GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük
*** Sanırım, Atatürk'ü ve onun yapmak istediklerini anlamak için daha detaylı araştırmalar yapmak, ve bunları birbirmizle paylaşmamız gerekli... Karşılıklı olarak birbirimizi anlamak ve anlaşılmak açısından, birlikte yaşadığımız bu vatanda ve paylaştığımız yaşamda ortak noktalarımızı bulabilmek açısından, Hangi inanç ve inanışta olursak olalım düşüncelerimizi ve bilgilerimizi paylaşabilmemiz çok önemli.... " Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük* " Atatürk'ün sözlerinden, düşüncelerinden alıntılar yaparak, fikirlerinden işinize geleni ele alarak, belli bir zamanda belli bir nedenle söylediği bir sözünü, belli bir zamanda belli bir nedenle takındığı bir tutumunu, davranışını esas tutarak, O'nu istediğiniz gibi gösterebilirsiniz, kılıktan kılığa sokabilirsiniz. Ancak, bu durum gerçeği yansıtmaz. Atatürk'ün birbiriyle çelişen sözlerini, düşüncelerini, tutum ve davranışlarını değerlendirirken O'nun içinde bulunduğu ortamı, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın koşullarını, iç ve dış dengeleri, Türkiye'nin ve dünyanın durumunu göz önünde tutmak zorundayız. O zaman Atatürk'ün o sözleri hangi koşullarda, hangi nedenlerle o tür bir davranışta bulunduğu ortaya çıkacaktır. Önemli olan "sonuç"tur. Atatürk'ü doğru değerlendirmek ve yorumlamak için gerçekçi olmak, tarihsel gerçeklere bağlı kalmak, objektif (nesnel) ve bilimsel olmak zorundayız. Atatürk'ü değerlendirirken, yorumlarken, O'nun yalnızca belli bir sözünü, düşüncesini, demecini, belli bir tutumunu, davranışını, eylemini değil; söz, düşünce, demeç, tutum, davranış ve eylemlerinin tümünü birden göz önünde tutmamız ve O'nun içinde bulunduğu, yaşadığı koşulları çok iyi bilmemiz gerekmektedir. Ancak, o zaman Atatürk'ü doğru, sağlıklı değerlendirebilir, gerçeği bulabiliriz... *(Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük, Asım Aslan,) ***
-
Atatürk'ün Müslüman Olmadığını Savunanlar OKU!
*** Değerli arkadaşlarım, aşağıda yapmış oduğunuz tespitlerde ne kadarda haklısınız... Bu tesbitlerinizi desteklemek amacıyla aşağıdaki alıntıları bilgilerinize sunuyorum. Sanırım, Atatürk'ü ve onun yapmak istediklerini anlamak için daha detaylı araştırmalar yapmak, ve bunları birbirmizle paylaşmamız gerekli... Karşılıklı olarak birbirimizi anlamak ve anlaşılmak açısından, birlikte yaşadığımız bu vatanda ve paylaştığımız yaşamda ortak noktalarımızı bulabilmek açısından, Hangi inanç ve inanışta olursak olalım düşüncelerimizi ve bilgilerimizi paylaşabilmemiz çok önemli.... " Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük* " Atatürk'ün sözlerinden, düşüncelerinden alıntılar yaparak, fikirlerinden işinize geleni ele alarak, belli bir zamanda belli bir nedenle söylediği bir sözünü, belli bir zamanda belli bir nedenle takındığı bir tutumunu, davranışını esas tutarak, O'nu istediğiniz gibi gösterebilirsiniz, kılıktan kılığa sokabilirsiniz. Ancak, bu durum gerçeği yansıtmaz. Atatürk'ün birbiriyle çelişen sözlerini, düşüncelerini, tutum ve davranışlarını değerlendirirken O'nun içinde bulunduğu ortamı, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın koşullarını, iç ve dış dengeleri, Türkiye'nin ve dünyanın durumunu göz önünde tutmak zorundayız. O zaman Atatürk'ün o sözleri hangi koşullarda, hangi nedenlerle o tür bir davranışta bulunduğu ortaya çıkacaktır. Önemli olan "sonuç"tur. Atatürk'ü doğru değerlendirmek ve yorumlamak için gerçekçi olmak, tarihsel gerçeklere bağlı kalmak, objektif (nesnel) ve bilimsel olmak zorundayız. Atatürk'ü değerlendirirken, yorumlarken, O'nun yalnızca belli bir sözünü, düşüncesini, demecini, belli bir tutumunu, davranışını, eylemini değil; söz, düşünce, demeç, tutum, davranış ve eylemlerinin tümünü birden göz önünde tutmamız ve O'nun içinde bulunduğu, yaşadığı koşulları çok iyi bilmemiz gerekmektedir. Ancak, o zaman Atatürk'ü doğru, sağlıklı değerlendirebilir, gerçeği bulabiliriz... *(Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük, Asım Aslan,) Bir anektod da “ Ahmet Taner Kışlalı* ” dan... "Geçenlerde baş örtülü bir öğrenci sınıfta suçladı: - Bir zamanlar Kuran, samanlıklarda gizli gizli okunurmuş... Atatürk'ü "din düşmanı" gösterme, gerici çevrelerin her zaman kullandıkları bir silah oldu. Alçakça, adice bir silah... Ama kendilerine "solcu" ya da "ilerici" diyen birtakım "entel"ler de onlara çanak tutmayı hep marifet bildiler. Geçenlerde Ankara'daki devrim tarihi öğretmenlerine bir konferans vermiştim. Salondan çıkarken birisi yolumu kesti. - Siz, Atatürk'ün "dindar" olduğunu yazmışsınız... Doğru mu? Dindar olduğunu değil, "dine karşı olmadığını" yazdığımı söyledim. Zamanım olsaydı, o sözlerime bir şeyi daha eklemek isterdim: - Eğer Atatürk bugün yaşasaydı sadece laiklik düşmanlarıyla savaşmazdı... Kanımca, din karşıtlığını marifet sayan bir avuç entel ile de savaşırdı. Yani, dindarlıkla dine karşı olmamayı bir sayacak kadar bağnazlaşmış ya da aymazlaşmış olanlarla da! " (A. Taner KIŞLALI - Cumhuriyet, 1 Kasım 1998'de yayımlanan makalesinden.) Bu vesileyle sırf kendileri gibi düşünmediği, ATATÜRK' ü ve onun düşüncelerini savunup topluma yansıttıkları için, Cumhuriyet düşmanı yobazlar tarafından öldürülen, Cumhuriyet dönemi aydınlarını saygıyla anmak istiyorum... Sevgili 'Ya Sev Ya Sevr' Atatürk'e Yahudi diyen Sümeyye'ye ..Ne kadar cahilsin! ... diyorsun... Ama biliyormusun aslında o hiçte cahil değil ve ne yaptığını da çok iyi biliyor... Eğer içimizde başka bir nickle bulunmuyorsa, o söyleyeceğini söyledi, sonra çekip gitti... foruma son giriş tarihi "28th October 2005 - 10:49 PM"... yani yazdıklarımızın hiç birini okumuyor bile... Belkide, A. Taner KIŞLALI'lının aktardığı anektod' ta ki "baş örtülü bir öğrenci" gibi akılını kiraya verip, sorgulamayı bile beceremeyen,kendine her söyleneni doğru kabul eden biri de olabilir... Bizler gibi aklını kiraya vermemiş, kendini ve yaşadığı olayları sorgulayabilen kişiler arasından, kedine yandaş bulamadığı için çekip gitmiş te olabilir belkide... Ama o ve onlar gibiler ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar aslında, hedefleri belli Bu Cumhuriyeti ortadan kaldırıp yerine din devleti kurmak... Aradıkları, samimi müslümanlardan kendilerine yandaş bulabilmek..., Amaç, yeterince çoğalabilmek ... Sonrası kolay kişinin aklını kiralayıp ve sorgulama yeteneğini de ortadan kaldırdınmı, ondan en gözü kara yobaz yaratmak çok kolay... Çükü sizin yerinize, sizin için bir başkasının düşünmesini, ve sizin adınıza kararlar vermesine izin verdiğiniz andan itibaren, sizin değil onun istediklerini yapmak zorunda kalırsınız... Bunun enstrümanlarıda çok çeşitli... Kim zaman kuran samanlıkta okunur olur... Kimi zaman baş örtüsü bayrak yapılır... Kimi zaman dinsiz devlet mi olur denir... Kimi zaman da inançlar özgürce yaşanamıyor ki denir.. camiler inançlarını samimi bir şekilde yerine getirmeye çalışan insanlarla doludur... Oysa onlar kendi aralarında bu kutsal mekanları bölüşmüşler, inançlarını yerine getirmeye gelenleri din adına kendi amaçları için kulanmaya çalışırlar... Ulusal kurtuluş savaşımızdan bu yana bu yobaz düşüncenin yaptıkları ortada... Bize düşense bu Cumhuriyetimizi korumak ve inançlarımızı kullanarak onu yıkmak isteyen, bağnaz ve aymazlara karşı uyanık olmak... ***
-
bana biri mantikli aciklasin
*** Sevgili "bilimselci" ; foruma yazmış olduğun yazılarında yapmış olduğun tespitler, ve içeriğinin kendi içindeki uyumu ve tutarlılığı mükemmel... Diğer arkadaşlarla birlikte tartışmış olduğunuz bu konu yeni dikkatimi çekti... Her zamanki gibi basit anlaşılır bir şekilde yazmış olduğun bu iletindeki tespitlerin her bir maddesi, tek başına konu başlığı olacak nitelikte.... Bu nedenle; Bilimsel gerçekleri ve tesbitleri içeren düzeyli ve anlaşılabilir yazılarınla tartışmalara .., ve örnek olarak öne sürdüğün sorgulayıcı bakış açınla bizlere .., yapmış olduğun katkılardan dolayı teşekkür etmek istiyorum... Sanırım, yukarıda ki tespitlerini ele alan yeni konu başlıklarının açılması, iki taraflı tartışmalarla hepimize yararlı olacaktır... Bu amaçla da katkılarını bekliyor..., selam ve sevgilerimi yoluyor... yaşamında başarılar diliyorum... ***
-
ATATÜRK GELECEĞİ Mİ GÖRÜYORDU?
*** Bunlar ve bundan daha fazlası kehanet .., Atatürk’ün ileri görüşlülüğü ise onun düşüncelerinde belirmiştir. Araştırarak, öğrenen, kavrayan ve öngörüşlerde bulunan zekasıyla, Çağının ve ülkemizin en önde gelen lideri olmuş, ülkemize ve bu topluma büyük kazanımlar sağlamıştır... Onun parapsikolojik yeteneğini olduğunu kabul ediyor ve merak ediyorsanız,daha fazla bilgilenmek için, Gazeteci Ali Bektan’ın 18 yıllık alın teriyle çıkardığı “ATATÜRK’ÜN KEHANETLERİ” adlı kitabını alabilirsiniz. Gerçekten bazılarının “Kader” diyebileceği şeyleri, Atatürk; sözleri, fikirleri ve düşünceriyle " ileri görüşlülük " olarak, Tük halkının önüne sunmuştur. Bize düşen böyle bir kişiliğe sahip olduğumuzla övünmek yerine, bize kalan mirasları olan ülkemiz ve düşüncelerini geliştirip, onun bizlere emanet ettiği " Bağımsız ve laik Cumhuruyeti “ mizi, yeni neslin çocuklarına dahada geliştirerek bırakmak için çalışmamız gerekecektir. Durumu Özetlersek : ”Bilginin Efendisi Olmak için Çalışmanın Kölesi Olmak Lazımdır.” tna ***
-
ATATÜRK GELECEĞİ Mİ GÖRÜYORDU?
*** ANNESİNİN ÖLÜMÜYLE İLGİLİ GÖRDÜĞÜ RÜYA… Zübeyde Hanım rahatsızlığı artığından Uşşakizadeler ‘in evinde oğluna hasret vefat eder. Ancak bu haber Paşa’ya nasıl haber vereceklerini düşünüyorlardı. Annesinin ölümünden habersiz olan Mustafa Kemal,aynı saatlerde trenle çıktığı Yurt gezisinde uyumaktaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde gördüğü kabus gibi rüya yüzünden kan ter içinde uyanır.. Bir sigara yakar ve zile basarak kompartımanındaki hizmetine bakan Ali Çavuş’u çağırıp: “Gördüğüm rüya canımı sıktı…”der. Ali Çavuş : ”Hayırdır Paşam” deyince Atatürk de rüyasını anlatır: “Pek hayır olacağa benzemiyor.Kırlık bir yerdeymişiz.Her taraf yeşillik.Birden bire sel geliyor,annemi alıp götürüyor. Endişe ediyorum.Yaverlere söyle,İzmir’e telgraf çekip annemin sağlık durumunu sorsunlar…” Acı haber tez gelir derler…Kısa bir süre sonra Yaver Salih’in yolladığı şifreli telgrafle gelir. Atatürk telgrafın şifreli olduğunu derhal anlayarak: “Annem öldü mü?” Ali Çavuş üzgün bir şekilde telgrafı uzatır: “Başınız sağ olsun Paşam.” Gözleri yaşla dolan Atatürk : “Bana malum oldu..Bana malum oldu…Bunun kabusunu gördüm ben.. Anam..Zavallı çilekeş anam..Benimanam öldü başka analar sağ olsun..” diyerek koltuğuna çöker. Vatan hizmetinin zorunluluğu yüzünden annesinin cenaze törenine katılamaz. ***
-
ATATÜRK GELECEĞİ Mİ GÖRÜYORDU?
*** YIL 1908 ve ATATÜRK'ün UÇAKLARLA İLGİLİ GÖRÜŞLERİ Atatürk uçakların henüz daha bırakın savaşlarda kullanılmasını, normal günlerde bile kullanılmadığını ve birçok kimse için ölüm kutusundan başka bir şey olmayan günlerde, Fransa’daAbidin Daver’e söylediği uçaklarla ilgili şöyle demiştir: “Teyyarelergün gelecek savaşlarda önemli roller oynayacaktır.” 1908 yılında söylenen bu söz ,Abidin Daver’in hiç aklına yatmadığını itiraf etmiştir. Çünkü o yıllarda uçağı savaşta kullanılması akıllarda dahi yok gibi bir şeydi. ***
-
ATATÜRK GELECEĞİ Mİ GÖRÜYORDU?
