GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Bence kelimelerin arkasında saklı olan samimiyet bu olsa gerek. Sevgili Karlx !... Her fırsatta kullanılan mecaz anlamları bile iğnelemek için fırsat kollamak yada bilinç altı bu yaklaşlımları göstermek.... Şu anda düşünüyorumda forumdaşların birbirlerine çicek verdikleri bu sevgi dolu yerde, mecaz anlamda da olsa forumdaşlarının gönlünü almaya çalışan bir kişiye ne gerek var bu tür iğnelemeleri yapmanın..?
-
FORUMDAN ÜÇ KİŞİYE ÇİÇEK VERECEĞİZ VE NEDEN VERDİĞİMİZİ YAZACAĞIZ..
Çicekler için teşekkürler ayrımsız, iyi ve güzel arkadaşım... *** Baba olan bütün forumdaşlarımın bu güzel gününü kutluyor... Sana ve bütün forumdaş dostlarıma sevgilerimi yolluyorum...
-
ZARKAVİ ŞEHİT Mİ, GAZİ Mİ, NİYAZİ Mİ?... (Ülkemizde yayımlanan bir gazete şehit ilan etmiş...)
ZERKAVİ KİMDİR? Bin Ladin'in prensi Irak'taki bombalı saldırılar, suikastlar ve yabancı rehinelerin öldürülmesinden sorumlu tutulan radikal İslamcı terörist lider Ebu Musab El Zerkavi, ilk olarak Irak'ta Tevhid ve Cihad örgütünün lideri olarak ortaya çıktı. Gerçek adı Ahmed Fazıl Haleyle olan, Ürdün'ün Zerka kentinde doğan 39 yaşındaki Zerkavi, örgütünü 2004'ün sonlarında Usame Bin Ladin'in El Kaide örgütüyle birleştirdi. Bin Ladin, Ocak 2004'te Zerkavi'yi yardımcılığına getirdi. Irak'ın en kötü namlı "direnişçisi" Zerkavi'yle ilgili bilgiler, aslında son derece sınırlı. Bazı uzmanlar, Zerkavi'nin, Irak'ta koalisyon güçlerine karşı yöneltilen terör saldırılarını kendisi için bir sıçrama tahtası olarak kullandığı görüşünü savunurken, bazıları Zerkavi'nin etkisinin abartıldığını öne sürüyordu. Yabancı rehinelerin öldürülmesinin kaydedildiği video görüntüleriyle 2004 yılında nam salan Tevhid ve Cihad'ın, El Kaide ile birleşmesinden sonra, özellikle Şiilerin egemenliğindeki hükümet ve güvenlik güçlerine yönelik kanlı saldırılardan, Zerkavi'nin artık yeni adı Irak El Kaide'si olan örgütü sorumlu tutuldu. EYLEMLERİ İstanbul'u da kana bulamıştı Ebu Musab Zerkavi'nin örgütü, Irak'ta aralarında Türklerin de bulunduğu binlerce kişinin ölümünden sorumluydu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, hafta başında yaptığı açıklamada, Irak'ta üç yıl içinde 100 Türk'ün kaçırıldıktan sonra veya araçlarına düzenlenen saldırılarda öldürüldüğünü, 24'ünün ise akıbetinin bilinmediğini söylemişti. Zerkavi grubunun eylemlerinden bazıları şöyle: 2003, 19 Ağustos: Bağdat'taki BM karargâhına düzenlenen ve BM'nin Irak Özel Temsilcisi Sergio Vieira de Mello ile İspanyol bir yüzbaşı dahil olmak üzere 22 kişinin öldüğü bombalı saldırı. 29 Ağustos: Necef'teki İmam Ali Türbesi'ne düzenlenen ve Birleşik Irak İttifakı'nın lideri Muhammed Bagır El Hekim'in de aralarında bulunduğu 83 kişinin öldüğü saldırı. 12 Kasım: Nasıriye'de İtalyan üssüne düzenlenen, 19 İtalyan ile 9 Iraklının öldüğü saldırı. 15-20 Kasım: İstanbul Şişli'deki Beth İsrael ve Beyoğlu'ndaki Neve Şalom sinagoglarına ve İngiltere'nin İstanbul Başkonsolosluğu ile Levent'teki HSBC Bank Genel Müdürlüğü binasına yönelik, 4 canlı bomba dahil 62 kişinin öldüğü saldırılar. 2004, 2 Mart: Bağdat ve Kerbela'da Aşure gününde düzenlenen, en az 170 kişinin öldüğü intihar saldırıları. 2-13 Eylül: Zerkavi'nin grubu, 4 Türk rehinenin öldürmesini üstlendi. 2005, 28 Şubat: Saddam'ın devrilmesinden sonraki en kanlı saldırıda Hille'de 118 kişi öldü. 29 Eylül: Balad'da girişilen üçlü saldırıda 99 kişi öldü. *** Yorumlarınızın biraz daha detaylı araştırmalara ihtiyacı var... İnandırıcı ve tutarlı görüşler belirtmek istiyorsanız, kavramlarıda yerli yerinde kulanmaya dikkat etmeniz gerekiyor galiba... Sizin ifadenizle " bir kere kimin vatansever olduğuna kim karar veriyor.SERENGETİ 'ye sormak lazım?? " Yine sizin ifadenizle " o bir vatanseverdir yolu ne olursa olsun " şeklindeki cümleniniz sizin içinde büyük bir talihsiz olsa gerek.!
-
Fethullah Gülen....
242*** FETTULLAH DOSYASI - 1 FETHULLAH GÜLEN DAVASI İddianamesinden Alıntılar: 1 BİR NUR TALEBESİNİN ANLATIMLARIYLA FETHULLAHÇILIK: 1-Fethullah GÜLEN: Romantik bir insandır. Cemaatin yayın organlarındaki yazılarından ve hatta Sızıntı Dergisi’nin orta sayfasındaki şiirlerinden bunu anlamak mümkündür. Cemiyet bireylerinin büyük çoğunluğunun gözünde “Mehdi” yani son kurtarıcıdır. Yanlış yapacağını tahmin etmezler. Çünkü duyumları öte taraftan almaktadır. İnsan ötesi bir yaratık olarak tanıtılır. Biz zamanında buna inanmıştık. İnsan ötesi bir yaratığında her dediğine inanılır çünkü siz kirlisiniz, günaha batmışsınız. Ama o, yani lider, sizin çok üstünüzde, sizin ulaşamayacağınız bir noktada, size ötelerden haber getiren bir insandır. Cemaatin ana liderinin Peygamber, fikir liderinin Said-i Nursi, günümüzdeki liderinin ise Fethullah GÜLEN olduğu empoze edilir. 2-Cemaat üyelerini birbirine bağlayan temel öğeler: Teşkilatı ayakta tutan üste itaat, üstün dediklerini sorgulamadan yapmaktır. Ayrıca cemaat üyelerini bir arada tutan diğer büyük bir olgu histir. Duygusal birlik cemaat üyelerini birbirine yapıştırıcı yapışkan gibidir. Lidere rabıta, yani tam bağlılık çok önemlidir ve ana unsurlardan birini teşkil eder. Batı toplumlarında Rönesans’tan sonra sistemler ve düşünceler, doğu toplumlarında ise eski zamanlardan beri kişiler, bireyler tarihi şekillendirmiştir. Onun için lider kavramı o cemaatin birlikteliği ve devamı için çok önemlidir. 3-Cemaatin görevleri, nihai hedefi, geleceğe bakışı: Unutulmamalıdır ki Fethullah GÜLEN’in nihai hedefi ve rüyası, Fethullahçılar’ın son gayesi Türkiye liderliğinde İslam Birliği ve tanrının sözünün içtimai hayata egemen olmasıdır. Şifre kendisinin ifadesi ile üç kelimelidir. İman-hayat-iktidar. Said-i Nursi onlara göre imani dirilişi sağlamıştır. Bu safha, imamı hayata geçirme ve yaşama safhasıdır. Altın nesil de iktidarı sağlayacaktır. Cemaatin tüm çabası Türkiye’de ki siyasal ve ekonomik güç dengelerinde söz sahibi olmak ve rant ortaklıktır. İnsanlara yaklaşırken "Liberal İslam" anlayışı ile hareket etmekte, İslam’ın siyasal yüzünü göstermekten çok, tüm insanları kucaklayan bir hoşgörü felsefesi olduğu lanse edilmektedir. Üniversitede hedef olan çalışmanın bir kolu, gençlere cemaatin herhangi bir şekilde Türkiye’de laik demokratik düzeni bozacak bir hareket olmadığını, Türk insanını bir eğitme hamlesi olduğu imajı verilmektedir. Bu propaganda için özel olarak hazırlanmış kasetler de mevcuttur. Mesela Türk Cumhuriyetlerinde açtıkları okulların ve orada yetişen çocukların Türk kültürünü nasıl öğrendikleri konusunda hazırlanmış video kasetleri vardır. Ama bu gençlere rehberlik faaliyetleri adı altında cemaat öğretisinin götürüldüğünden bahsolunmaz. 4-Örgütlenme usul ve esasları: Cemaat tek tip insan yetiştirme gayreti içindedir. Gerçi 1990’lı yıllarda tahminlerin üstünde büyüdüğü için bu amaç biraz sekteye uğramıştır. Hedef kitle, ortaokulun son sınıfındaki ve liselerdeki gençlerdir. Çünkü gençlerin en cahil olmakla birlikte, en idealist oldukları devir odur. Çocuğun aile durumu ve kişisel durumuna göre aylarca dinle ilgili bir şey söylemeyebilirler. Yapılan şey bu gençlere bir ağabey gibi davranmak, ona derslerinde yardımcı olmak ve geleceğe ait planlarda yol göstermektir. Yeterli konuma gelindiğinde cemaatin öğretisi verilmeye başlanır. Genç, evinde ne kadar sorumlu ise başarı oranı o kadar yüksektir. Fethullah GÜLEN’in gösterdiği doğrultuda ana hedef büyümedir. Bunun da yolu okulların etrafında örgütlenmeden geçer. Büyümenin iki kolu vardır: Okuyan gençler ve esnaftır. Gençler, cemaatin insan kaynağı, esnaf ise lojistik ve para kaynağıdır. Fethullah GÜLEN’e göre cemaatin lokomotifi Anadolu insanı ve himmetidir. Hiçbir dış katkı yoktur. Belli bir zamana kadar cemaatin ana hedefi eğitim olduğu için, hep öğretmen yetiştirmeye çalıştılar. Cemaat büyüdükçe bu ihtiyaç yerini diğerlerine bıraktı. Bu gün saatçisinden, mühendisine kadar herkesi yetiştirme gayreti içindeler. Ama ağırlık halen eğitim ve öğretmenler üzerinedir. Çünkü gençler ile oluşan tek meslek grubu öğretmenliktir. Harp okullarına ve Askeri Liselere sokulacak çocuklar bir gizlilik derecesinde eğitilir. Bu çocuklar özel evlere giderler. Cemaat sorumluları dışındaki insanlar bu evlerin ne yaptığını bilmezler. Çünkü cemaatin örgütü yerleştiremediği tek kurum askeriyedir. Fethullah GÜLEN’e göre askeriye hukuk, eğitim ve mülkiye teşkilatlanılması gereken kurumlardır. Üniversiteye hazırlanan gençlerin kendi dershanelerine gitmelerini sağlamaya çalışırlar. Üniversiteye hazırlık dershaneleri en aktif ve verimli çalıştığı organlardır. Buralara büyük insan kaynağı ve parasal destek ayrılmıştır. İstanbul’daki FEM dershaneleri, İzmir’deki Akyazılı gibi. Ev-hazırlık dershanesi ilişkisi üst düzeydedir. Cemaatin 1990’lı yıllarda güç kazanmış diğer önemli bir organı orta seviyede ve şimdi de yüksek seviyede kurulan öğretim kurumlarıdır. Okullar yatılı olduğundan öğrenci ile çok daha yakın ilişkiye girilmekte ve insan kazanmada daha etkili olunmaktadır. Bu okul ve dershanelerdeki eğitim, diğer okul ve dershanelerden daha yüksektir. Çünkü kadrolarında işi para için değil kendileri inandıkları için yapan pek çok insan vardır. Çocukların lise çağında hafta sonlarında