı evin bir odasına çekilip kapıyı kapatmış; yorgun ve sinirli, yığılırcasına oturduğu koltukta, elleri titreyerek yakıyor sigarasını: "Bunalıyorum çocuk," diyor; "büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum! Görüyorsun ya, gittiğimiz her yerde durmaksızın dert, şikâyet dinliyoruz. Her yer derin bir yokluk, maddî-manevî bir perişanlık içinde. Beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunandan beklemek alışkanlığı. Herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden bekliyor. Fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsî bir kuvvetim yoktur ki!" Duruyor. Gözleri dolu: "Kalk, bana bir kahve getirmelerini söyle de, gel..." diyor Hasan Rıza'ya. Gazi'nin, gözyaşlarını görmesin diye kendisini odadan uzaklaştırdığını anlayan Hasan Rıza, kahve söylemek bahanesiyle çıktığında oyalanıyor, hemen dönmüyor odaya. * Çetin Yetkin, Atatürk'ün şimdiye dek üzerinde pek durulmayan çok özel anlarıyla buluşturuyor okuru. Var mısınız Atatürk'le ağlayıp Atatürk'le gülmeye? İşte her biri yüreğimizi titreten yirmidört anlatı ve insan Atatürk. ........................................................................ ÇETİN YETKİN: 7 Eylül 1939'da İstanbul'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Türk Eğitim Derneği Ankara Koleji'nde gördü. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi, aynı fakültede Kamu Hukuku/Hukuk Felsefesi doktorası yaptı. Yargıçlık stajından sonra 1971-1975 yıllarında Ankara, 1975-1980 yıllarında İstanbul'da Cumhuriyet Savcılığı görevinde bulundu. 1980 yılı başında İstanbul İktisadî Ve Ticarî İlimler Akademisi'ne öğretim görevlisi olarak geçti. 1982'de Marmara Üniversitesi İktisadî Ve İdarî Bilimler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi dalında doçent oldu. 1987'de üniversiteden ayrılarak önce Hürriyet ve sonra da Milliyet gazetelerinde gazeteci-yazar olarak çalıştı. 1991'de Akdeniz Üniversitesi'nde yeniden öğretim üyeliğine döndü ve 1992'de profesörlüğe yükseltildi. Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'nde Tarih Bölümünü kurdu ve başkanlığı görevinde bulundu. Ayrıca, Atatürk İlkeleri Ve İnkılâp Tarihi Araştırma Ve Uygulama Merkezi müdürü olarak görev yaptı. Bu üniversiteden 1996'da emekli olan Yetkin, sonraki yıllarda Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi, Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi ve Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Başlıca uzmanlık alanı "Türkiye'nin Siyasal Gelişmeleri/Yaşamı" olan Yetkin, yurt içinde ve dışında çeşitli konferanslar vermiş ve seminerlere katılmış bulunuyor. Yayınlanmış 24 kitabı ve çok sayıda makalesi bulunmaktadır. 1997 yılından bu yana Yeniden Anadolu Ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır. Cumhuriyet Savcılığı sırasında İstanbul Barosu Yönetim Kurulu'nca "görevinde gösterdiği özen ve titizlik" nedeniyle kutlanan Yetkin, Bülent Dikmener Jüri Özel Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin inceleme dalında Birincilik Ödülü ve Truva Kültür-Sanat Ödülleri "Atatürkçülük" Ödülü sahibidir. Çetin Yetkin'in diğer kitapları: Ben Bir Türküm, Struma, Türk Direniş ve Devrimleri, Bir Savcının Not Defterinden, Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, Karşıdevrim 1945-1950
  20. Sevgili admin; Sizden,forumda bulunmasını dilediğim ve eksikliğini hissettiğim iki anabaşlık hakında görüşlerinizi öğrenmek istiyorum. 1_ a.) Mustafa Kemal ATATÜRK ile ilgili Forum Board içinde dizin oluşturmamız mümkünmüdür. örneğin; Güncel Konular ve Politika Bilimi ----------------------------------------------------------- Güncel Konular Güncel Konularda Hakkında Herşey Buraya... Alt Forumlar: Toplantı, Parti, Gösteri, Eğlence Duyuruları Forumu yöneten (ler): Admin, Süper Moderatör, Moderatör ------------------------------------------------------------ Havadan Sudan Konular Canınız mı sıkkın? işte size atıp tutabileceğiniz bir yer. Alt Forumlar: Doğum Günü Kutla, Forum Oyunları Forumu yöneten (ler): Admin, Süper Moderatör, Moderatör ------------------------------------------------------------ İngilizce Haberler Google tarafından yayınlanan ingilizce haberleri RSS feed yardımı ile ayağınıza getiriyoruz... Forumu yöneten (ler): Moderatör, Admin, Süper Moderatör ------------------------------------------------------------ Politika Bilimi