*** AVRUPA BİRLİĞİNİN KURULUCAĞINI BİLİYORDU… Atatürk dış politikaya da önem verilmesini çok iyi biliyordu. Türkiye’nin komşularında meydana gelebilecek olaylardan etkilenebileceğini savunan Atatürk, bir akşam Çankaya Köşkü’nde çocukluk ve mahalle arkadaşı Asaf İlbay’ın da aralarında bulunduğu dostlarına dış siyaset hakkında şunları anlatır: “Bir Balkan Birliği’ne lüzum vardır.Beni bırakınız ki fırkamın lideri olarak Balkanlar’da bir seyahat yapayım. Balkan devlet adamlarıyla konuşayım ve efkarıumumiyeyi hazırlayayım. Dünyanın ufuklarında kara bulutlar görüyorum.Balkan Birliği kurulabilirse,bir Avrupa Birliği’ne yol açılabilir. Batı devletleri de er geç birleşmiş olacaklardır." Avrupa Birliği düşüncesi ilk olarak ancak II.Dünya savaşı sonrasında ortaya çıkabilmiştir. 1960’ların başında Batı ülkeleri tarafından üzerinde konuşulmaya başlanmış olan bu düşünce, 1980’lere gelindiğinde ancak genişlemeye başlayabilmiştir. Oysa ki,Atatürk bakışlarını bir noktada yoğunlaştırarak dalgın bir halde ısrarla şunlarışunları söylüyordu: “..Evet,bir Balkan Birliği ve sonra da Batı Devletleri Birliği beşeriyeti ve ulusları,görünür görünmez felaketlerden koruyabilir. Yoksa insanlığın başına gelecek sefalet ve ıstıraplara ölçü yoktur.Dünya bir uçurama doğru gidiyor…” ***
-
ATATÜRK GELECEĞİ Mİ GÖRÜYORDU?
*** RUSYA’NIN GELECEĞİ Kurtuluş Savaşı sırasında en büyük desteği Rusya’dan alan Mustafa Kemal, savaş sonrasında ise ilişkileri belli bir düzeyde sürdürüyordu. Çünkü Lenin’den sonra iktidarı ele geçiren Stalin Rusya’yı keyfi bir şekilde yönetiyordu… 1936 yılında Atatürk her zamanki gibi Çankaya’daki akşam yemeklerinde ülkenin sorunlarını konuşurken, masadakiler sıksık Paşam, Ruslar şöyle ileri adımlar atıyor,ekonomide,sanayide,askeri alanda şöyle başarılı oluyorlar diye anlatıyordu. Atatürk’ün bunun üzerine yemeği bırakıp, masanın üzerindeki içinde meyvelerin bulunduğu tabağı alıyor ve yere atacakmış gibi yapıyor. Masadakilere : ”Eğer bunu yere bıraksam kaç parça olur?” diye soruyor. “40 parça olurduPaşam”diyorlar . “Hayır..” diyor Atatürk, soruyu yine tekrar ediyor,aynı cevabı alıyor. Bunun üzerine "Bilemediniz…” diyor. Ve devam ediyor: “Biraz sabredin…Yurtta Sulh,Cihan’da Sulha sarılın.Çünkü 60 yıl sonra Rusya 60 parça olucak. Bu nesil Bolşevik ihtilali yaptı.Kan kussa,kızılcık yedim der.Oğulları da babalarının istikametinde gider. Ama ondan sonraki nesil Rusya’yı 60 parçadan böler…” Bu sözler 1936 yıllarında söylenmişti. Şimdi o yılları şöyle bir hatırlayalım:.. Henüz daha II.Dünya Savaşı çıkmamış ve Rusya büyük bir güç olmamışken,bu söz söylenmiştir. Anlattığı şeyler 64 yıl sonra gerçekleşmiştir.Atatürk devam etmiştir: - “Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur,komşumuzdur,müttefikimizdir.Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat,yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi,tıpkı Avusturya Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir,ufalanabilir. Bu gün Rusya’nın elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler.Dünya yeni dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim,bu dostumuzun idaresinde dili bir,inancı bir,özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız.Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir.Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır?Manevi köprüleri sağlam tutarak..Dil bir köprüdür.İnanç bir köprüdür.Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını beklemeliyiz,bizim onlara yaklaşmamız gerekliliğidir. Rusya bir gün dağılacaktır.O zaman Türkiye onlar için örnek bir ülke olacaktır.”diyen Atatürk : ”Türkiye 21nci Yüzyılı şekillendiren Avrasya için bir kilit ülke konumundadır. Onlar bizi örnek alacaklardır.” diye görüşünü bildiriyor. Atatürk’ün ileri görüşünü ; 1936 yılından 2008 yılına gelirken gözlem yapan ve gazeteleri televizyonları yani kısacası dünyayı takip eden herkes, şu an bile anlayabilir. ***
-
ATATÜRK GELECEĞİ Mİ GÖRÜYORDU?
*** RADYO VE SİNEMA HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ Atatürk’ün radyo ve sinema hakkındaki sözleri onun “ileri görüşlü”lüğünü bir kez daha kanıtlıyor. “Sinema, gelecekteki dünyanın bir dönüm noktasıdır. Şimdi bize basit bir eğlence gibi gelen eğlence olan radyo ve sinema bir çeyrek asra kalmadan yeryüzünün çehresini değiştirecektir. Japonya’daki kadın, Amerika’daki zenci, Eskimo’nun ne dediğini anlayacaktır. Tek ve birleşik bir dünyayı hazırlamak bakımından sinema ve radyonun keşfi yanında tarihte devirler açan, matbaa, barut, Amerika’nın keşfi gibi olaylar oyuncak nispetinde kalacaktır.” Bu sözler radyonun emekleme,sinemada ise yeni yeni çalışmalar yapıldığı bir dönemde ifade edilmiştir. Bir diğer önemli nokta ise “Tek ve Birleşik Dünya “ düzeninden bahsetmesidir. Bana kalırsa herkesin İnternet’i tanıması bu olayı kavraması için bile yeterlidir. ***
-
ATATÜRK GELECEĞİ Mİ GÖRÜYORDU?
*** BAŞKENT ANKARA Atatürk’ün Ankara’yı Başkent yapmasının ardındaki sebep hayli ilginçti: “Ben Türk’ün imkansızı imkan haline getiren kudretini bütün dünyaya göstermek için Ankara’yı istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar yeşil ağaçların çevirdiği villalar arasından uzanan yeşil sahalar, asfaltlar ve binalarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz,yakında olacak…” Ankara 13 Ekim’de başkent oldu. Bazı Batılı devletler Ankara’nın nüfusu ve kırsallığı yüzünden büyükelçi göndermeyeceklerini açıklamalarına rağmen, karar değişmedi. ***
-
ATATÜRK GELECEĞİ Mİ GÖRÜYORDU?
*** "Sizinle 9 Eylül 1922' de Nif kasabasında görüşebilirim.” Düşman Ordusu’nu tamamıyla yok etmek amacıyla başlatılan Büyük Taaruz amacına ulaşmıştı. Ordularını korkunç sondan kurtarmak isteyecek olan itilaf devletlerinden durumu gizleme amacı güden, fakat bu başarıları haber alan itilaf devletleri kendisinden görüşmek üzere randevu istedikleri zaman. ATATÜRK elçilere: “Sizinle 9 Eylül 1922 Nif (Kemalpaşa) kasabasında görüşebilirim.” İşin ilginç tarafı, bu sırada Türk Orduları Nif’den çok uzakta bulunuyordu. Ve 9 Eylül’e kadar oraya çarpışarak varmak çok zor, hatta imkansız gibi görülmekteydi. Çünkü bu bir savaştı. Yani kesin tarih verilmesi norma şartlarda hiç bir şekilde mümkün değildi. Savaş sırasında neler olabileceğini kim önceden kestirebilirdi ki? Aradan 10 gün geçti. Bu olayı daha sonra ünlü Nutku’nda kaleme alarak şöyle demiştir: “Dediğim gün Nif’te idim. Fakat benden randevu isteyenler orada yoktu…” ***
-
ATATÜRK GELECEĞİ Mİ GÖRÜYORDU?
*** GÖZLE GÖRÜLMEYEN YERİ BİLMESİ…. Sakarya Savaşı’ndan sonra bir subay cepheden alınan bilgileri Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal’e okuyordu. Kağıttaki notta cephe komutanlarından biri , Seyit Gazi’nin kuzey-doğu tarafında bir düşman fırkasının göründüğünden bahsediyordu… Bunun üzerinde Mustafa Kemal kaşlarını çatarak: “ Hayır!..Orada düşman yoktur..İyi baksınlar..” Subay öğle yemeğinde geri geldi.Biraz da sıkılarak: “Haber aldım komutanım.Bahsedilen yerde düşman yoktur.” ***
-
İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR
Bu konuda haklı olduğunuzu düşünüyor ve sizden özür diliyorum.. Ama amacım seni rencide etmek değil kaynak ve alıntı yeri vermeden yazılan bir yazının ortaya çıkarttığı duruma dikkat çekmekti... Sizi istemeden de olsa üzdüğüm anlaşılıyor...bu nedenle senden tekrar özür diliyor... Selam ve sevgilerimi yolluyorum...
-
İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR
*** Sevgili 'hearten' göndermiş olduğum iletide içeriğin önemsizliği konusunda bir yaklaşımım olmadı sanırım. Ancak, yazıyı gönderen arkadaşın etik olmayan yaklaşımı sonucu, sevgili ."...DAVET...." in samimi bir yaklaşımla yazıyı onun yazdığını sanması ve sırf bu yüzden danışıklı döğüş polemiğinin doğması hoşmuydu sence... ve ben bu konudaki görüşümü aşağıda verdiğim iletide biraz daha detaylı belirttim.. Eğer tıklayıp girersen ne demek istediğim daha açık olarak anlaşılacaktır Ayrıca son satırlardaki bana olan bakış açınız beni üzdü... Sırf seninle aynı görüşte olduğunu düşündüğün kişinin tavrını eleştirmiş olmam üzerine, benim hakkımda bir takım ithamlarda bulunmanız hiçte hoş değil... Aynı görüşü paylaşıyor yada paylaşmıyor da olsak, burada yapmaya çalıştığımız şey, birbirimizin düşünceleri ve bilgi birikimleriyle yeni kazanımlar elde etmek, farklı görüş açılarıyla yaşamı anlamaya çalışmak... Bizim gibi düşünmeyenlerin, bilgi yetersizliklerini ortaya çıkarmak, açıklarını yakalamak değil.... Sizinkini bilemem ama benim yapmaya çalıştığım bu... Benim yapabileceğim tek şey; varsa o konu hakındaki görüşlerimi belirtmek yada yanlış düşündüğünü kabul ettiğim arkadaşlara bilginin kaynağını gösterip birde oradan araştırma yapmalarını istemek olabilir... Bunu dışındaki herşey anlaşılmaya ve anlamaya çalışmanın dışında, kısır çekişmelerden başka bir işe yaramaz.... Yine ayrıca; Arkadaşın göndermiş olduğu alıntı orjinal kitaba göre çok eksik, arzu ederseniz size o kitabın e-kitap versiyonu gönderebilirim... Onun yapmış olduğu, kaynağını ve kitabı belirtmeden alıntı yapması, ama bu bilgi paylaşımı açısından eksik bırakılmış bir durum, çünkü bilginin geri kalanına ulaşabilmemiz için kaynakların yada alıntıların belirtilmesi gerekli... Sandığın gibi alıntının yapıldığı forma ve konu başlığına ulaşmam hiç te zor olmadı. Çünkü o forum sık kullanılanlarımda kayıtlı... Tıpkı sevgili "bercestenin" önerdiği, "www.anlamak.com" ...gibi... ve bir çok farklı görüş ve düşünceleri içeren diğer web siteleri gibi... Bence önce inanıp sonra yorumlayan bakış açınız, benimle ilgili yaklaşımınızda da hata yapmanıza neden oldu... Sizden, sizinle aynı görüşte olmasada hiç bir arkadaşımıza ön yargılı yaklaşmamanızı rica ediyor... Güzel paylaşımlarda buluşmak dileğiyle selam ve sevgilerimi gönderiyorum... ***
-
”Akli metotun”, ”bilimsel metotun” ve ”mantıksal metotun” rolleri
Bu foruma zaman içerisinde günlük kayıt yaptırıp kısa süreli bir iki yazı yazıp ondan sonra hemen ortadan kaybolan birçok arkadaş var... bunların tespitini dinler bölümünde eski ve yakın tarihli başlılları kontrol ederseniz, görebilirsiniz...Kişi kayıt yaptırmış, bir yazı yazmış, bir dahada foruma hiç girmemişler... Sayın kalkınma sanırım sende ONLARDAN BİRİ DEĞİLSİNDİR.. Bize Kendi düşüncelerinmiş gibi gönderdiğin yazılar, "-http://www.network54.com/Forum/277459/thread/1095176234/last-1095244335/k%FCt%FCphaneden+bir+kitap-özgür tartışma forumu' na 'kütüphaneden bir kitap' başlıklı, September 14 2004 tarihli yazıdan alıntı bile değil, direk kopyala_yapıştır. Yukarıdaki altı çizili "özgür tartışma forumu " tıklarsan sende tekrar o yazıya ulaşabilirsin.... O yızının devamınıda İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR başlığı altında göndermişsin... Bu kadar iddialı bir başlıklar atıp ardından kendine ait yorumlar ve düşüncelerini ifade eden bir tek satır bile bulunmaması...Biraz garip değilmi... Biz bu formu paylaşan bütün görüş ve inanışlara sahip forumdaşlar olarak direk link verseydin üşenmeden okur ve sana teşekkür ederdik,bu kadar kendini yormana gerek yoktu.... Bize düzeyli tartışmalarınla ve kendi fikirlerinle katkıda bulunmak için geldiysen hoş geldin ne iyi ettinde geldin...Yukarda belirttiğim gibi bir günlük ziyaretse seninkisi..hoş geldin güle güle...