gördükleri ilgi ve belki sıcak ev yemekleri bu çocukları cemaat elemanı yapmak için çok bile. Biraz analiz edilirse aslında cemaatin adam kazanma yönteminin çok sofistik de olmadığı görülür. Fethullah GÜLEN’i ve cemaati tanıtan kasetlerdeki ana tanımlar kısaca şunlardır. Türk insanı son iki üç yüzyılda İslam’ın özünden uzaklaşmasından dolayı materyal ve ruhsal bağlamda geri kalmıştır. Nurculuk hareketinin bir kolu olan Fethullahçılık görüşü 20 nci yüzyılda insanın tanrı inancından uzaklaştığını, bu uzaklaşmasının da bu dünyada mutsuzluk ve tatminsizlik getirdiğini, öteki dünyada ise insanları cehenneme götüreceğini savunur. Dolayısıyla bunun insan hayatında en önemli unsur olduğunu ve Türk insanını bu hatadan kurtarmak gerektiğini, bu görevin de yeryüzünde bu cemaatin omuzlarına tanrı tarafından verildiğini defaatle kasetlerde ve vaazlarda yineler. Fethullah GÜLEN’e göre harcadığımız her nefeste İslam Dini’ne uygun olmalıyız. Fen ilimlerini ve teknolojiyi öğrenmek gerekir. Ama bunun da amacı çağdaş terakki değil, tanrıya daha çok yaklaşmak için bir araç olmalıdır. Yaşamın amacı dolaylı veya dolaysız da olsa tanrıya hizmettir. Cemaatin bireylerine, cemaatin dışında bir hayatın cehennem olduğu sürekli empoze edilir ve cemaatten çıkanın da bir daha iflah olmayacağı ve cehenneme sürüleceği lafını ben bizzatihi bir kasette dinledim. Temelde bir Nur şakirdinin asıl olması gerektiği empoze edilir. 5-Cemaatte hiyerarşik yapı: Cemaatin muazzam bir hiyerarşik yapısı vardır ve Türkiye’de askerden sonra en iyi teşkilatlanmış örgüttür. Şu kavramı iyi anlamak lazım. Said-i Nursi Nur talebelerini üçe ayırır Talebe-arkadaş-sempatizan. Talebe, işin gerçekte içinde olandır. Sempatizan da aktif olarak örgüt faaliyetlerinde olmasa bile, örgütün faaliyetlerine iyi gözle bakandır. Cemaatten ayrılan insanların hile üçüncü grupta olması örgüt için yeterlidir. Çünkü herhangi bir halk reaksiyonunda bu üçüncü grup önemli bir rol oynayacaktır. 1990’lara kadar ana cemaat birimi onların “dershane veya Işık evleri” dediği öğrencilerin ve onların ağabeylerinin kaldığı evlerdir. Cemaatin iyi elemanları hep buralarda yetişmektedir. Her dershane veya ev bir bölgeye bağlıdır. Her ev hacmine göre 5-6 kişiden oluşur ve evlere kimlerin dağıtılacağı bölge imamları tarafından belirlenir. Ayrıca her evin bölge imamları tarafından tayin edilmiş bir imamı vardır. Ev imamları genellikle yaşça daha kıdemli insanlardır. Evde hayat özetle şöyledir. a-) Evin birincil amacı adam kazanmak ve yeni kazanılan insanlara cemaat öğretisini empoze etmektir. Bu fonksiyonunu yitiren evlerin kadrosu da dağıtılır. b-) İkinci amacı, evde kalanların kendilerini cemaat öğretisi üzerine devamlı yetiştirmesidir. c-) Üçüncü amaç barınacak bir yer temin etmektir. Her evin sorumlu olduğu özel bir misyonu vardır. Ev sakinlerinin hizmet dışı sokakta dolaşmaları tasvip edilemez. Çünkü sokak günah ile doludur. *tna ***
-
BİR ATEİST'İN PSİKOLOJİSİ..
NEDEN TEŞEKKÜR EDİYORSUN Kİ.?... ?... ? İstersen bu soruma cevap yazma olur mu !.. Bana harf harf yazdıklarının arkasında yatan iyi niyeti sorgulatmak gibi bir iş açma başıma.!... Şu iş samimiyetle devam etsin gitsin... Bana yanıt vermek yerine önce şunları yazan arkadaşın yazdıklarını sorgulayıp... ateistlere arkadaslar denmesi uygun olmuyor onlar arkadaş değildirler şu an Türkiye ve Dünyadaki insan ların büyük çoğunluğu söylemeselerde ateisttirler kendileri bunu dile getirmekten kaçınırlar... ateism yaratıcının varlıgını inkar eden bir düşünce dir insanların büyük çoğunlugu yaratıcıya inanırız derler ama onların içlerinde derin şüpheler vardırki bunu engelleyemezler şu da bir realitedirki apacık ben ateistim diyenler bunu içlerinde saklayanlar göre daha masumdurlar ancak bu masumiyetleri onların zarara uğramalarını engellemez kesinlikle onlar kaybedenlerdendirler bu konuda bilmek istediklerinizi size izah edebilirim... Önce ona gereken yanıtı ver.!...Ondan sonra oturup ön yargısız...paşa paşa devam edelim...
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
Okuduğundan kendi ideolojine uygun istediğin sonucu çıkartamaya çalışmışsın... Gerekceli karar metnini tekrar okuyup yorumlamalısın.!... Yada bu işten anlayan hukukculara bir daha yorumlatmalısın...
-
Dini Efsane ve Masallar
Sayın 'Panteidar' bu başlığı dikkatle izleyenler farkındaki ileri sürdüğünüz görüşlerinizle birden fazla kişiyle mücadele etmek zorunda kalıyorsunuz... Ve doğal sonucu olarak konular birden fazla yere dağıldığı için daha önce açıklayacağınızı belirtiğiniz (Yukarıda alıntı yaptığım) şeyler ister istemez unutulup göz ardı edilebiliyor...Eğer bunları sırasıyla not alır yada iletilerinizi tekrar gözden geçirip değerlendirme yaparsanız sizde göreceksiniz....Ve yanıtsız kalmamış olacak... Açıklamayı ve sunmayı belirtiğiniz şeylerin yanıtlarını merakla bekliyorum.? Çünkü yanıtsız kalması ifade etmeye çalıştığınız görüşlerin anlaşılmasını eksik bırakabiliyor... Saygılar.
-
BİR ATEİST'İN PSİKOLOJİSİ..
Sanrım sayın terapi sizin istediğiniz yönde devam etmeye kimsenin pek niyeti yok.! Sizde sanırım başilığa uygun açılımlara katkıda bulunacak yazılar yazmalısınız... Her fırsatta kendi istediğiniz yaklaşıma yönlendirmek gibi bir derdin içine girmeyin bence... saygılar...
-
BİR ATEİST'İN PSİKOLOJİSİ..
Sevgili Karlx artık sanırım zamanı geldi...Konunun biraz daha açılması gerekiyor... Başta sorduğunuz soru aslında tek başına yeterli bir soru değil...Neden değil...Bir kişinin ateist olması sadece psikolojisi ile açıklanacak bir durum değil tek başına...Bu işin bana kalırsa sadece magazinsel yanı...Kendini inançlı olarak kabul eden arkadaşların ateist olarak tanımladıkları kişilerden ne kadar farklı veya belkide benim şu anda tahmin edemediğim daha farklı düşüncelerle artık nasıl tanımlıyorlarsa kafalarında öyle görmeye çalıştıkları bir yaklaşımda olabilir...Bu son ifade biraz uzadı ama kibar olmaya çalışıp o kelimeyi bulamadığım için biraz sarktı cümle... Birde başlığı açarken benim anladığım kadarıyla meraklanarak bir soru sorulmuştu...Şimdi kalkıpta onların kendi görüşlerini açıklamaları üzerine "Ne kadar yüzeysel görüşler " olduğu savını öne sürmek yargılama aşamasına geldiğimizin benca artık açık bir ifadesi...Bırakında insanlar görüşlerini açıklasınlar...sizde merakınızı tatmin edin...Ki konu rahatlıkla açılabilsin... Zamanı geldi demiştim...Sitenin birinden aldığım bu soruları sorarak konun biraz daha açılmasını istiyorum...Amacımızda buydu galiba.? Bakarsınız bu sorulara yanıtlar gelebilir ki o zaman birinci ağızlardan yanıtlarla konunun daha sağlıklı olarak açılımı sağlanabilir... Aslında forum içinde bu soruların bazılarına bazı başlıklarda kendiliğinden gelen yanıtlar var...ama sırası uygunmudur bilemem ama bu sorulara gelebilecek yanıtlar diğer arkadaşlarımızın meraklandıkları şeyler hakkında kendilerine birer açıklama yada ip ucu olarak bazı açılımlar sağlayabilir diye düşünüyorum... Eğer cevaplar gelmezse ben sağdan soldan topladığım sorulara verilebilmiş yanıtları zaman zaman ve sırasıyla alıntı yapmaya çalışacağım...İlk olarak forumdan gelebilecek yanıtlara şans verelim sonra devamını getiririz...İlk başta sorulan Psikoloji konusunda, ilk yanıtları sanırım bu sorulara rahat yanıtlar gelip gelmemesiyle anlıyabileceğiz... sanalda bile insanlar üzerlerinde bir baskı görüp sessiz mi kalacaklar... hepimiz görüp anlayacağız... Hatta ve hatta ateist düşüncede olan insanlara teist toplumlarda bunun bir düşünce suçu olduğu şeklinde yaklaşımların nekadar ağır baskılar yarattığını anlama fırsatımızda olabilir böylece... Böylece diyorum şimdiden başlamış olan görüşlerin belirtilmesine gelen ilk tepkiler zaten bunun ilk örneklerini taşımaya başladı bile.!... Neyse fazla uzatmadan sorular şöyle... Ateist katılımcılar, bu topik altında nasıl ateist olduklarını , diğer katılımcılarla paylaşsınlar... Yalnız, karışıklığı önlemek ve daha açık bir anlatım olmasını sağlamak amacıyla, soru-cevap şeklinde yazalım... 1-AİLENİZİN, EĞİTİM DURUMU VE HAYAT ANLAYIŞI NASILDIR? 2-YETİŞTİĞİNİZ ÇEVRENİN KÜLTÜREL DURUMU NEDİR? 3-SİZE ATEİZMİ ÖĞÜTLEYEN VAR MI? 4-ATEİST OLMADAN ÖNCE ATEİZMLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİNİZ NEYDİ? 5-ATEİZMİ EĞER BİR SÜREÇ İÇİNDE KABUL ETTİYSENİZ, BU SÜREÇ NASIL BAŞLADI VE DEVAM ETTİ? 6-YAKIN ÇEVRENİZDE SİZİN DİNİ GÖRÜŞLERİNİZDEKİ DEĞİŞİME ŞAHİT OLANLAR VAR MI? YOKSA BU KONUDA İÇE KAPANIK MISINIZ? 7-ATEİZMİN, YAŞAMINIZDA YAPTIĞI DEĞİŞİKLİKLER NEDİR? 8-KENDİNİZİ BİR ATEİST OLARAK SİYASİ VE KÜLTÜREL OLARAK NEREYE YERLEŞTİRİYORSUNUZ? Sizce de yararlı olur mu dersiniz sayın karlx.? Bence insanların rahatça açılabilmeleri ve kendi görüşlerini rahatlıkla ifade edebilen ateistler dışında aslında kendini yeni yeni tanımlamaya çalışan kişilere bu fırsatı verelim ve sonuçlarını ileride hep beraber değerlendirelim...Aslında burada yine bir açmaz söz konusu çünkü teist inanışlar çeşitleri ne olursa olsun tek bir kategoride ele alınabilmesine karşın teist inanış dışındaki görüşler birden fazla kategoride ele alınabilmektedir... bu nedenle kendini ateist kabul etmeyen ama teist düşüncelerin dışında kalan bir çok görüşten yanıtta alamıyabiliriz... saygılar...