Politik Tartışmaların hepsi buraya... Alt Forumlar: Siyaset Felsefesi Forumu yöneten (ler): Admin, Süper Moderatör, Moderatör ------------------------------------------------------------- Türkçe Haberler RSS feed yardımı ile BBC'nin Türkçe Bölümü haberlerini anında burada izleyebileceksiniz... Forumu yöneten (ler): Moderatör, Admin, Süper Moderatör ------------------------------------------------------------- Türkiye ve Avrupa Türkiye ve Avrupa İlişkileri, Avrupa Birliği Konuları... Forumu yöneten (ler): Admin, Süper Moderatör, Moderatör ------------------------------------------------------------- Mustafa Kemal ATATÜRK ATATÜRK Hakkında herşeyi burada bulabilir ve katkılarınızla geliştirebilirsiniz... Alt Forumlar: ATATÜRK’ÜN HAYATI, ATATÜRK kitapları ve şiirleri, Türkiye Cumhuriyeti , ATATÜRK Ziyaret Defteri Forumu yöneten (ler): Admin, Süper Moderatör, Moderatör ------------------------------------------------------------ 1_ b.) ATATÜRK'ün Hayatı alt formunda; ...........Biyografisi, ...........ATATÜRK resimleri, ...........ATATÜRK Video,ses,.............................bölümleri 1_c.) Atatürk kitapları ve şiireri alt formunda ..........Atatürkle ilgili yazılan kitaplar ( Kitap tanıtımları ve özetleri ) ..........Atatürk şiirleri.........................................bölümleri. 1_d.) Türkiye Cumhuriyeti alt formunda ......... Atatürk ilke ve devrimleri ......... Çanakkale Savaşları ......... KURTULUŞ SAVAŞI ......... Söylev (Nutuk) ......... Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ......... Türk Bayrağı Kanunu ve Tüzüğü ......... İstiklal Marşı ......... Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi...........bölümleri 1_e.) ATATÜRK Ziyaret Defteri alt formunda ........ ATATÜRK'ü Ziyaret defteri ........ Kurtuluş Savaşı Şehitleri Ziyaret defteri ........ Çanakkale Şehitleri Ziyaret defteri .............. bölümlerini OLUŞTURABİLİRMİYİZ. Bu bölümün sizin teçrübenize dayalı düzenlemenzle daha da etkili olacağına eminim.. Eğer benimde bölümün oluşturulmasında katkılarımı isterseniz elimden gelen herşeyle sevinç ve heyecanla bunu yerine getireceğimi de bilmenizi isterim... ------------------ 2_ Forumda Kitaplar bölümü olmasına karşın bu bölümde e_Kitap lara ilgili bir bölümle karşılaşmadım...Bunun nedeni nedir...Forum kurallarına uygun değilmidir...Ancak bu konuda bilginin okumakla paylaşılacağına ve kitabın yanında e_kitaplarında önemli bir yer tuttuğuna inanıyorum...Elimdeki kitapları bu nedenle paylaşıma açamadığımı belirtmek istiyorum... Bu konuda açıklamalarınızı ve ne yapabileceğimizi belirtmenizi rica ediyorum... Çalışmalarınızda başarılar diliyor...Saygı ve sevgilermi sunuyorum....
  21. .., " Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.” " İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği! " Mustafa Kemal ATATÜRK ...
  22. GeceKuşu şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Öneri ve Eleştirileriniz
    Sevgili Hakan bana kalırsa cezan kalksada kalkmasada yazmaya devam etmelisin.. Unutma ki...Yaşamın gerçeklerini ve insanlığın çektiği acıları dile getiren duyarlı insanlar çok acılar çektiler yüzyıllarca.., senin karşılaştığın bu durum bir hiç kalır onların yanında... Kendine yapıldığını kabul ettiğin bu hakszlığa karşı durman ve tepkini göstermen senin en doğal hakkın olabilir. Ama yazmamaya karar vermen sana yapılanı onaylamak olmaz mı.? Bence Doğru bildiklerini, ama insanlık için doğru olan her şeyi, üşenmeden, sıkılmadan, yılmadan yazmaya devam etmelisin...Tabiki bence..... Böyle yapmakla karşı olduğun yanlışlıkları, haksızlıkları sevindirmiş ve istediklerine ulaştırmış olmazmısın.?.... Forumda zaman zaman karşılaştığım yazmıyacam düşüncesinde ki arkadaşların bu düşüncelerini değiştirmeleri dileğiyle.... onlara ve sana selam ve sevgilerimi yolluyorum...
  23. Sevgili; "güzelyaz" , "MINEU" , "Gece Yağmuru" , "angelflower" , "kusadali_emix" , "*NATALIA*" "Hoşgeldin ne iyi ettin de geldin" diyen iyi dileklerinize ve inceliğinze teşekkür ediyor, hepinize selam ve sevgilerimi gönderiyoum...
  24. Merhaba "Gece Yağmuru" Sana hoş geldin diyemiycem çünkü ev sahibi sayılırsın.. Esas amacım... "Seni daha sık görebilsek aramız da" diyen mesajına teşekkür etmek... Forumda görüşmek dileğiyle ....selamlar...sevgiler..

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.