-
İÇGÜDÜLER VE DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR
Sevgili "kalkınma"nın tamam buldum işte cevap diyerek gönderiği yazı ile ilgili... yorumsuz... "kütüphaneden bir kitap" isimli başlık... ve ...September 14 2004 ...Tarihli aşağıdaki linkte özgür tartışa platformuna gönderilen bir tanıtım yazısından copy _ paste Kitabın yazım tarihi ise 1973 (8 Sefer 1393 )...günümüzün tarihi ise 2006.... -http://www.network54.com/Forum/277459/thread/1095176234/last-1095244335/k%FCt%FCphaneden+bir+kitap-
-
tartışmalarımızın amacı;
*** *Teist Evrim Kuramı, bugün biyologların ve bilim adamlarının savundukları Evrim Kuramı ile çelişmemektedir; yani başlangıçta her şeyi yaratan bir Tanrı, evrimin zembereğini kurmuş da olabilir.* *Fakat; "Bilimsel Yaratılışçılık" olarak isimlendirilen ve din kitaplarını kelimesi kelimesine aynen yorumlayan radikal akımın savundukları ile "bilimin bulguları" birbiriyle çelişmektedir. “Bilimsel Yaratılışçılığa” göre, tüm canlılar ayni anda yaklaşık 10 000 yıl önce Tanrı tarafından birdenbire, belli bir dizaynla ve belirli bir amaca yönelik olarak yaratılmışlardır.* *** İnsanlar düşünmeye ve felsefe veya din ile ilgili çıkarımlar yapmaya başladığından beri, *Yaşamın anlamı nedir.? *Evren'in anlamı nedir.? *Yasam nedir ve nasıl başlamıştır.? *Evren sonsuz mudur.? *Bu evrenin bir başlangıcı ve yaratıcısı var midir.? *Bu evrendeki olayları açıklayacak fiziksel yasalar, *Yasamın gelişimini açıklayabilecek biyolojik yasalar var midir.? ... .............................................................…gibi sorular sormuştur. İnsan oğlu bu soruları cevaplarken; * Dinlerin pek çoğuna göre, tüm evren ve canlılar belli bir amaca yönelik olarak birdenbire yaratılmışlardır. ** Bilim ise, başından beri, olaylar arasındaki ilişkileri ve dünyadaki fenomenleri açıklamak için, gözlemler yapmak ve bu gözlemleri akılcı bir biçimde sentezlemek yöntemini geliştirmiştir. Bir Tanrı’nın olup olmadığı, Başlangıçta her şeyin yaratılıp yaratılmadığı, Bilimin araştırma konusu içinde değildir. *** * Bilim gözlemleyebildiğini yorumlar; fizik, matematik, biyoloji ve kimya bilimlerinin yöntemlerini kullanarak sonuçlar çıkarır, ve bu sonuçlara inanır; **Din ise inandığını yorumlar; yani din önce inanır, sonra bu konuda yorum yapar. *** Tartışmaya açılan bir çok konuda olduğu gibi "bilimin bulguları" ile “Teist inanışlar” arasındaki çelişki, işte tam bu noktada başlıyor… * Önce inanıp sonra yorum yapan arkadaşlar, bilimi reddetmek veya onunla alay etmek gibi bir yanlışlığa düşüyorlar… Oysa; Teist inanışların yanında, Bilim; insan ve evreni kavramamızda çok daha fazla katkılarda bulunmuştur. * Teist kavramlara bilimsel açıklamalar getirmek isteyen arkadaşlarsa, bilimi kendi alanı dışına taşımaktalar… Çünkü; * Belirli alanda elde edilen her bilgi bilim değildir. * Bilgilerin bilim olabilmeleri için bazı koşullara uygun olması gerekir. * Her bilimin kendine has konusu vardır. * Her bilim “bilimsel yöntemlerle” araştırmasını gerçekleştirir. * “Bilim objektiftir”. Elde edilen bilgiler başka araştırmacılar tarafından test edildiğinde de aynı sonuçlara varılır. * Bilim genellemelere varmayı amaçlar.Bu genellemeler “bilimsel yasa” veya “bilimsel teori” olarak ifade edilirler. *** * Evrendeki yaşamın belli bir amaca yönelik olup olmadığı, * Tanrı’nın Evrim'in gelişimini şekillendirip şekillendirmediği, * Tanrı’nın evrimin oluşabilecek koşullarını sağlayıp sağlamadığı konuları, bilimin sınırlarının dışına taşmaktadır.* *** Bence; sırf, “inanç ve kavramlar” dar görüşlülüğünden sıyrılıp, yeterli bilgi sahibi olamadığımız konularda kısır çekişmelerden uzak durmalıyız. Çünkü, İşte o zaman; İnançlarımızı bilimle açıklamak veya Bilimi inançlarımız nedeniyle reddetmek gibi bir çelişki içene düşüyor ve işte esas o zaman gülünç duruma düşüyoruz... Yine bence; Birbirimizi inançlarımızdan dolayı sorgulamak yerine, inandığımız doğrularımızı da sorgulayabilme becerisine ulaşabilmeliyiz, Yine bence; Önce inanıp sonra sorgulamak yerine, önce sorgulayıp sonra gerçeğe ve doğru bilgiye ulaşmak için her şeyi yapmalıyız… Yine bence; Bilgiye ulaşmak için yine birbirimize ve bildiklerimize ihtiyacımız var… Çünkü; İnsan merak eden, öğrenme ihtiyacında olan bir varlıktır. Hem kendini hem de kendi dışındaki dünyayı anlamak ister. Elde ettiği bilgiler de onun çevresine uyumunu kolaylaştırır. Yine bence, tartışmalarımızın amacı; Her konuda her şeyi bilememek gibi bir gerçeğimiz olduğuna göre, birbirimizi bilgilendirmek olmalı… Yine bence; Bilgiler paylaşılarak çoğalır ve paylaşıldıkça daha doğruya ulaşır.. ***
-
Çanakkale Savaşları
*** Çanakkale'de nasıl bir trajedi yaşandı Çanakkale'de Mehmetçiğe kimyasal silah Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nden çıkan yeni bir belge, savaşla ilgili korkunç bir gerçeği ortaya çıkardı: İtilaf Devletleri Mehmetçiğe karşı kimyasal silah kullandı. Savaşı anlatan rakamlar ise oldukça manidar. 10 bin askerimiz kayıplara karışmış. Çanakkale'de sadece askerler savaşmadı. Aynı zamanda, farklı dünya görüşleri de mücadele etti. Hem de insan olma konusunda... Düşmanının canını kurtarmak için çırpınmak, matarada kalan bir yudum suyu düşman askerine vermek başka türlü nasıl izah edilebilir ki? Reuter muhabirinin geçtiği haber ile Çavuş Logal'ın ailesine gönderdiği mektup bu örneklerden sadece birkaçı. Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü var. İtilaf Devletleri, Çanakkale'de direnen Osmanlı askerini yok etmek için her türlü yolu denemekten çekinmedi. Uluslararası savaş kuralları yok sayılıp siviller katledildi, hastaneler bombalandı. Dahası top yekûn bir öldürme operasyonu için kimyasal silahlar bile kullanıldı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde görevli uzmanlarca ortaya çıkarılan yeni bir arşiv belgesinde İtilaf Devletleri'nin Türk askerlerine karşı boğucu türden gaz içeren kimyasal silah kullandığı belirtiliyor. Belgeye göre, Osmanlı askeri kimyasal silahlar karşısında çaresiz kalıyor. Belgede gazın hangi ülke kuvvetleri tarafından kullanıldığı belirtilmiyor. Verdiği zarar konusunda da bir bilgi yok. Fakat, araştırmacılar binlerce askerin kimyasal silahların tesiriyle şehit düşme ihtimalinin olduğunu belirtiyor ve muhtemelen İngilizler tarafından böyle bir yola başvurulduğu görüşünde birleşiyor. 2 Temmuz 1915 tarihinde Başkumandan vekili namına Müsteşar imzasını taşıyan ve cepheden Hariciye Nezareti'ne gönderilen belgede düşman kuvvetleri tarafından kimyasal silahlar kullanıldığı belirtilip tarafsız ve dost devletlerin olayı protesto etmesi isteniyor. Dost devletlerin insanlık dışı bu hadiseyi protesto ettiğine dair bir bilgiye rastlanmıyor; ama bu belge Çanakkale'yi kimyasal silahların kullanıldığı savaşlar arasına sokuyor. Daha önce 19. yüzyılın sonlarında Fransızlar Almanlara karşı zehirli gaz kullanmış, aynı şekilde Almanlar da Fransızlara misillemede bulunmuştu. Domdom kurşunu... Çanakkale'de destan yazan askerlerimize yönelik uluslararası savaş hukukuna aykırı hareketler kimyasal silahlarla sınırlı değil. Tespit edilen iki ayrı belge, iki ayrı savaş ihlalini daha ortaya çıkarıyor. Savaş hukukuna kesinlikle aykırı olmasına rağmen domdom (parçalayıcı, dağıtıcı özelliği çok fazla) kurşunları da Mehmetçiğe sıkılmış. Başkumandan vekili Enver imzasını taşıyan 20 Mayıs 1915 tarihli Hariciye Nezaretine gönderilen belgede Çanakkale'de yaralanıp Tekirdağ Hastanesi'ne yatırılmış bir askerin bacağından domdom kurşunu çıktığı rapor ediliyor. Aynı belgede domdom kurşunlarının İngiliz askerleri tarafından kullanıldığının altı çiziliyor. 10 Mayıs 1915 tarihini taşıyan bir başka belgede de İngiliz savaş gemilerinin balonlar yardımıyla Maydos kasabasında Hilal-i Ahmer bayrağı çekmiş hastaneyi bombalayarak 30 kadar yaralı askerin şehid olmasına yol açtığı belirtiliyor. Osmanlı Hükümeti "insanlığa sığmayan" bu saldırı sonrasında Amerika Sefareti aracılığıyla İngiltere'nin uyarılması talebinde bulunuyor. Bu üç belge ve üç örnek, savaş kurallarının hiçe sayıldığı Çanakkale'de nasıl bir trajedinin yaşandığını gözler önüne seriyor. 10 BiN KAYIP ASKER Fiilen 3 Kasım 1914'te başlayan Çanakkale Savaşları 9 Ocak 1916 tarihinde İtilaf Devletleri'nin çekilmesiyle sona erdi. Çanakkale'de ortaya çıkan rakamlar savaşın ne kadar şiddetli geçtiğini anlatmaya yetiyor. Yaklaşık bir yıl süren çarpışmalar sonucunda İtilaf Devletleri 252 bin kayıp verirken, Osmanlı Devleti ise 251 bin şehit verdi. 3 Kasım 1914'te Seddülbahir Kalesi'ndeki cephaneliğe yapılan saldırıda 5 subay 83 er şehit oldu. Bunlara "ilk şehitler" deniyor. Rumeli Mecidiyesi'nde görev yapan Topçu er Seyit 275 kilo 600 gram ağırlığındaki top mermisini tek başına kaldırıp namluya sürerek ateş etti; Ocean zıhlı gemisi sulara gömüldü. 19 Mayıs 1915'te cepheye katılan 100 kadar İstanbul Tıp Fakültesi öğrencisi 3 saat içinde şehit düştü. İstanbul Tıp Fakültesi 1921 yılına kadar hiç mezun veremedi. Karşılıklı siperlerin en yakın mesafesi 5 metre olduğu halde çatışmalar sürdü. Savaşta 60 İngiliz uçağına karşılık 22 Türk uçağı bulunuyordu. İngilizler 205 bin, Fransızlar 47 bin kayıp verirken İtilaf Devletleri'nin toplam kaybı 252 bin olarak tespit edildi. İngiltere (sömürge askerleri dahil) savaşa 469 bin askerle katıldı. Savaş sırasında Saroz Körfezi'ne 300 kadar Yunan asker çıkarıldı. İtilaf Devletleri safında 600 kişiden oluşan Siyon Katırcılar Birliği de savaşa katıldı. O gün için 700 bin Türk askeri bulunuyordu. Osmanlı Devleti toplam 251 bin şehir verdi. 10 bin askerimiz kayıp. Savaşta 57. Alay'ın bütün mensupları şehit düştü. Bir daha 57. Alay kurulmadı. Bu Alay'ın sancağı halen Avustralya Savaş Müzesi'nde sergilenmektedir. 25 şehitle Kastamonu'nun Güzlük köyü en fazla kayıp veren köy olarak kayıtlara geçti. *** *** Çanakkale Savaşın da bir gazeteci İngilizler, Çanakkale Savaşı öncesinde sömürgelerine haber göndermiş ve yardımcı kuvvetler istemişti. Avustralya bu isteğe olumlu cevap vererek 20 bin Avustralyalı, 8 bin Yeni Zelandalıdan oluşan ilk ANZAK kuvvetini Türkiye’ye doğru Kasım 1914’te yola çıkarmıştı. 1. Anzak Tümeni’ni taşıyan Orvieto gemisinde, savaş muhabiri Charles Bean de vardı. Charles Bean, Melbourne limanından demir alınmasından, istilanın sonuna kadar Anzak askerlerinin bütün serüvenini hem onlarla birlikte yaşadı hem de bütün ayrıntıları ile yazdı. İstila başladığında 34 yaşında tecrübeli bir gazeteci olan Bean kısa sürede askerlerle kaynaştı ve kızıl saçlarından dolayı “havuç kaptan” lakabı ile anıldı. Bean en tehlikeli mevzilere bile girmekten geri durmadı. O yıllarda yeni gelişmekte olan modern savaş muhabirliğinde önemli ve örnek bir kariyer yaptı. Son istila kuvvetlerinin çekildiği tarihi günden ancak bir gün önce Gelibolu’dan ayrılan Bean ülkesine dönerken yanında 125 defter dolusu not ve yüzlerce fotoğraftan oluşan eşsiz belgelere sahipti. Bean resmi muhabir olmasına rağmen Çanakkale Günlüğü savaşın gayri resmi tarihi idi. Zaten, “Avustralya’nın Resmi Tarihi” adında 6 ciltlik bir eser de yazmıştı. Bu eserini tamamladıktan sonra elindeki notları Avustralya Savaş Tarihi Enstitüsü’ne devretti. Bean, 1968’de hayatını kaybetti. Enstitü de bu notları 1979 yılına kadar halka kapalı tuttu. Bean’ın bu notları üzerinde çalışan araştırmacı Kevin Fewster, Çanakkale Günlüğü’nü 1983 yılında yayınladı. Kitabın çıkması maalesef gereken ilgiyi uyandırmadı. Özellikle Türk kamuoyu 64 sene sansürlü kalmış ve ancak 68 sene sonra yayınlanmış günlükteki bilgileri maalesef atladı. Bir facianın hikayesi Çanakkale Savaşı deniz ve kara muharebeleri olmak üzere ikiye ayrılıyor. İngiltere ve Fransa, Boğaz’ı denizden zorlayarak geçeceklerine inanıyorlardı. Bunun için 17 Mart 1915’te Bozcaada’da Akdeniz Orduları Başkomutanı General Hamilton’un da katıldığı son toplantıda Deniz Harekat Planı görüşülmüş ve Boğaz’ın zorlanması planlanmıştı. Bu plan yapılırken müttefik kuvvetler kurmaylarının ellerinde Boğaz’ın mayından temizlendiği raporları vardı. Bunun üzerine 18 Mart 1915 günü İngiliz ve Fransız ortak donanması Çanakkale Boğazı’na hücum etti. O gece Nusret mayın gemisi Karanlık Liman bölgesini mayınlamış olduğundan müttefik donanması mevcudunun yüzde 35’ini kaybederek çekilmek zorunda kaldı. Geriye dönüş manevraları sırasında da o yılların en önemli savaş gemileri olan Bouvet, Ocean, Irrestible, ayrıca 2 muhrip, 7 mayın arama gemisi battı. Goulois ve Inflexible da dahil 7 zırhlı gemi görev yapamaz hale geldi. Bu başarı tarihe Çanakkale Zaferi olarak geçecek, Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa da “18 Mart Kahramanı” olacaktı. Çanakkale’deki bu hezimetin haberi Londra’ya bomba gibi düştü. Önce ajansların haberleri abarttığını düşünen Londra, daha sonra General De Robeck’in raporu ile hezimetin gerçek olduğunu anladı. Bu hezimetin faturası 17 Mart’ta Boğaz’ın mayından temizlendiğine dair rapor veren subaylara çıkarıldı ve kurşuna dizildiler. Ancak daha sonra verilen raporların doğru olduğu, Türkler’in son dakikada burayı tekrar mayınladığı anlaşılacaktı ve kurşuna dizilen subayların itibarları iade edilecek, ailelerine maaş bağlanacaktı. 