-
SİZİN HİÇ ANNENİZ BABANIZ ÖLDÜMÜ.?
*** *** Eczacı Serap hanım, hep bir kızı olsun, annesiyle yaşadığı ilişkinin benzerini onunla yaşasın istermiş. Yakınları içinde en son annesini kaybetmeyi umarken, en önce onu yitirmiş. Ağır ve sancılı bir sürecin sonunda gelen ölüm, Serap hanımın da sağlığını etkilemiş Hep konuşulur ya, yakınlarını aniden kaybetmek mi daha acıdır, önceden öleceğini bilmek mi, diye. Bu saçma bir karşılaştırma. Her insanın yaşamında çok özel yeri olan annenin ya da babanın yitirilmesi, herhangi bir acı tarifine sığdırılamaz. Ailesinin tek çocuğu olan Eczacı Serap hanım, annesini uzun ve acılı bir sürecin sonunda kaybetmiş ve hep çok özel bir ilişki kurduğu o annenin acısı hâlâ dinmemiş. Serap hanım, bugün pek çok insanın yüzleşmek zorunda kaldığı, acı çektiği kanser illeti yüzünden kaybetmiş annesini. O uzun süreci şöyle anlatıyor: "Kanser, hem çeken için zor, ağır bir hastalık, hem etrafındaki insanlar için zor. Anneme önce rahim kanseri teşhisi konuldu, 1986 yılında. Hastalık başlangıç aşamasındaydı, ameliyat oldu. Ameliyatı yapan da bizim çok yakın dostumuz, apartmandan komşumuzdu. Ameliyatın ardından, tahlillere götürdük, bir başka doktor, ilerisi için, koruyucu olsun diye radyoterapi önerdi, fakat bunu anneme söylemek ne mümkün? Kıyametleri koparmış, 'Ben kanser miyim? Niye bana böyle dedi?' falan diye. O kadar hassas bir insan ki, biliyorsunuz, bu hastalık biraz da hastanın moraliyle ilgili, kafasına takarsa kötü olur diye düşündük. Doktordan, 'Bir yanlışlık oldu' demesini istedik. Düşündük ki, radyoterapiye girerse daha beter olacak, kafasına takacak, morali bozulacak, belki de hastalık tekrar nüksedecek. 'Yanlışlık oldu' diyerek hastaneden çıkardık. Hakikaten yedi yıl da hiçbir şey olmadı. Yedi yıl sonra yeniden başladı şikâyetleri ama başka şekilde açığa çıktı. Önce teşhis koyamadılar, kemik erimesi falan dediler, en sonunda anlaşıldı ki, kanser pankreasta yeniden nüksetmiş. Ondan sonra ameliyat oldu, zaten görümcem de dahiliye mütehassısı, hep konuşuyoruz, nedir, ne değildir, diye. Ameliyattan önce biliyorduk, bu bir kanser başlangıcıydı. Ama öyle bir şey ki, insan bildiği halde öyle bir şey çıkmasın diye ümit ediyor. Ameliyattan sonra doktor olan kuzenimle hocanın odasına girdik, kuzenime ameliyatı anlatıyor, ben de orada oturuyorum. 'Öyle bir noktada ki, hiç dokunamadık, hayati damarların geçtiği bir yeri tutmuş' dedi. Yaptıkları ameliyat, mideyi, 12 parmağı rahatlatmak için yapılmış bir ameliyat olmuş ve kanserli bölgeye dokunamadan kapatmışlar..." Çaresiz kalakalmak Belki de insanın en çaresiz kaldığı anlardan biri bu işte. Doktorlar geliyor, en sevdiğiniz insanın, kısa bir süre sonra size bir daha dönmemek üzere veda edeceğini söylüyorlar. Çaresizlikle, onu kaybedecek olmanın verdiği acı birbirine giriyor. Bir telaş başlıyor. Serap hanım, "O anda aklıma gelen ilk şey, 'Annem bunu bilmemeli' oldu" diyor, "O anlamadan bunu geçiştirmemiz lazımdı. Daha doktorun odasındayken, doktor kuzenim ağlamaya başladı. Odadan çıktık, onu ben teselli etmeye giriştim. Yukarıya, annemin yanına çıkamadı. Ben çıktım, hiçbir şey olmamış gibi. Ne yapacaksınız, herhalde böyle anlarda insan kendini otomatiğe bağlıyor, öyle bir şey ki, nasıl davranacağınızı bilemiyorsunuz. Çok ilgi gösterdiğinizde o ilgiden de şüpheleniyor. Gidip gelip öpen olduğunda, 'Aman, bu da beni son zamanlarda neden böyle şapır şupur öpüyor' demeye başladı. Aslında bir yandan kendisi de farkında, ama kondurmak da istemiyor. Ben şöyleyim, ben böyleyim diye hastalığın adını bile anmıyordu ama anlamıştır, çünkü hastalık süratle seyrediyordu. Doktor, 'Bunun süresi iki aydan başlar' dedi, iyi bir bakımla uzayabilir. Aslında 'iyi bir bakım' da değil o, bir noktada, hastayı ayakta tutmak için eziyet gibi bir şey oluyor yani son yaptıkları. Ne yapsınlar onlar da işte, ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Yaşatabildikleri kadar yaşatmak istiyorlar..." Serap hanımın annesi Türkan hanım, ilk ameliyatı olduktan sonra eve çıkmış, ne olursa olsun insanda bir yaşama içgüdüsü var, hep iyi olacağını ümit etmek istiyormuş. Fakat hastalık da hızlı seyrediyormuş. Türkan hanım yemek yiyemiyor, giderek zayıflıyormuş. Serap Hanım, "O sırada bir elbise almıştım, 'Ben de zayıfladım, bunun içine girerim' dedi, 'İyileşip ayağa kalkayım da, bundan bir tane de ben alayım.' Kalktı, elbiseyi denedi..." Elbette işler sadece hastayla sınırlı kalmıyor. Hele ilişkiler çok yakınsa, sevgi eşiği yüksekse, tüm aile olduğu gibi sarsılıyor. Serap hanımın ailesinde de durum böyle yaşanmış: "Babam bu stresler yüzünden spazm geçirdi, hastaneye yatırdık, anjiyo oldu. Tabii bir yandan annemi tekrar hastaneye yatırdık. Teyzem sağ olsun çok yardımcı oldu. Ben tek çocuğum, başka kardeşim yok. Birisinin sürekli yanında olmasını da istiyor ama doğrudan söylemiyor. Hayatı boyunca hep derdini imalarla anlattı. Üç gün teyzem kalıyordu yanında, üç gün ben. Yanına gittiğimde, sanki hiçbir şey yokmuş gibi, dışarıdan havadis veriyordum. Ses çıkarmadan dinliyordu. Ama alınıyormuş gibi de geliyordu, sanki durumunu umursamıyormuşum gibi, halbuki ben onu rahatlatmak için anlatıyordum sıradan şeyleri, yani insan nasıl davranacağını şaşırıyor. Hem ona bir şey belli etmeyeceksiniz, moralini iyi tutmaya çalışacaksınız, hem de fazla rahat olursanız bundan alınırmış gibi oluyor. Hani, 'Ben burada yatıyorum, hiç umurlarında değil' diye düşünürmüş gibi geliyor. Bu sefer o yatıyor, uyuyor, Allah'ım deli olacağım, sürekli düşünüyorum. Odanın içinde vakit geçirmek için bir şeyler yemeye başlıyorum. Zayıftım, bir gün bir arkadaşım geldi hastaneye, 'Ne oldun böyle' dedi, tanıyamadı. O kadar kilo almıştım. Sıkıntıdan... Eve geliyorum, o zaman çocuklar küçük, bir eşim var, işim var. Kızım anneme çok düşkün. O büyüttü onu. Bu sefer evde de normal davranmak zorundasınız. Kimse sizi çok üzgün görmeyecek, ağlarken görmeyecek..." Bu, aslında ölüme uzun süreli bir hazırlanma dönemi gibi. Hazırlanma işi ne kadar uzarsa, insan o kadar yıpranıyor. Ve o kadar acının ardından, kaçınılmaz son geliyor: "Biliyorsunuz ki bir yandan çok kötüleşiyor. En sonunda bir gece çok kötü olmuş, hastaneden, 'Artık eve götürün, zaten burada yapacak bir şey yok' dediler. Evde bekleyecektik artık. Aldık, ambulansla eve getirdik. Bu sefer evde başladı aynı şey, ben yanında oturuyorum, teyzem yatıyor, ben yatıyorum, teyzem oturuyor, hep soruyor, 'Nerede Serap?' diye, insanlar hep gözünün önünde olsun istiyor. Serumlarını takıyorum, bir hafta sonra fark ettim ki, artık iyice dalmaya başladı. Serum gitmiyor. Tamamen komaya giriyor, 'Serumu kapatın' dedi doktor. Tahmin ettim tabii o gün. Yanında oturup beklemeye dayanamadım. Oğlumu da alıp bir odaya kapandım. Babam, teyzem, başka yakınlarımız oturdular, beklediler. Artık her şey olup bittikten sonra, sabah gidip gördüm..." Peki ya sonrası?.. Sonrası zor oluyor tabii... Serap hanıma annesi hep dolaylı yoldan böyle durumlarda metin olması gerektiğini anlatırmış, imalarla. "Annem bize vasiyet ederdi," dermiş, "Ne kadar acı çekerseniz çekin, sakın kendinizi bırakmayın, kimse sizi saçınız başınız bir yerde kendinizi kaybetmiş görmesin." Serap hanımın kulağında hep o sözler varmış. "Kimsenin önünde dağılmayacağız diye zorladık kendimizi" diyor ve ölüm sonrası sessizliği anlatıyor: Sabır bir yerden çatlıyor "Bilmem ki, herkes belki de farklı yaşıyor. Kimisi her şeyi unutuyor, kendi acısını yaşıyor, bunu dışarıya vuruyor... Ben yapamıyorum, ister istemez etrafımdaki insanları düşünüyorum. Hatta biri eleştiriyle karışık, 'Sen hiçbir şeyi belli etmedin, nasıl yapabiliyorsun' dedi. Etrafımdaki insanları düşündüm o anda, babam var, kalp rahatsızlığı var, gözümün içine bakıyor adam, ne yapıyorum diye. Kızım var, anneannesine çok düşkün, onu kaybedince iyice bana sarılmaya başladı, o zaman ilkokul son sınıftaydı. Onun küçüğü oğlan var bir de, hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi görünüyordu, annemin ölümünden kısa süre sonraydı, televizyonda 'Sarı Zeybek'i seyrediyorduk, Atatürk'ün ölümü anlatılıyordu, hepimizin yüzü kötü oldu, bunu fark etti, gidip televizyonun önüne geçti, kollarını açtı, 'Seyretmeyin bunu' dedi. Bütün bunları görünce, 'Aman bana ne, çoluk çocuk ne yaparsa yapsın, ben ağlarım da, sızlarım da, kendimi yerden yere atarım da...' Böyle yapamıyorsunuz, insan içine atıyor. Etraftaki herkesi idare etmeye çalışmak, sürekli kontrollü davranmak, dağıtmamak... Bunlar kolay işler değil tabii. Bir yerden patlıyor. Serap hanım, bu kadar acının ardından ciddi sağlık sorunları yaşamış: "Bir seneye yakın hormon tedavisi görmek zorunda kaldım. Bir yandan, ruhsal yönden de kendimi tedavi etmeye çalıştım. İnsan tabii çok yakın birini kaybedince, hele bu ilk kayıpsa, ruhsal yapısı çok etkileniyor. Her şeyi düşünüp kurcalamaya başlıyorsunuz. Dinsel yönden, ilişkileriniz yönünden, her şeyi sorgulamaya başlıyor insan. Babama karşı da, eşime karşı da eskiden hiç söylemediğim şeyleri söylemeye başladım mesela. Eşim en sonunda, 'Sen eskiden böyle değildin, annen öldükten sonra değiştin' dedi. Eskiden kızıp da içime attığım şeyleri artık söylüyorum. İnsan hep bir sürü fedakârlık yapıyor. Ve bunlar normalleşiyor, unutuluyor, bazı şeyleri boşa yapmış oluyorsunuz hep kendinizden vererek. İnsanın bakış açısını bir ölüm değiştirir mi? Değiştiriyor işte... 'Ölüme bakışım tamamen değişti' "En son annemi kaybetmeyi düşünürken en önce onu kaybettim. Öyle şeylere inanmadığım halde sırf o öyle isterdi diye, onun ölüm yıldönümlerinde evde eşi dostu akrabaları toplayıp dua okuduk. Bana göre insan hayattayken bir şey yapıyorsa kendisi için yapar, okur da, ibadetini de yapar, ne isterse yapar. Öldükten sonra arkasından göndermenin bir anlamı yok. Ama sırf o isterdi diye, yılda bir sefer onu anma töreni gibi bir şeydi bu. Sevdikleriyle birlikte, onun istediği gibi... Sonra, en yakınını kaybettiğinde ölüm üzerine düşünüyor insan. Herhalde düşünce şeklim değişti. Hayatın ölümle bitmediğine inanmaya başladım. Bir şekilde, diyorum, hayat devam ediyor, belki başka bir boyuta geçiyorsunuz ama hayat sürüyor, hayat demeyelim ama o varlık... Bir şekilde o kaybolmamalı diyorsunuz. Mezarlığa gidip durma saplantım yok, zaten onu hep düşünüyorum. Mesela hâlâ bir şey olacağı zaman ondan mesaj alıyorum sanki. Eşimi kaybetmeden önce, rüyamda annemi kütüphanenin önüne boylu boyunca yatmış gördüm. Kötü görünmüyordu ama sanki bana bir şey anlatmak istiyordu. 'Ne anlatmaya çalışıyor acaba?' diye düşünüyordum. Birkaç gün sonra eşim ani bir beyin kanaması geçirdi ve ondan sonra da öldü..." 'Dalıyorum, elim telefona gidiyor' "Annemle aramızda hiç rekabet yoktu. Mesela ben hep bir kızım olsun isterdim, annemle olan ilişkim o kadar iyiydi ki, aynısı benimle kızım arasında yaşansın diye düşünürdüm. Ama aynı değil şimdi. O çok farklıydı. Ben sert çıkışlar yapsam bile annem sakin sakin dinlerdi. Çok sakin ve yumuşak bir insandı. Etrafımıza baktığımızda, karı-koca olarak da hep birbirini yemeler, kavgalar görüyoruz, babamla onun arasındaki ilişki de çok iyiydi. Sonra ben hiç tek çocuk gibi büyümedim. Evimizden akrabalarımız, misafirimiz eksik olmazdı. Annem hayatımda o kadar etkiliydi ki, hâlâ uykumda, daha doğrusu uyanmama yakın, 'Annemle ne zamandır konuşmadım, uyanayım da hemen bir telefon açayım,' diyorum. Yıllar geçse de en yakınlarınızı unutamıyorsunuz. Sanırım 70 yaşına da gelsem unutamayacağım. En çok sıkıntılarım olduğunda, unuturum öldüğünü, hep aklıma gelir, anneme telefon etsem, sonra birden uyanırım, 'Ama annem yok ki!..' Şimdi geriye baktığımda, keşke onunla daha fazla vakit geçirebilseydim dediğim oluyor. Eczacılık çok bağlayıcı bir iş, tamamen zaman sorunu nedeniyle anneme, aslında sevdiklerime vakit ayıramadım. 'Keşke' diye düşündüğümde, hep aklıma bu gelir, keşke daha fazla birlikte olabilseydik..." *tna ***
-
Fethullah Gülen....
*** FETTULLAH DOSYASI - 1 "Hocanın Okulluları". ''Hoca'nın Görünmeyen Yüzü: Okulları'' isimli kitaptan alıntılar: 5 IŞIK EVLERİ Orduya yönelik siyaset Fethullah Gulen ve cemaati; planlı sürdürdükleri çalışmalarının önünde engel olarak hep orduyu görmüşlerdir. (Orduyu) ele geçirme hep başarısızlıkla sonuçlanınca, Fethullah Gulen, su anda orduya yönelik su politikayı izlemektedir: 1) Orduya hoş görünme (bu arada hizmet çalışmalarını yine sessiz ve derinden devam ettirme) 2) Askeriyeye karsı bazı politikacılardan alınmış tavizlerle polisi güçlendirme (Asker-polis denkliğini oluşturmaya çalışma).. Ordunun istediği zaman ihtilal yapabilme ihtimalini önlemenin yolu ya da orduyu ele geçirmek ya da böyle bir güç dengesi oluşturmakla sağlanabilir (polis kolejlerine girmek, öğretim üyelerini özel olarak seçtirmek ve cemaate bağlı polisleri daha öğrencilik yıllarında etkilemek, hizmete sokmak).. Nitekim basına yansıyan pek çok olay, cemaatin polis camiasında oldukça etkin olduğunu göstermiştir. Kati hizmet anlayışı içinde yetiştirilen bu polisiye kuvvet, gerektiğinde silahlı bir güç olarak ordunun karsısında yer alabilir diye düşünülmüştür. Fethullah Gulen, ordu konusunda o kadar hassastır ki, askerin almış olduğu her olumsuz karar, onu hasta eder, yataklara düşürür... İdari ve siyasi kadrolardaki müritleri, ona tehlikeli durumları (darbe vs-FB) ihtimalleri çok kısa zamanda ulaştırıyorlar kuskusuz... ... Hizmet, askeriyeye çok büyük önem vermektedir. Su anda Hizmet'in hedefi askeriyedir. Bu kurumu da ele geçirirlerse, Türkiye çok büyük bir kaosun içine sürüklenecektir. Hizmet devamlı olarak, uygun kişiliğe, asker kişiliğine sahip sır vermeyen elemanları seçer ve eliyle askeriyenin içine koyar. Bunlardan biri de bendim. Ancak birkaç arkadaşımız, daha sonra askeri okullarda fark edilerek okuldan uzaklaştırıldılar. Bizleri, askeri okullarda kendimizi belli etmememiz için özel olarak eğitirlerdi. Mesela, gözlerimizle namaz kılardık.... *tna ***
-
Türklerin yüzde 9’u şeriatçı
Teşekkürler evrensel...Herzamanki gibi yine açık ve net bilgilendirmeler yapmışsın... Sanırım doğada olmak zihni ve aydınlık görüşleri daha da genişletiyor... selamlar..
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
Teşekkürler yam yam...Konuyu tam bir netlikle ortaya koyup özetlemişsin... Başlıkta ele alınan sorunun en net yanıtıda bu olmuş... Bence yazmış olduğun bu iletinin, Kendilerince samimi olarak türbanı destekleyen ve türban konusuna karşı olup hala kafalarında karışıklıklar bulunan arkadaşların, Düşüncelerindeki bazı acaba sorularının yanıtlarını açıkca verdiğini düşünüyorum...