18 Mart mağlubiyeti Müttefik Kuvvetlerini, Çanakkale Boğazı’nın karadan yardım ve destek olmaksızın geçilemeyeceği noktasına getirdi. Bunun üzerine bir ayı aşkın bir hazırlık yapıldı. 75 bin kişilik çıkarma kuvveti hazırlandı ve başına General Sir Hamilton getirildi. 25 Nisan günü Gelibolu yarımadasında Arı Burnu ve Seddülbahir’e Anadolu yakasında Kumkale’ye çıkarma yapıldı. Bu çıkarmada bulunan tek sivil ve tek gazeteci Avustralyalı Charles Bean idi. Bean, o tarihi günü bakın nasıl anlatıyor: “25 Nisan Pazar (geceyarısı): Gemiler Limni’den geldi. Güvertede uykulu bir ses esnemelerle kesilen bir şarkı söylüyor... Derken ilk kez 4.38’de, dikkatle kulak verdiğimde, ta uzaklarda bir takırtı duyuyorum; küçük tahta bir kutunun iç kısmına bir kurşun kalemle hafifçe vurulurmuşçasına. Bu takırtı sürekli gidip geliyor. Son derece uzaktan ve derinden gelen bir ses ama benim için artık yabancı değil. İlk defa işitmeme rağmen bunun ne sesi olduğundan hiç şüphem yok. Ateşlenen tüfeklerin yankılanan sesi bu; önce birkaç el, sonra daha ağır ve sürekli... İlerdeki tepelerde yoğun çarpışmalar oluyor... Sandal 50-60 santimetre derinlikte bir suda karaya çekildi. Dışarı fırladık...Limni’de sırt çantalarının ağırlığından yıkılanlar olduğunu gördüğüm için dikkatle çıktım, kumsala dek suları yara yara yürüdüm ve sonunda Türk topraklarına ayak bastım...” Türkler’i esir alma, öldür Her gün olaylar hakkında küçük notlar alıp akşam kıt ışık altında veya ay ışığında bunları düzenleyen Resmi Savaş Muhabiri Cherles Bean, 29 Nisan 1915 tarihinde ise şu dehşet satırları yazıyordu: ”Her gün kampa Türk esirler getiriliyor. Avustralyalıların esirlere hayli kötü gözle baktıkları kesin... Bu yüzden bizim Avustralyalılar eğer ellerinden geliyorsa, esir almayıp yaralıları öldürme yoluna gidiyorlar. Hem Yeni Zelandalılar, hem de Avustralyalılar, kimi durumlarda en azından ilk karşılaşmalarda, hele işler kötüye giderken, Türkler’den esir alınmaması yolunda üstlerinden kesin emir aldıklarını söylediler bana. Bunlara inanmıyorum, ama doğru da olabilir.” Dehşet dolu satırlar... Bean, günlüğüne 26 Eylül Pazar günü için ise, yaralıları öldürdüklerini içeren şu dehşet dolu notları kaydetmiş: ”Nevinson ile birlikte İmroz adasında Panagia köyüne gittik. Weistock’un emir eri X bize yolda son derece şaşırtıcı şeyler anlattı. X, Munster alayındaymış. Bir çok süngü hücumunda bulunduğunu söyledi bana... Anlattığına göre 2 Mayıs gecesi Türkler Munster hattını yarmışlar. Hattaki askerlerle subayların pek çoğu bunu bilmiyormuş. Türkler hattı yarıp Munster karargah bölüğünü darmadağın etmişler. Hattaki askerler de arkalarından gelen insan seslerini duyunca kendi adamlarının takviyeye geldiğini sanmışlar. Gene de bu konuda bir tereddüt belirince bir çavuş adamlarından bazılarına birer el ateş etmelerini emretmiş. Ateşin açılmasının hemen ardından ‘Allah Allah’ sesleri yükselmiş dört bir yandan. Ön hattakiler derhal ateş açmışlar ve Türkler’i komuta eden Alman subayla birlikte 15 kişiyi öldürmüş ya da yaralamışlar. ”Ertesi gün o Almanın canını alıverdik” dedi X. Kulaklarıma inanamadım bir an. Kent bölgesinden gelen tatlı, yumuşak, becerikli bir adamdı bu X. Evet, iyi eğitim görmemişti, cahildi ama yumuşak başlı iyi bir adamdı... Bu sözlerin üstüne gerçekten öylesine midem bulandı ki konuşamadım. Yaptığı işin dehşeti hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Hatta bununla övünür gibiydi. Eğer bizim Tommy’lerimizin bir kısmı böyle savaşıyorsa, Tanrı yardımcımız olsun. Evet yaralıları öldürmekle böbürlenen bazı Avustralyalılar da görmedim değil, ama bu savaşın heyecanı içindeydi. Ele geçirdiği yaralı adamı (Alman bile olsa) bir gün sonra soğukkanlılıkla öldürebilecek çok fazla insan olduğunu sanmıyorum.” ...Ve esirleri yaktılar Resmi Savaş Muhabiri Bean’in günlüğünde insanın tüylerini diken diken eden en önemli ayrıntı ise, maalesef Türk esirleri canlı canlı yaktıklarını itiraf ettiği satırlar. Bean, 8 Ağustos 1915 diye başlayan satırlarına şöyle devam ediyor: ”Bugün Pazar. Bu topraklara ayak basalı 15 hafta oldu... Bugün hayatımda gördüğüm en alçakça davranışlardan birine şahit oldum. Sığınağımın hemen karşısında 100 kadar Türk ile 2 Alman esirin barındığı tutukevinin çevresine benzin döküp tutuşturuldu... Türklere çok yakın gelen dev alevler karşısında zavallı esirler tutukevinin en uç köşesine üşüştüler ama acı akıbetten kurtulamadılar...Bu görüntüyü seyredip gülüşenler arasında İngilizler de Avustralyalılar da vardı. Bu işi yapanların ağzını burnunu dağıtacak onurlu bir kişi yok muydu acaba? Aynı iş dün de yapılmıştı çünkü... Bu esirlere yapılan muamele insanın yüzünü kızartacak derecede. Oysa bildiğimiz kadarıyla Türkler esir düşen asker ve subaylarımıza olağanüstü iyi davranıyorlar...” Avustralyalı gazeteci Charles Bean’in Çanakkale Muharebeleri sırasında cephede gazetecilik yapan tek özel muhabir olarak şahit olduğu bu olay yıllarca dünya kamuoyundan saklandı. Bean’in yazdıklarından bu yakma olayının tek olay olmadığı da anlaşılıyor. Çünkü “Aynı iş dün de yapılmıştı” diyor. Çanakkale Mahşeri 1998 yılının son aylarında piyasaya çıkan ve iki ayda üç baskı yapan Çanakkale Mahşeri isimli belgesel tarihi romanın yazarı Mehmed Niyazi de, Çanakkale Muharebeleri üzerine 6 sene süren araştırmaları sırasında İngilizce ve Almanca kaynaklarda 100 Türk ve 2 Alman’ın yakılması ile ilgili bilgilere rastladığını belirtiyor ve Bean’in güncesini doğruluyor. Mehmed Niyazi, yakılma olayının Yüzbaşı Weistock’un emriyle yapıldığını bildiriyor. Mehmed Niyazi, yakma olayının bir önceki gece gerçekleşen Türk saldırısının bir intikamı olduğunu ve tepelerden saldırıya hazırlanan Türklere bir gözdağı vermek ve morallerini bozmak gayesi ile yapıldığını söylüyor. Madalyonun öbür yüzü Bean’in günlüğünde yukardaki dehşetengiz olaylar anlatılırken aşağıdaki insâni davranışlar da kaydediliyor: ”4 Mayıs: Türkler, Kabatepe’de yaralılarımızı teknelerimize yüklememize izin verdiler. Bütün bu tahliye yükleme sırasında hiç ateş etmediler... Bugün öğleden sonra saat 14.00’te donanmaya ait bir tekne, beyaz bir bayrak çekmiş olarak yaralıları toplamaya geldi. Türkler, teknenin gelip yaralıları almasına, sonra yeniden denize açılmasına izin verdiler... 11 Kasım: Türklerle son zamanlarda epey yoğun haberleşmemiz oldu. Kendilerine gayet iyi bakıldığını belirten bazı esir mektupları ile Kahire’de çekilmiş kanlı canlı fotoğraflar attık karşı taraf siperlerine... Türkler’den şu cevabı aldık; “Sizin sadakanız ile yaşayan domuzdur. Midelerimiz dopdolu. Kollarımızın ucunda ellerimiz, ellerimizde de süngülerimiz var. Eğer söylendiği kadar büyük milletseniz, neden o yüce ilkelere uygun davranmıyor ve neden başka milletleri kendi önderlerine bağlılıktan ayartmaya çalışıyorsunuz?..” Son derece onurlu bir cevap. Türkleri ayartma yolundaki girişimlerde ipin ucunu kaçırmamız içten bile değildi... Üç hafta önce Türkler’in üç gün süren bir Bayramı vardı. Bizim siperlere iki paket sigara attılar. Üzerinde bozuk bir Fransızca ile “Afiyetle için kahraman düşmanımız” yazıyordu. Başka paketin üzerinde de “Sevgili düşmanımız bize süt gönderin.” Konserve et gönderdik. Bir taşla sopanın üstüne yazdıkları cevapta “Konserve et istemeyiz” dediler. Bunun üzerine biraz reçel, iyi bisküvi fırlattık. Bütün bunlar saat 08.30 ila 09.15 arasında olup bitti. Sonunda Türkler “Tamam”, “Fini” diye bağırdılar. Ertesi gün aynı şeyler tekrarlandı. Üçüncü günün sabahında “artık bu işe son verin” şeklinde bir emir geldi...” 20 Temmuz 1915. Yer Çanakkale... Savaş bütün dehşetiyle sürüyordu. Reuter Telgraf Ajansı'nın Çanakkale muhabiri, Londra'daki ajans merkezine savaşın gidişatını anlatırken insanî boyutu öne çıkan bir haber geçer: "Türkler pek merdane ve soylu bir tarzda harp ediyor. Bunlardan biri şiddetli ateş altında olduğu halde askerlerimizden birinin yarasını sarmak gayretinde. Diğeri yaralı bir Avustralyalı askerin yanına bir şişe su bırakarak insanî bir harekette bulunuyor. Mert Türk askerlerinden bir başkası İngiliz siperlerinden uzak bir mevkide yaralı düşüp saatlerce aç ve güçsüz kalan İngiliz askerine ekmek vererek yüce bir davranış gösteriyor. Türklerle çarpışan İngiliz askerlerinin hemen hepsi Türkler tarafından İngiliz esirlere iyi muamele yapıldığı konusunda hemfikir." Çanakkale Boğazı girişinde batan Saphir adlı Fransız denizaltısından Türk askerleri tarafından kurtarılan Elektrik Çavuşu Logal ailesine gönderdiği mektupta, nasıl bir esaret geçirdiğini şu cümlelerle anlatıyor: "...Tahlisiye sandalı gelinceye kadar yarım saat suda kaldık. Kurumuş yapraklar gibi tir tir titriyorduk. Lakin bereket versin, Türk zabitleri bizi pek hoş karşıladı. Sandal içinde zabitlerden birisi bana ceketini bile verdi. Türk mülazımı kıyafetine girdim. Bizi hemen ısıttılar. Bir şişe rom getirdiler. Bir nefesçik rom çekmek, bilsen ne kadar büyük bir iyilik icra etti. Bizi bir kışlaya götürdüler. Orada bize elbise verdiler. Zira denize düşerken çırılçıplak olmuş idik. Bizi İstanbul'a getirdiler. Bulunduğumuz mahalleye arada sırada Türk zabitler geliyor. Bize sigara paketleri ikram ediyorlar. Hemen ekserisi Fransızca biliyor. Halbuki biz başka türlü muamele göreceğimizi zannediyorduk." Çanakkale’den gizlice kaçış Savaş muhabiri Bean gelişleriyle birlikte kaçışlarını da anlatıyor Çanakkale Günlüğü’nde. ”16 Aralık: Anzak Koyu olağanüstü ıssız, kumsal tamamen boş. Evraklarımızı yaktık. Türkleri ilgilendirecek pek az şey kalacak arkada... Askerlerimizin çoğu buradan ayrılacakları için üzgün değil. Yalnızca silah arkadaşlarını burada gömülü bırakacaklarına üzülüyorlar. 17 Aralık: Dün 5. Bölük mühendislerini kazma kürek ve borularını yakarken gördüm. Kendi elimle imal ettiğim mobilyayı yine kendi elimle yok ettim. Sığınağımdan çıkarken de su geçirmez çarşafıma bir bıçak attım... 23 Aralık: Tüm mevzilerimizi çırılçıplak bir şekilde Türklere bırakmamız bu gece de boş mevzilerde tüm ışıkların yanık bırakılması, hat boyunca Türk tüfeklerinin, sabah bombalayıp ardından da çoktan terkettiğimiz siperlere hücum etmesi ve gece boyunca olup bitenleri gerilim içinde gözleyerek bekleyişimiz...Bütün bunlar hiç de fena bir savaş hikayesi değil aslında...” Çanakkale ne denizden ne de karadan geçilebildi. İstilacılar 6 Aralık’ta Anafartalar, Arıburnu ve Seddülbahir cephelerini boşaltarak savaşa son verme kararı aldılar. Boşaltma işlemi yani kaçış ise, Anafartalar ve Arıburnu cephesinden 19-20 Aralık 1915, Seddülbahir cephesinden ise 8-9 Ocak 1916 gecesi oldu. ***
-
Çanakkale Savaşları