-
KADINLARDAN NEFRET EDEN ERKEKLER VE BU ERKEKLERİ SEVEN KADINLAR
*** KADINLARDAN NEFRET EDEN ERKEKLER VE BU ERKEKLERİ SEVEN KADINLAR Yazar : Dr. Susan Forward / Joan Torres Çeviri : Gülder Tümer / HYB Yayıncılık- Ankara 1997 Bilinen kişilik bozukluklarının iki önemli ana türü olduğunu biliyoruz. Bunlardan ilki “NARSİSLERDİR”. Bu insanlar tamamı ile KENDİLERİNE takıntılıdır. Sadece kendilerinin özel olduklarına inandıkları için ilişkilere girerler… bu kategorideki erkekler AŞK ve HAYRANLIK arayışı içinde bir ilişkiden diğerine koşar dururlar. Bu erkeklere örnek olarak Peter Pan ve Don Juan’ı verebiliriz.. Kişilik bozukluklarının diğer ucunda ise daha sınırda yaşayan ve daha tehlikeli olan SOSYOPATLAR yer alır. Bu tür insanlar, hayatlarında sürekli fırtınalar yaratan insanlardır. Onlara selam veren herkesi kullanma, sömürme, yalan söyleyip aldatma ruh hali içindedirler… Bu davranışlar onların kişiliklerinin bir parçasıdır… Adi suş işleyenlerden, ünlü ve başarılı iş sahiplerine her alanda bu kişilere rastlamak mümkündür. Bu tiplerin en çarpıcı özellikleri VİCDANSIZ oluşlarıdır. Fakat söz konusu kitapta, bu iki farklı uçtaki HASTALARDAN farklı özellikleri olan kişiler hakkında araştırma yapılarak, bir nevi ÜÇÜNCÜ bir ana HASTALIK TÜRÜ ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Kitapta tanımlanmaya çalışılan ERKEK TİPİ, toplumla olan ilişkilerinde sorumluluklarını bilen ve konularında yeterli insanlardır. Zararlı davranışları, sosyapatların davranışları gibi genellenmiyor… Tek bir noktaya yönleniyorlar, o da EŞLERİ… Silah olarak SÖZLERİNİ ve RUH HALLERİNİ kullanıyorlar. Kadını FİZİKSEL OLARAK İSTİSMAR ETMİYOR, sistemli olarak DUYGUSAL OLARAK AŞAĞILIYORLAR ve bunun sonucu da FİZİKSEL ŞİDDET kadar kötü oluyor…. Kitapta anlatılan vak’alara dikkat ettiğinizde, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor : Bu erkeklerin SADİST olduğunu düşünülüyor önce… Sadist bir insanın eşine acı çektirmekten aldığı cinsel ve duygusal zevkin tersine, kitapta tanımlanmaya çalışılan erkekler eşlerinin çektiği acı karşısında HEM KORKUYA KAPILIYORLAR, HEM DE ÖFKELENİYORLAR… Ne erkek SADİST, ne de kadın MAZOŞİST… Kadın, hiçbir şekilde, eşinin duygusal baskısı, istismarı ve sonucunda şiddetinden CİNSEL VEYA GİZLİ BİR ZEVK ALMIYOR… Aksine, bu davranışlar KADINI BİTİRYOR… Bu erkekler ne tam bir SOSYOPAT, ne NARSİST, ne de SADİST… Ama kişiliklerinde, tüm bu davranış bozukluklarından birer parça taşıyorlar… Bu erkeklerin, psikoloji literatüründekiler arasındaki en belirgin fark, onun tek BİR KADINLA uzun süreli bir ilişkiye girebilmesi… Üstelik, duyduğu SEVGİ ya da AŞK o kadar yoğun ve tutkulu ki… Acı olansa, bu erkeklerin, EŞLERİNİ DELİ GİBİ SEVERKEN, onların hayatlarını MAHVETMEK İÇİN ELLERİNDEN GELENİ YAPMALARI ama bunun farkında olmamaları… Kitap, zaten vak’a anlatımları ile şekillenmiş… bir bütün olarak okunduğunda anlaşılabilecek, KADIN – ERKEK psikolojisi üzerine çalışan arkadaşlarımıza faydalı olabilir… Yazar, önsözünde, bu tür erkek hastalarını MİSOJİNİST diye isimlendiriyor… Neden MİSOJİNİST sorusun cevabı, yine kitabın ilerleyen sayalarında, karşınıza çıkıyor… Yunanca’da “kadınlardan nefret eden” anlamına gelen bir sözcük MİSOJİNİST… Miso’nun anlamı “nefret etmek.”, Jine’nin anlamı ise “KADIN”… Bu sözcük, yüzyıllarca KADINLARI TOPLUCA KATLEDENLER başta olmak üzere kadınlara karşı SALDIRGAN davranışlar içinde bulunanlar için kullanılmaktadır…. Yazar Dr. Susan Forward, bu hastaları için MİSOJİNİST tanımlamasını kullanmayı tercih etmiş… Peki, kitabı okumanızın size ne faydası var? Kitabı okuyup okumama konusunda karar vermeden önce, eşinizle veya partnerinizle ilgili olarak aşağıdaki soruları cevaplayın.. EŞİN KENDİNDE SENİN HAYAT TARZINI VE DAVRANIŞLARINI KONTROL ETME HAKKINI GÖRÜYOR MU? ONU MUTLU ETMEKİÇİN SENİN İÇİN ÖNEMLİ OLAN ETKİNLİKLERDEN YA DA İNSANLARDAN Hİ VAZGEÇTİN Mİ? Ya da ( VAZGEÇMEN GEREKİYOR MU? ) DÜŞÜNCELERİNİ, DUYGULARINI VE BAŞARILARINI KÜÇÜMSÜYOR MU? ONU MEMNUN EMEDİĞİN ZAMAN SANA BAĞIRIYOR MU? SENİ KORKUTUYOR MU? YA DA SESSİZ AMA ÖFKELİ DAVRANIYOR MU? ONU KIZDIRMAMAK İÇİN SÖYLEYECEKLERİNİ ÖNCEDEN DÜŞÜNÜYOR VE ÇOK DİKKATLİ Mİ DAVRANIYORSUN? BİRDEN BİRE PARLAYIP SENİ ŞAŞIRTIYOR MU? ONUN YANINDA KENDİNİ DENGESİZ VE YETERSİZ HİSSEDİYOR MUSUN? YA DA KAFAN HEP KARIŞIK MI? AŞIRI KISKANÇLIK GÖSTERİP, SENİ GEREKSİZ BİR BİÇİMDE SAHİPLENİYOR MU? İLİŞKİNİZDE YOLUNDA GİTMEYEN HER ŞEYDN SENİ Mİ SUÇLUYOR? Eğer bu sorulara çoğunlukla EVET cevabı veriyorsanız, Önce şunu bilin ki, SORUN SİZDE DEĞİL… en sakin halinizle bu kitabı okuyun… Çünkü, BİR İLİŞKİYİ DEĞİŞTİRME GİRİŞİMİNDEN ÖNCE, O İLİŞKİDE NELER OLUP BİTTİĞİNİ ANLAMANIZ GEREKİR… ANLADIKTAN SONRA, DÜŞÜNME ŞEKLİNİZİ DEĞİŞTİRMEYE BAŞLAYARAK, bu dengesizliği çözebilirsiniz… Ama şiddet başlamışsa, ACİL bir şekilde profesyonel yardım almayı deneyin… *tna ***
-
Dini Efsane ve Masallar
Tipik bir teist düşünce mantığı... Fazla düşünme...Kurcalama.!.. Düşündükce...Sorguladıkça...Kurcaladıkca altından çapanoğlu çıkıyor çünkü.! Dogmalar sarsılıyor...
-
SİZİN HİÇ ANNENİZ BABANIZ ÖLDÜMÜ.?
*** *** Kızlarının, hem de uzun zamandır araları açık olan kızlarının nikâhına giderken ölen anne-baba, arkalarında nasıl bir ruh hali bırakmış olabilir? Böyle bir şey nasıl atlatılır?.. 'Hani böyle olayları anlatırken, 'İçimde çok kötü bir his vardı' falan diye başlarlar ya lafa, benim içimde hiç de kötü bir his yoktu" diye başlıyor anlatmaya Oya hanım, "Evde oturmuş tavuk yiyorduk. Annemle babam Swissotel'den yer ayırtmıştı. Arada geldiler mi acaba diye oteli arıyordum. Henüz gelmemişlerdi. Sonra telefon çaldı, arayan yengemdi, dayımın karısı. Acayip gıcık bir ses tonuyla, kelimelerin sonunu uzata uzata, 'Oya, annenler gelirken yolda kaza yapmııış, galiba baban ölmüüüüş, annen de hastanedeymiiiiş' dedi." Hani hiç ağlamaz diye düşündüğünüz insanlar vardır ya, onların ağladığına tanık olacağınız aklınıza bile gelmez, işte Oya hanım da onlardan biri ama ağlayabiliyormuş. Ve anladık ki, geçmiş kaşınınca, çoktan iyileştiği sanılan yaraların, aslında hiç kapanmadığı ortaya çıkıyormuş. Ayrıca hemen belirtelim, bu yazı dizisinde, öykülerine, daha doğrusu yaşadıkları trajedilere yer verdiğimiz insanların yüzlerini ve isimlerini gizlememeyi kararlaştırmıştık. Ne var ki, bugün bir istisna yapmak durumunda kaldık. Yaşananları size anlatmak için, bunları yaşayanın isteğine saygı gösterip ismini, cismini ifşa etmiyoruz. Müstear ismine Oya hanım diyoruz... Olay şu: 1991, Nisan ayında, Türk Hava Yolları grevdedir. Bir gün sonra evlenecek olan Oya hanımın annesi ve babası, nikâh için arabayla Ankara'dan İstanbul'a gelmektedir. İzmit'teki çimento fabrikasının yakınlarında, arkadan gelen bir otobüs araçlarının üzerine çıkar. Lüks araç paramparça olur. Baba olay yerinde, anne hastanede yaşamını yitirir. Ve o nikâh hiç olmaz. Birinci kritik nokta: Bu tür vakalarda 'kötü haber'i genellikle en saçma insanlar, en saçma üsluplarla verir. 'Öldüklerini söyleyemedim' Şimdi en başa dönelim. Oya hanım, ortaokul ve liseyi ailesinden uzakta, İstanbul'da, mutena bir okulda yatılı okumuş, ardından yine İstanbul'da gayet 'iyi' bir üniversitenin, gayet 'iyi' bir bölümünü kazanmıştı. Ne var ki, bu arada, özgür yaşamak ve mevcut aile kurallarına itaat etmemek gibi bir niyeti olmuştu. Bu yüzden, hali vakti son derece yerinde olan babasıyla inatlaşmak zorunda kalmış, onunla bütün maddi ilişkilerini kesmiş, yedi yılı aşkın bir süre de görüşmemişti. Annesiyle de zaman zaman, annesi onu ziyarete geldikçe birlikte olabilmişti. Bu sürede kötü koşullarda yaşamayı göze alıp çalışmıştı ve artık başarılı olduğu bir meslek sahibiydi. Yaşı ilerledikçe, daha makul düşünmeye başlamış, anne-babasıyla ilişkilerini düzeltmek için adımlar atmış, onları memnun edebilmek için, o dönem zaten aynı evi paylaştığı sevgilisiyle evlenmeye karar vermiş, nikâh için gün almıştı. Arkadaşlarıyla birlikte evde oturmuş tavuk yerken ve anne-babasının gelişini beklerken, her şey sanki iyi gidiyordu. Ama öyle değildi. Gelen telefonun ardından, biraz içgüdüsel bir biçimde, derhal o zamanın en iyi özel hastanesine koşturmuşlar ve bir ambulans alarak İzmit'e doğru yola çıkmışlardı. "Yengem annemin hastanede olduğunu söyleyince, durumu kötü olabilir, onu hemen İstanbul'a getirebilelim diye düşünmüştüm. İzmit'e vardık, hastaneye girdik, telaşla soruyoruz, o sırada yerleri süpüren bir hizmetli, 'Ha o öldüüü, gitti o da' dedi. Orada öyle kalakaldım" diye anlatıyor Oya hanım. İki kardeşi daha var. Biri ABD'de yaşıyor, diğeri ise o sırada Burdur'da asker. Onları bir biçimde haberdar etmek zorunda. Ama o tarihte daha cep telefonu diye bir alet yok insanlığın gündeminde ve iletişim hâlâ çok güç sağlanıyor. Yanında İzmit'e gelen arkadaşı, o arada nereden bulduysa, koca bir avuç jetonla çıkageliyor. ABD'deki kız kardeş aranıyor, "Ona öldüklerini söyleyemedim. Zaten çok uzun bir yoldan gelecek, bir de çok perişan olup gelmesin diye, kaza yaptıklarını, hastanede olduklarını söyledim. 'Haber vermeseydim kızardın' falan dedim. O ne kadar inandı bilmiyorum, derhal yola çıktı. Erkek kardeşime ise nasıl olduysa haber verilen komutanı anlatmış durumu, o da yola çıkmış zaten" diye anlatıyor Oya hanım. İkinci kritik nokta: Bazen anne-babayla ilişkileri düzeltmek için çok geç kalınabilir. 'Görmek istemedim' Olayın ilk şokuna rağmen son derece mantıklı adımlar atan Oya hanıma, anne-babasını son bir kez görmek isteyip istemediğini sorarlar. Yanındaki arkadaşı onu uyarır: "Onları hep o son gördüğü halleriyle hatırlayabilirsin." Oya hanım 'son bir kez görmek' istemez. "İyi ki o zaman özel televizyon kanalları bugünkü kadar yaygın değildi. Bir kamera çekse, görüntüleri tekrar tekrar nasıl yayımlarlar, haberi kim bilir nasıl verirlerdi" diye düşünüyor Oya hanım. O anne-babasını son bir kez görmek istemez ama anıları canlanır. İlk aklına gelen, iki ay kadar önce ona telefon açan annesini nasıl terslediğidir. "Telefon açıp, akşam otobüsüne bilet aldığını, ertesi gün bende olacağını söyledi. Sevgilimle birlikte yaşıyordum ama ailemle ilişkimizde bildik kurallara riayet ediyordum. Mesela annem geldiğinde sevgilim evde kalmıyordu. O geleceğini haber verdi diye bir anda her şeyi ayarlamak falan zor geldi, ona çıkıştım, 'Otele mi geliyorsun, niye emrivaki yapıyorsun?' diye. Hemen biletini iptal ettirdi. Ve onu bir daha göremedim. Sonra hep bunun acısını çektim." 'Teşhis'e bir başkası girmiştir. Bu arada bir polis, acısı katlanmasın diye ailesini son bir kez görmekten bile imtina eden Oya hanımla, "Anneniz öyle bir sıkışmıştı ki..." diye başlayan bir sohbet açmak istemektedir. Bir başka polis, "Üzerlerinden hiçbir şey çıkmadı" demiş, sonra, "Durun, durun, şu var" diye, otomobilin yangın söndürücüsünü eline tutuşturmuştur: "Annemin çantasının bile olmadığını söylediler. Halbuki bana telefonda nikâhım için son derece kıymetli bir pırlanta yüzük getirdiğini söylemişti. Babam aynı zamanda bir fuara katılmak için geliyordu İstanbul'a. En az 10 bin dolar nakit parası olması gerekirdi. Ama onlar annemin çantası bile olmadığını söylediler. Her şeyi talan etmişler! O an ne düşünebilirsin ki? Mesela otobüs şoförü tamamen suçlu bulundu. Daha önce de insanların öldüğü kazaları varmış zaten. Bizim orada hemen otobüse tedbir koydurmamız gerekirmiş. Ama hiçbir şey düşünecek halde değildim ki. Getirilen kâğıtları imzaladım, o kadar..." Sonra erkek kardeş gelir. Oya hanımın ailesiyle uzaklaşmasına yol açan özgürlük inadı, bilinçli bir tercih olmasa da, erkek kardeşiyle çok yakınlaşamamasına yol açmıştır. Zaten yurtdışında okuyan erkek kardeşle, ancak bölük-pörçük görüşebilmişlerdir. "Beni hiç tanımıyordu ki aslında. Geldiğinde ağır durumlar yaşadık. Onun da annemle babamı görmesini istemedim. Ve her şeyin arasında bana dönüp, 'Keşke bir erkek kardeşim olsaydı' dedi. O lafı unutamıyorum. Acısını benimle birlikte yaşayamıyordu..." Sonra İstanbul'a dönerler. Eve gelen insanlar, yüzler, sözler, pek çok şey tuhaftır. İşlevsel ziyaretten ziyade, acayip ziyaretler vardır. Oya hanım bir taziye ziyaretçisinin şu sözlerini unutamıyor mesela: "Ay cicim, bu zamanda da herkes ya kanserden, ya da trafikten gidiyor!.." Üçüncü kritik nokta: Taziye ziyaretlerinde münasebetsiz laflar edenlerden kurtuluş yok gibi bir şeydir. Akrabalara bazen katlanılmaz! Sonra ABD'deki kız kardeş gelir. Acı bir kez daha yaşanır. Cenazeler Ankara'ya, evlerine götürülmüştür. Yıkama işlemi yapılacaktır. Oya hanım, ısrarla annesinin cenazesini yıkama işleminde bulunmak isteyen bir arkadaşına içten içe çok sinirlenir: "O zaman kızmıştım, bir çeşit işgüzarlık gibi gelmişti. Seneler sonra, geçen sene yakın bir arkadaşımı kaybettim. İlk kez bir cenazenin yıkanma işleminde bulundum. Yıkadım daha doğrusu. Ve seneler sonra, o kadın iyi ki annemin cenazesi yıkanırken oradaymış diye düşündüm. Tanıdık birinin olması çok iyi..." Oya hanım ailesinden ne kadar kopuk olduğunu Ankara'da daha iyi anlamış. Apartmanlarında onu tanımayan bir sürü insan varmış mesela. Ailede iki kardeşin bir ablası daha olduğunu bile bilmeyenler varmış. Tabii ev insan dolu. Her köşede birileri fısır fısır konuşuyor. Yok efendim nasıl olmuş da, şöyle şöyle olmuş da... Ayrıntıya girenler, yorum yapanlar... Taziye ziyareti için gelenler arasında, dindar bir siyasetçinin tesettürlü eşi de varmış. Oya hanım ailesiyle nereden tanıştıklarını bilmiyor. "Kızım" demiş, "Sana hiç Allah'a sığın, dua oku gibi şeyler söylemeyeceğim. Ben de kardeşimi kaybettim. Bu acı geçmez. Ama dayanılır. Sen de dayanacaksın..." "Sonra, aileye ilişkin çok enteresan gözlemlerim oldu," diyor Oya hanım, "Mesela bir akrabamız arıyor, yarım yamalak tanıyorum, 'Aman falanca teyzene sakın yüz verme' diyor, 'Eşyalar dağıtılacak ya, falanca teyzen çok açgözlüdür, dikkat et, aman eve sokma', bir başkası, 'Annenin şu mantosunu bana ayır' diyor. Şoke oldum. İki yıl evdeki eşyaları hiç ellemedik, kimseye bir şey vermedik. İki yıl sonra ihtiyacı olanlara dağıttık." Dördüncü kritik nokta: Her akraba iyi akraba değildir. Hesaplaşma bitmez Cenaze ayrı bir yük. Acı katlanıyor. "Düşünüyorum da, bizim cenaze ritüellerimiz hiç de insanı rahatlatacak cinsten değil. En basiti, cenazede toplu dua okunuyor ya, hani hep beraber 'Amiiiin' diye yüksek sesle bağırıyor insanlar, imam orada duruma göre mesaj veriyordu mesela, 'Trafik kazalarından koru yarabbim' diye bağırıyor. Bir kere daha sana yüksek sesle olayı yaşatıyor" diye anlatıyor Oya hanım. Cenaze çok zor geçmiş. "Ama eve girmek daha zor oldu" diyor Oya hanım, "Annemin terlikleri orada öylece duruyordu. Buzdolabında yarısı yenmiş bir çilek tabağı. Her tarafta onların yaşamının izleri..." Peki ya sonrası? Kendisiyle nasıl hesaplaşmış? 'Keşke' dediği şeyleri çok düşünmüş mü? "Kafayı yememek için, 'keşke'leri kafandan uzak tutmaya çalışıyorsun. Ama hesaplaşma hiç bitmiyor. 15 sene geçmiş aradan, hâlâ burnumun direği sızlıyor. Önceleri çok rüya görüyordum, çok kötü rüyalar. Yıllar geçtikçe giderek azaldı ama son bulmadı. Sonra, kafayı ölümden sonrasına taktım. 10 seneye yakın onlardan uzak olmama rağmen, çok etkilenmiştim, okumadığım şey kalmadı. Bu sorunun cevabını bulmak için bütün din kitaplarını okudum, bilimsel kitapları inceledim, ölümden sonrası için bir şey bulmaya çalıştım. Açıkçası, hiçbir şey bulamadım. Ölümden sonrası yok. Kuran okumak hiç de rahatlatmıyor insanı..." Beşinci kritik nokta: Dini ritüeller demek ki her zaman işe yaramıyor. Hangi ölüm daha 'iyi'? Şimdi, bu kadar ani, bu kadar berbat bir kazayla hem anneyi, hem babayı kaybetmek nasıl bir şey? Kuşkusuz çok ağır bir travma. Bu travmayı atlattığınız zaman, yaşama bakış açınız artık tamamen değişmiş oluyor. Dert ettiğiniz saçma şeylerle ilgilenmemeye, onları yok saymaya başlıyorsunuz. Yerlerine daha önemli şeyler geçiyor. Oya hanım, kazadan sonra, kardeşleriyle iç içe bir yaşam sürmese de çok sevgi dolu ve yakın bir ilişki kurmuş. Başka kentlerde, hatta başka ülkelerde olsalar da, dünyaya bambaşka baksalar da, sürekli haberleşiyorlar, kendi aralarında özel bir ilişkileri ve dilleri var. Öte yandan hep bir tartışma vardır ya, ölüm ani gelirse mi insan daha çok etkilenir, yoksa önceden kestirildiğinde mi diye... Hakikaten, hangisi tercih edilir? Birisinde keskin bir acı, sizi hiç beklemediğiniz bir anda yakalıyor, sertçe vuruyor, ağır bir şok yaşıyorsunuz, diğerinde ise, ki bunlar genelde kanser vakalarında yaşanıyor, usulca ölüme hazırlanıyorsunuz, kendinizi alıştırmaya çalışıyorsunuz. İkilem işte böyle bir ikilem... Oya hanımın 'Hangisi tercih edilir?' sorusuna yanıtı çok açık: "Ölümün iyisi yok... İster ani olsun, ister yavaş yavaş, ölümün kendisi çok kötü. Bunun hazırlanması falan da olmaz..." *tna ***
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
Elbette katılıyorum Sayın bekir... Ençok önemsediğim iki cümleyide yukarıda alıntıladım.! Saygılar...