*** Türk havacılık tarihi açısından Çanakkale Savaşının önemi Çanakkale Savaşları'nın üzerinden 91 yıl geçti. Yüz binlerce şehit verildi, sayısız kahraman çıktı ve binlerce kahramanlık yaşandı. Denizde Nusret Mayın Gemisi, karada ise Seyyit Onbaşı gibilerinin destanlaşan anılarına, hava savaşlarındaki kahramanlar bilinmediğinden eklenemedi. Kazanılan zaferle, dünyaya, Çanakkale'nin karadan ve denizden geçilmezliği ortaya konurken, havadan da geçmenin mümkün olmadığı gösterildi. Çanakkale Savaşları, Türk havacılık tarihi açısından önemli bir yere sahip. Çanakkale'de konuşlandırılan 1. Tayyare Bölüğü, yaptığı keşif uçuşlarıyla düşman donanmasının gücü, saldırı pozisyonu ve yeri konusunda bilgi toplamanın yanında, düşman uçaklarının Osmanlı Ordusu hakkında bilgi edinmelerinin de önüne geçti. Türk havacılık tarihinde ilk kez 30 Kasım 1915'te Üsteğmen Ali Rıza Bey idaresinde havalanan Albatrus C I modeli uçakta Gözetleyici Teğmen İbrahim Orhan, bir Fransız tayyaresini makineli tüfek ateşi ile vurarak düşürmeyi başardı. Teğmen İbrahim Orhan, Türk havacılık tarihine 'havada yapılan muharebede ilk düşman uçağı düşüren kişi' olarak geçti. Bu başarısından sonra Almanya'ya pilotluk eğitimi için gönderilen İbrahim Orhan, brövesini taktıktan sonra, önce Filistin ve Hicaz'da, ardından da İzmir'deki 5. Tayyare Bölüğü'nde görevlendirildi. Teğmen İbrahim Orhan, Temmuz 1918'de Sakız Adası üzerinde keşif uçuşu yaparken İngilizlerin açtığı uçaksavar ateşi ile vurularak şehit düştü. Çanakkale Savaşları'nın bilinmeyen kahramanları. Savaş boyunca Osmanlı Ordusu'nda görev yapan 21 uçağı, müttefik güçlerin 40 civarında tayyaresine karşı büyük bir mücadele vermiştir. 1. Tayyare Bölüğü'nde 5'i pilot, 10'u rasıd (gözetleyici) toplam 15 Türk havacı, 16'sı pilot, 7'si gözetleyici 23 Alman havacı, Çanakkale'de düşmana karşı savaşta yer almıştır. Savaş boyunca sadece bir Türk uçağı uçamayacak şekilde yara almış, buna rağmen uçak yere inmeyi başarmıştır. Savaşların başlamasından, düşman güçlerin geri çekilmelerine kadar geçen 10 aylık zaman zarfında 6'sı hava savaşı, 16'sı ise yerden açılan savunma ateşi sonucunda teyit edilmiş toplam 22 düşman uçağı düşürülmüş. Bunun yanında karşı tarafça teyit edilmeyen, ancak Osmanlı Ordusu tarafından vurularak düştüğü bilinen 9 düşman uçağı daha bulunmaktadır. Osmanlı Ordusu'nda savaş boyunca sadece Alman Kurt Haaring isimli havacı hayatını kaybettimiştir. 18 Mart 1915'te Ege Denizi'ndeki adalardan hareket eden İtilaf Devletleri Donanması, Osmanlı Ordusu havacılarının yaptıkları keşif uçuşları sonucu tespit edildi ve gerekli tedbirlerin alınması sağlandı. Keşif uçuşlarıyla düşman donanmasının gücü hakkında bilgi edinen Osmanlı havacıları, düşman uçaklarının Türk mevzileri üzerinde keşif yapmalarını da önledi. İngiliz hava birliklerinin Ege Denizi'ndeki adalardaki hava üstlerine karşı da Osmanlı Ordusu uçukları çok başarılı bombardıman harekâtı yürüttü. Yoğun uçuşlar yaparak gizlemeye çalıştıkları çekilme harekâtı da, Osmanlı havacılarının 6 Ocak 1916 tarihinde iki düşman uçağı birden düşürmesiyle ortaya çıktı. Çekilmenin ortaya çıkması üzerine İtilaf Devletleri, bir çok teçhizatı geride bıraktı. Hatta götüremedikleri bir uçağı, Osmanlı'nın eline geçmesini önlemek için parçalamak zorunda kaldı. O dönemki uçaklar, makineli tüfeğin yanı sıra, toplam 50 kiloyu geçmeyen bomba taşıma kapasitesine sahipti. Çanakkale Savaşları sırasında İngiliz ve Fransız hava birlikleri Farman, Breguet, Nieuport, Bristol, B.E., Osmanlı Ordusu ise Almanlar tarafından verilen Albatrus, Rumpler, Fokker, LVG modeli uçaklar kullandı. ***
-
Çanakkale Savaşları
*** Conkbayırı Taarruzu (10 Ağustos 1915) Mustafa Kemal, geceyi uykusuz ve rahatsız geçirir. Nasıl rahatsız olmasın ki?... Cepheden gelen yanlış bilginin yarattığı huzursuz zaman kayıpları, günlerce süren savaşın yıprattığı sinirler, kısmen alınan iyi haberlerin dışında çeşitli cephelerden ulaşan başarısız hücumlara ait bilgiler, destek için istediği 41. Alay'ın hala ulaşmamış olması ve en kötüsü de üzerinde ısrarla durduğu taarruz planının başarısızlığa uğrama ihtimali... Ve gün ağarmak üzereyken hazırlanıp çadırından çıkar... "... Gecenin karanlık perdesi tamamen kalkmıştı. Artık hücum anı idi. Saatime baktım. Dört buçuğa geliyordu. Birkaç dakika sonra, ortalık tamamen ağaracak ve düşman, askerlerimizi görebilecekti. Düşmanın piyade ve mitralyöz ateşi başlarsa kara ve deniz toplarının mermileri bu sıkı nizamda duran askerlerimiz üzerinde bir defa patlarsa hücumun imkansızlığına şüphe etmiyordum. Hemen ileri koştum. Fırka kumandanına tesadüf ettim. O da ve her ikimizin refakatinde bulunanlar beraber olduğu halde hücum safının önüne geçtik. Gayet seri ve kısa bir teftiş yaptım. Önünden geçerek yüksek sesle askerlere selam verdim ve dedim ki; - Askerler, karşımızdaki düşmanı mağlup edeceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Evvela ben ileri gideyim. Siz, ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız ! Kumandan ve zabitlerime de işaretime askerlerin dikkatini çekmelerini emrettim. Ondan sonra hucüm safının önünde bir yere kadar gidildi ve oradan kırbacımı havaya kaldırarak hücum işaretimi verdim. Bütün askerler, subaylar, artık herşeyi unutmuşlar, nazarlarını, kalplerini verilecek işarete bağlı bulunduruyorlardı. Süngüleri ve bir ayakları ileri uzatılmış olan askerlerimiz ve onların önünde tabancaları, kılıçları ellerinde subaylarımız kırbacımın aşağı inmesiyle demirden bir kitle halinde aslan gibi bir saldırıyla ileri atıldılar. Birkaç saniye sonra düşman siperleri içinde ilahi bir bağırtıdan başka birşey işitilmiyordu: Allah Allah Allah Allah !...." Bir kırbaç işaretiyle başlayan taarruz müthiş bir gürültü, etrafa dağılan kan ve barut kokuları, gökten yağan ceset parçaları, İngilizce haykırışlara karışan naralar, top ve kılıç sesleri, seken şarapnellerin çınlamaları ile tam dört saat sürer. Peki taarruz sonucu ne olur? 23 ve 24 üncü alaylar Conkbayırı'nı tamamen düşmandan temizler. 28. Alay Şahinsırt'ın en yüksek tepesini ele geçirir. Bu da yetmez, Sarıtarla ve Ağıldere mevkiinde önüne denk gelen düşman kıtalarını hezimete uğratır. Conkbayırı ele geçirildikten sonra bile düşman pes etmez. Karadan sahra topları ve denizden donanma topçularıyla seri atışlar yapar askerimiz üstüne. Gökyüzünden şarapnel ve demir parçaları yağmaktadır. Koca gövdeli donanma toplarının göğü yırtarak gönderdiği mermiler toprağa hızla saplanıp metrelerce ilerledikten sonra müthiş bir gürültüyle patlıyor, bulunduğu yerde kimi ve neyi denk getiriyorsa yukarı fırlatarak parçalıyor ve yeryüzünde büyük, kanlı delikler bırakıyordu. Heryer şehitler ve yaralılarla doluydu. Mustafa Kemal, kırbacıyla başlattığı bu şanlı hücumu, bir gözetleme noktasından izlemekteydi; "... Muharebe meydanında cereyan eden haliseyrederken bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına çarptı. Cebimde bulunan saati parça parça etti. Vücuduma nüfus edemedi. Yalnız derince bir kan lekesi bıraktı. (bu saat enkazını daha sonra bugünün hatırası olmak üzere Liman Paşa'ya verdim. O da, aile asalet armasını içeren kendi saatini bana verdi.)" O an, Mustafa Kemal acıdan, etrafındakiler de telaşlı bir meraktan başka ne hissetti bilinmez ama bugün bu anıyı okuyan bizler sadece "Allah'a şükür" diyebiliyoruz. Cenab-ı Hak o günün Yarbay Mustafa Kemal'ini ulusuna bağışlamış, O'na "Atatürk" olmanın yolunu açmış, daha yapacak çok işi olduğunu göstermişti belli ki... Öğleye kadar aralıksız süren bu kanlı ve çetin hengame Gelibolu topraklarına dost ve düşman bedenlerini istifledi birer ikişer... Kimi tüfeğiyle birlikte bedeninden ayrılan koluna üzüldü, kimi yarımlanan bacağına... Ama koşabilen ve ateş edebilenler durmadılar hiç. İçlerinden Kur'an okuyarak, önüne, arkasına, sağına soluna bakmadan koştular, vurdular, vuruldular... Saat 12:15'te Yarbay Mustafa Kemal, "düşmanı mağlup eden üstünlüğümüz değil müthiş ve seri bir darbe halinde gerçekleşen saldırımızdı" düşüncesiyle cepheye şu emri gönderir; " Taarruzu kesiniz. Conkbayırı ve Şahinsırt'ın batıya en hakim noktası daima elde bulundurulacak surette kıtalarınızla işgal ettiğiniz hattı tahkim ediniz. Anafartalar Grubu Kumandanı Mustafa Kemal" Sekizinci tümen birlikleri hala devam etmekte olan yoğun düşman ateşi altında ele geçirdiği bölgede siperler kazarak yerini sağlama çalışırken Mustafa Kemal karargaha dönmek üzere yola çıkar. Üzerinde ısrarla durduğu plan son derece başarılı olmuş, haftalardır süren cılız ve başarısız saldırıların intikamı alınmış, Kemal'in askerleri bir kez daha kazanmıştır... Bu taarruzu izleyen günlerde düşman kuvvetleri Türk hatlarına ait siperlere birkaç kez hücuma kalkmışsa da Mustafa Kemal komutasındaki birliklerin üstün çabaları, eksilen ve zayıflayan birliklere süratli tavkiyeler gönderilmesi ile her defasında ciddi kayıplar vererek duraklamak, kimi zamansa geri çekilmek zorunda kalır. Bu saldırılardan biri Osmanlı istihbarat kayıtlarına şöyle geçer; Şube: 2 4482 Matbûât Müdüriyet i Umumiyesi'ne Çanakkale Cephesi'nde: Düşman 13–14 Ağustos['da] Anafartalar mıntıkasında yapdığı taarruzlarını 15 Ağustos'da tekrar etmişdir. Düşmanın bu son üç günlük taarruzları hâssaten mu‘annidâne bir suretde cereyân etmiş ve neticede kâmilen ve zâyiât ı azîme ile tard edilmişdir. Merkezde bazı siperlerimize girmiş olan düşman kuvvetleri mukabil hücumlarımızla cümlesi süngüden geçirilmek suretiyle mahv edilmişdir. Düşman bu iki gün zarfındaki muharebâtda on bin maktûl vermişdir. Zâyiâtımız bi'n nisbe pek azdır. Tayyârelerimiz düşman mevâzi‘iyle ordugâhlarına te’sirli bombalar atarak bu muharebâta iştirâk etdiler. 15 Ağustos [1]331 / [28 Ağustos 1915] Karargâh ı Umumî İstihbarât Şubesi Müdürü Erkân ı Harb Binbaşı Seyfi 10 Aralık 1915 Cuma günü Mustafa Kemal, yorgun bedeninde taşıdığı sağlık sorunlarını ileri sürerek grubunun emir ve komutasını 5.Kolordu Komutanı Fevzi Paşa (Mareşal Fevzi Çakmak)'a bırakarak Çanakkale cephesinden ayrılır. 10 aylık Çanakkale görevi O'na yeni bir ünvan daha kazandırmıştır; .. ... Anafartalar Kahramanı ... .. ... "İngiltere Harbiye Bakanlığına, Niçin geriye çekildiğimizi soruyorsunuz, bütün gerçeği tüm açıklığı ile size bildirmek isterim. Çok cesur muharebe eden, en iyi sevk ve idare edilen asil Türk Ordusunun ve Albay Mustafa Kemal gibi dahi bir komutanın karşısında bulunuyoruz. Bunu hiçbir zaman unutmayalım." General Hamilton Çanakkale İngiliz Başkomutanı 17 Ağustos 1915 ... ***
-
Çanakkale Savaşları