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
Her sorduğunuz soruya verilen yanıtlara karşı müthiş polemik yanıtlar vermişsiniz sayın bekir.!
-
TÜRBANINI ÇIKARTANLAR BAŞÖRTÜSÜYLE GİREBİLECEKLER MİDİR GİRMEK İSTEDİKLERİ YERE
"Türkiye'de birçok toplumsal sorun çözümsüz olarak duruyor ve toplumu geriyor. Bunların başında Türk ve Avrupa hukuk sistemleri tarafından değiştirilmesi mümkün olmayan kesin kararlarla bağlanmış türban sorunu geliyor. Hukuken günümüzde sorun olmaması gerekirken, bazı çevrelerce devamlı gündemde tutularak gerginlik nedeni haline getirilen bu konu artık ülkemizin gündeminden tamamen çıkarılmalı. Kız öğrencilerimiz elbette kamusal alan dışında istedikleri gibi giyinebilir, hareket edebilir. Bunun güvencesi laik, demokratik Cumhuriyetimizdir. Ancak, kamusal alan için alınmış olan yargı kararlarının değişmesi, iç ve dış hukuk süreçleri tüketildiği için mümkün olmadığından, bu kararlar laik ve demokratik toplum yapımızın ayrılmaz unsuru olarak var olacak. Bu nedenle, konunun tartışılması bir daha ülkemizin gündemine gelmemeli ve kesinleşmiş bu kararlar defalarca tartışmaya açılarak gerginlik yaratılmamalı. Bunun sağlanması, gerilimi azaltacak, insanlarımızı birbirine yakınlaştıracak." Alıntı: (Ankara Üniversitesi (AÜ) Rektörü Prof. Dr. Nusret Aras'ın 13/06/2006 tarihli AÜ 60. yıl kutlamalarının kapanış töreninde yaptığı konuşma...)
-
Fethullah Gülen....
*** FETTULLAH DOSYASI - 1 "Hocanın Okulluları". ''Hoca'nın Görünmeyen Yüzü: Okulları'' isimli kitaptan alıntılar: 4 IŞIK EVLERİ ''Kutsal cemaatten olmak...'' Bir kere, beyinlerimize su ana fikir sanki kazınmıştır: 'Bu cemaatten olmak çok büyük bir nasiptir. Yani öyle bir kısmettir ki, herkese nasip olmaz. Allah’ın ancak çok şanslı ve seçilmiş kulları, bu cemaatin bireyleri olabilir. Bu kutsal cemaatin manevi bir misyonu var'... Ayrıca, sürekli olarak cemaatin çok büyüdüğü ve hayatta ne olmak istersek -kaymakam, vali, polis, öğretmen- olabileceğimizi ya da nerede ve nasıl bir is kurmak istiyorsak, cemaatin hemen yardim edeceğini soyluyorlardı. Cemaatin sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada yayıldığını ve çok güçlü olduğunu söylüyorlardı. Eğer cemaate karsı olumsuz bir davranışınız olursa, hizmeti sekteye uğratacak bir şey yaparsanız, en basta 'şefkat tokadı' yersiniz. Allah’ın kapısına sırtını dönmeniz ve Allah’ın da size sırtını dönmesi... Peygambere karsı gelmeniz... Bunun sonuçları ne olabilir? Bu tür öyle korkutucu şeyler anlatılır ki, inancı olan bir insan için bunlara tahammül edilemez... Eğer cemaate karsı çok büyük bir şey yaparsanız, hizmette küçücük bir hata yapmış olursanız, Allah başınıza öyle husumetler getirir ki, ne dünyada ne de ahirette belinizi bir daha doğrultamazsınız. Şefkat tokadını muhakkak yersiniz... Cemaat, çok net söylemek gerekirse, ana hatlarıyla: 1) Işık Evleri ve yurtlarda yetiştirilen, Fethullah Gülen 'in deyisiyle, 'Işık Süvarileri' yle yeni bir toplum yaratmak... Altın Nesil denen, bu yetiştirilen gençlik, cemaatin ana hedefleri çerçevesinde yeni bir toplum yaratacaktır. 2) Yaratılan yeni toplumda İslami düzen hakim olacaktır. Bu da laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni sona erdirip, yerine Şeriat kanunlarının geçerli olacağı, İslami devleti kurmakla gerçekleşecektir. ... Yetiştirilip, kendilerini Altın Nesil denilen yeni nesil, Atatürk’e, devrimlerine ve onun eseri olan Cumhuriyet'e düşmandır. Onunla hesaplaşmak üzere yurt, kolej ve Işık Evleri'nde eğitilmişlerdir. Şeriat düzeni arzulayan tek tip insanlardan oluşan yığınları oluşturur... Yani bir kul oluyoruz. Artik hangi yöne sürüklenirsek, nereye götürülürsek oraya gidiyoruz. Sormayan, sorgulamayan, kendine söylenen her şeye rıza gösteren, itaat eden kişi oluyoruz. Ağabeyler ne derse, itirazsız kabul edeceksin... *tna ***
-
Fethullah Gülen....
*** FETTULLAH DOSYASI - 1 "Hocanın Okulluları". ''Hoca'nın Görünmeyen Yüzü: Okulları'' isimli kitaptan alıntılar: 3 IŞIK EVLERİ Fethullah Gülen 'in deyimiyle, (öğrencilerin/ağabey adı verilenlerin kaldığı-( F.B. ) yani 'Işık Evleri' cemaatin inanmış ya da ticari imkânlar sağlanmış esnaf ve işadamları tarafından finanse edilir. Cemaat için ağı genişletmenin yolu, yeni mali kaynak ve insan gücü bulmaktadır. Cemaatin birlik bütünlük içinde bir arada bulunup, amaçlarını gerçekleştirmesi için, yeni gelenlere manevi ve mukaddes değerlerin önemi benimsetilir. Ahiret hayatlarında elde edecekleri kazanımlar, sevaplar anlatılır. Önceleri Anadolu'daki esnaflarla başlayan, sonra büyük kentlere ve is dünyasına ulasan bu maddi yardımların birer Allah ve Peygamber hizmeti olduğu kabul edildiği için, cemaat bu konuda pek zorluk çekmez. (Bu yardımsever kişilerin) cemaatin, öğrencileri Ümmet rüyaları ile eğittiklerini bilmedikleri muhakkak. 'Hayırlı bir is' diyerek buna sarılıyorlar. Böylece, Türkiye’nin dört bir tarafında, ilçelere kadar uzanmış bu evlerde, okullardaki başarılı, zeki çocuklarla bağlantı kurulur. Genellikle okul birincileri seçilir. Bu nedenle, 'Isik Evleri', cemaate adam kazandırmanın en etkili yöntemidir. O evlerde görülen yakinlik, karşılık beklemeden yapılan yardımlar çocuk dünyamızda bizlere, o güne değin hiç sahip olmadığımız duyguları, heyecanları yaşatır. Ancak cemaate girdikten ve cemaatin bir küçük üyesi olduktan sonra müthiş bir değişim baslar. Bir askeri disiplinle, öylesine katı kurallarla yasamaya başlanır ki, dayanmak çok güçtür. ... Yurt belletmeni, beni, sabah namazına kaldırdı. Ustum acık olduğu için çok üşürdüm. Bir de sabahları buz gibi suyla abdest alırdık. Bir keresinde abdest almak istemedim. Belletmen, zorla beni suyun altına soktu. Ondan sonra hasta, sinüzit oldum... ... Yatsı namazı ve tesbihattan sonra, ev imamının sohbeti vardır. Sonra Nur Risaleleri ve F. Gülen’in kitapları okunur, kasetleri izlenir. Haftada en az (biz öğrenciler için özel olarak hazırlanmış) 3 kaset video izlenir. İslam’ın nasıl yeniden yönetime hakim olacağı, özlenen Ser-i düzenin topluma faydaları ve benzeri hedefler tekrarlanır. Ya da Hoca’nın yeni çıkan bir kitabi sayfa sayfa okunur. Ev imamı tarafından yorumlanır. Hepsinden sınav yapılır. Mecburi yarışmalar düzenlenir ve kazananlara, yine Hoca’nın başka bir kitabi verilir. Evler çok güzel döşenmiş, her türlü imkanı olan evlerdir. Ev imamı, öğrencilerle sürekli toplantı halindedir. Dikkati çekmek için, toplantılar herkesin uykuda olduğu zamanlarda yapılır. Sıkı istişare içindedirler. Eve gelen öğrenciler kıvama gelmişse, onların planlaması yapılır. Zaman gazetesinin promosyonu için çalışılır. Her evin imamı, abone bulmak konusunda yarış içindedir. *tna ***
-
Üniversite gençliğinin yüzde 52’si milliyetçi
Ancak Başlıkta yapılan bu eleştiriden sonraki gelişmeler, Bu aklı başında uyarıları yapan Erdoğan ve ben Öğretmenliğe soyunmakla, siz kim oluyorsunuz yaklaşımlarıyla yargılanıp... Tam bir polemik faciasına ve kişiliklere yönelik ithamlara dönüştü... İşin bu yönünü anlamakta direnen zihniyet, buna dikkatleri çekmek isteyenleri anlamamakla suçlayıp hatta işi ince polemik yaklaşımlarla embesil olmaya kadar götürerek kendilerinin ne kadar zeki(!), düşüncelerinin de ne kadar polemik yaklaşımlarla dolu olduğunu traji komik bir şekilde sergilemeye çalıştılar... Ne yazık ki bütün bunları yaparkende yine ne kadar haklı olduklarını ve çok doğru şeyler yaptıklarını düşünüyorlardı ... Bu da işin bir başka tarafı....Değişim Zor...Ne yazık ki bazı kişiliklerde allerjik reaksiyonlara neden olabiliyor... Neyse tekrar teşekkürler Can Dündar'a yine bazı gerçeklere parmak basarak dikkatleri çektiği için.! Sana da teşekkürler bunu paylaşıma sunarak yeniden gündeme getirdiğin için... Selamlar...Sevgiler... *tna *** YENİ POLEMİKLERE NEDEN OLMAMAK İÇİN... YORUMSUZ.!...
-
SİZİN HİÇ ANNENİZ BABANIZ ÖLDÜMÜ.?