*** Mustafa Kemal ve Anafartalar Muharebeleri 8-9 Ağustos 1915 gecesi, (Mustafa Kemal'in ifadesine göe) geceyarısına bir-iki saat kala Kuzey Grubu Komutanlığı'ndan aldığı bir emirle Anafartalar Grup Komutanlığı'na tayin edildiğini öğrenir. Bu emir sonrası Mustafa Kemal, notlarında durumu şöyle anlatır; "... Böyle karanlık ve belirsizlik içinde tanımadığımız kuvvetlerle yeni bir işin -üç günden beri üstlenen her kumandan ve kıtanın mağlubiyet ve perişanlığıyla sonuçlanan ve vatanın ya hayat veya ölümüne sebep olunabilecek mühim bir işin- başkaları tarafından başlanmış kanlı ve kaybedilmiş bir savaş meydanının sorumluluğunu üstlenmek o kadar basit bir durum olmasa gerek. Fakat, ben, büyük bir iftiharla bu sorumluluğu kabul ettim. Yirmi yedinci alay komutanı Kaymakam (Yarbay) Şefik Bey'i yerime bıraktım. Ona fırka (tümen) cephesine ait icap eden görüşlerimi söyledim. 24 Temmuz'dan (6 Ağustos'tan) beri devam eden muharebeler, beni üç gün ve üç gece uykusuzluğa ve sürekli mesaiye mecbur etmişti. Adeta hasta bir halde idim. ... Bunun için, fakat bundan sonra daha mühim bir sebep içinfırka baştabibi Hüseyin Bey'i beraber almak istedim. ... Binaenaleyh Hüseyin Bey'i ve bir de o gün şehit olan kahraman yaverim Mülazım Kazım Efendi'nin yerine bir süvari zabiti alarak gece yarısından yarım saat evvel 19. fırka karargahından ÇamlıTekke'ye hareket ettim. Hareketimi Anafartalar Grubu erkanıharbiye riyasetine telefonla bildirdim. Hareketimden evvel 19. Fırka'ya aşağıdaki vedanameyi yayınladım; << Anafartalar Grubu kumandanlığı'nı üstlenmek üzere şimdi hareket ediyorum. 27. alay kumandanı Şefik Bey fırka kumandanlık vekaletine tayin edilmiştir. Bugüne kadar bana, gayret ve fedakarlığınızla kazandırdığınız başarıyı, işbu yeni üstlendiğim vazifede dahi bana olan muhabbet ve itimadınızla tamamlayacağıma büyük güvenle sizinle veda ediyorum.>> " Mustafa Kemal ve subaylarının 23.30 civarı başlayan gece yolculuğu saat 01.30 civarı son bulur. Anafartalar Grup Kumandalığı karargahını oldukça zor bulmuşlardır. Bu, bölgede bulunan kuvvetlerin irtibatlarındaki sağlıksız durum ve dağınık yerleşimden kaynaklanmıştır. Karargaha ulaştığında da karargah subaylarından hem emirleri altındaki birliklerin kesin noktaları hem de düşman kuvvetlerinin yerleşimi ve miktarı hakkında kesin bilgiler alamamıştır. Gecenin kasvetli kokusuna, kendisine ciddi rahatsızlık veren bu belirsizlik de dahil olunca fena halde canı sıkılır. Sabaha doğru, saat dörde gelirken aşağıdaki emri iletir; Telefonla Beşinci Ordu Kumandanlığı'na Kuzey Grubu Kumandanlığı'na Bilgi amacıyla Kocaçimen dağında Fırka 4, 8, 9'a Fırka 7, 12'ye Gümbürdekbayırı güneyinden 8/9 Ağustos 1915 saat 4 evvel 1- Anafartalar Grubu kumandanlığına tayin edildim. Şimdi kumandayı üstlendim. 2- Onikinci Fırkanın Mestantepe ve Yedinci Fırkanın Damaçılıkbayırı istikametinden tarruzuna dair 26 Temmuz 331 (8 Ağustos 1915) öğleden sonra saat 5'te eski grup kumandanı tarafından taarruz emri verilmiş olduğuna göre Kocaçimen-Conkbayırı hattında bulunan fırkalar başlangıçta sözü geçen taarruzu temin ile kolaylaştıracaklardır. 3- Kumandanlar bu emrin gelişi anındaki vaziyetlerini ve tertibatlarıyla bulundukları mıntıkaları bana bildireceklerdir. 4- Raporlar Büyük Anafarta köyünün iki kilometre kadar kuzeydoğusundaki Çamlıtekke'ye gönderilecektir. Anafartalar Grup Kumandanı M. Kemal Cephede ciddi bir haberleşme ve gözlem eksikliği yaşanmaktadır. Gelecek haberler her noktada hassaiyetle ve ciddiyetle gözden geçiriliyor olsa da savaş psikolojisinin gerginliği ile kimi zaman haberciler yanlış yönlere at sürüyor, kimi zamansa düşmanın kıyıya boş yanaşıp boş ayrılan nakliye gemileri karargah merkezlerine yeni çıkartma haberleri ulaşmasına neden oluyordu. Bu aksaklıklar, her saniyenin önemli olduğu bir savaş meydanında ciddi zaman kayıpları demekti. Mustafa Kemal, daha net sonuçlar elde etmek maksadıyla durumu değerlendirdiğinde önünde iki seçenek görür; 1. Ağıldere, Conkbayırı ve Kocaçimen mıntıkalarında yerleşik bulunan düşman kuvvetlerinin yan ve gerisine taarruz etmek, 2. Conkbayırı'ndan taarruz etmek. İlk seçenek zaten bir süredir uygulanan, daha doğrusu uygulanmaya çalışılan savaş planıdır. Düşman bir süredir bu bölgede mevzilenmiş olduğundan tahkimatı sağlam, arkasında her an hazır yedek kuvvetlerle adeta çakılmışcasına durmaktadır. Üstelik bu plan uygulandığında kuvvetlerin bir yanı denize yani düşmana, düşman donanmasına açık olacaktır. Bu planın başarızlığa uğraması demek, düşmanın önünü açmak demekti. İkinci seçenek olan direkt hücumun uygulanması daha zorlu idi aslında. Çünkü böyle yerleşik ve sağlam duran düşman cephesini yarmak yada geriletip denize dökmek çok güç bir işti. Fakat bu saldırı ile hiç olmazsa mevcut bölgeyi kontrol altına alacağını düşünüyordu. Başarısız olunsa dahi geriden gelen birliklerle cephe takviye almaya imkan bulacak, hele bir de kazanırlarsa bölgeye hakim tepeleri ele geçirmiş olacaklardı. Çamlıtekke'de bu görüşlerini paylaştığı 5. Ordu Komutanı Liman Von Sanders (Liman Paşa) dikkatle dinledikten sonra şunu söyler; - Harekatın sorumluluğunu kabul eden sizsiniz. Kesinlikle tasarılarınız üzerinde tesir yapmak istemem. Akla gelen konuları görüş olarak söyledim. Böylece Mustafa Kemal'in Conkbayırı taarruzu planı uygulamaya geçirilir. ***
-
Çanakkale Savaşları
*** Tarih, 25 Nisan 1915. Düşman kuvvetleri karaya çıkıyor Düşman, deniz hücumu ile geçemediği Çanakkale Boğazı'nı karadan aşmanın gayretiyle hücuma kalkmış. Kilometrelerce uzaktan gelenler, hayatlarında ilk kez gördükleri bu topraklara ayak basmış, Türk'ün azmi karşısında neye uğradığını şaşırmıştır. İngiltere, Kasım 1914’ten 9 Ocak 1916’ya kadar Çanakkale önlerine 50 bini aşkın Avustralyalı, 10 bini Yeni Zelandalı olmak üzere toplam 410 bin asker getirdi. Fransızlar 10 bini Senegalli olmak üzere 79 bin, biz ise istilacılara karşı on dört ay içinde toplam 700 bin askerle karşı koyduk. Yani 1 milyon 200 bin insan Gelibolu yarımadasında ölümüne, göğüs göğüse çarpıştı. Ve neticesinde istilacılar 213 bin 980 kişi kaybederken, bizim şehit sayımız Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı’nın resmi kayıtlara dayanarak tesbit ettiği rakama göre 213 bin 882 oldu. Mustafa Kemal Çanakkale'de... Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Mustafa Kemal Sofya'da askeri ateşe olarak görev yapmaktadır. Bir süre gelişmeleri buradan izleyen Mustafa Kemal, daha sonra Harbiye Nezareti'ne başvurarak orduda aktif görev almak istediğini belirtir. 1915 Ocak'ında Osmanlı ordusunda dengeler hızla değişiyordu. Enver Paşa Sarıkamış faciasının sorumlusuydu. İstanbul'a geri dönmek üzere Yavuz Zırhlısının Trabzon'a gönderilmesini istemiş, Talat Paşa'da bu gemiyi göndermemişti. Enver Paşa, yaşanan bunca sıkıntıdan sonra, her türlü olasılık aklına gelmekte ve bunun için orduya kendisinin baş olduğunu hatırlatmaktaydı. Enver Paşa'nın İstanbul'a çektiği bir telgraf ve vekil Talat Paşa'nın imzalı onayı ile Mustafa Kemal, Tekirdağ'daki 19. Tümen'in komutanlığına atandı. (20 Ocak 1915 ) Mustafa Kemal, genel karargaha gelince, O'nu, doğudan henüz dönen Enver Paşa'nın yanına götürdüler. Zayıf ve solgun görünüyordu. Mustafa Kemal: "Biraz yorgunsunuz galiba," dedi, Enver Paşa'ya. "Yok, o kadar değil." "Ne oldu?" "Çarpıştık, o kadar." "Şimdiki vaziyet nedir?" "Çok iyidir...'' diye cevap verdi, Enver Paşa. Mustafa Kemal, onu daha fazla sıkıştırmak istemeyerek, sözü kendine verilen göreve getirdi: "Beni numarası 19 olan tümenin komutanlığına tayin etmek lütfunu gösterdiğiniz için teşekkür ederim. Bu tümen hangi orduda ya da kolorduda bulunuyor?" Enver, belirsiz bir şekilde, "Haa, evet," dedi. "Herhalde Genelkurmaydan daha kesin bilgi edinebilirsiniz." Mustafa Kemal bunun üzerine, Genelkurmayda oda oda dolaşarak tümenini aramaya başladı ama boş yere! Sonunda birisi O'na, büroları Harbiye Nezareti binasına taşınmış olan Liman Von Sanders ordusuna bir sormasını öğütledi. Mustafa Kemal buradaki kurmay başkanına gitti. O da:'' Bizim kuruluşlarımız arasında böyle bir tümen yok,'' diye cevap verdi. '' Ama, Gelibolu'daki 3. Kolordunun böyle bir birlik kurmayı tasarlamış olması pek mümkündür. Oraya gitmek zahmetine katlanırsanız, herhalde gerekli bilgiyi elde edersiniz.'' Yarbay Mustafa Kemal, 2 Şubat 1915'te Tekirdağ'da ''ismi olup, cismi olmayan ''19. Tümen Kumandanlığı görevine başladı. Kısa bir zaman içinde; Trakya bölgesinin gönüllü çocuklarını tümeninde topladı. 77. Alay, sadece İstanbul'dan gönderilen karma Arap askerlerinden ibaretti. Daha sonra, tümeni Çanakkale'de Maydos'a (Eceabat) nakledildi. (24 Şubat 1915) O sırada bir düşman çıkarmasına karşı Esat Paşa kumandasındaki 3. Kolordu sahilde gerekli tertipleri almıştı. Mustafa Kemal, 23 Mart 1915'de Arıburnu kıyılarını da içine alan (Maydos) bölgesi komutanı oldu. Kendisi diğer Türk kumandanlar gibi kıyı müdafaasına taraftardı. Çanakkale cephesi önem kazandığından, buradaki kuvvetler bir ordu haline getirilerek, yeni teşkil edilen 5. Ordu kumandanlığına Mareşal Liman Von Sanders tayin edildi. Mareşal, kıyı müdafaası için kuvvetleri dağıtmayıp, düşman karaya çıktıktan sonra taarruz etmek fikrinde idi. Bu maksatla kıyıdaki birliklerin bir kısmı toplanmıştı. Bu sırada Mustafa Kemal'in kumanda ettiği 19. Tümen'de (Bigalı -Kilya) bölgesinde toplanarak ordu ihtiyatını teşkil etti. Bu tümen, ancak ordu kumandanının emri ile kullanılabilecekti. Böylelikle Mustafa Kemal, 48 günden beri ikamet ettiği 19. Tümen karargahını Maydos'tan (Eceabat) Bigalı köyüne nakletti. (14 Nisan 1915) Bigalı köyündeki ikametgahı 9 gün sürmüş; 25 Nisan 1915 Pazar sabahının alaca karanlığında daha henüz ''güneş doğmadan'' savaşa bu köyden katılıyordu. Katılış o katılıştı. Tam 7 ay 16 gün... Artık "güneşin doğuşu" bu köyden başlıyordu... Düşman kuvvetleri karaya çıkıyor… 18 Mart mağlubiyeti Müttefik Kuvvetlerini, Çanakkale Boğazı’nın karadan yardım ve destek olmaksızın geçilemeyeceği noktasına getirdi. Bunun üzerine bir ayı aşkın bir hazırlık yapıldı. 75 bin kişilik çıkarma kuvveti hazırlandı ve başına General Sir Hamilton getirildi. 25 Nisan günü Gelibolu yarımadasında Arı Burnu ve Seddülbahir’e Anadolu yakasında Kumkale’ye çıkarma yapıldı. 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal'e göre Arıburnu'na çıkan düşman, kısa yoldan Kocaçimen yüksekliklerine el atabilir ve Gelibolu yarımadasını ortadan ikiye bölebilirdi. Ama zaman geçiyor ve ordu komutanı Mareşal Liman von Sanders'den emir gelmiyordu. Çünkü müttefiklerin mutlaka çıkarma yapacaklarına inandığı Saros Körfezi'ne gitmişti. Alman Mareşal düşmanı yanlış yerde bekliyordu! Mustafa Kemal, kendi inisiyatifini kullanarak komutasındaki tümene Kocaçimen'e doğru hareket emri verdi. Birlik hareket halinde iken, önlerindeki yorucu mıntıka ve arazi şartlarından dolayı zorlandıklarını ve gittikçe yavaşladıklarını gören Mustafa Kemal kısa bir mola verdirir. Tümen Kocaçimen'de dinlenirken, Mustafa Kemal atıyla Conkbayırı yokuşuna tırmanmaya başladı ve tepeden aşağıya kaçan Türk birlikleriyle karşılaştı: "Niçin kaçıyorsunuz, dedim. 'Efendim düşman...' dediler. "Nerede?" İşte diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler. Düşmanın bir avcı hattı kemali serbestiyetle ileriye doğru yürüyordu. Demek ki düşman bana, benim askerlerimden daha yakındı ve düşman benim bulunduğum yere gelse, kuvvetlerim pek fena bir vaziyete düşer olacaktı. Kaçan efrada, düşmandan kaçılmaz, dedim. 'Cephanemiz kalmadı...' dediler. Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim ve süngü taktırdım, yere yatırdım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca, düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır." 27. Alay komutanı Yarbay Şefik Bey, o güne ait raporunda bu olayı şöyle anlatır: "...Yukarıda da arz edildiği üzere Conkbayırı'nın ilerisindeki, 261 rakımlı tepeyi, bu tepenin önünde bulunan Ağıldere müfrezesi (27. Alay 2. Tabur 4. Bölük'ten Asteğmen İbrahim Efendi takımı) tutmakta ve düşmanın o istikametten ilerlemesini men etmekteydi. Bu müfrezenin 57. Alay'ın ulaşmasından evvel cephanesi biten bazı erleri geri çekilmeye teşebbüs ettiği esnada; 57. Alay'ın ulaşmasından önce bölgeyi ve savaş durumunu görmek ve tedkik etmek üzere o noktaya yetişen 19. Tümen Kumandanı Mustafa Kemal Bey'in emriyle ve verdiği metanetle durmuşlar ve süngü takarak yaklaşmakta olan düşmana karşı mevzi almışlar. Düşman bunu görünce durmuş, 57. Alay öncüsünün yetişmesine değin 261 rakımlı tepeyi muhafaza etmişlerdir. ..." Arıburnu Muharebeleri arazinin çetin şartları ve taktik zorluklar nedeniyle hem komuta kademesi hem de erat için oldukça zorlu geçmiştir. Bu günlerde yaşananlar ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söylüyor; "... Fakat bu taktik vaziyetininden daha mühim olan bir etken vardır ki o da herkes ölmek ve öldürmek için düşmana atılmıştı. ... Bu öyle sıradan bir taarruz değil, herkesin başarılı olmak veya ölmek kararıyla harekete susamış olduğu bir taarruzdur. Hatta ben, kumandanlara sözlü olarak verdiğim emirlere şunu ilave etmişimdir; <<Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir.>> " Mustafa Kemal, 8-9 Ağustos 1915 gecesine kadar 19. Tümen Komutanı olarak Arıburnu Kuvvetleri'ne komuta eder. Bu süre içinde gösterdiği üstün taktik değerlendirmeleri kimi zaman üstlerince onay görmemiş fakat çatışmaların getirdiği nokta O'nu istisnasız haklı çıkarmıştır. Öyle ki, kendi sorumluluğu altında bulunan Arıburnu cephesinin her noktasıyla tüm titizliği ile ilgilendiği gibi, sorumluluk bölgesi dışında kalan ama askeri açıdan önemli gördüğü cephelerden gelen haberleri de tek tek değerlendirecek ve karargah merkezine -askeri disiplin içinde- bazı üstü kapalı tavsiyelerde bulunmayı ihmal etmeyecek kadar savaşın tamamı ile alakadar bir subaydır. Örneğin komuta ettiği 19. Tümen'in sorumluluğundaki mevzi bölgesi ile Anafartalar mevzi bölgesi sınırının kat'i olarak belirlenmesi konusundaki rahatsızlığı Kuzey Orduları Grup Komutanlığı karargahı ile ısrarlı görüşmeleri grup komutanı Esat Paşa'yı bile ayağına getirir. O günlerde Anafartalar bölgesinin başına Almanya'da süvari binbaşı olarak görev yapan, Çanakkale'de kaymakam (Yarbay) ünvanı verilen Wilmer getirilmiştir. Grup komutanlığından 19. Tümen karargahına iletilen emirlerde bu iki cephe (Arıburnu ve Anafartalar) arasındaki sınır Sazlıdere olarak belirtilmiştir. Mustafa Kemal, emirleri anlamakla birlikte Sazlıdere yatağının hangi mıntıkaya dahil olduğu konusunda bilgi talep eder. Çünkü kendince Sazlıdere'nin sahipsiz bırakılması ve sadece sınır hattı olarak gösterilmesi ilerleyen safhalarda cephede ciddi boşluklar yaratacaktır. Bu amaçla Kuzey Grup Komutanı (Üçüncü Kolordu Komutanı) Esat Paşa ile 8-18 Nisan 1915 tarihleri arasında yaptığı yazışmalardaki tartışmalar ve ısrarlı tavırlar sonucu Esat Paşa, yanında kolordu kurmayları ile Yarbay Mustafa Kemal'i karargahında ziyaret ederek durumu arazi üzerinde tarif etmesini ister. Bu hatırayı Mustafa Kemal şöyle anlatıyor; "... Hep birlikte Düztepe'ye çıktık. Buradan Sazlıdere ve bunun kuzey ve güneyindeki arazi ve daha ileride deniz sahili ve kuzeye doğru Suvla Limanı ve orada onu tamamlarayan düz ova içinde Tuzla Gölü ve oradan duğuya doğru yükselen tepeler ve en yüksekte Kocaçimen Tepesi bir panorama gibi görünüyordu. bütün bu saha bulunduğumuz yükse kDüztepe'den kartal bakışı ile küçük geniş bir görüş içine sığdırılabiliyordu. Gerçekten bütün sahil ve onu tamamlayan ova kısmı tamamen hakim nazarlarımız altında küçülmüş ve bize doğru olduğu gibi kuzeydoğuya doğru da kademe kademe yükselen engebeli arazi detayları gölgelere karışarak, genel görüntüsüyle çıkılmaz bir dağ yamacı halinde görülüyordu. Bu manzara karşısında kolordu erkanı harbiye reisi (kurmay başkanı): - Bu arazide ancak çeteler yürüyebilir, dedi. Kolordu komutanı bana dönerek: - Düşman nerden gelecek? - (Elimle Arıburnu yönünü ve Suvla'ya kadar bütün sahili göstererek) buradan!, dedim. - Peki, farzedelim ki oralardan gelsin ! Nereden hareket edebilecek? - (Tekrar elimle Arıburnu yönünden başlayarak Kocaçimen tepesine doğru bir yarım daire işaret edip) buradan hareket edecek, dedim. Kolordu komutanı gülerek omuzumu okşadı ve: - Merak etme beyefendi gelemez ! dedi. Meramımı anlatmanın imkansız olduğunu görünce tartışmayı uzatmayı gerekli görmedim. Yalnız, "İnşallah efendim sizin takdir ettiğiniz gibi olur" demekle yetindim. Düşündüğüm ve tasvire çalıştığım düşman teşebbüsleri 6 Ağustos'tan itibaren aynen gerçekleşmeye başladığı zaman iki ay evvel maruzatımı takdir etmemekte ısrar edenlerin nasıl üzüldüklerini bilemem. Yalnız fikren hazırlanmamış oldukları, düşman harekatı karşısında pek noksan tedbirlerle genel vaziyeti ve vatanı pek büyük tehlikeye maruz bıraktıklarına vakalar şahit oldu." 25-26 Nisan tarihleri müttefik kuvvetlerinin en büyük çıkartma harekatarından birini yaşar. Fakat Mustafa Kemal ve birlikleri öylesine büyük azim ve itaatle savunma yaparlar ki düşman 5 tümenlik kuvvetleriyle bu etten duvarı geçemediği gibi sahile doğru geri çekilmek zorunda kalır. Mustafa Kemal'in o günkü çatışmaları idare ettiği mevki, o tarihten sonra KEMALYERİ adını alır….. Çatışmalar tüm hızıyla sürmekteyken Harbiye Nezareti koridorlarında dolaşan bir emir kağıdında bu azimli ve cüretli komutanın adı geçmektedir. Evrak hızla onaylanır ve cepheye ulaştırılmak üzere haber atlısına verilir. Bu evrak, 19. Tümen komutanı Yarbay Mustafa Kemal'in Anafartalar Grup Kumandalığı'na tayin emridir. ***
-
Çanakkale Savaşları
*** …. Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya Ne hayasızca tahaşşüt ki ufuklar kapalı Nerede, gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı''.... ÇANAKKALE SAVAŞI NASIL KAZANILDI ? İngiliz ve Fransız ortak saldırılarına karşı savaşılan bu cephede cereyan eden muharebeler denizden ve karadan olmak üzere yaklaşık bir yıl sürdü. Çok şiddetli çarpışmalar oldu, Türkler canları pahasına büyük bir zafer kazandı. Çanakkale Savaşları'nda 18 Mart Deniz Zaferi'nin ise önemli bir yeri bulunuyor. 18 Mart, yersiz bir gururun Karanlık Liman'da boğuluşunun tarihlere kaydedildiği gün oldu. Türk denizcilerinin ve topçularının hedefini şaşmayan çelik yumruğu, bu zaferin kazanılmasında başlıca rolü oynadı… Peki bu zafer nasıl kazanıldı? 1914'lü yıllarda Osmanlı, yorgun ve halsizdi, Avrupalılar'ın deyimiyle ''hasta adamdı''. Birinci Dünya Savaşı'na girecek durumda değildi. Yeni çıktığı Balkan Savaşı'nın yaralarını saracak zaman bile bulamamıştı. 1911 Trablusgarp ve 1913 Balkan muharebeleri yenilgileri Osmanlı'nın adeta belini bükmüş ve kendisine gelmesi çok zor olan bir süreç içerisine girmesine neden olmuştu. Genç Türkler iktidara geldiği 5 yıl içinde büyük toprak kayıplarına uğramıştı. En değerli ordularını bozgunda kaybetmiş, kucak dolusu paralar ödenerek dışarıdan satın alınmış silah, top cephane ne varsa onlar da Ekim ve Kasım ayının çamurlu, yolsuz Rumeli topraklarında düşmana terk edilmişti. Koca imparatorluk, çağın, sanayi devriminin, bilim ve teknolojinin çok gerilerinde kalmış, zengin Avrupalılar'ın ''kapitülasyon'' denilen ekonomik ve mali boyunduruğu altında ezikti. Ülkede ne sanayi denebilecek bir tesis, ne de tam anlamıyla yapılan bir tarım vardı. Gaz yağından iğnesine, silahından mermisine her şey için dışa bağımlı olan memlekete ne düzgün bir yol, ne bir liman, ne de fabrika vardı. İhmale uğramış insanları fakir ve okutulmamış, devlet yönetimi çürümüş hazinesi tamtakır olmuştu. Bir yıl öncesinden beri Alman askeri Türk ordusunda geniş ıslahat yapmış, fakat Balkanlar'daki yenilgiler büyük zarar getirmişti. Bir çok bölgelerde asker aylardan beri maaşını alamamış, orduda moral kalmamıştı. Donanma da mutsuz ve demode bir haldeydi. Çanakkale'deki Garnizon perişandı. Silahları ise çağdışı idi. Siyasal durum ise tam bir karmaşa idi. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne bağlı olan Genç Türkler, 1909'da padişahı tahtan indirerek pek çok çevrede özellikle aydın çevrede tam bir destek kazanmıştı. Ancak, 5 yıllık savaş ve iç bunalımlar gereğinden de fazlaydı. İmparatorluğun derme-çatma hükümeti bir başka hükümeti iş başına getirerek kuvvetlenmek, durumu düzeltmek imkanı kaçırmış, Genç Türkler'in enerjileri ise kendi başlarını kurtarmanın umutsuz ve yalın mücadelesinde tükenmişti. Artık ne demokratik seçimlerden, ne özgürlükten, ne bütün ırkların eşitliğinden ne de hilal altında birleşmeden bahseden yoktu. Mali yönden hükümet iflas etmiş, eski zorbalık ve irtikap günlerine geri dönülmüştü. Bağdat ve Kudüs gibi dış eyaletlerde ahalli idareler korkutucu bir durumdaydı. Her an herhangi bir aşiretin bağımsızlığını ilan etmesi mümkündü. Durum böyle olunca İttihat ve Terakki yönetimi de halkın gözünden iyice düştü. SAVAŞA DOĞRU... Dünya kaçınılmaz bir paylaşım savaşına doğru yönelirken, Osmanlı İmparatorluğu da bu savaş karşısında tarafsız kalamayacağını fark etti. Bu durumda yapılabilecek en doğru hareket ''ölünecekse savaşarak ölmek'' idi. Halk ve İttihatçı üyeler, Osmanlı'nın savaşa girmesine taraftar değildi. Bu arada Alman Ordusu'ndan yetkililer, Türk askerini eğitmeye başlamıştı. İttihatçılar Almanya yerine İngiltere ve Fransa'ya yakınlık duyuyorlardı. Almanya, sadece Enver Paşa ve diğer subaylara yakın geliyordu. Çünkü, Almanya'da eğitim görmüşlerdi. Almanlar da ittifakta çok istekliydi. İngiltere, Genç Türkler'in iktidarına güvenmiyor ve onlarla ittifak yapma teklifini reddediyordu. Ancak durum böyle olmasına karşılık Osmanlı üyelerinden Hakkı Paşa, İngiltere ile problemli konuları halletmek ve ittifaka zemin hazırlamak amacıyla Londra'ya gönderildi. Diğer yandan, Balkan savaşları sırasında edinilen borçların tasfiyesi ve yeni borçlar için Maliye Nazırı Cavit Bey Fransa'da faaliyette idi. Fransa da tıpkı İngiltere gibi borç yanında kapitülasyonlardan vazgeçmeye ancak diğerleri vazgeçerse razı olacağını belirtti. Rus ordusu ise güçlü ve disiplinliydi. Ancak sanayisi beklenmedik bir süre alan siper savaşı için gerekli olan bolca cephaneyi ve ağır obüs toplarını yeter ölçü ve zamanda yetiştirecek derecede gelişmemişti. Bu bakımdan ise İngiltere ve Fransa geri durumdaydı. Bunun yanında, Rusya'nın en işlek liman ve demiryolları Karadeniz ve Baltık Denizi'ndeydi. Bu, Rusya'nın birinci yoluydu. Bu yolu açıp kapamak Osmanlı Devleti'nin elindeydi. Osmanlı Hükümeti için boğazları kapalı tutmak gerekliydi, seferberlik zorunluydu. İttihat ve Terakki büyüklerinde ne diplomasi, ne yönetim, ne de genel siyasal bakımından bir iktidar yoktu. Dünya Savaşı kapıdayken Osmanlı devleti çöküşüne zemin hazırlayacak bu savaşa girmek üzereydi. Her ne kadar Osmanlı yönetimi ve özellikle savaşa taraftar olmayan Sadrazam Halim Paşa, Maliye Nazırı Cavid Bey ve diğer üyeleri yapılan anlaşmanın savunma amaçlı olduğunu iddia etseler de Almanya, hemen ertesi günü Osmanlı'ya savaşa girme zemini hazırlamaya başladı. 3 Ağustos'ta da Fransa'ya ve sömürgelerine karşı faaliyet için Akdeniz'de bulunan Goben ve Breslav zırhlılarına hemen İstanbul'a gitme emri verildi. İngiliz'lerin peşinden geldiği gemiler önce İzmir'e, 10 Ağustos'ta da Çanakkale'ye geldiler. Hükümetin bilgisi haricinde Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın özel izniyle boğazlardan geçtiler. Gemiler geçtikten sonra İtilaf Devletleri yaptıkları tarafsızlık anlaşmalarına göre, gemilerin 24 saat zarfında Türk karasularından çıkarılmasını ya da hemen silahlarından arındırılması gerektiğini bildirerek Osmanlı hükümetini protesto ettiler. Hükümet, bunun üzerine Halil Menteşe Bey'in teklifi üzerine gemileri satın aldı. Sonunda Osmanlı da savaşa girmişti. Gemiler boğazdan geçtikten sonra mürettebatı başına fesler giyerek sanki Türk donanmasının denizcileriymiş gibi davranıyordu. Bunun üzerine Alman Paşası Weber, Çanakkale Boğazı'nı kapattırdı. Bundan Türkler'in de haberi yoktu. Durumdan haberi olanlar yalnızca Enver Paşa ve kabine arkadaşlarıydı. Aynı zamanda bu durum diğer ülkeleri de telaşlandırdı. Rusya'nın ise neredeyse hayat yolu kesilmişti. Birkaç hafta içinde Karadeniz'den gelen Rus buğdayı yüklü gemiler Haliç'te tutuldu. 29 Ekim tarihinde Goben ve Breslav Karadeniz'e açılarak Odessa Sivastopol ve Navrossis'de ki Rus tahkimatını bombardıman ettiler. Bunun üzerine, 30 Ekim'de İngiliz ve Fransızlar da Türkiye'ye karşı harekete geçti. Bu sıralarda Enver Paşa, Mustafa Kemal'i Sofya'ya Türk Elçiliği'ne ataşelik görevine göndererek oradan uzaklaştırdı. Çünkü Mustafa Kemal, Osmanlı'nın henüz savaşa girecek durumda olduğuna inanmıyordu. Bunun için henüz erken olduğunu düşünüyor, ayrıca Almanlar'a da güvenmiyordu. Mustafa Kemal, savaşın başladığını öğrenince Sofya'dan telgrafla aktif hizmete verilmesini istedi, ancak Alman aleyhtarı olduğu için kabul edilmedi. Kendisine haber gönderildiği zaman o zaten kendiliğinden işi bırakarak Anadolu'ya dönmeye hazırlanıyordu. Rus limanları bombardıman edildikten sonra Rusya, fiilen 31 Ekim'de Doğu Beyazıt'ın kuzeyinden sınırı geçti, İngiliz'ler de ertesi gün Akabe'yi bombaladı. 3 Kasım'da Rusya, 5 Kasım'da Fransa ve İngiltere Osmanlı'ya savaş ilan etti. Osmanlı'nın karşı savaş ilanı ise 11 Kasım 1914 tarihinde yapıldı. Padişah V. Mehmet Reşat savaşın ilanından 3 gün sonra 14 Kasım 1914'te ''Cihad-ı Ekber'' ilan etti. 1914 Eylül'ü başlarında Donanma I. Lordu Winston Churchill, savaş işleriyle görevli Devlet Bakanı Lord Kitcher ve başta gelen kara ve deniz kuvvetleri danışmanları, yakında Türkiye'ye karşı girişileceğini varsaydıkları savaş için bir büyük strateji tartışması yaptılar. Yapılabilecek operasyonlar listesinin en başında zaten Kuzey Ege'de toplanmış olan güçlü filonun Çanakkale'yi zorlaması bulunuyordu. 25 Kasım 1914'ten beri Churchill'in bitmeyen gayretleri, 1.5 ay sonra sonuç verdi. 28 Ocak 1915'te Savaş Komitesi, Çanakkale Boğazı'nın yalnız donanmayla geçilmesine karar verdi. TAARRUZ PLANI Amiral Carden'ın komutasında, İngiliz, Fransız ve Rus donanmasından oluşan 100'den fazla geminin bulunduğu filo, 1914 yılının Kasım ayından itibaren Limni Adası'nda toplanmaya başladı. Donanmanın amirali Carden, 1 ayda Marmara Denizi'ne çıkabilecek 4 devrelik planını 11 Ocak'ta Bahriye Nezareti'ne bildirdi. Önce Çanakkale Boğazı'na girişi önleyecek Türk batarya ve mevzilerinin tahribi, Kilitbahir-Çanakkale arasındaki torpillerin taranması ve merkez bataryaların tahribi, Kepez bölgesindeki diğer torpil tarlasının taranması, en dar yerdeki kara tahkimatının tahribinden sonra donanmanın Marmara'ya girebileceğini öngörülüyordu. Bundan sonra ikinci büyük harekat başlayacaktı. Eğer Osmanlı İmparatorluğu teslim bayrağını çekmezse, kara kuvvetlerini Çanakkale Boğazı'ndan geçirerek, İstanbul kıyılarına çıkaracaklardı... Türkler'in, boğazda yeterli savunma gücü yoktu. Çünkü Almanlar boğazın zorlanacağını düşünmediklerinden burada bulunan 32 bataryayı 22'ye indirmişlerdi. İngiliz gemilerinin boğazda görülmesinin ardından Türk cephesi, Erenköy ve İntepe arasına obüs bataryaları yerleştirdi. Fedakar denizciler tarafından derinliğine mayın tarlaları ve hatları meydana getirildi. Savaş gemilerinden çıkarılan toplar, set bataryalarına yerleştirildi. Denizaltılarına karşı da eldeki malzeme ile balık ağlarından yararlanılarak en dar bölgede bir deniz ağı oluşturuldu. Çanakkale Savaşı'nın savunma tertibatı, boğazın savunması, üç bölüm halinde derinliğe doğru düzenlendi. Buralardaki tabyalarda 59 ağır top vardı. Bunlardan ancak 8'i büyük çapta ve seri ateşliydi. Boğazın en çok tahkim edilen ve mayınlarla pekiştirilen bölgesi burasıydı. Boğazdaki topların mevcudu 170'i buluyordu. Almanya'ya sipariş edilen ağır toplar ve diğer malzeme henüz gelmemişti. Bulgaristan ve Romanya tarafsızdı ve savaş malzemesinin topraklarından geçmesine izin vermiyordu. Bu haliyle imparatorluk, dostlarından uzakta yalnız başınaydı... 3 Kasım 1914 sabahı İngiliz filosunun Seddülbahir, Ertuğrul, Kumkale ve Orhaniye'ye bombardımanıyla ilk deniz savaşı başladı. 3 İngiliz zırhlısı ve 2 kruvazörü Gelibolu yarımadası kıyılarına ve 2 Fransız zırhlısı da Anadolu kıyılarına sabah saat 06.50'de yaklaştı. 20 dakika süren top ateşinden sonra çekip gittiler. Bu bombardımanda şehit düşen 5 subay ile 81 er, Çanakkale Savaşları'nın ilk şehitleri olarak tarihe geçti... 19 Şubat 1915'te 11 büyük zırhlı, 3 kruvazör, 18 muhrip, 3 denizaltı, 7 mayın tarama gemisinden kurulu ittifak filosu Kumkale, Seddülbahir, Ertuğrul, Orhaniye bataryalarını cehennem gibi bir ateş baskısı altında tuttular. Bu bombardıman 9.35'te başladı, 17.30'da sona erdi. Düşman, saldırı planının birinci merhalesini tamamlamıştı... Havaların bozması, düşman donanmasının tutunamayarak uzaklaşmasını sağladıysa da 6 gün sonra müsait havadan yararlanarak İngilizler, 25 Şubat'ta tekrar boğaz önünde göründü. Boğaz girişindeki tabyaların susturulmasından sonra Amiral Carden'ın yaptığı planın ikinci aşaması uygulanacaktı. Bu saldırı, daha fazla kuvvetle ve daha fazla kuvvetli bir şekilde idi. Bu savaşa Queen Elizabeth, Agamemnon, Golyat, Lord Nelson, Charlemagne, Triumph ve Albion zırhlıları ile birlikte bir çok irili ufaklı harp gemileri katıldı. Bu görkemli ve modern savaş gemileri, Ertuğrul tabyasından yapılan atışlarla bu kez bir hayli sıkıştılar. Agamemnon'a, Ertuğrul tabyasından bir mermi isabet ederek büyükçe bir yara aldırdı. Almanya'da 1910 yılında inşa edilmiş, kömür kazanlı, 40 metre boyunda, 7.5 metre genişliğinde, 360 tonluk, güvertesinde 40 mayın taşıyan Nusret mayın gemisi, savaşın gidişatını değiştirecekti. Saatte ancak 12 mil yapan bu geminin komutanı Tophaneli Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey'di. Mayın uzmanı Alman Yarbay Geehl ile birlikte Çimenlik Kalesi'nden aldığı mayınları 18 Mart deniz saldırısından 10 gün önce, 8 Mart 1915'te sabaha karşı yağmurlu ve puslu bir havada önce Rumeli sahilini takip etti, sonra karşıya dönerek Erenköy koyuna kıyıya paralel olarak 26 mayın döşedi. Mayınların bırakıldığı Karanlık Liman özenle seçildi. Büyük düşman gemilerinin isabetli atış yaptığı bu saha, denizcilikte ''durgun su'' diye bilinen özelliği taşıdığı için zırhlılar karadaki sabit kaleler gibi atış yapabiliyordu. 8-18 Mart arasındaki süre içinde Erenköy Körfezi'ni tarayan İngiliz mayın temizleyicileri sadece 3 mayın bulabilmişti. Nusret'in döşediği mayınları ne onlar, ne de havadan sahayı kontrol eden keşif uçakları görebildi. Karanlık Liman üzerinde uçan bir düşman uçağı, hiçbir mayın görmemiş ve temiz raporu vermişti. Uçağın pilotu bu sürpriz mayınların başarısından 1 gün sonra kurşuna dizildi... İngiliz Deniz Bakanı Churchill, Nusret mayın gemisinin başarısını en iyi şekilde özetlemiştir: ''Bu gün dünya denizlerinde görev yapmakta olan 5 bini aşkın savaş gemisinden hiçbiri Nusret ve onun döktüğü mayınlar kadar, harbin gidişine ve düşmanın geleceğine etkili olarak bir başarı gösterememiştir''... 18 MART SABAHI... Sıra artık Amiral Carden'ın planının üçüncü ve dördüncü devrelerini uygulamaya gelmişti. Yedi aydır üstlendiği görevler ve Ege'nin tuzlu sularında geçirilen zor kış ayları, Carden'ı sağlık yönünden çok yıpratmıştı, hastaydı ve son harekatı yürütecek gücü kalmamıştı. Doktorların kesin raporu üzerine görevi Amiral De Robeck'e devrederek 16 Mart'ta Londra'ya döndü. 26 Şubat-17 Mart arasındaki günleri İtilaf devletleri donanması mayın arama tarama faaliyetleriyle geçirdi. Bu arada bazı bölgelere tahrip müfrezeleri çıkarılarak, susturulmuş topların tahribine çalışıldığı gibi methalle merkez arasında ve merkezde bulunan bazı bataryalar da bombardıman edildi. 18 Mart sabahı... Saat 10.30'da üç tümen halinde tertiplenmiş müttefik filo gemileri boğaza girmeye başladı. Birinci Tümen gemileri saat 12.00'ye kadar merkez tabyalarını yoğun ateş altına aldı. Saat 12.00'de İkinci Tümen gemileri Agamemnon, Ocean ve Irresistible, Birinci Tümen gemilerinin aralarından geçip 12 bin yardadaki yerlerini alarak ateşe başladı. Bu sırada, Erenköy bölgesindeki obüs bataryalarının menziline giren Agamemnon, 25 dakikada 12 isabet alarak ağır hasara uğradı. Aynı şekilde Irresistible da aldığı 6 isabetle ağır hasarlı olarak çekilme manevrasına başladı. Üçüncü tümeni oluşturan Fransız gemileri, cesaretle tabyalara sokularak yoğun ateşe başladı. Aradaki bataryalar susturulmuş, merkez tabyalar henüz ezilememişti. Diğer gemiler de boğazdan içeri girmiş, bombardımana destek vermekteydi. Bu arada, şiddetli hasar görmüş olan Rumeli-Mecidiye Tabyası'nda Onbaşı Seyit, menzilindeki Ocean zırhlısına nişan almış ve sağ kalan arkadaşlarının yardımıyla üçüncü atışta isabet kaydetmişti. Aynı anda, aldığı isabetlerle zor durumda kalan Fransız filosu, Amiral De Robeck tarafından geri çağrıldı. Gemiler, daha önce yaptıkları gibi Anadolu sahillerine doğru dönüşlerini tamamlarken saat 13.55'te Fransız zırhlısı Bouvet, hiç kimsenin beklemediği bir yerde bir gece önce Nusret'in döşediği mayınlara çarptı ve yardımına dahi gidilemeyecek kısa sürede sulara gömüldü. Fransız gemilerinin terk ettiği hattı 11 adet İngiliz muharebe gemisi aldı, saat 15.35'te Irresistible ve Ocean gemileri de Nusret'in mayınlarına çarptı. Daha sonra her iki gemi de akıntıyla sürüklenerek Türk topçularının menziline girdi ve topçu ateşleriyle batırıldı. Bölgedeki mayın tehdidinin boyutlarını gören Amiral De Robeck, en kuvvetli 3 gemisini kaybetmiş olarak saat 19.00'da filosuna ''boğazı terk edin'' emrini verdi. Boğazdan çıkan gemilere bakan Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa'nın şunları söylediği duyuldu: ''Gidiyorlar, geçemediler, geçemeyecekler''... Müttefik filo 800 personel kaybederken, Türkler ise bu savaşta 58 şehit verdi, 3-4 asker ise yaralandı... Boğazı donanmayla zorlayıp geçmek için yapılan bu büyük girişim ancak ''şiddetli bir yenilgi'' olarak tanımlanabilecek biçimde son bulmuştu... Bu denli fazla kayıp, kara kuvvetlerinin yardımı olmadan boğazın geçilmesini şüpheli kılıyordu. Sonunda, Deniz Bakanı Churchill, boğazın denizden kara harekatı olmadan geçilemeyeceğine ikna olmuştu. Böylece Çanakkale Harekatı'nda yeni bir sayfa açılıyordu: çıkarma harekatı ve kara savaşları... ***
-
Çanakkale Savaşları
*** NEDEN ÇANAKKALE ? Müttefik Ordular Başkomutanı General Jean Hamilton bu sorunun cevabını hâtırâtında şöyle cevaplıyordu: "Çağımızın ekonomik zaferinin birinci şartı İstanbul’u Türkler’den almaktır. Her ne pahasına olursa olsun alacağız. Ümit ediyorum ki; geleceğin harp okulu öğrencileri büyük bir imparatorluğu harakiri yapmaya mecbur bırakmak için, neden bu kıraç, beş para etmez kayaların eteklerinde sıkıştığımızı değerlendireceklerdir. Bu kayalıklar Osmanlı Sultanı’nın kara kalbine hançerin saplanacağı en ideal yerdir. Yalnız hançer henüz elini deldi ve yarasından yeni yeni kan akmaya başladı. Her gün ölümden kurtulmak için çırpınıyor. Bir metre ilerleyemesek dahi, Halifenin canı alınıncaya kadar, kanı bu kaba akıtılacaktır.” Osmanlı Devleti’nin, Almanya’nın yanında 1. Dünya Savaşı’na girmesi İngiltere, Fransa ve Rusya ‘yı zora sokmuştu. Çanakkale’den bir cephe açılması fikrini en çok İngiltere Bahriye Nazırı ve sonra II. Dünya Savaşında Başbakan olan Winston Churchill savunuyordu. Müttefik devletlerin stratejistleri Çanakkale’nin geçilmesi halinde Osmanlı Devleti’nin teslim olacağını hesaplıyorlardı. Osmanlı’nın açtığı cepheleri tasfiye etmek, Süveyş Kanalı ve Hint yolu üzerindeki baskısını kaldırmak, Orta Avrupa’ya ilerleyen Alman ve Avusturya ordularını arkadan çevirmek, Balkan devletlerini de kendi saflarına çekmek gibi faydalar da savaştan bekleniyordu. Çanakkale Savaşı’nın en önemli sebeplerinden biri ise, Müttefik Kuvvetlerin Çarlık Rusya’sına Bolşevik devrimcilere karşı yardım götürme arzuları olduğu söylenir. Ders kitaplarında belirtilmeyen ancak dikkate alınması gereken bir tez de şöyle: Ruslar’ın Almanlar karşısında geçici olarak başarı gösterip Karpatlar’ı aşarak Macaristan ovalarına inmeleri, İngiltere’yi kuşkulandırmıştı. Ruslar Budapeşte üzerine saldırabilir ve merkezi devletlerle Türkiye’nin bağlantısını keserek İstanbul’un geleceğini belirlemek konusunda kendilerine avantaj sağlayabilirlerdi. Rusya’nın, Almanya ile anlaşarak İstanbul ve Boğazlar’ı ele geçirip savaştan çekilmesi tehlikesi karşısında İngiltere için Çanakkale seferini açmak kaçınılmaz olmuştu. Rusya, bu sebeple Çanakkale seferini sanılanın aksine kaygı ile karşıladı. Yine aynı sebepten, müttefiklerin Rusya’nın da bir donanma ile İstanbul’u zorlaması teklifini, donanmasının yetersiz olduğunu öne sürerek geri çevirdi. 4 Mart 1915’te müttefiklere bir nota vererek İstanbul ve Boğazlar’ın kendisine bırakılmasını istedi ve bu isteklerini kağıt üzerinde kabul ettirdi. Çanakkale Muharebeleri 3 Kasım 1914’te İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin Ertuğrul, Seddülbahir, Kumkale ve Orhaniye tabyalarımızı bombalamaları ile Osmanlı Devleti’ne resmen savaş ilan edilmeden başladı. İngiltere ve Fransa’nın resmen savaş ilan etmeleri ancak iki gün sonraya, 5 Kasım 1914’e tekabül ediyor. Böylelikle 1.Dünya Savaşı’nın en önemli ve kanlı askeri cephesi açılmış oluyordu. ***
-
hayatın sınırlı,olma sinirli:)
GeceKuşu şurada cevap verdi: sedelina başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımSende hoş geldin aramıza sevgili "sedelina"....