Yüreğim yerinden koptu sanki adrenelin... Yaşamın bu acı gerceğiyle yaşayan bir dolu insanın bu sevgilerin en yücesinden anne baba sevgisi ve sıcaklığından uzak yaşamı omuzlamaya çalışırken neler yaşayabildikleriyle yüzleşmek çok derinden etkiledi beni... İçimde yaşattığım o küçük acı kırıntılarını hatırlattı bir kez daha ... Hani yaşamın hengamesinde karşılıklı unutulur ya... Gözlerinin içine bakarken yaşanabilecek sevgiler yerini hasret ve özlemlere bırakır ... Kimi kuzendir..kimi yeğen...Kimi eski bir dost...Kimi eski bir sevgili...Kimi platonik kalmış bir aşk... kimi yaşamın acılarını birlikte katık yapıp paylaştığın kader arkadaşı... Özlersin unutursun ,unutulursun...Başka sevgiler alır yerini karşılıklı bu hasret ve özlemlerin... Zaman geçer alışırsın...Bir gün bir şey hatırlatıverir..yüreğin dağılır... Acılar kaplasa da yüreğini yinede güzel anılar, hatıralar alır bu acıların yerini ...Avunursun...
-
SİZİN HİÇ ANNENİZ BABANIZ ÖLDÜMÜ.?
*** *** 'Benim babam öldü... Hiçbir şey diyemedim. Ağlayamadım bile...' İnternette, Ekşisözlük'te 'Babanın ölmesi' başlığı altında yazılanlardan: # Son zamanlarda iyice zayıflamış olan babanın kemikli yüzünü görmeden inanamaz insan. O örtüyü açana kadar sanki ortada bir yanlış anlaşılma varmış gibi hissedersiniz, içinizde kaynağı belli olmayan bir umut... Kimseleri görmeden doğruca babanın odasına gider, umutla üzerindeki örtüyü açarsınız. Buz gibi yüzüne dokunur son kez öpersiniz, gözyaşlarınız örtüye damlar... Kalbe yer edecek bir ağırlık çöker o an. Her şey bittikten sonra, 'Son kez öptüm ben babamı' dersiniz. Babanın öldüğü rüyalara bile tahammül edemezken, şimdi bomboş kalan odasında sessizce ağlar, yastığına sarılıp öldüğü yatakta uyumak istersiniz." # Benim babam öldü. Hiçbir şey diyemedim, ağlayamadım bile... Yıllar geçti, hâlâ ne zaman o aklıma gelse, koca bir yumru da gelir boğazıma yerleşir. Hiç ağlayamadım, hâlâ daha da ağlayamıyorum. Söyleyeceğim bir dolu şey vardı. Kim dinler ki, onun artık dinleyemediklerini?.. Eksik kalmış onca konuşmayı, aramızda kalmış, halledilmem#iş onca konuyu da aldı götürdü gittiği yere. Hiç ölmez sanırdım ben o heybetli adamı. Çok güçlüydü, alev alev yanan bakışlarıyla dağları delerdi; güçlü nefesiyle bir of çekse dünyayı yıkardı... Dağ gibi adamdı, dağları taşırdı sırtında; gün geldi kendini taşıyamaz oldu. Taşı sıksa suyunu çakaran adamı son mekânına taşımak bana düştü. Anlayamadım nasıl olduğunu, nasıl öldüğünü. Yaşasa yaşardı; ama öldü... Evlenmekten, çocuk sahibi olmaktan vazgeçtim; adam olduğumu bile göremedi. Hep kendimi ona karşı var etmiştim ben, artık var olma, adam olma şansım da kalmadı. Kendi doğrularımın peşinde koşarken, yanlışları buldum. Bulduğum yanlışları onun sırtına yükleyip gönderirdim gittiği yere... Ama o gittiği yere benim yanlışlarımı götüremedi; ebelik bende kaldı...Yaşarken onu suçlamak kolaydı. Hem o tüm heybetiyle, yıkılmaz cüssesi, çelik gibi sinirleriyle kolaydaydı; hem de ben kolayca suçlayabilecek kadar toydum. Yabani oluşumdan dolayı hep suçladım onu, başarısız ilişkilerimden, kendi hayatımdan dolayı suçladım. Suçsuz olduğunu ancak öldükten sonra anlayabildim. İyiliğimi istiyordu, kendisi gibi yabani bir insan yetiştirirken. Zamanı gelirse, geldiğinde kendi çocuklarımla da benim benzer sorunlar yaşayabileceğimi çok sonraları fark edebildim. Bunun sıradan bir döngü olduğunu çok geç fark ettim ve artık ona fark ettirecek zamanım kalmamıştı. Ölmeden önce suçlu bulurdum, öldükten sonra şanslı bulmaya başladım onu. Dünyanın dertlerini dünyada bırakıp gitti... Benim artık suçlayabileceğim bir babam kalmadı. Kendimi suçluyorum artık hep... Babamı üzdüğüm gibi üzülmekten korktuğum için, evlilikten ve çocuk fikrinden soğudum. Bir ömür boyu mutlu olabileceğimiz kadınları her seferinde kendimden soğuttum. Ya ilgimle, ya ilgisizliğimle boğdum aşkları... Babamla ilişkimi rayına koyamadım; kimseyle koyamadım. Ondan en iyi öğrendiğim şeyi yaptım hep. Kavgalarda dünyanın en cüretkâr adamı, aşklarda dünyanın en korkak adamı oldum... Ben artık onunla öfke değil, sevgi sözcükleriyle konuşmam gerektiğini fark ettiğimde zamanımız dolmak üzereydi. Ölmeden hemen önce sarılabildim ilk defa babama, "Baba, seni seviyorum..." sözlerini duyduktan iki saat sonra da öldü. Nefesi kalmamıştı pek, benimle konuşamadı. Ben odadan çıkınca anneme, "Beni bu kadar çok sevdiğini bilmiyordum" demiş. Ben babamı hep sevdim; ama hep korkuyla sevdim... Korkuydu bütün hayatımı gurbete çeviren. Kavgalardaki cesaretim gitti ama aşklardaki korkularım kaldı. Çocuklarımın beni sevdiğini ölüm döşeğinde anlamaktan, onları sevdiğimi ölüm döşeğindeyken göstermekten çok korkuyorum... Ben babamı affettim, o beni affetti. Ama hayat aynen kaldı. Affettikten sonra birlikte yaşayacağımız zamanımız kalmadı. Ölmesin, hayatı paylaşalım isterdim; ama öldü. Bir kere öldü, tam öldü... # Baban kollarında ölürken sorarsın kendi kendine, 'Niye o? Niye ben değil?' diye. Umutsuzca gittikçe azalan kalp atışını gösteren dijital ekrana bakarsın ve babanın buz kesmiş ellerini öpersin ısınsın diye. Ağlamak istersin ama bakıyordur sana, ağlayamazsın üzülmesin diye. Dudaklarından yalanlar dökülür art arda. "Babacığım hani narkoz vermişlerdi ya ameliyatta sana, onun gibi bir iğne yaptılar, yavaş yavaş uyuyacaksın birazdan. Uyandığında ben buradayım". Ve baban sonsuza kadar uyur... Hemşireler zaten kapıda sonun gelmesini beklemektedirler. Gözlerini öpersin ellerinle kapatmadan önce, biri tam kapanmaz... 'Gözüm arkada kaldı' gibi değil de, 'Gözüm üzerinizde' der gibidir sanki. Hemşireler sizi odadan çıkarır. İki- üç adım atarsın sonra trafik kazasından kılpayı kurtulduktan sonra olduğu gibi dizlerin titremeye başlar. Nefes alamadığını fark edersin. Hem de uzun zamandır. İlk gördüğün ölümdür bu ve ilk gideceğin cenaze babanın cenazesidir. Allah'ı sorgularsın istemdışı, doktorları, hastalığı boyunca neler yapamamış olabileceğini. Ve en acısı, yediremezsin kendine. Tanrı tekse baban da tekdir çünkü... Avuntular ararsın... En sonunda babanı her akşam baktığın kutup yıldızında görürsün. Kitapları, çayı ve her gün eksik etmediği sinekkaydı tıraşıyla oranın kralıdır artık... *tna ***
-
BİR ATEİST'İN PSİKOLOJİSİ..
*** Sayın karlx; Başlığı ilk açtığınızda yapılan iki tespite dayalı uyarıya tarfınızdan "forum üyelerinin fikirlerini öğrenmek istiyoruz.." yanıtıyla konu daha olumlu yaklaşımlarla ilerlerken, gelmiş olduğunuz bu nokta da yazılarınızda kullandığınız bu son ifadeler amaçladığınız şeyi mi, yoksa konunun kendi akışı içerisinde ulaştığınız yeni bir duygusal yaklaşımı mı ifade ediyor?.. Konu kendi içerisinde yapılan ilk uyarının da etkisiyle olumlu açılımlarla kişiliklere yönelmeden yararlı bir paylaşım olma yolunda ilerlerken, başlık sorumlusu olarak sizin tarafınızdan iki ayrı gurup terapisine doğru yönlendirlmesi iki ucu keskin bıçak gibi kişiliklerin yargılanmasına dönüştürülürse, insani değerleri gelişmemiş kişilerin olumsuz yaklaşımlarıyla kişilikler savaşına doğru gitmesi kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkabilir. Başta belirttiğiniz o fikirlerini öğrenmek istiyoruz ifadesi,gözlem olmaktan çıkarak kişileri yargılıyoruza dönebilir... Konuyu açan ve başlık sorumlusu olarak,konunun daha olumlu noktalara ulaşması amacıyla gerekli hassasiyeti göstermeniz için, geldiğiniz bu noktada ,yaklaşım,görüş ve ifadelerinizi bir kez daha gözden geçirmenizde yarar olduğunu düşünüyorum...Umarım bu yeni uyarı tarfınızdan olumlu karşılanarak değerlendirilir ve yeni polemik yaklaşımlara gerek duyulmadan tarafınızdan gereken samimi yaklaşımlara dönüştürülebilir... Eğer amaç gerçekten bir bakış açısını kavramaksa o bakış açısına sahip kişilerin samimi yorum ve yaklaşımlarını anlamak için çaba harcanması gerekir...Bu bakış açısının tam bir açılımı sağlanmadan, yaklaşım ve ifadeler kişiliklere yönelik eleştiriler ve yargılamalara yönelirse, Bu Farklı bakış açılarını anlamak ve öğrenmenin değil, ön yargılara dayalı bir artniyetin ifadesi olarak karşımıza çıkar. Anlamak ve anlaşılmak çabalarının ötesine, polemik yazışmalardan ve demagojik tartışmalardan başka bir sonuca ulaşamaz... Yok eğer amaç bilinç altındada olsa sizden farklı olanları yargılamak gibi ilkel bir yaklaşımsa o zamanda size de yönelebilecek bu tür eleştirileri kabullenebilme gibi o tatsız midesi genişliğe alışkın olunması gerekir... Özetle ifade etmek istediğim her kim olursa olsun sizin gibi olmayan kişilere ve onların görüş ve düşüncelerine, biraz hoş görü, samimiyet ve yapılacak eleştirilerin dozunun etik davranışlar içinde kalmasının daha doğru olacağı... *** Sevgili terapi, sayın bilimselci; karşılıklı yazılarınızda yararlı açılımlara katkılarınız için teşekkür ediyorum... Sevgili terapi son diyaloglarımızdan sonra gelinen noktada yazılarınızda katılmadığım noktalar da olsa yararlanarak okuduğumu samimiyetle belirtmek istiyorum... selamlar..sevgiler... *tna ***